Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Mart 2012 Cumartesi

Emeğin Sanatı'ndan 115. Merhaba



Merhaba,

Ülke gündemindeki sisli, gazlı, yumruklu, coplu hava durumları sürüyor. Newroz sisli gazlı, yumruklu geçti. Eğitim Emekçilerinin eylemleri ise sisin pusun arasından yoğun boyalı yağmura dönüştü… Öte yandan Suriye’ye yönelik ince savaş harekâtı alabildiğine sürüyor.

Devletin yetkilileri savaşa yeni bir malzeme daha sürüyor, sorunlu, hastalıklı, marazlı salgı bezlerini…  Suriye üzerinde emperyalizm basınıyla, politikacısıyla bin takla atıyor. Ülkemizde ve dünyada barış giderek temel sorun olarak ortaya çıkıyor. Bu bağlamda Çukurova’da sekiz noktada düzenlenen “Çukurovada Sanat Günleri”nin konusu da genelde barış, özelde Ortadoğu barışı olarak saptandı.

Bu konudaki görüşlerini düzenleyicilerden Çetin Yiğenoğlu şöyle ortaya koyuyor:
“Ülkemiz, Türkiyemiz bu değişikliklerin odak noktasında, küresel emperyalizmin baskı ve tehdidi altına inim inim inliyordu... Ekonomiden siyasete, kültürden sanata tam anlamıyla kuşatılmıştı… Bu gelişmelerden sanat ve edebiyat da payını almış; kitap/sanat eseri reklamın promosyonu derekesine düşürülmüştü…
Bölgemiz kan gölüne dönmüştü yine, yeni ve büyük tehlikelerle karşı karşıya gelmiş, tehditler altında kalmıştı...

Bu koşullarda, en azından "karanlıkta bir mum yakmak" gibi olacağını düşünerek biraz da naif bir  yaklaşımla düzenlemeye çalıştığımız etkinliklere ilişkin çalışmaları yürütürken bir yandan da dünyada böyle çok savaş gören bir başka toprak, kara parçası, ülke, bölge var mı acaba, diye sormadan edemedik...

Gerçekten de, dünyada bu topraklar denli barışa gereksinen kaç bölge var acaba?
İşte, bir tek bu gerçeklik bile bize, yaşamın baştan sona bir eylemlilik olduğunu, sanatın da eylemlilik boyutunun çok şeyi devindireceğini düşündürmeye yetti...”

Görüyoruz ki, dün olduğu gibi bugün de “Dünyamızda hiçbir sorun barışı savunma sorunu kadar yaşamsal değildir.”  Tarih boyunca özgürlüğü yaşamanın ve gelişmenin baş koşulu olan barış bugünlerde yok sayılmanın, itibarsızlaştırmanın hedefi oluyor. Kitleler barışa yabancılaştırılmak isteniyor.

63 yıl önce 1949 Nisanında çağın alnı açık aydınları, sanatçıları bir araya gelerek Nisan 1949 Paris Barış Manifestosunu imzalıyorlar. Kolayca tahmin edebileceğiniz gibi bu manifestoda Ehrenburgların, Curielerin, Nerudaların, Picassoların imzaları var. 72 ülkenin en değerli bilim adamları, yazarları, sanatçıları ve aydınları bir araya gelerek yeni savaşlara geçit verilmemesi yönünde başlattıkları mücadele bugün de sürüyor. Aradan geçen 63 yıla karşı Barış hâlâ temel sorun olarak karşımızda duruyor.

Bugün de şairlerin, yazarların, sanatçıların, aydınların omuz omuza vermesi, dayanışma içersinde olması en önemli gerekliliklerden biridir. Barışı savunmak, insanlık kültüründe maddî ve manevî tüm yanlarını savunmaktır aslında. Bu açıdan sanatçının görevi daha da billurlaşıyor. Kendi çukurlarında debelenmek yerine halklara dayatılan bu kara perçini sökmek oluyor sanatçının sorumluluğu…

64. Ölüm yıldönümünde andığımız Sabahattin Ali’nin sesine kulak verelim: “Bütün bir beşeriyeti ve kainatı içine alacağı yerde kendi cılız ve âmâ benliğine saplanan bir edebiyatın, bence, psikopatoloji etütlerine mevzu olmaktan başka bir meziyeti yoktur.”

Sözün özü, hayat için, barış için sanat; bir araştırma, yoklama, yeniden yapma sürecidir. Kendi dışkısında debelenip durmak, görgü gösterişi yapmak değildir… Sanat; dalavere, dolap, yaldız karıştırmaya değil, tehdit edicide, kıyıcıda, ezicide, yaygın mutsuzlukta, belirsizlikte gedikler açmaya dayanmalıdır.

Bu nedenle kafamızı, yüreğimizi, yaratım gücümüzü barış mücadelesinin güçlendirilmesine yöneltmeliyiz. Ama edilgin değil etkin bir barış mücadelesi için!


Ali Ziya Çamur


BU SAYININ SAVSÖZÜ

Şiir Çağının Yankısıdır.

Şiir, çağının seslerinin yankısını taşır: Kahkahalar, çığlıklar, ıslıklar… Aşk şarkılarına marşlar karışır, ağıtlara çocuk sesleri. Çok sesli bir korodur şiir, bir orkestra.

Şairler hükümdarlara övgüler yazsalar da bu sesleri şiirin orkestrasına ekleyemezler. Bir yıl geçmeden yıpranır gider o övgülerin kumaşı.

Eskimeyen, yaşamaya övgüdür, adalete, aşka.

Bir de diktatörlere yazılmış alaylar eskimez, bin yıllarca.

Şairler söz ustasıdır. Anadildir ustalığın nedeni. Vay şairlere ana dilini yasaklayana. Vay insanlara şiiri yasaklayanlara! Her dilde aşağılanmalı insanın düş gördüğü dilde yazmasını, şarkı söylemesini engelleyenler. Onlar için sövgüler bile armağan sayılmalı. Adları silinmeli tarihten.

Şiir, çağının seslerinin yankısıdır. Şair bu sesleri işler olan gücüyle. Aşk şarkıları, yaşama övgüleri duyulsun ister şiirinde. Hıçkırıklar aşktan kopsun, bir ağlayış olacaksa çocuğun ilk ağlayışı olsun.

Ve kadınlar, sesleri yüzyıllardır savaşları lanetlemekten yorgun, ağıtlardan kısık, şiirler söylerler güzel günler için, rüzgâra karışır. Onlara şiir yazılmaz, yazılanlar aşka övgüdür belki.

Şiir, çağının seslerinin yankısıdır. Sokaklardan kopup gelen seslerin uğultusudur. Zafer şiirlerinde ölen askerlerin analarının ağıtı duyulur. Aç çocuk ağlayışları ve dul kadınların çığlıkları. Bu yüzden ürperir bu şiirleri okuyanlar.

Çağının seslerinin yankısı duyulur şiirde.  Şiirinde güzel seslerin yer almasını isteyen şairin işi zordur. Çünkü açlığı, savaşları durdurmak için uğraşmak zorundadır. O şairlerin seslerini duyarız, çocuk seslerine kulak verdiğimizde. SENNUR SEZER (Şairin kaleme aldığı bu yılın Dünya Şiir Günü Bildirisi)


YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ

DÜNYA ŞİİR ÖDÜLÜ SENNUR SEZER’İN!

1959’da Taşkızak Tersanesi’nde işçiliğe adım atan şair bir kadın Sennur Sezer. 1982 yılına kadar çeşitli yayınevlerinde ve ansiklopedilerde düzelticilik, metin yazarlığı yapan şairin şiirlerinde sınıf kardeşleri hep vardır; işçiler, işçi kadınlar... ‘Ekmek Kavgası’ ‘Grev Bildirisi’ ‘Motorize Köleler’ ‘Dokumacının Ölümü’ gibi öyküleri tıpkı şiirlerindeki gibi yine kendi sınıfından olanları anlatır.

