Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Mart 2013 Perşembe

EMEĞİN SANATI'NDAN 136. MERHABA






Merhaba

Atalar, “mart ayı dert ayı” derler. Bu sözdeki toplumsal hikmeti bir yana bıraksak da sosyalistler için mart ayı hem acıların, hem sevinçlerin ayıdır. 12 Mart faşist darbesi, 12 Mart Gazi mahallesi katliamı, 16 Mart Beyazıt katliamı, gene 16 Mart Halepçe katliamı ve 30 Mart Kızıldere...

Tüm bunlara karşın, gene acıların içinde süzülen ama umudun ve direnişin adı olan üç önemli gün de Mart ayı içinde doruklaşır. 8 Mart Uluslar arası Emekçi Kadınlar Günü 18 Mart Paris Komünü ve 21 Mart Newroz..... 21 Mart’ın yüklendiği bir önemli gün daha vardır. Afrikalıların kanları pahasına direnişleriyle kazanılan Güney Afrikadaki ırkçı aparthead  yasalarını parçalayan Dünya Irkçılıkla Mücadele Günü.  Mart ayı,  sanatsal iki önemli günü de içinde barındırır: 21 Mart Dünya Şiir Günü, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü...        

 Her 21 Martta bir şaire bir bildiri yazdırılır. Gelin bu yılın bildirisini  biz yazalım. İçbükey, mızmız, pısırık şiire karşı yükselen bizim sesimiz olsun bu bildiri de:

Şiir; insanoğlunun hiç durmayan iyiyi, güzeli, doğruyu arayışını gösterir. Bağlı olduğu dilin çiçeğini, ulusun özünü verir. 

Dilimlenen yaşamın her renginden, her kokusundan, her düşünce ve duygusundan tat almalı, sınır tanımadan büyümelidir şiir. Octavia PAZ, “Şiirlerden bir hayat yaratmaktansa, hayatın kendisini şiire dönüştürmek daha iyi olmaz mı?” derken bu anlamda şiirin yaşamla ilişkisini ortaya koymaktadır. Bu açıdan şiirin olanaklarından da yararlanarak şiirin yaşamla ilişkisini ve iç içe oluşunu açalım:    

Şiir, bayrak olur sevgiye, dalgalanır âşıkların dudaklarında.

Şiir, al benekli bir uçurtmadır, kelebek gibi, fırfırlanır okuyanların yüreklerinde.

Şiir, fırtınalı gecelerde bir balıkçı barınağı; güneşli havalarda yüreklerde patlayan bir sevda sağanağı!

Şiir, bir yılkı atı, atlatıvermiş boranı, kışı; çiçeğe kesen ovalarda karşılıyor baharı.

Şiir, güneşte demlenmiş dostluk gibi;  sarp kayaları dönüştürür gül bahçesine.

Şiir, zamanı un ufak eder, erirken nice güzeller, güzellikler umursamaz yüzyılları.

Şiir, sazın tellerini yoklayan bir tezene; ustasının  elinde akar ezgilene ezgilene...

Şiir, sevdalı tellerde gezer, dil dil açar çiçeklenir;  öter sazın yüreğinde gül gül açar biçimlenir. dudaklardan su tadında yüreklere akıverir.

Şiir, yürek tezgâhında dokunmuş bir  kilim rengârenk, tepeden tırnağa ezgi ve âhenk...

Şiir, karanlıkları yaran yakut saplı bir bıçak, geceyi gündüz eden sevgi şimşeği; yanar döner, gül ışıklı bir havaî fişeği.

Şiir, bir güvercin gibi konar sevenlerin yüreğine, bir şahan gibi iner zalimin tepesine!

Şiir, bir çağladır zemheride çiçeğe kesen, karların arasından baharı karşılayan  bir kardelen!

Gerçek şiir, gerçek dünyanın şiiridir, çünkü bu zafere ulaşabilmesi için uğrayacağı değişikliklerin öğeleri bu dünyanın içindedir. Gerçek şiir, iyiliğin şiiridir; yeryüzündeki bütün insanlarla birlikte bireyciliği, yenecek, gene bütün insanlarla birlikte karanlıkları ve toplumsal baskıyı yenecek olan şiirdir. Gerçek şiir, insanın iç gücünün, umudunun ışığıdır.

Karartmayacağız bu ışıkları. Bu ışıklardan  yarınların şafağını tutuşturacağız.



Ali Ziya Çamur



BU SAYININ SAVSÖZÜ


Sanatçı sonsuz öfkesini sonsuz bir sevgiye dönüştürebilen bir tür dinamo olabilmelidir. Bugünün ortalama sanatçısı öfkesini kaybetmişe benziyor, sevgi de üretemiyor.

Kendi çağının temel proplemlerinin kaynağındaki ilişki ve süreçleri öfkesiyle göğüsleyip, umudu çoğaltması, sanatçının memleketine, bölgesine, tarihsel çağına yapabileceği en önemli katkıdır. Değer verdiklerinin örselenmesine neyin sebep olduğunu anlamak, kendi meseleleriyle diğer toplumsal meseleler arasında ilişki kurabilmek, buna tavır koyabilmek de en önemli sorumluluğudur.

Madem zamanımız azalıyor, koşullar hepimizi her geçen gün daha çok sıkıştırıyor, o zaman safları sıklaştırıp, ortak bir mücadele zemini örecek ve üreteceğiz. Üretmek ve mücadele etmek, birbirini davet ediyor: Geçmişe ağlamak fayda vermez, gelecek ise kimin ne yaptığına bağlı olarak şekillenecektir.ÇAĞRI KINIKOĞLU(Sol Gazetesi, 22 Ocak 2013)  


YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ


M. ŞEHMUS GÜZEL’İN YENİ KİTABI: “DUHOK KONUŞUYOR”...

Mayıs 2011’de Duhok’ta düzenlenen “Kürdoloji 2. Uluslararası Konferansı”na katılan M. Şehmus Güzel’in gözlem ve izlenimleri, Eşber Yağmurdereli yönetimindeki Kibele Yayınlarından “Duhok Konuşuyor”  adıyla yayınlandı.

M. Şehmus Güzel kitabında «Kürdoloji 2. Uluslararası Konferansı» için bulunduğu Erbil ve bilhassa Duhok’taki günlerini, kendi geçmişiyle, çocukluğuyla, ilkgençliğiyle harmanlayarak anlatıyor. Daha birkaç yıl önceye kadar tarümar edilmiş Duhok kentinin nasıl yoktan varedildiğini ve insanlarının nasıl kısa zamanda aradaki açıkları kapadığını da.

Toplumbilimsel ve siyasi gelişmelere de yer veriyor. Eleştirilerini de ihmal etmiyor. Kibarca ama apaçık bir biçimde, yazarak.  Kitabın arka kapak yazısını tadımlık niyetine aynen aktarıyoruz:  « Başını minibüsün ön penceresinden salıvermiş. Kara ve gür saçları rüzgarda alev alev. Fistanı sarı, kırmızı, yeşil. Minibüs sol yanımızdan yıldırım hızıyla geçiyor. Kara ve gür saçları rüzgarda alev alevin minik bir kız çocuğu olduğunu görebiliyor, yüzündeki tebessümü farkedebiliyorum. O geçip geniş yolda yıldırım hızıyla, uzaklara taşıyor tebessümünü. Sağımızda bitiveren başka bir minibüsteki yine minik birkaç kız ve erkek çocuk epey tezahüratla el sallıyorlar, el sallayarak yanıtlıyoruz. Sağdaki ince uzun yola sapıp dut ağaçlarının ötesinde gözden yitene kadar yüzlerindeki tebessüm ve ellerindeki selam eksilmiyor. Bizi bir heyecan kaplıyor. Bize bir şeyler oluyor. Biz dediğim minibüsteki on veya oniki kadar bilim kadını ve erkeği, yayıncı, yazar, gazeteci ve şoförümüz. Solumuzdan aynı anda üstü açık küçük bir kamyon geçiyor, her biri karöserin birer tarafına bir eliyle tutunmuş, pırıl pırıl beyaz gömlekleri rüzgarda şişip inen şişip inen iki çocuk, iki kardeş mutlaka, gözlerinden, kısa kesilmiş kara saçlarından ve dudaklarından eksik olmayan tebessümden belli, el sallayarak bizleri selamlıyorlar. Çocuklar, kardeşlerim, bu ülkede mutlu.

Burası Duhok nam ülkedir. Paris, Berlin, Madrid, Roma değildir. Duhok’tur.

Evet sadece Duhok’tur. Kürdistan Federe Bölgesi’nin kendini yoktan var eden kenti. Burası viraneden bayındır bir şehir oluşturan katıksız, harbi, hakiki ve samimi insanların kentidir. Bu ülkede kardeşlerim daha yirmi yıl önce on bin nüfus mükimdi ve hiç kimse ekmeğine katık, çocuğuna süt ve peynir ve bir elma bile bulamıyordu. Tek köy, tek koyun, tek keçi, tek inek, tek ağaç kalmamıştı. İnsanlıklarını Bağdat’taki yatak odalarında üstlerinden bir yılanın derisini çıkarıp atması gibi terk eden caniler çünkü önce yağmalamış, sonra taş üstünde taş bırakmamış, yakmış, yıkmış, yıkmış yakmışlardı. Gökyüzü, Toprak Ana, Doğa Baba utançlarından yüzlerini kapamış, göz yaşlarını içlerine dökmüşlerdi. İşte onlar, katiller, başabelalar vurmuş, kırmış, sorgusuz sualsiz canlarımızı canlarımızdan almışlardı. Çocuklar babasız, analar erkeksiz bırakılmışlardı.

Ferman onlardaydı, peki, ama dağlar bizimdi. Dağlar kalan canları saklamasını bilmiş ve zamanı gelince yılanlar deri değiştirmek için ağır ağır sürünürken haklarından gelinmişti. Dağlardan inen çağlayanlar pislikleri silip süpürmüş. Al bu koyun, bu keçi, bu inek senin demiştiler. Bir koyuna bir tane daha eklenmiş. Bir keçiye bir tane daha. Koyun, keçi ve ineklerin binlercesi şimdi birarada süt, peynir ve kaymak fabrikası gibi tıkır tıkır çalışıyor. Çocuklarımız artık aç karnına yatmıyor, yiyiyor, içiyor ve analı babalı büyüyorlar.

Bizzat gördük, dinledik, duyduk, anladık. Hem güldük, hem ağladık. Kürt halkının ve kadim dilinin geleceğine umutla baktık. Çok heyecanlandık. Bu kentte çocuklar artık mutlu, çünkü bugünlerinden ve yarınlarından umutlu.

Size bir de Duhok çarşısında gördüğüm, başlarını okşadığım, sakız satıp eve katık götürmek için çabalayan tertemiz çocukların bakışlarını anlatmalıyım. Farzedin ki bizim çocuklarımız.»

M. Ş. Güzel, Duhok Konferansının dikkate değer noktalarını 6 maddede ele alıyor:

“Bir: Kürtçe’nin halklararası bir dil olduğu ortaya çıktı.

İki: Resmî adıyla Kürdistan Federe Bölgesi’ndeki Kürtler, konuşmaları doğrudan doğruya dinleyenler, televizyon ekranlarında izleyenler, bizzat gördüler ve duydular : Almanyalı, Amerikalı, Fransalı, İtalyalı, Macaristanlı, Hollandalı, İngiltereli bilim kadın ve adamları Kürtçe konuşuyorlar. Kürtçe yazıyorlar. Kürtçe’ye hakimler ve bu dilin gelişmesi için araştırıyorlar, yazıyorlar, öneriler yapıyorlar, sürekli çalışıyorlar. Bu alanda geçmiş on yıllardan bu yana yayınlanmış birçok ciddi araştırma bulunuyor. Kürdoloji alanındaki çabalar yeni bir uğraş da değil: Kimi ülkede yıllardan, on yıllardan beri, kimi ülkede ise yüzyıldan beri sürüyor. Bunların örnekleri konferans boyunca her konuşan tarafından yapılanların, yayınlananların künyeleriyle takdim edildi.

Üç: Kürtçe’nin tarihi bugün daha iyi tanınıyor. Kürtçe alanında ükemizde, bölgemizde, Avrupa’da, Amerika’da ve diğer kıtalarda yapılanlar artık daha iyi biliniyor. Onlara sahip çıkılıyor.

Dört: Kürtçe’nin coğrafyası gittikçe genişliyor. Kürdistan sınırlarını aşıyor, Avrupa ve Amerika’da yankılanıyor. Kürtçe birçok ülkede önemli okullarda, üniversitelerde, bilim kurumlarında inceleniyor, araştırılıyor, konuşuluyor.

Beş: Kürtçe’nin arşiv dili olmadığı, yaşayan bir dil olduğu ispat edildi. Tarihi veya tarihte kalmış, gününü doldurmuş bir dil değil, zengin, önü açık ve umutlu bir geleceğe doğru yürüyen bir dildir.

Altı: Kürdoloji için şimdiye kadar göz nuru ve alın teri döken öncüler, Joyce Blau, Celile Celil, Michael Gunter, İsmail Beşikçi, Mirella Galletti, Kendal Nezan, Jean-Marie Pradier, Ephrem İsa Youssif, Birgit Ammann, Kadir Yıldırım, Reşo Zilan, Knyaz Mirzoev yanında Janet Klein, Birgül Açıkyıldız, Hamit Bozarslan, Michiel Leezenberg, Salih Akın, Khanna Omarkhali, Eszter Spat, Abdulrahman Adak, Hashem Ahmadzadeh, Khalid Khayati, Beyar Mustefa gibi yetenekli, dinamik, çalışkan bir kuşak yetişiyor. Kürdolojiyi umutlu ve mutlu yarınlar bekliyor. Kürtçe’nin canlı kalması, daha çok gelişmesi için öneriler yapılıyor. Bu amaçla yeni gelişmeleri dikkatle izleyen, irdeleyen, Kürtçe’nin düzenli bir biçimde gelişmesi için bugünden katkı yapan genç kuşak bu konuda umut veriyor. Bununla yetinmemek, yeni dilbilimcilerin yetişmesi için daha çok çalışmak gerekiyor.”

Kitaba internetten, İstanbul’da Kibele Kitapevi’nden veya  Kibele Yayınları’nın şu numaradan ulaşılabilir:(216) 450 65 00


DİRENÇ KÖSE’DEN  YENİ ŞİİR KİTABI:
“YÜZÜNÜN YARISINDA  GÜN İZLERİ”

Direnç Köse’nin, Belge Yayınlarının Poetika Dizisinde yayınlanan “Yüzünün Yarısında Gün İzleri” başka bir dünyanın hümanist ve yaşam dolu ütopyalarla bezendiğinde mümkün olabileceği kaygısından doğmuştur

Kitap bütün zorluklara rağmen okuyucuyla buluşmak ve okurun parmak uçlarından, zihnin o betimsiz kıvrımlarında bir parçada sen olabilmek adına dört bir taraftan örselenmiş yaşamın kıyısında biraz ses , biraz nefes olabilmek adına okurla buluştu.

Emir Ali Yağan’ın kaleme aldığı arka kapak yazısında şu sözlere yer veriliyor:

"Hangi çağa vursam örseleniyorum,
Giyotine vurulup elektrikle terbiye ediliyorum;
Hangi güne tutunsam bir yanım gecede kalıyor..."

Direnç Köse'nin bu üç dizesinde geçip giden çağların kıssadan  özeti var sanki.

"içtiğimiz suda siyanür, soluduğumuz havada kurşun"

Yaradılıştaki noksanlığı gidermeye, insanı yer yüzüne taşeron kılan tanrı, böylesini hesap etmemiş olmalı ki, işaret edildiği gibi ehli olmayan ellerde örselenir dünya.  Daha da umut ve intizar, düş ve tahayyül. Tanrılara eşlik koşan şairlere mahsus inattan gayri. Bir başka dünya olasılığına işaret ediyor Direnç Köse şiiriyle...”  


ULUSLARARASI BORNOVA ŞİİR GÜNLERİ DÜZENLENİYOR.

Onur konukları, Adonis ve Ahmet Oktay’ın olacağı Uluslararası Bornova Şiir Günleri 21-22-23 Mart tarihlerinde gerçekleşecek.

Uluslararası Bornova Şiir Günleri etkinliklerine Adonis, Oruç Aruoba, İsmail Mert Başat, Muhammed Bennis, Şeref Bilsel, Ali Cengizkan, Refik Durbaş, Betül Dünder, Metin Fındıkçı, Yılmaz Gruda, Tamer Gülbek, Bahadır Gülmez, Cenk Gündoğdu, Doğan Hızlan, Kenan ışık, Emel İrtem, Faris Kuseyri, Emirhan Oğuz, Ahmet Oktay, Mustafa Şerif Onaran, İlker Özdemir, Demir Özlü, Hüseyin Peker, Kenan Sarıalioğlu, Ülkü Tamer, Halim Yazıcı katılacaklar.

Etkinlikjte işlenecek konular: "Ahmet Oktay Şiirinde Zaman Ve Mekan"(İsmail Mert Başat), "Ahmet Oktay Şiirinde Kent İmgeleri"(Bahadır Gülmez), "Şiir Eleştirmeni Olarak Ahmet Oktay"(Mustafa Şerif Onaran), "Ahmet Oktay Şiirinin Türk Şiirindeki Yeri"(Ali Cengizkan), "Bir Düşünce Adamı Olarak Ahmet Oktay"(İlker Özdemir), "Adonis Şiirinde Kadın Ve Aşk"(Metin Fındıkçı), "Arap Coğrafyasının Dışında, Adonis Şiirinde Başka Dünyalar"(Faris Kuseyri), "Adonis Şiirinde Doğu İmgesi"(Şeref Bilsel), "Dilin Eleştirisi İle Eleştiri Dilin Arasındaki Adonis"(Muhammed Bennis), "Adonis Şiirinde İnsan Ögesi"(Kenan Sarıalioğlu), "Şairler Arasında Kadın Olmak" (Betül Dünder – Emel İrtem), "İzmir’in Şiir Damarı"(Halim Yazıcı – Hüseyin Peker), "Şarabın Ve Şiirin Aşkı"(Muhammed Bennis), "Şiir Çevirisi Ve Sorunları; Çeviri Şiirin Türk Şiirine Kattıkları"(Bahadır Gülmez – Oruç Aruoba), "Günümüz Şiirinde Toplumsal Gerçeklik" (Emirhan Oğuz – Cenk Gündoğdu – Tamer Gülbek), "Türk Şiirinde Evreler Ve Antolojiler"(Ülkü Tamer – Refik Durbaş), "Dostum Ahmet Oktay"(Yılmaz Gruda), "Türk Şiirinde Adonis Ve Ahmet Oktay"(Doğan Hızlan)

Etkinlikler Bornova Belediye Uğur Mumcu Kültür Merkezi'nde yapılacaktır.


27 MART DÜNYA TİYATRO GÜNÜ
DÜNYADA VE ÜLKEMİZDE ETKİNLİKLERLE KUTLANIYOR…

Dünya Tiyatro Günü dünyada ve ülkemizde çeşitli etkinliklerle kutlanıyor. İnsanın insanîleşme sürecine en büyük katkıyı sunan sanat olan tiyatronun hayatımızdaki önemi bir kez daha ortaya çıkıyor. Bugün, bin türlü olanaksızlıklara karşı, sansüre, adli soruşturmalara rağmen tiyatroya gönül veren sanatçılar, perdelerini açma çabasını sürdürüyorlar.

27 Mart Dünya Tiyatro gününde, tiyatro sanatına emek ve gönül verenleri, her akşam tiyatroya koşanları, sahneye koşanları değerli tiyatro sanatçısı Oben Güney’in sözleriyle selamlıyoruz:

Tiyatro, iki kalas bir heves değildir.
Tiyatro, minder komikliği değildir.
Tiyatro, insanı taklit olayı değildir.
Tiyatro, soytarılık değildir.
Tiyatro, bir yaşama biçimidir.
Tiyatro, dünyayı yorumlamaktır.
Tiyatro, insanla İNSAN’ı yaratır.
Tiyatro, bir bilimdir.
Tiyatro, bir doğadır.
Kısacası, Bayanlar, Baylar,
Tiyatro İNSANLIK’tır.


ŞİİRİNİ HALKIN YÜREĞİNDEN SAĞAN ŞAİR
CEYHUN ATUF KANSU’YU ANIYORUZ…

17 Mart 1978’de yitirdiğimiz Ceyhun Atuf Kansu, şiirleriyle halkın yüreğinde yaşamaya devam ediyor.
Edebiyatımızda halk sesini şiirle buluşturan Kansu, hayatın zenginlikleriyle insan sevgisi buluşturmuş bir şairdir. O, insan manzaraları verdi, halk albümüne fotoğraflar topladı, gerçeği şiirin ufuklarına aktaran hayattan ve insandan tutanaklar düzenledi. Şiirlerindeki içtenlikten doğan bir özellik de, günlük konuşma dilini ustalıkla kullanmasıydı. Ayrıca kısa dizelerle yoğunlaşma yolunu benimsedi, sözcük savurganlığından uzak durdu, özenli bir dil işçiliğini öne çıkardı. Somutlaştırmaya, bağdaştırmalara, yer ve kişi adlarına, evrensel izleklere büyük önem verdi. Dünyadaki devrimci direnişlerini ve önderlerini taşıdı şiirlerine.
Sanat anlayışını başta sarsılmaz idealizmi, yaşadıkları, tanıklıkları belirledi. Düş iklimlerinden geçerek, hayatın gerçekçi varsıllığına vardırdı yolunu. Duygusal renkler, bireyselliğin toprağını havalandırırken, özü, toplumcu aşamaya ulaştı.
Yüreğini halkın yüreğine sığdırmaya çalışan, onunla birlikte çarpan bir şiir oldu Ceyhun Atuf Kansu şiiri. Ceyhun Atuf Kansu’nun sanatını, duygu, düşünce evrenini besleyen özsu Anadolu halk kültürünün içinden geldi. Sevgiyle kucakladı halkı… Büyük kentlerde, lüks muayenehanelerde görevini sürdürme olanağı varken, o içindeki halk sevgisiyle, Tokat Turhal Şeker fabrikasında işçilerin ve ailelerinin doktorluğunu tercih etti.

TUTUKLAMAYIN OZANLARI

Bir ozanı tutuklamak
Tutuklamaktır ana dilini
Gökyüzünü yoksunlamak Türkçeden
Kırmaktır en taze dalı su yürürken

Bir ozanı tutuklamak
Tutuklamaktır ana sözcüğünü
Dili büyüten güneşli kapı önlerinde
Konuşurken gelen geçenle

Bir ozanı tutuklamak
Tutuklamaktır yaşamın pınarını
Bir ulusun yağmurlarını biriktiren
Ve akıtan zamanın dağ eteğinden

Bir ozanı tutuklamak
Nisan başlangıcında bir daldan
Üreyen bir gül haberini
Dondurmaktır ve sürdürmektir zemheriyi

Ozanı tutuklayan toplum, tutuklar kendisini
Bir büyük hapishanedir artık orası
Devlet adamı da tutukludur orda bir bakıma
Muş ovasında ot biçen bir köylüyü de..       

CEYHUN ATUF KANSU
               

DEVRİMCİ ELEŞTİRİNİN GÜR VE 
YARATICI SESİ: ZÜHTÜ BAYAR

Asım Bezirci’nin ortaya koyduğu “nesnel eleştiri” anlayışından hareket ederek Marksist kuramın ve edebiyat eleştirisinin edebiyatımıza uygun yorumunu yapan eleştirmen, yazar Zühtü Bayar’ı 26 Mart 2011 günü sonsuzluğa uğurlmıştık..

