Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Ağustos 2012 Cuma

EMEĞİN SANATI 123. SAYI




Merhaba,

1 Eylül Dünya Barış gününü kutlarken gündemimiz gene “savaş” olmaya devam ediyor.  Üzerimize yönelik bunca saldırılara karşı sol cenah, bırakın bir araya gelip konuşmayı, belli bir barış günü üzerinde bile birlik sağlayamıyor. Kimisi 1 Eylül’ü, kimisi 21 Eylül’ü kimisi ise 23 Eylül’ü barış günü olarak kutlama kararı olmuş. Dağın içindeki sansar yellenmiş de dağın haberi olmamış.

Sanat cenahında artık kapitalizmin sanat üzerindeki kâra yönelik baskıcı tutumuna karşı eylemler yükseliyor. Dünyada gelişmeye başlayan “Art Manifesto” hareketi kapitalizme karşı olanların seslerini daha da yükseltmeye başladı:

“Devrimci bir sanatçı için hiçbir kişisel sıfatlar yoktur; devrim için sanat, özgürlük için sanat, insanlık için vardır! Devrimci bir sanatçı kendisini sınırlamak isteyen tüm kuralları kırmalıdır. Salt sanat kurallarını değil sadece, aynı zamanda kültürel ve politik kurallar kırmalıdır. Devrimci sanatçı için sanat savurgan bir oyalama değil, kitleleri harekete geçiren bir katalizör olmalıdır. Devrimci bir sanatçı,  üst sınıfın emperyalist savaş makinelerine doğrudan karşı durmalı ve özgürlük vizyonları oluşturmalıdır.”

Artık dünyada kitlelerin kalplerinde kapitalizme karşı muhalefet duygusunu pekiştirirken devrimci bir sanata ihtiyacı vardır. Artık üst sınıfın sanat dünyasında eski, banal, bireyci motiflerden başka bir şey yok; devrimci sanatta ise devrim, yaşam, özgürlük sunan esinler vardır. Emperyalist savaşların bazılarını zenginleştirirken, birçok çocuğu nasıl yetim bıraktığını gösteren bir sanata ihtiyaç var bugün. Devrimci sanatçılar,  küçük kârlar değil, insanlığa özgürlük istiyorlar. Devrimci bir sanatçı, güzelliği belirsiz tanımlarda, anlam dışı imgelerde arayarak hayatı boş şeylerle geçiremez; onun için güzellik devrimdir.

Kısacası artık devrimci sanatçılar insanlarla birlikte hareket ederek, insanî fikirler, anlam ve içerik ararken, hayatın sokaklarında yaşıyor. Emeğin Sanatı sokaklardan alanlara, alanlardan fabrikalara yürüye yürüye gelişiyor.

Ali Ziya Çamur

BU SAYININ SAVSÖZÜ

“Üzülerek söylemeliyim, ‘şiire kendini koymak’ denince pek de doğru şeyler anlaşılmıyor, daha çok dışarıyla ilgili hiçbir duyarlık taşımayan, salt kendine dönük bir içe bakışla şiir yazmak anlaşılıyor. Böyle anlaşılınca da tüm sanat dalları için yaşamsal önemi olan öznellikle nesnellik arasındaki dengede kantarın topuzu tehlikeli bir şekilde öznelliğe kaydırılıyor. Bunun sonucu olarak da benmerkezci iç dökmelerden, narsist mızıltılardan öteye geçemeyen verzalit şiirler çıkıyor ortaya.

Berkeley açısından “altın vuruş”u yiyen bir toplum olduğumuzdan mı nedir, son yıllarda bu tutumla yazılan şiirlerin çoğaltıldığı hatta bir salgın, bir moda hâline geldiği görülüyor. Öyle ya şair de bu toplumun bir üyesi, o da olan bitenden etkileniyor ve  ‘Gerçek benim, benden, benim düşüncemden başka gerçek yok’ “idea”sıyla davranmayı, şiirini buna görme kurmayı doğru bir şey sanıyor. Bu durumda sanatsal heyecandan yoksun, toplumdan kopuk, bırakın toplumdan kopuk olmasını insandan kopuk “verzalit”  şiirler ürettiğinin farkına bile varamıyor.  Üstelik ‘ben şiire kendimi koyuyorum’ diye diye şarampole düşülüyor. Ne budalaca…

Bir de böylelerinin düşürmediği bir şey var. Şiir yaşamadan yazılmazmış. Ne yaşaması yahu!.. yaşasan ne olur!.. Salt kendinle dolu olduktan, kendinden başka hiçbir şeyi gözün görmedikten sonra, nereye gidersen git, ne yaşarsan yaşa gene kendi manastırına kapanacak, kendi ikonunu karşına koyup tapınacak değil misin?  VEFA ÖNAL (Damar Dergisi, S. 78)       

YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ

NAZIM HİKMET BARIŞ ÖDÜLÜ YAŞAR KEMAL’İN…

Dikili Barış ve Nazım Hikmet Günleri’nde ilk ’Nazım Hikmet Barış Ödülü’, ünlü Yazar Yaşar Kemal’e verilecek.

Nazım Hikmet’in 110’uncu doğum yılı nedeniyle ünlü şairin anısına düzenlenecek Dikili Barış Şenliği, 1-2 Eylül tarihlerinde Türkiye ve Yunanistan’dan çok sayıda sanatçı, politikacı ve akademisyeni bir araya getirecek. Şenliklerde, ünlü Şair Nazım Hikmet’in, Türkiye’deki en büyük büstünün açılışı yapılacak ve Nazım Hikmet Barış Ödülü ilk kez verilecek.

Şenlik hakkında bilgi veren Dikili Belediye Başkanı Osman Özgüven, “Ülkemiz ve dünyamızın büyük çoğunluğu için kötü bir sürecin yaşandığını dile getirerek, "Hüzün, kaygı ve öfkeyle izlediğimiz bir sürece giriyoruz. Sıfır sorun adı altında yürütülen ilişkiler ve izlenen dış politikalar ülkemizi tüm komşularıyla sorunlu hale getirdi. Bir türlü çözüme ulaştıramadığımız kardeş kavgası acı ve endişelerimizi arttırmaya devam ediyor. Çözümsüzlüğü dayatan nefret ve ayrımcı söylem, insani yaklaşımlarımızı da zorluyor. Haklarını arayanlar kurşunlanıp öldürülüyor" dedi.

Dikili Barış Şenliği’nin ünlü Şair Nazım Hikmetle özleştirilmesinin büyük anlamı olduğunu dile getiren Özgüven, "Dünyanın barışa en fazla ihtiyacı olduğu dönemde bir ortamda düzenlenecek şenliğin barış davasının büyük değeri dünya şairi Nazım Hikmet’e adadık. 110’uncu doğum yılında büyük şairi Dikili’de yaşatacağız. Türkiye’deki en büyük Nazım Hikmet büstünü, onun vasiyetine uyarak bir çınar ağacının altında bir parkta açacağız. İlk kez verilecek Nazım Hikmet Barış Ödülü’nü de Nobel adayı Ünlü Yazar Yaşar Kemal’e vereceğiz" diye konuştu.

Nazım Hikmet anısına düzenlenecek olan bu yılki Dikili Barış Şenlikleri’nde çok sayıda sanatçı, siyasetçi ve akademisyenin katıldığı etkinlikler yer alacak. 1 Eylül Cumartesi günü saat 14.00’de ’Nazım Hikmet ve Barış’ konulu panel ile başlayacak olan şenlikler, söyleşiler, imza günleri, sokak tiyatroları, çeşitli gösterimler, fotoğraf ve resim sergilerinin ardından 2 Eylül Pazar günü Moğollar konseri ile sona erecek. (NTVMSNBC)


TÜRKİYE YAYINCILAR BİRLİĞİ
YASAKLARA KARŞI AÇIKLAMA YAPTI…

Türkiye Yayıncılar Birliği, kitapların suç aleti gösterilmesine ve yasaklara karşı yaptığı basın açıklamasıyla tepki gösterdi:

“İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin Güneydoğu’da süren silahlı çatışmalarla ilgili yaptığı açıklamalarda, "Ülkenin olağanüstü gündemi sadece çatışma alanı ile ilgili değildir, bu çatışma İstanbul'da kalemle devam ediyor, İstanbul'da kitapla devam ediyor. Geçimli'de atılan havan mermisiyle burada, Ankara'da yazılan yazıların bir farkı yoktur" demişti. Şahin’in sözleri 12 Eylül’ün silahla kitabı bir arada sunan anlayışını hatırlatıyor. 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü, 28 Şubat’ı yaşatan askeri yönetimlerin yasakçı görüş ve uygulamalarının bakış açısını yansıtan bu sözler endişe vericidir.

Düşüncelerini ifade etmeyi, yazı yazmayı ve yazılarını kamuoyu ile paylaşmayı silah kullanmakla, şiddet uygulamakla bir tutan bu yaklaşımı, hem kültür hayatımız hem de toplumsal barış ve huzur açısından büyük bir tehdit olarak görüyoruz.

Yayınlanmamış kitap ve çeviri taslaklarının, kitap listelerinin örgüt dokümanı olarak iddianamelerde yer almasının, kitabı bombaya benzeten yaklaşımların temelinde bu zihniyet vardır.

İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’i kınıyor, kendisini görüşlerini yazıyla sözle özgürce ifade ederek düşünce ufkumuzu genişleten tüm yazar ve gazetecilerimizden özür dilemeye, uluslararası anlaşmalar ve Anayasa ile güvence altına alınan düşünce ve ifade özgürlüğüne saygıya davet ediyoruz.”



SERKAN ENGİN'İN ŞİİRLERİ JAPONCA'DA…

Dergimiz şair ve yazarlarından Serkan Engin’in şiirleri Japonca’ya çevrildi.

Osaka Üniversitesi’nden Prof. Masao Sugiyama, Serkan Engin’in The Tower Journal ve Mediterranean Poetry’de yayımlanan İngilizce’ye çevrilmiş şiirleri üzerinde bir çalışma yaparak bunları Japonca’ya çevirdi. Gendaishi Techou adlı Japonya’nın en önemli edebiyat dergisi başta olmak bu çeviriler, çeşitli dergilere yollanacak...


ŞAİR ABDÜLKADİR BULUT MEMLEKETİ ANAMUR’DA ANILDI…

Anamurlu sosyalist şair Abdülkadir Bulut 27. ölüm yıldönümünde 8 Ağustos’ta Anamur Kültür Derneği ve ÇAĞŞAD ortak etkinliğiyle anıldı.

