BİREY, YAZIN VE AYDIN
Yazınsal ortamın günümüzdeki durumunu değerlendirmeden hemen önce akla geliveren bir soru olsa şöyle bir soru olurdu: "Bu ortama ilişkin bir ‘bunalım’dan neden çokça söz edilmektedir?"
Sonrasında ise ‘bunalım’dan söz edenlerin "aydın" kimliğiyle çok yakından ilgilendiği ve daha açık denilirse kendisini bir "aydın" olarak değerlendirme istenciyle ilişkin olduğu çok açıktır.
Birey, böylece bir ‘bunalım’dan söz eder duruma geçinceye kadar, belki de yoğun ve disiplinli bir düşünsel süreçten geçmemiştir bile. Yaygın olarak, etkilendiği bir çok düşünürün öz-yaşamlarında varolan yoğunluğun, kitap aracılığıyla kurulan iletişimi sonucunda kendisine verili olarak geri gelmesi olmaktadır.
Kimbilir, belki de gerçekten bu verili ortamdaki algılamaları sonucunda oluşan sezgisel bilgileri bağlamında, örnek alınan "düşünür"ün gerçek ‘acı’sını başarabilmektedir birey!
Ama ne olursa olsun, çağdaş bir aydın-bireyin kendi gerçek acılarından oluşmuş bir öz-bilince sahip olması gerekmiyor mu? O halde "aydın sorunsalı"ndan söz edildiğinde, söz edişin paradigmal düzeylerini ayırdedebilmek kaydıyla, öncelikle EGEMEN BİR YAZINSAL İKTİDAR İDEOLOJİSİ olup olmadığını sorgulamak gerekecektir. Elbette söz konusu bireyin bu egemen yazınsal iktidar ideolojisinden görece ne denli bağımsız olup olmadığı da sorgulanmalıdır. Bu kadarını söylemek yukarıdaki büyük harflerle yazılmış söylemi henüz açıklamamakla birlikte, burada ideolojik aygıtlara dönüşen bir düzlemden örnek vermek gerekirse; dergi, kitap, internet sitesi vb... Pazar içerisinde alınıp satılan bu emtianın bu "İKTİDAR"ın ideolojik aygıtları olduğunu vurgulamak en temelli bir saptama olmaktadır.
Bu "iktidar olmuş yazın" kendi paradigmal çerçevesi içerisinde görece ideolojik söylemler geliştirse bile son bağlamda egemen yazınsal iktidarın ideolojik aygıtları olmaktan öteye gidememe konumunda olma riski taşırlar. Bu iktidara karşı olan birey bu dizgenin dışına çıkmayı nasıl başarabilecektir ?
Bu sorunsalın yanıtı bireyin öz-bilinç üretiminden geçmektedir. Bu bir bilgi üretim sürecini içerecek biçimde, hem bilginin edinebileceği kaynakların niteliği nedeniyle, hem de bireyin öznel çabasının yeterli olup olmaması nedeniyle, birey için maddi-manevi maliyeti (diyeti) büyük olan sonuçlar doğurmaktadır. Peki birey böylesi bir öz-bilinç üretim sürecini böylesi büyük bir maliyetle gerçekleştirirken (okur olarak) ne tür bir tinsel ve özdeksel özendiriciyle karşı karşıya kalmaktadır? Ya da yılgınlığa uğramaktadır?
Böylesi bir süreçte çekilen tüm "acı"ların aranan yanıtları, "aydınlanma sürecindeki birey"in kafasında bir çok değişik yanıtlara doğru ilerleyebilmiş ise; bu, adı geçen ikili tinsel/özdeksel özendiricilik düzeyinin kendi öz yaşamında değişik değişik aranabilmesinden kaynaklanmaktadır. Ya da aramaktan caymasından...
Kısa soru: aydınlanma sürecindeki bireyin yaşam tarzı ne olmalıdır, bir başka deyişle dünyaya karşı duruşu nedir olmalıdır?..