Lise öğrenimini politik nedenlerle yarım bırakan Zühtü Bayar, öğrenimini sürdürme olanağı bulamasa da kendisini geliştirmesini bildi. TMGT’nin yayın organı “Gençlik” ve izlem yayınevinin çıkardığı “Oyun” dergilerinde çalıştı. Daha sonra İTÜ Talebe Birliğinin yayın organı “Oturum” dergisini, daha sonra   adında ilk kez “Sosyalist Edebiyat Dergisi " ibaresini taşıyan Gelecek dergilerini yönetti. Yansıma dergisinin kurucuları arasında yer aldı. Türk Solu, Yeni Ortam ve Vatan gazetelerinin sanat sayfalarını hazırladı. 1973’te sıkıyönetim mahkemesince sorgulandı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Türkiye Gazeteciler Sendikası, TYS ve N.Hikmet vakfı danışma kurulu üyeliğinde bulundu.

İlk yazısı “Okuldışı İzcilik” 1961’de Gençlik dergisinde çıktı. Politika ve sanat konusundaki yazılarını; Varlık, Yelken, Yeni Gerçek, Soyut, Papirüs, Ant, May, Türk Solu, İnsancıl, Matbûat ve Nostromo dergilerinde yayınladı. Edebiyat kuramı ve eleştirisiyle uğraştığı yıllarda, Burhan Günel, Tekin Sönmez ve Burçak Evren gibi birçok ünlü imzayı keşfedip, yetişmelerine katkıda bulundu.

Bayar, daha sonraki yıllarda derin tarih ve arkeoloji çalışmalarına dalarak; tarihî maddeci dünya görüşünden hareketle kendine özgü bir tarih felsefesi geliştirdi. Özellikle Osmanlı ve İslam sikkeleri konusunda yaptığı araştırma ve buluşları, batı kültüründe de ilgiyle karşılandı. Son yıllarda bilimkurgu türündeki öykü ve romanlarıyla dikkatleri üzerine çekti. "Bilimkurgu ve Gerçeklik" (2001) adlı kapsamlı incelemesinde; bilimkurgu sanatının yalnız bir sanat türü değil, aynı zamanda doğa ve toplum karşısında pozitif bir tavır; giderek bir dünya görüşü olduğunu ileri sürdü.

Eserleri: İnceleme; “Eğitim Sorunlarımız”(1964), “Nâzım Hikmet Üzerine” (1967) “Nâzım Hikmet’in Oyun Yazarlığı”(1995), “Bilimkurgu ve Gerçeklik”(2001); şiir, “Zaman Aynası”(1980), roman, “Filler Mezarlığı”, “Sahte Uygarlık”(1999); öykü, “Geyşa Android Şirketi”(1999); derleme; “Yazdık Nazım Nazım Diye”, (Günel Altıntaş’la, 1974), “Nazım Hikmet Yazıları”(1976); Çeviri; “Düşünceler ve Pırıltılar” (1994), “Kıyametten Sonra” (öykü antolojisi, 1991)…

“Karşı olmak, eleştirmek ve yadsımak... Yeniyi önermek, bir şeyleri değiştirmeye çalışmak ve hayatı yeniden yorumlamak... Sanatın içsel ve temel nitelikleridir bunlar... Bu nitelikleri gerçek sanatın var olduğu her yerde ve her sanatsal yaratışta görmek mümkündür.

Toplumların dar geçitlerinde sanatın bir niteliği daha iyice belirginleşir; baş kaldırıcı niteliği...” ZÜHTÜ BAYAR


DEVRİMCİ ŞİİRİN ÖNCÜLERİNDEN İLHAMİ BEKİR TEZ
KAVGAMIZA SES VERMEYE DEVAM EDİYOR…

Afrika’da başlayıp İstanbul’da süren, ilkokul öğretmenliğiyle Anadolu’yu dolaşan bir yaşamın yolcusudur 1940 kuşağının öncü ozanlarından İlhami Bekir Tez. Şiir serüveni Milli Mecmua, Servetifünun’la başlar ama sosyalist gerçekçi bir şair olarak sürer ve 29 Mart 1984’te sona erer.
Tez’in önemli bir yönünün de şiirimizde özgür koşuğu Nâzım’dan önce başlatan şair olduğu söylenmektedir. İ. Bekir Tez, bu savı kabullenmez, düşüncesini şöyle açıklar: “Bu yanlıştır. Bunu ayırt etmek lâzım. Bir serbest nazım vardır, müstezattan dönmedir. Yani serbesttir, hece değildir, aruz değildir, ama hecenin ve aruzun kalıpları parçalanarak yazılır. Mısra yoktur yani. Bunun örneğini Tevfik Fikret’te görürüz meselâ. Bir de Nâzım’ın Rus aruzundan, Mayakovski’den esinlendiği bir tarz var. İşte bu tarz şiirleri ilk Nâzım Hikmet yazdı. Ben müstezatı kullandım; bizim şiir geleneğimizden yararlandım yani. Nâzım Rusya’dan aldı”

Daha ilk kitabında özgür koşuklu şiirleri okuruyla buluşturan şair, sesini sözcüklerin gücünden alan şiirleriyle eskiye başkaldıran güçlü, ünlemlere dayalı ama anlamsal inceliklerle yüklü bir şiir dili oluşturduİlhami Bekir Tezi önemli kılan bir başka nokta da daha 1944’li yıllarda o dönemde başat olan anlatının öne çıktığı roman çizgisi dışında farklı, ruhbilimsel çözümlemeleri ve sorgulamaları öne çıkaran “Taşlıtarla’daki Ev” adlı romanıdır. Taşlıtarla'daki Ev, dönemin en arı duru dilli, halkın durumunu ve keskinleşen sınıfsal ayrılıkları en canlı sesle anlatan ve bir romandır.
Nazım Hikmet, İlhami Bekir’in şiirini şöyle anlatıyor:”İlhami Bekir, ‘24 Saat’ isimli kitabıyla yeni şiirin başıboş, keyfe göre parçalanmış, darmadağın kelime, his ve fikir çorbası olmadığını ispata çalışmıştır… ‘24 Saat’, gerek muhtevası, gerek hüneri ile, yeni Türkçe şiirin kazandığı meydan muharebelerinden biridir. “

Yargıçta suçumuzu sordular
-Bileklerimizde karakol mührü vurdular-
Dedik ki çok
Dedik ki yok
Dedik ki adam öldürmedik kan içmedik
Yalnız iki lâf dedik
Dedik ki
Gün ağardı göğe bak!
Dedik ki
Güneş doğsa sırtımız ısınacak!
Dedik ki çok
     Hür bir dünyada mutlu insanlar
     Onlar için yemiş verir ormanlar
     İnsan büyür mihnet küçülür
     Ve pürüzsüz sular gibi akar zamanlar.
     Yıldızlar omuzların hemen tepesinde
     Keder ve hınç Kafdağı'nın ötesinde
     Gök bir anneçınar gibi üstünde onların
     Ve onlar oynaşırlar bu çınarın gölgesinde.

Sokakta yolumuza durdular.
Neticeyi sordular.
Dedik ki
Ya kırmızı, ya sarı!
Şahit edip deriz ki gökleri ve tarlaları
Adam öldürmedik kan içmedik!
Yalnız iki lâf dedik.”  (“İKİ LAF” ŞİİRİNDEN)


HER NEWROZ’DA BİLİNÇLERE KAZINIYOR HALEPÇE!..


16 Mart 1988`de Kürt halkının yaşadığı toprakları kavuran ve üzerinde yaşayan insanları kırımdan geçiren katliamdan bu yana tam yirmi iki yıl geçti. Ancak yaşananların bıraktığı acılar ve etkiler hala taze, hala canlı.

İran-Irak Savaşı'nın sekizinci yılında Enfal Operasyonu kapsamında gerçekleştirilen Halepçe Katliamı'nda, binlerce Kürt vatandaş korkunç şekilde yaşamını yitirdi. 16 Mart 1988'de gerçekleştirilen katliam sırasında Halepçe'de yaşayan vatandaşlar, Irak ordusunun yaptığı hava bombardımanından sonra sığınaklara çekildilerse de bir süre sonra helikopter ve uçaklardan atılan kimyasal gazlardan kendilerini kurtaramamışlardı. Saldırılarda en az 5.000 sivil ölmüş, 10.000'den fazla sivil yaralanmıştı.

