Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Haziran 2013 Cuma

EMEĞİN SANATI'NDAN 142. MERHABA





Merhaba,

Şiir neye yarar bir itiraz değilse…

Edebiyat neye yarar bir itiraz değilse…

Ülkemizde faşizm bunca azmışken, artık yeşile bile tahammül edemeyen emperyalizmin uşaklarına
Bugün tavır geliştiremeyecek sen ne zaman?

Bugün evlerinden çıkmayan o çok bilindik edebiyatçılar sinemacılar siz ne zaman halkın yanında olacaksınız?

Bizim sanatımız, toplumsal kavgamızın bir parçasıdır diyen şair, yazar tüm sanatçılara çağrımızdır!

Sanat toplumu yerinden oynatırken, Gezi'den yükselen toplumun sesi de sanatçıları artık yerinden,
gaflet uykusundan kaldırmalıdır.

Ancak bize bizden söz eden sanat, sokaklara açılan sanat gerçek sanattır.

Evrenin karşısında, yalnız şairin, kendi türküsünü söylemenin zamanı mıdır şimdi?

Ünlem işaretlerini ortaya sürmenin zamanıdır.

Gün, ünlemleri kalemlerden satırlara, satırlardan alanlara taşıma, çoğaltma günüdür.

Haydi, halkın Sanatçıları, çizmeleri aşmaya devam!

Yaşasın aşk! Yaşasın devrim! Yaşasın isyan!


ŞERİF TEMURTAŞ



Gelin  bir de gençliğin sesine kulak verelim:

Duydunuz mu?
Bu sizin paramparça olan dünyanızın sesi.
Bizim dirilişimizin sesi.
Gün o gün, gece o gecedir işte.
Ve gece güne dönecek, zaman bu zaman şimdi.
Demokrasi!
Özgürlük!
Adalet!
Maske takacağız...
Her nerede olursak olalım, sokakta,
Bir meydanda, bir dükkanda, bir çiftlikte,
Bir köyde veya dağ başında...
Anonimleşeceğiz, zapatista olacağız...
Bir sürelik de olsa özgür olabilmek için kalıpların dışına çıkacağız...
Bir köyün, kasabanın ya da kentin en yakın meydanına doğru yavaş fakat güçlü adımlarla ilerleyeceğiz...
Dirilişimizin sağır edici sessizliğinde diğer yüz binlerle buluşmak için...
Elbette herkes bizi duyacak!
Elbette geceyi güne çevireceğiz!
İnanın bize!



BU SAYININ SAVSÖZÜ
  

Yıldızlar, en karanlıkta daha güzel parlar. Bu ülkenin karanlığına karşı, her yanda yıldızlar parlıyor.

Taksim civarında yaşayan sokak çocukları, direnişin daha ne kadar süreceğini soruyorlar. Direnişteki dayanışma sayesinde karınları doyuyormuş. Camilerin yüz metre yakınında içki içirmemeyi dert edinen hükümet, camilerin yüz metre yakınında insanların aç yaşamasını umursamaz.

Tarihsel olaylar, kalıcı özellikleriyle hafızalarda yer eder. Taksim’de iki haftada kurulan yaşam, bu topraklara bir ütopyanın tohumlarını ekiyor.

Herkes bir arada, herkes özgür. Kimse kimseye bir şey dayatmıyor ve herkes kendi rengini özgürce taşıyor. Antikapitalist Müslümanlar namaz kılarken, ateistler çevrelerinde nöbet tutuyor. Kürtler halay çekiyor, Aleviler semah dönüyor, Türkler marş söylüyor. Sosyalistler, LGBTler, Çarşı, Fener, Cimbom çalışıyor, eğleniyor, birbirlerine sahip çıkıyor. Bir kişinin özgürlüğü herkesin özgürlüğü oluyor.

Hiç kimse muhtaç durumda değil, insanlar eşit. Herkes “ihtiyacından fazlasını” getiriyor ve herkes “ihtiyacı olanı” alıyor. Para yok, mülkiyet yok, aç kimse de yok.

Devletsiz bir deneyim yaşıyoruz Gezi Parkı’nda. Devletin olmadığı yerdeki mutluluğa ve nezakete tanık olmak, hayatın bize armağanı.

Tarihimizde ilk kez, mizah ve neşe bir direnişin dili haline geliyor. Bugüne dek muhalif hareketler hep ölümü göze alarak, en sert biçimde direnirken, şimdi keskin sözlerin ağırlığını aşan eğlenceli ve yaratıcı bir dille ifade ediyoruz kendimizi.

Devlet sert savaşçıları yenebilir. Ama mizahı ve neşeyi yenecek iktidar silahı yok. O yüzden çaresizler. Yalanları işe yaramıyor.

Paris Komünü yetmiş iki gün sürmüştü. Biz iki haftada aynı ilkeleri coşkuyla hayata geçirdik. Komün şiddetle yok edildiğinde, liberaller ve burjuva aydınları oradaki çelişkileri, zaafları ve yanlışları tartışıyordu. Buna itiraz eden Marx, Komün’den geleceğe aktarılacak cevherlere işaret etmişti: Komün’de mülkiyet ve sömürü aşılmış, doğrudan demokrasi kapısı açılmıştı.

Şeyh Bedrettin’in iki mirası var bize. Bir, isyan eden halka katıldı. İki, herkesin eşit ve ortak yaşamasına inandı. Tomas More’un “Ütopya”sı ve İbni Tufeyl’in “Hay bin Yakzan”ı aynı hülyanın içinde yer aldı. Biz o hülyayı taşıyoruz.

İnsanlara güzel bir şey işaret ediyor, parmağımızla gösteriyoruz. Ama iktidar ve onun sözcüleri, işaret ettiğimiz yere değil parmağımıza bakıyorlar ve bize kara çalıyorlar. Bizi tartıştırarak, zayıflatmaya niyet ediyorlar. Israrla söylüyoruz: Parmağımıza değil işaret ettiğimiz yere bakın. Orada ağaçları ve denizi göreceksiniz!

Kızılı sevdik, yeşili koruduk. Duvarlara böyle yazan gençler, bir otobüs durağına, ölü şairlere selam niyetine “Göğe Bakma Durağı” adını verdiler.

Gençlere şükran duyuyoruz. Öyle umutsuz bir anda yetiştiler ki, insanlığımızı uçurumun kenarında kurtardılar. Onları bencil ve cahil sananlar yanıldılar. Gümüşsuyu’na kurulan onbir barikata tek tek isim verirken, geçen hafta yitirdiğimiz Abdullah Cömert’in adını da bir barikata yazdı gençler. Sonra aşağıda, denizi gören en son barikata kocaman harflerle Deniz Gezmiş Barikatı adını verme yüceliğini gösterdiler.

Halk, yalnızken hiçbir şey, birleştiğinde her şeydir. İsteğimizi almazsak, faiz lobisi kentimizi ve hayatımızı çöle çevirecek. Tarih onlar için ya “çanak çömlek” ya da ranttan ibaret, paradan başka bir şeye iman etmiyorlar.

Kerbela’daki masumlar gibi ağaçsız ve susuz kalmamızı istiyorlar. Bunların, bir yanda Kerbela için ağlarken diğer yanda Yezid ile aynı sofraya oturduklarını biliyoruz. Bu yüzden biz çöle karşı suyu ve ağacı, ölüme karşı hayatı savunuyoruz.

Kamu malına zarar vermekten söz ediyorlar. Gezi Parkı’nı ortadan kaldırmak kamu malına zarar vermek değil mi? En barışçı biçimde kamu malına sahip çıkıyor ve asıl biz söylüyoruz: Kamu malına zarar vermeyin!

Burada sadece bir şeyi istememek değil, başka türlü bir şeyi istemek var. Yardımlaşmanın, dayanışmanın muhabbeti var. Sadece bu coşku ve enerji, bu ülkenin insanlarına hiçbir borsa endeksinin ölçemeyeceği bir değer kattı. Sırf bu bile, burayı SİT alanı ilan etmeye yeter.

İnsan müşteri değildir. Bunu unutmamak için başarımızı süreklileştirmeliyiz. Her yıl 31 Mayıs’ta başlamak üzere Kardeşlik ve Dayanışma Şenlikleri yapabiliriz. Herkesin kendi rengiyle geldiği bir özgürlük şenliği ve paranın geçersiz sayıldığı bir eşitlik dünyası. Herkes “ihtiyacından fazlasını” getirir ve herkes “ihtiyacı olanı” alır. Sermayenin korkusuna karşı, halkın hasretidir bu.

 “İstanbul’un nüfusunu sayarken ölüleri de hesaba katmak gerek,” demişti şair. Geçmişin güzel insanları için de kentimize ve geleceğimize sahip çıkıyoruz.

Gençler en güzelini yazmış duvarlara: “Yenilsek de, damağımızda isyanın tadı.”