Aydınlanma sürecindeki bireyin sorununun çözümüne ilişkin bilgileri yaşam tarzında, üslubunda bulabileceğimizi söylediğimizde, bunun ne ile ilişkilendireceğimizin yanıtını da aramalıyız. Hayatın maddi üretimindeki konumunu mu yoksa aydınlanmasını sağlıyan her türden bilgi birikiminin yeniden üretimini gerçekleştirdiği konumunu mu anlıyacağız? İşte anahtar soru bu olmalıdır. Ben ikinci konumun anlaşılması gerektiğini düşünüyorum. Birinci konum ise bireyin toplumsal ilişkilerinde durduğu yeri belirliyecektir.
Herşeyden önce birey, sahip olduğu bilgi birikiminin soyut durumuyla kendi imgelemi ve sorunsalı ile sınırlı olarak arıyacaktır aradıklarını. Yani kendi bilgi kümelerinden geçecektir yeniden üretime yöneldiğinde. Burada özellikle kendi tüketimine yönelik bir yeniden üretimden sözediyorum. Yazınsal iktidar ideolojisinden bağımsız ‘yaratıcılığının koşullarını’ kendi ürettiğini kendi tüketebilme yeteneğinde gerçekleştirme fırsatı bulacaktır.
Hemen belirtmeliyim ki, burada bir başkasının ürettiğini tüketmekten nitelikçe farklı bir tüketim yeteneğinden sözediyorum. Birey okur olma konumundan giderek çıkmaya başlıyarak, yazmaya yönelmiştir. Ki bu yazınsal iktidar ideolojisinin yeniden-üretimi ve tüketimi çemberinden çıkarak, kendisine ait bir öz-bilinç oluşturmaya başlaması, egemen dizgenin söylemlerinden farklı bir söylem geliştirme gereksinmesi anlamına gelmektedir. Bireyin özgürleşme isteği tam da böylesi bir gereklilik bilincinden kaynaklanmakta. Zorunluluğun bilinci olarak tutsaklığıını aşmaya, gerekliliğin bilinci olarak özgür olmaya çalışmaktadır. Bir bağlamda yazarlık macerası böylesi bir özden yola çıkmaktadır. Sürecin ilerleyen noktalarında kendi egemen yazınsal iktidarını yaratıp yaratmıyacağı ise henüz bilinmemektedir.
Öyleyse aydınlanma sürecinde, okur olan birey kaçınılmazcasına yazma sürecine sürüklenecektir. Burada yazma eyleminin niteliği yani öz-bilinci önem kazanmaktadır. Yoksa niceliği ya da ideolojik itkileri değil. Yazın insanının temel sorunsalı bu niteliğin yanılsamalı bilinçten ne ölçüde kendini ayırdedebileceğinde yatmaktadır ki , tam burada ideolojik olandan görece kendini ayırme gerekliliğinin kavranışı olarak öz-bilinç geliştirme yeteneği irdelenmelidir. Bu eyleminin sürekliliği içerisinde pratik becerisini artıracaktır. Bunu kavram yaratmak olarak kendi "felsefesini" sürekli kurarak (oluşturararak ve yitirerek yeniden kurararak) yaşıyacaktır.