Etkinliğin başlangıcında açılış konuşmalarından sonra şairin oğlu Ekim Bulut’un ve şairin torunlarının iletileri okundu. Etkinlikte, Emeğin Sanatı'ndan Ali Ziya Çamur’un yönetiminde gerçekleştirilen panele sendikacı, şairin dostu ve toplu şiirlerini içeren kitabının yayıncısı Mehmet Atay, Şair, yazar ve gazeteci M. Mahzun Atay ve Doç Dr. Ulvi Keser katıldılar. Panelde Mehmet Atay, “Düşündüğü gibi yaşayan, yaşadığı gibi düşünen adam: Abdülkadir Bulut” konusunu ele aldı. M. Mahzun Doğan, “Lorca’nın Türkiyeli Kardeşi Abdülkadir Bulut” konusunu işledi. Doç Dr Ulvi Keser ise, “Akdenizcilik ve Akdenizlilik bağlamında Abdülkadir Bulut” konusunda görüş ve düşüncelerini açıkladı.

Panel’den sonra ÇAĞŞAD’ın düzenlediği 2. Abdülkadir Bulut Şiir Ödülünde kazananlara ödülleri verildi. Ödül alanların ve Abdülkadir Bulut’un şiirlerinin okunmasından sonra etkinlik sona erdi. (FOTO: ANAMURGUNDEM.COM)


ULUSLARARASI TURHAN SELÇUK KARİKATÜR YARIŞMASI
''ABDÜLCANBAZ'' ÖZEL ÖDÜLÜ TAHSİN ELMAS'IN…


Milas Belediyesi tarafından Milas doğumlu karikatürcü Turhan Selçuk adına bu yıl ikincisi düzenlenen Uluslararası Turhan Selçuk Karikatür Yarışması'nın sonuçları açıklandı. Milas Belediye Başkanı Muhammet Tokat’ın başkanlığını yaptığı Kamil Masaracı, Darius Ramezani, İzel Rozental, Piyale Madra, Nuray Çiftçi ve Ersin Yeniceli’den oluşan seçici kurul, İranlı çizer Hamidreza Mosayebi’nin eserini birinci seçti. Yarışmada Ukraynalı Dubovsky Alexander’in eseri ikinci olurken Türkiye ’den Burhanettin Yıldız’ın eseri üçüncü oldu.

Seçici kurul 38 ülkeden 321 karikatüristin 825 karikatürünü değerlendirdi. Milas Sanatçılar Derneği ''Abdülcanbaz'' Özel Ödülü'ne yarışmaya Türkiye'den katılan Emeğin Sanatı dostu değerli çizer Tahsin Elmas'ın çalışmasını değer gördü.

Yanda karikatürüne yer verdiğimiz Tahsin Elmas, Abdülcanbaz’ı şu sözlerle tanıtıyor: "Turhan Selçuk'un çizgi roman kahramanı Abdülcanbaz'ı bilenler bilir. Bilmeyenler için kısaca tanıtalım: Abdülcanbaz'ın haksızlıklara tahammülü yoktur. İyi yüreklidir, mücadelecidir. O, her çağda halkın özlemini duyduğu, düşlerinde gördüğü kahramandır. Bazen günümüzde sürdürür yaşantısını… Zaman ve mekan tanımadan çıkar serüvenlerine. Cesurdur, akıllı ve zekidir, çelikten kaslara sahiptir. Bu üstün niteliklerini daima iyinin, haklının, ezilmişin yanında, zalimlere, sömürücülere, namussuzlara karşı kullanır. Halkını seven her dürüst ve namuslu kişide az çok  Abdülcanbaz'lık vardır. Bizzat çizerinin kendisi olan Abdülcanbaz, Turhan Selçuk'un ölümüyle asla bitmeyecek olan en büyük macerasına atılmış, sonsuzluğa yürümüştür."


HOMEROS KISA ÖYKÜ YARIŞMASI

Bornova Belediyesi Türk Edebiyatına özellikle ‘kısa öykü’ konusunda yeni eserler kazandırmak amacıyla toplam ödülün 10 bin lira olduğu Homeros Kısa Öykü Yarışması düzenliyor. Konu seçiminin serbest olduğu yarışma 18 yaşını doldurmuş herkesin katılımına açık.

Bornova’nın Eğridere Köyü’ndeki mağaralarda yaşadığı belirtilen İlyada ve Odesa destanlarının ünlü ozanı Homeros adına düzenlenen öykü yarışmasında başvurular alınmaya devam ediyor. 28 Eylül’e kadar sürecek başvurular sonrasında Bornova Belediyesi yarışmaya katılan eserleri sergileyerek dereceye girenlere ödüllerini verecek

Edebiyat dünyasının başyapıtlarından, pek çok esere ilham kaynağı olan İlyada ve Odesa destanlarının yazarı Homeros, Bornova Belediyesi’nin adına düzenlediği kısa öykü yarışması ile doğduğu topraklarda hayat bulacak. Bornova Belediyesi’nin, Türk Edebiyatı’na yeni eserler kazandırmak amacıyla açtığı, konu seçimi serbest bırakılan ‘Homeros Kısa Öykü Yarışması’na başvurular 28 Eylül günü bitiyor. 18 yaşını bitiren herkesin katılabileceği yarışmanın sonuçları da 22 Kasım’da açıklanacak.

Bornova Belediyesi’nin düzenlediği, ‘Homeros Kısa Öykü Yarışması’na 18 yaşından büyük Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları katılabilecek. Katılan eserlerin daha önce basılmamış ve herhangi bir yarışmadan ödül almamış olması gerekiyor. Her yazar bir eserle yarışmaya katılabilecek. Yarışmanın seçici kurul üyeliklerini Yazar-Şair Hüseyin Yurttaş, Gülmece ve Çocuk Kitapları Yazarı Muzaffer İzgü, Dil Derneği İzmir Temsilcisi Yunus Bekir Yurdakul, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Nesrin Yayın, Bornova Belediyesi Kültür Sanat Danışmanı Ümit Tunçağ yapacak. Jüri, eserleri 1 Ekim- 16 Kasım 2012 tarihleri arasında okuyarak değerlendirmelerini yapacak. Yapılacak değerlendirmede birinciliğe layık görülen esere 5 bin, ikinciliğe 3 bin, üçüncülüğe layık görülen esere ise 2 bin lira para ödülü verilecek. Katılımcılar eserlerini en geç 28 Eylül 2012 tarihinde saat 17.00’ye kadar, Bornova Belediyesi Uğur Mumcu Kültür Merkezi’ndeki yarışma sekretaryasına teslim edebilecek. Yarışmanın sonuçları 22 Kasım 2012’de Bornova Belediyesi Meclis ve Nikah Salonu’nda yapılacak ödül töreninde açıklanacak.

Yarışma ile ilgili ayrıntılı bilgiler Bornova Belediyesi’nin web www.bornova.bel.tr adresinden öğrenilebiliyor.


GÜNCEL SANAT DERGİSİ 3. KISA ÖYKÜ
VE ŞİİR YARIŞMASI DÜZENLENİYOR…

Alanya’da yayınlanan Güncel Sanat dergisinin iki yıldır sürdürdüğü şiir ve kısa öykü yarışmasının üçüncüsünü düzenliyor.

Şiir yarışmasında konu ve tür serbesttir. Daha önce ödül almamış, hiçbir yerde (siteler dahil) yayımlanmamış en fazla iki şiir ile katılmak gerekmektedir. (Serbest ve hece ayrımı yoktur.)
Şiirler, 12 punto Times New Roman karakterli bilgisayar ya da daktilo ile yazılacak; beş nüsha çoğaltılıp, posta ile PK: 66 Alanya/ Antalya adresine ve de, bir nüsha e-posta yoluyla alanyaguncel@gmail.com gönderilecektir. Gecikme ve kayıplardan dergimiz sorumlu tutulamaz.

Şairler gerçek isimleri ile yarışmaya katılabilirler. (Mahlas kullananlar ayrıca belirtebilirler) Katılım süreci 1 Temmuz 2012 tarihinde başlayıp, 24 Ocak 2013 tarihinde sona erecektir. Katılımcılar, 1’er özgeçmiş, vesikalık fotoğraf ile yazışma adresi, telefon, e-posta ve varsa faks gibi iletişim bilgilerini ayrı bir zarfa koyarak, eserleriyle birlikte göndereceklerdir.

Ödüller; Kaygusuz Abdal Özel Ödülü, Birincilik, İkincilik, Üçüncülük, Alanya Kızılkule, Güncel Sanat ve Seçici Kurul Özendirme ödülleri olarak belirlenmiştir. Kazananlar seçici kurul değerlendirmesinden sonraki bir tarihte ilan edilecektir.  Yarışmanın seçici kurulunda  Prof. Dr. Tuğrul İnal, Yar. Doc. Dr. Mehmet Yardımcı , Hasan Uğur Taşcı , Ali Rıza Kars,  Ahmet Arslan yer almaktadır.

Kısa öykü yarışmasında konu ve tür serbesttir. Daha önce ödül almamış, hiçbir yerde (siteler dahil) yayımlanmamış en fazla bir öykü ile katılmak gerekmektedir. Öykü, 12 punto Times New Roman karakterli bilgisayar veya daktilo ile en fazla 4 sayfa olarak yazılacak; beş nüsha çoğaltılıp, posta ile PK: 66 Alanya/ Antalya adresine ve de, bir nüsha e-posta yoluyla alanyaguncel@gmail.com gönderilecektir. Yazarlar gerçek isimleri ile yarışmaya katılabileceklerdir. Katılım süreci 1 Temmuz 2012 tarihinde başlayıp, 24 Ocak 2013 tarihinde sona erecektir. Katılımcılar, 1’er özgeçmiş, vesikalık fotoğraf ile yazışma adresi, telefon, e-posta ve varsa faks gibi iletişim bilgilerini ayrı bir zarfa koyarak, eserleriyle birlikte göndereceklerdir.

Ödüller; Akdeniz Öykü Ödülü, Birincilik, İkincilik, Üçüncülük, Kızılkule, Güncel Sanat ve Seçici Kurul Özendirme ödülleri olarak belirlenmiştir. Kazananlar seçici kurul değerlendirmesinden sonraki bir tarihte ilan edilecektir.  Yarışmanın seçici kurulunda: Öner Yağcı, Bilge Öngöre, İlhan Soytürk, İnci Gürbüzatik, Arslan Bayır bulunmaktadır.

Her iki yarışmanın ödülleri, kitap setleri, kazandı belgesi ve plakettir. Her iki yarışma için, alanyaguncel@gmail.com ve 0532 409 4521 numaralı telefondan bilgi edinilebilir.


ÇİFTLİK SAHİPLİĞİNDEN TOPRAKSIZLARIN
SAFINA GEÇEN SOSYALİST YAZAR: SAMİM KOCAGÖZ

5 Eylül 1993′te yitirdiğimiz sosyalist gerçekçi romancı ve öykücü Samim Kocagöz’ü 19. ölüm yıldönümünde anıyoruz.

Samim Kocagöz, öykülerinde genellikle Ege bölgesinde yaşayan insanların sorunlarını anlatır. Öykülerin konularını yaşadığı Söke çevresinden ve Menderes vadisinin toprak sorunlarından alan yazar, alışılmış teknik ve anlatıma bağlı kalarak sınıflararası çıkar çatışmalarını, ekonomik nedenlerle değişen düzen ve dünya görüşlerini inceler. Yazara 1967′de Türk Dil Kurumu′nun öykü ödülünü kazandıran “Yağmurdaki Kız”da değişen insan ilişkilerine eleştirel bir dille kaleme alınmıştır. Kendisi de büyük toprak sahibi bir ailenin bireyi olan Kocagöz, yokluk içinde yaşayan, bir karış toprağı bile olamayan yörüklerin, yaşamlarını “Bir Karış Toprak” adlı romanıyla dile getirir. Bu romanın devamı olarak bir çift öküze sahip olmak isteyen göçmenlerin dramını anlattığı bir çift öküz (1970) romanını yayınlar.

“İzmir′in İçinde” adlı romanında ise 1960 Hareketi öncesi oluşan toplumsal karışıklığı feodalizmin tasfiyesiyle birlikte ve çeşitli kesimlerden seçtiği karakterler aracılığıyla verir.
Güçlü gözlemlerine dayanarak köy ve kasaba insanlarının sorunlarını, günlük yaşamlarını ve duygularını yalın bir dil ve gerçekçi bir tutumla yansıtır. "Sanat hayat içindir." görüşüne bağlı kalarak içinde doğup büyüdüğü çevreyi, daha çok hayatını emeğiyle kazanan insanları, toprak sorunlarını, toplumsal çatışmaları hikâye ve romanlarında yansıtır. Gözlemlerini sanat endişesiyle İşler. Olayları yeniden kurgulayarak onların psikolojik yapısını tamamlar.

Samim Kocagöz aynı zamanda TİP üyesiydi. 1970 yılında ayrıldı. TİP'te geçirdiği yıllara dair gözlemlerini ve Davutpaşa Kışlası’ndaki tutukluluk zamanlarını anlattığı “Tartışma” adlı romanında 12 Mart müdahalesine yer verdi. Onun kişiliğini ve yaşama bakışını şu anekdotta görmek mümkündür: Melih Cevdet Anday'ın Türk Dil Kurumu'na üyeliği konusu yönetim kurulunda görüşülürken üyelerden birinin "Melih solcu, nasıl kabul ederiz üyeliğe" demesi üzerine Kocagöz'ün fırlayıp "Ben de solcuyum" diye bağırır. Sanata bakışını şu sözünde somutlar: “Sanatçı, güncel, küçük politikanın içinde değildir. İnsanın eşitliğini, özgürlüğünü, haysiyetini kapsayan büyük politikacıdır.”

“Bir yazar, sanatçı, bir bilimci, politikadan korkar; en hafif deyişle, politikayı sevmez, ilgilenmezse, ne sanatçı, yazar, ne bilimci olabilir. Bütün nitelikleri bir yana, sanatçı ve bilimci, bir bakıma yaşadığı toplumun SÖZCÜSÜDÜR… Toplumun istediği, ama dile getirermediği düşlerini dile getirebilmek yeteneğine sahiptir sanatçılar.”  (Samim Kocagöz / Sanat ve Politika)


EDEBİYATTAN SİNEMAYA YAPITLARIYLA
YILMAZ GÜNEY KAVGAMIZDA YAŞIYOR…

9 Eylül 1984 tarihi, Türkiye’nin ender yetiştirdiği sanatçılardan birisi olan Yılmaz Güney’in aramızdan ayrıldığı tarihtir. Yaşamını devrim ve sosyalizm davasına adayan, “Halkın sanatçısı, halkın savaşçısıdır” şiarı temelinde yaptığı devrimci sanatla Türkiye halklarının gönlünde taht kuran Yılmaz Güney’in ölümünün üzerinden yirmi sekiz yıl geçti.

Öyküleriyle, romanlarıyla başlayan sanatsal gücü simeayla birlikte doruk noktada eserler üretti.. Has sinemacıydı, muhteşem bir gözlemciydi. İçerde olmasına rağmen dışarısının darbe ortamını nasıl bu kadar kusursuz betimleyebildiğine hâlâ daha şaşanlar vardır.  

Yılmaz Güney devrimci bir sanatçıydı. Onun sanatını belirleyen şey ise hayata bakışıydı. Onca baskıya ve yasaklamaya karşın yolundan dönmeden üretmeye devam edecek kadar gerçek bir sanatçı, THKP-C önderleri Mahir Çayanları evinde saklamayı göze alabilecek kadar da devrimciydi. Bunun bedelini yıllarca ödeyecek ama yaptığından pişmanlık değil, onur duyacaktı.

Hapishane yıllarında da üretmekten geri durmayacak, halkının yaşadığı acıları, yoksullukları, çelişkileri, hasretini, özlemini sinema perdesine aktaracaktı. Halkın sanatçısıydı, kaynağını halktan alıyordu. Çocukluğundan itibaren ırgatlık, çobanlık, satıcılık gibi işlerde çalışması halkı daha yakından tanımasını, yokluğu yoksulluğu kavramasını sağlar. Bunları ilerde sanatına yansıtacaktır.

1957de başlar sinema serüveni... İlk filmini çektiği 1958 yılında çok önceden Onüç isimli edebiyat dergisinde yazdığı Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Denklemi isimli yazı nedeniyle komünizm propagandası yapmak suçundan hapse mahkum edilir. Tutuklanıp hapishaneye konulur. Hapishanede de üretmeye devam eder ve daha sonradan Orhan Kemal Roman Ödülünü kazanacak olan Boynu Bükük Öldüler isimli romanını yazar. Hapishane ve sürgün yıllarının ardından yine art arda filmler çekecektir.

Bu dönemde çektiği filmler vurdulu kırdılı diye adlandırılan kabadayı, mert, delikanlı, haksızlıklara karşı çıkan, adaleti savunan tiplemelerinin olduğu filmlerdir. Daha sonraları Kızılırmak Karakoyun ve Hudutların Kanunu gibi filmler çekecek, ödüller alacaktır.

70’li yıllar ülkemizin toplumsal çalkantılardan geçtiği, bilinçlendiği toplumsal bir başkaldırının temellerinin atıldığı yıllardır. Yılmaz Güneyde bu dönemden etkilenir ve bu değişimi sanatına yansıtır. Ve Türk sinemasına başyapıt niteliğinde eserler de armağan eder. Umut, Ağıt, Acı, Baba, Umutsuzlar bu dönemde çektiği filmlerdir. Umut Türkiye’de yasaklandığı gibi, yurtdışına çıkması da yasaklanır. Fakat daha sonra Yılmaz Güney “Umut”u yurtdışına çıkartmayı başaracak ve Umut Fransa Gronoble Film Şenliği’nde Jüri Özel Ödülünü kazanacaktı.

Ülkede 12 Mart Cuntası hüküm sürmektedir. 12 Martın baskıcı yasakçı faşizan kanunları... 1972 yılında Mahir Çayan, Hüseyin Cevahir ve Oktay Etiman’a yardım yataklık etmek suçundan tutuklanır. Mahkemede yaptığını gururla anlatır ve insanlık dışı düzene karşı olan, yürekleri halkı için çarpan herkese yardım etmeye devam edeceğini söyler. Sosyalisttir, düşüncelerini, ideolojisini her zaman savunur. Kendisini şöyle tanımlar:

“Göğsümü gere gere ben sosyalistim demiyorum. Küçük ve acemi bir çırağım şimdilik. Safım açık ve bellidir. Emekçi ve yoksul halkımın safında, bilimsel sosyalizme inanan, sosyalizmin acemi sanatçısıyım. Bütün olanaklarımla kurtuluş mücadelesinin içinde olmaya çalışacağım. Bu yüzden başıma gelebilecek belaları şimdiden göğüslemeye hazırım. Halk yolunda halk için ölüm, şerefli bir ölümdür.”

Kendi kendini eleştirebilen, eksik yanlarını aşma çabası içinde olan ve aşan bir kişiliktir. Kendinde zaaf olarak gördüğü her şeyle mücadele etmiş ve aşmasını başarmıştır. Bu mücadelesini şöyle açıklar:

“Dışa karşı mücadelenin temel koşullarından biri iç birlik ve sağlamlıktır, içten çürük, tutarsız olan hiç bir şey dışa karşı başarılı olamaz.”

Yılmaz Güney değişime inanan ve dünyayı değiştirme iddiasına sahip bir düşüncenin ve kavganın neferiydi. Çünkü ona göre Devrimci sanatçı, devrimci tabiatı gereği militandır, yenileştirici ve değiştiricidir. Toplumsal kurtuluş mücadelesinden ayrı düşünülemez. Devrimci mücadele ile organik bir bağı olmalıdır. Bu nedenle, devrimci bir sanatçı, o ülkenin devrimci mücadelesinin hedefleri ve görevleri doğrultusunda görevlerle yüklüdür. O her şeyden önce bir devrimcidir, militandır, sanatı devrimin bir aracıdır, bir silahıdır.

1980 faşist cuntası geldiğinde bütün kitapları ve filmleri yasaklanacak, 130 filminden 104ü yakılacaktı. Filmleri ve eserleri cuntayı korkutmayı başarır. Ondan böylesine korkanlar bir efsaneyi yok etmeyi amaçlarlar. Hakkında pek çok dava açılacak ve Yılmaz Güney hapishaneden kaçıp, yoluna devam etmek üzere yurtdışına çıkacaktı. Bu durumunu şöyle özetleyecekti:

“Böyle bir dönemde Türkiye’de yapabileceğim hiç bir şey kalmadı. Türkiye için bir şeyler yapabilmek, ezilen halk ve ulusların mücadelesine aktif olarak katılabilmek, faşizme karşı mücadele edebilmek için Türkiye’den geçici olarak ayrılıyorum.”