Sennur Sezer ilk ödülünü 1980’de  kadınlara yönelik yazıları ve şiirleri için ‘Kadınların Sesi Dergisi’nin 8 Mart Ödülüyle alır. Sonra peş peşe  1987’de Halil Kocagöz Şiir Ödülü, 1990’da Sıtkı Dost Çocuk Edebiyatı Ödülü, 1998 Pir Sultan Abdal Dernekleri Edebiyat Ödülü derken Sezer’e bir ödül de önceki akşam PEN Türkiye Merkezi’nden geldi. Sennur Sezer, ilk kez 1999 yılında UNESCO tarafından ilan edilen ve dünya çapında kutlanan Dünya Şiir Günü’nde,  2012 Dünya Şiir Ödülü’nün sahibi oldu.

Fransız Kültür Merkezi’nde düzenlenen ödül töreninde PEN Türkiye Merkezi Başkanı Tarık Günersel PEN Şiir Ödülü’nü usta şair Sennur Sezer’e sunarken, “Sennur Sezer hem özgün bir şiir kurmuş hem de dünyadaki haksızlıklara, sömürüye karşı çok yönlü mücadeleden yana olmuş bir aydınımızdır. Geleceğe yönelik kurucu yaklaşımı onun çocuk edebiyatı alanında eserler vermesinde de görülür. İnsan haklarının birer parçası olarak kadın hakları, emek hakları ve dil hakları özellikle üzerinde durduğu değerler arasında olmuştur” diye konuştu.

“Yazarların örgütlü yaşamasına verdiği önem, gerek Türkiye Yazarlar Sendikası’na gerekse 12 Eylül darbesinde kapanan PEN Türkiye Merkezi’nin 1988’de hayata dönmesine büyük emekler veren Sennur Sezer’e şükranlarımızı sunuyoruz”denildi.

Törene katılan PEN Uluslararası Yönetim Kurulu Üyesi ve Fransa PEN Başkanı Sylvestre Clancier yaptığı konuşmasında ifade özgürlüğü için bunca emek vermiş yazar ve şairlerle bir arada olmanın çok güzel olduğunu söyledi. ‘Kardeşliğin ve barışın sahibidir şairler’ diyen yazar, uzun zaman Fransa’da PEN’in başkanlığını yaptı. Şairlerin insani olanı, barışı ve kardeşliği istediklerini belirten Clancier “Hâlâ özgür olma şansına sahibiz. Cezaevindekilerin sesleri olmalıyız, onları özgürlüklerine kavuşturabilmeliyiz” diye konuştu.(EVRENSEL)


2012 ERDAL ÖZ EDEBİYAT ÖDÜLÜ MURATHAN MUNGAN’IN!

Edebiyat dünyasının en saygın ödüllerinden olan Erdal Öz Edebiyat Ödülü'nün bu yılki kazananı, Öz'ün "Onunla çalışmamak yaşamımdaki nadir pişmanlıklardan biridir," dediği Murathan Mungan oldu.

Can Yayınları Genel Müdürü Can Öz, 2012 Erdal Öz Edebiyat Ödülü'nün basın toplantısına günümüzde edebiyatın nasıl yalnız kaldığından söz ederek başladı ve Enis Batur, Semih Gümüş, Feride Çiçekoğlu, Turgay Fişekçi, Kaya Genç ve Can Yayınları adına Zeynep Çağlıyor'dan oluşan seçici kurul 2012 Erdal Öz Edebiyat Ödülü'ne Murathan Mungan'ı değer gördü (EDEBİYATHABER.NET)


16. ALTIN PORTAKAL ŞİİR ÖDÜLÜ MAHMUT TEMİZYÜREK’İN…


Antalya Büyükşehir Belediyesi ve Antalya Kültür Sanat Vakfı (AKSAV) tarafından verilen 16. Altın Portakal Şiir Ödülü Mahmut Temizyürek’e değer görüldü.

Doğan Hızlan, Cevat Çapan, Ahmet İnam, Mustafa Durak ve Ahmet Telli'den oluşan 16. Altın Portakal Şiir Ödülü jürisi, 2011 yılında Kırmızıkedi yayınları arasında çıkan 'Yalangezen' adlı eserinden yola çıkarak bu yılın ödülünün Mahmut Temizyürek’e verilmesini kararlaştırdı.

Konuyla ilgili yapılan açıklamada Doğan Hızlan başkanlığındaki jürinin gerekçeli kararında, şu ifadelere yer verildi: " Temizyürek’in ödüle değer görülen kitabı 'Yalangezen', şiirimizde kuşaklar ya da eğilimler olarak adlandırılan poetik yönelimlerin birbirinden kopuk değil, birbirlerini besleyen kaynaklar olduğu anlayışından hareketle, geçmişten günümüze tüm poetikaların sentezini gerçekleştiriyor."

Mahmut Temizyürek'e ödülü Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı ve AKSAV Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Mustafa Akaydın tarafından 17 Mart Cumartesi günü saat 11.00'de Antalya Kültür Merkezi'nde düzenlenecek sempozyum programı içinde sunulacak.

Öte yandan Altın Portakal Şiir Ödülü etkinlikleri Akdeniz Üniversitesi Olbia B Salonu’nda gerçekleşen panellerle başladı. Altın Portakal Şiir Ödülü 2012 yılı etkinlikleri arasında üç şiir sergisinin de açılışı yapıldı. Sergilerin açılış kurdelesi Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı ve AKSAV Başkanı Prof. Dr. Mustafa Akaydın, Altın Portakal Şiir Ödülü Jüri Başkanı Doğan Hızlan, jüri üyeleri Cevat Çapan, Ahmet İnam, Mustafa Durak ve Ahmet Telli tarafından kesildi. Sergide Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Orhan Veli, Cemal Süreya, Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi isimlerin de aralarında bulunduğu ünlü şairlerin el yazılarıyla kaleme aldıkları şiirlerden oluşan 'El Yazması Şiirler' (Fahri Özdemir arşivi), Altın Portakal ödüllü şairlerin şiirlerinden oluşan '15 Altın Şair' (AKSAV arşivi) adlı şiirler ve geçen yılın ödüllü şairi Ahmet Telli'nin şiirlerinin betimlendiği 'Nida Resimleri' (Habip Aydoğdu) adlı resimler yer alıyor.

Altın Portakal Şiir Ödülü programı içerisinde yer alan etkinlikler, 16 Mart Cuma günü Antalya Kent Konseyi’nde saat 12.30'da başlayacak 'Kent Kültürü ve Şiir', Antalya Sanatçılar Derneği'nde (ANSAN) saat 15.30'da başlayacak 'Şiirin Kaynaklarına Dönmek' ve 17.30'da başlayacak 'Şiir Yayıncılığı' adlı paneller ve 17 Mart Cumartesi günü Akm Perge Salonu’nda saat 11.00'de başlayacak olan, 'Altın Şair' Ahmet Telli'nin şiirinin konuşulacağı sempozyumla devam edecek.

ORHAN KEMAL ÖYKÜ YARIŞMASI BAŞVURULARI SÜRÜYOR...

Orhan Kemal Öykü Yarışması'nın beşincisi için başvuru tarihi başladı. Başvuru tarihi 30 Mayıs 2012'de sona eriyor.

Çukurova Edebiyatçılar Derneği tarafından düzenlenen Beşinci Orhan Kemal Öykü Yarışması 2012 yılı başvuruları başladı. Yarışmaya katılmak isteyenlerin 30 Mayıs 2012 tarihine kadar başvuru yapması gerekiyor.

Adana'nın Ceyhan ilçesinde doğan Orhan Kemal anısına düzenlenen yarışma her yıl edebiyat dünyasına öykü dalında yeni yapıtlar kazandırmayı amaçlıyor. Seçici kurul Aysun Kara Sezer, Alper Akçam, Bahattin Yıldız, Vecdi Çıracıoğlu,Zafer Doruk, Soydan Kızgın, Türker Ayyıldız'dan oluşuyor.

Yarışmaya katılacak öykülerin kitap halinde yayımlanmış olması gerekiyor. Sonuçlar 2012 Ağustos ayının son haftasında açıklanacak. Ödül töreni ise eylül ayında yapılacak.

Yarışma Koşulları: Yarışmaya katılan öykülerin sekiz dosya göndermeleri gerekiyor. Dosyalar, 12 punto, iki aralıklı yazılmış olacak, en az 50, en fazla 65 sayfadan oluşacak. Öykülerin yazılı olduğu dosyanın sağ üst köşesine büyük harflerle rumuz yazılacak, gerçek ad ve soyadı belirtilmeyecek. Yarışmacıların rumuz yazılı kapalı bir zarfa kısa özgeçmişlerini ve bir adet vesikalık fotoğraflarını eklemeleri gerekiyor.

Başvuru adresi: Çukurova Edebiyatçılar Derneği (ÇED)  Kayalıbağ Mah. Turhan Cemal Beriker Bulvarı., Kalağoğlu İşhanı Kat:7/68/ Seyhan/Adana  Tel: 0536.854 12 79  e-mail:halisetekbas@hotmail.com (EDEBİYATHABER.NET)


MERSİN'DE SIRA DIŞI BİR SERGİ:ŞİİR, RESİM, HEYKEL VE FOTOĞRAF BULUŞTU…

Mersin’de sıra dışı bir sergi düzenlendi. Biri şair, biri heykeltıraş, biri fotoğrafçı Üç sanatçı: Hasan Canel, Adil Okay ve Ali Osman Abalı'nın ortak açtığı sergi Akdeniz Kent Konseyi’nin desteğiyle sanatseverlerle buluştu.

Sergi’nin ana teması insan.  Daha spesifik adıyla Kadın ve Çocuk. Zira günümüz dünyasında en çok konuşulan konular içerisinde Kadın ve Çocuk çok yer tutuyor. Savaşlardan söz edince savaşın mağduru çocuk ve kadınlardan söz ediyoruz. Şiddet değince elbette ilk akla gelen kadına şiddettir. Ve çocuğa şiddet. Henüz Pozantı skandalının travmasını üzerimizden atamamışken, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde, kadınların yürüyüş yapmak istemesi, ifade özgürlükleri engellenmişken karşımıza çıktı bu sergi.

Bu kez üç erkek, ‘kadın ve çocuk’ sorununa estetiğin penceresinden, insanca hatta ‘kadınca ve çocukça’ bakıyorlar. Pazarı, çok satar, çok okunur olmayı hiç kaile almıyorlar. “Önce insan” diyorlar. Cristopher Caudwel’in bu konuda söylediklerini bizzat yaşıyor-yaşatıyorlar, “Sanat Pazar değerleri yerine kullanım değerlerini getirir. Sanat ucuz şeyleri değerli kılar; birkaç boya lekesini toplumsal hazine haline getirebilir. Bu yüzden pazar sanatçının en büyük düşmanıdır. Pazarın kör çabası güzelliği katleder.” Sanatçılarımız da ısrarla vurguluyorlar: “Biz Pazar kaygısı yaşamıyor önce insan, önce sanat diyoruz.”

Neden bu sergiyi bireysel açmadınız diye soruluyor: Yanıtları şu oluyor. “Ortak yanımız sanat. Üçümüz de ayrı yerlerde ama aynı konularda etkilenmiş ve kendi disiplinimiz içinde eser üretmişiz. Kadın ve çocuk teması heykelle de işlenir, fotoğrafla da, şiirle de. Peki şiir-heykel ve fotoğraf ilişkisi yok mudur? Elbette vardır. İlk insanlar duvarlara av sahnesi işlemişler. Adına heykel denmiş. Eski Roma döneminde Lir eşliğinde söylenen güzel sözlere de lirik şiir denmiş. Daha sonra lir ve şiir ayrılmış. Yakın çağda da Fotoğraf icat olmuş. Daha sonra fotoğraf sanatı doğmuş. Ama aynı konular işlenedurmuş. Her sanatçının ayrı bakış açısıyla, estetik düzeyiyle, biçimi ile sanat akımları evrimleşmiş bu güne gelmiştir. Sonra kapitalizm sanatı ve sanatçıyı kâr uğruna mal-meta haline getirmeye başlamıştır. Biz taşrada buna karşı duran üç Don Kişot’uz. Önce insan diyoruz. Mutlaka da hemşerimiz, hemcinsimiz, soydaşımız, yoldaşımız, renkdaşımız demiyoruz. İnsan diyoruz. Hem evrensel hem yerel değerlerimiz var….”

İkinci soru, “Peki kadınlar bu sizin işiniz değil” demez mi diye sorulduğunda, “Hayır, tersine desteğimize sevineceklerdir” diye düşündüklerini söylüyor ve ekliyorlar. “Bilim ve sanat cinsiyetsizdir.”

Üç sanatçının ortak açtığı sergi 14.03.2012 Çarşamba günü Akdeniz Kent Konsetin Hastane Cad. Eski Tedaş Binası girişi'nde sanatseverlerle buluştu. . Bir hafta açık kalacak olan sergideki 90 eser, 6 Mayıs 2012 tarihinde de Mersin 68’liler Barış ve Kardeşlik Ormanı’nda sanatseverlerin beğenisine sunulacak.


FAŞİZME VE FAŞİSTLERE İNAT,ÜMİT KAFTANCIOĞLU YAPITLARIYLA YAŞIYOR...

Faşizmin katlettiği değerlerimizden biridir Ümit Kaftancıoğlu. Destansı okuma savaşımının izlerini daha sonra yapıtlarına destansı üslubuyla yansıttı. Onun yüreğinde halk ve insan sevgisinden daha üstün bir sevgi yoktur. Yapıtları incelendiğinde, Anadolu’dan ve halkından kopmadığı görülür. Dili halkın dilidir, yaşamı halkın yaşamıdır. O’nun gözünde insansız bir ortamda yaşam yoktur, sönüktür: "Dünya'nın atmosferi, kabuğu, magması, ekvatoru insan bana göre. İnsan yığınları, toplum, topluluk... İnsansız, ıssız bir lokantada yemek yiyemedim, üç beş kişiyle sinema seyredemedim. Üst üste ağzına kadar dolu belediye otobüsü, korsan bir minibüs bana yaşamı vurgulamıştır."

Fakir Baykurt, Kaftancıoğlu' nu şöyle anlatmaktadır: "... Kaftancıoğlu'nun dikkati çeken başlıca özelliklerinden biri, dilindeki zenginliktir. Doğu Anadolu, bütün başka yoksunlukların tersine, bir kültür ve dil hazinesidir. Orada kat kat uygarlıklar, her uygarlığın zamanımıza kadar birikip gelen katılımları bir dil coşkunluğu, bugün doğu halkında renkli, sanatlı bir anlatımı adeta gelenek haline getirmiştir. Her türlü dil ve anlatım sanatını kendi kişiliğinde toplamış pek çok insan, her biri birer bilge gibi köylerin tozu toprağı içinde ömür sürmektedir. Ümit Kaftancıoğlu, bu kültürü çok iyi özümsemiş, kendine mal etmiş, üstelik gördüğü eğitim ve kendini yetiştirme çabasıyla aydınlanmış umut verici bir yazarımızdır."

Tehditler alıyordu faşist çevrelerden. Ölmeden önce çocuklarına seslendiği bant kaydında onlara şöyle sesleniyordu: "Ölüm hiç önemli değil / Yaşam var dağ gibi / Yaşam var, gökyüzü, deniz / O insana şaşarım / Binbir meyva yüklü / Ağacın altında yere düşen / Sararmış bir yaprağa üzülsün / Selam olsun hepinize / Herkese, yaşama, yaşam sevincine / Selam..." 11 Nisan 1980’de evinin önünde faşistlerce katledildi. Yapıtları ve yaşamı, Anadolu’nun bağrından çıkacak Yiğit ve aydınlık düşünceli nice insanlara maya olacaktır.

İNSANLIK HALLERİNİN İNCE ŞAİRİ:
ORHON MURAT ARIBURNU…

Çok yönlü bir sanat insanı olan Orhan Murat Arıburnu’nu 1 Nisan 1989’da 71 yaşında sonsuzluğa uğurlamıştık. O, komple sanatçı denilen türden bir insandı: şair, sinema ve tiyatro yönetmeni, oyuncu, senarist ve yapımcı…

Dilsel ya da kurumsal  tuhaflığı çarpıcı bir biçimde yansıttığı şiirleriyle ün kazanan Arıburnu’nun İlk şiiri 1936'da "Edebiyat Dergisi"nde yayınlandı. Ardından Gün, Varlık, Genç Nesil, Yeditepe, Küçük Dergi, Yenilik, Gelecek gibi dergilerde şiirleri çıktı. 1947'de Türkiye'de ilk kez şiir sergisi açtı. Gündelik dille yazdığı genellikle kısa şiirleri, şaşırtıcılığı, alay ve yergi öğelerine dayanır. Biçim denemeleriyle Garip Şiir'e, konularıyla toplumcu şiire yakındır. Toplumsal bozuklukları taşlayan şiirleri Gariple toplumcu şiirin bileşkesi görünümdedir.