Bu birey okur olma koşullarında edindiği "teorik" bilgileri ile yazma eyleminin koşullarında edindiği "pratik" bilgilenmesi arasındaki çelişkiyi kavrıyabilir ise, bu ilişkinin çözümsüz kalması durumunda yabancılaşarak, yapıtı ile arasındaki ilişki parçalanmaz ve yozlaşmaz ise, yapıtını sunmaya hazır bir psikoloji oluşturacaktır. Bu çelişkiyi başka türlü de ifade etmek olasıdır: 1.Egemen yazınsal ideoloji ile kendi öz-bilinci arasındaki çelişki, 2. yazar sunusunun kaynaklandığı nitelik ile okur talebinin kaynaklandığı nitelik arasındaki çelişki
Okur, ortaklaşmacı dilin nesnel sınırları içerisinde düşünüp, tüketimini bu sınırlar içinde ve bu dilin olanaklarıyla tüketecektir. Yazar ise, özgün bir dil geliştirme arayışının öznel sınırsızlığı içerisinde yer alacaktır. Bu bağlamdadır ki yazar; "felsefesini" yapıtını oluşturduğu süreç zincirlemesinde üretmekte ve yapıtını bitirdiği anda ise bu "felsefeyi" yitirmektedir. Yeniden ve yeniden. Bu bir yazar için bir gereklilik, dahası gerekliliğin bilinci olarak özgürlüktür. Yapıtının "özgür" ve "özgün olduğunu duyumsaması ve egemen yazınsal iktidar ideolojisine bağlanmak istememesi bundan kaynaklanmaktadır.
Yazarın yaşam tarzını değerlendirirken ‘okurunu seçmemesi’, dahası ‘okuruna meydan okuması’nı bağımsızlığının bir niteliği olarak görmek ve anlamak gerekir.Bu tavır alışı aynı zamanda egemen yazınsal iktidara bağlanmaması anlamına, yani muhalif bir kimlik edinmesine ilişkindir. Özellikle de son kertede geniş okur kitlesinin yazınsal iktidara ideolojik bağımlılığının kırılması doğrultusunda olumlu bir savunma mekanizması "süblimasyon" geliştirmesi, radikal bir aydın tavrın demokrasi bilinciyle bağdaştırılacağı ya da çelişeceği bir kırılma noktasını açığa çıkarmasıyla önem kazanmaktadır.
Başından itibaren yazma eyleminde okur istemlerine uyarlanmış bir yazma eyleminin yadsımayı yadsıyamıyacağını, diyalektik maddeci bir yazım geliştirmek yerine, öznel idealist bir yazım geliştireceğine dikkat çekmek gerekiyor. Bu ise doğası gereği, pazar ilişkilerinin rasyonalitesini kabulden tutup, bir başka mistik rant yemeye değin gidebilen bir olumsuz duruş getirecektir.
Egemen Yazınsal İktidar`a ‘muhalif’ kimlik edinilmesi istemi, -süreç içerisinde farkında olmaksızın- ideolojik olarak iktidara alternatif bir başka iktidar arayışını beraberinde getirecektir. Tam burada bazen bir tür "ikili iktidar” görünümü içerisinde çeşitli ‘obalar’ın oluşumu olgusuyla karşılaşılabilecektir.
Bu obaların her biri kendi içinde pre-ideoloji diyebileceğimiz aygıtlara, sahip olacaktır. Sağlıklı bir eleştiri-özeleştiri sürecinin geçiş diyalektiğine oturmamış ‘muhalefet’ çabaları, egemen yazınsal iktidar ideolojisini eleştirmek adına, yadsımanın yadsıması olamayışı ile sığ bir başka olumsuz ‘iktidar’ arayışını içeriğinde taşıyacaktır.
Süreçleri diyalektik olarak kavrayamıyan "aydın" karşı çıkışlarında mutlaka bir başka ‘iktidar’, demokrasi arayışı içerisinde gene kendi demokrasisini boğazlıyan bir ilkel karşı-çıkış mantığı bulunmaktadır.
İşte bir bunalımdan bahsedenler bazen, ‘muhalif’ kimlik edinmenin bir başka bunalımı da içerisinde barındırdığının farkına varmıyan bir takım ‘yalancı aydın’, ‘yalancı demokrat’ olmaktan kaçınamamaktadır. Gerçekte egemen yazınsal iktidar ideolojisinden beslenen `sahte muhalif` kimliklerdir bunlar. Bir başka deyişle, gerçek bir aydın olma tavrını birey olma konumuyla koyamıyan insanların bu `muhalif bunalımları` tam da bu ilkel muhalefet eğilimlerinden türemektedir.
HALDUN HAKMAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder