RESİM: HAZAL HÜNGÜR
12 Eylül ve Diyarbakır Cezaevi Uygulamaları
Evet, yine bir 12 Eylül geldi 1980 darbesinden bu yana tam 31 yıl geçti fakat 12 Eylül darbesini yapanlar Türkiye de halen yargılanamadılar, kendi ürettikleri anayasa tarafından yönetiliyoruz.
Ülkemizde 12 Eylül vahşetini yaşayan binlerce insan adli sicillerinde halen o darbenin ve ana yasasının kurallarına göre ceza alanların cezaları silinmemiştir gerek bu cezalar kâğıt üzerinde silinse de yüreklerinde ve beyinlerinde ölene dek silinmeyecektir.
Bende bir 12 Eylül mağduru olarak o süreci asla unutmadım ve de unutmayacağım. unutulmaması için önüme gelen her insana o insanlık dışı vahşeti anlatmaya devam edeceğim.
Beni dinleyen insan çıkmazsa dağa taşa ağaca kuşa haykırarak anlatmaya devam edeceğim.
Şimdi kısaca dönemin vahşetini cehaletini insanlık dışı tüm pisliklerini anlatmaya çalışacağım:
Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran:1.75 boyunda, zayıf, kumral, 40 yaşlarında ama yüz kırışıkları fazla, gözlerinin altındaki halkalar morarmış, daima komando elbiseleriyle ve Co isimli köpeği ile dolaşır. Diyarbakır zindanındaki işkencelerin mimarıdır. Katillerin başı, soğukkanlı, acımasız, güzel vaatler verip çirkin uygulamalar yapan, burnu havada, kendini Nemrut sanan biriydi. 1974 Kıbrıs işgalinde görev yaptığı için, oradaki zindanlarda yapılan işkencelerle deneyim sahibi olmuş, 7. Kolordu Komutanı Kontragerilla Şefi Kemal Yamak'ın verdiği yetkiyle donanmış tam olarak bir işkence ve cinayet makinesiydi. 24 Şubat 1981 tarihinden Eylül 1992 sonuna kadar Diyarbakır zindanında işkenceci başı olarak görev yaptı. Eylül ayında sonuçlanan, M. Hayri Durmuş; Kemal Pir ve arkadaşlarının yaşamlarını yitirdikleri ölüm orucundan sonra İstanbul`a tayini çıktı. Burada rütbesi yükseltilerek binbaşı oldu. 22 Ekim 1988 tarihinde İstanbul Kısıklı'da bir otobüsün içinde bir Kürt militan tarafından silahla başına sıkılan üç kurşunla öldürüldü. Şimdi bu vampir ve kan içicinin Diyarbakır Cezaevindeki bazı uygulamalarını bizim kaldığımız 32. koğuştaki işkencelerinin bir gününü sizlerle paylaşmak istiyorum
32. Koğuşun Bir GünüSabah saat 04.45’te koğuş nöbetçilerinin koğuş kalk komutu ile uyandırıldık. Koğuşun 3–5 nöbetini tutan nöbetçiler, saat 04.45’te koğuşu uyandırmakla görevliydiler. Saat tam 04.45 olunca, nöbetçiler yüksek sesle bağırarak “Koğuş kalk!” komutunu vermek zorundaydılar. Bu komuttan birkaç dakika sonra, koğuş kapısının mazgalı açılır nöbetçi gardiyan komutan, nöbetçileri çağırırdı. Nöbetçi onbaşı kapıya doğru koşar, yanındaki nöbetçi de onbaşının yanına geçer, ikisi birden ayaklarını sertçe yere vurarak esas duruşa geçer, başta nöbetçi onbaşı kısa künyesini okumaya başlardı. “İsa Tekin Diyarbakır emret komutanım, 32.koğuş nöbetçi onbaşısıyım, 32.koğuş 106 mevcudu ile vukuatsız olarak emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım!” der, sonra yanındaki nöbetçiye gelir, nöbetçi de aynı künyeyi tekrarlardı. Nöbetçi gardiyan nöbetçilere sorardı “Vukuatınız var mı lan!” Nöbetçi onbaşı “Yoktur komutanım” der, nöbetçi gardiyan komutana sorar “koğuş herkes uyandı mı, uyuyan var mı?” derdi. Koğuş nöbetçi onbaşı, “Yoktur komutanım” derdi. Kalkar kalkmaz ilk işimiz, yatağımızı yapmak zorundaydık. Çünkü yatağı bozuk yapanlar dayak yerdiler. Koğuş gardiyanımız Kayserili Karabela, kontrolde kimin yatağını bozuk görse dayak ile cezalandırırdı. Yatağın düzgün, güzel yapıldığının testini şöyle yapardı: Yatağın üzerine 25 kuruş demir para atardı, eğer para yatağın üzerinde zıplıyorsa, demek ki yatak düzgün ve güzel yapılmıştır; eğer para zıplamıyorsa yatak düzgün yapılmamış, yani iyi çekilmemiş demektir. Öyleyse dayak hak edilmiştir.
Ben ve Mehmet Kansu, aynı yatakta yattığımız için, kalkar kalkmaz nevresimin dört kenarından bağlar, sıkıca döşeğin üzerine geçirirdik. Bunu her sabah tekrarladığımız için, bu işlem en fazla bir dakikamızı alırdı. Çünkü zaman ve dakikalar bu dönemde çok önemliydi. Yatak işi bittikten sonra, tuvalete ihtiyacı olanlar için sıraya girmek gerekiyordu. Tuvalet işi bittikten sonra sıra günlük tıraşa gelecekti. Toplam dört lavabo taşı olduğu için lavaboda tıraş olmak yasaktı. Plastik bardağa biraz su alırdık, o su ile tıraş olmaya çalışırdık. Her arkadaş samimi olduğu arkadaşla birbirini tıraş ederdi. Tıraş jiletlerimiz permatikti, idare bu permatikleri sayılı olarak verirdi ve tekrar sayılı olarak alırdı Jiletlerin karışmaması için kartondan bir kutu yapmıştık ve numaralandırmıştık. Kaç numaralı jilet kime aitse belliydi. Jiletlerin dağıtılması çok seri şekilde yapılırdı ve Mehmet’le birbirimizi karşılıklı tıraş ederdik. Böylece ayna sorununu da çözmüş oluyorduk. Sonra birbirimizin yüzüne pamuk sürüyorduk, eğer pamuk yüze yapışıyorsa traş iyi olmamış pamuğun yapıştığı yerleri yeniden tıraş ediyorduk. Çünkü sabah komutan tıraş kontrolünde aynı şeyi deneyecekti. Kimin yüzüne pamuk yapışmışsa demek ki güzel ve düzgün tıraş olmamıştır, onun da suçu çok ağır oluyordu, 5’e 10 kalasla dayak atıyorlardı. Bu jiletleri her hafta, pazardan pazara kullanıyorduk. Son iki gün kalınca jiletler köreldiği için yüzümü parçalıyordu. Bazı arkadaşların sakalı sert olduğu için jilet kesmediği için yüzlerini kesiyorlardı. Yüzleri cildi kan içinde kalıyordu.
Pazar günleri öğleden sonra koltuk altı ve etek altı tıraşlarında bu jiletleri kullandıktan sonra değiştiriyorlardı. Aynı gün saçlarımız da sıfır numara ile kesiliyordu. Bazen saçlarımız makineye sıkışıyor, kesen yeni berberimiz kesmesini bilmediği için adeta saçlarımızı yoluyordu. Bu da ayrı bir işkence türüydü. Evet, acele ediyoruz, daha gün yeni başlayacak. Koğuş gardiyanı koğuş mazgalını açıyor, nöbetçi koşup tekmil veriyor, gardiyan komutan emir veriyor, karavana çıkıyor sabah kahvaltısı için. Üç karavanayı nöbetçi koşar adım kapının önüne çıkarıyor, var gücü ile kısa künye yapıyor: “İsa Tekin Diyarbakır emret komutanım!” Koğuş gardiyanı emrediyor, “Karavanayı bırak içeri gir!” Nöbetçi tekrar kısa künyesini yüksek sesle tekrarlayıp koğuşa dönüyor gardiyan kapıyı kapatıyor. Kapının mazgalını açıyor, “Lan sorumlu, mahkemeye gidecekler hazırlansın, koğuşta bu gece vukuat var mıydı?” Koğuş sorumlusu, “Emredersin komutanım!” der ve kısa künyesini yapardı: “Hatip Çelik Mardin emret komutanım, koğuş vukuatı yoktur komutanım!” derdi. Veya koğuşta o gece bir hasta olmuşsa veya ayakta gezerken başka bir nöbetçi gardiyana yakalanmışsa bunlar çok büyük vukuatlar demekti. Cezası da tabi ki ağır olurdu. Yoksa gardiyan mazgalı kapatır, karavanaları yanında gelen çömez askere taşıtırdı. Böylece çömez asker geleceğin büyük komutanlığına hazırlanırdı. Koğuş sorumlusu koğuşa döner, eğer gardiyan mahkemeye gidenlerin listesini vermişse o listeyi yüksek sesle okur ve hemen hazırlanmasını isterdi. Liste verilmişse o gün mahkemesinin olduğunu bilenler, kendilerinin mahkemelerinin olduğunu söyler ve hazır bir şekilde beklerlerdi. Aradan 10 -15 dakika sonra karavana kapıyı gelir ve kapıya bırakılırdı. Karavananın yere bırakıldığının sesini hepimiz duyardık. Ondan sonra kapı mazgalı açılır, komutan “Karavana al!” der ve kapıyı açardı. Kapı açılana kadar üç kişi kapının önünde hazır olur, her üçü de hızlı şekilde kısa künye yapar, bina karavanalarını koşar adım içeri alırlardı.
Hep karavanaların dolu gelmesini beklerdik. Bazen bu üç karavanada bir tanesinin altında toplam 10 tas kadar çorba olurdu. Bu da en başta mahkemesi olanlara verilir, koğuşa sonra dağıtılırdı. Bu kadar az kahvaltı ve yemeği eşit dağıtmak bayağı çaba gerektiriyordu. Dağıtan arkadaşlar adil olmak için çok çalışıyordu. Ondan dolayı yemek dağıtıcılar belliydi, sürekli aynı arkadaşlar bu görevleri yapıyorlardı. Elleri bu işe alışmıştı ve bayağı pratik dağıtıyorlardı yemekleri. Servis kaplarından yiyorduk; çatal, kaşık, cam bardak yasaktı. Sadece tahta kaşık veriyorlardı, onlar da zamanla çatlıyordu ve koku yapıyordu. Su bardaklarımız plastik bardaklardı. Çorba ve yemekler çok az veriliyordu, bazı günlerde kişi başı üç kaşığa düştüğü de oluyordu. Kahvaltı işi de çok acele yapılıyordu. Bazen kahvaltı bitmeden, mahkemeye gideceklerin çıkması için gardiyan kapı mazgalını açıp “Mahkemeye gidenler çıksın!” diye emir veriyordu. Mahkemeye gidenler acil bir şekilde 1-2-3-4 diye sayarak dışarı alındıktan sonra koğuş kahvaltısına devam ediyordu. Kahvaltı bittikten sonra, eğer koğuş cezalı değilse birer sigara içebiliyorduk. Sigara yasaksa, koğuş sorumlusu bizi sayıma kaldırıyordu. Sabah sayımı çok önemliydi, dayakların büyük bir kısmı sabah sayımında atılıyordu. Bizler de sayınları daha az zayiatla atlatmak için her sabah koğuş sorumlusu nezaretinde ön sayım yapıyorduk. Türkçe bilmeyenleri, yaşlıları ve hastaları arkamıza alıyorduk. Sağlam, gür seslileri öne diziyorduk.
Sayım ikişerli şekilde sayılıyordu: öndeki ve arkadaki şekilde dolayısıyla öndeki iki yanındaki dört diye devam ediyordu. Bu ikişerli sayımı 45 saniye, en fazla 50 saniyede bitirmek zorundaydık. Bu seriyi yakalamak için bugün iki diyen arkadaş yarında aynı yerde oluyordu. Onun görevi, ne olursa olsun, sayım anında iki diyecek veya otuzuncu sıradaki kişi otuz diyecek, yani böylelikle biri karıştırsa bile yanındaki sabit olduğu için sayım karışmayacaktı. Bu sayım işi bazen saat 9’a kadar devam ediyordu. Koğuş sorumlusu Hatip Çelik, her sayım öncesi hep prova yaptırıyordu. Koğuş sıra halinde dizilir, Hatip Çelik bağırır ve şöyle derdi: “Herkes çok iyi dinlesin, kimse numarasını unutmasın, çok seri şekilde okusun ve bağırsın!” Kendisi en başta sayımı başlatırdı ve şöyle derdi: “Dikkat Hatip Çelik Mardin emret komutanım! 32.koğuş 106 mevcudu ile emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım! İki, dört, altı, sekiz…” Diğer arkadaşlar Hatip Çelik’i takip ederdi. Hatip Çelik bu provayı idare sayımı gelene kadar yüzlerce kez tekrar ederdi. Eğer koğuşa yeni gelenler olursa, kurallara uymalarını ve bizim gibi yaptığımız gibi yapmaları gerektiği yönünde ikazlarda bulunurdu. Bu yeni gelenler muhabbeti hep devam ederdi. Ta ki idarenin ast-üst subayları, çavuşları ve gardiyanları sayıma gelene kadar…
Aniden kapı mazgalı açılır, Karabela komutan yüksek sesle bağırır, 32. koğuş sayıma hazır olur ve koğuş kapısı açılırdı. Koğuş sorumlusu Hatip Çelik var gücü ile bağırır, “Dikkat! Hatip Çelik Mardin! 32.koğuş 106 mevcudu ile sabah sayımında emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım!” der ve devam ederdi “iki dört ……” Gardiyanlar bağırarak sayan her arkadasın göğsüne cop kalas vurarak sayımı takip etmeye çalışırlardı. Biz öndeki arkadaşlar, ne olursa olsun, bu cop ve kalası yemek zorunda kalırdık. Bazen bu cop ve kalasları göğsümüze öyle sert vuruyorlardı ki, nefesimiz kesiliyordu ve bağıramıyorduk. Bazı arkadaşlar ayakta duramıyordu. Tabi bu cehennem zebanileri için bir bahane teşkil ediyordu, dayak atmanın bahanesiydi.
Sayıma eğer Yüzbaşı Esat Oktay yıldıran veya minik asteğmen gelmiş ve yanında kalabalık asker varsa o sabah büyük işkence var demektir. Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran koğuşu baştan aşağı inceler, koğuş sorumlusuna sorular sormaya başlar: soruları da “Yataklar iyi düzeltilmemiş. Yemekler nasıl? Şikayetiniz var mı?” Koğuş sorumlusu Hatip Çelik kısa künyesini bağırarak yapar, “Sizin sayenizde hiçbir ihtiyacımız yoktur komutanım!” der; Yüzbaşı Esat Oktay konuşmasını sürdürürken Co komutan (Co köpeği) tutukluların apış aralarını koklar veya kapardı. Diğer subaylar ve askerler, bizlere bakar, dayak atmak için şöyle sorarlardı: “Ulan ibne, neden karşı duvara bakmıyorsun? Bana bakıyorsun” veya “Niye güldün, esas duruşun niye bozuk, niye kaşındın” gibi mazeretlerle Esat Oktay Yıldıran’ın yanında bizleri döverlerdi Esat Oktay konuşmasına devam ederdi: “Devlet size şefkatli ana kucağını açmıştır. Devlet sizi yedirip içiriyor, kıymetini bilin. Koğuşunuzda bölücülük ve komünistlik yapmayın. Yapan varsa aranızda barındırmayın, bana bildirin. Gerekli mükafatı alacaksınız…”
Esat Oktay konuşmasını uzunca sürdürür tehditlerini savurur çıkıp giderdi. Sayım faslı biter, koğuş beş-on dakika su ve ihtiyaç molası verir, dayak yiyenler kanlarını yıkar, kanlı üstünü değiştirir, koğuş gardiyanının emirlerini beklerdi. Eğer Esat Oktay Yıldıran ceza var demişse, koğuş gardiyanı mazgalı açar, yüksek sesle koğuş sorumlusu Hatip Çelik’i çağırır, koğuşun cezalı olduğunu, herkesin ranza altı olmasını emir ederdi. Eğer o gün normal bir gün ise, sorumluya koğuşun Atatürk ilke ve inkılâplarını okumasını isterdi. Bu kitap okuma işi, tam bir işkenceydi. Şöyle ki, sorumlu kitap okutmak için birini görevlendirir, o kitabı açar, başlar yüksek sesle okumaya: “Atatürk 1881 yılında Selanik’te 2 katlı pembe bir evde doğdu ve ..” devam ederdi. Biz de hep tekrarlardık bu kitabı. Sil baştan binlerce kez bizlere okuttular. Bu kitap okuma faslı bir saat devam eder, koğuş sorumlusu bir saat sonra 10 dakika ihtiyaç molası verir, sonra tekrar devam ederdik, Saat 12’ye çeyrek kala kapı mazgalı açılır, koğuş gardiyanı karavanaları ister, karavanalar kapıya bırakılır, 15 dakika yemek gelene kadar ihtiyaç molası veya sigara içmek serbest komutu verilirdi. Koğuş yemek düzenine geçer, herkes sıraya girer, yemek almaya çalışır. 15–20 dakika sonra mahkemeye gidenler gelir, eğer davada savunma yapılmışsa eğer cezaevi ile ilgili mahkemede konuşulmuşsa mahkemeden gelenler toplu dayaktan geçirilir, çok işkence görürlerdi.
Bir gün Suruç grubundan arkadaşlar mahkemeye gidip gelmişlerdi. O gün karar günüydü. Hepimiz çok merak ediyorduk. Arkadaşlar geldi, koğuş sorumlusu sordu “Ne oldu?” diye. Arkadaşların biri şu cevabı verdi: “Önemli değil, hele önce ben bir tuvalete gideyim, yemekte ne var? Dört kez idam verdiler” dedi. Baskı ve işkence öyle bir boyuttaydı ki, “tuvalete gitme” ve “yemekte ne var” dört idamdan daha değerliydi. Bunu gırgır ve espri konusu yapmıştık. “Önemli değil dört kez idam kuru fasulye kadar değerli değil yeter ki kuru bol kepçe olsun hele arkasında büyük su bidonu içinde sıcak çay gelmişse ve plastik bardakta içiliyorsa en büyük keyif bu olsa gerek dört idamın ne önemi var canım…” Yemek faslı bittikten sonra üzerine bir sigara çok güzel oluyordu. Mahkemeye gidenler, tekrar hazır şekilde kapı önünde bekleyecek, komutan gelip onları götürecek ve komutunu verecek: “Lan sorumlu koğuşa marş söylet!”
Saat 12 de karavana kapıya gelir, kapı mazgalı açılır, yine aynı ses: “Karavana al!” Üç arkadaş koşarak kısa künye yaptıktan sonra hızlı ve seri bir şekilde karavanaları içeriye alırdı. Sabah verilen kahvaltıda kimse doymadığı için umudumuz öğle karavanasının dolu gelmesiydi. Ama umutlarımız hep boşa çıkıyordu. Karavanalar çok az geliyordu. Ortalama 20 kişilik yemek, 100 kişiye veriliyordu, Gelen yemeklerin içinde tükürükten tutun da böceğe kadar her türlü haşere olurdu. Bazen tıraş oldukları saçlarını bile yemeklerin içine atıyorlardı. İki üç günde bir ishal yaptıran haplar da yemeğe katılıyordu. İnsanlar açtı, ne olsa yemek zorundaydık. Onu bile yeteri kadar vermiyorlardı. 10 kişiye bir ekmek veriyorlardı. Hepimizin gözleri içine girmiş, kemiklerimiz sayılabilirdi. Yüzümüzde renk kalmamış, sapsarı olmuştu. Hayallerimizde annelerimizin dışarıda yaptığı o güzel lezzetli yemekler vardı. Sohbetler yemek çeşitleri üzerinde yapılırdı. Bazı arkadaşların koku alma duyusu çok gelişmişti. Kokuya göre karavanada hangi yemeklerin çıktığını çok iyi tahmin ediyorlardı. Bazı arkadaşlar cezaevinden çıktıktan sonra lokanta açacaklarını söylüyorlardı.
Karavanada yemekler az geldiği gibi bir de koğuş sorumlusu yardımcı ve ispiyoncusu Maruf Şahin vardı. Yemek gelir gelmez ilk Maruf Şahin kalite kontrol yapardı. Eğer yemekte iki üç tane et parçası çıkarsa, Maruf Şahin elleri ile yemeğin içine dalar, “Kısmetimde bugün de et çıktı, hele bir tadına bakayım” derdi. Hepimiz deri kemik kalmışken, bazı arkadaşlar Maruf Şahin’in kalçalarını göstererek, “Bu ibne karı gibi kalça büyütüyor” diye alay ederdi. Ama bunu kimse Maruf Şahin’in yüzüne söyleyemezdi. Çünkü Maruf Şahin idarenin koğuştaki anteni ve temsilcisiydi. Kimi kafaya taksa idareye gammazlardı. Doğal olarak etler Maruf Şahin’in hakkıydı tabi. İdarenin adamı Maruf Şahin yalnız değildi. 106 kişilik koğuşta 5 kişi tespit etmiştik. Kantinden eşya siparişi verilirken bu ortaklarımıza, rüşvet olarak bizi gammazlamamaları için hepimiz bir şeyler almak zorundaydık. Vedat Aydın’la bazen yan yana geldiğimizde, Maruf Şahin ve ekibine bakarak şöyle derdi: “Hale İsa, hele şu şerefsize bak, bu şerefsiz güneşin düşmanı, ayın düşmanı, insanlığın düşmanı ve bu şerefsiz umudun düşmanı” diye künye sayardı.
Bir defasında Maruf Şahin Vedat Aydın’a sordu: “Neye gülüyorsun Vedat?”, o da “Kalçan zayıflamış ona gülüyorum!” dedi. Aradan iki gün geçtikten sonra, soğuk bir kış günüydü, koğuş gardiyanı Vedat Aydın’ı çağırdı. Önce dayak attı, sonra yemekhane kısmına 40 bidon su döktürüp Vedat arkadaşı saatlerce sırt üstü yüz üstü süründürdü. Bunu ispiyoncu Maruf Şahin’in yaptığını biliyorduk ama gücümüz o günün koşullarında Maruf Şahin’e yetmiyordu. Yemekler doğal olarak Maruf Şahin’in malıydı. O da yedikçe, malını büyütüyordu, bizlere de Maruf’tan geriye kalan artıklar kalıyordu. Onu da arkadaşlar elinden geldikçe adaletli bir şekilde dağıtmaya çalışıyorlardı. Ayda, yılda yanmış, küf tutmuş bulgur pilavı nohut veya kuru fasulyeyi bol veriyorlardı. Biz bazı arkadaşlar, fazla yemeye korkuyorduk. Çünkü yemekler bozuk olduğu için ve mide az yemeğe alışık olduğu için hep aynı yemeği tercih ediyorduk. Bazı arkadaşlarımız, yemeğe dayanmadıkları için çok yiyorlardı. Bu da bozuk olan mideleri rahatsız ediyordu.
Saatlerce ayakta 6o tane ırkçı ve şoven marşı söylerdik. Arada koğuş gardiyanı kapı mazgalını açar, “Lan sorumlu, koğuş niye bu kadar cansız marş söylüyor?” diye azarlardı. Koğuş sorumlusu Hatip Çelik, “Emredersin komutanım!” dedikten sonra “32. koğuş daha yüksek sesle yürüyüş kararı sayılacak say!” komutunu verir, biz yerimizde var gücümüzle yere vurarak bir iki üç dört diye sayarak Hatip’in komutlarını tekrarlardık. Sonrasında sırayla askeri marşları söylemeye devam ederdik. Bazı günlerde ise genellikle yaz ise, çok sıcak olduğu zamanlarda havalandırmaya çıkardık. Havalandırma hava almak için değil işkence görmek için çıkardık.
“Havalandırma için hazırlan!” dediğinde, ayaklarımızda spor ayakkabıları olmak zorundaydı. Herkes ayakkabılarının bağlarını kontrol eder ve çok sık bağlardı. Süründürme, dayak atma anında ayaktan çıkmasın diye sıkı bağlardı, Üstümüz çıplak, alt kısımda eşofman altı giymek zorunluydu, Tabi hazırlığını bitiren hemen tuvalete koşardı. Bir anda tuvalette büyük kuyruklar oluşurdu. Bunun iki nedeni vardı. Birincisi havalandırmaya çok uzun süre kalmak ve dayak yerken altına kaçırmamak için. İkinci nedeni ise ben babamdan öğrenmiştim. Babam diyordu ki, “Oğlum eğer biri ile arkadaşlık yapıyorsan, onunla bir eyleme katılacak isen, eğer yanında arkadaşın sık sık küçük su dökme ihtiyaç duyuyorsa onunla o işe eyleme gitme, bu korkunun işaretidir.” Bunu arkadaşım Mehmet’e de anlatmıştım. Onun için “Havalandırmaya çık” sözünden sonra hemen tuvalete koşanlara gülüyorduk. Onları takip ediyorduk, hep aynı şahıslardı bunlar.
Sıra “havalandırmaya çık” komutu ve koğuş kapısı açılıyor, 3. katta olduğu için 3. katın havalandırma kapısına kadar tüm merdiven başlarında sağlı sollu ellerinde kalaslar gardiyanlar vardı. Kapıdan çıkan her arkadaş, yüksek sesle sayarak çıkmak zorundaydı ve merdivenlerden koşar adım inmek zorundaydı. 3. kattan havalandırmaya kadar önünden koştuğumuz her asker gardiyan, elindeki kalaslarla vücudumuzun neresine rast gelirse oraya vuruyorlardı. Zaten koğuşun hepsi havalandırmaya çıkana kadar kafası, gözü, yüzü, çenesi, sırtı kan revan içinde kalıyordu, Havalandırmaya çıkan arkadaş, içeride provasını yaptığımız şekilde yerine geçiyordu. Bu sıra uzun boydan kısa boylulara doğru bir sıraydı. Yani boyu uzun olanlar en önde dörtlü şekilde bekliyordu. Herkes önündeki ve yanındakini çok iyi tanıyordu. Ne olursa olsun, herkes önündekinin arkasında durmak zorundaydı. Yanlışlıkla biri senin yerine geçerse, onu geriye itmek zorundasın yoksa sen yerini kaybedersin. O zaman dayak yiyen sen olursun. Koğuşun sıraya geçmesi 1 dakikalık bir süreydi. Sonra İstiklal Marşı okunur, yürüyüş yapmaya başlatılır, yürüyüşler marş eşliğinde yapılırdı. Bazen bir marşın yarısı okutulmadan koğuş gardiyanı bağırır: “32.koğuş neden ses çıkmıyor lan ibneler! Yürüyüş niye canlı değil?” diyerek havalandırmadaki işkenceler başlardı.
İşkencelerFALAKA: En yaygın ve devamlı uygulanan bir işkence yöntemidir. Ayak tabanı, ellerin içi gibi vücudun kaslı bölümlerine kalas, cop, zincir, saz sapı, pik demir çubuk, v.b. vurularak gerçekleştirilir. Bu yöntem, ayak tabanlarını, el ayalarını patlatır, kaba yerleri ezer, morartır, tırnakları söker. El-ayak gibi herhangi bir yeri kırar, sakat eder.
KÖPEK SALDIRMA: Tutuklu çırılçıplak soyulur, kurt köpeği üzerine saldırtır. Köpeğin ilk kaptığı yer bacak arasıdır.
ZİNCİR: 20–25 metre uzunluğundaki zincirin uçları iki tutuklunun boynuna bağlanır. Tutuklular sırt sırta verdirilerek ters yönde hızla koşuşturulur. Zincir tam gerilince, her iki tutuklu da sırtüstü yere düşer.
AYAKTAN ASMA: Tutuklunun tek ayağına zincir bağlanır. Bu zincir yüksek bir yere asılır. Tutuklu bayılıncaya kadar askıda kalır.
GERME: Tutuklunun bir bacağı merdiven tırabzanına bağlanır, diğer bacağı da açık bırakılan koğuşun gözetleme deliğine bağlanır. Kapı kapatılır. Tutuklunun bacakları koğuş kapısının eni kadar gerilir ve öylece kalır.
TEPE: 50–60 kişi havalandırmaya alınır. Gardiyan 'tepe ol' komutu vererek, tüm tutuklular üst üste binerler. Bir tutuklu da üst üste yatan tutukluların üstüne çıkar, istiklal Marşı'nın 10 kıtası okutulur.
KULE: Havalandırmaya çıkan tutuklular 6 kişilik daire oluştururlar. Bunların üzerine 3–4 kat olacak biçiminde tutuklular çıkarılır. Gardiyanın “Yıkıl!” komutuyla kule oluşturan tutuklular kendini yere bırakır. Tutukluların değişik yerlerinde kırılma, incinme, çıkık olur.
KANTAR: Tutuklular havalandırmada çırılçıplak soyundurulup tek sıra halinde dizilirler. Sıranın ön tarafında duran tutuklu sırt üstü yatırılır. İkinci tutuklu, yatan tutuklunun testis ve erkeklik organlarından tutarak yukarı kaldırır. Tutuklunun kaç kilo geldiğini söylemesi istenir. Tüm tutuklular birbirini tartana kadar bu işlem devam eder.
KERVAN: Havalandırmada, tutuklular tek sıra dizilir. Her tutuklu, önündeki tutuklunun sırtına bindirilir. Bacakları, altındaki tutuklunun boynundan aşağıya sarkıtılır ve kulaklarından tutması istenir. Gardiyanın komutuyla tutuklular yürümeye başlarlar. Bu işleme tutuklular ayakta duramayacak duruma geldiğinde son verilir.
COP SOKMA: Gardiyanlar copu zeytinyağına batırır ve yağlı copu tutuklunun makatına zorla sokar.
ÇEK-ÇEK: Tutuklu çırılçıplak soyundurulur ve erkeklik organına bir ip takılır. Gardiyan ipin açıkta kalan ucunu alıp hızla koşar. Tutuklu da zorunlu olarak gardiyanın peşinden koşar.
LAĞIM SUYUNA SOKMA: Tecrit bölümünün alt katındaki bazı tuvaletlerin delikleri tıkanır. Hücrelerin pisliği ve lağım suları burada biriktirilir, diz boyu kadar oluşturulan pisliğin içine tutuklu atılır ve pislik yedirilir.
ÖL DEDİĞİMDE: Tutuklu havalandırmanın orta yerine çıkarılır, hazır ol durumuna geçirilir. Gardiyanın 'Öl!” komutuyla tutuklu kaskatı, eklemlerini kırmadan yere düşürülür. Bu işlem gardiyanın keyfine göre tekrarlanır.
LOKOMOTİF: Tutuklular havalandırmaya çıkarılır. İki kişi çırılçıplak soyundurulur. Bunlardan birisi domalıp iki eliyle diz kapaklarını tutar, diğeri de arkadan bunu kucaklar. Gardiyanın “Uygun adım marş!” demesiyle her iki tutuklu havalandırmada dolaşırlar. Diğer tutuklular da bunları izlemek zorundadırlar.
PİSLİK YEDİRME: Her havalandırmanın ortasında bir lağım çukuru vardır. Lağım suları ve insan pislikleri burada toplanır. Bu çukurdan avuç avuç pislik alıp yemeleri istenir.
İŞEME: Havalandırmada bir tutuklunun yere yatması istenir. Diğer tutuklularda, yerde yatan tutuklunun yüzüne işetilir.
TECAVÜZ: Cezaevinde görev yapan gardiyanlar, genç tutuklulara merdiven altlarında zorla tecavüz ederler. Ayrıca iki tutuklu çırılçıplak soyundurularak birbirlerine tecavüz etmeleri için zorlanırlar.
Havalandırma dönüşü en az 20 – 30 zayiat verirdik: Bayılanlar, ayak ve kolu kırılanlar… Bunları sırtlayarak koğuşa getirirken çıkıştaki gibi yine aynı işkencelere maruz kalırdık. Koğuşa geliş bittikten sonra sayım durumuna geçerdik. Gardiyanlar toplu olarak koğuşa gelir, sayım yapar, sayım bahanesi ile yine dayak atar ve koğuşu cezalandırırlardı. Bu cezalar gün ve zamana göre değişirdi. Eğer sabah havalandırmaya çıkmazsak, öğle yemeği vermeme cezası verilirdi. Öğleden sorma çıkmazsak, akşam yemeği vermeme cezası, bazen su içmeme ve sigara içmeme cezası, bazen de hiç mola vermeden akşama kadar yerinde sayarak marş söyleme cezası, bazen betonda sırt üstü yatma cezası, bazen ranza altı cezası, bazen de tuvalete çıkmama cezası gibi uygulamalar yapılırdı, Bu uygulamalara sürekli yenileri eklenirdi. Tüm bu işkencelerden sonra, koğuş olarak rahatlardık, çünkü bugün de ölmemiştik ve yaşıyorduk. Ve o gün “havalandırmaya çık” korkusu kalmamıştı, hayat devam ediyordu. Kan, şiş, kırık, çıkık o kadar önemli sayılmazdı. Sonra herkes elini yüzünü yıkar ……işlere devam ederdi.
Akşam olur, akşam yemeği gelir ve yine biz hüsran yaşardık. Çünkü yine 10 kişilik yemek 100 kişiye dağıtılırdı ve aç yatardık. Mahkemedekiler mahkemeden getirilir, kapı arkasında dayaktan geçirilir, kapı mazgalı açılır, Karabela gardiyan sorumluyu çağırır, “Lan sorumlu, bu ibneleri içeriye alın, cezalıdırlar. Yolda ve mahkemede konuşmuşlar, akşam yemeği verilmeyecek” derdi. Kapı önündekiler, hemen dışarı koşar ya da baygınlık geçiren arkadaşları omzundan tutup sürüyerek koğuşa getirirlerdi. Bu, mahkemeden gelen arkadaşlar, daha çok yıpranırlardı. Çünkü mahkeme salonlarında sabahtan akşama kadar elleri dizlerinin üstünde sağa sola bakmadan esas duruşta beklemek ve mahkeme heyetini dinlemek zorundaydılar. Bunun üzerine dayak tuzu biberi oluyordu.
Evet, bazen zaman bitmek nedir bilmiyordu. Bazen bir gün bir yıl gibi uzuyordu. Sıra akşam sayımına geliyordu. Akşam sayımı da tıpkı diğer sayımlar gibi 45 saniyede yapılmak zorundaydı. Hepimiz esas duruşta put gibi durmak zorundaydık. Yine gardiyanlar dayak atmak için bahaneler buluyorlardı: “Lan ibne, niye esas duruşun bozuldu! Lan göt, niye bana baktın! Lan yavşak, bana güldün!” gibi bahanelerle bazen “Dayak vaziyeti al!” komutu veriyorlardı. Dayak vaziyeti komutunu alır almaz ellerimizi öne uzatır, hangi elimize dayak atmalarını istiyorsak başta o elimizi yani ya sağ ya da sol elimizi uzatır, diğer eli ona altan destek ederdik. Dayak atıldıkça inen her darbeden sonra ellerin yerini değiştirirdik. Bu böyle saatlerce devam ederdi. Bazen beş on ikisi ile bu faslı da geçerdik.
Akşam sayımından sonra “Yat!” komutu verilir, koğuş yatmak durumunda kalırdı. “Yat!” komutunu veren gardiyan, koğuş sorumlusuna şöyle seslenirdi: “Lan sorumlu, herkes esas duruşta yatacak, kimse esas duruşunu bozmayacak, kimse rüya görmeyecek, kimse ağlamayacak, kimse horlamayacak, koğuş nöbetçisinin izni olmadan dolaşmayacak ve tuvalete gitmeyecek, tuvalete gidecekler nöbetçiden izin alacaklar, anlaşıldı mı?” derdi. Bizler de hep bir ağızdan, “Emredersin komutanım!” derdik. Bazen de akşam sayımından sonra cezalandırılırdık: “Koğuş yatmak için ranza altı olun!” emri verilirdi. Ranza altı demek beton üstünde tahtadan yapılan ranzaların beton ile arasındaki kısımdı. Bu alan çok dardı, 25 -30 cm arasındaydı. Biz zayıf olanlar, rahat alta girerdik. İri ve kilolu olan arkadaşlar yalnız kafalarını zorla iç tarafa sokuyorlardı. Gövdeleri dışarıda kaldığı için çok dayak yerlerdi.
Bazen de koğuşa kişi başı onar sigara yaktırıp, içen içmeyen herkes bu on sigarayı bir defada yakmak ve içmek zorundaydı. Düşünün, yüz kişi aynı anda onar sigara içince bin sigara yapar bu bin sigaranın dumanında camlar kapalı olduğu için koğuşun içinde kalır ve bu sigara içimi üzerine “Koğuş yat!” komutu verilirdi. Bu kadar sigara dumanına hangi ciğer dayanabilir? Sonuçta yüzlerce insan vereme (tüberküloza) yakalandı tabi.
“Koğuş yat” komutu bunlarla bitmiyordu. Bazen akşamları komutan Co’yu (köpek Co) koğuşa gönderirlerdi. komutan Co, akşam yemeklerimizdeki etlerin ortağı olurdu. Yemeklerde ne kadar et veya kıyma varsa ayıklanır, komutan Co’ya verilirdi. Sonra güzel kokulu sabunlarla komutan Co yıkanır, bizlerin yüz havluları ile durulanır ve kurulanırdı. En güzel battaniye bulunur, dış kapının yakınına kapı mazgalından görülecek bir yere yatırılırdı komutan Co. Dışardan bir ses gelince veya arkadaşlardan biri tuvalete kalkınca havlardı Co. Havlayınca nöbetçi gardiyanlar kapı mazgalını açar, nöbetçilere hakaretler yağdırırlardı. “Co niye havladı? Co’ya niye iyi davranmıyorsunuz. Co komutanı niye aç bıraktınız?” gibi bahanelerle ya koğuş cezalandırılır ya da uykusuz bırakılırdı. Veya koğuş nöbetçileri dövülür ve küfür ve mazeretlere maruz bırakılırdı.
Koğuşta 24 saat ikişer kişi nöbet tutmak zorundaydı. Nöbetçilerden biri onbaşı, biri er olurdu. Gece nöbetleri 7.9 9.11 11.1 1.3 3.5 5.7 şeklinde değişirdi. Gece nöbetleri çok zor ve sıkıcı oluyordu. Biz de tam uykuya dalarken, nöbetçi gardiyan mazgalı açar, koğuşa bakar, nöbetçi er ve onbaşı koşar, kapı önüne topuğunu sert yere vurarak, yüksek sesle nöbetçi asker gardiyana “İsa Tekin Diyarbakır emret komutanım! 32.koğuş 106 mevcudu ile vukuatsız olarak yatak istirahatına çekilmiştir komutanım!” derdi. Nöbetçi er de aynı künyeyi yaptıktan sonra nöbetçi gardiyan asker sorar, “Vukuatın var mı? Ayakta gezen var mı? Uyumayan var mı?” Nöbetçi onbaşı, “Yoktur komutanım!” derdi. Tabi nöbetçiler bu işi yüksek sesle yaptıkları için bizler uykudan fırlar nöbetçi ve gardiyan nöbetçi askerin arasındaki diyalogu gözlerimiz kapalı olarak esas duruşta yatmak suretiyle dinler sonucu merak ederdik.
Kış geceleri ayrı bir işkence uygulanıyordu. Kaloriferler zaten hiçbir zaman yakılmadı. Koğuşlar zaten çok soğuktu, hele 1983’ün kışı bir felaketti. O soğuk kış günlerinde 30-40 bidon su koğuşa dökülür ve soyunmamız emredilirdi. Hepimiz soyunurduk, sadece külot üstümüzde kalıyordu ve koğuşa bir emir veriliyordu: “Koğuş yere yat ve kaybol ranza altı ol!” Saatlerce, bazen sabaha kadar, kımıldamadan o suyun içinde bekletiliyorduk. Vücudumuzdan buhar çıkıyordu. Bazen de günlerce yatak yasaklanıyordu. Beton üstünde yatmamız emredilirdi. Bazen meşhur Co köpeği koğuşa bırakılıyordu. Sabaha kadar Co havlıyordu. Hiç birimiz, bu havlama sesinden yatamazdık. Bazı geceler operasyon düzenleniyor, bu operasyonların başında genellikle minik asteğmen oluyordu. Rastgele döverlerdi. Bazen de yaz kış demeden “Battaniyenin altına gir! Ne başınız, ne de ayaklarınız görünecek!” komutu verilirdi. Kışın insan yine dayanabiliyor fakat yazın çok kötü oluyordu. Baygınlık geçiren hastalanan çok oluyordu. Geceler ayrı bir kabustu, bitmiyordu gündüzün yorgunluğu, marşlar, işkenceler… Gece uykusuzluğu bizleri bir deri bir kemik yapmıştı. Uygulamalar, Nazi subaylarını aratmıyordu. Bu uygulamalar sadece bir günlük uygulamalardı. Ve bizim koğuşta olanlardı. Diğer koğuşta olanları göremiyorduk. Sadece dayak sesleri, bağırma ve marş sesleri duyuyorduk.
Son dönemlerde Diyarbakır Cezaevinin yıkılıp yerine okul yapılacağı söyleniyor. Bu cezaevi yıkılmamalı. Müslüm Üzülmez hocanın dediği gibi müze olmalı ve 12 Eylül cuntacıları yargılanmalıdır.
Diyarbakır Cezaevi'nde 5 Eylül 1983 Direnişi
"Direniş 35.koğuşta başlar.32.koğuşta ses verir…"
Yıldızları parlak. Güneşi yakıcı. Dicle ve Fırat’ı ile cennet ülke Mezopotamya. Tarih boyunca işgallere, istilalara maruz kalmış. Beyni iskeleti dört parçaya bölünmüş, tüm değer yargıları yerle bir edilmiş. Her dönemde kıyımlara katliamlara rağmen direnmiştir. Bu mazlum halkın çocuklarının da tarihsel tarihsizlikleri 12 Eylül 1980 tarihinde yeniden tekerrür etmiş, tüm öncü kadroları Diyarbakır 5 no'lu askeri cezaevinde tutsak edilmişlerdir. 1980 ve 1983 5 Eylül direnişine kadar her türlü insanlık dışı uygulamalarına maruz kalmışlardır. Güneşin çocukları, bu baskı ve işkencelere karşı topyekûn direnmenin zaferini 5 Eylül 1983’te destansı bir direniş göstererek kazanmışlar, bu esaret zincirini kırmışlardır.
1983 Ağustos ayının sonları idi. Cezaevi yönetiminde değişiklikler olmuş, askeri eğitimlerin ve işkencelerin dozu daha da artmıştı. İdare deşifre olan işbirlikçilerini değiştirmiş, yeni işbirlikçileri Dr. İ. hiçbir şey olmadığı hâlde her gün değişik gruplardan arkadaşlar için ayrı ayrı rapor veriyordu, biz bunu tespit etmiştik. Yemek karavanasını almaya çıkan arkadaşlar gidiş ve dönüşlerinde korkunç dayak yiyorlardı.
TİKKO davasından mahkemeye giden İbrahim Halil arkadaşımıza (Bu arkadaşımız boyu kısa ufak tefek biri olmasına rağmen) cop kullanmak istediler. Fakat o yiğit arkadaşımız tüm dayak ve işkencelere rağmen bırakmadı ve cop kullanamadılar. Bu bizim için çok büyük bir moral olmuştu, eğer o arkadaşımıza copu kullanabilselerdi, aynı şeyi hepimize uygularlardı ve ta ki direnen biri çıkana kadar devam ederlerdi. Arkadaş direnince vazgeçmek zorunda kaldılar. Baskı, marş söyletme, havalandırmalarda dayak ve işkencenin haddi hesabı yoktu. Esas duruşunuz bozuk diye sayım saatlerinde 32.koğuşta (106 kişiydik) komple beşe on kalaslardan geçiriyorlardı. Kurallara uysak uymasak, istedikleri saat istedikleri an bir bahane bulup, dayak atmaya devam ediyorlardı.