İnsanlık, 5 bin insanın yana yakıla, kavrula kavrula, çığlık atarak ölümüne tanık oldu Halepçe `de. Ve binlerce, on binlerce insan ölümden, ölümün pençesinden kaçarak kendisini, dağlara, derelere vurdu. Kürt halkının trajedisi bir kırbaç gibi tüm insanlığın yüzüne indi! Bir soluk hava, bir damla su, bir kuytuluk için binlerce, on binlerce Kürt yollara düştü, can havliyle arayışa girdi. İnsanlık tarihinin bu büyük trajedisinin acısı, sadece Kürt halkının değil, tüm insanlığın belleğinde sürecektir.

Newroz Piroz Be! Newroz Kutlu Olsun!

Newroz, Kürt halkının demirci Kawa önderliğinde Dehak zulmüne isyan ateşini tutuşturduğu ve zaferle taçlandırdığı gündür., "Yenigün" anlamına gelir. Bahar yeniliktir. Hareketlilik ve canlılıktır kışın tembelliğinin, monotonluğunun ve donukluğunun silkinişidir. Bahar mevsimi mücadele ve başkaldırı günleriyle doludur. Aradan binlerce yıl geçmesine rağmen, direniş özünü kaybetmeksizin her 21 Mart günü coşkuyla Kürt, Türk ve Arap ve diğer Ortadoğu ve Asya halklarınca kutlanan Newroz, halkların özgürlüğe olan özlemini ve inancını da taşır yüzyıllardır. Tarihteki soykırımlara, katliamlara, Halepçelere, yok etme politikalarına rağmen bugüne dek içeriği zenginleşerek, güncel olaylarla birleşip gelen Newroz, Kürt kültürünün zengin köklerinin de göstergesidir.


16 MAYIS BEYAZIT KATLİAMI UNUTULMADI...

16 Mart 1978'de İstanbul Üniversitesi'nden öğle üzeri dersten çıkan Hukuk ve İktisat Fakültesi öğrencilerine bir grup faşist tarafından  polis destekli  bombalı ve silahlı bir saldırı yapıldı. Saldırıda 41 öğrenci yaralanırken, Hatice Özen, Cemil Sönmez, Baki Ekiz, Turan Ören, Abdullah Şimşek, Hamit Akıl ve Murat Kurt öldü. 16 Mart katliamı, 12 Eylül faşizmine giden yolun önemli taşlarından biridir


PARİS KOMÜNÜ KAVGAMIZA IŞIK TUTUYOR...

18 Mart 1871’de Paris’te ilk kez proleterya, ezilenler, işsizler, yoksullar kendi iktidarlarını kurma şansı yakaladılar. Paris Komünü ayaklanması, işçilerin siyasal iktidarı ele geçirmek için yaptıkları ilk bilinçli girişimdir Ancak savaşta Fransız burjuvazisini hezimete. Bismark, Paris Komününe karşı Almanyadaki Fransız tutsakları serbest bırakarak Fransız işbirlikçi burjuvazisi için 63500 kişilik Versaille Ordusu oluşturularak Paris Komününün üzerine gönderildi. 1 Mayıs'tan itibaren Paris, Versailles ordusu tarafından sürekli olarak bombalandı. Versailles birlikleri, haftalarca direnen Paris'e 21 Mayıs günü girebildiler. Komün savaşçıları bir hafta boyunca mahalle mahalle, barikat barikat savaştılar. Versailles ordusu tam bir katliama girişti. 25 binden fazla Komüncü barikatlarda katledildi. 26 Mayıs'a gelindiğinde direniş son sınırına ulaşmıştı. Ordu Paris'in içine doğru ilerledikçe kitlesel kurşuna dizmeler artıyordu. Komünün son barikatı 28 Mayıs günü düştü. Bu katliamlardan sağ kurtulanlar da Komünün ardından kurulan askeri mahkemelerde yargılandılar ve çoğu kurşuna dizildi.

Paris Komünü'nden geriye 30 bin ölü ve harabeye dönmüş bir kent bunlardan, fakat çok daha önemli olarak insanlık tarihine yazılan kızıl bir sayfa kaldı. Gökyüzünü fethe çıkan komüncüler, yeni bir toplumun, yeni bir dünyanın mümkün olduğunu göstermiş oldular. Marx'a göre “Komün'ün gerçek gizemini özsel olarak bir işçi hükümeti, üreticiler sınıfının mülk sahipleri sınıfına karşı mücadelesinin sonucu, emeğin iktisadi kurtuluşunu gerçekleştirmek olanağını sağlamak üzere en nihayet bulunan siyasal biçimdi.”

1871 baharında Paris sokaklarında yankılanan “Yaşasın Komün!” sesleri özgür bir geleceğin habercisiydi. Katledilen on binlerce komüncünün özgürlük çığlığı yeni bir toplumun şanlı öncüsü olan işçi sınıfı özgürlüğün tohumlarını toprağa ekmişti. 1871'te yenilmişlerdi, ama tohum toprağa ekilmişti bir kere ve tekrar yeşereceği günleri bekliyor… Onlardan bize, idam edilen komüncü şair Eugene Pottier’in ölümsüz dizeleri kaldı:

“Uyan artık uykudan uyan
Uyan esirler dünyası
Zulme karşı hıncımız volkan
Kavgamız ölüm dirim kavgası”


ON’LAR, BİR MEŞALEDİR KAVGAMIZDA…

39 yıl önce 30 Mart 1972 yılında Kızıldere'de Türkiye devriminin önderlerinden ON devrimci elde silah çarpışarak, ayni siperde şehit düştüler. Bu tarihi günde Kızıldere direnişini selamlamak Kızıldere 'de şehit düsen devrimci önderlerimizi anmak ve anlamak büyük önem taşımaktadır.
Kızıldere direnişinin önemli yanlarından biri de sol grupları arasındaki ilk eylem birliğidir. Denizlerin idamını önlemek için THKO ve THKP-C eylem birliği yaparak Sinop’taki NATO üssünden İngiliz askerlerini kaçırırlar. Ama sıklaşan operasyonlar sonucunda Kızıldere’de kuşatılırlar. Tank, tüfek, top ve bombalarla bulundukları ev taranır. Onlar, direnerek ölürler.
Anıları cesaretimiz olacak.




NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanatiGoogle Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.comFacebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati

YAVUZ AKÖZEL:Bir Türkiyeli Göçmenin Notları -5




         
BİR  TÜRKİYELİ GÖÇMENİN NOTLARI - V





Özgürlük Yanılsaması









          
E 70 -3 no’lu Autobahndayız ve Slavinski Brod’a doğru ortalama saate 120 km’lik bir hızla ilerliyoruz.Ortalık günlük-güneşlik,arabanın içi sıcacık ve radyoda fm’de çok hoş sırp müzikleri dinliyoruz. Balkan müziklerini hep sevmişimdir. Yalnız müziklerini mi? Dillerini de, insanlarını da, memleketlerini de sevmişimdir. En neşeli müziklerinde bile bir yanıklık, burukluk vardır. Böyle duyumsamışımdır hep!
   
Eskiden bu yollar tek gidiş-gelişti ve bu autobahnların yapımında öğrenciler de çalıştırılıyordu. Kızlı-oğlanlı güzel bir tempoyla ezgiler söyliyerek çalışan çocukları hayranlıkla gözler, onlara sigara dağıtırdım. Bölünmemiş bir Yugoslavyaydı o zaman ve Mareşal Titoya özgü çarpık bir sosyalizm yönetimi vardı. Batı kapitalist ülkeleriyle kıyaslandığında oldukça geri kalmış gibi görünüyordu. Daha doğrusu bizim geri kalmışlık kıstaslarımıza göre bir değerlendirme yapıyorum anlıyacağınız! Bu kıstas, bu karşılaştırma gözlemlere dayanıyordu. Yollar, binalar, mağazalar, lokantalar, giyim kuşamdaki lükslük derecesi, halkın kullandığı vasıtalar vb..