Örgütçü yapısıyla öne çıkan Arıburnu, 1970 yılında üstlendiği Türk Sanatçılar Birliği genel başkanlığı ve Türkiye Edebiyatçılar Birliği genel sekreterliği görevlerini iki yıl yürüttükten sonra Türkiye Yazarlar Sendikası kurucu üyesi oldu. Ölümünden sonra adına sinema ve şiir konulu Orhon Murat Arıburnu Ödülleri düzenlendi.

1946'da Şadan Kamil'in "Gençlik Günahı" filmiyle sinemaya girdi. 1951'de kendisinin oynayıp yönettiği ilk filmi "Yüzbaşı Tahsin"de Kurtuluş Savaşı'nı konu aldı. 1952'de çektiği "Sürgün" filminde yine Kurtuluş Savaşı'nda düşmanla işbirliği yapıp sürgüne gönderilenlerin öyküsünü anlattı. 1953'te çektiği "Kanlı Para" filmiyle 1'inci Türk Film Festivali'nde yönetmen, senaryo yazarı ve oyuncu olarak ödül aldı. 1954'te büyük ticari başarı kazanan "Beklenen Şarkı" filmini Cahide Sonku ve Sami Ayanoğlu ile birlikte yönetti. 1959'daki "Tütün Zamanı" filminde Yılmaz Güney'e şans tanıyan yönetmenlerden biri oldu. Yaşamının son yıllarını Almanya Berlin’de geçirdi. 11 Nisan 1989’da Berlin’de yaşamını yitirdi.

Şiir kitapları: Kovan(1940), Bu Yürek Sizin(Almanya'da hazırladı, 1982) Buruk Dünya(şiirlerinden seçmeler, 1985) Oyun Kitabı: İnsan Gürültüye Gitmese (1972)

YETMEZ Mİ

Önce, 
Ozanlar ölsün
Sonra, hiç kimse.

Varsın Ozansız kalsın dünya

Barışı
İnsanlığı
Sevgiyi

Yarattılar ya!

ORHAN MURAT ARIBURNU


EMEĞİN VE KAVGANIN ŞAİRİMUAMMER HACIOĞLU’NU ANIYORUZ...

Unutulmak kıskacına terk edilen, çağdaş edebiyatımızda adı bile anılmayan, insandan ve emekten yana şiirler dokuyan Muammer Hacıoğlu; altmış sekizlerden on iki eylüle geçen süreç içinde ve sonrasında dokuz şiir kitabı yayınlamış, kitaplarında kurtuluşun sosyalizmde olduğu görmüş, göstermiş bir şairdi.

Muammer Hacıoğlu, şiirlerinde ağırlıklı olarak toplumsal sorunları, emekçileri, ülkemiz ve dünya halklarının yaşadığı trajedileri ve sosyalizm umudunu işledi hep. Edebiyatımızı inceleyen kitaplarda adı geçmeyen, şiiri moda gibi tüketenlerin haberleri bile olmayan protest bir şairdir O.

1980 öncesi ve sonrası iktidar karşıtı tavrından ötürü defalarca gözaltına alındı. Şiirlerinde burjuvaziyi kıyasıya eleştirdi ve bedelini ağır ödedi. “yüreğimin yangınından aklımın çengeliyle çıkardım” dediği basılmış basılmamış şiirlerini insanlığa miras bırakarak 4 Nisan 1992’de kanserden öldü. Yapıtları: Altın Mısralar(1969), Susun Ağlayacağım(1971), Beni Sokaklar Çağırıyor(1972), Öfke Kında Durmaz(1973), Şafaklar Kana Bulandı(1975), Kelepçe(1976), Uğultu(1976), Bir Yumruk Büyüyor(1977), Ateş Benzin Emiyor(1979), Mayın Tarlasında Büyüyen Çiçek (1991), PK. 690 Beyoğlu (Bütün Şiirleri–2006)

“Bir şairin ölümü, eşittir bir ordunun dağılmışlığına”diyen Muammer Hacıoğlu’nun şiirlerindeki sesi sokaklarda sloganlarımızda yankılanmaya devam ediyor:

“biz
özgürlüğü sınırlayan her duvarı
çelikten yumruklarımızla birer birer yıkarak
hıncımızı avuçlarımızda taşımalıyız
ve yaratmak için güzel günleri
gökte kartal
yerde karınca gibi yaşamalıyız“

SABAHATTİN ALİ, FAŞİZME İNATHÂLÂ ARAMIZDA YAPITLARIYLA...

Sabahattin Ali, Türk Edebiyatında, Nâzım’ın şiir alanındaki baş kaldırıcı sesini anlatıda sürdüren ilk yazarlarımızdandır.   Kırk bir yıllık yaşamına baktığımızda, 1928’lerde Atatürk’ü eleştiren bir şiir yazabilen, doğru bildiğini anlatmaktan yılmayan bir insandır. Bu tavrı nedeniyle çeşitli defalar devlet memurluğundan alındı... Sonra tekrar göreve başlatıldı. İnönü diktasının son dönemlerinde Hasan Ali Yücel’in görevden alınmasıyla birlikte, gene ona yol göründü. 1945’ten ölümüne dek, Aziz Nesin’le birlikte İnönü’nün döneminin baskıcı faşist politikalarına karşı daha sonra adı defalarca değişerek tekrar yayınlanacak olan Marko Paşa mizah gazetesini çıkardılar.

2. Dünya Savaşı sonrası tırmanışa geçen faşizm, sosyalist yazarlar, şairler, aydınlar üzerinde baskı fırtınası estiriyordu. Mahkemelerden, polis baskısından bunalmıştı: "Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?”  Bu dönemde yurt dışına kaçmak isteyen Sabahattin Ali, 2 Nisan 1948 günü kendisini kaçıracak olan kontrgerilla görevlisi Ali Ertekin tarafından katledildi.

Edebiyatımızda orta sınıfların, köylünün, yoksulların hayatlarını bize anlatan ilk yazar Sabahattin Ali değildi. Ama bunu büyük bir ustalıkla, devrimci ve gerçekçi bir görüşle yapan ilk hikâyecimiz, romancımız O’dur. Sabahattin Ali’nin Resimli Ay'da yayımlanan (30 Eylül 1930) ilk öyküsü "Bir Orman Hikâyesi”ni Nazım Hikmet, şu sözlerle okurlara sunmuştur: "Bu yazı bizde örneğine az tesadüf edilen cinsten bir eserdir. Köylü ruhiyatının bütün muhafazakâr ve ileri taraflarını, iptidaî sermaye terakümünü yapan sermayedarlığın inkişaf yolunda köylülüğü nasıl dağıttığını ve en nihayet, tabiatın deniz kadar muazzam bir unsuru olan ormanın muğlak, ihtiraslı hayatını, kımıldanışların zeki bir aydınlık içinde görüyoruz.”

Sabahattin Ali kişilik olarak da, olgun, bilinçli, sözünü esirgemez biriydi. Hatta dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu'nun da ağzının payını verdiği anlatılır: Başbakan Şükrü Saraçoğlu'nun yanına giden Sabahattin Ali, ütülü pantolonu ceketi ve paltosuyla makama girer.   Saraçoğlu, “Bir proleter böyle mi giyinir Sayın Ali?” deyince Sabahattin Ali, taşı gediğine oturtur: “Bizim davamız tüm proletaryayı böyle giyindirmektir.”

Sabahattin Ali öyküleri kör cehaleti, saf şiddeti, gerçek kötülüğü anlatır. Sabahattin Ali, konuştuğu herkesin, gittiği her yerin, gördüğü her şeyin hikâyesini öğrenip yazmak tutkusu tüm öykülerinde açıkça görülür. Zamanının ötesinde olacak olayları hikâyelemiş öngörülü bir yazardır. Sabahattin Ali, birey-toplum, yurttaş-devlet, kır-kent, işçi-patron, kadın-erkek karşıtlıklarına bakışı akılcılıktan öte bir tarih ve toplum bilincini öngörüyordu. Yazısına içkin olan bu bilinç, didaktik değil, anlatıda erimiş organik bir bilinçti. Romanın, öykünün doğuş nedeni olan "gerçeklik" kavramı ile organik bağını asla ihlal etmedi. Bireysel sanılanın toplumsal yüzünü, toplumsalın içinde bireyin iradesini yansıttı. Bu açıdan Sabahattin Ali'yi farklı kılan işte bu köy ve kasaba yaşantısını ilk kez toplumcu bir anlayış içinde yorumlamış olmasıdır, yani yerel rengin ötesine geçişidir.

Şiirlerinde gözlem vardır onun, tecrübe edilmiş yalnızlıklar, kırlangıç tüyüne sarınmış hayaller, özlemler, gerçeği şiirler içselleştirmiş, yani ki kahvesine süt tozu katılmış kaynar sular vardır onun şiirinde. Onun şiiri; dopdolu, canlıdır, gerçekle örülü bir balıkçı ağıtıdır. Türkçenin içindeki geleneksel çoban ateşini getirir. Türkçenin ocağından sözcüklerin korlu demirini çıkaran bir geleneksel halk demircisi gibidir, şiirlerin işliğinde Sabahattin Ali.

RÜZGÂR şiirinden…

Bir dürbünün ters tarafı gibi bu dünya
En büyük şey, en asil şey küçülür burda.
Burda yalan para eden biricik iştir,
Burda her şey bir yapmacık, bir gösteriştir.
Kimi coşar din uğruna geberir, yalan!
Kimi gider vatan için can verir, yalan!
Bir filozof yetmiş eser yazar, yalandır;
Bir kahraman istibdadı ezer, yalandır.
Şairlerin büyük aşkı fani bir kızdır,
Bu dünyada herkes sinsi, herkes cılızdır.
Ne hakiki aşktan burda bir çakan vardır,
Ne de onu görse dönüp bir bakan vardır,
Her büyüklük cüzzam gibi dökülür burda,
En muazzam ölüm bile küçülür burda.



MAYAKOVSKİ’NİN ŞİİRİ ,DEVRİMİN ÖRSÜNDE ÇEKİÇTİR HÂLÂ!..

       
Büyük ekim devrimini örse çekiç indirir gibi yazan şairi Mayakovski’yi 81. ölüm yıldönümünde saygıyla selamlıyoruz.

Mayakovski'nin yenilikçi şiirinde sözcük, dil, yapıt üzerinde çalışma deneyi Rus şiir dilinin gelişmesi için büyük önem taşır. Aynı zamanda onun şiir dili Rus edebiyatının zengin klasik mirasına, Rus dilinin kaynaklarına dayanıyor. Onun yenilikçiliği, şiirin gelişmesinde oynadığı rol ulusal ortamda sonraki şair kuşakları için kalıtının önemini belirliyor.

“Büyük kitlelerin iş, eğlence ve isyanının şarkısını söyleyeceğiz. Modern başkentlerde yükselen devrimin çok sesli ve çok renkli dalgalanmasının şarkısını söyleyeceğiz: madeni seslerin ve gemi tezgâhlarında gecelerin sıcağını ve şiddetle açgözlü duman içen yılanlarıyla alev alev parlayan rıhtımların, dumanlarının izlerinin kıvrılarak tehdit ettiği bulutlara asılı fabrikaların şarkısını söyleyeceğiz”diyerek dünyada sosyalist gerçekçi edebiyat akımının önemli isimlerinden birisi olan Mayakovski, ABD emperyalizmiyle kol kola girmiş gericilerin saflarında meclise giren yayınevi patronlarına onay veren platonik solcu edebiyatçıların aşık attığı bir ortamda dahi, Mayakovski ve temsil ettiği edebiyat akımı devrimci şiir uğraşımıza ışık tutmaktadır:

MARŞIMIZ Şiirinden

İsyanın ayak sesi, alanları döv!
Yukarı, gururlu başlar dizisi!
Biz, ikinci Nuh tufanıyla
Yeniden yıkayacağız dünyanın tüm kentlerini.

Günlerin öküzü hantal,
Yılların kağnısı ağır,
Tanrımız koşudur bizim
Yüreğimizse davul.

Altınımızdan daha yücesi var mı?
Kurşun vızıltısı mı bizi sindirir?
Çınlayan sesimizdir o altın;
Silahımızsa türkülerimizdir.

MAYAKOVSKİ




NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati
EMEĞİN SANATI E-YAYINEVİ: http://issuu.com/emeginsanati

YAVUZ AKÖZEL: Bir Anı


BİR ANI




Yabancı ülkelere gönderildiğimizde korkunç düşlerle dolu gecelerimizin artık biteceğini sanmıştık. En yakınlarımızdan koparken akıttığımız gözyaşlarının derinliğinde sevinçli duyguların gizi de kendini ele veriyordu.
   
Çocukken dinlediğim, geceleri yer yatağımda uyur gibi yapıp saatlerce kurguladığım o masallardaki iyilik perilerinin; aş, çalışma, dayak derdi olmayan mucizelerin evrenine gidiyordum artık. Yumduğum gözlerimin önünden, özlemle kurguladığım tüm istemlerim birer birer resmigeçit yapıyordu. Haince bir hayal kurmaktı bu. İçimde cılızlaşmış gerçekçi bir ses bunu bana fısıldamak istiyordu:
”Sakın gitme!.. Orası yabanel!.. Orada en ilkel çağlara özgü köleliğin uygarlaştırılmış izdüşümü var! Sakın gitme!  Küçücük yüreğin dayanamaz hasrete, ayrılığa!..”

Ama usumdan tüm vücuduma heyecanla saldırıya geçen perişan olmuş duyumlarım bu cılız sesi bir çırpıda susturdular:
Elbette ki prensesleri kandıran cadı karıları; prensleri, bir dudağı gökte bir dudağı yerde olan devlerin dipsiz kuyulardaki yeraltı dünyalarına atan hain kardeşlerde olacaktı. Masal böyle demiyor muydu? Ama sonunda hep prensesler, prensler muratlarına eriyor, biz kerevetine çıkmıyor muyduk?

Aradan yıllar geçti....

Masal, hain kardeşlerin itilmiş, hor görülmüş, başları okşanmamış ve aç bırakılmış kardeşleri devlerin inleri olan o dipsiz kuyuların ardındaki yeraltı dünyasına atmalarına kadar tıpa tıp doğru çıktı. Ama sonrası?

İzmir Yapıcıoğlu’nda  bir dondurucu aralık ayının sonuna doğru ve gece yarısından sonra, iki gözden ibaret gecekondumuzda doğduğumda görünmeyen hain eller alnıma yazgımı yapıştırmış. Bu hiç görmediğim, tanımadığım hain ellerin tüm gecekondularımızı teker teker dolaşıp,doğan bebelerin alnına benimkine benzer yazgılar yapıştırdığını çok sonraları ancak anlıyabildim.
  
Pencereden yağmuru, karşımda alabildiğine uzanan çam ormanlarına kurşuni puslarla inen uğultulu sessizliği dinliyorum. Ara-sıra aşağıda asfalt yoldan arabalar gelip geçiyor ve asfalt yolun biraz altında küçük bir dere o kurşuni pusun derinliğine doğru akıp sessizliği daha da katmerleştiriyor.

Evim soğuk, üşüyorum. Soğuk odanın bir köşesinde henüz iki yaşına girmemiş oğlum uyuyor. Üstünü üşümesin diye kat kat örtmüşüm, ara sıra gidip hayran hayran onu seyre dalıyor, kıvır kıvır başak renkli saçlarını okşuyor, pespembe yanaklarına elimi sürüyorum. Küçücük ellerini, küçücük ayaklarını usulcacık tutup sıkıyorum.

Şimdi bizden çok uzaklarda kalmış kocamın küçük bir resmi duvarda asılı, gülümsüyor. Ne kadar güzel ferahlatıcı, güvenç verici bir gülümseme. Sobası tütmeyen soğuk odanın içini ısıtıyor bu iki varlık: Oğlum ve kocam!