 Çok şey öğrendik, tarihsel bütün direniş biçimlerimizi ve hayallerimizi yeni bir dile tercüme ettik. Geçmişimizi temize çektik.

    Umut, hayal, ütopya! Ve ey isyan! Bir gencin meydanda okuduğu şiir gibi: “Biz sende bütün aşklarımızı temize çektik.” BURHAN SÖNMEZ/Direnmenin Estetiği(BİRGÜN, 13 Haziran 2013)


YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ



SANATÇI GİRİŞİMİNDEN AÇIKLAMA:
BİZ OBAMADA’DAN DEĞİL VİCDANIMIZDAN EMİR ALIRIZ


Sanatçılar Girişimi, Başbakan'ın "bir yerden işaret almış gibiler" sözlerine tepki gösterdi. Konuya ilişkin yapılan açıklamada, sanatçıların sadece vicdanlarından emir aldığı ifade edildi:

“Başbakan Gezi Parkı direnişinde uzlaşmayı değil kutuplaşmayı tercih ediyor.

Uzlaşır gibi yaparken bile, direnişi bölüp parçalamaya, karalamaya, güçsüz düşürmeye çalışıyor.

Bu onun her zaman yaptığı şeydir.

Kişiliği, kimliği, ahlâkı bunu gerektiriyor.

Politik çıkarını ve geleceğini uzlaşmada değil kutuplaşmada, mertçe açık sözlülükte değil mağduriyet edebiyatında, tehditte, hakarette, sinsice kurulmuş tuzaklarda görüyor.

Ama başta kendisi olmak üzere yandaşları ve dost düşman herkes çok iyi bilmelidir ki, bu sefer sökmeyecek.

Gençliğin ve halkımızın en bilinçli, en dinamik kesimleri, onun yüz kızartıcı bir pervasızlıkla çapulcu diye hakaret ettiği aydınlar, sanatçılar, emekçiler, öğrenciler, öğretmenler, başta Cumhuriyet kadınları olmak üzere Türkiye’nin aydınlık güçleri, bütün yurtseverler, emperyalizmin bu coğrafyadaki iş bitiricilerinin tehditleri ve hakaretleri önünde bir milim bile geri adım atmayacak.

Başbakan, ben değişmedim, değişmem diyor.

Elbette değişmeyecek.. Değişmek onun tutucu kişiliğiyle, gerici kimliğiyle bağdaşmaz.

Ama yenilecek, mağlup olacak.

Beyzbol sopası da ister istemez ona bu yönü işaret edecek ve ister istemez bu işarete boyun eğecek.

Son demeçlerinden birinde sanatçıların, aydınların sanki bir yerden işaret almış gibi aynı anda aynı şeyi söylediklerini ve yaptıklarını söylüyor.

Doğru bir saptama!

Çünkü vicdan, belli durumlarda, tek ve aynı şeyi söyler.

Biri boğazlanırken, hiçbir vicdan, iyi oluyor diye düşünmez, isyan eder.

Kötülük karşısında bütün vicdanların tepkisi tek ve aynıdır.

Bunu beyzbol sopasından değil, vicdanından emir alanlar bilir.

Biz sanatçılar, Obama’dan değil, vicdanımızdan emir alırız.

Taksim Gezi Parkının bir milimetre karesinde bile rantçı amaçlarınız doğrultusunda herhangi bir yapılaştırma gerçekleştirmeyecek, AKM binasını keyfi kararlarınızla yıkamayacak, yıktıramayacaksınız.

Sanatçılar Girişimi sadece vicdanından aldığı emirle, özgürlüğe, insana ve onun yaratma yeteneğine duyduğu saygı ve inançla karşınızdadır, karşınızda olmaya devam edecek.”
(soL) 



ANKARA’DA YAŞAYAN ŞAİR VE YAZARLARDAN 
BASINA ve KAMUOYUNA


Ankara’da yaşayan şair ve yazarlar, son dönemde yaşananlarla ilgili olarak basına açıklama yaptılar:


“Ağır baskılara, toplumsal yaşama yapılan müdahalelere, savaş çığırtkanlığına, ırkçılığa, zamlara, işten çıkartmalara, iş cinayetlerine ve gerici eğitime isyan edip sokaklara dökülen halkımızın toplumsal sorumluluk bilinci gelişmiş birer özgür bireyi olarak biz aşağıda imzası bulunan, Ankara’da yaşayan şair ve yazarlar;
Her yeri hapishaneye çevrilmiş bir ülkede yaşamak istemediğimiz için,
Kardeş halkların düşman edilmesine hayır dediğimiz için,
Roboski'de, Reyhanlı'da yaşanan katliamları lanetlediğimiz için,
Dinimize, dinsizliğimize karışıldığı için,
Tersanelerde, kömür ocaklarında, makine dişlileri arasında gerçekleşen ölümlere karşı olduğumuz için,
İstemediğimiz eğitim sistemlerinin dayatılmasına karşı çıktığımız için,
Mahallemize yapılacak parka, sokağımıza dikilecek ağaca başkaları karar verdiği için,
Yatak odalarımız da dâhil, yaşam alanlarımıza müdahale edildiği için,
Boğazı sıkılmış dereler, son kökü sökülmüş bitkiler, sonuncusu da gelecek yıl ölecek olan son kuşlar için,
Geceleri sokaklarda, köprü altlarında yatan çocuklar için,
Ötekileştirici, cinsiyetçi politika ve söylemleri reddettiğimiz için,
Küçümsenen aidiyetler için,
İzlenmeyi, gözetlenmeyi, fişlenmeyi vahşi bir baskı biçimi olarak gördüğümüz için,
Demokrasinin, %50'nin diktatoryası olmadığını bildiğimiz için,
Her gün yüzümüze karşı yalan söyleyen politikacıları istemediğimiz için,
Sadece yalan söyleyen, sermayenin ağzıyla konuşan ve reklâmlarla beynimizi uyuşturan medyayı istemediğimiz için,
Yeryüzünde her şeyi ticari meta olarak görmediğimiz, her şeyin para demek olmadığını bildiğimiz için,
İçtiğimiz içkiye, nerede ve saat kaçta içeceğimize karışılmaması için,
Sanat ve sanatçının özgürlüğü ve devrimci bir yaratı için,
Yeryüzünün hepimize yetecek büyüklükte olduğunu bildiğimiz için,
İnsanca yaşamak için,
Sınıfsız, sömürüsüz ve sınırsız bir dünya için,
Duyduğumuz sorumluluk bilinciyle, öfkelendiği için demokratik haklarını kullanan halka uygulanan; katliamlar, ağır yaralanmalar, hukuksuz gözaltılarla sonuçlanan devlet terörünü lanetliyor ve bu şiddetin derhal durdurulmasını, açık ve anlaşılır biçimde halktan özür dilenmesini bekliyoruz.”


ANTAKYALI ŞAİR, YAZAR VE SANATÇILAR'DAN KAMUOYUNA…


Antakyalı şair ve yazarlar Gezi Direnişi ile ilgili olarak bir açıklama yaptılar:


“Yeşilin ve çevrenin tahribatına, toplumsal yaşama yapılan müdahalelere, savaş çığırtkanlığına, ve aşağılanmalara isyan edip sokaklara dökülen halkımızın yanında olan ve aşağıda imzası bulunan Antakyalı biz sanatçılar…

Taksim Gezi Parkı’ndan başlayarak tüm yurda yayılan protestolar nedeniyle; din, dil, ırk ayırımı yapmadan ülkesini ve doğasını seven ve bunu ifade eden insanları; yaşlısı, genci, çoluk çocuk demeden hatta evinin balkonunda oturan insanlara biber gazı ve şiddet uygulayan mantığı kabul etmiyoruz…

Antakyalı-Hataylı özgür bireyler olarak,
Şair, yazar ve sanatçılar olarak,
Her dilden ve renkten insanları sevenler olarak
Özgür bir ortam isteyen tüm insanların demokratik haklarını kullanabilecekleri demokratik Türkiye’nin özlemi içerisinde olduğumuzu ifade ediyoruz…

Duyduğumuz sorumluluk bilinciyle, barışçıl demokratik haklarını ifade etmek isteyen halka uygulanan ve can kayıplarına, ağır yaralanmalara sebep olan ve hukuksuz göz altılarla sonuçlanan şiddeti kınıyor, bu şiddetin daha da gecikmeden durdurulmasını bekliyoruz.”


EDİTÖRLER PLATFORMU’NDAN GEZİ PARKI DİRENİŞİNE SELAM

Editörler Platformu, Gezi Parkı direnişine destek bildirisi yayımladı:

“Sansürün her türlüsü virüstür. En sinsi, en yaralayıcı, en ölümcül olanı da otosansürdür. Otosansürün köreltici, gerçeği denetim altına alan, uyuşturucu karakteri ona yadsınamaz bir ‘yasallık’ kazandırmıştır. Toplumlar bu virüse bağışıklık kazanırlarsa özgür düşünceyi, gerçeği karakutuya tıkarlar. Nedense, istikrarlı biçimde o karakutular hep kayıptır ya da iktidar sahiplerince yok edilir.

Kişi fikirlerini açıkça dile getiremiyorsa ancak sahte bir yaşama eyleminden söz edilebilir. Korku, sinmişlik bir yaşama biçimi değil, ölme biçimidir. Bir ağaç basit bir simge olabilir, yaşadıkça canlı bir simgedir: Özgürce yaşamak isteyen insanlar kukla değildir. Kimse yaşama iradesini, yeryüzündeki en temel özgürlük olan nefes alma özgürlüğünü denetim altına alamaz. Nefes almayan bir toplum düşünemez: düşünmeyen bir toplum geriler, tek bir düşünceye hapsolur, tektipleştirilir. Geri kafalılığın, dargörüşlülüğün kuklası haline gelir. Artık yaşanan toprak, toprak değil kör noktadır.  Toplumlar ‘yaşanacak yer’ kurarlar, ‘ölünecek yer’ değil.

Biz, özgür, bağımsız düşünceyle yazılan kitapların bir özgürlük alanı oluşturduğuna, bu kitaplarla kurulan dostluğun dönüştürücü, gerçek bir ilişkiye hayat verdiğine inanıyoruz. Kitaplarla nefes alıyor, kitaplarla varoluyoruz. Çünkü özgür, bağımsız, yaratıcı düşünceye merak duyuyor, bilgiyi ve özgür düşünceyi yaymak suretiyle gerçeği bilmek ve paylaşmak istiyoruz.

Türkiye Medyası karakutuları açma iradesini bir an önce gösterip gerçeği dile getirebilmelidir.

Gün ‘küçük bir azınlık’ ya da ‘marjinal’ olduğu iddia edilen, görmezden gelinen, ötekileştirilmeye çalışılan insanların nefes alma özgürlüğünü bir arada, yan yana icra etme günüdür. Farklı renklerin estetiğini, direnme gücüyle birleştirip direnmenin estetiğini sergileme günüdür. Gün güzelden, iyiden yana, bağımsızca, korkusuzca yaşadığımızı, nefes alma hakkımızı kullandığımızı dile getirme günüdür.

Bu dumanı, gaz bulutunu kaldırın, bırakın herkes nefes alsın, zihinler aydınlansın.

Silah korkaklığın simgesidir.

İnsan da ağaç gibi direndikçe güzeldir.” (EDEBİYATHABER.NET )


ÇOCUK VE GENÇLİK YAYINLARI DERNEĞİ
YETKİLİLERİ ÇÖZÜM ÜRETMEYE ÇAĞIRIYOR...


Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği, Gezi protestolarına dair bir basın açıklaması yaparak tüm yetkilileri çözüm üretmeye çağırdı. Açıklama şöyle:

“Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm yetkili kurumlarına,

15 gün önce Gezi Parkı’nda başlayan ve yurdun dört bir yanına yayılan protestoların ardından bugün gelinen noktadan duyduğumuz kaygıyı sizlerle paylaşmak istiyoruz.

Bu tür toplumsal krizlerin hassasiyetle, zarafetle ve anlayışla ele alınması gerektiği aşikâr olmasına karşın, halkın sürekli olarak baskıyla yıldırılmaya çalışılmasının ülke huzuruna kalıcı hasar vermekte olduğunu endişeyle izliyor ve bizleri çok daha zor günlerin beklediğinden korkuyoruz. Politika ve diplomasi, zaten öncelikle şiddete gerek kalmasını engellemek için vardır.

Öncelikle Sayın Başbakan’ı ve ardından tüm yetkilileri artık her türlü tahrik edici ve yanıltıcı açıklamalara, uygulamalara son vermeye ve diplomatik çözümler üretmeye davet ediyoruz.

Tüm çocuklara herkesin kardeşçe yaşayabileceği, huzurlu bir Türkiye bırakabilmek için…” ( EDEBİYATHABER.NET)


IAA/UNESCO DÜNYA (SANAT BİRLİKLERİ)
YÜRÜTME KURULUNDAN GEZİ KARARI


İstanbul Taksim Meydanı’nda devam eden kriz sebebiyle Iaa/Unesco Dünya (Sanat Birlikleri) yürütme kurulu, aşağıdaki kararı almış bulunmaktadır:

“Taksim Meydanı ve etrafındaki Beyoğlu-Pera bölgesi, İstanbul’un sanat ve eğlence merkezleridir.

Türk gençliğinin, aydınların, sivil toplum örgütlerinin ve sanatçıların duyarlılığı, sadece ülke çapında değil, tüm dünyada, özgür konuşma, barış ve demokratik dayanışmanın simgesi haline gelmiş Gezi Parkı’nın korunmasına yönelik bir tepkidir. O şehirde yaşayan insanların tüm tepkilerine rağmen bir parkın hükümet tarafından imha edilmesi kabul edilemez.

Ayrıca, polis ve protestocular arasındaki çatışmalarda polisin orantısız güç kullanımı, biber gazının eylemcilere karşı tehlikeli oranlardaki kullanımı uygulamaları da kabul edilebilir değildir. Türk Hükümeti ile Gezi Parkı’yla başlayıp büyüyen protesto grubu arasındaki gerginliğin, bir park meselesinden çok daha derin olduğu aşikârdır. IAA, laik yaşam biçimleri, ifade özgürlüğü ve demokratik hakların kullanılmasına yönelik olarak tekrarlanan saldırılardan endişe duymaktadır. Türk hükümetinin diğer grupların yaşam biçimini değiştirmeye yönelik ısrarcı tutumu karşısında, 2010 yılında Bratislava’daki Avrupa IAA toplantısında yürürlüğe giren kararı hatırlatmak isteriz:

"Farklı yaşam biçimleri, kültürler ve dinler arasında çatışmalar ortaya çıktığında sadece dini olanlar değil, tüm yaşam biçimleri dokunulmaz ve kutsal sayılmalıdır. Bir sanatçının veya çağdaş, laik ve demokratik bir kimsenin hak ve özgürlükleri, bir dine inananların hak ve özgürlükleri kadar dokunulmazdır"

Türk Hükümeti'nin ve İstanbul Belediyesi'nin İstanbul halkının talebini dikkate alması gerektiği ortaya çıkmıştır. Hükümet, ülkede demokrasinin, kardeşlik ve barışın kalıcı geleceği adına, ifade özgürlüğüne, laik yaşam biçimlerine müdahale etmemeli, karşılıklı saygı çerçevesinde taleplerini dile getirenlere kesinlikle kaba güç kullanmamalıdır.”
IAA/UNESCO DÜNYA (ULUSLARARASI SANAT BİRLİKLERİ) YÜRÜTME KURULU

Başkan: Rosa Maria Burillo Velasco; Üyeler: Bedri Baykam, Dev Chooramun, Kan Irie, Anders Lidén, Anton Loubser, Grete Marstein, Anne Pourny, Ulises Romàn


PROTEST SES SANATÇISI JOAN BAEZ'DEN
GEZİ DİRENİŞÇİLERİNE MESAJ


Joan Baez dün gece Fairfax, Virginia’daki Wolf Trap – Filene Center konser alanında binlerce kişi önünde verdiği konser sırasında Türkiye’ye mesaj yolladı:

“Sevgili Türkiye Halkı,
Kültürünüzdeki çok renkliliği, toprağınızdaki güzelliği, insanınızdaki iç zenginliğini canlı tutmak için verdiğiniz mücadeleye; ve bu yürekli ve barışçıl mücadeleyi sürdüren vatandaşlara, avukatlara, doktorlara, gençlere, ailelere, öğrencilere, inançlı insanlara olan desteğimi tüm kalbimle ifade etmek istiyorum.

Dünya sesinizi duydu ve ben de buradan sizleri selamlıyorum.”


PAULO COELHO’DAN GEZİ PARKI’NA DESTEK

Paulo Coelho, Twitter hesabından yaptığı Gezi Parkı açıklamasında kullanılan biber gazlarının Brezilya malı olması nedeniyle “Kendimizden utanalım” dedi.

Twitter hesabından yayınladığı mesajda Coelho, “Kendimizden utanalım; Türkiye’de kullanılan biber gazı Brezilya malı” dedi.

Coelho mesajına ayrıca üzerinde Türkçe yazılar ile “Made in Brazil” notu ve bir Brezilya bayrağı simgesi olan gaz tüpü fotoğrafı da ekledi. (EDEBİYATHABER.NET)


 “GEZİ GÜNLÜKLERİ” ÇIKTI...