Yurtdışında da halkların kurtuluş mücadelesinden geri durmaz Yılmaz Güney. Yurtdışında bulunduğu süre içinde Duvar filmini çekecek ülkemiz hapishanelerinin gerçekliğini gözler önüne serecekti. Yurtdışına çıkmadan önce yaptığı bir film olan Yol ise Cannes Film Festivalinde Altın Palmiye ödülünü kazanacaktı.

47 yıllık ömrünün 13 yılını cezaevinde 3 yılını ise yurtdışında geçirecek ömrünün son anına kadar halkların kurtuluş düşünü yüreğinde yaşatacaktı: “Hayatın her alanında iyi savaşçılar, başarılı savaşçılar olmak ve yetiştirmek zorundayız. Biz sazımızı çok iyi, çok iyi çalmalıyız. Biz, iyi, çok iyi türküler söylemeliyiz.”

Unutmayacağız, unutturmayacağız!

“Devrimin önündeki sosyal güçler, kendi sınıf çıkarlarına uygun sanat hareketleri de yaratırlar. Siyasi ve askerî mücadelelerini sanatsal çalışmalarla güçlendirmek isterler. Biz proletaryanın sanatına, halkın demokratik devrimci sanatına sahip çıkar ve onu geliştirmeye çalışırken, gerici sınıfların sanatına karşı nasıl bir mücadele yöntemi izleyeceğimizi de bilmeliyiz. Halkın sanat alanındaki savaşçısı olmak istiyorsak, burjuvaziyle, revizyonizmle, oportünizmle aramıza berrak sınırlar çizmeye çalışmalı ve devrimin zor yolunun gerektirdiği sabrı, fedakârlığı ve kararlılığı göstermeliyiz.”YILMAZ GÜNEY


HO CHİ MİNH YOLDAŞA BİN SELAM!

ABD’ye ilk tokatı indiren, Vietnam devriminin büyük ustası Ho Chi Minh’i ölümünün 40. yıldönümünde saygıyla selâmlıyoruz.

Halkının deyişiyle, Ho Amca, Yeni sosyalist kuşağımızın bütün o bitmez, tükenmez tartışmalardan kurtulması için gerekli en yanılmaz sosyalist mihenk taşını bizlere gösterdi:
1 - Teoride: Kendi tarihinin ve toprağının çözümlemesini iyi yapmak;

2 - Pratikte: Kişi ya da kişileri sivriltmeyen elbirlikçi davranış yapmak.
Günümüzde öne çıkan liderlik kompleksleri ve onun getirdiği parçalanmaya karşı tek ilaç Ho Amca’yı iyi tanımakta yatmaktadır.

Ho Amca', önsüz ve sonsuz bir sosyalizm çabası içinde, en gerçek emeğin adsız ruhu olarak yaşadı ve göçtü. Bütün ömrünce "kişi" olarak "sivri"liği ile hiç kimseye batmadı. En rezil düşmanı Amerikan emperyalizmine bile, en yalınkat hakkın kılıcı gibi batarken: "Tek kişi" olarak değil, bütün bir Vietnam halkı olarak savaştı. Ulaş Başar Gezgin’in “Bir Tablet Üstüne şiirinde belirttiği gibi:

“Kuşandığında silahını Ho Şi Minh,

Yalnız değildi...
Halkı, eritip bir kapta onu,
Tanklar yaptılar, bombalar, uçaklar...
Öyle uçucu, öyle uyumlu...”


32. YILINDA 12 EYLÜL’LE
HESAPLAŞMAMIZ SÜRÜYOR!..


12 Eylül faşist darbesinin üzerinde 31 yıl geçti. Ama bu dönemin suçluları hâlâ ellerini kollarını sallayarak ortalıkta dolaşmakta ve büyük itibar görmektedirler. 12 Eylül’ün karşısında olduğunu iddia edenler de 12 Eylül türevi uygulamalara devam etmektedirler. Hatta bu yüzsüzler, 12 Eylül faşizminin katlettiklerini ambalajlarında kullanma yüzsüzlüğünden de geri durmamaktadırlar. Günümüzde de karakollarda infazlar, kaybolmalar sürerken, yazarlar, gazeteciler tutuklanırken, kim inanır düzenin egemenlerinin 12 Eylül karşıtlığına.

12 Eylül darbecileri ve onların sürekleri sanık sandalyesine çıkartılmalıdır. Ama bu kendiliğinden olmaz. Bunu sağlayacak olan proletarya ve emekçilerin mücadelesinin dayatmasıdır. Yakın dönemin Yunanistan, Arjantin, Şili, Peru vb. deneyleri de bunu gösteriyor. Oralarda halkların mücadelesinin dayatması sonucunda cuntacılar ve suç ortakları sanık sandalyesine oturtuldu ve oturtuluyorlar. Türkiye’de de en başta yapılması gereken şeylerden biriside cuntacıların halka karşı yapmış olduklarından dolayı sanık sandalyesine oturtularak yargılanmalarının sağlanmasıdır.

32. yıl dönümünde 12 Eylül faşist darbesini protesto ederken ve yaptıklarının hesabının mutlaka sorulması gerektiği bilinciyle demokrasi ve özgürlükler kavgasını örerek, bu mücadele de yaşamını yitiren devrimcileri anıyor, devrimci onurlarını 12 Eylülcülere çiğnetmeyerek direnen devrimci ve komünistlerin kavgasını kavgamızda yaşıyoruz, yaşatıyoruz, yaşatacağız.

12 Eylül faşist darbesini unutmadık, unutturmayacağız!



NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati

YAVUZ AKÖZEL- Ördekli Park—IV



ÖRDEKLİ PARK—IV


—Alo!.. dedi telefonda… Tam 3000 km uzaktan gelen bir ses.
—Alooo!..
—Sen misin bitanem? Sesini duyduğuma gerçekten çok sevindim. Seni bayağı özlemişim! İçimi ferahlatan sesini özlemişim, o aydınlıkları çağrımlaştıran gülüşünü, soluğunu, ellerimi tutuşunu, gözlerimin içine eflatuni bakışını özlemişim!

—Çok sıcak! Urla’dan, Seferihisar’a gittim bu sabah sevdiceğim. Hep yalnızım evde... Sen de yoksun! Şöyle Seferihisar’ı gezdim, meyva-sebze aldım. Fakirin, garibanın vay haline! Hiç de sanıldığı gibi ucuz falan değil yani. Bir şey alırken çok dikkat etmek gerekiyor. Hem ucuz, hem de taze vb. olmalı değil mi? Bizim taydaşlarımız sayılacak 50-60 yaşlarındaki bayanlarla pazarı şöyle bir kolaçan edip, hem fiyatları tespit ettik, hem de ayaküstü sohbet etmiş olduk. Fiyatları oldukça pahalı bulduğumuz için akşama kadar pazarın sonunu beklemeye karar verdik. Akşam olunca ve el ayak çekilmeye başladığında mallar neredeyse yarı fiyatına düşermiş. Almanya’dan emekli olmama karşın aldığım gülünç emekli maaşıyla zar zor idare edebiliyorum. Hayat öylesine pahalı ve çekilmez. Burada tanıştığım bayanların çok azı emekli, çoğunluğu da beylerinin eline bakan ev kadınları. Emeklisi de, beylerinin eline bakan ev kadınları da isyanları oynuyorlar ve bu pazarların en son demini bekleyerek mutfaklarında mucizeler yaratıyorlar. Bir bakıma her şeyi yoktan var ediyorlar.
Peki mektubum eline geçti mi?
—Evet, dün aldım... Uzun yazmışsın. İzin verirsen yazdığım öyküye, mektubundan önemli bulduğum bir kaç bölüm katmak istiyorum!
—O da söz mü sevdiceğim? İstersen tümünü kat. Okusunlar!.. Almanya’nın da, ileri kapitalist ülkelere kapağı atmanın da bir kurtuluş olamayacağını, sömürünün tüm kapitalizmde şöyle veya böyle aynı özelliklerde devam edip, gittiğini ve aslında bu özelliğin temelinin de barbarlık olduğunu benim kalemimden, dilimden, yüreğimden, deneyimlerimden okusun, dinlesinler.
—Şimdilik hoşça kal bitanem! Ben öyküme geri dönüp, ilk iş olarak da senin mektubundan alıntılarla işe başlayacağım, seni özlemle öpüyorum!
—Hoşça kal aşkım! Ben de seni özlemle öpüyor, öpüyorum!

“Sevgilim
Sensiz günler geçmiyor. Ne diye yalnız Türkiye’ye gittim ki? Ama Almanya hiç bir zaman için ülkem olmadı. Orada çocuklarımı büyüttüğüm halde, ömrümün en verimli dönemlerini, önemle gençliğimi orada eskitmiş olmama karşın ülkem olmadı, daha doğrusu olamadı. Kendisini bir tek bana değil yabancıların ezici çoğunluğuna ‘vatan’ olarak kabul ettiremedi. Çünkü onlar bizi hiçbir zaman için kendileriyle eşit seviyede görmediler. Evlerinde çalışan bir uşak, bir temizlik işçisi, bir gündelikçi gözüyle baktılar bize! Yukardan baktılar, emirler verdiler. Hatta daha da ileriye gidip, bizleri bir ‘köleymişiz’ gibi algıladılar. Bunun içindir ki, kölelerin sahip olabilecekleri haklar kadar ‘hak’ tanıdılar bize. Hâlâ da bir köle statüsündeyiz orada değil mi?  İşte Türkiye’de ‘kölelik’ zincirlerinden sıyrılıyorum, özgürlüğü duyumsuyorum. Caddelerde gezerken köle olmadığımı düşünüp mutlu oluyorum. İçimdeki bir ses bunun da bir aldatmaca olduğunu bana fısıldıyor. Köleliğin ve özgürlüğün değişik boyutlarını bana kavratmak istiyor.

Çöp atıkları toplayan bir kadın, ardında adeta sürünürcesine yürüyen 6-7 yaşlarındaki başak renkli, hiç tarak ve su yüzü görmemiş saçları olan kızına, “hadisene, sen de elini atsana a kızım çöpe!” diye yine de sevecenliğini yitirmeden alçak sesle sitem ediyor... Kız umursamasız öylece sağa sola, akıp giden insan ve araba seline yeşil, iri gözleriyle bakıyor. Dallı çiçekli, kırmızıları solmuş eteği her araba geçişte dalgalanıyor.