Elektrik ocağını odaya getirdim. Yemeği, çayı odada yapıyorum. Bir parçacık da olsa soğuğu kırıyor. Yarın sabah erkenden kalkıp işe gideceğim zaman da oğlumu komşulara, Sicilyalı Anastasya’lara bırakıyorum. Para karşılığı bakıyorlar. Hazırlamış olduğum yiyeceklerden veriyorlar, işden dönünceye kadar göz-kulak oluyorlar. Oğlum ve Anastasya’nın biri iki, diğeri de üç yaşında olan iki kız çocuğuyla birlik evin içerisinde pati pati koşturup oynuyorlar, uykuları geldiğinde de Anastasya üçünü de aynı yatağa yatırıp, İtalyanca ninniler, ezgiler söyleyip uyutuyor. Çok zaman oğlumu almaya gittiğimde onu mışıl mışıl uyur buluyorum. Çocukların uyanmasını beklerken de hem birer expresso içiyor hem de çok uzaklarda kalmış ve özlemiyle yanıp tutuştuğumuz memleketlerimizden anlatıyoruz. Masmavi sessiz bir deniz, pırıl pırıl gökyüzünde gülümseyen sımsıcak bir güneş gözlerimin önünde canlanıyor.

Anastasia biteviye anlatıyor kopup geldiği o zeytin, portakal, limon, mandalin, manolya ağaçlı memleketini. Sonra İtalyanca bir ezgi tutturuyor. Gerçekten hüzünlü, insanın içine işleyen bir sesi var Anastasia’nın, bu ezginin dilinden anlıyorum. İtalyanca bilmesem de anlıyorum ve çok çok uzaklarda kalmış ama bir tinitus gibi her an kafamın içerisinde yankılanan eski zamanlara dalıp gidiyorum..

Gecekondumuzun önündeki dut ağacının yaprakları sararıp dökülmeye durmuştu. Ege denizinden esen poyraz her geçen gün soluğunu daha da arttırıyor, soğuk geçecek bir kışın ürpertili uğultusunu, hoyratlığını gecekondularımıza biteviye savuruyordu.

Komşular, anneme: “Hatice hanım bu kızın yaşı geçiyor, okul burnumuzun dibi! İş yerinden iki-üç saat izin alıver de şu garipçiği okula yazdır“ dediler. Yapıcıoğlunda izbe bir evde oturuyorduk. Anam Karagözoğlu Tütün Mağazasında çalışıyordu, babamı ise seyrek görürdüm; o uzaklara tütün, bostan tarlalarına çalışmaya gider, bir türlü geri dönmek bilmezdi.

Defteri, kalemi, alfabeyi anam aldı, komşular da nerden buldularsa köy-mahalle ebelerinin, iğnecilerin kullandığı tipik eski bir çanta getirdiler. Yıkana yıkana ağarmış, dirsekleri yamalı bir de kara önlük ve beyaz yakacık uyduruverdiler üzerime, böylece okula başlamış oldum.

Diğer çocukların da benden kalır yanları yoktu, hatta bazıları benimki gibi  “eski de olsa” bir çantaya dahi sahip değillerdi. Analarının Amerikan bezinden iğreti diktiği  torbacıklar çanta görevini görüyordu. Ama çanta olmuş veya olmamış, ayağımızdaki pabuçtan tutun da üzerimizdeki giysilerin de bitpazarından alınma ‘müstamel‘(kullanılmış) şeyler olduğu hiç de sorun değildi. Okula gidiyor, dizi dizi sıralarda oturuyorduk ya! Bundan daha güzel ne olabilirdi ki yaşantımızda?

Okul sonrası, anam çalıştığı tütün mağazasından dönünceye kadar pencerenin önünde oturur, rengarenk menekşe, lale, sümbül, karanfil ve güllerin özenle işlendiği kanaviçe perdeyi aralar, hem alfabeyi hecelemeye çalışır hem de gözüm yolda anamı beklerdim.

Karanlık usulca çöker, dışardaki ayak sesleri, çocuk bağırışları giderek duyulmaz olurdu. İşte o an içimi bir korku ve yalnızlık kaplardı. Kanaviçe perdeyi daha da çok aralar, sokak lambasının ışığına sığınarak içimdeki korku ve hüznü defetmeye çalışırdım. Sessizce ağladığım olurdu. Bu korku ve hüzün karmaşasında açlığımı dahi duyumsamazdım. Anam hep aynı zaman diliminde, yani karanlığın iyice çöktüğü, inlerin-cinlerin cirit attığı bir saatte çıkagelirdi.

Beni sevecenlikle göğsüne bastıra bastıra seven anamın “kara kuzu”suydum! Gözlerinden akan gözyaşlarını gizlemeye çalışırken,  “Aferin benim kara kuzuma, aferin benim  paşalara, valilere layık bitanecik kızıma” diyerek tüm gün çektiklerimin ödülünü bana sunardı.

Oğlum, mışıl mışıl uykularda, kendime bir çay yaptım ve pencerenin kenarına oturdum. Buğulanan camın bir kenarını elimin tersiyle sildim. Gökyüzünde üç-beş yıldız göz kırpıyor ama karşı yamaçlarda alabildiğine uzanan çam, gürgen ormanlığı alabildiğine karanlık gecenin içerisinde yitmiş görünmüyor. Her taraf bir gömüt sessizliğinde ve ormanın derinliklerinden aralıklarla bir kuş çığlığı yankılanıyor.

 Pencerenin kenarında ne kadar oturdum ve saat kaç oldu? Bilmiyorum! Yaptığım tek şey, yarın fabrikaya götüreceğim azık çantamı hazırlamak oldu. Uyuyana dek hep gecenin içini gözledim. Orada biraz umut var mıydı? “Biraz sevinç?” “Biraz ışık?”  “Biraz mutluluk” Demeye dilim varmıyor! Bir şeylere kavuşurken bir şeyleri yitirmişiz ve en sevinçli anımızda dahi içimizde bir acı sürekli kıpırdayıp durmuş. Geçmişimi dinledim, şu anımı ve geleceğimi dinledim. Çocuğumun mışıl mışıl uykulardaki soluğunu dinledim. Tirenler, vapurlar, otobüsler, uçaklar yaşantımızdan bir şeyler alıp götürmüş acımasızca ve bir daha geri getirmemiş.

Saatin zili çaldığında saat 05.30’du. Oğlumu uyku sepetiyle birlik Anastasiya’ya götürdüm. Anastasia da beyini işe göndermek için çoktan kalkmış olurdu bu saatte. Kapılarını tıkırdattım..
—Buongiorno anastasia!.. (1) İşte  sevgili emanetin!
—Buongiorno Ayten!.. Vieni quicara,vieni a bere il espresso… (2)

Anastasia İtalyanca konuşurken eliyle de işaretler yapıyordu. Çünkü o dışarda çalışmadığı için Almanlarla kontağı yok denecek kadar azdı. Ama ben onun ne demek istediğini gayet iyi anlıyor, tıpkı onun yaptığı gibi el-kol hareketleri ile bazen Türkçe bazen de Almanca yanıtlar veriyordum:
—Ah güzel, tatlı Anastasia! Ah Bella Anastasia hiç zamanım yok! İşe geç kalıyorum… İş çıkışı tamam mı? Okey şimdilik ciao!(3)
—Ciao Ayten addio! Ci vediamo nel pomeriggio…(4)

Daha gün ağarmadan girdim fabrikaya. Gece vardiyası henüz preslerin başında çalışıyor, sürekli edelsthal tencere presleyip bantlara veriyorlar. Bantlar su gibi akıp gidiyor. Sabit yeri olmayan  biz yabancı bayanlar bir köşede bekleşiyoruz.

Birazdan ustabaşı gelip dağıtım yapar: “Sen şuraya, sen buraya!“ İnşallah yıkama havuzlarına vermezler! Tencereler ‘Pe’ denen bir ilaçla havuzlarda yıkanıyor ve beş dakika çalışıldığında inanınız sarhoş oluyor insan. İşin en kötü yanı yürüyen banttaki tencereler  “Pe” ile dolu havuzlara ulaşıp da yıkanmaya başladığında düşenler oluyor ve biz havuzun içine eğilerek düşen tencereleri çıkarmak zorundayız. İşin garip yanı böylesine zor  ve sağlık açısından rizikolu bir işi yaptırmak için kadınları seçmiş olmaları! Güya kadınların eli daha çabukmuş ve bunun gibi istenmiyen  pis işlerde erkeklerden randıman alamıyorlarmış! Eh, aldığımız ücret erkeklerin aldığı ücretten çok çok düşük olmasına karşın zor ve rizikolu işlerde bizleri öne atmaları oldukça ilginç ve haince değil mi ?