Gezi Parkı direnişini konu eden ilk kitap, Gezi Günlükleri adıyla Yazılama Yayınevi tarafından yayımlandı. Kitabın editörlüğünü gazeteci Gamze Erbil yaptı.

Kitaba ilişkin tanıtım yazısı şöyle:

“Gezi direnişinin hikâyesi farklı biçimlerde, farklı dillerde, farklı yönleriyle çok anlatılacak. Paylaşılacak o kadar çok şey var ki paylaşmaya bile yetişemiyoruz. Sonuçta ‘anlatılan bizim hikâyemiz.’

Her direniş bir uyanıştır. Şaşırtır, heyecanlandırır, mutlu eder ve zihin açar. Her direnişte kayıplar da olur. Üzer, öfkelendirir, biler. Kayıplara rağmen ve onların öfkesiyle, direniş gülümsetmeye devam eder. Kendi aklını, yaratıcılığını, kendi kültürünü şekillendirir. Son bir haftada çok şaşırdık, çok heyecanlandık, çok öfkelendik. En önemlisi de kendimize, insanımıza güvenimiz tazelendi, yaratıcılığımıza hayran kaldık.

Bu derlemeyi hazırlarken bu duygu ve düşünceleri paylaştık. Hikâyemizin büyük fotoğrafını, farklı yönlerini ihmal etmemeye; duygusunu doğru yansıtmaya çalıştık. Bu uykusuzlukla, bu gazla, mümkün olduğunca…” (EDEBİYATHABER.NET)


KAZIM KOYUNCU, UMUDUMUZDA VE TÜRKÜLERİMİZDE YAŞIYOR...

25 Haziran 2005’te, henüz 33 yaşında yitirdiğimiz Kazım Koyuncu’yu, 7. ölüm yıldönümünde horonlarla, devrim şarkılarıyla anıyoruz.

Karadeniz dalgaları, kıyı boyunca yükselen Lazca, Türkçe, Hemşince, Pontusça, Gürcüce… şarkıların kardeşliği ile coşunca denizin çocuklarından biri de bu coşkuya katıldı. Bizleri, kimi zaman ağırbaşlı, dingin; kimi zaman baş eğmez, asi Karadeniz’in türküleriyle buluşturdu. Bu coğrafyaya barışın ve kardeşliğin hakim olacağı umudunu yitirmeden, müziği ile farklı dillerin, kimliklerin yan yanalığını, birlikteliğini dile getirme mücadelesi veren sanatçı arkadaşımız Kazım Koyuncu’yu unutmayacağız.

Kazım Koyuncu`nun özlemini duyduğu daha temiz, yaşanır, eşit bir dünya özlemimiz sürüyor. Bizler suları ay ışığı ile yıkanmış denizin çocukları, türkülerle yaslanıp aydınlığın kapılarını aralamak için Kazım Koyuncu`nun şarkılarıyla bir aradayız inatla, ısrarla Kazım`ın devrimci duruşuyla söylemeyi sürdürüyoruz. Leman Sam’ın sözleriyle haykırıyoruz: ''Saz benizli, dal incesi, koca yürekli çocuk; dünyadaki tüm alkışlar, şarkılar ve devrimler sana armağan olsun...''

“Bu arada; hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Donkişotlar'a, ateş hırsızlarına, Ernesto Che Guevara'ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya.”


15-16 HAZİRAN DİRENİŞİ 42. YILDÖNÜMÜNDE
YARINLARA KÖPRÜ KURUYOR!

Sermaye çevreleri ve onların güdümündeki sendikalar yasal değişikliklerle demokratik sendikacılığı ve DİSK’i boğmayı hedeflemişler, ancak buna rıza göstermeyen İşçiler eylemleriyle gereken cevabı vermışlerdir. 15-16 Haziran, Türkiye İşçi Sınıfının sendikalaşma hakkını korumak için harekete geçtiği gündür…

15-16 Haziran 1970 tarihi, Türkiye sendikal hareketinde çok önemli bir dönüm noktasıdır. 15-16 Haziran büyük yürüyüşü, işçi ve emekçinin rastgele bir öfkesi değil, kararlı ve bilinçli bir tepkisiydi. 15-16 Haziran, işçilerin inandıkları dava uğruna güçlerini birleştirerek mücadele edildiğinde kazanımlar elde ettiğini gösteren derstir. Bu öyle bir derstir ki, siyasi iktidara yasayı geri çektirmiştir. Ve öyle bir derstir ki, üzerinden 32 yıl geçse de öğretmeye devam ediyor. Bugüne taşınması gereken en önemli yanı ise işçilerin kendi örgütlülüklerine, sendikalarına sahip çıkma bilincidir...
Kemal Özer’in kaleminden 15-16 Haziran:

“Hâlâ durur o akşam belleklerde,
mayalanır durur birlikte bakmanın derinliğiyle,
önüne geçilmez coşkusuyla, birlikte yürümenin,
bir ağızdan söylemenin güzelliğiyle bir şarkıyı,
birlikte sahip çıkmanın bir öfkeye
bir hesabı birlikte ödetmenin
“düşen kalır bırakın ağlamayı”
demenin kutsal ve hüzünlü aleviyle
yaşayıp durur o gaziran akşamı.

Birlikte baktılar her şeye,
Tek tek bakınca göremedikleri;
İçine giremedikleri evlere baktılar,
Bir yabancı gibi sığındıkları parklara,
Bir ucundan geçip de yalnızlık çektikleri
Koca koca alanlara,
Tutamadıkları inceliklere baktılar
Ellerinin nasırıyla,
Kaçırılan değerlere baktılar, korunan bankalara
...................”


İNSAN SEVGİSİNİN ŞAİRİ CAHİT KÜLEBİ
ŞİİR RÜZGÂRINDA ESECEK HEP…

1917’de Tokat’ın Zile ilçesinin Çeltek köyü’nde doğdu. İlkokulu Niksar'da, liseyi Sivas'ta bitirdi. İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’nu bitirdikten sonra edebiyat öğretmenliği, milli eğitim müfettişliği, kültür ataşeliği gibi görevler ile Türk Dil Kurumu’nda genel yazmanlık görevini yürütmüştür. 20 Haziran 1997 Ankara’da öldü. halk şiirinden, türkülerden yararlanarak çağdaş bir şiir oluşturan Cahit Külebi, konu olarak yurt sevgisini, insan ve doğa sevgisini işlemiştir. İlk şiirlerinde çocukluğunun ve gençlik yıllarının geçtiği yörelerden izlenimlerini yansıtmış; sonraki şiirlerinde birey ve toplum arasındaki bir gelgit içinde oluşturmuştur şiirlerini.

Şiirlerinde arı, duru bir dil kullandı, memleket ve insan sorunlarını halk şiiri öğeleriyle de yararlanan modern bir dille anlattı. 1940 sonrasında başlayan şiirimizin yenileşmesi hareketinde kendine özgü bir yer edindi. Rahat anlatımı, içtenlik ve duyarlılığıyla ilgi çeken titiz bir şiir işçisi olarak tanındı.

Anadolu'yu Cahit Külebi kadar içten, sıcak, samimi ve lirik anlatan başka bir şair yok gibidir. Bu yönüyle çoğu şaire de örnek olmuştur. Taşradan çıkıp kentsoylu şairler arasına karışan hangi şair onun kadar Anadolu kokabilir ki?

AMERİKA

Önce Kristof Kolomb buldu Amerika'yı
Sonra biz.
Umutlar azaldı, günden güne, mutluluklar
Ve ekmeğimiz.
Bir çocuk ağlarsa dağ başında
Gözyaşında Amerika akar.
Vurdularsa birini, kanı şorladıysa
Bilin ki o kurşunlarda Amerika var.
Kişi kişiye köle tutulduysa, asıldıysa
Darağaçlarında Amerika var.
Ama biz direneceğiz
Sonuncumuza kadar.

CAHİT KÜLEBİ


BAŞKALDIRININ İNCE  USTASI: ŞAİR SÜHA TUĞTEPE

Şair, siyasal eylemci Süha Tuğtepe’yi  yitireli 4 yıl oldu. Yazdıklarıyla, yaşadıklarıyla şiirimizde farklı bir yer oluşturan Süha Tuğtepe, 1956 yılında Cide`de doğdu. Anımsadığı ilk büyük sevinci ilkokuldan sonra parasız yatılı olarak öğretmen okuluna gitmesiydi. İki nedeni vardı. Birincisi, Kastamonu Göl İlköğretmen Okuluna gitmesi, düşlerinde kurduğu yolculukların bir parçasıydı. Cide’de emekli gemicilerin gittikleri ülkelerle ilgili anılarını atlastan izleyerek kurduğu düşler gerçeğe dönüşecekti. İkincisi de, yatılı okulda babasız büyümenin kendisine kazandırdığı değerlerin ne kadar hoşuna gittiğini görecekti:

“Bir babaya özenmek yerine yüzlerce babaya özenmek daha çekici geldi hep bana. Tatillerde ‘Baba’ denen ‘emir torbası’nın saçma sapan yaptırımlarıyla yüz yüze geldikçe yatılı okula dönmek için can atardım. Bu nedenle evde büyüyen çocuklardan arkadaş edinemedim. Sıkılıyordum onlardan. Ev hayatını hâlâ bilmem. Ekmeği, domatesi, hıyarı, fasulyeyi her seferinde unuturum. Bunu kavradığım gün benden aile reisi olmayacağını iyice anladım.”