Biz batılılar, hele Türkiyeliler hep büyük kasalı, büyük motorlu arabaları tercih etmişizdir. İki nedeni vardır bu tercihin: Birincisi,  izin zamanı, memleketimize giderken eşe dosta götüreceğimiz hediyeler, ısmarlamalar, ev falan almışsak da o eve gerekli öteberiler yüklenecek.. Elektirikli mutfak eşyaları, porselen takımları, kristaller, çatal-kaşık takımları, semaver, yatak örtüleri, tencere takımları, önemle saç şampuanı, sabun, çikolata ve bunun gibi  daha neler neler! Yükle babam yükle... Böyle yüklememizin bir nedeni de, o dönemler Türkiye’nin bir -yoklar- ülkesi olması, olanların da çok pahalı olması. Biz, Türkiyeli göçmenler olarak kıtlıktan çıkmışcasına doyumsuz bir şekilde bunları alır arabalarımıza yüklerdik.

Büyük araba almamızın ikinci nedeni de, Türkiye’deki fakirlik dönemlerimizde araba üzerine kurduğumuz kahrolası düşlerimizdi. İşte o düşler, şimdi gerçek oluyordu. Yıllarca içimizde biriken tıkanmış şeyler, şimdi setleri yıkıyor, darmadağın edip önlenmesi olanaksız, etrafı silip süpüren bir sele dönüşüyordu, etrafı mahşer yerine çeviren bir hortum oluyordu... En büyüğünü istiyorduk;  doyumsuzluğumuzu doyurabilmek için!.. En büyüğünü!...

Autobahn’ın sağ ve sol tarafları, uçsuz bucaksız tarlalarla kaplı. Mahsulü kaldırmışlar, ot balyalarıyla yüklü dev bir traktör tarlaların yanıbaşında ağır ağır gidiyor. Kasketli adam traktörü sürüyor, yanında yine başını sıkı sıkıya sarıp sarmalamış 50 yaşlarında gösteren bir bayan oturuyor. Ağır ağır giden traktöre uyumlu öyle sessiz, konuşmasız, dalgın ve üzünçlü bir halde görünüyorlar. Beni etkiliyor onlardaki bu durgunluk. Mahsülü kaldırılmış ucsuz bucaksız tarlalar alabildiğine sarı bir ıssızlığı yansıtıyor. Ara sıra karga ve güvercinler  kümeler halinde bu sarı ıssızlığa konup konup kalkıyor. Elimde olmayarak, o an önüme çıkan parka dalıyorum. Arabanın penceresini açıyorum... Mis gibi bir koku içeriye doluyor... Ot kokusu, toprak kokusu, doğanın kendine özgü kokusu... Hâlâ eski Yugoslavya’dan kalmış güzellikler, doğallıklar olarak görünüyor bana.

Bozulmamış insanlarının, doğasının Yugoslavyası gibi..

Uyuklayan Ataman abi hemen gözlerini açıyor, ‘ne güzel’ diye iç geçiriyor.

—Güzel olan ne ?
—Almanya’da olmamak , bu frische Luft’u (Taze havayı), güzel bir düşe benzeyen bu doğayı içime çekmek. Bu sapsarı, uçsuz bucaksız anaç tarlalar, bu... bu... insanlar, düşlerimdeki gibi insanlar... Yani yıkım ve yokluğun ne olduğunu bildiklerini, yaşadıklarını giysilerine, hareketlerine ,bakışlarına sindirmiş  insancıklar... Ahh... İçimdekileri tam anlatabilsem?
—Hangi yıkım ve yokluk ?
-Görmüyormusun? Üzerlerinde hâlâ çıktıkları parçalanmışlığın yorgunluğu ve çaresizliği yansıyor. Neye çalıştıklarını, ne için çalıştıklarını hatta niçin yaşadıklarını bilmemenin  bir aptallığı üzerlerinde var gibi.
—Yani şaşkın ördek gibiler...
—Sen de işin hep gırgırındasın yani... Ben, ahh bir anlatabilsem diyorum, kelimeler yetersiz kalıyor bu selleşmiş duygularımı anlatmakta... Sen ise?.. Biraz ciddi ol! Biraz derin düşün! Yoksa sana çay yok!

Ataman abi çay doldurmuştu bu ara, bana uzattı gülümseyerek,
—Sağ ol abiciğim... Aslında ben de...
—Biliyorum, aslında sen de aynı duygular içerisindesin... Eski Yugoslavya zamanında az gidip gelmedin bu yollardan...
—Evet  Ataman abi... Bu yıkılış sanki bir revizyonizmin çöküşü, yenilgisi değil de, gerçek Marksizmin, Leninizmin bir yıkımıymış, yenilgisiymiş gibi beni derinden sarstı. Aslında yıkılan, yenilen revizyonizmdi. Ama gel gör ki, bir ‘sosyalizm, bir kollektivizm, bir el elelik, bir yoldaşlık‘ kelimesini de bağrında barındırıyordu bu batış.

Yine gün ikindiye döndü, güneşin ışınları batı yakasından soğuk bir kırıklığa dönüşerek giderek toplanmaya başlayan gri bulutların arasından yansıyordu. Gözlerimi yumdum.

Uyandığımda, Ataman Abi yanıbaşımda, başı yana kaykılmış, ağzı yarım aralık ve hafiften horlayarak uyuyordu. Bir ara onu inceledim. Yaşı hayli ilerlemiş olduğu için yarı dökülmüş dağınık ak saçları ve avurtu çökmüş suratıyla bir ölümün ürpertili soluğunu onda duyumsadım. Başını usulcacık düzelttim.


Sırbistan gümrüğüne ulaştığımızda  gecenin yarısını çoktan geçmişti. Gümrük memurları arabamızı şöyle bir usulden kontrol ettiler ve Sırbistan’a  da tıpkı Hırvatistan’da olduğu gibi sorunsuz  girdik. Hiç durmadan yolumuza devam ettik, aşağı yukarı 50 km gittikten sonra  yorgunluktan artık gözlerim kapanmaya başladı. Arabayı süremeyecek duruma geldim. Gözlerim yolun kenarında hep bir benzinlik, lokanta gibi bir yer arıyordu... Önüme çıkan ilk benzin istasyonuna girip hemen arabayı park yaptım.

—Bir kahve içip, burada biraz uyuyalım Ataman abi! Artık pilim bitti!
—Tamam canım. Benim de pilim bitti... Sen arabayı  sürmekten, ben de yollara bakmaktan yoruldum...
—Ah.Ataman abiciğim... Sen horul horul uyuyordun ya!
—Bak hele... Beş dakikacık uyuklamamız bile.... Ben uyurken bile uyanıktım üstelik... Sahi biz neredeyiz?
Kahkahayı bastım..
—Sırp gümrüğünü geçtik ya! Hatırlamıyormusun?
—Ne zaman geçtik?
—Pasaportunu verdin ya!
—Vallahi  hatırlamıyorum!
—Benim tontoş, bitanecik, uyurken bile uyanık olan abiciğim... Hadi davran... Kahve içmeye, birşeyler atıştırmaya... Hücum!..

İki kahve söyledik. Autobahn’ın kenarındaki bu restaurant-Caffee karışımı yer gecenin bu saatinde hâlâ dolu sayılırdı. Orta yaşları bir hayli aşmış ama hala Slavlara özgü çekiciliğini üzerinde taşıyan  sarışın  bayan kahvemizi getirdiğinde, Ataman abi bu sarışın bayana  termosa sıcak su doldurması için işaretler yapmaya başladı.Ama bayan hafif bir tebessümle Almanca yanıt verdi.2 euro karşılığında bir termos sıcak su getirmeyi kabul etti.


Restaurant’ta yemek yiyen, birşeyler içen insan kalabalığına baktım... Çoğunlukla Sırpça konuşuyorlardı. Demek ki, bizim gibi yabancı değildi bunlar. Bu memleketin değişik yerlerinden kopup gelmiş yolculardı. Karşımızda oturan sekiz kişiden oluşan  50-60  yaşlarındaki kadınlı-erkekli grup bir yandan yemeklerini atıştırıyor bir yandan da kahkahalar savurarak konuşuyorlardı. Konuştuklarını anlamıyordum ama, hallerinden bu yolculuğun onları oldukça sardığı, mutlu ettiği belli oluyordu.