Az ileride, yaya kaldırımına tezgâh kurmuş bir seyyar satıcı belediye zabıtalarının hışmına uğruyor. Zabıtalar bir tekme ile işportacının iğreti arabasını deviriyorlar, limonlar, elmalar, çilekler yollara saçılıyor, paldır küldür yuvarlanıp gidiyorlar. 3-5 insan, arabanın başına toplanıp, zabıtalarla tartışıyor...  Diğer insanlar duyarsız, yerlerde yuvarlanan limon, elma ve çilekleri kimi tekmeleyerek, kimi ayakkabıları kirlenmesin diye basmamaya özen göstererek hiç bir şey olmamış gibi yollarına devam ediyorlar.

Başındaki kasketinden kırlaşmış saçları dışarı fışkırmış pejmürde giysili, zayıflıktan güneşte iyice bronzlaşmış suratının iskeleti dışarıya uğramış seyyar satıcı, zabıtalara “abi, bari arabamı götürmeyin” diye ağlamaklı bir sesle yalvarıyor.

Yıllarca Almanya yabanında çalıştım. İlk işe 1970 yılında Telefunken Televizyon Fabrikasında başladım ve firma kapanıncaya kadar, tam 18 yıl, televizyon bantlarında en düşük ücretlerle sömürüldüm.

18 yılın ardından sözleşmeli işçi olarak girdiğim Bosch’ta yine gülünç bir aylıkla biz kadınları tam anlamıyla kullandılar. Sömürü her geçen gün daha da katmerleşip acımasızlaşarak sürüp gitti, gidiyor.

Evet. ”Bandlar’da çalıştık”dediğim zaman, söylemesi ve algılaması nasıl da kolay geliyor değil mi? Tuvalete gitmek dahi sorun oluyordu... Olduğun yerde kıvranır durursun. Springer(1) gelinceye kadar ter dökersin, küfür edersin; bandına da, springer’ine de, kahrolası bu rezil göçmen yaşamına da, evlilik ilişkine de... Ama tüm tesellin işte bu içinden salladığın küfür ve sitemler olur. Ya aldığımız ücret? Ben en çok da işte bu haksızlığa isyan ediyorum: Biz kadınlara, erkeklere verilen saat ücretinin neredeyse yarısı reva görülüyor. Oysa elektronik endüstrisinde kadınların verimliliği erkeklerinkinden kat kat üstün olmasına ve bu gerçeklik istatistiksel verilerle ispat edilmiş olmasına karşın, bu böyle! Ataerkil düzenin kurnaz taktiklerinden birisi olsa gerek! Eh... Az ücret alınca da dolayısıyla emekli olma günü gelip çattığında bağlanan emekli maaşı da ona göre az oluyor. Yani erkeğe muhtaç, erkeğe mecbursun! Tek başına ayaklarının üzerinde dikilip durabilmen biraz zor!

Sevdiceğim üzerine alınma! Ben geçmişimi, ilk evliliğimde yaşadıklarımı göz önüne getirerek konuşuyor, yazıyorum. Evet... 16 yaşındaydım kocaya kaçtığımda. Sefaletten, öksüz çocuğu olduğum için de sahipsizlikten kaçmıştım... Yani bir sefaletten kaçıp daha katmerli bir sefaletin ve acımasızlığın karanlığına, cehennemine... Kütahya/Tavşanlı’da kocam kömür ocaklarında çalışan bir işçiydi. Evimiz ise gerçekten duvarları delik, çaputlarla tıkadığım, tahtalarla desteklediğim ama ne yaparsan yap kışın ayazını, rüzgârın uğultulu soğuğunu önleyemediğim bir gecekondu bozuntusuydu. Oğlum Ahmet, kızım Nedret işte bu gecekonduda dünyaya geldiler. Gençliğimin verdiği olağanüstü bir tez canlılık ve geleceğe ilişkin kurguladığım o güzel düşler her şeyi sineye çekmeme yetiyordu. Kocam çok zaman sarhoş gelirdi, her sarhoş geldiğinde de mutlaka onun her türlü şiddetine ve pis istemlerine maruz kalırdım. Çocuklarımla beraber bu tempoyla yaşama tutunmaya çalıştık. 1970’de Almanya’ya gittik. Kocam Almanya’da daha da beter oldu. İçkinin yanı sıra uyuşturucu da almaya başladı. Girdiği hiçbir işte dikiş tutturamadı ve çocuklarımla beraber onu bırakıp kaçana kadar da benim çalıştığım para ile içki içip, uyuşturucu kullandı. Biz ise doğrusu yarı açtık. Bazen ekmek paramız bile olmuyordu...

Ah sevgilim... Bunları neden yazıyorum ki? Aslında bildiğin şeyler... Geceler boyu dışarıda kar lapa lapa yağıyorken ve çocuklarımız artık düzene girmiş bir yaşamın güvençli rahatlığı ile mışıl mışıl uyuyorlarken, hem sobanın üzerinde fokur fokur kaynayan çaydan içer, hem de geçmişin bu mutsuz sayfalarını karıştırırdık.”

(Mektup, gerçekten oldukça uzun yazılmış ve yaşamın her alanından anekdotlar var.)

Mektup şöyle bitiyor:
“Seni özlemle öpüyor, öpüyorum. Hoşça kal sevgilim.
Nermin.”

Gökyüzü masmaviydi, bir tek bulut yoktu. Güneş sessiz parkın üzerinde sıcacık sevecenliğiyle gülümserken ben de çınar ağacının duldasında bu durgun sessizliği dinliyordum. 70’ini çoktan aşmış ak saçlı bir Alman karı-koca, biri kız, diğeri oğlan olan 4-5 yaşlarındaki —torunları olsa gerek—  çocukları yanlarına almış gezinti yapıyorlar. Çocuklar cıvıl cıvıl... Koşarak bir solukta ördeklerin yanına kadar gelip onları dikkatle incelemeye, onlarla bir şeyler konuşmaya başladılar. Ördekler kaçmıyor. Aval aval çocuklara bakıyorlar. Belli ki çocukların onlara ekmek atacaklarını sanıyorlar.

Şu emekli meselesine de kafam iyice takıldı. Emekli olduğumu Nermin’e özellikle söylemedim... Bana bağlanan maaşı duyunca üzülür. Hele biraz bekleyeyim... Yan yana geldiğimizde, ellerini ellerimin içine aldığımda, bakışlarımla güzel gözlerinin sonsuzluğuna yelken açtığımda, usulca söylerim.

Yıllarca çalışmışlığımın ve yaşlanmışlığımın karşılığı olarak ölmeyecek kadar bir can suyu veriyorlar. Kaç yıl daha yaşama şansımız var ki? Bizden yıllarca aldıklarının yarısını dahi geri vermiyorlar. Arkadaşlarla sohbet ediyoruz da “halimize şükredelim” der gibi bir davranış içerisine giriyorlar. Geri kalmış ülkeleri, Başta da Türkiye, Afrika ve uzak Asya’yı gösteriyorlar. “Biz ise, elhamdülillah tokuz” diyorlar.

Konuşmamızın tam ortasında Werner geldi. Onun gelişi ile de sinirlerimi giderek gerginleştiren konuşma bitmiş oldu böylece. Fakat elbette ki, bu “elhamdülillah”lı konuşmaya ben henüz noktayı koymadım. Açılmış bir parantezi kapatmak için şöyle veya böyle bir yargıya varmak gerekiyor. Bu yargıya ise henüz varılmış değil. İçimde bir hiddetin, kelimelerle anlatılması olanaksız bir haykırış ve acının ayaklandığını duyumsuyorum.

—Arkadaşlar gittiler??..
—Evet gittiler! Werner, onlar bir türlü dışa açılamadılar, başaramadılar bunu. Çünkü gece gündüz çalışarak para biriktirip bir an önce memleketlerine dönmek için savaşım verdiler.
—Peki, niye dönmediler be Memetçik? Bak buna üzüldüm işte...
—Önce çocukları okul çağına gelince Alman okullarına gittiler. Haydi, okul bitsinde öyle geri döneriz düşüncesi içerisindeydiler... Okul bitti ve onlar hâlâ buradaydılar... Çünkü çocukları Türkçe’yi iyi konuşamıyor, yazamıyorlardı. Yani anlayacağın entegre olmuşlardı. Bu kez Türkiye’den gelin getirip çocuklarını Almanya’da baş-göz ettiler. Torun-torba sahibi oldular... Oturdukları kiralık evler küçük gelmeye başladı. Bu kez banka kredileriyle uzun vadede ödenmek kaydıyla ve çoğu kez de çok ağır koşullarda ev satın aldılar. Durumu iyi olanlar Senenin belirli bölümünü Türkiye’de belirli bölümünü de Almanya’da geçirmeye başladı. Bu durum böyle sürüp gidiyor işte... Parasızlıktan memleketlerini, ana ve babalarını görmeyen, göremeyen binlerce insan var. Genellikle kocalarından ayrılmış çocuk sahibi binlerce dul bayan... Hatta bunlar televizyon programlarına konu oluyor, reyting adına bu memleket ve anne-baba özlemiyle yanıp tutuşan insanlarımız kullanılıyorlar.

—Ahh Memed! Bir dram bu! Gözlerimizle görüp de yaşadığımız ve sadece “işte bu kadar” sandığımız yaşamın kendini gizleyen yüzü bu. Herkes yaşamı yaşadığı gibi sanır. Aslında yaşam sadece benim ve senin yaşadığınla sınırlı değil. Yaşamı algılayabilmek için yaşamın derinliklerinde bir yunus balığı olmak gerekir. Bugün burada yarın orada... Her yerde anlayacağın...