Göl İlköğretmen Okulu eğitim yapısıyla Gölköy Köy Enstitüsü’nün tam devamıydı. Burada öğrendi Süha Tuğtepe, ‘insanın insanı sömürmediği, ezmediği bir dünyayı sevenlerin solcu olduğunu…

“Verili olanı yaşamamaya karar verdiğimde son sınıftaydım. Öğretmenlik yapmak istemiyordum. Maaşlı çalışan insan olmak istemiyordum. Amirler ve emirlerle yaşamak hiç istemiyordum. Üniversite sınavlarına girip kazanınca da ver elini İstanbul. Ekonomi ve işletme okudum. Üniversite bitince yine verili olanın dışında kalma duygusu ağır basıyordu.”

12 Mart sonrası yeniden esmeye başlayan özgürlük rüzgârına bırakmıştı uzun  saçlarını: “Daha üstümüzde 68 kuşağının, çiçek çocuklarının kokusu vardı” diyor Süha. “Beatles, Joan Beaz dinliyorduk. Troçkistleri izliyordum. Şiirler, öyküler yazıyordum. Yazdıklarımı Memet Fuat’a götürüyordum. Türkiye Yazıları dergisinde ilk şiirim yayımlanınca iyice cesaretlendim.”

1980'e doğru rüzgâr artık askeri bir darbeden yana esmeye başlamıştır. Karakolda polis, sokakta eli silahlı faşistler işkenceden katliama kadar uzanan bir çizgiye tırmandırmışlardır solcularla mücadeleyi.

“Sokakta infaz, karakolda işkence vardı. 1978 yılında Fatih’te bir akşam vakti arkamdan ateş açan ülkücü faşistler iyi nişan alabilseler ve iyi koşabilselerdi şu anda yaşamıyordum. Fatih itfaiyesinin arkasından Haliç’e, oradan Balat’a kadar kovaladılar. Vızıldayarak yanımdan geçen kurşunlar denk gelmedi ve bu yüzden halen yaşıyorum. Tesadüfen yani. Bu duyguyu yıllardır atamadım. Ölümle yüz yüze gelmeyen ne söylemek istediğimi hissedemez.”

Üniversite yıllarında karar vermişti kitapçı olmaya. 1980'lerin başında, herkesin kitaptan korktuğu bir süreçte Teşvikiye’de bir kitap tezgâhı açtı . İşte Akademi Kitapevi Ödülü de alan ilk kitabı ‘Yüzler ve Zarflar’ bu sürecin, 75-82 yıllarının ürünüdür. En mutlu yıllarını Teşvikiye’deki kitapçı tezgâhında yaşadığını söylüyor Süha. “Kitaplardan kurtulmak isteyenler beni çağırıyorlar, para bile istemiyorlardı. Ben de okumak istediklerimi eve ayırıp, kalanını serip tezgâha satıyordum.”

1985'e doğru İbrahim Eren’le birlikte Radikal Yeşil Parti’yi kurma serüvenine katıldı. Bir yandan da Emil Galip Sandalcı’nın başkanlığındaki İHD’nin çalışmalarına destek verdi. Uzun yıllar yurtdışında yaşadıktan sonra Türkiye’ye döndü. Amacı feministler, yeşiller, ateistler, eşcinseller, askerliği reddedenler gibi grupların platform hareketini yaratmaktı. Düşünceleri ilginç geldi ama hiç de öyle algılanmadılar.

“Basın kısa sürede partiyi bir eşcinseller hareketi gibi göstermeye başladı. Bir sabah uyandığımda Günaydın gazetesinde avukat Uğur Olca ile yan yana çekilmiş sakallı fotoğraflarımızın altında ‘Travestiler Taksim Meydanı’nda açlık grevine başladılar’ haberini gördüm. Sonra bir eşcinsele ÖP adında parti kurdurup rakibimizi bile yarattılar. Yüreklerinde insanların yaşadığı vahşetle ilgili küçücük bir duygu bile yaşamayan bu insanlar sadece boyalı sayfalarını satmak uğruna eğlendiler bizimle. Maçoları üzerimize saldırttılar. İbrahim tutuklandı. Hapishanede şişlendi. İşyerinin önünde bıçaklandı. Bu hava iğrendirdi beni.”

İkinci kitabı ‘Düşler ve Seyrek Zamanlar’, toplumun bir türlü kurtulamadığı aile reisi, komiser, komutan, başbakan, bakan, tanrı gibi birbirine sıkı sıkıya bağlı erkek otoritelerin birey üzerindeki yaptırım gücüne bir başkaldırıydı. Yunus Nadi Şiir Ödülü Jürisi bu çalışmasını mansiyona değer buldu.

Düşün dergisinde yazdığı şiirlerinden dolayı dincilerden yoğun tehdit alınca Kuşadası’na gidip kitap tezgâhı açmaya karar verdi. Gittiğinin birinci ayında dönemin Belediye Başkanı Ergin Berberoğlu’nun danışmanı oldu. Ayrı bürosu olacaktı. Saçına, sakalına karışılmayacaktı.

“İlk kez ülkede politikanın ne kadar iğrençliklerle dolu olduğunu gördüm. Özal, yıldızlı otellerin imar iznini bakanlığa bağlamıştı. Yıldız alan istediği kadar kat çıkıyordu. Kuşadalılar bu izni bizim verdiğimizi sanıyordu. Bir anda oy oranımız yüzde 10'lara düştü. Çözüm bulalım diye şehrin hemen arkasındaki yedi hektarlık araziyi imara açtık. Ben ömrümde böyle bir şeyi ne gördüm, ne yaşadım. Bir anda oy oranımız yüzde 70'e çıktı.”

1990'da İstanbul’a döner . Teşvikiye’deki tezgâhını yeniden açar. HEP hareketi yeni başlamıştır. Milletvekili Mehmet Ali Eren’in kardeşi Dilaver ile Şişli ilçesinde farklı bir parti anlayışı kurmaya çalışırlar. Farklı kesimlerin platformunu yaratmayı amaçlarlar. Bu serüven de partinin kongreleri sürecinde sona erer.

1994 yılında Almanya’da öğretmenlik yapan bir kadınla tanışır. Süha’ya “Almanya’ya gelenler gibi para peşine düşüp yazmayı bırakacaksan gelme. Ama yazmayı sürdürmek istiyorsan lütfen gel” der. Şaşırmıştır. İçine işler o sıcacık cümle. O cümlenin ardından gider Almanya’ya. Artık Almanya’da sadece yazmaktadır Süha. 1996'da üçüncü kitabı ‘Sürgün Mozaik’ yayımlanır. Bu kitabında Türkiye’de kırıntısı kalmış azınlıklar için yazdığı şiirler vardır. Dördüncü kitabı ‘Piton Üşümesi’ 2000'de yayımlanır.

Süha Tuğtepe Almanya’da 10 yıl içersinde üç şiir kitabı, üç öykü kitabı ve bir roman yazar. Yazdıklarını bastırmak için Türkiye’ye gelir. Bu gelişinde de Adam Yayınları’ndan beşinci kitabı ‘Güzelhayvan’ı çıkarır.

“Ne kadar güzel hayvan olmak istediysem onu yazdım” diyor Süha Tuğtepe: “Kutuplar arasında çizgileri/tuz kokulu/gizlenmiş çocukları/iyi bilir/insanın güzel hayvanını” Sırada basılacak yeni kitapları vardır. Yenilerini de yazmayı sürdürür, otoriteye başkaldırmaya devam ederek. 2009’da Almanya’da kanserle mücadele etmeye başladı. Ama 26 Haziran 2009’da bu son mücadelesinde yenik düştü. Sonsuzluğa uğurladık onu. Tuğtepe'nin cenazesi Türkiye'ye getirildikten sonra memleketi Kastamonu'nun Cide ilçesinde toprağa verildi.

Şiirleri, Türkiye Yazıları, Broy, Yarın, Varlık, Adam Sanat, Şiir Atı gibi dergilerde yayımlandı. İlk şiir kitabı “Yüzler ve Zarflar”, 1986 yılında Akademi Kitabevi İlk Yapıtlar Şiir Ödülleri`nde mansiyona değer bulundu. İkinci kitabı “Düşler ve Seyrekzamanlar” ise 1990 Yunus Nadi Ödülleri`nde mansiyon kazandı. Yazarın yayımlanan diğer kitapları; “Sürgün Mozaik” (1994), “Piton Üşümesi” (2000), “Güzelhayvan” (2005), “Nişantaşı… Nişantaşı” (2008).