Ağustos sonunu bu şartlarda bitirdik. Eylül 1983’ün başıydı. PKK davasının Suruç grubunun mahkemesi vardı. Bu gruptan hemen hemen her koğuşundan arkadaşlar mahkemeye çıkarlardı. Akşam dönüşünde, bu arkadaşlardan Ömer Dirik diye bir arkadaş beni çağırdı: “İsa arkadaş bugün mahkemede Metin diye bir arkadaşımız mahkemeden izin alarak bir konuşma yaptı. Dedi ki: biz 35. koğuşta cezaevindeki baskı ve işkenceleri protesto etmek için 40 kişi ölüm orucuna başladık, mahkemeye çıkan tüm arkadaşlar kendi koğuşlarında bunu herkese anlatsın, bende namuslu, dürüst gördüğüm arkadaşlara tek tek anlatacağım. Senin de haberin olsun cezaevindeki tüm siyasi gruplar bu eyleme katılmışlardır. Herkesin haberi olsun.”dedi. Yanımızda çok sevdiğim canım, ciğerim, kardeşim Mehmet Kansu vardı. Kendisi ile ayrı oturduk. Sefer Akgündüz, Veysi Laçin, Ramazan Göre, Necati Aras, Ali Rıza Köse, Bayram Kılıçkap arkadaşları yanımıza çağırdık, bir durum değerlendirmesi yaptık.
Çok sevindik. Bu eylemi destekleyeceğimizi ve sağlam arkadaşlara anlatmayı kararlaştırdık. Hüseyin Barış, Vedat Aydın, Kutbettin Yıldız, İsmet Karak (Bu arkadaşı ölüm orucu sonrası mide zehirlenmesinden kaybettik saygı ile anıyorum) ve daha ismini hatırlayamadığım, birçok dürüst arkadaşla görüştük. Herkes eyleme katılacağını ve eylemi destekleyeceğini söyledi. Tabi bu görüşmeler çok gizli yapılıyordu. Çünkü idarenin işbirlikçileri her an idareye rapor verebilirlerdi. O moral ile o gece uyuduk. Sabah saat 5.45te kalk komutuyla uyandık, yatak yaparken, tuvalette tıraş olurken, herkes bir tarafta bu direnişi konuşuyor ve nerden başlayacağına, ne zaman başlaması gerektiğine ilişkin fikirlerini söylüyorlardı.
Artık ok yaydan çıkmıştı. Açıktan her gruptan bir arkadaş çağırılarak ortak eylem toplantısı yapmaya karar verdik. Toplantı sonucunda 8 arkadaşımız gönüllü olarak ölüm orucuna gireceklerini söylediler ve ortak bir metin yazmaya karar verdik. Çünkü o vahşette grup anlayışı yoktu. Tek çizgi vardı. Çizginin bir tarafına idare ve koğuşlardaki ispiyoncuları, idarenin deyimi ile yardımcılar veya faydalılar diğer tarafta bu işkencelere son vermek isteyen tüm cezaevi tutukluları vardı. Ölüm orucuna giren arkadaşlarımız değişik siyasi gruplardan arkadaşlardı ve bu çok zor bir eylemin başlangıcıydı. Bu arkadaşlarımız, yataklarına oturup o gün hiçbir marş söylemediler. Gardiyanların hiçbir isteğini yerine getirmediler. Bizler de, idarenin koyduğu kuralları yavaşlatmaya başladık, idarenin seçmiş olduğu koğuş sorumluları kurallara uymamızı istediler. Koğuşun büyük çoğunluğu onların dediği kurallara uymuyordu. O gün çok zor bir akşam oldu.
Akşam sayımında 50’den fazla asker gardiyan ve cezaevi iç güvenlik amiri kır saçlı Yüzbaşı Abdullah sayıma gelmişlerdi. Sayımı her zamankinden daha yavaş ve sakin bir şekilde verdik. Ölüm orucuna giren arkadaşlarımız sayıma kalkmadılar, hepsi yataklarında uzanmışlardı. Yüzbaşı; “Bunlar ne niye kalkmadılar sorumlu?”diye sordu. Ölüm orucuna giren arkadaşlar bir ağızdan bağırarak “Bizler cezaevindeki baskı ve işkenceleri protesto etmek için ve baskıların sona erdirilmesi için ölüm orucuna başlamış bulunmaktayız” diyerek, yazdıkları ölüm orucu dilekçesini yüzbaşına uzattılar. Yüzbaşı dilekçeyi aldı ve okudu. Okuduktan sonra arkadaşları ve koğuşu tehdit edip hiç kimseye dayak atmadan çekip gittiler. Bu davranışları bizi çok sevindirmişti. Bir gün sonra ölüm orucuna giren arkadaşlarımızı gelip koğuştan alıp, başka bir yere götürdüler. Bu durum karşısında yeniden toplandık ve bir durum değerlendirmesi yaptık. 2. grup arkadaşlarımız da ölüm orucuna başladılar ve biz kendi koğuş sorumlumuz olarak Hüseyin Barış arkadaşı seçtik.
Gardiyanlar kapıya gelince idarenin daha önce seçmiş olduğu Hatip Çelik ve Hüseyin Barış arkadaş beraber görüşüyorlardı ve 5 Eylül 1983 sabahı sabah sayımı yapıldı. Kapı kapandıktan sonra gardiyan mazgaldan marş söylememizi, eğitime başlamamızı istedi. Eski koğuş sorumlusu Hatip Çelik toparlanmamızı ve eğitime başlamamızı söyledi. Bizler hep beraber bugün marş söylemeyeceğimizi istirahat edeceğimizi tartışırken; karşımızda bulunan 27. koğuştan çok gür bir ses geliyordu. Tartışmayı kestik pür dikkat gelen sese kulak verdik. Ses çok gür ve çok netti. Şöyle diyordu. “Devrimciler. Demokratlar, yurtseverler, insanım diyenler bugün namus günüdür, bugün şeref günüdür, bugün yeniden insanca yaşama günüdür. Kahrolsun işkence!”
Bu konuşma bizi öyle bir etkilemişti ki, üç yıldır içimizde biriktirdiğimiz kinimizi, nefretimizi, içimizde bastırmış olduğumuz çığlıkları hep bir ağızdan haykırarak; “Kahrolsun işkence!” sloganına bizler de eşlik ettik. Öyle bir slogan sesi yükseldi ki bir anda tüm cezaevi koğuşlarını sardı.
Bu arada diğer koğuştaki arkadaşlar ile konuşuyorduk. Hangi koğuşta kaç kişi ölüm orucuna girmiş onların sayısını öğreniyorduk. Kadınlar koğuşu, çocuk koğuşu, hatta itirafçıların koğuşundan bile eyleme katılanlar olmuştu. Koğuş kapılarının önünde hiçbir gardiyan kalmamıştı. İdare tüm gardiyanlarını geri çekmişti. Tüm koğuşlar ölüm orucuna giren arkadaşlara destek vermek için açlık grevine girme kararı alındı. Eğlence ve kutlama tüm cezaevinde devam ediyordu. İdare ne yapacağını şaşırmıştı. O şaşkınlık içerisinde PKK davasından tutuklu olan Rıza Altun, Mustafa Karasu ve Mehmetcan Yücel üç arkadaşı yanına alarak cezaevindeki tüm koğuşları gezdiriyorlardı, haber bize de geldi. Bu üç arkadaş koğuşlara cezaevi idaresi ile birlikte giriyorlar, tüm tutuklulara taşkınlık yapmamaları ve gardiyanlara hakaret etmemeleri için ricada bulunuyorlardı, iç güvenlik amiri Yüzbaşı Abdullah sanki bir melek olmuştu, çok kibar ve saygılı konuşuyordu.