—Evet... Çok sevdikleri ve her yorganı başlarına çektiklerinde hayalini kurdukları köylerine, kasabalarına, o sonsuz bucaksız bozkırlarına, ovalarına dönemediler... Ama entegre de olamadılar, çünkü dönüş bavulları hep en dip odacıklarda, karyola diplerinde, dolap üstlerinde hazır bekliyordu. İçlerine kapanık yaşadılar ve bunun için de Almancaları iyi değil... Dolayısıyla Almanların yanında sıkılıyorlar... Anlaşma zorluğu çekiyorlar... Tıpkı senin de onları zar zor anlayabildiğin gibi. Bu zor bir şey... Sizin Alman devletiniz bizi sadece kullandı. Hep bizden aldı bize bir şey vermedi. Bak bir beispiel(örnek) olarak karşındayım işte! Saçlarım ağarmış, dişlerim dökülmüş, tenim kırışmış, yüksek tansiyon gelip bedenime oturmuş. Yani bedenen bitirmiş beni sizin devletiniz! Ayrıca ruhen de çöküntüye uğrattı bizi. İki ülke arasında göçmen, misafir işçi, yabancı işçi durumunda med ve cezirleri oynayıp durduk. Ya çocuklarımız? Bu ileri tüketim toplumunun tüm vurdumduymazlıklarını benliklerine içerdiler. Ezici çoğunluğu bu pis kültürün birer parçası durumuna geldi. Burada önemli olan bir şey var Werner, şöyle anlatayım: Sen dünyayı, önemle Uzakdoğu’yu gezdin. Onların geri kalmışlıklarına, tüyler ürpertici derecedeki fakirliklerine tanık oldun. İnsanlar düşünce olarak belki de ortaçağı hâlâ yaşıyorlardı. Kültürleri öylesine geriydi ki, yani feodal kültürdü değil mi?

—Evet Memet, 200 yıl geriye git... Böyle bir yaşam düzeyi ve kültürü!.. Ama bu geri yaşam düzeyinde, bu geri kültürde şimdi Almanya’da bulamayacağımız çok çok güzel, insanı olumlu etkileyen şeyler, öğeler de var.
—Tam da bunu anlatmak istiyorum işte sayın arkadaşım Werner!
—Bu feodal kültürün içerisinde özlediğimiz güzel şeyleri mi? 
—Evet... Bizim özlediklerimiz... Çünkü bu kültürdeki birtakım güzel öğelere biz de tanık olmuştuk, yaşamıştık. Yardımlaşma, komşuluk, akrabalık, dostluk, misafirperverlik, acıyı ve sevinci, varlığı ve yokluğu bölüşme, saygı vb. Ama yeni jenerasyon kültürün bu öğelerini tanıyıp yaşamadıkları için özlemeyecekler de.
—Evet... Bu kültüre ilişkin anlatayım…

Werner'le konuşmalarımız sürüp giderken içimde yeniden güzel umut pınarları oluşup şırıl şırıl akmaya başladı. İçimi kaplayan yalnızlık duyguları, yüreğimi hançerleyen acılar giderek bir sevinç ve coşkuya dönüştü. Hiç bir şey söylemeden konuşmasını tatlı gülücüklerle sürdüren Werner'i yanağından öpüverdim.
—Ahhh Memet, diye şımardı ve o an gözbebeklerinin derinliğinde hem minnet hem de bir acının karmaşık yakamozları oynaşıyordu. Sevgiye, sevecenliğe biz yaşlıların gereksinimi yok mu? Nerde bizi bir öpücükle onurlandıracak yeni jenerasyon? Nerde bize bir dakikalık şımarma hakkı verecek sevecenli yürekler?

Park giderek kalabalıklaştı. Ördekler ise ziyaretçileri tarafından sunulan bir ekmek ziyafetinin şölenini yaşıyorlar. Ta gölün öbür başından şölene katılmak için avazının çıktığı kadar vakvaklayarak yıldırım hızıyla gelen yeni ördekler itişe kakışa kendilerine kalabalıkta yer açmaya çalışıyor. Bundan en çok çocuklar haz alıyor... Ördeklerin etrafını çevirmiş, dikkatle ve hayranlık duyarak bu renkli sahneyi izliyorlar.

Werner, yarıda kesilmiş konuşmasına devamla:
—Nerede kalmıştık? Haa! Evet... Bu kültüre ilişkin...
—Daha doğrusu çocukluğumuzda, gençliğimizde yaşadığımız eski kültürün bazı öğeleri üzerine...
—Avustralya’da da insanlar bir hengâmenin içerisinde ve tıpkı burası gibi tüm insancıl ilişkilerden soyutlanmışlar. Herkesin derdi başı, paçayı tek başına kurtarmak... Yani çekinmeksizin senin cesedinin üzerine basarak yükselmek, köşe olmak olanaklıysa çekinmeden yaparlar bunu. İnsan gerçekten bu olguları görüp, yaşayınca sistemden, kapitalizmden nefret ediyor ve derin derin düşüncelere dalıyor. Avustralya’dan Almanya’ya dönerken Uzak Asya’nın çeşitli ülkelerine uğradım ve oralarda kaldım. Kimi zaman yayan, kimi zaman otobüs ve trenle, kimi zaman da otostop yaparak… Avustralya'dan sonra ilk uğradım yer Singapur oldu. Oradan da Malezya ve Tayland’a geçtim. İnsanların fakir yaşantılarının içerisinde ufacık şeylerle nasıl da mutlu olduklarına tanık oldum. Sonra asıl ulaşmak istediğim ülke Hindistan’a vardım ve Kalküta'dan başlayıp Everest tepesinin eteklerine, Nepal’a kadar otostopla ve orada burada geceleyerek tam dokuz ay geçirdim. Hindistan halkı gerçekten çok fakir. Hani neredeyse Diyojen gibi bir tas ve bir fıçı ile yaşıyorlar... Ama karamsar değiller. Bugünü yaşıyor, yarını ise hiç dert edinmiyorlar. Ellerindeki bir parça kuru ekmeği, bir parça azığı seninle paylaşmaya zevkle hazırlar. Kapıları ve pencereleri hep açık. Bizim buralardaki gibi sıkı sıkı kapalı değil. Onlarla çok iyi ilişkiler kurdum. Kuru ekmeklerini ve azıklarını bölüştüm. Hasırlardan oluşan kuru yataklarında uyudum ve bundan büyük bir haz aldım. Çok zamanlar dışarıda gökyüzünde göz kırpışan yıldızların görkemi ile kendimden geçerek uyudum.

—Anlaşılan o basit yaşamın özlemini duyuyorsun!
—Evet, o basitliği, ilkelliği neden yalan söyleyeyim? Arıyorum. Belki de aradığım, o basitlik ve ilkelliğin insanlara taşıdığı samimiyet, açıklık, paylaşma ve kaybedecek hiç bir şeylerinin olmamasıdır. Kaybedecek hiç bir şeyleri olmamak... Ama biz burada hiç bir şeyimiz olmasa bile yine de kaybedecek çok şeylerimizin olduğu düşüncesindeyiz ve bu bizi bencilleştiriyor.

Akşam hüzünle parka iniyordu. Giderek el ayak çekildi ve park iyice sessizleşti. Karınları tıka basa doymuş olan ördekler zevkle gölde yüzüyorlar, karatavuklar yine arada sinyalleşiyorlardı. Werner’in gözlerine baktım ve orada yalnızlığın taşıdığı bir hüzün çakılıp kalmıştı.

İşte burada akşam olunca panjurlarını sıkı sıkıya kapatan ve bir gömütün ürpertici sessizliğini yankılandıran bir halk yaşıyordu. Yalnız kalmış, kendilerini yalnızlığa tutsak etmiş bir halk! Bu yalnız kalmışlığın belasından kurtulmak ve pencerelerdeki panjurların sıkı sıkıya kapanmadığı günün 24 saatinde günü ve geceyi doya doya özgürce tinlerimize damıtabildiğimiz bir yaşam gerekli olan.

Ama nasıl?


YAVUZ AKÖZEL




Kalküta/Hindistan’da bir Budist Mabet. Dilencilerle beraber akşam yemeği yiyoruz. Akşam yemeği: Pide ekmeği(Fladenbrot),unla yapılmış çorbamsı sos ve su.(Sosun tadı güzeldi - Werner)

(1)Springer(Almanca): Götürü işlerinde(akkord arbeit), genellikle fabrikalardaki seri işlerde ve yürüyen bandlarda iş aksamasın diye kısa süreyle iş yerini terk eden işçinin yerine bakan kimse.

ADNAN DURMAZ:Tapınağı Taşıyan İki Sütun Gibi




TAPINAĞI TAŞIYAN İKİ SÜTUN GİBİ






“tapınağı taşıyan iki sütun gibi”
Halil Cibran 

SEN DİYORSUN Kİ BANA: 

dostluk-arkadaşlık-aşk...
sadece yaldızlı sözcüklerle tanımlanan
içleri boşaltılmış,hos birer kavram
sokaklar dolusu sevgili...
dokunuşlardaki heyecan
yüzlerde bakışlar iğreti
bakışlarda gülüşler sahte
bu gün biri - yarın diğeri
sarhoş masalarında bar devrimleri
sahte yataklarda-yalan öpüşler
sürekli başka evler-başka insanlar-başka yollar..
her gün geçtiğin sokağa ansızın bakıp
soruvermek-bura nere..
ve yanındaki sevgiliye-deyivermek –sen kimsin
aynalarda kırık düşler eskirken
bu nasıl gerçek bilmece
bütün yeminler yalan
şairler soytarı
şiirler kandırmaca
an olur görürsün
ki her gün öpüştüğün
eski bir yalnızlığın vampir dudakları.. 

belki de kör –sağır-dilsiz yüreklerde
bütün denizlerden uzak
çöllere sürgün düşmüş
kırık bir kayıktır hüzün.. 
gök mü yok
yoksa yer mi
yağmur bile gerçek değil şimdi.. 

bunları diyorsun
düşlerde açan
bir gece çiçeği kanarken 

ben şunları anlıyorum söylediklerinden
diyorsun ki aslında: 

Aslında sesindi aradığım
DİYORSUN,sözcüklerin arasında..
Kokundu..hüznündü..
Gördüğüm her güzellikte..yüzümde beliriveren
Gülüştün sen..
Karlı rıhtımlardan geçtim..sisli akşam üstlerinde..orada..o an(ve ondan sonra sürekli)
Hep o rıhtımda buluşmak istediğimdin
Lacivert akşamlarına,bakır çalığı gün inen uzak sahil kentlerinde,
gökyüzünden yıldızlar yağarken suya
kumsalda yanyana
sonsuzluğa yürümek istediğim düştün sen..
birlikte..yan yana
ve aynı şiiri yaşayarak
susuşun bile coşkulu bir buluşma olduğu sonsuzluğa...
dilsiz söyleyip
dudaksız öpüştüğüm..
tüm aşık olmayı denediklerimde aradığım
yanılgılar yaşayıp..aslında yokluğundan kahrolduğumdun..
ve içimdeki yerin..sürekli boğulduğum..sonsuz girdap.. 

insanım..
ancak sana sınırsız olurdu özverim..
değilse aşk diye yaşanan sahtekarlıklarda..
ben de benciller benciliyim
ancak seninle söz konusu bile edemezdim
kadın erkek eşitliği tartışmalarında falan
sen ve ben’i 

yüreğinde yanar
gözlerinde çiçek açardım
ancak aşkınla özgürleşirdim
sınırsız severek seni.. 

insanımsın
tüm sahtekarlıkların ötesinde bir yerlerde yaşayan..
belki de yaşam
bir seni arama serüveniydi
ondandır
el ele olmanın
hatta seni görmenin bile bir önemi kalmıyor
var olduğunu öğrendikten sonra..
“tapınağı taşıyan iki sütun gibi” 


GÖK ÇATLADI
SAĞNAK İNİYOR
GÖK YERİNDE
YER YERİNDE..
. 