HALK İÇİN ŞİİRLER
4-
Kentlerin seçilmeyen bir fotoğraf karanlığı
Bir şemsiye. Islak talaşlı kasaba dükkanlarını dikiyor önüme sırf vitrin
çakal sesli satıcılar satıyor hayatı
kartları ün ve yalan. Dostlukların
bir paspas rahatlığı. tepe tepe ayaklarını
sırıtıyor tozlanan yüzüme
Katırtırnağım, devetabanım, nebatım... halkım
Yüzümü yıkayıp laleler güller saklıyorum senin için
çocukları... onların çocukları
adını bile bilmediğim cançekirdeklerim suluyor diplerini.

SÜHA TUĞTEPE


KAVGANIN YÜREĞİNDE YAŞAMI SAVUNAN
ŞAİR: KEMAL ÖZER

Çağdaş sosyalist şiirin en önemli adlarından Şair Kemal Özer’i 30 Haziran 2009’da sonsuzluğa uğurladık. Yazılarıyla, yönettiği dergilerle ve 60 kitabıyla kültür dünyamıza büyük katkılarda bulunan Kemal Özer'in, derin birikimi ve çalışkanlığıyla edebiyatımıza kattıklarına paha biçilemez.

Kemal Özer’in ilk şiirleri 1951 yılında Ankara’da yayımlandı. Bu dönemi kendisinin “içgüdüsel dönem” olarak nitelediği bireyselliği ağır basan şiirler izler. 1956-60 arasında yayımladığı şiirleriyle İkinci Yeni etkisinde bir biçim ustası olarak belirir. Çağrışımlara dayanan, soyut imgelerle örülü, betimleyici şiirlerinde onu öteki şairlerden ayıran altını çizdiği çelişkilerdir.

1965′ten başlayarak gelişen toplumsal ve siyasal ortamdan etkilenerek “toplumsal kavganın içerisinde şiirin de etkin bir yeri vardır” düşüncesiyle sosyalist gerçekçi akımı benimsediğinde bu çelişkileri şiirine yansıtmanın rahatlığını da kullandı. Somut imgeli ve anlatımcı bir şiire başladığı varsayılan ‘Yaşadığımız Günlerin Şiirleri’nin altyapısında da yer alan İkinci Yeni’nin buğulu / sisli imgeleri ara ara yüze vurarak şiirini şematizmden korur.

Gündelik heyecanların, acıların, kavga coşkusunun, yani öfke ve sevincin içtenliksiz duygular olarak sloganlaştığı şiirlerden değildir Kemal Özer’in şiiri. Tarihselleşmiş bilincin dingin etkinliği olarak belirir bu tür duygular. Bu yüzden, Kemal Özer şiirini anlamak, yaşadığımız çağda dünyayı değiştirebilecek tek sınıfın çağrısına kulak kabartmaktır.

İnsanlığın evrensel kurtuluş ütopyası olan komünizmin, insanlığın tarihsel bilincinde yok edilmeye çalışıldığı günümüzde, bu çağrının önemini daha da arttırıyor. Kemal Özer şiiri, unutturulmaya çalışılan tarihimizin bir köşesinden dirençle haykırıyor: ‘Sen de Katılmalısın Yaşamı Savunmaya’. İlk baskısı 1975 yılında yapılmış bu çağrının. Yirmi yıl sonra da, bugün, belki ilk basıldığı günden daha fazla coşku uyandırıyor insanda. Demek, yirmi yıl sonra da, bugün, hâlâ: “İnsandan esirgiyor düşman” ve “savunmak gerekiyor yaşamı”

Kemal Özer’e göre, şiir bilinç işidir. “Yaşama bakışım, dünyayı kavrayışım, onu artık sürekli bir kavga olarak nitelediğimi özetliyor. Şiir de bu kavganın bilincini vermekle yükümlü olmalı. İçinde bulunduğumuz durumun, yaşadığımız olayların, düşlediğimiz geleceğin ne olduğunu, nasıl olacağını sezdirmeli, giderek kavratmalı. Bu yüzden güncel olanı yakından izlemeli. Somutlamalı güncel olanı. İnancı, umudu, aydınlığı, yarını, arkadaşlığı, cesareti soyut kavramlardan çıkarıp günlük yaşamamızda yerleri, anlamları olan somut karşılıklarına ulaştırmalı. Şiir, kavganın bir parçasıdır. Şiir, kavganın yüreğinde yer alır, yüreğidir. Çünkü insanın yüreğidir. Yüreği olmalıdır. Bütün çarpışmalarda insanın yanında yer almıştır. Onun yüreğini çarptırmıştır. Ozanı bir bilinç işçisi saydığım için, insan yüreğini bilinçle doldurmanın bir yolu diyorum şiire.” (Kavganın Yüreği, K.Özer, Yordam yay., s.1). Bu söylev, devrimci ozanın üretimini devrimci bilinçle gerçekleştireceğinin kanıtıdır. Devrimci bilinç olmadan, devrimci şiir de olmaz.

  GÜN O GÜN

Gün o gün, vakit o vakit, durma kınında
işte arkadan vurmak, işte emekçinin elleri
afiş asarken bir duvara Ankara’da,
işte satılık itler, sivil giyinmiş ölüm
sabrı sınayan damla, öfkeyi kışkırtan acı
işte Akhisarlı Kerim, yirmibir yaşında
Sıcaklığı var ya bir araya gelmenin
işte onu vurdular karanlığın itleri
tan yeri kızarırken işte uluyarak
işte sökmesinler diye kardeşlik şafağı
işte beslendikleri kapı, üredikleri batak
yas tutmaya alışma, tanı bunları
İndirsin duvaklarını gelinlik kızlar
işte hazır sarmak için bunca yara
işte emeğin düşmanı, celladı tohumun
hesap sor karanlıktan, acıya alışma
dök ortaya gücünü, sıyrıl varsa kaygılarından
baskıyı boğ, zulme diren, şafağı savun..

KEMAL ÖZER


SOSYALİST ŞİİRİMİZİN
GÜR SESLİ ŞAİRİ: TAHSİN SARAÇ

Edebiyatımızın toplumcu çizgide kendine özgü şairlerinden biridir. Şiirin izinden çıkmadan yüksek sesle de okunabilecek devrimci özlü şiirler yazar.

1 Ocak 1930’da Muş’ta doğan Saraç,  29 Haziran 1989’da İzmit’te yaşamını yitirdi. 1952’de Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Fransızca Bölümünü bitirdi. Ardından Gazi Eğitim Enstitüsü Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde önce asistan, sonra öğretim görevlisi oldu. Bir süre, Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu ile Tercüme Bürosu’nda üye olarak çalıştı. Türkiye Öğretmenler Federasyonu ikinci başkanlığını yaptı. Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS)'nın da kurucularından oldu. Tercüme, Türk Dili ve Çeviri dergilerinin yazı kurullarında çalıştı. 1971'de sağlık nedeniyle emekliye ayrıldı.

İlk şiiri "Boğuntu" 1957'de Varlık dergisinde yayınlandı. Dost, Papirüs, Sanat Rehberi, Türk Dili, Varlık gibi dergilerdeki yazılarıyla tanındı. Önceleri ikili üçlü tamlamalarıyla kurguladığı şiirlerini, sonraları toplumsal konulardan kaynaklanan duyarlılıklarla işleyerek zenginleştirdi. Özgürlük, kardeşlik, sevgi, yaşam sevinci, kavga, ölüm, çağın acıları gibi temaları işledi. Türkçe'yi kullanmaktaki özeni, imge zenginliği ve titiz kurgusuyla şiirde sağlam bir yer edindi..  Özde, biçimsellik ve dilde kendine özgün şiirleriyle sosyalist - gerçekçi çizgide ilerleyen şair, sanatçıyı, insanı ve toplumu değiştirmekle yükümlü gören bir bakış açısına sahipti.

Çeşitli oyun çevirileri de yaptı. Fransızca-Türkçe sözlük, bugünde aşılamayan bir eseridir. 1970’de TRT Kurumu Şiir Kitabı Büyük Ödülü, 1986, Asya - Afrika Yazarlar Birliği, Lotus Edebiyat Ödülü gibi iki önemli ödülün sahibi oldu. Yapıtları: Bir Ölümsüz Yalnızlık (1964), Güneş Kavgası (1968),  Direnmeler (1973),   Güvercin Kasapları (1978),     Bir Sevgiyi Görüntüleme (1980), Toplu Şiirler (1989),     Çıplak Kayada Çimlenmek (1989)

GÜVERCİN KASAPLARI

Yel ulur kar toz durur bir kış
Yazı yabanda şu sıra içimiz.
Oysa sevmelerin ustasıyız biz
Bir de alçaklıklarla kavganın.
Alıcıkuş kesiliriz ve de ense kökünde
Göğsümüzdeki o sıcak güvercini
Kara dirgen elleriyle
Boğmaya kalkışanların.

