Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

30 Eylül 2011 Cuma

EMEĞİN SANATI'NDAN 103. MERHABA


Merhaba,

Emeğin Sanatı E-Dergi, yeni bir sayıyla daha karşınızda. Devrimci, sosyalist çizgisinden ödün vermeden; önüne yığılan bahane ve engellere takılmadan yoluna devam ediyor. Daha doğrusu kavgasına devam ediyor. Biliriz ki, sevdası olanların kavgası olur. Bizim sevdamızın kaynağı, elbette sosyalizm umudu ve istemidir. Gene biliriz ki, sevdası ve kavgası olmayan bir edebiyat geçicidir, sonu çürüyüştür.

Bugün kendi bunalımlarını sanatın sırtına yükleme çabasında olanlar, bilmelidir ki, sanatın tüm ahlâkî bunalımları, burjuvazinin ahlâkî bunalımlarıdır. Kapris ve fanteziler deryasında kalem yüzdürenler, sanatın en temel gerekliliğinden oldukça uzaktırlar. Sanat bir rastlantıdan, bir kapristen, bir fanteziden doğmamıştır, gerçeği yakalamanın çeşitli olanaklarından ve daha çok da zorunluluğundan doğmuştur.

Yazmak, bence bir yalnızlıktan bir yalnızlığa yolculuktur” diyen yazar, kendi labirentlerine mahkûm olmuş çağdaş bir Sisyphos’tan başka nedir ki?.. Burjuva sanatçıları arasında sık sık öne çıkarılan bu söylem, aslında bir kibir ve gururun ifadesinden başka bir şey de değildir.

Bizim sanatımız, suda dalgalanma yaratan bir taş gibi kitlelerde yeni dalgalanmalara, yeni heyecanlara, yeni duyarlıklara kapı açamazsa, devrimci sanatçı olarak görevimizi yapmamışız, ihmal etmişiz demektir.

Edebiyat ve sanat bir oyun değildir, estetik yapısından ödün vermeksizin dokularında yoğun siyaset yüklüdür, toplumsal kavgamızın ayrılmaz bir parçasıdır. Hayat sanatın ölçülerine değil, sanat hayatın yürüyüşüne uymak zorundadır. Bir yönüyle de sanat; gevşekliğin, dedikodunun, alışkanlığın, gevezeliğin, kendinden memnun olmanın karşısında olmalıdır, önemli bir işlevi de budur.

Bu açıdan devrimci sanat, dalavere, dolap, yaldız karıştırmaya değil, tehdit edicide, kıyıcıda, ezicide, yaygın mutsuzlukta, belirsizlikte gedikler açmaya dayanır. Biz emeğin sanatçılarına, bu konunun can alıcı noktasını Gabriel Garcia Marquez gösteriyor:“Yazarın devrimci görevi iyi yazmaktır.”


Ali Ziya Çamur


BU SAYININ SAVSÖZÜ


Günümüzde insan kendi doğasına aykırı bir hâle getirilip robotlaştırılır, yaşamın her alanında bireyin doğumundan ölümüne kadar çizilmiş yazgısında debelenirken ve dönemini doldurmuş anamalcı düzenin kıskacında boğulurken; şiirin bu gerçekliğe gözlerini yumması, tavır almaması şiirin doğasına ve var olduğu günden bu yana yüklendiği işlevine aykırıdır. Şiiri apolitik kılmak, şaire karamsarlık içinde kaybolmaya mahkûm boğuk çığlıklar attırmıştır. Oysa şiir, insanı etten kemikten yapısıyla ele alırken, onun insaniliğine karşı olan her somut duruma bir karşı çıkıştır. Ama şair olarak kendini toplumun yerine koymadan ve bir kahraman olmadığının, şiirinin görevinin gerçekliği yansıtmak ve kavratmak olduğunun bilincinde olarak. Şiirin gücüdür bu.


Ses tellerinin tınısıyla, ses vermeyen boğuk bir mağaraya dönüştürülen yaşamın kör duvarlarını deşmek, karanlığın ta ötelerindeki ışık aylalarını gözlerinin güçlü billuruyla insanlara sunmak da şairin görevi. Ama kolaya, kolayın kandırıcılığına ve rahatlığına kaçmadan. Ve politikanın sanata önceliği dogmatikliğinin sanatı sanatlıktan çıkaran bir anlayış olduğunun ayrımında olarak. Nâzım’ın, Aragon’un, Eluard’ın, Neruda’nın evrensellikleri ve büyüklükleri buradan geliyor. Yani şiiri gerçeğin rahmine oturtmalarından. Sözün gücü olarak şiirin yeri anlaşıldığı gibi insanın olduğu her yerde, onun ta kendisindedir. Şiir, dünyaya insani yeni şeyler katan, tatlı bir rüzgâr gibi, ozanın ciğerlerinden çıkan bir ses olarak otları tutuşturacak, ağaçların ve bulutların üstünde esip en kör ve en aymaz anlarında bile insanların yüreğinde yakıcı çöl fırtınalarını estirecektir. Ama hep insanda, insan için. METİN CENGİZ (Şiirin Gücü, Yön Yay.1994)



YAŞAM VE SANATTA

15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ


KARŞI SANATTAN YENİ BİR SERGİ:
"DİYARBAKIR HAPİSHANESİ NE YANA DÜŞER?"

Karşı Sanat’ın “Diyarbakır Hapishanesi Ne Yana Düşer” konulu duyurusunu ve çağrısını geçmiş sayılarımızda duyurmuş, katılım çağrısını yayınlamıştık. Bu çağrıya katılan sanatçıların üretimleri 22 Eylül – 19 Ekim 2011 tarihleri arasında Evrensel Kültür Merkezi’nde sergilenmeye başladı.

Karşı Sanat, “Diyarbakır Hapishanesi Ne Yana Düşer” sergisinin düzenleme nedenini şöyle açıklıyor:

“Diyarbakır Hapishanesi, yaşadığımız toprakların yakın tarihinde pek çok simgesel anlama sahip bir mekân. Darbe döneminin en korkunç işkencelerine ev sahipliği yapan, dönemin zulüm politikalarının merkezlerinden biri olarak işlev gören bu bina, Kürt meselesi adıyla kodlanan sürecin gelişiminde de milat noktalarından biri olarak varlığını korudu yıllar boyunca. Bu cezaevini çevreleyen duvarların arasında, bir yandan faşizmin korkunç zulüm mekanizması, akla hayale sığmaz eziyetleri soğukkanlı bir programla hayata geçirdi, bir yandan da söz konusu sistematik işkenceler vasıtasıyla ulaşmayı amaçladığı ideolojik emellerin yol haritasını hazırladı. Hazırlanan yol haritasında sadece baskı, katliam ve işkence pratikleri yoktu; bunlar üzerinden ve bunlar ekseninde başkaldıran bireylere itaati, azınlık kimliklerine asimilasyonu da dayattılar. Böylece, insan denen canlı türünün kendi hemcinslerine yapabileceği sınırsız kötülük kapasitesinin bu coğrafyadaki emsalsiz örneklerinden biri oldu Diyarbakır Hapishanesi.

Aynı hapishanenin sembolik kültür içindeki yerini başka bir perspektiften de okumak mümkün aslında. Baskının ve tahakkümün olduğu her yerde direnişin, mücadelenin filizleneceği gerçeğinin de somut örneklerinden biriydi Diyarbakır Hapishanesi. Orada tutsak tutulan, akıl almaz işkencelerle fiziki ve psikolojik olarak yok edilmeye, ehlileştirilmeye çalışılan öznelerin, bu uygulamalara karşı adım adım ördükleri, inşa ettikleri direnişin tarihi de aynı mekânın sınırları içinde yazıldı. En uç boyutlarda sergilenen şiddet karşısında insan onurunu savunanların iradelerinin nelere kadir olduklarının da gözlemlendiği bir yerdi Diyarbakır Hapishanesi. İrlanda’dan Güney Afrika’ya, Şili’den Uruguay’a, dünyanın her yerinde benzer yöntemlerle geliştirilen baskı, zulüm, işkence denklemlerine, yaşadığımız topraklardan eklemlenen Diyarbakır Hapishanesi, özgürlük ve adalet kavramlarının ete kemiğe büründüğü anlara da tanıklık etti; acıların, yoklukların, vahşetin olduğu kadar dimdik ayakta kalma uğraşının, can bedeli sahiplenilen insanlık onurunun da mirasını taşıdı günümüze.

Böylesi meseleler üzerine sanat hattından üretimde bulunmak, sözünü söylemek, ince ve gergin bir ipin üstünde cambaz misali yol almaya benzer. Yanlış ve dengesiz bir adım, sarf edilen emekleri, niyetleri heba etme riski taşır. Yaşadığımız coğrafyanın gerçeklerine dışarıdan bir gözle yaklaşmak mümkün olmadığı gibi, sanatçının samimiyetinin sınanacağı en önemli konu da, onu bu hususta üretmeye motive eden nedenler olacaktır. Dolayısıyla, ne fildişi kulelelerden vakanüvislik taslamak, ne de politik planda var olan reel kutuplaşmaya, mevcut tarafların bilindik argümanlarıyla eklemlenmek doğru değil. Özgürlükçü, bağımsız sanat, bu iki, kalıpları çoktandır belirlenmiş ana hattın arasında salınarak kendi duyarlılığını oluşturmak zorunda. Kadim biçim-içerik uyumu tartışmasının önüne geçecek, üretimlerin toplumsal manada değer kazanmasına, zengin bir etkileşim sürecinin önünü açmasına vesile olacak olan da bu duyarlılığın sağlıklı temeller üzerine inşa edilmesi zaten. Dolayısıyla, kolektif manada parçalanmış belleğin onarılması için geçmişe doğru çıkılacak bir yolculuğa, dünün bugünle olan bağlantısını da ihmal etmeden atılmak hayati önemde.”

Sergi ile ilgili ayrıntılara, sergiye bir eseriyle katılan Sayın Lütfiye Bozdağ’ın bu sayımızdaki yazısında yer veriliyor.
Sergi Adresi: Gazeteci Erol Dernek sokak, Hanif Han No 11 Kat 3 Beyoğlu. Galeri, pazar hariç her gün 11.00 - 19:00 arası açıktır.


M. ŞEHMUZ GÜZEL’DEN BİR YAŞAM ÖYKÜSÜ KİTABI:
"ADİL OKAY İLE GEÇERKEN"

Fransa’da yaşayan Prof Dr. M. Şehmus Güzel, şair, yazar Adil Okay’ın yaşamını konu alan yeni bir yaşam öyküsü kitabı yazdı. Daha önce de hayatında iz bırakan Yılmaz Güney, Abidin Dino, Remzi Raşa, Fahri Petek üzerine yaşam öyküsü yazan M. Şehmuz Güzel, neden Adil Okay’ı yazdığını şöyle açıklıyor:

“İki kez öldürülmek istenen, her suikasttan sonra kalan izleri hâlâ vücudunda taşıyan, başından bin bir serüven geçen, defalarca ölümle iki adımlık mesafede köşe kapmaca oynayan Adil Okay’ın hayatı, öyle sıradan bir hayat değildir : 1980 Yılında Adana cezaevinden firar ettikten ve hemen ertesinde bir yıldan fazla kaldığı Lübnan’da Filistin halkıyla direnişe katıldıktan ve bu savaştan sağ çıktıktan sonra, geldiği Fransa’da yirmi yıl yaşadı... Paris, maris hikaye, Akdeniz’in çağrılarına dayanamadı ve saati gelince ülkesine döndü. Güneşi, denizi, yakınlarını ve yoldaşlarını buldu. Kimini bazen bir rastlantı sonucu, sokakta yürürken, kimini bir toplantı sırasında, kimini bir şiir okuma gününde veya gecesinde, kimini bir gösteri ve yürüyüşte…

“Evet Adil’in yaşamı birçok açıdan önemli: Örneğin bir olay sonrasında gözaltındayken polisin işkencesinde ağır yaralanan ve öldürülmek üzere işkenceciler tarafından bir binaya götürülüp asansör boşluğundan aşağıya atılan ve öldü diyerek bırakılan bir genç Adil. Başka bir gün Adana’da faşistler çarşı içinde öldürmek için ona birkaç yandan ateş ediyorlar, o da karşılık veriyor, yaralılar oluyor... Bu olayların tümü var ve buna benzer bin bir serüven daha var. Firar var. Suriye’ye “çıkışı “ da epey serüvenlidir. Oraya gidiş ve dönüşler başlı başına bir kocaman olaydır. Suriye’deki yaşamını ve hemen sonrasında Filistin halkının kavgasında dayanışmacı ve savaşçı olarak Beyrut ve Lübnan maceralarını da eklemeli bunlara...

Bu çalışmayla aynı zamanda siyasetbilimi alanındaki bir boşluğu doldurduğumu da umuyorum: Çünkü bu kitapta önemli olan bu hikaye sayesinde, 12 Eylül 1980’in neredeyse günü gününe yıldönümünde, Türkiye’nin yakın siyasi tarihinin pek irdelenmeyen birkaç yönüne değinilmesi ve siyasi olaylar ve siyasi örgütlenmeler açısından, belki « çokkk uzakta » olduğu için, belki başka nedenlerle pek ilgilenilmeyen, siyasetbilimcilerin, gözlemcilerin ve uzmanların gözünden kaçan Antakya-Hatay, Adana, Mersin, Gaziantep taraflarından bakılması. Bu yörelerdeki siyasi örgütlenmelerin nasıl kotarıldığı, siyasi eylemlerin düzenlenmesindeki yol ve yöntemler birçok açıdan gözlemlenebiliyor çünkü.

Heyecanlı, özveri sahibi, meraklı ve kendilerinden çok diğerlerini düşünen, onlar için gözlerini budaktan esirgemeyen, yetenekli bir grup delikanlının, kadınların ve erkeklerin ve hatta çocukların öyküsü olarak ta okunabilir bu kitap. Çok az sayıda ve inanmış gencin, kadın ve erkeğin, kendi köşelerinde etkili olabileceklerini göstermesi bakımından da ilginç bir hayat hikâyesiyle karşı karşıyayız. Kadınların bu mücadele içinde figüran filan olarak değil baş rol oyuncusu biçiminde rol ve görev almaları mutlaka daha ayrıntılı bir biçimde incelenmeyi de hak ediyor. Evet, bunun şakası yok Adil’in grubu içinde basbayağı isimleri duyulan kadınlar da var çünkü.

Bu konularda biraz daha bilgi vermek, kitabı okumaya teşvik etmek umuduyla ve bilhassa kitabın yazılış yöntemini aktarmak arzusuyla kitabın « Sunu » bölümünü burada aynen alıyorum:

Adil Okay'la ortak bir kitap hazırlamaya ne zaman karar verdim? Adil’le tanışmamızdan, kendisinin, ailesinin, kardeşlerinin ve bilhassa babasının yaşamını öğrendikten, ağabeyi Arif Okay’la dostluğumuzdan bir süre sonra bu düşüncenin doğduğunu ve zaman içinde, güneşi göre göre, rüzgârda ve karda tomurcuklandığını ve yeşerdiğini biliyorum.

Sonra peş peşe, zamanın ve coğrafyanın araya girmesi sonucu kesintilere uğramasına rağmen, uzun, çok uzun söyleşiler yaptık. Bunların tümünü kasetlere kaydettik. Bu arada zaman zaman Adil’de kimi şüpheler belirdi ve örneğin şöyle şeyler diyebildi : « Hem sonra hocam okuyucuyu sıkmaz mı bu konular? Ne bileyim bir çalışma yapıyorsun, emek harcıyorsun, ben de çok meşhur bir adam değilim. Okuyucu ne yapsın benim çocukluğumu, gençliğimi, hayatımı? Bunlar pek önemli şeyler değil ki.”

Ben de o zaman şu yanıtı verdim: Önemli. Bunların hepsi önemli. Çocukluk hele çok önemli. Çocukluk ve çocukken yaşadıklarımız ve yaşayamadıklarımız. Bunların önemini zaman içinde ve bu kitapta göstermeye de çalışacağız. Soru cevap şeklinde. Vaktimiz var, hiç merak etme. Onun için buradayız zaten.

Nihayet bu konuda şunu da eklemek istiyorum bugün: Adil Okay’ın çocukluğu herhangi bir çocukluk değil. Gençliği herhangi bir gençlik değil. Sonrası da çok farklı. Görecek, göreceksiniz...

Evet, siz de göreceksiniz, öyle “Hayat Rahat Ve Durgun Akan Bir Nehirdir” havası yok bu çocuklukta, bu gençlikte ve sonrasında. Ve siz de bizzat kendi kararınızı vereceksiniz. Ve görecek göreceksiniz ki yanılmıyorum. Yanılmadım.