Bugün Mehtap, Suna, Adviye ve Kosovalı Medina havuzlara gönderildi. Söylene söylene yorgun adımlarla çekip gittiler.

Ustabaşı beni tencere saplarının takıldığı otomatik makinaya gönderdi. Eh, çok hızlı çalışmak gerekiyor ama yine de havuzlara gitmekten çok çok daha iyi!

Sırasını bekliyen diğer kadınlar: ”Hadi bugün şanslısın, kolay gelsin, pause’de(5) görüşürüz!“ diye beni uğurladılar.

“Size de kolay gelsin arkadaşlar, ama doğrusu sevinemedim, pause’de görüşürüz“ diye yanıtladım onları.

Fabrikanın tavanına bakıyorum oturduğum yerden. Dev projektörler çelik kolonların üzerlerinden gündüz gibi yapıyor ortalığı ve dev preslerden yayılan gümbürtü, otomatik makinaların tik-taklarını bir solukta yalayıp yutuyor. Kadınlı-erkekli yüzlerce işçi gıkları çıkmadan son sürat, akkordlarını(6) çıkarabilmek için didiniyor ve hızla yürüyen banda mal yetiştirmeye çalışıyorlar.

Bazıları, boyunlarına attıkları peşkir ile ara sıra terlerini siliyor hele tencerenin boden’ini(7) ekleyen işçilerin durumu daha da berbat. 1000 derecelik fırının önünde akkord çalışmanın ne demek olduğunu bir düşününüz!

Yarım saatlik ‘pause’ de  yabancı kadınlar genellikle birlikte oturur, birbirimize takılarak ve getirdiğimiz değişik yiyeceklerden birbirimize sunarak moral toplamaya çalışırız. Tümümüz dünyanın değişik yerlerinden kopup gelmiş ve geldiğimiz yerlerin acılarını da birlikte getirmiş anneleriz. Gülüşürken bile gözbebeklerimizin derinliklerinden kopup gelen bir hüzün seli iç dünyamızın gerçek gizini ele veriyor. Adeta şöyle konuşuyor bir ses:
 “Ah Shalke! Gülüyor, şakalaşıyorsun ama peki bu gözbebeklerin ne böyle? Neden hep hüzün acı ve yalnızlığı çağrımlaştırıyor? Ya sen? Ayten? Evet sen? Sanki seninki öyle değil mi? Hüzün, acı ve yalnızlık damıtıyor göz bebeklerin, bakışların hatta gülüşlerin!

Geçmişimiz! Elbette ki yoksulluğumuzun ve terk edilmişliğimizin yüklediği acı, hüzün ve yalnızlıkları bugünlerimize dek taşımış ve taşımaya da devam ediyor.

Okula başlamıştım… İşte o iğneci çantasıyla birlik, o dirsekleri yamalı karası iyice ağarmış okul önlüğümle birlik! Henüz okula başladığımın haftasında büyük oğlan çocukları gülüşerek çantamı kapmış, çaresiz ağlayışlarım arasında üzerine oturarak yokuş aşağı kaydıraç oynamışlardı. Çantam yırtılmış, tanınmayacak duruma gelmişti.

Çok geçmedi hastalandım. Ateşler içerisinde yanıyordum. Artık sonbahar bitiyor, kışın acımasız soğukları başlıyordu. Okula gidemedim. Haftalarca yattım. Anam işe giderken ve iş dönüşü sıcak tarhana pişirir, tuğla ısıtır, cezvede nane kaynatırdı. Yatağın içinde anamın yaptığı çaputtan bebeğimle oynamaya çalışır, akşamın olmasını dört gözle beklerdim.

Artık okula gitmiyordum. Gitmek de istemiyordum. Evde yalnız kalmak da iyi değildi, olmuyordu. Anam bir gün beni elimden tutarak çalıştığı tütün mağazasına götürdü. O günden sonra tütünü kalitesine göre ayıran yüzlerce işçinin arasında ayakçı olarak çalışmaya başladım. Anam,titrek elleriyle başımı okşarken: “Fakir-fukaranın okumak harcı değilmiş“ diyordu.

Anastasia ile kahve içtik. O Sicilya’yı ve Akdeniz’i,ben de İzmir ve Ege denizini dilimizin döndüğü kadarıyla anlatmaya çalıştık. Aynı yazgıları bölüşmüş insanlardık ve birbirimizi içtenlikle seviyorduk.

Oğlumu bağrıma basıp eve gittiğimde kuru bir ayaz vardı ve karanlık iyice çökmüştü. Oğlum gözlerimin içine bakıp gülümsüyor, duvardaki resmi küçücük parmağıyla gösterip “baba“ diyordu.


YAVUZ AKÖZEL
_________________________
DİPNOT:
(1) Buongiorno(İtal): Günaydın
(2) Vieni quicara,vieni a bere il espresso(İtal) :Gel sevgilim,gel de ekpresso içelim
(3) Ciao(İtal): Hoşçakal
(4) Ci vedi amo nel Pomeriggio(İtal): Güle güle Ayten ,öğleden sonra görüşürüz
(5) Pause (Alm): Fasıla, ara
(6) Akkord(Alm): Götürü
(7) Boden(Alm): Taban

BABÜR PINAR: Kızım Ve Özgürlüğümdür Şiir





KIZIM VE ÖZGÜRLÜĞÜMDÜR ŞİİR






Hepimizin gözleri önünde
hepimize gölgemiz kadar yakın
ve bir o kadar uzak duruyorken arzın
yıkan ve yaratan tözü
ben dağarcığımda taşıyorum sözü

Yürürken konuşurken
işte evde sokakta
suç işlerken mavi yolculukta
göçmen kuşlar mitinginde
hayata dair sözcükleri
seviştiriyorum imge zenginliğinde
Tinsel zincirle cümlesini
birbirine bağlıyorum can cana
Çılgın bir sevişme bitimi
bilincin rahmine düşüyor şiir
ve ben onun yaratanı şair
adını ve hayatımın güncesini
bağışlıyorum can kimyasına
Gözlerimi alıp tarıyor yeryüzünü
baş eğmeden ayakta
Dilsiz kuytular tutuyor elini
konuşma zamanı ırmakta
yansıtıyor hayata ben içre beni

Hastaları konuk ediyor geniş zamanlara
ölümün başucuna koyuyor yolculukları
Süt dağıtıyor solgun çocukları
emziren geniş ve esmer göğüslü kadınlara
Cehennem ateşine girip
mahşere koşan dört atın
kaybolmuş izini arıyor
Bahar sabahı erken
uzun nehirlerde ateşini yitirip
karlı dağlarda keyfini sürüyor hayatın
Toprağa düşen ferini esirgemeden
çatıların saçak altında kanıyor
yürek atışını ölçüyor tabiatın

Cam kıran çocuk yerine büküyor boynunu
tam ortasında bırakıp oyunu
unutulmuş dağlara çıkıyor
Saçları tarumar ağaçların
eşkıya uykusu rahat geçsin diye
köküne can suyu taşıyor

Savaşa gidip yaralarını sarıyor
ölüme yakın yaşlı askerlerin
barış türküsüyle karılıp
tüfeğini kırıyor siperlerin
Zamansız kıyılardan sıyrılıp
uzak denizlere yelken açıyor

Issız adalara bırakıyor paha biçilmez soluğunu
Yalansız bir insanın gözlerindeki
görmezden gelinen saf sevişmenin
mutluluğun kaynağı olduğunu
hatırlatıyor 'hoşça kal' sız gidenlere barış vakti

hiç adı geçmezken birden
kışkırtıcı gülüşüyle pembe
su damlacıkları fırlatıyor
pencere camına kırgın
Ellerini tutup çocukların
uçarcasına giriyor oyun bahçesine
atlıkarıncaların sırtında gidilen
masal ülkesine çiçekler atıyor