Neden güvercin kasapları, barışımıza kan bularsınız
Öyle kötüsünüz ki
İki gözden dört ölüm bakarsınız.

Tabanca gibidir tabanca
Sevgilenmemiz de vuruşmamız da
Ya yürek dalında patlar
Ya da bir alın çatında.
Ne ki çok kez dalaşmaktansa
Acıdan yükünü tam almış
Güçlü bir katır gibi
Vururuz yalnızlık yokuşumuza.

Neden yolunuz bu denli ıramış güzellikten
Öyle bataklıksınız ki
Bir çiçek düşü bile geçmemiz içinizden.

TAHSİN SARAÇ


40 KUŞAĞININ DİRENGEN SESİ HASAN İZZETTİN DİNAMO
KAVGAMIZA SES VERİYOR

Hasan İzzettin Dinamo, daha genç yaşta faşizm tarafından hedef hâline getirildi. Daha 18-20 yaşlarında hak ettiği bir üne kavuşan, 40 kuşağında adı Nâzım'dan sonra anılan Dinamo, 2. Dünya Savaşı Yıllarında Nazi hayranı iktidarlarca tehlikeli görülerek yıllarca zindanlarda çürütüldü.

Dışarı çıktığında işsizlik adlı büyük hapishaneye girmişti artık. Ekmek parasını kazanabilme çabasıyla gece gündüz zor koşullarda polis tehdidi ardında emeğini çok ucuza sömürtürken şiirini geliştirme olanaklarından uzak kaldı. Dergiler ve yayınevleri polis korkusuyla yaklaşmadılar. Şiirlerini ancak 1970'li yıllardan sonra kitaplaştırma, yayınlama olanağı bulabildi.

Günümüz burjuva yazarları, "yalın", "düz" ve "slogancı" diye burun kıvırırlarken, onun yaşadığı koşulları anlamaktan uzaktırlar. Dinamo'nun çektiği çileyi onların havsalaları hiç almaz, alamaz... Dinamonun şiirleri gerçekten de fazlasıyla politik bir dil taşır. Ama o şiirler hangi koşullarda yazılmıştır bilir miyiz? II. Dünya Savaşı yıllarında hükümeti ve faşizmi politik alanda eleştirmek neredeyse imkânsızdır. Bu alanda göreli bir serbestlik ancak edebiyat dergilerinde vardır. Dinamo o dönemde ses getiren, kimilerininse şimdi küçümsediği, şiirlerini yayımlar. Yayımlanan bu anti-faşist şiirler gündeme bomba gibi düşer. Dinamo halkın sesi olmuştur. Onların söyleyemediğini söyleme cesaretini göstermiştir. Ve tam anlamıyla, egemenlere korku salmıştır. Dinamo onca acıların üstüne, devrimci şiddeti anlatan şiirinde “Sosyalizmi kurduğumuzda, darağaçlarında sallandıracağız halka zulüm edenleri” diye yazdığında elbette korkacaklardı. Faşizmin işgal ettiği Türkiye’yi, Kızıl Ordu kurtarırsa hâlleri nice olurdu? Çekingen Almancılık politikası halkın gözünde böyle deşifre edilmeye başlarsa, Almanya’dan gelen tepkilere nasıl cevap verilirdi? Bütün bunları bilmeden, “Dinamo’nun yazdıkları da şiir mi” demek elbet kolay… Oysa o bir inattı. Sosyalist Gerçekçi Edebiyatın sürdürümcülerinin hapislerde çürütüldüğü, sürgünlerde yitirildiği, öldürüldüğü özetle yok edilmeye çalışıldığı bir ortamda, çekirdek çitleme naifliğinde ürünlerin edebiyata hâkim kılındığı bir dönemde, o faşizme karşı sosyalist mücadele azmini bugüne taşıdı. Bir köprü görevi gördü.

Burjuva şair ve yazarların tüm karalama ve karartma politikalarına karşın Hasan İzzettin Dinamo, gerek romanları, gerekse şiirleriyle her zaman EMEĞİN SANATÇISI olmaya devam edecektir. 20 Haziran’da 23. ölüm yıldönümünde andığımız Dinamo, Kavgası ve şiirleri bilincimizde her zaman yaşayacaktır.

ŞERİATIN KESTİĞİ PARMAK

Acımaz şeriatın kestiği parmak
doğru
insan toplumları
Uluslar, hırslar
Sırasında en bilge başları tutar
Gönderir darağacına
Giyotinin ağzına ayar.

Değersiz gözyaşları
gibi yuvarlanır yere
sırasında ulusların
En bilge başları.
Şeriatın kestiği parmak mı Nefi?
Şeriatın kestiği parmak mı Danton?
Şeriatın kestiği parmak mı Chenier?
Şeriatın kestiği parmak mı Robespierre?
Şeriatın kestiği parmak mı Garcia Lorca?

Evet, hepsi de, hepsi de şeriatın kestiği parmak.
Kimin elindeyse kılınç, tırpan ya da orak
Şeriat onda,
Onun hakkı boyun vurup kelle koparmak.

HASAN İZZETTİN DİNAMO





NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanatiGoogle Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.comFacebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati

NECMETTİN YALÇINKAYA: Gezi Parkı Bizimdir; Vermeyiz!




GEZİ PARKI BİZİMDİR; VERMEYİZ!









“Çabuk üstünü giyin de yetişelim!” diyordu genç kadın.

Evden çıkmak istemeyen kararsız genç erkek, “Nereye, tabakhaneye mi yetişeceğiz?”

“Yok, yok Taksim’e… Gezi Parkına”

“Evde oturalım aşkım, film izleriz”

Genç kız bakışlarını genç erkeğin üzerine dikti;

“Başka zaman oturur film izleriz. Şimdi sırası değil” dedi ve ekledi. “Aşkım, hani Gezi Parkında kocaman bir ağaç vardı ya”

“Evet, vardı, ne olmuş o ağaca?” diye sözünü kesti genç kızın. “Yoksa yıldırım mı düştü üzerine?”

“Yıldırım düşse iyi… Daha beteri oldu/oluyor.”

“Aşkım neler oluyor! Söyle de meraktan çıldırtma insanı”

“O ağacın gövdesine aşkımıza tanıklık etsin diye isimlerimizin baş harflerini kazımıştık ya...”

“Evet, kazımıştık… Üstelik yaşlı bir teyzeden fırça yemiştik. Ne fırçaydı ama…” Acı acı güldü.

“Şimdi iktidarın talimatıyla iş makinalarıyla birileri Gezi Parkına girmiş oradaki tüm ağaçları kesiyor, resmen çevre katliamı yapılıyor. Yerine ağa-babalarına AVM yapılacakmış… Bu da yetmiyor… Gözleri doymuyor yine de İktidarın. Neymiş efendim ‘Anadolu yakasında Selimiye Kışlası varmış da, Avrupa yakasında kışla yokmuş”

“Varsın eksik olsun kışlamız… Olmasın Topçu Kışlası” diye hayıflandı genç erkek. “Aşkımıza tanıklık eden bu ağacı kestirtmem” dedi hiddetlenerek. Hemen cep telefonuna sarıldı. “Sosyal medya aracılığıyla, ulaşabileceğimiz herkese ulaşalım” diye mırıldanıyordu kendi kendine. Önce Twitter’e girmek istedi, giremedi. Aklına gelmedi bir türlü şifresi. Ardından Facebook’a girdi. “Bir benim haberim yokmuş” dedi hayretle. “Herkes Gezi pakında direnişe durmuş” Kapüşonlu montunu geçirirken sırtına.

Gözünü cep telefonundan ayırmayan genç kız “Çatışma çıkmış, devam ediyor hâlâ” dedi.”Toma su sıkıyor, polis biber gazı. Ama kalabalık gittikçe artıyor”

Sokağa çıktılar. Doluydu sokaklar. Ellerinde bayraklar, flamalar, dövizlerle coşkulu bir su gibi Taksim’e akıyorlardı.

Kısa sürede Taksim’e vardılar. Hem oturdukları semt yakın sayılırdı. Toma, gaz, tazyikli su, çevik ve sivil polislere karşı direnen, silahsız ama kararlı ve dirençli halk!

Polis çadırları ateşe vermiş ve terör estiriyordu. Her zamanki gibi korku imparatorluğu inşa etmeye çalışıyordu. Ama bu kez başarılı olamadı. Hayâsızca, çoluk çocuk, yaşlı, kadın, erkek gözetmeksizin saldırıyor, vuruyor, yere yıkıyor, yaralıyor, yerlerde saçlarından tutup sürüklüyor sonra da arkadan ellerini bağlayıp, zorla polis otobüslerine dolduruyordu.