Yugoslavya dağılmış ve işte bu insanlar masallarda anlatılan o özlenen özgürlüğe kavuşmuşlardı. Özgürlük, gecenin bir vakti restaurantta  birşeyler yemekti, en üst perdeden kahkaha savurabilmekti. Zengin olabilmek, lüks arabalara binebilmek, lüks villalarda yaşabilmekti. Hizmetçi ve uşaklarının olması, çocuklarını ayrıcalıklı paralı kollejlerde okutabilmekti özgürlük...

Özgürlük salt kendisi için yaşamaktı, “bireyselleşme“ değil, “bireycilik”ti  onlar için. Tek kendisi için var olma ,tek kendi çıkarı için yaşamak demekti.

Özgürlük, ’her koyunun kendi bacağından asılması’ demekti!

Ve bunu yaptılar. Özgür oldular. Bu kahkahalar, belki de ulaşılan özgürlüklerinin  bir yankısıydı.

Yugoslavya dağıldıktan sonra, yerden biter gibi lüks mağazalar açılmıştı. O küçücük, mütevazi doğu blokuna özgü Trabant(Trapi) tipi 26 ps’lik  doğa dostu arabalar, yerlerini  batı kapitalizminin saatte en az 200 km sürat yapan doğa düşmanı lüks arabalarına bırakmıştı. Yollar, park yerleri arabadan geçilmiyordu. Mercedes, BMW, Porsche, Jaguar, Opel, Ford, Citroen, Peugeot, Lancia, Fiat, Audi, Renault, Mazda, Toyota, Suzuki, Nissan, Volvo, Skoda, Hyundai, Chevrolet, Cadillac Ferrari vb....

Sosyalist ülkelere özgü, o güzelim toplu taşımacılık gitmiş, yerine özgürce kullanılan ve her dakika milyonlarca küpik zehiri soluk aldığımız dünyamıza ha bire enjekteleyen milyonlarca araba gelmişti.

Bir savaş vermişlerdi. Bir arada yaşadıkları eski dostlarını, bir zamanlar fabrikalarda sırt sırta çalıştıkları ‘yoldaş‘ dedikleri iş arkadaşlarını, komşularını, başka milliyetten oldukları için ‘özgürlük‘ dedikleri için boğazlamışlardı.



Özgürlük adına yapılmıştı bunlar!

Garson bayana yeniden iki kahve söylüyoruz. Almanca, “Sırbistan’da durumlar, işler, nasıl? Bu yeni tip özgürlükten, özgürlüğünüzden memnunmusunuz?“ diye soruyorum.

Akşam saat 18:00’de iş almış ve sabah 06’ya kadar da çalışacakmış. Karşılığında alacağı para 15 euro. ”Bahşişler olmasa açım“ diye yakınıyor. Eline 1 euro sıkıştırıyorum, teşekkür ediyor ve giderken sağına soluna bakıp kimsenin duyamıyacağı bir fısıltıyla, “Eskiden herşey daha iyiydi. Özgürlüğümüz de!“ deyip, yorgun adımlarla elinde tuttuğu tepsi ile yandaki masada boşalan tabak ve bardakları almaya gidiyor.

Tepsi elinde, yanımdan geçip de mutfağa doğru giderken ben de ona usulca soruyorum  “Hangi Özgürlük ?“ diye!  “Ne bileyim !Özgürlük işte..” deyip gülümsüyor!

Her şeyin paraya dayandığı bir düzende yaşanıyor. Para olmadan bir adım atılmıyor. Kahkalar bile para olunca ancak atılıyor. Müzik, para olunca dinlenebiliniyor. Para olunca dans ediliyor, sevgiler satın alınıyor...

İnsanoğlu paranın esiri oluyor. Esir olan bir insan özgür olabilir mi? Bu özgürlük, bir özgürlük yanılsamasından başka bir şey değildir.

Ataman abi sıcak su ile dolu  termosu eline alıyor. ”Haydi arabaya gidip biraz uyuyalım “ diyor.

Dışarıya, temiz havaya çıkıyoruz. Hafiften bir yağmur çiseliyor. Ama soğuk değil, üşümüyorum. Gökyüzünde bulutların arasından tek tük soluk ışıklı yıldızlar göz kırpıyor ve gizemli bir ürpertiyle ishak kuşu ötüyor.




YAVUZ AKÖZEL


Urla / 11.03.2012




ADNAN DURMAZ: Yabanyürek






YABANYÜREK








elinde ferhad külüngü
bağrından kaya sökersin
dağ günlerin sarplarında...
avısın süreklerin
vahşet cangıllarında ömür geçirdin
kaç kez öldün savaş alanlarında
bin eylülün yaprağını
bir solukta dökersin
dolu vurur gülünü bahar talanlarında
çılgın çiçek açmalara vurgunsun
korkunçtur hayatın yüzüne yonttuğu şiir
kimi zaman karanlık sular kadar durgunsun

sen ki gözbebeklerinde zından kanayan
öfkeler toplamışsın katliamlardan
sabanısın acının
gecenin çobanı
hüzünler harmanısın
ıssızlığın çıbanı
her soluk depremlerde yaşayan çocuk
yüreğinde mezarlıklar
girme kirli batağına devranın
eşkalin tıraşlı aşklara uymasın
ellerin yaban kalsın

kolay bulma
yarım kalma
yıkılma
boyun eğme
teslim olma devrana
yabanyürek
deli sel

kara günün alnacında
dişe diş yaşamaklardan
bu zorbalık rüzgarında
başka açar yaprağını dalların
yağmur olsan şiddetinden toprak sarsılır
severken yıldırımlar yağarsın
hoyratlığın çılgın atlar-deli rüzgar
bundandır tüm kapılar kapanır estiğinde
yalnızlığın dağlarında
yüreğini kemirmek kalmış payına

alışma bu havalara kahpelik iklimidir
yaşama piç dostlukları yalnız kal
ne kalır geriye kırılmış coşkulardan
hüzünde gül açan acı
hayat dersin
pişmanlık duymamak yaşananlardan
ama sen sorumlusun gayri
yaşanacak zamanlardan

kolay bulma
yarım kalma
yıkılma tek
ahmak ıslatan yağmurlara aldanma
zulümlerde bilenmişsin
boyun eğme
teslim olma devrana
yabanyürek
deli sel





ADNAN DURMAZ




HASİBE AYTEN: Mağrur Gelincik—MELİH COŞKUN: Eksik Bir Sözcüktü Ömrümüz




MAĞRUR GELİNCİK







"Özel'e"

kurusun gözyaşı şişeleri
buzdan tacını takmış
kar çiçekleri

acım hançerli
şuncacık yüreğim
yanıyor narda
nereye gidiyorsun
bahar yeli

öperdik ballı güneşleri
uğur böcekleri uçardı saçımızda
şiirimiz nazım
masalımız şeker portakalı küçük prens
resmimiz mağrur gelincik

kül olsun acı
kurusun gözyaşı şişeleri
buzdan tacını takmış
kar çiçekleri



HASİBE AYTEN








EKSİK BİR SÖZCÜKTÜ ÖMRÜMÜZ




FOTOĞRAF:ADNAN DURMAZ



İçimiz kan ağlarken gülebilmeyi
Kendi kendimize öğrendik biz
Hayatın izin verdiğince iyiydik
Yüreğimiz yettiğince cesur

Ya göklerde gezerdi başımız
Ya yerle yeksan...

Kendimizden fazla görünmek için
Kendimizden verdik hep...
Kendi kendimize öğrendik
Yüreğimiz kan ağlarken
Ağız dolusu gülebilmeyi..

Ya durgun bir göldü yüzümüz
Ya çağlayan bir ırmak...

Eksik bir sözcüktü ömrümüz
Ya bir çift elin sıcağından yoksun
Ya buğulu bir bakıştan

Yalnızlığımızda milyonlardık kimi zaman
Ya da kalabalıklar içinde bir başına…




MELİH COŞKUN


AHMET TAHSİN: Göbek Deliğimizdir






GÖBEK DELİĞİMİZDİR




RESİM: İ.BALABAN



Kadındır; sülbünden düşeli,
Göbek deliğimizden tanırız
Parmak izi bedenimizdeki.
Yüz bin yıldır burnumuzda,
Yağmurda toprak kokusu,
Oyunda, oynaşta,
Evde, işte bayrağımız
Dünya döndükçe rahmin içinde.
Anamız ana,
Bacımız bacı,
Yârimiz yâr,
İlk çağda ne ise, bu gün de o’lar. 