Bizlere “Arkadaşlarım, tamam haklısınız yalnız sakin olun camları pencereleri kırmayın. Askerlerime kızmayın. Onlar suçsuzdur, emir kuludur” diye sesleniyordu. Bizler de hep bir ağızdan şöyle dedik: “Vurmak, kırmak, küfür etmek, kızmak size mahsustur bizler insanız suçumuz ne olursa olsun insanız, cezamızı yatıyoruz, bundan sonra isteklerimiz şunlardır:
1.Askeri eğitime son verilsin.
2.Dayak ve işkencelere son verilsin.
3.Mahkemelere, avukata görüşmeye çıkan insanlara işkence yapılmasın.
4.Ziyaret süreleri uzatılsın, ziyaretçilerimiz ile rahat konuşalım.
5.Mahkemeye çıkan arkadaşlara savunma için kâğıt, kalem verilsin.
6.Bizleri doyuracak düzeyde yemek verilsin.
7.Kantinden istediklerimiz zamanında alınsın.
8.Gazete ve kitap verilsin.
9.Her tutukluya bir yatak verilsin.
10.Haftada bir gün sıcak su ile banyo yaptırılsın.
11.Koğuş sorumlusunu koğuştaki tutuklular seçsin.
12.Cezaevinin sorunları için koğuş sorumluları ve idare 15 günde bir toplantı yapsın.
13.Ziyaretçi kabinlerinde gardiyan bulunmasın herkes ailesinin anladığı dille konuşsun.
14.Tutuklu için idarenin sınır olarak koyduğu 2 bin lira 10 bin liraya çıkarılsın.
15.Revir 24 saat açık olsun, hasta olan arkadaşlarımıza anında müdahale edilsin.
16.Hasta ve Tüberküloz olan arkadaşların ilaçlarına kısıtlama yapılmasın.
17.Havalandırma süreleri uzatılsın.
18.Ayrı koğuşlarda olan baba, oğul, ağabey, kardeş ve akrabalar birbirleri ile görüştürülsün.
19.Tutuklular zorla itirafa zorlanmasın.
20.Avukatlarımız ile görüşmelerimizin süresi uzatılsın vb. insani isteklerdi.”
İdare ile birlikte gelen Rıza Altun, Mustafa Karasu, Mehmetcan Yüce bizlere hitaben genel olarak şunları söylüyorlardı:
“Arkadaşlar provokasyona gelmeyin, kurallara uymayın, ölüm orucundaki arkadaşlara destek verin, gerekirse üçüncü grup da ölüm orucuna başlasın.”
İdare şaşırmıştı. Ne yapacağını bilemiyordu. Karşısında esas duruşta durduğumuz her küfür ve hakaretine emredersin komutanım dediğimiz gardiyanlar, şimdi başları önünde ürkek ve korkak olmuşlardı. Gardiyanlar, yüzbaşı ve arkadaşlar koğuştan gittiler. Bizler yıllar sonra dayaksız, korkusuz yataklarımıza oturmuş, hem eylemi değerlendiriyorduk, hem de yeniden hayaller kurmaya çalışıyorduk. Yüreklerimiz heyecan dolu, umutlarımız çok diriydi ve biz yeniden dirilmiştik. Tıpkı Anka kuşu gibi külümüzden yaratmıştık yeni umutlarımızı ve bir kez daha öğrendik ki bedelsiz hiçbir şey olmaz, olamaz, direniş zafere, teslimiyet ihanete götürür.
Bana sorsalar, dünya da en mutlu olduğun gün hangisidir? Ben tüm içtenliğimle 5 Eylül 1983 günü derim. Hem de gururla. Ölmezsem bu eylemi bir gün torunlarıma anlatmak isterim. Çünkü 5 Eylül direnişi yalnız benim değil tüm Kürtlerin bunu bayram günü ilan etmesi gerekir. Biz o gün üç yıldır elimizden alınan onurumuzu, gururumuzu, umutlarımızı, düşüncelerimizi, kişiliğimizi yeniden geri aldık.
İnsanlar ölüme gülerek koşuyorlardı. Her gün ayrı ayrı koğuşlardan ölüm orucuna katılan insan sayısı biraz daha artıyordu. İdare boş durmuyordu. Eylemi kırmak için her öğün üç dört çeşit yemek getiriyorlardı. O güne kadar hiç gelmeyen dolma, güveç, türlü yani ne kadar mahalli yemek varsa askeri karavanada veriliyordu, fakat biz açlık grevinde olduğumuz için yemekleri yemiyorduk, karavanaları olduğu gibi iade ediyorduk. İdare bundan bir netice alamayınca, iç güvenlik amiri Binbaşı hoparlörden bir konuşma yaptı. Konuşmanın özü şuydu: “Beni dinleyin tutuklular üç beş idamlık sizi kandırıyor, onlara uymayın.” Konuşmanın sonrasını duyamadık çünkü tüm koğuşlar tekrar slogan atarak Binbaşıyı susturdular. Bu konuşma da netice vermemişti. İdare yine boş durmuyordu. Bu defa tüm koğuşların yerini değiştirdiler.
İdare kapıların önüne dışarıdan getirdiği komandoları koyuyor, bizleri tek tek kapı dışına alarak eylemi bırakmamız için tehdit ediyordu. Kimse artık tehditlerden korkmuyordu. Herkes eyleme devam ediyordu, idarenin bu atağına karşı bizlerde boş durmadık. Üçüncü grup ölüm orucuna başladı. 800 insanın ölüm orucunda olduğu yönünde bilgiler geliyordu. Artık ölüm orucuna girenleri götürmüyorlardı çünkü götürdükleri hücre ve koğuşlarda yer kalmamıştı. İdarenin bu komplosu da geri tepmişti. Ve nihayet ölüm orucunun 28. gününde avukatlar ziyarete çıktı. İdare temsilci arkadaşları yanına çağırarak şartları kabul etti. Böylece ölüm orucu netice alınarak son buldu. Eylül ayını sevmem ama 5 Eylül 1983 gününü çok seviyorum.
5 Eylül direnişinde koğuş dağıtımında üç tane Irak’lı Arap ile 8 gün bir hücrede kaldık. Onlar da bizimle birlikte açlık grevine girmişlerdi. Bu üç yıl boyunca onlar da bizim gibi işkence görmüş, askeri marşlar onlara da zorla öğretilmişti. Bu eylemden dolayı onlar da çok mutluydular. Zorla da olsa Türkçeyi öğrenmişlerdi. İçlerinden biri hücreye dönerek şöyle dedi: “Arkadaşlar beni dinleyin ben gardiyanların dediği gibi g..tü b.klu bir Arap’ım bana 3 yıl değil 3 yüzyılda ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’yi söyletseler bile benim damarlarımda Arap kanı dolaşmaktadır. Asil Türk kanı bende olmaz, asillik bana lazım değil, ben Arap’ta değilim Türk de değilim. Ben insanım, Allah’ıma çok şükür ki ben insanım, sağ olun sakın eylemden vazgeçmeyin. Siz vazgeçseniz de ben vazgeçmem!..”
Hücre sakinleri olarak, insanım diyen bu Irak’lıyı dakikalarca alkışladık ve tek tek tebrik ettik. Bu tür uygulamalar sadece bu Irak’lıya yapılmamıştı. Gazeteci Alman Hans’a da, Çekoslovakya vatandaşına da aynı şeyler yapılmıştı. 5 Eylül direnişine kaçakçısından eroincisine, hacısına, hocasına ve tüm siyasi grupların ortak eylemidir. Keşke hayatın her alanında bu direnişten ders çıkarıp her konuda birlikte hareket edebilsek, tüm umutlarım birlik beraberlik ve kardeşlik içindir. İnsanca, özgürce ifade edebilmek çok güzel bir duygudur.
Ve 5 Eylül direnişi zafer ile sonuçlandı…
İSA TEKİN