Çocuk kalbiyle gülümseyerek
ağaçlara tırmanıyor düş eşliğinde
Adı hayat mührü zaman
dini aşk tariki isyan yazıyor kimliğinde
İmge kumaşından gömlek
en sevdiği giysidir
kızım ve özgürlüğümdür şiir



BABÜR PINAR

YAŞAR DOĞAN:Kuruş Teberikliği— AHMET TAHSİN:Kadının Parmak İzi



KURUŞ TEBERİKLİĞİ



Uyanmak her sabah
Kokuşmuş bir dünyada
Ve alkışlamak sürü-sürü devrimci eylemleri
Kanatlı neo-ütopyaları
Ruh ısıtır darda düştüğünde

Toplumsal soygunlara lanet
Ay sonu ne yapsak iki yakamız birbirinden uzak
Bu utangaç gemi batmak üzere
Çamur yığını Ne yaparsan yap ayakta kal
Sokağa atarak cemiyetleriyle cumhuriyeti

Can yakıcı kırbaçların ateşinde
Arkaik demokrasiler
Ataşe verdiler ormanlarımızı
Av peşinde koşarken
Beş kuruşsuz

Bu matematiğe ne olacak

Hatta silah firmalarına
Avlanacak bir şey kalmadıysa
Solumanın zorlaştığı
Bu korkunç tespitte
Kimin kalbi gökten daha geniş

Sembolik tutuklular
Bütün evreni mi kurtaracak
Bizi uyutmaya dururken Tevrat ve Zebur
Bin bir yıl daha…



Teberik Nedir?
Kutsal sayılan her hangi bir yerden getirilen bir toprak parçası da olabilir bu.Tevrat’ta ki o kutsal yiyeceklerden arta kalan şey de olabilir. Önemli olan onunKutsal olusu. Katolikler ona PASTIL der ve onu ayinlere katılanlara verir TABERNACLE adı verilen bir nevi minyatür camiden çıkarılarak.
O bu gün Kiliselerde Zazaların kuruttuğu kâh tan daha ince olmasına rağmen ondan farklı değildir.Ama Zazalarda o daha çok kah yerine yani hilal aya benzeyeceğine Çakmak taşına benzer ve o da ARTIK umut kesilmiş hastalara suya karıştırılıp içirilerek yapılır.

YAŞAR DOĞAN



KADININ PARMAK İZİ GÖBEK DELİĞİMİZDİR





Kadındır; sülbünden düşeli,
Göbek deliğimizden tanırız
Parmak izi bedenimizdeki.
Yüz bin yıldır burnumuzda,
Yağmurda toprak kokusu,
Oyunda, oynaşta,
Evde, işte bayrağımız
Dünya döndükçe rahmin içinde.
Anamız ana,
Bacımız bacı,
Yârimiz yâr,
İlk çağda ne ise, bu gün de o’lar.

Her modernde biraz daha çağ,
Her duyguda biraz daha gerçekçi,
Her gerçekte biraz daha duygusal,
Sırayla;
Köle, yardımcı, romantik kız,
Saygın eş,
Bağımsız kadın.
Sonra, tekrar sırasıyla;
Köle, yardımcı, şımarık kız, soylu hanım,
Bağımsız kadın.
Evrenin değirmeni döndükçe.

Yani;
Bir suda akmak,
Birlikte akmak,
Ayrı, ayrı akmak,
Çiçek açmak, sonra solmak.
Tekrar çiçek açmak.

Aşkça bir akıştır, ırmakla beraber;
Büyür bitki gibi toprağında
Çiçek açar, salınır beğenilerin bağında
Kurur sevgisizlikten,
Evrenin değirmeni döndükçe.

AHMET  TAHSİN

MERAL VURGUN:Kimliğim Sevdamdır


KİMLİĞİM SEVDAMDIR



alev alev kor yürek Kerem yanar
savrulur külleri semaya
saçlarından Aslı tutuşur
dağları deledursun Ferhat
kurumuş dudakları susuz
Şirin karalar bağlar / yaslı
ağır postallar altında toprak çatlar
anadilde sevda yasak
vatan uğruna Mem u Zin düşer
can sevdası, aşk yarası, devraldım mirası
beni yüreğimden tanı

haraç mezat olmuş namus
ihanet diz boyu yükselir
iki bacak arası feryadü figan
terazisi yok bunun, nazarı aşikar
pazarlığa sunulmuş sevdalar
beni onurumdan tanı

Sivas ellerinde sazım susar
bamteli tutuşur, türküler alev alev
ben anayım... ak sütüm Koray
Akarsu'yum, Suları'm çağlamaz
Hasret'ime kimler dayanır
beni küllerimden tanı

çarklılar geçer iç içe
bire beş, on veririz
alın teri şarap, emek talan
zincirlerimizden gayri yok sermayemiz
sıkılır yumruklar, iner şarteller
omuz omuza halaya durulur
ak alın, nasır nasır
beni ellerimden tanı

yiğitlik bize mahsustur
Spartaküs'ten bu yana başkaldırı
karanlık tarihlerden esip geçtik
yanar meşalemiz yarınlara ışık
ufkumuz allara beleli
umut altın çağa vurgun
beni ideallerimden tanı

meydanlar değil tekin
kalabalıklar suskun ve durgun
fırtına öncesi dinginliktir bu
çığlıklar boğuk dipsiz kuyularda
bakışalar keskin
beni gözlerimden tanı

gözler bağlı, eller kelepçeli arkadan
narin bilekte çiçek açar zincir izleri
kara duvarlara kanla kazınır özgürlük
bir tutam kakül, gece karası peçem
kafa derisinden diri diri yüzülür
beni direnişimden tanı

avcılar iz sürer
doruklarda asi gelincikler
yolunur kardelenler
basarlar düğmeye kara eller
meydanlara serilir bedenler
bir damla kanım akmaz
yaralarımdan saçılır çiğdemler
görkemli ve mağrur
beni cesedimden tanı

kurulu sehpalar, ip ucunda karanfiller
düşlerimizden asarlar bizi
sorgusuz-yargısız infazlar
faili meçhule çıkar adımız
binlerce kayıp mezar
kahpece gelir ölüm
kefensiz törensiz gömülürüz
beni toprağımdan tanı

demdir bu, devran döner
divan kurulur, bir bir sorulur
gün bizim olur, söz bizim
türkülerimiz arşa yükselir
beni sesimden tanı...



MERAL VURGUN

MEHMET RAYMAN: Gün dönümü— ŞERİF TEMURTAŞ: Direncim Olur musun?


GÜN DÖNÜMÜ



şirin bir kuş
kanatlarını açar göklere
biri denize değer biri nehire
gölgemi tutuyorum içimde

bir öğün yer
güneş batana kadar çalışır
basmaz kendi izine
ağaç budağına göre
yorumluyor günü

gelincikler çok sever
yarı karanlık kırmızılığı
göz yaşı alaca karlı
kaymış gecesi gündüze

gün döndüğüne göre
güneşi sorumlu tutuyor
dalgalı saçarıyla balıkçının karısı
geliyor gözlerimin önüne

ağın içinde gelen küre
yumuşak sümüksü bir şey
hiç kabuk bağlamamış
bugüne değin
çıkarıp atsam yere
itler koklar geçer belki de.

MEHMET RAYMAN


DİRENCİM OLUR MUSUN?



bir cıgara çekimi geldin yanıma
aldın götürdün beni benden
gittin uzaklara

seni düşündüğüm
uzun kış gecelerinde
sabahım olur musun
sigaram da kedrim olur musun
üşüdükce ısıtır
paylaşır mısın yalnızlığımı

mutluluğun anlında
ter olsan
özgürce akarmısın yüreğime

ateş olsam gözlerinde yansam
rüzgar olsam saçlarında savrulsam
kanadım olur musun
mapuslara düşsem
direncim olur musun
öfkem olur musun

bu aşk nasıl başladı
tarih kaçtı mevsimlerden hangisiydi
sorsam bilirmisin
aşkların dirençlerin umutların
savrulduğu o eylül müydü
sus sus hatırlatma o günleri
güpegündüz öldürülen kardeşlerimi



ŞERİF TEMURTAŞ