ADNAN DURMAZ
 

AZİZ KEMAL HIZIROĞLU: Özgeçmiş—İRFAN SARİ: Emanetin Mavi




ÖZGEÇMİŞ

FOTOĞRAF: ADNAN DURMAZ



               -ülkemdeki çoğu evin kapısında asılıdır-

yürüyen evlat
ağıt anne yorgun baba
uzun yolculuk

yalnız evlat
boş istasyon
inmez binmez aşk

üreten evlat
giyilen tulum
yerleşik gurbet

yaralı evlat
camı buğulu hastane
kayıtsız polis

mahkum evlat
yirmilerde gerçek
altmışlarda düş

tahliye evlat
boşalan tulum
kirlenen gurbet

pusuda kalmış evlat
öksüz anne
yetim baba



AZİZ KEMAL HIZIROĞLU





EMANETİN MAVİ



RESİM: ADNAN DURMAZ


ve gür aleviyle
mor geceye türkü taşırım ben…

suyun ateşe dokunması gibi
bir kızgın bağırtıdır uykularımın menekşesine
aynı akarsuyla saçlarına salınmak
ve anı rüzgara taramak
gönlümün ay ışığını

sırtıma bir diş bahar sonrası yaz
bir gecenin içinde gece
onun içinde

kaçar rüyalarıma verdiğim uykular
terimde bıçağını bileyen
yıldız suratıma bir gamze sıcaklığı taşır
anne, bir kez daha doğur beni anne
ilki benim vicdani reddimdir

gökyüzünün mavisini dik dizimin yırtığına
harladığın fırtınadır biraz bulut tut üstüne
bir uçurtmaya tutuştur ellerimi
dudaklarını sevgilim
Mezopotamya topraklarının kavgasına dokundur
çünkü saçlarını çaldım tel tel
topacım öyle döner toprağın ayasında

yarın doğacak güneş kadar emin olduğum
korkak
hazin
muzdarip
bir yaşam askılarını takmış omuzlarından
ağlasa iki eli ıslak
kucağından düşürmediği uzun sakallarına takılı
bir parça fail
ölüm el arabalarına konulmuş taşınır

düşlerime baskın var
ama mor geceye türkü taşırım
dolanarak beline
kolların kelebek
uyurum bir daha uyanmak için yarın
emanetin var bende
öptüğün yer
mavi.


İRFAN SARİ


OSMAN NAMDAR: Sesler ve Kokulardan Yaratılan Dil: Abdülkadir Bulut Şiiri




SESLER VE KOKULARDAN YARATILAN DİL:
ABDÜLKADİR BULUT ŞİİRİ [*]



Abdülkadir Bulut şiiri, bir Yörük kızının çeyiz sandığında dürülü, çiçek oyalı, işlemeli, terli bir yağlıktır. Yağlık olmasına yağlıktır ama oyaları çok farklıdır diğer yalpıklardan. Suyu farklı, kökboyalı, yerel… Herkesin yaptığı desenden, işlemeden küçük bir renk tonu ile ayrılır.  Renkler hazırlanırken insan teri katılmıştır içine. Bir de arkadaşların kanının rengi, kuşların sesi, tarlaya arktan akan suyu emen toprağın çıkardığı ses, kayadan damlayarak bir kaba dolan damlaların sesi… Ölen kızına yakım yakan ananın çığlık çığlığa ses… Kekiklerin, pürenlerin, sümbüllerin, nergislerin kokuları… kavlı çakmakla yakılmış kaçak tütün kokusundan biraz…  Bu kokuların hepsinin bir araya geldiği arkadaş kokusu…  Neler yoktur ki içinde? Bu ses ve kokuların hepsinin işlendiği bir yağlıktır Bulut şiiri.

***

Abdülkadir Bulut’un şiirindeki kokuların ve seslerin izini sürelim şimdi.

Şiirlerde geçen kokuları, sümbül, püren, kekik, dökkü, harnup, karanfil, kayısı, nergis, portakal, yarpuz, yavşan, yenidünya kokusundan oluşan bitki kokuları; arkadaş, dost, sevgiliden oluşan insan (teni) kokusu; kav, kaçak tütün, mumuran gibi nesne kokuları olarak gruplandırabiliriz.

Seslerin daha yoğun ve çeşitli olduğu görülür. Yağmur, fırtına, deniz, dalga, toprağa yürüyen, fışkırarak kayalardan çıkan, uçurumlardan düşen, damlayan, incecik akan suların seslerinden oluşan su seslerinin yanında ötüşler, cıvıltılar, kanat sesleri gibi genel kuş sesleri duyulurken, keklik, turna ve sarılık kuşu sesi özel kuş sesleri olarak karşımıza çıkar. Arkadaş sesi, dost sesi, sevgilinin sesi, hollu çeken kızın sesi, ağıt yakan, yakım yakan annenin sesi, ıslık sesi, türkü söyleyen, alkış, gülüş, bağırış, çığırışlar arasında ağlayan çocuk seslerinin birbirine girdiği insan sesleriyle ağıtlar, yakımlar, gurbet türküleri gibi ezgili sesleri de duyarız. Karaca, geyik, at, tay, sansar sesi de duyulan hayvan sesleridir. Kentin sesi ve uğultusu, deve çanı ve zil sesleri, silah ve kaval sesi de duyulan nesne sesleridir.

***
       
Bu söylenenleri, kitaplardan ve kitapların yayınlanış yıllarından yola çıkarak izlemeye çalışalım.

Şairin ilk kitabı olan “Sen Tek Başına Değilsin”, 1976 yılında yayımlanır. Bu kitap boğuk bir sesle başlar; boğuk olsa bile yine de bağırarak yürümek isteyen birinin sesi, su seslerine karışır. Koku olarak kav ve kaçak tütün kokusu egemendir bu şiirlere. Kavla yakılan sigaranın kokusuyla tüfek sesleri bir kayanın ardında yağmurla koşan tayların ayak sesleriyle buluşur. Dağ çiçekleri, yarpuzlar, Kürd’ün türküsünde kokar. En fazla da “çocukların ellerindeki ekmeğin” sesinden umudun kokusunu alırız.

1965-1970 yılları arasında yazılan şiirlerini topladığı “Sen Tek Başına Değilsin-2”, yayımlanış sıralamasında ikinci kitap, ama kitaptaki şiirler, hem kuruluş hem de imgeler açısından İkinci Yeni’ye yakın duran şiirlerdir. İkindi arayan türküler, iki zenciye ağıt yakan karaca, gecelerden uzanan sansar ağlamaları, kuşku ve korkuyla belki ırmaktan geçmiş ıslak geyik sesi, ölü bir kuzgun olan şafağın ses, at kişnemeleri arasında paslı çan seslerine karışan göç türküleri duyulur. Kitabın sonuna doğru nar ağaçlarında çiçeklenen türkülerin ve al bir karanfilin kokusu yayılır ortalığa.

12 Eylül’ün hemen ardından, 1981 yılında “Acılar Yurdumdur” hazırlanmıştır. Bu kitaptaki ses ve kokularda acı ve hüzün vardır: oğullar içeri düşmüştür, ama “kuşların gözünden ağlayan / suların uçurumlardan akanının” çağıltısı dinmemiştir hâlâ. Gittikçe sesler azalmaya başlar. Artık “sokaklarında geceleri insan sesi bulunmayan şehirlere alışma” zamanıdır; şairin, yaralı günnük(günlük) ağaçlarıyla kendini özdeşleştirerek yarasından sızan günnük kokusuna alışması gibi. Buradaki günnük ağacı “sığla ağacı” değil, yine Akdeniz makisi olan tespih ağacıdır (Ayı fındığı-Styrax offinalis L.) Günnük, ağacının yaralı yerinden sızar. Yine de umutlu şiirlerdir bu şiirler. Ekmek kokusu duyulur çocukların ellerinde. Çinkolu balkonunda yağmur yağarken, dağlara bakan birinin hüznünün sığdığı yağmurlar, uçurumlardan akarak şelaleler oluşturur dağlarda. “Kuşların yüzüyle ağlayan” birine benzeyen sevgilinin gözyaşlarına dönüşürler sonunda. “Acılarla böyle geçinilir.” Belki, “güllerle geçinir gibi”, Alibeyköy şiirlerinde “terleyen bir arkadaşa” sarılmanın, başları yarpuzlu sulara sarılmanın özlemi dökülür ortaya. Bağırış, çağırış içinde çamurla oynayan çocukların, uzun hava çeken köylülerin sesleri de özlenir olmuştur. İhanet de tanıktır artık, “zeytin yağında kavrulmuş andız tespihin şıkırtısı” kadar.

1982’de yayımlanan “Yakımlar”da, kırsal yaşamın betimlemeleri çok daha yoğundur. Şair kişinin yaşantısından, yaşadığı yerlerden çiçek kekiği, püren, sümbül ile nergis kokuları arasında uçan bir “bozkuş” yani keklik görürüz. Tam o sırada uzaklarda “hollu” çeken bir göçer kızın yüzündeki “mumuran”ın kokusu esen rüzgârın fısıltısıyla gelir; diğer yamaçtansa kuş seslerine karışarak akan kaval sesi dolar içimize. Örselenmiş nane, kekik ve yarpuz kokusu yayılır etrafa; devenin böğür çanı sesine bulanmış, dibi gözyaşlarıyla sulanmış bir gülün kokusu sarar etrafı. O gülün içi gibi serindir ölen kızın çeyiz sandığının içi. Bir ağaç dalına oturmuş türkü söyler iki çocuk. Bu ses ve kokuların tümü, ucu yanık bir mendile çıkılanmış ve bir ananın yakım yakarkenki yanık sesi olmuştur bu kitapta.