Söyleşilerimizle doldurduğumuz kasetleri sevecen, yardımcı olmayı bir tür gönüllülük olarak yüreklerinde taşıyan insanlar, kadınlar ve erkekler “çözdüler”. Yani sözümüzü beyaz kâğıdın üstüne serdiler: Satır satır. Sayfa sayfa. Onların hepsine bin bir teşekkür.

O sayfa sayfa dizilen satırları aldık, yeniden ve yeniden okuduk. Ben okudum. Adil okudu. Sonra yeniden ben okudum, o yeniden okudu ve bu çalışmaya son biçimini böyle nakış işlercesine, mermere veya taşa biçim verircesine ortaya çıkardık.

Güneş sözünde durdukça çalışmamız sürdü. Güneşe bakarak.

İyi mi oldu? Bizce evet. Veya en azından biz elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalıştık. En iyisi olması için mümkün olanı yaptık. Ama asıl kararı siz vereceksiniz. Sizce nasıl? Bu soruyu sormak sırası şimdi bizde.

Başından itibaren kitaba başlık olarak “geçerken”i seçtim. Ama doğrusunu isterseniz kesin kararımı yeni verdim. Ve “geçerken” birincilikle ipi göğüsledi.

Neyi geçerken? Niye geçerken?

Çünkü bir defa “geçerken” sözcüğü başlık olarak fena değil. Sonra burada Adil’in hayat hikâyesini konuşmak ve anlatmak istiyorum. Hayat akıp geçiyor. Zaman gelip gidiyor. Ve dahası biz geçiyoruz, çünkü bizim de zaman cetvelimiz doluyor, dolmak üzere, ama bizden sonra gelecekler var. Gelenlere geçip giderken bir şeyler bırakmak anlamında bu kitaba da bu başlık çok iyi uyar dedim.

Umarım okuyunca sizler de bana hak vereceksiniz.

Gidenler atlarını mahmuzlayarak ve arkalarında destanlar bırakarak gittiler ve kalanlar yoldaşlarının destanlarını onların anılarına saygı göstererek ve onları kalıcılaştırmak umuduyla yazmayı görev edindiler. Bu çalışma da sonuç itibariyle bu yolda bir katkı sunabilirse ne mutlu bize…


KURGU KÜLTÜR MERKEZİ’NDEN ÖDÜLLÜ
EDEBİYAT YARIŞMALARI…

Kurgu Kültür Merkezi, “Kültürel ve sanatsal gelişimin, uygar ve şenlikli toplumun oluşturulmasına dün olduğu gibi bugün de katkıda bulunduğunu ve bundan sonra da edeceğini düşünmektedir” savından yola çıkarak edebiyatımızı ve edebiyatçılarımızı, özellikle de genç kalemlerimizi desteklemek amacıyla her yıl toplam dört dalda, “Şiir-Öykü-Roman ve Çocuk-Gençlik Edebiyatı Ödülleri” düzenledi.

Yarışma dört dalda gerçekleştirilecek: a) Şiir b) Öykü c) Roman ç) Çocuk ve Gençlik Edebiyatı. Yazarlar, birden fazla dalda ayrı dosyalarla yarışmaya katılabileceklerdir. Yarışma tüm yazarlara açıktır, konular serbesttir. Edebiyatçılar yarışmaya en az 64 (altmışdört) sayfalık yayına hazır dosyalarla katılabileceklerdir. Yapıtlar bilgisayar ortamında yazılacak ve çıkışı alınıp çoğaltılacaktır. Yapıtlar beşer nüsha halinde düzenlenip en geç 15 Mart 2012 tarihine kadar başvuru adresine gönderilmelidir. Aynı tarihe kadar elden de teslim edilebilir.

Sanatçılar yarışmaya, gerçek adlarıyla, basında tanındıkları imzalarıyla katılacaklar; özgeçmişlerini kısaca yazdıktan sonra, bir fotoğrafla birlikte zarfa koyup aynı dosya içinde göndereceklerdir.

Ödüle katılan dosyalara her dalda sadece birincilik ödülü verilecektir. Sonuç 1 Eylül 2012 tarihinde açıklanacaktır. Ödül alan yapıtlar aynı yıl içinde (örneğin 2012) basılmış olacaktır.

Gerek ödülle ilgili, gerekse ödül alan yapıtlar belli olduktan sonra, öncelikle Kurgu Düşün Sanat Edebiyat’ta “gerekçeleriyle birlikte” duyurulacak ve gerek görülmesi halinde, yapıtlarla ilgili yazarlarıyla söyleşiler düzenlenecek, bunlar Kurgu Düşün Sanat Edebiyat’ta yayımlanacaktır. Kurgu Düşün Sanat Edebiyat’ın kapanması durumunda, diğer dergi ve kitap eklerine yönlendirme yapılacaktır. Seçici Kurul daha sonra kamuoyuna duyurulacaktır.

Başvuru ve yapıtların teslim adresi: Kurgu Kültür Merkezi, Konur Sokak 13/5 Kızılay-Ankara Tel: 0312 419 54 85, www.kurgukulturmerkezi.com, kurgukulturmerkezi@gmail.com (EDEBİYATHABER.NET)

ÜMİT KAFTANCIOĞLU ÖYKÜ YARIŞMASI'NA
BAŞVURULAR SÜRÜYOR...


1 Nisan 1980'de katledilen Yazar Ümit Kaftancıoğlu adına Yalın Ses Yayınları tarafından düzenlenen Ümit Kaftancıoğlu Öykü yarışmasının bu yıl yedincisi düzenlendi.

Yarışma şartları: Eser sahipleri yayımlanmamış ve ödül almamış 2'şer öykü ile katılacaklardır. (İsteyen tek öykü ile de katılabilir) Konu serbesttir. Öyküler iki aralıklı olarak (bilgisayarda yazılmış) en az 2 en çok 10 sayfa olacaktır. Öykülerin yazılı olduğu dosyanın sağ üst köşesine büyük harflerle rumuz yazılacaktır. Kesinlikle gerçek ad ve soyadı belirtilmeyecektir. Katılımcılar öykülerini 4 kopya olarak gönderecekler ve gönderinin içine ayrı bir dosyada kısa özyaşamı, adresi ve telefon bilgilerini belirteceklerdir. Aksi durumda öyküler değerlendirmeye alınmayacaktır. Değerlendirme 1. 2. 3. şeklinde olacak, ilk 10'a giren öyküler kitap olarak yayımlanacaktır. Dereceye giren katılımcılar plaket ve kitap seti ile ödüllendirileceklerdir.

Yarışmaya son katılım tarihi 31.12.2011’dir. Öykü yarışması sonuçları 25.03.2012 tarihinde basın yolu ile açıklanacak ve Ümit Kaftancıoğlu’nun öldürülüşünün 32. yılı olan 11 Nisan 2012 günü yapılacak anma töreni ile ödüller sahiplerine verilecektir.

Yarışma seçici kurulunda Adnan Özyalçıner, Öner Yağcı, Mehmet Güler, Zeynep Aliye, Dr. Canan Kaftancıoğlu, Öztürk Tatar yer almaktadır.

Adres: 2012 Ümit Kaftancıoğlu Öykü Yarışması, Yalın Ses Yayınları, Cağaloğlu yokuşu Ergüç Han No:5/8, Cağaloğlu-İstanbul, Cep: 0555 254 27 26, tatar8@gmail.com , www.umitkaftancioglu.com

CEMAL SÜREYA ŞİİR ÖDÜLÜ İKİ DALDA DÜZENLENİYOR

Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği tarafından düzenlenen Cemal Süreya Şiir Ödülü, bu yıl iki dalda düzenleniyor:
*Ekim 2010 başı ile Eylül 2011 sonu arasında yayımlanmış şiir kitabı.
*Bir kitap oylumunda olan şiir dosyası.

Egemen Berköz, Enver Ercan, Mustafa Öneş, Müslim Çelik ve Sennur Sezer’den oluşan Seçici Kurul gerek görürse, ayrıca Özendirme Ödülü de verebilecek. Ödül, her dalda tek yapıta verilecek. Son katılım günü, 16 Kasım 2011

Cemal Süreya’nın 23.ölüm yıldönümü olan 9 Ocak 2012 Pazartesi günü düzenlenecek törende, ödüller kazananlara sunulacak.

Yarışmaya katılmak isteyenlerin, 6 nüsha yapıt, her birine şairin özgeçmiş yazısı ile adres ve telefon numarası eklenerek, 16 Kasım 2011 tarihine kadar Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği’ne iletilmeleri gerekmektedir.

Adres:Bostancı Bağdat Cad. Hatay Restaurant Kadıköy –İstanbul, Tel:(0 542 ) 506 96 58 Sorular için: http://www.facebook.com/CemalSureya veya hsipahi.tk@hotmail.com adresine mesaj bırakılabilecek.

PEN KONGRESİNDEN ÇIKAN SONUÇ:
"BİRÇOK DİL TEHLİKEDE!"

Barışa ve etnik kimliğe saygı vurgusu ile başlayan Uluslararası PEN’in 77. Kongresi, dilsel çeşitliliğin korunması ve geliştirilmesi için Dilsel Hakları Girona Manifesto’nu onayladı. PEN’in daha aktif kılınması isteğinin öne çıktığı kongrede, 13 yıldır yargılanan sosyolog Pınar Selek ile dayanışma dile getirilirken, Türkiye’de baskı altındaki yazar, edebiyatçı ve şairlere de dikkat çekildi. Çeşitli PEN kulüplerine Onur Üyesi yapılmaları çağrısı ile dünyadan seçilen birkaç aydın arasında Türkiye PEN üyeleri Nedim Şener ile Ahmet Şık da yer aldı.

Şairler, Deneme Yazarları ve Romancılar Klübü olan PEN’in Belgrad’daki 77. Kongresi, 20. yüzyıl Sırp edebiyatı konulu yarım saatlik film ile başladı. Filmde 1933’teki PEN kongresinden görüntüler özellikle ilgi çekti. Sırbistan PEN Başkanı Vida Ognjenovic ve PEN Uluslararası Başkanı John Ralston Saul’un açılışını yaptığı kongrede konuşan Sırbistan Cumhurbaşkanı Boris Tadic, etnik kimliğe saygının barış için önemini vurguladı. Ardından Besteci Isidora Zebelyan’ın eserlerinden oluşan konser beğeniyle dinlendi. Savaş karşıtı dans tiyatrosu örneği sarsıcı bulundu. Vosijlav Voki Kostic’in yazdığı ve reji ile koreografisi Staşa Zurovac’a ait olan “Şarkı Söyleyen Kim?” adlı eser doksana yakın ülkeden gelen PEN üyeleri tarafından uzun süre alkışlandı.

15 Eylül günkü oturumda ise PEN Genel Kurulu’nda dilsel çeşitliliğin korunması ve geliştirilmesi için bir çağrı olan “Dilsel Hakları Girona Manifesto”su onaylandı. PEN Çeviri ve Dil Hakları Komitesi tarafından geliştirilen söz konusu Manifesto, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olanlar da dahil olmak üzere, tüm dillerin korunması ve geliştirilmesi yönünde önemli bir adım. PEN Uluslararası Başkanı John Ralston Saul, “Birçok dil tehlikede, birçok dil aslında yok.. Bir dil kaybı ve bu kayıp yoluyla kişinin kültürünün, ifade özgürlüğünün nihai kaldırılması olarak görebilirsiniz” dedi. Girona Manifesto, dünyada dil çeşitliliğini savunmak için bir araç olarak yaygın olarak dağıtılması için tasarlanmış bir belgedir.

Uluslararası PEN Çeviri ve Dil Hakları Komitesi Başkanı Josep Maria Terricabras da, “Dil bizi tanımlar. Dil, bir ses, kimlik ve ruhtur. Diller içinde yaşadığımız evlerdir” dedi.

Kongre boyunca dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen PEN üyesi 250 yazar, şair, deneme yazarı bir araya geldi; sorunları tartıştı, öneriler geliştirdi, yeni etkileşimlerde bulundu. PEN’in daha dinamik kılınması talebinin öne çıktığı kongrede, buna ilişkin çalışmalar ve öneriler üyelere sunuldu. Bu amaçla hazırlanan Uluslararası PEN web sitesi gösterildi ve yeni siteye ilişkin eleştiri ve öneriler istendi. Bu bölümde, İsveç PEN’in “muhalif bloğu” ile Ürdün PEN’in “PEN-Diyalog” siteleri de PEN üyelerine tanıtıldı. Toplantıda, Kuzey Kore kökenli yazarların ayrı bir PEN Klübü kurma ihtiyacı dile getirildi. (EVRENSEL)


FAKİR BAYKURT, ANADOLU’YA IŞIK TUTUYOR HÂLÂ…

Fakir Baykurt, Akçaköy’de başlayıp Köy Enstitüleriyle onlarca kitaba uzanan zorlu bir Anadolu türküsüdür. Köy Enstitüsünde başlayan sınıfsal uyanış, -sınıf bilincine tam olarak ulaşamasa da- onun yolunu ve bakışını içinden geldiği topraklara döndürdü. Tanık olduğu, yaşadığı insanları anlattı yapıtlarında. Türkiye Öğretmenler Sendikası TÖS’ün kuruluşuna emek verdi. Başkanlığa seçildi. Yolu sürgünlere, cezaevlerine uğrasa da halk için halkı yazdı.

Köyler boşalıp Almanya’ya göç etmeye başlayınca, o da kalktı gitti Almanya’ya. Bu sefer göçmen işçileri yazdı. Romanlarında Türkiye'deki köylü yaşamını halkçı ve devrimci bir bakış açısıyla ele aldı. Köylünün bilinci ve bilinçaltındaki istekleri, tepkileri, çelişkileri yansıttı. 1950–1970 döneminde etkili olan "köy edebiyatı hareketi"nin önde gelen temsilcisi oldu. Aziz Nesin, 1989 Nesin Yıllığında onun için şu tespiti yapıyordu: “On yıldan beri, Almanya’da yaşayan Fakir Baykurt’un yeni yapıtlarını okuyamamış olmam eksikliğimdir. Bu yüzden yazınımızda hangi düzeye vardığını, kendini yenileyip yenilemediğini bilemiyorum. Fakir Baykurt’un yazın yaşamını incelerken, onun çağının salt tanığı olmakla kalmayıp, tanık olduklarına yorum getirdiğini, böylece okurlarını bir toplumsal değişime özendirme çabası güttüğü görülecektir. Bu çabalarını salt yazar olarak değil, toplumun durumundan kendini sorumlu duyumsayan bir aydın olarak da toplumsal etkinliklerle sürdürmüştür.”

Yaşamının her anında, “Sanatta devrimci tavır, hayatı değiştirme tavrıdır” diyen Baykurt’u, 11 Ekim 1999’da günü sonsuzluğa uğurlamıştık.

Fakir Baykurt, kıvrak dili, güçlü gözlemlerini kendi bakışıyla buluşturan güçlü anlatımıyla edebiyatımızın önemli roman ve öykücüleri arasında yer aldı. Sanat anlayışını belirten şu sözleri, onun sanatsal ve toplumsal bilincini en iyi biçimde yansıtmaktadır: “Kitaplarımız bize ün sağlamak ya da kalıcı olmaktan önce toplumu devrim yönünde etkilemelidir. Hayatı değiştirme amacına yönelmiş bir sanat insanın bilinçlenmesine ve birleşmesine yardım eder…”

“Akan ve akmakta olan yaşamı, bilinçaltından ve bilinçten geçirip dışa vurma işidir roman. Hem bireysel, hem toplumsal boyutları olan bir yazı türü. Bir imbikleme...

Bir yaşamın romana benzemesi başka. Roman olabilmesi için yazılması gerek; bir romancının bilinçaltından, bilincinden geçerek gerekli estetik biçime ve biçeme ererek yazılması.”FAKİR BAYKURT


İNSANÎ EDEBİYATIN ÖNCÜLERİNDEN
HALİKARNAS BALIKÇISI YAPITLARIYLA YAŞIYOR!

Halikarnas Balıkçısı ya da gerçek adıyla Cevat Şakir Kabaağaçlı, Oxfort Üniversitesi “Yeni Çağlar Tarihi” bölümünde tamamladıktan sonra(1908) Resimli Ay , Resimli Hafta , Diken , İnci gibi dergilerde yazılırı , çevirileri ve karikatürleri yayımlandı . 1925’te Resimli Hafta da Hüseyin Kenan imzasıyla çıkan “Hapishanede İdama Mahkum Olanlar Bile Bile Asılmaya Nasıl Gider?” yazısından dolayı İstiklal Mahkemesi tarafından yargılanır. Bu öyküde balıkçı Kurtuluş Savaşı yıllarının hamasî havasının tersine İstiklal Mahkemeleri tarafından doğru düzgün yargı ortamı kurulmadan idam cezasına çarptırılanların asılmaya gidiş dramlarını gerçekçi bir dille yansıtır. Ama bu öykü zamanın yönetimi tarafından Mustafa Kemal Hükümetine ve Cumhuriyete hakaret kabul ederek o çağın henüz bilinmeyen, yolu izi olmayan uzak bir yurt köşesi Bodrum’da 3 yıl Kalebentliğe sürgüne gönderilir.

Halikarnas Balıkçısı tüm acıları ve yalnızlıklarını adeta bir tragedya kahramanı direnişiyle bin bir olanağa ve üretkenliğe dönüştürecektir bu sürgünde. 1920’lerde magazin öyküleri yazan Halikarnas Balıkçısı, yazar ve düşünce adamı olarak asıl kimliğini Bodrumdaki sürgün yıllarında buldu. Mitolojisi, tarihi, doğasıyla Ege’yi; süngercisi, balıkçısı gemicisiyle hayatlarını denizden kazanan insanların mücadelesini konu alan Ege Kıyılarında deniz emekçilerini anlatan romanlar yazdı. Yazılarını coşkulu, içten, kimi kez savruk, şiirsel bir üslup ile yazdı. Halikarnas Balıkçısı Anadolu efsaneleriyle mitolojisini inceleyen kitaplar da yazdı.

1947'de İzmir'e yerleşen Kabaağaçlı, 13 Ekim 1973'te bu kentte ölür çok sevdiği Bodrum'a gömülür. Onun sanat anlayışı şu sözlerinde gizlidir:

“Halktan, temelden, topraktan ve doğanın derinliklerinden gelmeyen, onlardan etkilenmeyen bir edebiyat geçicidir, ölümcüldür.”

BEHİCE BORAN SOSYALİZM YOLUNDA, HEP YANIMIZDA!

Türkiye Sosyalist hareketinin en önemli ve en yürekli adlarından biridir Behice Boran… Hiç kuşku yok ki, insanlar öldükten sonra kötü anılmazlar. Ölüm gibi duygusallık yaratan bir durumdan sonra bir çokları belki de hak etmedikleri övgülerle anılmışlardır. Ancak kimileri için övgü bile yetersizdir. İşçi sınıfımızın yiğit evladı Behice BORAN’da bunlardan biridir. Çünkü Behice BORAN tartışmasız çevresini aydınlatan, inat ve kararlı kişiliği ile övgüyle anılmanın çok ötesinde şeyleri hak etmiştir.

Onun hem bir bilim insanı hem bilimsel sosyalizmi savunan bir önder olması nedeniyle gönlümüzde ayrı bir yeri vardır. Savunduğu düşünceler ve eylemli kişiliği yüzünden fırtınalı bir yaşamı olmuştur. Ancak, bütün zorluklara karşın inandıkları uğruna verdiği savaşımdan milim bile geri adım atmamış ve ağır bedeller ödemekten çekinmemiştir. BORAN’nın bu konuda söyledikleri bir çoklarının böyle yaşamayı göze bile alamadığı ama Behice BORAN’ın göze alarak yaşamının son anına kadar sürdürdüğü bir gerçekliktir. O, bu nedenle; “Sosyalist doğulmaz, sosyalist yaşanır!” diyordu

Kimler yükselen değerlere teslim olup kendileri için acıklı bir yaşamı içselleştirmedi. Koca koca profesörler, bilim adamları, politikacılar sermayeden esen rüzgarlarla “değişen değerler” tanımı yapıp eşiği aşarak kendisini sermayeye pazarlamadı mı? İşte Behice BORAN gibi işçi sınıfının yüce davası sosyalizm için savaşanlar bu yüzdendir ki ölümsüzdürler. Sonsuza kadar anılmayı da bu yüzden hak etmişlerdir.


BAŞ EĞMEZ DEVRİM SAVAŞÇISI HİKMET KIVILCIMLI
KAVGAMIZDA YAŞIYOR!..

Türkiye Devrim Tarihi'nin önemli kişiliklerinden biri olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yı, ölümünün 40. yılında saygıyla selamlıyor ve anıyoruz.

Dr. Hikmet Kıvılcımlı, 1902 yılında Priştine'de doğdu. Ailesi, Balkan Savaşı'ndan sonra Anadolu'ya göç etti ve Kuşadası'na yerleştiler. Lise öğrenimi sürecinde İstanbul'a gelen Hikmet Kıvılcımlı, burada Vefa Lisesi'nde okudu. Kıvılcımlı, İstanbul Tıp Fakültesi'ndeki öğrenim yıllarında sosyalist mücadeleye katıldı.

1925 yılında gerçekleştirilen TKP 2. Kongresi'ne delege olarak katıldı. Aynı yıl, Şeyh Sait İsyanı nedeniyle çıkarılan "Takrir'i Sükun Yasası", ülke çapında bir terör ve baskı dalgasının yükselmesine sebep oldu. Bu arada Hikmet Kıvılcımlı da tutuklandı ve 10 yıl kürek cezasına çarptırıldı. Fakat bir yıl sonra ilan edilen bir aftan yararlanarak, tahliye oldu. 1929 yılında tekrar tutuklandı, bu kez 4,5 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bu sürenin bitmesine çok az kala, yine bir aftan yararlanarak özgürlüğüne kavuştu. Kendisi bu süreçte, Türkiye Komünist Partisi MK üyesidir. 1938'de, Donanma Davası'ndan tekrar tutuklandı ve 15 yıla mahkum edildi. Bu kez, 12 yıl yattı. 12 Mart 1971 Açık Faşizmi Dönemi'nde arandığı için yurtdışına çıktı ve çok kısa bir süre sonra, 11 Ekim 1971'de, Belgrad'da öldü.

Hikmet Kıvılcımlı, yaşamının her anını devrimci disiplininden ödün vermeden yaşamış; ölümüne değin okuma, araştırma, öğrenme ve öğretme eyleminden vazgeçmemiştir. 36. ölüm yıldönümünde, Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yı, onurlu yaşamını ve mücadelesini saygıyla anıyoruz.

Türkiye sosyalist hareketinin en özgün ve üretken isimlerinden biri olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı örgütlü mücadele kararlılığı ile bugün de sosyalizm mücadelesine ışık tutmaya devam ediyor.

Onun kararlı ve yiğit devrimci yönünü en iyi şu sözleri yansıtıyor:

“Görev başında ömür merdiveninin son basamaklarına geldik. Kimsenin kara yahut mavi yahut yeşil, elâ gözü için yaşamadık. Kimseden proletarya doğruluğu ve yoldaşlığı dışında hiçbir şey beklemedik. Kimsenin de bizden başka şey istemesine göz yummadık. Görev yapıyorduk, muhallebi değil... Görev yapmada çok iyi biliyoruz; vurmak ta vardır, vurulmakta. Hepsi vız gelir ve de gelmelidir.”


CHE GUEVERA UMUDUMUZA DİRENÇ KATIYOR HÂLÂ…

Arjantin'de doğan devrimci Ernesto Che Guevara 20'nci yüzyılı etkileyen en önemli adların başıda gelir. Buenos Aires'te tıp okuduğu sıralarda Latin Amerika'nın pek çok bölgesini dolaşan Che, bu coğrafyanın en belirgin iki özelliğine yoksulluğa ve baskıcı rejimlere tanıklık etti. Marksist görüşleriyle birleşen isyankar ruhunun gösterdiği yön, silahlı devrim hareketiydi. 1954'te Meksika'da Fidel Castro ile tanıştı, Castro'nun liderliğini yaptığı 26 Temmuz hareketine katıldı.

Bu hareket Kübalı diktatör Fulgencio Batista rejimini alaşağı etti, Castro artık sosyalist Küba'nın devrimci lideriydi. Che, 1959-1961 yılları arasında Küba Ulusal Bankası'nın başkanlığını yaptı, daha sonra da Sanayi Bakanı oldu. 1965'te devrimin kızıl rengini diğer coğrafyalara yaymak için Küba'yı terk etti.

Afrika'da isyancı güçlere gerilla eğitimi verdi ancak çabaları sonuçsuz kalınca 1966'da yeniden Küba'ya döndü. Aynı yıl Bolivya'da Ortunyo yönetimine karşı mücadele başlattı. Bu mücadele onun son devrim macerasıydı. Che Guevara, 40 yıl önce bir çatışmada Bolivya'nın La Higuera köyünde katledildi.

Ama düşünceleri ve devrimci tavrı dünyanın her yanında, her dağda yankı buldu. Bulmaya da devam ediyor. Dünyanın kudret sahipleri akıllarından çıkartmasalar iyi olur: Che Guevara'nın sabırsız gözleri onu içine tıkmaya çabaladıkları tişörtün bağrından alev alev bakmaya devam ediyor. Ve o zalimlere haykırmaya devam ediyor: “Bir çiçeği ezebilirsiniz, baharı asla!”




NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler. Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati

İRFAN SARİ/Bir Tek Silah Sesi




Etrafı beton ayaklardan oluşturulmuş çimento kokulu mevzinin içinde, gözlerini ay ışığı altındaki dağlara dikmiş öylece düşünüyordu Soner. Eli tetiğin üstündeydi. Bir yıldız kaysa basacak tetiğe, bir kaplumbağa sürünse yön verecek kurşuna. Bir çatırtı duysa parmağı itecek, baruta ateş verecek.


Çok uzakta yanıp sönen çoban ateşleri olsa, belki ellerini çekecek o silahtan gidecek misafir olacak. Kim bilir belki çay kaynıyordur o ateşte, bir bardak kaçak çay yudumlayacak. İki kelam çoban sohbeti iki kelam asker sohbeti kardeşliği çoktan kurmuş olacak. Kaçmayacaklar birbirlerinden. Korkmayacaklar birbirlerinden, birbirlerini öldürmeyecekler.


Soner, şafak sayıyor. Gün biterse yeni bir günün fitilini tutuşturacak. Hayalleri sayamayacak kadar çok değildi. O kendine yetecek kadar hayal içindeydi. En ebruli olan ve en ince nakışlı hayali Mısra’sıydı. Mısra ile sözlendikleri gün Karadeniz sevinç dalgalarını kıyıya çarpıyor ve alkışlarını ifade ediyordu böylece. Askere yaşıtlarından sonra gelmişti ve eğer sevdalısı olmazsa belki daha da gelmeyecekti. Ama askerliği önüne koyan sisteme yenilip gelmişti. Dönünce mesleği olan erkek berberliğini sürdürecekti hatta şimdiden dükkânını kiralamıştı bile.


Ne çare ki; yüreğinin sahibine dağların arasından düş kurmaya bile zamanı yoktu. O da dağ çocuğuydu. Yeşil yüksek ve nemli dağların arasında koşan, konuşan ve asker olan Soner bu yalçın, esrarlı, kuru, keskin bakışlı dağların arasında kendini yalnız hissediyordu. Bilmediği bir savaşın içine gelmiş ve elleri tetiğin üstüne bırakılmış beton barınaklarda karakol nöbetlerine başlamıştı. Yüksek voltajlı aydınlatma ampullerinin yansıdığı yerler gün yerine dönüyordu ama toprağın üstünde hareketlilik hep vardı…


Dağlar çeper gibiydi dağların ardındakiler için. Biliyordu bunu. Mahalle kavgalarına benzemiyordu bu kavga onu da biliyordu. Dosdoğru bir savaşın içindeydi. Ay tereddüt ederek çıkıyordu gökyüzüne güneş kasılarak doğuyordu her seferinde. Ormanların dilini kesmişti ceberut savaş tacirleri. Canları çektiğinde tutuşturup ateşi çekiliyordu kıyısına. İçinde börtü böcek ne varsa yanıyordu. Dağlar cansızlaştırılıyordu.


Çiçeğe acımayan bombaları vardı bu savaşın. Çocuğa, kadına, erişkine-yetişkine acımayan bir yüzü vardı...


Bazen savaşın küf yüzünden kurtulup gidebilseydi memleketine yârinin çimen yeşili gözlerine takılırdı evvela. Sevdiğinin biraz utangaç sesi düşerdi kulağına “hoş geldin” edasıyla, iki sarmaşığın birbirine sarılışı gibi sarılırlardı sevdiği ile kalbinden bir sevinç akımı yükselirdi beynine. Tam budur dediğinde parmağı tetikte uyanırdı yeniden. Çünkü bu dağlarda bir an bile düş kuramazdın. Ölüm nefes gibi yakındı insana. Onun için uyanık olmak gerekiyordu.


Uyursa bir daha uyanamayacağını bilirdi. Bilirdi ki; “Savaş zamanlarında babalar oğullarını, barış zamanında da oğullar babalarını defin eder”


Elbette bu savaşı yaşadığı sürece unutmayacaktı. Şayet unutursa kendiyle sınavını da bitirecekti.


“Deniz üstünde fener bir yanar bir de söner
Bu gaybana sevdaluk ne yana olsa döner
Gel kaçalum sevduğum dağlarun arkasindan
yandumda elacağum bu yürek yarasindan”


Kulağına damlatılan bu ezgilerin rengiyle büyümüş Soner’in nöbet siperinde ona eşlik eden ay ve dağ rüzgârlarına karşı sıralamış olduğu şarkıyı sadece onun iç sesi duyabildi pek çok kez. Çünkü sesini koyuverse ölüm dansına kalırdı.


Oysa en çok dağlara söylenir şarkılar. En çok dağlar dinler adamı adam gibi.


Cebinde sigara dumanlayamıyorsan, elinde tespihin çekemiyorsan, dilinde türkü çığıramıyorsan ve açıp yârin fotoğrafına bakamıyorsan dağlar küser adama. Naz etmez dağlar. Küser bir daha dönmez gerisine.


Bu gece aşağıdan akan suyun sesi daha bir gürdü, belli ki suyun akış istikametinde yağmur yağmış. İçinde yağmuru ne kadar özlediğini geçirdi. Çünkü sevdiği ile bir yağmurlu günde rastlaşmıştı. Öyle çok istedi ki, az sonra ona özel bir yağmur serpişti tanrılar her yüreği duymaz ama onu duymuşlardı.


Saatine baktı nöbeti bitmek üzereydi bu gece ilk defa nöbeti bitsin istemedi.


Yağmurla bakışmak istedi ne çare ki yağmur toprağa düşecek kadar yağdı. Durduğu yerden bir adım öne attı yağmurun ardından bakar gibi… Susmuştu her yer. Bir tek silah sesi duydu birden, dağlarda duydu, az önce yağan yağmur da… Ama arkadaşları duymadı. Duyamazlardı belki de.


Hiç korkmadı ama… Karşı yamaçta bir duman havası vardı gözlerini dikti art arda yürüyenler gördü. Basmadı tetiğe durdu baktı… Yürüdüler… Yürüdüler… Yürüdüler…


Savaşın kurallarını çiğnemişti… Savaş suçlusu olarak yargılanacaktı belki…


Bir tek silah sesi duyuldu o gece. Kurşun gecenin içinde kayboldu. Soner kendi adına savaşı bitirerek sevdiği ellere kavuştu. Mısra’nın yeşil gözlerine bakarak söyledi şarkılarını…


“Duman gelir dereden kavlatur dağu taşi
sevduğumin yüzünden durmaz gözümun yaşi
Gel kaçalum sevduğum dağlarun arkasindan;
yandumda elacağum bu yürek yarasindan”



İRFAN SARİ

ADNAN DURMAZ: Körler Panayırı




RESİM:ADNAN DURMAZ



“kör olasın demiyorum”
zaten körsün sen
kan kusarak ölen kenar mahalleler
aynı kentte sana hesapsız uzak
teneke barakalar
ve kan susan dağlara
amanı imanı bilmez bozkırlara
yoksulların omzunda evrilmiş çağlara
tarihi sulayan gözyaşlarına
“kör olasın demiyorum”
çünkü körsün sen


son sistem ölüm araçlarıyla
yolsuz izsiz yaşamların beli kırılmış
sen devam et acınaklı ve gülünç bir iştihayla
incecik ve seçilmiş sözcükleri
kehribar bir tespih gibi dizerek
gündelik yatak maceralarını
aşk diye anlatmaya
şaklaban barlar
sosyete yosması kaldırımlar
operalar-uçukluklar-tatil cennetleri senin
ve ayyaş sofralarında yapılan devrim
mavi yeşil mor saçlarınla-soytarı sakallarınla
sözümona aykırı geçinirsin
“kör olasın demiyorum”


ilişkiler-asıl ilgi alanın
kadın erkek eşitliği-feminizm -çevrecilik
Marks’tan ezberlenmiş birkaç alıntı
duvarında purolu bir Che Guevara
ve Daliden, Marc Chagal‘dan iki üç resim
her şeyi doğuştan
en iyi sen bilirsin
inanılmaz yeteneğin
her yana dönebilirsin
takma gülüş-yapay bakış-çakma heyecan
her kadına -her erkeğe söylenen kalıplaşmış sözcükler
ses tonun bile çalıntı
İstanbul’dan beri taraf ne yana düşer
adımını atmadan tahlil edersin
gözleri olmayan barsak şeritleri gibisin


yahu sen kimsin


taşrada bir avuç dünyalar kurmuş
ve küçücük şirkettir meslektaş evliliği
bir ev-bir araba hayalinde
sözüm ona okumuş
yazın bir hafta deniz- çocukların geleceği
müdürüne amirine yağ akıtır hilesiz
bazen dindar bazen dinsiz
efenim malumu âliniz
altı yüz elli yediye tabiyiz
zamanında proleter devrimci
o zamanlar cahildik biz
Atatürkçü-Türkçü-Müslüman-tarikatçı ve laik
bütün futbol maçlarında tek bilek tek yüreğiz
arındık ne varsa eskiden seçtiğimiz
tertemiziz


onurunu üç paraya satanlar
emeği yağmalanmış ırzı kırılmış
yerle bir olmuş tüm değerleri
tarikat kuyruklarından medet uman
ey kahraman insan - adam gibi adam
atalarıyla övünmekten geri kalmayan
belkemiği alınmış kırsal kalabalıklar
“gocuklu celep kaldırınca sopasını”
Sürüye sürü sürü katılan
körsün
ve sonsuz karanlıklarda
körlüğün kadar hürsün


kara bulutlar gibi ölüm yağar mazlum kalabalıklara
zulum parmaklı elleriyle
nasıl okşar çocuğunun başını
uygarlık yamyamları
hiçbir zaman bir bulutun aklığından
bir yaprağın şarkısından
duyamazlar güzelliğin sınırsız türküsünü
ne kuş sürülerinin tarifsiz dansı
ne suların akılalmaz şarkısı
enginlerin bağrında batarken güllenen güneş
gideremez onların yamyamlığını
kan içinde boğulurken insanlık değerleri
kuşkusuz yürekleri metaldendir onların
ve ölüm hesapları yapar dişliçark beyinleri


Afganistan-Irak-Filistin derken
kara afrikanın ak alnına ölümü kazıdılar
doymaz açgözlülükle çekirgeler gibi geldiler
bin yıl geride bıraktıkları yoksulları yemeye
kanlı haçlarıyla
sahte insan haklarıyla
takma özgürlükleriyle
geldiler susuzluktan ölen çocukların iskeletlerini kemirmeye
geldiler yoksul ulusların namusunu dişlemeye
farkına bile varmadın sen
ayağının altındaki toprak
karış karış satılırken
devam ettin kendini parçalayıp bölmeye
başında kanını peşkeş çeken işbirlikçi dururken
devam ettin birbirini vurup vurup ölmeye
“kör olasın demiyorum”
zaten körsün sen



ADNAN DURMAZ

YAŞAR DOĞAN: Kuş kafa GOWENDİ}{HASİBE AYTEN:Hakkınız Yok



KUŞ KAFA GOWENDİ





Hangi kuş kafalının kafatasına edersin ey Ebabil
Böyle yere yakin uçuşun da neden
Kucaklayıp başka bir yere taşıyacak halin mi var
Bu yozlaşmış duymayı hakikaten


Yoksa bu ebruli davetiye sadece bana mı


Bilesin ki cennet ve cehennem arasında ki uçurumda
Kedimi ateşlere attığıma hiç tanık olmadın mı
Yanmak bizim gözlerimiz senin o kutsal kanatların değil
Hadi git / git de asma köprüler mimarı ol
Hala nefes alabilen insanlığa


Ben mi ne olacağım aslında hiç umurumda değil
Hiç umurum da değil büyük insanlık da yoksa
Yepyeni bir Adam / Havva’ya nasıl yaklaşabilirim
Koynu yılan doluysa nereye dönse…


İmam Hasan susamış bir bardak su verene.



YAŞAR DOĞAN / Lolan





HAKKINIZ YOK




Doğmak ne büyük çoğalma
O ev o yürek benim
Hakkınız yok dokunamadıklarımı eskitmeğe


Doğa benim
Bin yüzünüzle
Uygarlık kurmak istediniz toprağımda


Sevgim bağışlayıcı
İçimde büyüttüm sizi



HASİBE AYTEN

AHMET TAHSİN ÇINAR:Elif'e Mektuplar




ELİF'E MEKTUPLAR (I)


Sevdiğim, bir tanem, can eriğim
Elzem adlı zeytine and olsun ki;
Evrende toplu iğne ucu kadar büyük olan
Ve içinde tüm şu gördüklerimiz bulunan
Bu kristal kürede
Senin için yaşadım


Her yer ürün
Tarlalar dolusu pamuk, buğday, arpa
Bağlar dolusu üzüm
Bağajlar dolusu alışveriş
Vitrinler dolusu hüzün


Bir korsan çağdır yaşadığımız çağ
Kağıttan külah
Rüzgardan uçurtma
Gölgeden adam
Darağacı sehpa
Kan yumruk bir kavga
Neredeyse Firavunlar
Katili kayıp İsmailler orada


*


ELİF'E MEKTUPLAR (II)


Bin tanrılı Hattusa'ya and olsun ki nar çiçeğim
Reklam şeytanıyla saptırdılar insanlığın özünü
Bağın
Dağın
Bahçelerin yolunu unuttu insanlar
Doldurdular dev dükkanların önünü


Senin gözlerin ah pamuğum
Pranga, zincir, demir kapılar
Gözünün karasında ah çırpınan kuşlar
Ah sen bilemezsin
Ne çok darağacı ne çok urgan
Ne çok mektup kardeşlere yazılan
Ne çok tekmesi kutsal iskemle
Görür göz ucuyla, tohumun toprağa düştüğünü
Gözleri yaşlı cellat çingene
Bu çölün mavi Deniz'i ondan
Bizim
İnsanlığın ve evrenin
Bu halkın umudu olan.


*


ELİF'E MEKTUPLAR (III)


Bin pınarlı İda üzerine and olsun ki
Evrende toplu iğne ucu kadar büyük olan
Ve içinde tüm şu gördüklerimiz bulunan kristal kürede
Benim için yaşamaya doyulmayan bu hayatı
Senin için yaşadım


Ne çok kadın sevdim, ne çok kadındılar
Baldan da bal
Ballar tadındaydılar
Kızıl kor ateştiler
Sarılgan gül
Tuz Gölü acısı
Lut Gölü kutsalı


Burnunda sevmelerin mis kokusu
Ten dergahında kul olursun
Söz ummanında su
Sevgi bulutunda yel olursun
Balı dökülünce zaman denen alacalı kınanın
Sevmelere tövbe eder
Huzuru yalnızlıkta bulursun
Kalınca sevgi bahçesi susuz
Eteğine taş doldurur sevdiğin insan
Bir solukta alçak olursun


Bir düğünde değilsindir
Bütün halaylar yabancı artık
Cenazedesin er kişi niyetine
Tüm hüzünler tanıdık.


Ne kalırsa geriye etine aşerdiğin kadından
Su verirken el verişle
Kahve verirken bel kırış
Sevginin doru tayı ıskalar rahvan rahatlığını
Bakmışın gelip geçerken bu kozmik hayat
Kopar geminin dümeninden özgür kalır deniz
Çıkınca sığ sulardan derin sulara
Kalbine ihanetin gölgesi düşer
Sarsılır bedenin erken hazanda çıplanır ağaç
Titrer durursun gecelerin azminde
Vakti gelip giz olandan kalkınca perde
Gördüğün temiz manzaraya meftun olursun
Yalansız güneşlerin hüznü çöker üstüne
Ve sevgilinin yerine kırılır kalbin.


*


ELİF’E MEKTUPLAR (IV)


Kutsal Analı Bülbül Dağına and olsun ki
Yare taptığım aşikardır
Kalp seviyesinde oturur sevgili
Baş üzerinde nazenin tutulur
Çölde doğan güneş gibidir izlenir
İmge yer bulur anlayan dilde
Sus ağzın yularıdır. Hem de
Dikenli söz için mana gizlenir.


Uzundur hayatın ipi, sevgi örmeyene gün boyu
Gönül kuşum, canımın canı, gönlüme batan diken
Söze akıl kulağı gerek,
Gerçek dışıdır gölge gün batarken.


Aldanma
Yok bardağıyla şerbetin ilgisi
İki elden biri engeldir alkışa
Sevincin kanadıyla uçarken gülün pembesi.



AHMET TAHSİN ÇINAR

MEHMET RAYMAN: Roman}{SEDAT AKINCI: İkilem


ROMAN






kokuşmuş çamaşırların
ipliği dolanmış birbirine
gidenlerin arkasından dökülen su
yosun bağlamış bir günde


dedim ki kendi kendime
bir daha eğilme kimsenin önünde
öyle değirmi bir şapkam da yok
gölgesinden geçeyim dara düştüğümde


kendir ipinden halatlar dokudum
bu gemileri denize indirmek için
tomurcuğun günleri sayılı
öyküler doğdurdum
romanların içinden geçince



MEHMET RAYMAN






İKİLEM





Sizi bilmem ama, her hali var bende insanlığın...


Gün oldu, aptal bir aşık oldum,
Gün oldu, çiçeklendi erdemlerim..


Gün oldu, gittim ardından içimdeki şövalyenin,
Gün oldu, tükürdüm suratına...


Sizi bilmem ama,
Her hali var bende insanlığın..


Bazen çok sevdim kendimi,
Nefret ettim bazen..
Çok çalıştığım da oldu,
Geçtiğim de tembellikte Oblomov'u..


Ama kendime en çok kızdığım konu,
Bu kadar acı, bu kadar yoksulluk varken,
Bir devekuşu gibi sokuşumdur usumu toprağa..


Hani az önce dedim ya,
Sizi bilmem ama,
Her hali var bende insanlığın....




SEDAT AKINCI

BAYRAM ATAKUL:Bu Türkü



Bu türkü, çiğdemlerin
Bu türkü, papatyaların türküsü
Seviyor sevmiyor, seviyor sevmiyor
Bak eksik çıktı bir yaprak
Sevdiğini üzmek en kötüsü


Görüyor musun rüzgârla dans eden bulutları
Ha patladı, ha patlayacak gökyüzü
Bu türkü, yağmurların
Bu türkü, gözyaşlarının türküsü


Bu türkü, yağmursuz toprakların
Okulsuz çocukların
Bu türkü, oğlunu yitirmiş Kürt, Türk, Ermeni
Tüm anaların türküsü


Bu türkü,Almanya’da horlanan işçinin
Ana dilinde
Seni seviyorum diyemeyen Kürt gencinin
Sılası gurbete dönüştürülen Sarı Gelin’lerin
Bu türkü, çoğunluğun ezdiği azınlığın
Bu türkü, orağın
Bu türkü, kazmayla küreğin
Bu türkü, alın terinin türküsü
Bu türkü
Güneş altında iki büklüm çalışan ırgatların
Ölümün koluna girip kömür ocağına inenlerin türküsü


Bu türkü anasına inanır gibi
Sosyalizme inananların türküsü


Bu türkü, akmayan muslukların
Bu türkü, dalında solan çiçeklerin türküsü değil
Bu ses, çekicin örse söylediği türkünün sesi
Bu türkü, çağlayanların
Bu türkü, motor seslerinin türküsü
İyi bak yollara çakılmış
Ufuklara dikilmiş gözlere
Ah! benim sevdiceğim
Çiçek bahçelerinde özgür dolaşırken rüzgâr
Umutsuzluk en kötüsü


Yazı icat edilmeden önce söylenen aşk şarkıları
Dolaşıyor gökyüzünde
Duy!
Ve dinle!
Rüzgâr bulutlarla, rüzgâr ağaçlarla söylüyor o şarkıları


Hisset çocuğunu çağıran annenin sesindeki ezgiyi
Neden tüm annelerin aklına bebeklerini getirir
Kuzuların meleyişleri


Bu türkü, gazellerin değil
Yemyeşil yaprakların
Buğday başaklarının türküsü
Bu türkü, kınalı kekliğin kanadının
Bu türkü, rüzgarların türküsü


Öfke
Tek vuruşla iki kişiyi yaralayacak
İki yüzü keskin bir bıçak
Kıskançlığın fırtınaları savuruyor bedenleri
Esiyor deli deli
Çarpıyor kapıyı pencereyi
Bu türkü, karlı dağların
Bu türkü, vahşi rüzgârların türküsü


Dilim halkımın dili
Prangalar ki ayaklarımda
Dur gelme! deyişinin işkencesi
Bu türkü, bozkırın kimsesizliğinde çiçek açan
Ahlat ağaçlarının türküsü
İnan bana sevdiğim!
İnanmamak en kötüsü


Bu türkü, içine kurt düşmüş elmanın
Bir yemek, bir yatak düşleyen tenin türküsü değil
Umudu, elma ağacındaki çiçeğin umudu
Dili ateşin, dili çiçeklerin dili


Bu türkü senin, bu türkü benim
Bu türkü yüreğin
Bu türkü, hayatın türküsü sevgilim



BAYRAM ATAKUL

ŞERİF TEMURTAŞ: Kısa Kısa Şiirler}{ATİLA KILIÇASLAN:Umut Asıl Olandır...



KISA KISA ŞİİRLER





AŞK


gir koynuma
İşkenceden geleli
üç gün
üç gece oldu
sıcak duygularınla
papatya vücudunla
gir koynuma


ayaza inat
sar beni
işkence acılarım
aşkımı çalmadan
gir koynuma


*


YALNIZ İNSAN


ruhu taşkın insan derki
robenson olmak kadar
robenson olarak yaşamak da güzel

*


HÜZÜN


Usulca girince gece kapımdan içeri
Günün solgun yüzüne
İki damla göz yaşı düşer
Ve yaşadığım şehirde
Gece her şey doğaya uygundur


Gece zifiri gece yorgun
Bir çekim tütün bas yarama
Yorgunum..............


*


HASRET


sensizliğin acısı kor bi yürek
ah... hasretin yangın düştü yüreğime
acıyla mı yoğruldu ömrüm
acılar bize mi özdeş
dayan ey kalbim



ŞERİF TEMURTAŞ






UMUT ASIL OLANDIR....





Kendime kurduğum bir dünya var
İçinde yaşayanların
Damarlarında kan yerine
Umut aktığı bir dünya.
Belki inanın hiç kimse bilmez umudun yaşar olduğunu
Umut bazen bir köşe başındadır
Bazen bir sokak arasında
Bazen çöp bidonlarına uzanan ellerde
Bazen yüzümdeki sıcaklıkta
Bazen yıldızlardadır
Selam veririm mesela gördüğüm her yerde
Bazen ben giderken bir başka uzaklardan
Koluma uzanan bir eldir
Umut her biryandadır
Umut asla kaybolmayandır
Umut her zaman başucumuzda uyuyandır
Umut yarındır
Umut dünde kalmış gibi gözükse de
Umut aslında bugündedir
Umut hiç yok olmayandır
Umut bugünümde ve yarınımda
Umut kalbimin attığı her bir alanda
Umut benimle
Umut emekle
Ve emekle yeşerecek umut
Umut umudun umudu
Umut aşk duyduğumuz her şey değil
Umut var olmaktır…



ATİLA KILIÇASLAN

LÜTFİYE BOZDAĞ: Diyarbakır Hapishanesi Ne Yana Düşer ?...



Günümüzün tekelci ve merkeziyetçi sanat düşüncesine karşın muhalif bir söylemle toplumsal gerçekliği eserlerine referans alan ve bir yakın tarih gerçeğinden yola çıkan yüz yirmi iki sanatçı, “Diyarbakır Hapishanesi Ne Yana Düşer” başlıklı sergide bir araya geldiler.



12 Eylül 1980 döneminde Diyarbakır hapishanesinde yaşanan travmatik bir toplumsal gerçekliği sanat aracılığıyla tartışmaya açmak ve toplumun kendi gerçeğiyle yüzleşmesine katkıda bulunmak amacıyla “Diyarbakır Cezaevi Gerçekleri Araştırma ve Adalet Komisyonu”, “78'liler Türkiye Girişimi-78'liler Federasyonu”, “Karşı Sanat” ve “Evrensel Sanat Merkezi”, ortak kararı ile gerçekleştirilen serginin koordinatörlüğünü Karşı Sanat inisiyatifi kurucularından Feyyaz Yaman gerçekleştirdi. Ayrıca “Red Fotoğraf”ın kurucu üyesi, Evrensel Sanat Merkezi Koordinatörü, Evrensel Gazetesi “Kadraj Köşesi” yazarı ve fotoğraf sanatçısı Özcan Yaman’ın ve 78’liler girişimi sözcüsü Celalettin Can’ın katkılarıyla sergi hayata geçti.

Bu sergi, Türkiye’de 12 Eylül sürecinin en ağır yaşandığı ve ağırlıklı olarak Kürt kökenli vatandaşların bulunduğu Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi’nde Kürtlerin ötekileştirilmesi ve kimliklerinin imha edilmesine yönelik insanlık dışı uygulamaları deşifre etmeyi ve tartışma ortamı yaratmayı hedefleyen önemli bir sanat hareketi.

Bu sergi aynı zamanda 1980 askeri darbesinin karanlık dönemine ışık tutmayı ve o dönemde Diyarbakır 5 No’lu cezaevinde yaşanan toplumsal gerçeklikle yüzleşmeyi hedefliyor.



LÜTFİYE BOZDAĞ

Bu sergide hiç kimse herhangi bir şeyi yüceltme peşinde değil, günlük hayatın kahramanlarından kutsallar yaratmak peşinde de değil. Çünkü günümüzde neoliberalizmin her şeyi pazarlayan anlayışı önce kutsallar yaratıp sonra da içini boşaltmanın peşinde. Neoliberal politikaların küreselleşme adı altında kimliksiz bir kitle oluşturmaya yönelik çabasına karşın tam da bu noktada bu sergi, sanatın sorgulayıcı toplumsal işlevini diri tutan, tarihsel- kamusal kimliğiyle bellek oluşturmak anlamında çok önemli bir yerde duruyor.

Sanatçıların kimi çalışmalarda direk kimilerinde metaforlar aracılığıyla anlatılan bu travmatik gerçeklik, görsel dilin imkânları içinde son derece samimi bir yaklaşımla ele alınıyor. Sergiye katılan sanatçıların hiçbirinin popülist faydacılık gütmeden yer aldığı ve özveri içinde gerçekleştirdiği çalışmalar bu nedenle ikna edici bir yerde duruyor.

12 Eylül askeri darbesi, özellikle Türkiye soluna ve tüm ötekilere yaptığı yargısız infazlar, ölümler, yaralanmalar ve işkencelerle topluma büyük bir travma yaşatmıştır. Sağlıklı bir toplum olarak yola devam edeceksek bu yüzleşmeyi sağlamak zorundayız. Eğer 12 Eylül ile yüzleşilmezse ve sağaltım yapılmazsa bu toplumsal travma, paranoya ve şizofreniye dönüşerek hastalıklı bir toplum olma sonucuyla karşı karşıya kalacak.


CEM ARSLAN

Bu yüzleşmeyi sağlamak adına darbeden 30 yıl sonra 2007 yılında ilk adımı atan bir sivil toplum hareketi olan “Diyarbakır Cezaevi Gerçekleri Araştırma ve Adalet Komisyonu”nun hiçbir siyasi parti ile bağlantısı yok. Bir yargı organı da değil. Dünyada darbelerin yaşandığı ülkelerde, çeşitli adlar altında kurulan komisyonlar gibi bir komisyon. Amacı öç almak değil, amacı gerçeklerin ortaya çıkarılmasını sağlayarak, hukukun yerine getirilmesi ve adaletin sağlanması. Ayrıca 12 Eylül 1980 askeri darbesinin karanlık yüzünü aydınlatarak cezaevlerinde yaşanan ağır travmanın sağaltılması ile toplumsal barışa giden yolun açılmasını sağlamak.

“Diyarbakır Cezaevi Gerçekleri Araştırma ve Adalet Komisyonu”, yaptığı basın açıklamasında sergi konusuyla ilgi şu açıklamalara yer veriyor; “Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi’nde yaşananlar o dönemin en kanlı ve trajik parçası. 1980 Askeri darbesi sonrasında eşi benzeri görülmemiş işkencelerin yaşandığı Diyarbakır Cezaevi özgün bir askeri toplama kampı işlevi gördü.”

Baro’lar, Çağdaş Hukukçular Derneği, Türk Tabipleri Birliği-ve Tabip Odaları, Türkiye Psikiyatri Derneği, Türk Psikologlar Derneği, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Belgesel sinemacılar, Gazeteciler Cemiyetleri, Tarih Vakfı ve uğraş konusu tarih olan diğer kuruluşlar, İnsan hakları kuruluşları, “Diyarbakır Cezaevi Gerçekleri Araştırma ve Adalet Komisyonu”nun bu insani çabasını destekliyorlar.


ARZU KILIÇDOĞAN

“Diyarbakır Hapishanesi Ne Yana Düşer?” sergi koordinatörlüğünü yapan Karşı Sanat, yaptığı sergi çağırısında Diyarbakır 5 No’lu cezaevinde yaşanan toplumsal gerçekliğin sanatsal alanda hayat bulmasının gereğini şöyle açıklıyor; “Toplumun, toplumsal dinamiklerin sanatla olan dolayımsız bağlarını kurmakta etkin biçimde rol üstlenmeyi seçen bizler, 22 Eylül 2011 tarihinde Karşı Sanat’ta, Diyarbakır Hapishanesi’ni, Diyarbakır Hapishanesi’nin katı gerçekliğini ve orada yaşananları tüm boyutlarıyla irdeleyen bir sergi için çağrıda bulunuyoruz. Kültür endüstrisinin tüketime endeksli sahteciliğine karşı, sanatla hayatın verimli bir ilişkiye girmesinden taraf olan, üretimlerini bu perspektif temelinde dolaşıma sunmak isteyen sanatçıları da, bu sergi kapsamında kendilerini ifade etmeye davet ediyoruz. Sanatı elitist kültürel cemaatlerin steril yaşam alanlarında oynanan danışıklı pazar oyunlarına hapsetmeyen, estetik arayışların biçim fetişizminden ziyade tematik duyarlılıklarla ve bilfiil hayatın tüm renkleriyle kurulan somut bağlarla anlam kazandığına inanan herkesi, Diyarbakır Hapishanesi özelinde 12 Eylül zulmüne karşı sözünü söylemeye kışkırtıyoruz.”


BEYZA BOYNUDELİK

Toplumun vicdanı olan sanatçılar, Diyarbakır 5’nolu cezaevinde yaşanan travmanın dilsizleştirdiği insanların dili olmaya, onları cesaretlendirmeye, sözlerini yeniden kurmaları için uygun ortamı oluşturmaya destek vermeyi hedefliyor. Bu cezaevinde yaşananların toplum bilincine çıkmasının, yapılanların ve sorumluların toplum vicdanında mahkûm edilmesinin, adaletin sağlanması yolunda bir adım olması bakımından önemli olan bir çabaya destek veren sanatçılar sergide; fotoğraf, resim, performans, heykel, edebiyat, grafik ve video art gibi disiplinlerde yaptıkları çalışmaları kamuyla paylaşıyorlar. 122 sanatçının 122 çalışmasının yer aldığı ve 17 Ekim 2011 tarihine kadar devam edecek olan sergi, iki farklı mekanda yer alıyor. Bazı yapıtlar Beyoğlu’nda Karşı Sanat Çalışmaları Galerisinde yer alırken bazı yapıtlarda Tarlabaşı’nda bulunan Evrensel Sanat Kültür Merkezi’nde gezilebilecek.


1890 Fransa'sında yaşanan Dreyfus’un haksız yere hapishaneye gönderilmesi sonucu Emile Zola'nın söylediği sözle basın duyurusunu bitiren “Diyarbakır Cezaevi Gerçekleri Araştırma ve Adalet Komisyonu”nun yer verdiği cümleyi ben de kullanmak istiyorum. Sanatçıların da destek verdiği bu çaba ile “Gerçek yürüyor ve hiçbir şey onu durduramayacak…”



LÜTFİYE BOZDAĞ

İSA TEKİN: Diyarbakır Cezaevi Uygulamaları/5 Eylül 1983 Direnişi



RESİM: HAZAL HÜNGÜR


12 Eylül ve Diyarbakır Cezaevi Uygulamaları



Evet, yine bir 12 Eylül geldi 1980 darbesinden bu yana tam 31 yıl geçti fakat 12 Eylül darbesini yapanlar Türkiye de halen yargılanamadılar, kendi ürettikleri anayasa tarafından yönetiliyoruz.

Ülkemizde 12 Eylül vahşetini yaşayan binlerce insan adli sicillerinde halen o darbenin ve ana yasasının kurallarına göre ceza alanların cezaları silinmemiştir gerek bu cezalar kâğıt üzerinde silinse de yüreklerinde ve beyinlerinde ölene dek silinmeyecektir.

Bende bir 12 Eylül mağduru olarak o süreci asla unutmadım ve de unutmayacağım. unutulmaması için önüme gelen her insana o insanlık dışı vahşeti anlatmaya devam edeceğim.

Beni dinleyen insan çıkmazsa dağa taşa ağaca kuşa haykırarak anlatmaya devam edeceğim.

Şimdi kısaca dönemin vahşetini cehaletini insanlık dışı tüm pisliklerini anlatmaya çalışacağım:

Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran:

1.75 boyunda, zayıf, kumral, 40 yaşlarında ama yüz kırışıkları fazla, gözlerinin altındaki halkalar morarmış, daima komando elbiseleriyle ve Co isimli köpeği ile dolaşır. Diyarbakır zindanındaki işkencelerin mimarıdır. Katillerin başı, soğukkanlı, acımasız, güzel vaatler verip çirkin uygulamalar yapan, burnu havada, kendini Nemrut sanan biriydi. 1974 Kıbrıs işgalinde görev yaptığı için, oradaki zindanlarda yapılan işkencelerle deneyim sahibi olmuş, 7. Kolordu Komutanı Kontragerilla Şefi Kemal Yamak'ın verdiği yetkiyle donanmış tam olarak bir işkence ve cinayet makinesiydi. 24 Şubat 1981 tarihinden Eylül 1992 sonuna kadar Diyarbakır zindanında işkenceci başı olarak görev yaptı. Eylül ayında sonuçlanan, M. Hayri Durmuş; Kemal Pir ve arkadaşlarının yaşamlarını yitirdikleri ölüm orucundan sonra İstanbul`a tayini çıktı. Burada rütbesi yükseltilerek binbaşı oldu. 22 Ekim 1988 tarihinde İstanbul Kısıklı'da bir otobüsün içinde bir Kürt militan tarafından silahla başına sıkılan üç kurşunla öldürüldü. Şimdi bu vampir ve kan içicinin Diyarbakır Cezaevindeki bazı uygulamalarını bizim kaldığımız 32. koğuştaki işkencelerinin bir gününü sizlerle paylaşmak istiyorum

32. Koğuşun Bir Günü

Sabah saat 04.45’te koğuş nöbetçilerinin koğuş kalk komutu ile uyandırıldık. Koğuşun 3–5 nöbetini tutan nöbetçiler, saat 04.45’te koğuşu uyandırmakla görevliydiler. Saat tam 04.45 olunca, nöbetçiler yüksek sesle bağırarak “Koğuş kalk!” komutunu vermek zorundaydılar. Bu komuttan birkaç dakika sonra, koğuş kapısının mazgalı açılır nöbetçi gardiyan komutan, nöbetçileri çağırırdı. Nöbetçi onbaşı kapıya doğru koşar, yanındaki nöbetçi de onbaşının yanına geçer, ikisi birden ayaklarını sertçe yere vurarak esas duruşa geçer, başta nöbetçi onbaşı kısa künyesini okumaya başlardı. “İsa Tekin Diyarbakır emret komutanım, 32.koğuş nöbetçi onbaşısıyım, 32.koğuş 106 mevcudu ile vukuatsız olarak emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım!” der, sonra yanındaki nöbetçiye gelir, nöbetçi de aynı künyeyi tekrarlardı. Nöbetçi gardiyan nöbetçilere sorardı “Vukuatınız var mı lan!” Nöbetçi onbaşı “Yoktur komutanım” der, nöbetçi gardiyan komutana sorar “koğuş herkes uyandı mı, uyuyan var mı?” derdi. Koğuş nöbetçi onbaşı, “Yoktur komutanım” derdi. Kalkar kalkmaz ilk işimiz, yatağımızı yapmak zorundaydık. Çünkü yatağı bozuk yapanlar dayak yerdiler. Koğuş gardiyanımız Kayserili Karabela, kontrolde kimin yatağını bozuk görse dayak ile cezalandırırdı. Yatağın düzgün, güzel yapıldığının testini şöyle yapardı: Yatağın üzerine 25 kuruş demir para atardı, eğer para yatağın üzerinde zıplıyorsa, demek ki yatak düzgün ve güzel yapılmıştır; eğer para zıplamıyorsa yatak düzgün yapılmamış, yani iyi çekilmemiş demektir. Öyleyse dayak hak edilmiştir.

Ben ve Mehmet Kansu, aynı yatakta yattığımız için, kalkar kalkmaz nevresimin dört kenarından bağlar, sıkıca döşeğin üzerine geçirirdik. Bunu her sabah tekrarladığımız için, bu işlem en fazla bir dakikamızı alırdı. Çünkü zaman ve dakikalar bu dönemde çok önemliydi. Yatak işi bittikten sonra, tuvalete ihtiyacı olanlar için sıraya girmek gerekiyordu. Tuvalet işi bittikten sonra sıra günlük tıraşa gelecekti. Toplam dört lavabo taşı olduğu için lavaboda tıraş olmak yasaktı. Plastik bardağa biraz su alırdık, o su ile tıraş olmaya çalışırdık. Her arkadaş samimi olduğu arkadaşla birbirini tıraş ederdi. Tıraş jiletlerimiz permatikti, idare bu permatikleri sayılı olarak verirdi ve tekrar sayılı olarak alırdı Jiletlerin karışmaması için kartondan bir kutu yapmıştık ve numaralandırmıştık. Kaç numaralı jilet kime aitse belliydi. Jiletlerin dağıtılması çok seri şekilde yapılırdı ve Mehmet’le birbirimizi karşılıklı tıraş ederdik. Böylece ayna sorununu da çözmüş oluyorduk. Sonra birbirimizin yüzüne pamuk sürüyorduk, eğer pamuk yüze yapışıyorsa traş iyi olmamış pamuğun yapıştığı yerleri yeniden tıraş ediyorduk. Çünkü sabah komutan tıraş kontrolünde aynı şeyi deneyecekti. Kimin yüzüne pamuk yapışmışsa demek ki güzel ve düzgün tıraş olmamıştır, onun da suçu çok ağır oluyordu, 5’e 10 kalasla dayak atıyorlardı. Bu jiletleri her hafta, pazardan pazara kullanıyorduk. Son iki gün kalınca jiletler köreldiği için yüzümü parçalıyordu. Bazı arkadaşların sakalı sert olduğu için jilet kesmediği için yüzlerini kesiyorlardı. Yüzleri cildi kan içinde kalıyordu.

Pazar günleri öğleden sonra koltuk altı ve etek altı tıraşlarında bu jiletleri kullandıktan sonra değiştiriyorlardı. Aynı gün saçlarımız da sıfır numara ile kesiliyordu. Bazen saçlarımız makineye sıkışıyor, kesen yeni berberimiz kesmesini bilmediği için adeta saçlarımızı yoluyordu. Bu da ayrı bir işkence türüydü. Evet, acele ediyoruz, daha gün yeni başlayacak. Koğuş gardiyanı koğuş mazgalını açıyor, nöbetçi koşup tekmil veriyor, gardiyan komutan emir veriyor, karavana çıkıyor sabah kahvaltısı için. Üç karavanayı nöbetçi koşar adım kapının önüne çıkarıyor, var gücü ile kısa künye yapıyor: “İsa Tekin Diyarbakır emret komutanım!” Koğuş gardiyanı emrediyor, “Karavanayı bırak içeri gir!” Nöbetçi tekrar kısa künyesini yüksek sesle tekrarlayıp koğuşa dönüyor gardiyan kapıyı kapatıyor. Kapının mazgalını açıyor, “Lan sorumlu, mahkemeye gidecekler hazırlansın, koğuşta bu gece vukuat var mıydı?” Koğuş sorumlusu, “Emredersin komutanım!” der ve kısa künyesini yapardı: “Hatip Çelik Mardin emret komutanım, koğuş vukuatı yoktur komutanım!” derdi. Veya koğuşta o gece bir hasta olmuşsa veya ayakta gezerken başka bir nöbetçi gardiyana yakalanmışsa bunlar çok büyük vukuatlar demekti. Cezası da tabi ki ağır olurdu. Yoksa gardiyan mazgalı kapatır, karavanaları yanında gelen çömez askere taşıtırdı. Böylece çömez asker geleceğin büyük komutanlığına hazırlanırdı. Koğuş sorumlusu koğuşa döner, eğer gardiyan mahkemeye gidenlerin listesini vermişse o listeyi yüksek sesle okur ve hemen hazırlanmasını isterdi. Liste verilmişse o gün mahkemesinin olduğunu bilenler, kendilerinin mahkemelerinin olduğunu söyler ve hazır bir şekilde beklerlerdi. Aradan 10 -15 dakika sonra karavana kapıyı gelir ve kapıya bırakılırdı. Karavananın yere bırakıldığının sesini hepimiz duyardık. Ondan sonra kapı mazgalı açılır, komutan “Karavana al!” der ve kapıyı açardı. Kapı açılana kadar üç kişi kapının önünde hazır olur, her üçü de hızlı şekilde kısa künye yapar, bina karavanalarını koşar adım içeri alırlardı.

Hep karavanaların dolu gelmesini beklerdik. Bazen bu üç karavanada bir tanesinin altında toplam 10 tas kadar çorba olurdu. Bu da en başta mahkemesi olanlara verilir, koğuşa sonra dağıtılırdı. Bu kadar az kahvaltı ve yemeği eşit dağıtmak bayağı çaba gerektiriyordu. Dağıtan arkadaşlar adil olmak için çok çalışıyordu. Ondan dolayı yemek dağıtıcılar belliydi, sürekli aynı arkadaşlar bu görevleri yapıyorlardı. Elleri bu işe alışmıştı ve bayağı pratik dağıtıyorlardı yemekleri. Servis kaplarından yiyorduk; çatal, kaşık, cam bardak yasaktı. Sadece tahta kaşık veriyorlardı, onlar da zamanla çatlıyordu ve koku yapıyordu. Su bardaklarımız plastik bardaklardı. Çorba ve yemekler çok az veriliyordu, bazı günlerde kişi başı üç kaşığa düştüğü de oluyordu. Kahvaltı işi de çok acele yapılıyordu. Bazen kahvaltı bitmeden, mahkemeye gideceklerin çıkması için gardiyan kapı mazgalını açıp “Mahkemeye gidenler çıksın!” diye emir veriyordu. Mahkemeye gidenler acil bir şekilde 1-2-3-4 diye sayarak dışarı alındıktan sonra koğuş kahvaltısına devam ediyordu. Kahvaltı bittikten sonra, eğer koğuş cezalı değilse birer sigara içebiliyorduk. Sigara yasaksa, koğuş sorumlusu bizi sayıma kaldırıyordu. Sabah sayımı çok önemliydi, dayakların büyük bir kısmı sabah sayımında atılıyordu. Bizler de sayınları daha az zayiatla atlatmak için her sabah koğuş sorumlusu nezaretinde ön sayım yapıyorduk. Türkçe bilmeyenleri, yaşlıları ve hastaları arkamıza alıyorduk. Sağlam, gür seslileri öne diziyorduk.

Sayım ikişerli şekilde sayılıyordu: öndeki ve arkadaki şekilde dolayısıyla öndeki iki yanındaki dört diye devam ediyordu. Bu ikişerli sayımı 45 saniye, en fazla 50 saniyede bitirmek zorundaydık. Bu seriyi yakalamak için bugün iki diyen arkadaş yarında aynı yerde oluyordu. Onun görevi, ne olursa olsun, sayım anında iki diyecek veya otuzuncu sıradaki kişi otuz diyecek, yani böylelikle biri karıştırsa bile yanındaki sabit olduğu için sayım karışmayacaktı. Bu sayım işi bazen saat 9’a kadar devam ediyordu. Koğuş sorumlusu Hatip Çelik, her sayım öncesi hep prova yaptırıyordu. Koğuş sıra halinde dizilir, Hatip Çelik bağırır ve şöyle derdi: “Herkes çok iyi dinlesin, kimse numarasını unutmasın, çok seri şekilde okusun ve bağırsın!” Kendisi en başta sayımı başlatırdı ve şöyle derdi: “Dikkat Hatip Çelik Mardin emret komutanım! 32.koğuş 106 mevcudu ile emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım! İki, dört, altı, sekiz…” Diğer arkadaşlar Hatip Çelik’i takip ederdi. Hatip Çelik bu provayı idare sayımı gelene kadar yüzlerce kez tekrar ederdi. Eğer koğuşa yeni gelenler olursa, kurallara uymalarını ve bizim gibi yaptığımız gibi yapmaları gerektiği yönünde ikazlarda bulunurdu. Bu yeni gelenler muhabbeti hep devam ederdi. Ta ki idarenin ast-üst subayları, çavuşları ve gardiyanları sayıma gelene kadar…

Aniden kapı mazgalı açılır, Karabela komutan yüksek sesle bağırır, 32. koğuş sayıma hazır olur ve koğuş kapısı açılırdı. Koğuş sorumlusu Hatip Çelik var gücü ile bağırır, “Dikkat! Hatip Çelik Mardin! 32.koğuş 106 mevcudu ile sabah sayımında emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım!” der ve devam ederdi “iki dört ……” Gardiyanlar bağırarak sayan her arkadasın göğsüne cop kalas vurarak sayımı takip etmeye çalışırlardı. Biz öndeki arkadaşlar, ne olursa olsun, bu cop ve kalası yemek zorunda kalırdık. Bazen bu cop ve kalasları göğsümüze öyle sert vuruyorlardı ki, nefesimiz kesiliyordu ve bağıramıyorduk. Bazı arkadaşlar ayakta duramıyordu. Tabi bu cehennem zebanileri için bir bahane teşkil ediyordu, dayak atmanın bahanesiydi.

Sayıma eğer Yüzbaşı Esat Oktay yıldıran veya minik asteğmen gelmiş ve yanında kalabalık asker varsa o sabah büyük işkence var demektir. Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran koğuşu baştan aşağı inceler, koğuş sorumlusuna sorular sormaya başlar: soruları da “Yataklar iyi düzeltilmemiş. Yemekler nasıl? Şikayetiniz var mı?” Koğuş sorumlusu Hatip Çelik kısa künyesini bağırarak yapar, “Sizin sayenizde hiçbir ihtiyacımız yoktur komutanım!” der; Yüzbaşı Esat Oktay konuşmasını sürdürürken Co komutan (Co köpeği) tutukluların apış aralarını koklar veya kapardı. Diğer subaylar ve askerler, bizlere bakar, dayak atmak için şöyle sorarlardı: “Ulan ibne, neden karşı duvara bakmıyorsun? Bana bakıyorsun” veya “Niye güldün, esas duruşun niye bozuk, niye kaşındın” gibi mazeretlerle Esat Oktay Yıldıran’ın yanında bizleri döverlerdi Esat Oktay konuşmasına devam ederdi: “Devlet size şefkatli ana kucağını açmıştır. Devlet sizi yedirip içiriyor, kıymetini bilin. Koğuşunuzda bölücülük ve komünistlik yapmayın. Yapan varsa aranızda barındırmayın, bana bildirin. Gerekli mükafatı alacaksınız…”

Esat Oktay konuşmasını uzunca sürdürür tehditlerini savurur çıkıp giderdi. Sayım faslı biter, koğuş beş-on dakika su ve ihtiyaç molası verir, dayak yiyenler kanlarını yıkar, kanlı üstünü değiştirir, koğuş gardiyanının emirlerini beklerdi. Eğer Esat Oktay Yıldıran ceza var demişse, koğuş gardiyanı mazgalı açar, yüksek sesle koğuş sorumlusu Hatip Çelik’i çağırır, koğuşun cezalı olduğunu, herkesin ranza altı olmasını emir ederdi. Eğer o gün normal bir gün ise, sorumluya koğuşun Atatürk ilke ve inkılâplarını okumasını isterdi. Bu kitap okuma işi, tam bir işkenceydi. Şöyle ki, sorumlu kitap okutmak için birini görevlendirir, o kitabı açar, başlar yüksek sesle okumaya: “Atatürk 1881 yılında Selanik’te 2 katlı pembe bir evde doğdu ve ..” devam ederdi. Biz de hep tekrarlardık bu kitabı. Sil baştan binlerce kez bizlere okuttular. Bu kitap okuma faslı bir saat devam eder, koğuş sorumlusu bir saat sonra 10 dakika ihtiyaç molası verir, sonra tekrar devam ederdik, Saat 12’ye çeyrek kala kapı mazgalı açılır, koğuş gardiyanı karavanaları ister, karavanalar kapıya bırakılır, 15 dakika yemek gelene kadar ihtiyaç molası veya sigara içmek serbest komutu verilirdi. Koğuş yemek düzenine geçer, herkes sıraya girer, yemek almaya çalışır. 15–20 dakika sonra mahkemeye gidenler gelir, eğer davada savunma yapılmışsa eğer cezaevi ile ilgili mahkemede konuşulmuşsa mahkemeden gelenler toplu dayaktan geçirilir, çok işkence görürlerdi.

Bir gün Suruç grubundan arkadaşlar mahkemeye gidip gelmişlerdi. O gün karar günüydü. Hepimiz çok merak ediyorduk. Arkadaşlar geldi, koğuş sorumlusu sordu “Ne oldu?” diye. Arkadaşların biri şu cevabı verdi: “Önemli değil, hele önce ben bir tuvalete gideyim, yemekte ne var? Dört kez idam verdiler” dedi. Baskı ve işkence öyle bir boyuttaydı ki, “tuvalete gitme” ve “yemekte ne var” dört idamdan daha değerliydi. Bunu gırgır ve espri konusu yapmıştık. “Önemli değil dört kez idam kuru fasulye kadar değerli değil yeter ki kuru bol kepçe olsun hele arkasında büyük su bidonu içinde sıcak çay gelmişse ve plastik bardakta içiliyorsa en büyük keyif bu olsa gerek dört idamın ne önemi var canım…” Yemek faslı bittikten sonra üzerine bir sigara çok güzel oluyordu. Mahkemeye gidenler, tekrar hazır şekilde kapı önünde bekleyecek, komutan gelip onları götürecek ve komutunu verecek: “Lan sorumlu koğuşa marş söylet!”

Saat 12 de karavana kapıya gelir, kapı mazgalı açılır, yine aynı ses: “Karavana al!” Üç arkadaş koşarak kısa künye yaptıktan sonra hızlı ve seri bir şekilde karavanaları içeriye alırdı. Sabah verilen kahvaltıda kimse doymadığı için umudumuz öğle karavanasının dolu gelmesiydi. Ama umutlarımız hep boşa çıkıyordu. Karavanalar çok az geliyordu. Ortalama 20 kişilik yemek, 100 kişiye veriliyordu, Gelen yemeklerin içinde tükürükten tutun da böceğe kadar her türlü haşere olurdu. Bazen tıraş oldukları saçlarını bile yemeklerin içine atıyorlardı. İki üç günde bir ishal yaptıran haplar da yemeğe katılıyordu. İnsanlar açtı, ne olsa yemek zorundaydık. Onu bile yeteri kadar vermiyorlardı. 10 kişiye bir ekmek veriyorlardı. Hepimizin gözleri içine girmiş, kemiklerimiz sayılabilirdi. Yüzümüzde renk kalmamış, sapsarı olmuştu. Hayallerimizde annelerimizin dışarıda yaptığı o güzel lezzetli yemekler vardı. Sohbetler yemek çeşitleri üzerinde yapılırdı. Bazı arkadaşların koku alma duyusu çok gelişmişti. Kokuya göre karavanada hangi yemeklerin çıktığını çok iyi tahmin ediyorlardı. Bazı arkadaşlar cezaevinden çıktıktan sonra lokanta açacaklarını söylüyorlardı.

Karavanada yemekler az geldiği gibi bir de koğuş sorumlusu yardımcı ve ispiyoncusu Maruf Şahin vardı. Yemek gelir gelmez ilk Maruf Şahin kalite kontrol yapardı. Eğer yemekte iki üç tane et parçası çıkarsa, Maruf Şahin elleri ile yemeğin içine dalar, “Kısmetimde bugün de et çıktı, hele bir tadına bakayım” derdi. Hepimiz deri kemik kalmışken, bazı arkadaşlar Maruf Şahin’in kalçalarını göstererek, “Bu ibne karı gibi kalça büyütüyor” diye alay ederdi. Ama bunu kimse Maruf Şahin’in yüzüne söyleyemezdi. Çünkü Maruf Şahin idarenin koğuştaki anteni ve temsilcisiydi. Kimi kafaya taksa idareye gammazlardı. Doğal olarak etler Maruf Şahin’in hakkıydı tabi. İdarenin adamı Maruf Şahin yalnız değildi. 106 kişilik koğuşta 5 kişi tespit etmiştik. Kantinden eşya siparişi verilirken bu ortaklarımıza, rüşvet olarak bizi gammazlamamaları için hepimiz bir şeyler almak zorundaydık. Vedat Aydın’la bazen yan yana geldiğimizde, Maruf Şahin ve ekibine bakarak şöyle derdi: “Hale İsa, hele şu şerefsize bak, bu şerefsiz güneşin düşmanı, ayın düşmanı, insanlığın düşmanı ve bu şerefsiz umudun düşmanı” diye künye sayardı.

Bir defasında Maruf Şahin Vedat Aydın’a sordu: “Neye gülüyorsun Vedat?”, o da “Kalçan zayıflamış ona gülüyorum!” dedi. Aradan iki gün geçtikten sonra, soğuk bir kış günüydü, koğuş gardiyanı Vedat Aydın’ı çağırdı. Önce dayak attı, sonra yemekhane kısmına 40 bidon su döktürüp Vedat arkadaşı saatlerce sırt üstü yüz üstü süründürdü. Bunu ispiyoncu Maruf Şahin’in yaptığını biliyorduk ama gücümüz o günün koşullarında Maruf Şahin’e yetmiyordu. Yemekler doğal olarak Maruf Şahin’in malıydı. O da yedikçe, malını büyütüyordu, bizlere de Maruf’tan geriye kalan artıklar kalıyordu. Onu da arkadaşlar elinden geldikçe adaletli bir şekilde dağıtmaya çalışıyorlardı. Ayda, yılda yanmış, küf tutmuş bulgur pilavı nohut veya kuru fasulyeyi bol veriyorlardı. Biz bazı arkadaşlar, fazla yemeye korkuyorduk. Çünkü yemekler bozuk olduğu için ve mide az yemeğe alışık olduğu için hep aynı yemeği tercih ediyorduk. Bazı arkadaşlarımız, yemeğe dayanmadıkları için çok yiyorlardı. Bu da bozuk olan mideleri rahatsız ediyordu.

Saatlerce ayakta 6o tane ırkçı ve şoven marşı söylerdik. Arada koğuş gardiyanı kapı mazgalını açar, “Lan sorumlu, koğuş niye bu kadar cansız marş söylüyor?” diye azarlardı. Koğuş sorumlusu Hatip Çelik, “Emredersin komutanım!” dedikten sonra “32. koğuş daha yüksek sesle yürüyüş kararı sayılacak say!” komutunu verir, biz yerimizde var gücümüzle yere vurarak bir iki üç dört diye sayarak Hatip’in komutlarını tekrarlardık. Sonrasında sırayla askeri marşları söylemeye devam ederdik. Bazı günlerde ise genellikle yaz ise, çok sıcak olduğu zamanlarda havalandırmaya çıkardık. Havalandırma hava almak için değil işkence görmek için çıkardık.

“Havalandırma için hazırlan!” dediğinde, ayaklarımızda spor ayakkabıları olmak zorundaydı. Herkes ayakkabılarının bağlarını kontrol eder ve çok sık bağlardı. Süründürme, dayak atma anında ayaktan çıkmasın diye sıkı bağlardı, Üstümüz çıplak, alt kısımda eşofman altı giymek zorunluydu, Tabi hazırlığını bitiren hemen tuvalete koşardı. Bir anda tuvalette büyük kuyruklar oluşurdu. Bunun iki nedeni vardı. Birincisi havalandırmaya çok uzun süre kalmak ve dayak yerken altına kaçırmamak için. İkinci nedeni ise ben babamdan öğrenmiştim. Babam diyordu ki, “Oğlum eğer biri ile arkadaşlık yapıyorsan, onunla bir eyleme katılacak isen, eğer yanında arkadaşın sık sık küçük su dökme ihtiyaç duyuyorsa onunla o işe eyleme gitme, bu korkunun işaretidir.” Bunu arkadaşım Mehmet’e de anlatmıştım. Onun için “Havalandırmaya çık” sözünden sonra hemen tuvalete koşanlara gülüyorduk. Onları takip ediyorduk, hep aynı şahıslardı bunlar.

Sıra “havalandırmaya çık” komutu ve koğuş kapısı açılıyor, 3. katta olduğu için 3. katın havalandırma kapısına kadar tüm merdiven başlarında sağlı sollu ellerinde kalaslar gardiyanlar vardı. Kapıdan çıkan her arkadaş, yüksek sesle sayarak çıkmak zorundaydı ve merdivenlerden koşar adım inmek zorundaydı. 3. kattan havalandırmaya kadar önünden koştuğumuz her asker gardiyan, elindeki kalaslarla vücudumuzun neresine rast gelirse oraya vuruyorlardı. Zaten koğuşun hepsi havalandırmaya çıkana kadar kafası, gözü, yüzü, çenesi, sırtı kan revan içinde kalıyordu, Havalandırmaya çıkan arkadaş, içeride provasını yaptığımız şekilde yerine geçiyordu. Bu sıra uzun boydan kısa boylulara doğru bir sıraydı. Yani boyu uzun olanlar en önde dörtlü şekilde bekliyordu. Herkes önündeki ve yanındakini çok iyi tanıyordu. Ne olursa olsun, herkes önündekinin arkasında durmak zorundaydı. Yanlışlıkla biri senin yerine geçerse, onu geriye itmek zorundasın yoksa sen yerini kaybedersin. O zaman dayak yiyen sen olursun. Koğuşun sıraya geçmesi 1 dakikalık bir süreydi. Sonra İstiklal Marşı okunur, yürüyüş yapmaya başlatılır, yürüyüşler marş eşliğinde yapılırdı. Bazen bir marşın yarısı okutulmadan koğuş gardiyanı bağırır: “32.koğuş neden ses çıkmıyor lan ibneler! Yürüyüş niye canlı değil?” diyerek havalandırmadaki işkenceler başlardı.

İşkenceler

FALAKA: En yaygın ve devamlı uygulanan bir işkence yöntemidir. Ayak tabanı, ellerin içi gibi vücudun kaslı bölümlerine kalas, cop, zincir, saz sapı, pik demir çubuk, v.b. vurularak gerçekleştirilir. Bu yöntem, ayak tabanlarını, el ayalarını patlatır, kaba yerleri ezer, morartır, tırnakları söker. El-ayak gibi herhangi bir yeri kırar, sakat eder.

KÖPEK SALDIRMA: Tutuklu çırılçıplak soyulur, kurt köpeği üzerine saldırtır. Köpeğin ilk kaptığı yer bacak arasıdır.

ZİNCİR: 20–25 metre uzunluğundaki zincirin uçları iki tutuklunun boynuna bağlanır. Tutuklular sırt sırta verdirilerek ters yönde hızla koşuşturulur. Zincir tam gerilince, her iki tutuklu da sırtüstü yere düşer.

AYAKTAN ASMA: Tutuklunun tek ayağına zincir bağlanır. Bu zincir yüksek bir yere asılır. Tutuklu bayılıncaya kadar askıda kalır.

GERME: Tutuklunun bir bacağı merdiven tırabzanına bağlanır, diğer bacağı da açık bırakılan koğuşun gözetleme deliğine bağlanır. Kapı kapatılır. Tutuklunun bacakları koğuş kapısının eni kadar gerilir ve öylece kalır.

TEPE: 50–60 kişi havalandırmaya alınır. Gardiyan 'tepe ol' komutu vererek, tüm tutuklular üst üste binerler. Bir tutuklu da üst üste yatan tutukluların üstüne çıkar, istiklal Marşı'nın 10 kıtası okutulur.

KULE: Havalandırmaya çıkan tutuklular 6 kişilik daire oluştururlar. Bunların üzerine 3–4 kat olacak biçiminde tutuklular çıkarılır. Gardiyanın “Yıkıl!” komutuyla kule oluşturan tutuklular kendini yere bırakır. Tutukluların değişik yerlerinde kırılma, incinme, çıkık olur.

KANTAR: Tutuklular havalandırmada çırılçıplak soyundurulup tek sıra halinde dizilirler. Sıranın ön tarafında duran tutuklu sırt üstü yatırılır. İkinci tutuklu, yatan tutuklunun testis ve erkeklik organlarından tutarak yukarı kaldırır. Tutuklunun kaç kilo geldiğini söylemesi istenir. Tüm tutuklular birbirini tartana kadar bu işlem devam eder.

KERVAN: Havalandırmada, tutuklular tek sıra dizilir. Her tutuklu, önündeki tutuklunun sırtına bindirilir. Bacakları, altındaki tutuklunun boynundan aşağıya sarkıtılır ve kulaklarından tutması istenir. Gardiyanın komutuyla tutuklular yürümeye başlarlar. Bu işleme tutuklular ayakta duramayacak duruma geldiğinde son verilir.

COP SOKMA: Gardiyanlar copu zeytinyağına batırır ve yağlı copu tutuklunun makatına zorla sokar.

ÇEK-ÇEK: Tutuklu çırılçıplak soyundurulur ve erkeklik organına bir ip takılır. Gardiyan ipin açıkta kalan ucunu alıp hızla koşar. Tutuklu da zorunlu olarak gardiyanın peşinden koşar.

LAĞIM SUYUNA SOKMA: Tecrit bölümünün alt katındaki bazı tuvaletlerin delikleri tıkanır. Hücrelerin pisliği ve lağım suları burada biriktirilir, diz boyu kadar oluşturulan pisliğin içine tutuklu atılır ve pislik yedirilir.

ÖL DEDİĞİMDE: Tutuklu havalandırmanın orta yerine çıkarılır, hazır ol durumuna geçirilir. Gardiyanın 'Öl!” komutuyla tutuklu kaskatı, eklemlerini kırmadan yere düşürülür. Bu işlem gardiyanın keyfine göre tekrarlanır.

LOKOMOTİF: Tutuklular havalandırmaya çıkarılır. İki kişi çırılçıplak soyundurulur. Bunlardan birisi domalıp iki eliyle diz kapaklarını tutar, diğeri de arkadan bunu kucaklar. Gardiyanın “Uygun adım marş!” demesiyle her iki tutuklu havalandırmada dolaşırlar. Diğer tutuklular da bunları izlemek zorundadırlar.

PİSLİK YEDİRME: Her havalandırmanın ortasında bir lağım çukuru vardır. Lağım suları ve insan pislikleri burada toplanır. Bu çukurdan avuç avuç pislik alıp yemeleri istenir.

İŞEME: Havalandırmada bir tutuklunun yere yatması istenir. Diğer tutuklularda, yerde yatan tutuklunun yüzüne işetilir.

TECAVÜZ: Cezaevinde görev yapan gardiyanlar, genç tutuklulara merdiven altlarında zorla tecavüz ederler. Ayrıca iki tutuklu çırılçıplak soyundurularak birbirlerine tecavüz etmeleri için zorlanırlar.

Havalandırma dönüşü en az 20 – 30 zayiat verirdik: Bayılanlar, ayak ve kolu kırılanlar… Bunları sırtlayarak koğuşa getirirken çıkıştaki gibi yine aynı işkencelere maruz kalırdık. Koğuşa geliş bittikten sonra sayım durumuna geçerdik. Gardiyanlar toplu olarak koğuşa gelir, sayım yapar, sayım bahanesi ile yine dayak atar ve koğuşu cezalandırırlardı. Bu cezalar gün ve zamana göre değişirdi. Eğer sabah havalandırmaya çıkmazsak, öğle yemeği vermeme cezası verilirdi. Öğleden sorma çıkmazsak, akşam yemeği vermeme cezası, bazen su içmeme ve sigara içmeme cezası, bazen de hiç mola vermeden akşama kadar yerinde sayarak marş söyleme cezası, bazen betonda sırt üstü yatma cezası, bazen ranza altı cezası, bazen de tuvalete çıkmama cezası gibi uygulamalar yapılırdı, Bu uygulamalara sürekli yenileri eklenirdi. Tüm bu işkencelerden sonra, koğuş olarak rahatlardık, çünkü bugün de ölmemiştik ve yaşıyorduk. Ve o gün “havalandırmaya çık” korkusu kalmamıştı, hayat devam ediyordu. Kan, şiş, kırık, çıkık o kadar önemli sayılmazdı. Sonra herkes elini yüzünü yıkar ……işlere devam ederdi.

Akşam olur, akşam yemeği gelir ve yine biz hüsran yaşardık. Çünkü yine 10 kişilik yemek 100 kişiye dağıtılırdı ve aç yatardık. Mahkemedekiler mahkemeden getirilir, kapı arkasında dayaktan geçirilir, kapı mazgalı açılır, Karabela gardiyan sorumluyu çağırır, “Lan sorumlu, bu ibneleri içeriye alın, cezalıdırlar. Yolda ve mahkemede konuşmuşlar, akşam yemeği verilmeyecek” derdi. Kapı önündekiler, hemen dışarı koşar ya da baygınlık geçiren arkadaşları omzundan tutup sürüyerek koğuşa getirirlerdi. Bu, mahkemeden gelen arkadaşlar, daha çok yıpranırlardı. Çünkü mahkeme salonlarında sabahtan akşama kadar elleri dizlerinin üstünde sağa sola bakmadan esas duruşta beklemek ve mahkeme heyetini dinlemek zorundaydılar. Bunun üzerine dayak tuzu biberi oluyordu.

Evet, bazen zaman bitmek nedir bilmiyordu. Bazen bir gün bir yıl gibi uzuyordu. Sıra akşam sayımına geliyordu. Akşam sayımı da tıpkı diğer sayımlar gibi 45 saniyede yapılmak zorundaydı. Hepimiz esas duruşta put gibi durmak zorundaydık. Yine gardiyanlar dayak atmak için bahaneler buluyorlardı: “Lan ibne, niye esas duruşun bozuldu! Lan göt, niye bana baktın! Lan yavşak, bana güldün!” gibi bahanelerle bazen “Dayak vaziyeti al!” komutu veriyorlardı. Dayak vaziyeti komutunu alır almaz ellerimizi öne uzatır, hangi elimize dayak atmalarını istiyorsak başta o elimizi yani ya sağ ya da sol elimizi uzatır, diğer eli ona altan destek ederdik. Dayak atıldıkça inen her darbeden sonra ellerin yerini değiştirirdik. Bu böyle saatlerce devam ederdi. Bazen beş on ikisi ile bu faslı da geçerdik.

Akşam sayımından sonra “Yat!” komutu verilir, koğuş yatmak durumunda kalırdı. “Yat!” komutunu veren gardiyan, koğuş sorumlusuna şöyle seslenirdi: “Lan sorumlu, herkes esas duruşta yatacak, kimse esas duruşunu bozmayacak, kimse rüya görmeyecek, kimse ağlamayacak, kimse horlamayacak, koğuş nöbetçisinin izni olmadan dolaşmayacak ve tuvalete gitmeyecek, tuvalete gidecekler nöbetçiden izin alacaklar, anlaşıldı mı?” derdi. Bizler de hep bir ağızdan, “Emredersin komutanım!” derdik. Bazen de akşam sayımından sonra cezalandırılırdık: “Koğuş yatmak için ranza altı olun!” emri verilirdi. Ranza altı demek beton üstünde tahtadan yapılan ranzaların beton ile arasındaki kısımdı. Bu alan çok dardı, 25 -30 cm arasındaydı. Biz zayıf olanlar, rahat alta girerdik. İri ve kilolu olan arkadaşlar yalnız kafalarını zorla iç tarafa sokuyorlardı. Gövdeleri dışarıda kaldığı için çok dayak yerlerdi.

Bazen de koğuşa kişi başı onar sigara yaktırıp, içen içmeyen herkes bu on sigarayı bir defada yakmak ve içmek zorundaydı. Düşünün, yüz kişi aynı anda onar sigara içince bin sigara yapar bu bin sigaranın dumanında camlar kapalı olduğu için koğuşun içinde kalır ve bu sigara içimi üzerine “Koğuş yat!” komutu verilirdi. Bu kadar sigara dumanına hangi ciğer dayanabilir? Sonuçta yüzlerce insan vereme (tüberküloza) yakalandı tabi.

“Koğuş yat” komutu bunlarla bitmiyordu. Bazen akşamları komutan Co’yu (köpek Co) koğuşa gönderirlerdi. komutan Co, akşam yemeklerimizdeki etlerin ortağı olurdu. Yemeklerde ne kadar et veya kıyma varsa ayıklanır, komutan Co’ya verilirdi. Sonra güzel kokulu sabunlarla komutan Co yıkanır, bizlerin yüz havluları ile durulanır ve kurulanırdı. En güzel battaniye bulunur, dış kapının yakınına kapı mazgalından görülecek bir yere yatırılırdı komutan Co. Dışardan bir ses gelince veya arkadaşlardan biri tuvalete kalkınca havlardı Co. Havlayınca nöbetçi gardiyanlar kapı mazgalını açar, nöbetçilere hakaretler yağdırırlardı. “Co niye havladı? Co’ya niye iyi davranmıyorsunuz. Co komutanı niye aç bıraktınız?” gibi bahanelerle ya koğuş cezalandırılır ya da uykusuz bırakılırdı. Veya koğuş nöbetçileri dövülür ve küfür ve mazeretlere maruz bırakılırdı.

Koğuşta 24 saat ikişer kişi nöbet tutmak zorundaydı. Nöbetçilerden biri onbaşı, biri er olurdu. Gece nöbetleri 7.9 9.11 11.1 1.3 3.5 5.7 şeklinde değişirdi. Gece nöbetleri çok zor ve sıkıcı oluyordu. Biz de tam uykuya dalarken, nöbetçi gardiyan mazgalı açar, koğuşa bakar, nöbetçi er ve onbaşı koşar, kapı önüne topuğunu sert yere vurarak, yüksek sesle nöbetçi asker gardiyana “İsa Tekin Diyarbakır emret komutanım! 32.koğuş 106 mevcudu ile vukuatsız olarak yatak istirahatına çekilmiştir komutanım!” derdi. Nöbetçi er de aynı künyeyi yaptıktan sonra nöbetçi gardiyan asker sorar, “Vukuatın var mı? Ayakta gezen var mı? Uyumayan var mı?” Nöbetçi onbaşı, “Yoktur komutanım!” derdi. Tabi nöbetçiler bu işi yüksek sesle yaptıkları için bizler uykudan fırlar nöbetçi ve gardiyan nöbetçi askerin arasındaki diyalogu gözlerimiz kapalı olarak esas duruşta yatmak suretiyle dinler sonucu merak ederdik.

Kış geceleri ayrı bir işkence uygulanıyordu. Kaloriferler zaten hiçbir zaman yakılmadı. Koğuşlar zaten çok soğuktu, hele 1983’ün kışı bir felaketti. O soğuk kış günlerinde 30-40 bidon su koğuşa dökülür ve soyunmamız emredilirdi. Hepimiz soyunurduk, sadece külot üstümüzde kalıyordu ve koğuşa bir emir veriliyordu: “Koğuş yere yat ve kaybol ranza altı ol!” Saatlerce, bazen sabaha kadar, kımıldamadan o suyun içinde bekletiliyorduk. Vücudumuzdan buhar çıkıyordu. Bazen de günlerce yatak yasaklanıyordu. Beton üstünde yatmamız emredilirdi. Bazen meşhur Co köpeği koğuşa bırakılıyordu. Sabaha kadar Co havlıyordu. Hiç birimiz, bu havlama sesinden yatamazdık. Bazı geceler operasyon düzenleniyor, bu operasyonların başında genellikle minik asteğmen oluyordu. Rastgele döverlerdi. Bazen de yaz kış demeden “Battaniyenin altına gir! Ne başınız, ne de ayaklarınız görünecek!” komutu verilirdi. Kışın insan yine dayanabiliyor fakat yazın çok kötü oluyordu. Baygınlık geçiren hastalanan çok oluyordu. Geceler ayrı bir kabustu, bitmiyordu gündüzün yorgunluğu, marşlar, işkenceler… Gece uykusuzluğu bizleri bir deri bir kemik yapmıştı. Uygulamalar, Nazi subaylarını aratmıyordu. Bu uygulamalar sadece bir günlük uygulamalardı. Ve bizim koğuşta olanlardı. Diğer koğuşta olanları göremiyorduk. Sadece dayak sesleri, bağırma ve marş sesleri duyuyorduk.

Son dönemlerde Diyarbakır Cezaevinin yıkılıp yerine okul yapılacağı söyleniyor. Bu cezaevi yıkılmamalı. Müslüm Üzülmez hocanın dediği gibi müze olmalı ve 12 Eylül cuntacıları yargılanmalıdır.

Diyarbakır Cezaevi'nde 5 Eylül 1983 Direnişi



"Direniş 35.koğuşta başlar.32.koğuşta ses verir…"


Yıldızları parlak. Güneşi yakıcı. Dicle ve Fırat’ı ile cennet ülke Mezopotamya. Tarih boyunca işgallere, istilalara maruz kalmış. Beyni iskeleti dört parçaya bölünmüş, tüm değer yargıları yerle bir edilmiş. Her dönemde kıyımlara katliamlara rağmen direnmiştir. Bu mazlum halkın çocuklarının da tarihsel tarihsizlikleri 12 Eylül 1980 tarihinde yeniden tekerrür etmiş, tüm öncü kadroları Diyarbakır 5 no'lu askeri cezaevinde tutsak edilmişlerdir. 1980 ve 1983 5 Eylül direnişine kadar her türlü insanlık dışı uygulamalarına maruz kalmışlardır. Güneşin çocukları, bu baskı ve işkencelere karşı topyekûn direnmenin zaferini 5 Eylül 1983’te destansı bir direniş göstererek kazanmışlar, bu esaret zincirini kırmışlardır.