Her modernde biraz daha çağ,
Her duyguda biraz daha gerçekçi,
Her gerçekte biraz daha duygusal,
Sırayla;
Köle, yardımcı, romantik kız,
Saygın eş,
Bağımsız kadın.
Sonra, tekrar sırasıyla;
Köle, yardımcı, şımarık kız, soylu hanım,
Bağımsız kadın.
Evrenin değirmeni döndükçe.

Yani;
Bir suda akmak,
Birlikte akmak,
Ayrı, ayrı akmak,
Çiçek açmak, sonra solmak.
Tekrar çiçek açmak.

Aşkça bir akıştır, ırmakla beraber;
Büyür bitki gibi toprağında
Çiçek açar, salınır beğenilerin bağında
Kurur sevgisizlikten,
Evrenin değirmeni döndükçe.




AHMET TAHSİN




NECİP TIRPAN: İnan—MAHMUDİYE DÜZKAYA: Yaz Mülteci Yalnızlığımı





İNAN









En hası da,
döndükçe dünya
bir şiir söktürüp havaya
gülebilmektir korkulara
masmavi denizden,
tuz basabilmektir yaraya.
Dal insan denizine
bak korkutulmuşlara
sök kınından bilincini
gül kenarından dolaş
örse çekiç sal
gül korkularına.
Onurunu yitirmeden
Denizlerin yansıması gibi dağlara
karanlığa bürünen ufkun
sancısına dokun.
dokun ki;
kurşun renkli özgürlük
ağır havalarda çimlensin
yarına selam dürsün çocuklar.
Çek al, yaylalardan bulutları
Kekikler sür, namlusuna lüverin
Yürek topla yarın için
Al koynuna yavuklun gibi
Bu esirler dünyasında
Telef olmuş kırlangıç ölülerini…




NECİP TIRPAN








YAZ MÜLTECİ YALNIZLIĞIMI








Henüz okunmayan kitap gibisin uçlarda
Aykırı sevdalarda kırık kibrit gibisin
Çek yüreğinin pimini
Elleri demir pençe
Yazsın kibirli
Kibritlerin bilinmeyenlerini

Ben karanlığımı özgürlüğüme taşıdım
Özgürlüğüm karanlığımda mülteci
Sek içilen mısralarda sakladım benliğimi
Benliğim mısralarda mülteci

Yaz mülteci yalnızlığımı
Yasaklı yürek kitabına
Ve düğmesini çevir eski radyonun
Gazeller söylesin
Tüm yasaklara

Yüreğimin çaprazında imgedir
Hayatın nakaratı
Kaç karattır yaşam sende
Ey yürek nakaratı




MAHMUDİYE DÜZKAYA


HASAN MAHMUT DEVREZ: Kadınım Ben







KADINIM BEN









—Dünya kadın hakları gününde, kadınlara ve analara armağan olsun...—





kadınım ben;
doğuranım
çoğaltanım, yürütenim
ben ki;
besleyenim, büyütenim...

sevince, uğrunda ölünen
sevilmeyince suç işlemiş gibi öldürülen...

yasaktır sevişim
yasaktır gülüşüm
onay vermezse ağalar beyler
anne, baba kar etmez
katlim vaciptir
verilir hükmüm.

fazladır artık yaşamak
hükmüm bakidir, mutlaktır ölümüm...

kadınım ben;
binlerce yıldır benden sorulmuştur
toprağın verimi
tohumun sırrı?
bendim yetiştiren
buğdayı, mısırı.
bendim bilcümle yiyecekleri
ambarlarda saklayan
bendim bölüştüren, paylaştıran
hiç kimseyi aç bırakmayan
benim eserimdi, komün denilen yaşam
üretilen her şeyin paylaşıldığı bir zaman
bendim düzenin temsilcisi
bendim her şeyin anası
              ve de tanrıçası
her şeydik, biz kadınlar?
Marduk ortaya çıkıp
tanrılar erkekleşinceye kadar...

çok önceydi Adem'den
Adem doğmuştu, kadının bereketinden
Havva çıkıverdi ortaya
Adem'in kaburga kemiğinden...

kadınım ben;
binlerce yıldır bereketi temsil ederim
Anadolu'da, Kibele'yim
denizin öte yakasında, Demeter
bereketim ben
aşk benim
sevda benim
bensiz yaşam ölümden beter
tohum bile yeşermez bensiz
bensiz aşk, sevgi olmaz
bütün umutlar yiter
anayım ben
her şeyin ilkiyim
ırmaklar bile benden doğar
akarım köpük, köpük
yaşama sevincim bütün dünyaya yeter...

atarım acılarımı içime
sonsuzdur sabrım
geniştir, lakin sır küpüdür yüreğim
ezilmişliğim için bir kelamda bulunmamışımdır
katlanırım çekilmez sanılan acılara
canımın sıkıldığı şey
tam bir insan yerine konulmayışımdır...

önce erkekler doyar sofrada
sonra da ben
eğer bir şeyler kalırsa ortada
çünkü, sofradaki yerim
en sonuncu sırada ...

kadınım ben;
benim her şeyin anası
gelmişin, geleceğin
benim her şeyin aynası
ne bilmek istiyorsan bak yüzüme
yeter ki gör
yeter ki anla beni...

korktuğunda sokulacağın
yalnızlığında başını yaslayacağın
zor günlerinde seni anlayan
şefkatle başını okşayan
sevinçlerinize ortak olan ve
sımsıkı sarılıp koklayan
                            benim...

anayım ben;
kadınım,
doğurganım, yürütenim
besleyenim, büyütenim
                    ben kadınım...

sayısız şiirler söylenmiş
milyonlarca kitap yazılmış
yetmemiş kelimelerin gücü
                       beni anlatmaya
çekmişim, çektirmişim
bilgelik meyvesinden önce ben yemişim
ondandır her şeyi bilişim
oğlan isteyene, olmaz
tek başına sürmez yaşam, diye
yanında kız da vermişim
söyledim ya
kadınım ben
öküzün olmadığı yerde çifte koşulan
kaybolan zamanın hesabı bile
                             benden sorulan
açmayan gülün
ötmeyen bülbülün
solan çiçeğin
bütün olumsuz gerçeğin
benden sorulur hesabı
çünkü, ben
          kadınım...

çok savaşlar çıktı benim yüzümden
çok kaleler kuşatıldı
nice kadehler kalktı havaya
nice kılıçlar çekildi
ay ışığının yakamozunda
dedim ya
kadınım ben...

bir deniz gibiyim uçsuz bucaksız
bazen sakin, bazen dalgalı
tsunami olur coşarım
aşarım bütün surları
girerim cümle kalplere
bilirim bütün gizli sırları
zaman olmuş
parmağımda oynatmışım
koca, koca kralları,imparatorları
diz çöktürmüşüm
şahlara, padişahlara
altından taç'lar takılmış başıma
bazen de, kır çiçekleriyle örülmüş
bahar çelenkleri?
yetmemiş;
kulağıma da küpe takılmış
köleliğim bilinsin diye ve
ayaklarıma halhal...

geçen zaman ne hale getirmiş beni
neyim ben, kimim
tanrıça mıyım, çariçe mi
köle miyim yoksa kraliçe mi
önce başına taç konulan
sonra her şeyin hesabı sorulan
                                           ben...

kimim ben
             neyim!
doğuran benim
besleyen, büyüten ben
benim her şeyin başı
ben her şeyim
ben anayım
aşkım ve sevdayım
kavuşmak için,
can verilen,
ölümüne çalışıp,
dağlar delinen, Şirin
ve de,
uğrunda ölünen Leyla'yım
ben kadınım
         kadınım ben...
                  kadınım?
                        kadın?
               




HASAN MAHMUT DEVREZ