“Gözyaşları da Çiçek Açar”da umutsuzluğun iyice yoğunlaştığı şiirlerle karşılaşırız; çünkü “sulanırken vurulur kuşlar”. Bu kitapta en önemli koku, “arkadaş kokusu”dur. Bir çiçeğin içine doğru yürürken bir koyaktan çocuk sesleri gelir. Fasulyelerine sırık diken köylü kadınların ağıtları duyulur, kan ve gül kokusu yayılır etrafa. Bekâr evlerinde kunduracı çıraklarının söylediği gurbet türküleri çoğalırken, çocukların alkış sesleri azalmaya başlar. Günler “ağlaya ağlaya boğazı kavuşan bir çocuğun sesi”yle tanımlanabilir olmuştur. Kötü günlerin gelişi ufukta kaybolan kuşların geride bıraktıkları seslerden anlaşılır. Kelebek kanatlarının yumuşaklığı portakal çiçeklerine geçer; her şey o kadar kırılgan ve toz olabilecek hâle gelmiştir. Başkalarından duydukları laflarla selamı sabahı keser tanıdıklar. Akrep gibi ihanetler dolaşır ortalıkta. Kuş sesleri dolu ağaçlar anımsatır çok eskilerde kalmış dost gülüşlerini, dost dokunuşlarını”. Doluk doluk” olmuş gözlerle arkadaş sesine uyanılan günler anımsanır; oğul fotoğraflarına bakarak ağlayan anaların sesine gitmek gerekir. Arada bir umutlanılır da kuşlarla kanat kanada: gözleri parlayarak “Adım gibi biliyorum ki bir gün / en beklenmedik anda / kuşlar havalanacak alnıma doğru / yan yana kanat kanada” der böyle anlarda şair. Çünkü annelere oğullarının geri geleceğini düşündüren bu küçücük umut kalmıştır içinde. Bu umut, giysilerin naftalinlenerek sandıklara konmamasının sebebidir. Her şeye karşın “dağların bütün çiçeklerinin o güzel kokuları”, çocukların, kuşların ve suların sesleri yavaş yavaş çekilir şiirlerden. İçindeki coşkuyu anlatsa, anlayan, tepki veren kalmamıştır artık. Bunun için “Çocuklar oturuyor sesimin içine / Anlatıyorum bunu gördüğüm herkese / En küçük bir tepki bile alamıyorum / Şu insanoğullarından nedense” der.

“Yurdumun Şiir Defteri”nde “Gözyaşları da Çiçek Açar”da görülen karamsarlığın ve umutsuzluğun en üst düzeye çıktığı görülür. Ülkenin 12 Eylül faşizminin hemen ardında yenilgiyi hisseden şair, “Gözleri doluk doluk” pencerede süs biberinin çiçeklerinin arasından uzaklardaki dalga seslerini dinler. Çocuk seslerine saklanmak, şiir defterinin arasına çocukların ayak seslerini koymak ister ve koymuştur zaten. “Boynu eğilmiş çiçek sapları”yla ülkesini karşılaştırır sık sık; solgundur bütün çiçekler. Kokusuz güller girer şiirlere; ağlayan siyah bir gül, sarı gül, mora çalan gül. Kelebekler de girer, ama hemen havalanıp giderler. Kırgınlık, hüzün ve umutsuzluk karabasan gibi çökmüştür; sardunyalar çiçeksizdir, dalgalardan yapılan deniz çiçekleri, beyaz küpeler gibi dut çiçekleri vardır ama onlar da kokusuzdur. Kokular iyice çekilmiştir bu kitapta, seslerse yavaş yavaş uğultulara dönüşmektedir.

“Direniş Günleri” şiirleri değişik tarihlerin şiirleridir. Kötü günlerin işaretleri sesleri ve kokuları var; hapiste yatanlar, hüzün dolu cezaevi ziyaretleri, suskunluk, ölenler, azalan sular ve sesler. Kayısılar çiçek açmaz olur, kuşlar öterken göğüsleri eskisi gibi titremez. Erzincan türkülerinin hüzünlü sesini duyarız. Diğer yandan bakınca da, tüm dünyada yaşanan kavga ve direniş günlerinin umut dolu sevincini görürüz sesler ve kokulardan daha çok. Toplu şiirlerin dışında değerlendirilebilir bu şiirler. Tıpkı yayımlanmış ama kitaplara alınmamış diğer şiirler gibi. Ya da baştan sona diğer kitapların arasına yazılış tarihlerine göre dağıtılabilir.

“Ülkemin Şiir Atlası” ise baştan sona bir ağıttır, yakınmadır. Uğultular, çığlıklar, fısıltılar gelir kulağımıza. En çok duyulan da ıslık sesidir; ama bu ıslık sesi delinin, zavallının ardından çalınan ıslıktır; aşağılayıcı, alaycı. Kokular tümden silinmiştir. Çiçek ekilen tenekeler çürümüştür. “Adı ayrılık olan çiçeğin” kokusu nasıl ola ki? “Kuru bir gül sapı” çıkar ceplerini yokladığında, sarı ve solgun renklerde güller. Sular fışkırarak, şırıltıyla ya da gürleyerek akmaz, damlayarak akmaktadır. “Kuşlar da gidiyor tek tek”, turna sesleri ağıt gibi gelir. Bu durumu bir fırtına beklentisinin göstergesi olarak sayabiliriz. Bunun için bu şiirler hepten çekip gitme isteğiyle doludur. Özlenen arkadaş sesleri, çiçekler, çiçeklerin kokuları yoktur artık.

***

Görüldüğü gibi Abdülkadir Bulut şiirindeki kokular ve seslerle umudu, umutsuzluğu, sevinci, karamsarlığı, yaşanan acıları, günlük yaşamın bize sunduğu sevinçleri bir arada yaşantılarız. 1965’lerde yiğit oğlanların, dünyanın her yerinde mücadele veren halkların sesini ve kokusunu duyabiliriz. 1970’li yılların ortalarından sonra ise yükselen umudun. 1980 sonrasında bu hava tersine döner; hapislikler, tutsaklıklar, direnenler, ölenler… Yavaş yavaş bir umutsuzluğa yüz veren sesler yoğunlaşır.

Sadece ses ve kokuların izini sürerek, ülkemizin 1965’ten 1985’e kadar olan döneminin tarihsel gelişimini de izleyebiliriz Abdülkadir Bulut şiirlerinde. Koku ve seslerin artış ve azalışları, ülkede ve dünyada yaşananlara uygunluk gösterir. Bunun için Abdülkadir Bulut’un tüm şiirlerinin toplandığı kitaba “Ülkemin Şiir Atlası” yerine “Şiir Atlası” verilseydi keşke.  Çünkü Bulut’un şiirinde yerel tadın içinde evrensel olan da gömülüdür.

Abdülkadir Bulut şiirlerinin hepsini birden okuyunca, 1965 yılından sonraki Türkiye ve dünya tarihi şiir diliyle yaşantılanır. Sesler ve kokuların şiirlerde geçiş biçimiyle Türkiye ve dünyanın arka planında olup bitenler gözümüzün önüne gelir. Hani “şair sözü yalandır” derler ya, ben bundan sonra o sözü şöyle düzeltiyorum: “Tarihte her şey yalan söyler, ama şiir asla!” kanıtım da Abdülkadir Bulut şiirleridir ve sadece koku ve seslerle yapmıştır bunu.



OSMAN NAMDAR


[*] Patika, Sayı 78’de yayınlandı, Osman Namdar’ın izniyle Emeğin Sanatı’nda yayınlanmaktadır.


***


Ülkemin Şiir Atlası / XLVII



Turna sesi ağıt gibi gelir insana
Gözlerin kısılır alnın dağılır birden
Yazdığın şiirlere dökersin arayışlarını
Ve artık göçebesindir yurdunla yan yana

Artık göçebesindir yurdunla yan yana
İçinizde gittikçe duldalanan bir ufuk
Ve o ufka bağrış çığrış içinde dökülen
Binlerce kuş binlerce gün binlerce gece

Turna sesi ağıt gibi gelir insana
Birden bir gurbet duygusunu filizlendirir
Kaç yıldır soluğunla sardığın sesinde
Sonra alnın tozlaşır gider bir çiçek gibi

Turna sesi ağıt gibi gelir insana
Yolunu keser yağmurlar durup dururken
Dünya su içen çocukların yüzlerine
Bir fırtına bırakıp çeker gider erkenden

ABDÜLKADİR BULUT

OSMAN COŞKUN: Güldüğün Yer Benim Şehrimdir— ÖZER GENÇ: Kelebek Etkisi



GÜLDÜĞÜN YER BENİM ŞEHRİMDİR


RESİM: ADNAN DURMAZ

güldüğün yer benim şehrimdir
gülyâr suskuların benim yerimdir...

korkularının koluna gir haydi
koşup uzaklaşalım buralardan
ayyuka kadar çıkalım birazda
gülyâr kuşkularım senin yerindir
bu haziran akşamında
gözlerin gülyâr gözlerin serindir
gözlerin nisan yağmurlarından beslenir
gözlerin bereketli topraklar gibidir gülyâr...

güldüğün yer benim şehrimdir
gülyâr kuşkuların benimdir
sonra korkularım
sonra sabahlara kadar susmalarım
yağmurlarım çamur kokuyor gülyâr
yanaklarım Allah'ına kadar
ve mütemadiyen ayyuka çıkıyorum

yüzün gülyâr güzün mü böyledir
ellerin ey yâr
güldüğün yer benim şehrimdir
gülyâr suskuların benim yerimdir...



OSMAN COŞKUN






KELEBEK ETKİSİ





Asya'da kanat çırpan kelebek
Pasifik'te fırtınaya sebep olabilirmiş 

Kimbilir kaç aşık adam
Sarayburnu'nda
Of çekmiştir yürekten
Sırtını verip poyraza 

Karşıki dağlar yıkılmasa da
Karışmıştır nefesleri rüzgara 

Göçmen kuşlar sonbahardan kaçarken
Sevgiyi mi izlerler acep
Egeli kızların güzelliği
Sevdalı rüzgar solumalarından mı yoksa 



ÖZER GENÇ