1983 Ağustos ayının sonları idi. Cezaevi yönetiminde değişiklikler olmuş, askeri eğitimlerin ve işkencelerin dozu daha da artmıştı. İdare deşifre olan işbirlikçilerini değiştirmiş, yeni işbirlikçileri Dr. İ. hiçbir şey olmadığı hâlde her gün değişik gruplardan arkadaşlar için ayrı ayrı rapor veriyordu, biz bunu tespit etmiştik. Yemek karavanasını almaya çıkan arkadaşlar gidiş ve dönüşlerinde korkunç dayak yiyorlardı.

TİKKO davasından mahkemeye giden İbrahim Halil arkadaşımıza (Bu arkadaşımız boyu kısa ufak tefek biri olmasına rağmen) cop kullanmak istediler. Fakat o yiğit arkadaşımız tüm dayak ve işkencelere rağmen bırakmadı ve cop kullanamadılar. Bu bizim için çok büyük bir moral olmuştu, eğer o arkadaşımıza copu kullanabilselerdi, aynı şeyi hepimize uygularlardı ve ta ki direnen biri çıkana kadar devam ederlerdi. Arkadaş direnince vazgeçmek zorunda kaldılar. Baskı, marş söyletme, havalandırmalarda dayak ve işkencenin haddi hesabı yoktu. Esas duruşunuz bozuk diye sayım saatlerinde 32.koğuşta (106 kişiydik) komple beşe on kalaslardan geçiriyorlardı. Kurallara uysak uymasak, istedikleri saat istedikleri an bir bahane bulup, dayak atmaya devam ediyorlardı.

Ağustos sonunu bu şartlarda bitirdik. Eylül 1983’ün başıydı. PKK davasının Suruç grubunun mahkemesi vardı. Bu gruptan hemen hemen her koğuşundan arkadaşlar mahkemeye çıkarlardı. Akşam dönüşünde, bu arkadaşlardan Ömer Dirik diye bir arkadaş beni çağırdı: “İsa arkadaş bugün mahkemede Metin diye bir arkadaşımız mahkemeden izin alarak bir konuşma yaptı. Dedi ki: biz 35. koğuşta cezaevindeki baskı ve işkenceleri protesto etmek için 40 kişi ölüm orucuna başladık, mahkemeye çıkan tüm arkadaşlar kendi koğuşlarında bunu herkese anlatsın, bende namuslu, dürüst gördüğüm arkadaşlara tek tek anlatacağım. Senin de haberin olsun cezaevindeki tüm siyasi gruplar bu eyleme katılmışlardır. Herkesin haberi olsun.”dedi. Yanımızda çok sevdiğim canım, ciğerim, kardeşim Mehmet Kansu vardı. Kendisi ile ayrı oturduk. Sefer Akgündüz, Veysi Laçin, Ramazan Göre, Necati Aras, Ali Rıza Köse, Bayram Kılıçkap arkadaşları yanımıza çağırdık, bir durum değerlendirmesi yaptık.

Çok sevindik. Bu eylemi destekleyeceğimizi ve sağlam arkadaşlara anlatmayı kararlaştırdık. Hüseyin Barış, Vedat Aydın, Kutbettin Yıldız, İsmet Karak (Bu arkadaşı ölüm orucu sonrası mide zehirlenmesinden kaybettik saygı ile anıyorum) ve daha ismini hatırlayamadığım, birçok dürüst arkadaşla görüştük. Herkes eyleme katılacağını ve eylemi destekleyeceğini söyledi. Tabi bu görüşmeler çok gizli yapılıyordu. Çünkü idarenin işbirlikçileri her an idareye rapor verebilirlerdi. O moral ile o gece uyuduk. Sabah saat 5.45te kalk komutuyla uyandık, yatak yaparken, tuvalette tıraş olurken, herkes bir tarafta bu direnişi konuşuyor ve nerden başlayacağına, ne zaman başlaması gerektiğine ilişkin fikirlerini söylüyorlardı.

Artık ok yaydan çıkmıştı. Açıktan her gruptan bir arkadaş çağırılarak ortak eylem toplantısı yapmaya karar verdik. Toplantı sonucunda 8 arkadaşımız gönüllü olarak ölüm orucuna gireceklerini söylediler ve ortak bir metin yazmaya karar verdik. Çünkü o vahşette grup anlayışı yoktu. Tek çizgi vardı. Çizginin bir tarafına idare ve koğuşlardaki ispiyoncuları, idarenin deyimi ile yardımcılar veya faydalılar diğer tarafta bu işkencelere son vermek isteyen tüm cezaevi tutukluları vardı. Ölüm orucuna giren arkadaşlarımız değişik siyasi gruplardan arkadaşlardı ve bu çok zor bir eylemin başlangıcıydı. Bu arkadaşlarımız, yataklarına oturup o gün hiçbir marş söylemediler. Gardiyanların hiçbir isteğini yerine getirmediler. Bizler de, idarenin koyduğu kuralları yavaşlatmaya başladık, idarenin seçmiş olduğu koğuş sorumluları kurallara uymamızı istediler. Koğuşun büyük çoğunluğu onların dediği kurallara uymuyordu. O gün çok zor bir akşam oldu.

Akşam sayımında 50’den fazla asker gardiyan ve cezaevi iç güvenlik amiri kır saçlı Yüzbaşı Abdullah sayıma gelmişlerdi. Sayımı her zamankinden daha yavaş ve sakin bir şekilde verdik. Ölüm orucuna giren arkadaşlarımız sayıma kalkmadılar, hepsi yataklarında uzanmışlardı. Yüzbaşı; “Bunlar ne niye kalkmadılar sorumlu?”diye sordu. Ölüm orucuna giren arkadaşlar bir ağızdan bağırarak “Bizler cezaevindeki baskı ve işkenceleri protesto etmek için ve baskıların sona erdirilmesi için ölüm orucuna başlamış bulunmaktayız” diyerek, yazdıkları ölüm orucu dilekçesini yüzbaşına uzattılar. Yüzbaşı dilekçeyi aldı ve okudu. Okuduktan sonra arkadaşları ve koğuşu tehdit edip hiç kimseye dayak atmadan çekip gittiler. Bu davranışları bizi çok sevindirmişti. Bir gün sonra ölüm orucuna giren arkadaşlarımızı gelip koğuştan alıp, başka bir yere götürdüler. Bu durum karşısında yeniden toplandık ve bir durum değerlendirmesi yaptık. 2. grup arkadaşlarımız da ölüm orucuna başladılar ve biz kendi koğuş sorumlumuz olarak Hüseyin Barış arkadaşı seçtik.

Gardiyanlar kapıya gelince idarenin daha önce seçmiş olduğu Hatip Çelik ve Hüseyin Barış arkadaş beraber görüşüyorlardı ve 5 Eylül 1983 sabahı sabah sayımı yapıldı. Kapı kapandıktan sonra gardiyan mazgaldan marş söylememizi, eğitime başlamamızı istedi. Eski koğuş sorumlusu Hatip Çelik toparlanmamızı ve eğitime başlamamızı söyledi. Bizler hep beraber bugün marş söylemeyeceğimizi istirahat edeceğimizi tartışırken; karşımızda bulunan 27. koğuştan çok gür bir ses geliyordu. Tartışmayı kestik pür dikkat gelen sese kulak verdik. Ses çok gür ve çok netti. Şöyle diyordu. “Devrimciler. Demokratlar, yurtseverler, insanım diyenler bugün namus günüdür, bugün şeref günüdür, bugün yeniden insanca yaşama günüdür. Kahrolsun işkence!”

Bu konuşma bizi öyle bir etkilemişti ki, üç yıldır içimizde biriktirdiğimiz kinimizi, nefretimizi, içimizde bastırmış olduğumuz çığlıkları hep bir ağızdan haykırarak; “Kahrolsun işkence!” sloganına bizler de eşlik ettik. Öyle bir slogan sesi yükseldi ki bir anda tüm cezaevi koğuşlarını sardı.

Bu arada diğer koğuştaki arkadaşlar ile konuşuyorduk. Hangi koğuşta kaç kişi ölüm orucuna girmiş onların sayısını öğreniyorduk. Kadınlar koğuşu, çocuk koğuşu, hatta itirafçıların koğuşundan bile eyleme katılanlar olmuştu. Koğuş kapılarının önünde hiçbir gardiyan kalmamıştı. İdare tüm gardiyanlarını geri çekmişti. Tüm koğuşlar ölüm orucuna giren arkadaşlara destek vermek için açlık grevine girme kararı alındı. Eğlence ve kutlama tüm cezaevinde devam ediyordu. İdare ne yapacağını şaşırmıştı. O şaşkınlık içerisinde PKK davasından tutuklu olan Rıza Altun, Mustafa Karasu ve Mehmetcan Yücel üç arkadaşı yanına alarak cezaevindeki tüm koğuşları gezdiriyorlardı, haber bize de geldi. Bu üç arkadaş koğuşlara cezaevi idaresi ile birlikte giriyorlar, tüm tutuklulara taşkınlık yapmamaları ve gardiyanlara hakaret etmemeleri için ricada bulunuyorlardı, iç güvenlik amiri Yüzbaşı Abdullah sanki bir melek olmuştu, çok kibar ve saygılı konuşuyordu.

Bizlere “Arkadaşlarım, tamam haklısınız yalnız sakin olun camları pencereleri kırmayın. Askerlerime kızmayın. Onlar suçsuzdur, emir kuludur” diye sesleniyordu. Bizler de hep bir ağızdan şöyle dedik: “Vurmak, kırmak, küfür etmek, kızmak size mahsustur bizler insanız suçumuz ne olursa olsun insanız, cezamızı yatıyoruz, bundan sonra isteklerimiz şunlardır:

1.Askeri eğitime son verilsin.
2.Dayak ve işkencelere son verilsin.
3.Mahkemelere, avukata görüşmeye çıkan insanlara işkence yapılmasın.
4.Ziyaret süreleri uzatılsın, ziyaretçilerimiz ile rahat konuşalım.
5.Mahkemeye çıkan arkadaşlara savunma için kâğıt, kalem verilsin.
6.Bizleri doyuracak düzeyde yemek verilsin.
7.Kantinden istediklerimiz zamanında alınsın.
8.Gazete ve kitap verilsin.
9.Her tutukluya bir yatak verilsin.
10.Haftada bir gün sıcak su ile banyo yaptırılsın.
11.Koğuş sorumlusunu koğuştaki tutuklular seçsin.
12.Cezaevinin sorunları için koğuş sorumluları ve idare 15 günde bir toplantı yapsın.
13.Ziyaretçi kabinlerinde gardiyan bulunmasın herkes ailesinin anladığı dille konuşsun.
14.Tutuklu için idarenin sınır olarak koyduğu 2 bin lira 10 bin liraya çıkarılsın.
15.Revir 24 saat açık olsun, hasta olan arkadaşlarımıza anında müdahale edilsin.
16.Hasta ve Tüberküloz olan arkadaşların ilaçlarına kısıtlama yapılmasın.
17.Havalandırma süreleri uzatılsın.
18.Ayrı koğuşlarda olan baba, oğul, ağabey, kardeş ve akrabalar birbirleri ile görüştürülsün.
19.Tutuklular zorla itirafa zorlanmasın.
20.Avukatlarımız ile görüşmelerimizin süresi uzatılsın vb. insani isteklerdi.”

İdare ile birlikte gelen Rıza Altun, Mustafa Karasu, Mehmetcan Yüce bizlere hitaben genel olarak şunları söylüyorlardı:

“Arkadaşlar provokasyona gelmeyin, kurallara uymayın, ölüm orucundaki arkadaşlara destek verin, gerekirse üçüncü grup da ölüm orucuna başlasın.”

İdare şaşırmıştı. Ne yapacağını bilemiyordu. Karşısında esas duruşta durduğumuz her küfür ve hakaretine emredersin komutanım dediğimiz gardiyanlar, şimdi başları önünde ürkek ve korkak olmuşlardı. Gardiyanlar, yüzbaşı ve arkadaşlar koğuştan gittiler. Bizler yıllar sonra dayaksız, korkusuz yataklarımıza oturmuş, hem eylemi değerlendiriyorduk, hem de yeniden hayaller kurmaya çalışıyorduk. Yüreklerimiz heyecan dolu, umutlarımız çok diriydi ve biz yeniden dirilmiştik. Tıpkı Anka kuşu gibi külümüzden yaratmıştık yeni umutlarımızı ve bir kez daha öğrendik ki bedelsiz hiçbir şey olmaz, olamaz, direniş zafere, teslimiyet ihanete götürür.

Bana sorsalar, dünya da en mutlu olduğun gün hangisidir? Ben tüm içtenliğimle 5 Eylül 1983 günü derim. Hem de gururla. Ölmezsem bu eylemi bir gün torunlarıma anlatmak isterim. Çünkü 5 Eylül direnişi yalnız benim değil tüm Kürtlerin bunu bayram günü ilan etmesi gerekir. Biz o gün üç yıldır elimizden alınan onurumuzu, gururumuzu, umutlarımızı, düşüncelerimizi, kişiliğimizi yeniden geri aldık.

İnsanlar ölüme gülerek koşuyorlardı. Her gün ayrı ayrı koğuşlardan ölüm orucuna katılan insan sayısı biraz daha artıyordu. İdare boş durmuyordu. Eylemi kırmak için her öğün üç dört çeşit yemek getiriyorlardı. O güne kadar hiç gelmeyen dolma, güveç, türlü yani ne kadar mahalli yemek varsa askeri karavanada veriliyordu, fakat biz açlık grevinde olduğumuz için yemekleri yemiyorduk, karavanaları olduğu gibi iade ediyorduk. İdare bundan bir netice alamayınca, iç güvenlik amiri Binbaşı hoparlörden bir konuşma yaptı. Konuşmanın özü şuydu: “Beni dinleyin tutuklular üç beş idamlık sizi kandırıyor, onlara uymayın.” Konuşmanın sonrasını duyamadık çünkü tüm koğuşlar tekrar slogan atarak Binbaşıyı susturdular. Bu konuşma da netice vermemişti. İdare yine boş durmuyordu. Bu defa tüm koğuşların yerini değiştirdiler.

İdare kapıların önüne dışarıdan getirdiği komandoları koyuyor, bizleri tek tek kapı dışına alarak eylemi bırakmamız için tehdit ediyordu. Kimse artık tehditlerden korkmuyordu. Herkes eyleme devam ediyordu, idarenin bu atağına karşı bizlerde boş durmadık. Üçüncü grup ölüm orucuna başladı. 800 insanın ölüm orucunda olduğu yönünde bilgiler geliyordu. Artık ölüm orucuna girenleri götürmüyorlardı çünkü götürdükleri hücre ve koğuşlarda yer kalmamıştı. İdarenin bu komplosu da geri tepmişti. Ve nihayet ölüm orucunun 28. gününde avukatlar ziyarete çıktı. İdare temsilci arkadaşları yanına çağırarak şartları kabul etti. Böylece ölüm orucu netice alınarak son buldu. Eylül ayını sevmem ama 5 Eylül 1983 gününü çok seviyorum.

5 Eylül direnişinde koğuş dağıtımında üç tane Irak’lı Arap ile 8 gün bir hücrede kaldık. Onlar da bizimle birlikte açlık grevine girmişlerdi. Bu üç yıl boyunca onlar da bizim gibi işkence görmüş, askeri marşlar onlara da zorla öğretilmişti. Bu eylemden dolayı onlar da çok mutluydular. Zorla da olsa Türkçeyi öğrenmişlerdi. İçlerinden biri hücreye dönerek şöyle dedi: “Arkadaşlar beni dinleyin ben gardiyanların dediği gibi g..tü b.klu bir Arap’ım bana 3 yıl değil 3 yüzyılda ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’yi söyletseler bile benim damarlarımda Arap kanı dolaşmaktadır. Asil Türk kanı bende olmaz, asillik bana lazım değil, ben Arap’ta değilim Türk de değilim. Ben insanım, Allah’ıma çok şükür ki ben insanım, sağ olun sakın eylemden vazgeçmeyin. Siz vazgeçseniz de ben vazgeçmem!..”

Hücre sakinleri olarak, insanım diyen bu Irak’lıyı dakikalarca alkışladık ve tek tek tebrik ettik. Bu tür uygulamalar sadece bu Irak’lıya yapılmamıştı. Gazeteci Alman Hans’a da, Çekoslovakya vatandaşına da aynı şeyler yapılmıştı. 5 Eylül direnişine kaçakçısından eroincisine, hacısına, hocasına ve tüm siyasi grupların ortak eylemidir. Keşke hayatın her alanında bu direnişten ders çıkarıp her konuda birlikte hareket edebilsek, tüm umutlarım birlik beraberlik ve kardeşlik içindir. İnsanca, özgürce ifade edebilmek çok güzel bir duygudur.

Ve 5 Eylül direnişi zafer ile sonuçlandı…



İSA TEKİN