Ortalık yangın yerine dönmüştü. Gaz bulutlar halinde göğe yükseliyor her yanı biber gazı kokusu sarmıştı. Burun içi, ağız içi, dil ve göz içlerini yakan bir gazdı bu. Polis çok bonkördü; fazlasıyla ikramda bulunuyordu. Gezi parkında olanlara sıksa iyi, Metro boşluklarına sıkıyor, canının istediği her yere sıkıyordu. Yerler biber gazı kapsüllerinden geçilmiyordu. “Yaşasın Taksim direnişimiz!” sloganları atan gruba katıldılar. Ağacın kesilmediğini, tüm heybetiyle yerinde, başı dik göğe doğru uzandığını görünce bir çocuk gibi neşeyle sevindiler. El ele tutuşup ağacı sarmak istediler ama kolları kısa kalmıştı. Hiç tanımadıkları birileri el verdi onlara, halka büyüdü, çepeçevre sardı etrafını ağacın sevgiyle. “Kestirtmeyiz seni” diyordu genç adam ve genç kadın. “Sen aşkımızın tek tanığısın”

“Bunun için mi buradasınız?” diye sordu el verenlerden biri. Ardından gülümsedi.

“Evet”

“Ya sen?”

“Ben mi? Ben de dayatılan yasaklardan ötürü buradayım. Neymiş efendim: ‘milli içeceğimiz ayranmış!’ denildi. Ardından içki yasağı getirildi.”

“Ankara Metrosunda ahlâk anonsu yapıldı, ona ifrit oldum; bu yüzden buradayım.” Dedi bir başkası.

Araya biri girdi. “İleri demokrasiye gıcığım” dedi. “O yüzden buradayım”

“1 Mayıslarda yasak ya burası, o yasağı delmek için buradayım”

“Yaşasın Taksim direnişimiz!”

“Direnin arkadaşlar, haklı direnişimiz halka halka Türkiye’nin her yanına dağılıyor. Destek geliyor” diye bağırıyordu genç bir kadın. Sesi gaz bulutlarını delerek çok uzaklara taşınıyordu âdeta.

Aslında direnmeleri için yüzlerce farklı neden vardı ortada ama amaçları tekti! Taksim bir onurdu, kavganın başkentiydi, direnişin kalesiydi!

O sırada ağacın etrafı gaz maskeli polislerce sarıldı. Ellerindeki coplarla saldırdılar acımazsızca vurmaya başladılar. Polislerden biri,

“Ağacın etrafından ayrılın!” diye bağırıyordu. “Vurun, vurun!”

Kendisini kimsenin tınlamadığını görünce deli divaneye döndü, zıvanadan çıktı. Belindeki copunu çıkardı, tüm hıncını kusarak yerdekileri coplamaya, tekmelemeye başladı. Boşunaydı uğraşı; bir avuç kararlı insan birbirlerine sıkıca kenetlenmiş, onur, direniş sembolü olmuş bu ağacı teslim etmiyor aksine daha da sıkıca sarılıyordu. Polislerden biri Toma’nın yanına seğirtip gitti. Eliyle ağacın etrafına bir sevgi yumağı olup kenetlenmiş insanları işaret ediyordu. “Su sıkın, su sıkın oraya, ayırın bunları birbirinden!” diye bağırıyordu.

Toma yönünü ağaca doğru çevirdi. Suyu sıktı, ama cılızdı su, ağaca kadar ulaşamadan bitmişti. Bunca zulme ve haksızlığa isyan edercesine tanıklık eden başka bir ağaç dayanamadı hızla devrildi Toma’nın üzerine, az kalsın altında kalıyordu o bağıran polis. Güçlükle kurtardı kendini ve söylene söylene arkasına bakmadan kaçtı uzaklaştı oradan.

Yüzleri yara bere kan içindeydi ama gözlerinde bir direnişi kazanmanın ışıltısı vardı.




NECMETTİN YALÇINKAYA


ADNAN DURMAZ: Yürek Tufanla Sınanır






YÜREK TUFANLA SINANIR









gövel bakışlarında
eğme kirpikli yarin
aşk bedir bedir
gönlün ay ayla
o zaman yarlarında
çavlanlar coşmuyorsa
kendini adamım sayma

dünyanın bir ucunda
ezilenlerin düşü
bahar coşkularıyla ayaklandıkça
yürek çelik yumruk gibi
ayağa kalkmıyorsa
diklenmiyorsan zuluma
karıncalar gibi kırılırken çocuklar
kimyasal silahlarla
içinde şimşekler balkımıyorsa
gözlerinden sağnaklarca
erimiş kurşun hüzünler
yanağına yağmıyorsa
yaşadım sayma

uçurum başlarında asi çiçek vurulur
cehennemler yaşatılır halklara
gökçe fidan umutlar cellatlara verilir
içinde yalım seli isyanlar taşmıyorsa
haklıdan yanayım sayma

bilinmez kuyunun dibi
insan devranda denenir
çelik ateşte donanır
bazan yokluk ile varda
direnişte bir de yarda
fırtınada gemi gibi
yürek tufanla sınanır

böyle bezirgan bir çağda
sevdadır kavga
kavgadır sevda…




ADNAN DURMAZ




YAŞAR DOĞAN: Gezi Parkı Tvisti—MELİH COŞKUN: Ağzını Her Açışın İsyan Olsun






GEZİ PARKI TVİSTİ








Ben yürüyorum o Gezi parkında O gazı ben soluyorum
Benim başımda patlıyor kimileri ortalığa yayılmadan önce
O kaosun O direnişin O kardeşliğin O güzelim dayanışmanın
Ortasında haykıran seslerden biriyim Saatlerce yürüyorum bir
başka kıtada sizinle…

Benim sırtımda kırılıp dağılıyor barbarlığın sopası O kopan ciğer
O jop ile paralize olan bel bacak el kol ve kelle benim Kaldırma
Devrilip düşen benim canım Benim şimdi uzak bir kente yıllardır
mülteci olan benim canımdır öylece parçalanan o Meydanlarda

Kent-kent semt-semt ağız/ burun dağıtan tekmeler benim
yüzümde patlıyor Çıkan göz kırılan dişler benim dişlerim
Ana vatanımın en güzel kaynaklarını Talan eden Vatanımı
Silah ve işgal zoruyla elde edemeyen Emperyalizme kapıları
sonuna kadar açan Müslüman maskeli şeytanlara karşı baş kaldıran
bu eylemin Güzelliğini giyinip Ölünceye kadar Gurur duyacağım
sizinle Ey güzel halkım…

Bilmem saydınız mı? O tazikli sular altında kaç metre birden
Savrulup giden beden benim bedenim… Susturulmuş medyaların
Suratına Tükürdüğünüz kadar Türküm / Kürdüm/ Aleviyim / Suniyim/
Lazım/ Çerkezim/ Ermeniyim / Rumum Sizin gibi İnsan gibi yaşamayı
Prensip edinmiş bir Çapulcuyum…

Bazen de iki ayyaşız Sevgilim / Hayatı toz-pembe görmek isteyen!

Ey Ulu Anadolu halkları… Devam! Sonuna kadar devam!
Finanse edildikleri yerde alsınlar son nefeslerini
Bizi bölüp koyun gibi güdmeye çalışanlar…
Haydi! Ne olur politik olmadan İktidar olunuz!




04/06/2013
YAŞAR DOĞAN / Lolan













AĞZINI HER AÇIŞIN İSYAN OLSUN








Bilmezdim meşruluğunuzun
Kapı ardında
Kopartıp kafalarımızı
Kendi içki sofralarına
Meze yaptığını

Bizi önce zehirleyip
Sonra panzehirini satan
Vahşi kapitalizmin
Köpek dişleri çırılçıplak tenimde.
Alnımda resmi yarası silahlarınızın

Ey benim,
Gençliğine doymamış nice kurbanlar verdiğim
Ve ömrümü bir an bile düşünmeden yoluna serdiğim güzel yurdum,
Bilmezdim insan kalan yanımın
Emperyalizmin tek dişi kalmış ilkelliğine boğdurulduğunu...

Asırlar var ki
Kollarında dikiş tutmaz yaraları
Paslı bıçakların,
Geceler boyu üzerimize yağdırılan tonlarca misket bombası
Ve ciğerimde en büyük yarası
Bağrımızdan kopmuş ihaneti kendi döllerimizin
Santim santim satılan
Her karışı uğruna kan dökülmüş vatan toprağı

Söylediğim her kelime
Boynunun borcu olsun çocuk
Ağzını her açışın isyan olsun
Ve öyle sağlam dur ki
Hiçbir rüzgar savuramasın seni...





MELİH COŞKUN