Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Mayıs 2013 Salı

EMEĞİN SANATI'NDAN 140. MERHABA




Merhaba,


Kan ve acı iç içe bugünlerde yaşantımızda... Halkını düşünmeyenlerin, kendi kişisel çıkarları ve düşleri için halkı kıyısına getirip bıraktıkları uçurumdur burası.

Burada artık söz tükenmiştir.  Ne söylense eksik, ne söylense yetersiz kalacaktır.

Hayatın ince cılgalarına kan dolmuştur artık. Her ne kadar perde üstüne perde örtülmeye çalışılsa da bu durum kralların çıplaklığının  üstünü örtemeyecektir.

Ne kadar haber yapmak yasaklansa da, insanların gözlerine, sözlerine, duygularına, düşüncelerine kilit vurmak kabil midir?

Reyhanlı’dan tüm ülkeye ve dünyaya yayılan kan ve gözyaşı; insanlığımızı, vicdan, adalet, erdem duygularını en yüksek düzeyde sarsmaktadır. Makamlarının sarsılmasından korkanlar, bu sarsıntılara kulaklarını ve vicdanlarını kapatmakta hünerlidirler.

Sanat dünyasında ise;  kişisel çıkarların uç noktasında, HESçi, kentsel dönüşümcü vb.  holdingleri  aklamak, sanat üzerinden onların reklamlarını yapmak çabası ön plana çıkmaktadır. Gözleri gerçek anlamda sanatı değil, sadece parayı görebilmektedir.

Bu duruma, “sanatçının özgür tavrıdır” deyip geçemeyiz. Gerçek sanatçının özgürlüğü, sadece sanat yasalarıyla sınırlıdır, para yasalarıyla değil. Zenaatçı bile olamayacak bu sanat simsarları artık ellerini sanattan çekmelidirler. Burada görev, sanatsal yaratılarını bu simsarlardan, holding ceolarından uzak tutacak olan gerçek sanatçılara düşmektedir.

Burada Baudelaire’e kulak vermek gerekiyor: “Burjuvadan bin kere daha tehlikeli bir şey vardır, o da burjuva sanatçısıdır.”

EMEĞİN SANATI


BU SAYININ SAVSÖZÜ


"...Sevgili dostlarım bu işler bu kadar ucuz olmamalı. Yazar yayınevine para vermez, ondan para alır –mümkünse tabii-. Telif denilen mevzudan kimsenin haberi yok mu yahu! Son kertede yayınevi kitabı yazara değil, okura satar.

Kraliçe onaylı Yüksek Hafiye sertifikasıyla memlekete döndüğümde, kılıcını çeken “dâhilerin” (sanırım hangi yayınevini kastettiğimi anlayanlar olmuştur) niş pazara penetrasyonunun çok sürmediğini gördüm. (Resmen Ali Babacan gibi konuşuyorum, az değilmişim ben!)

Hemen tarifelerini açıkladılar: 100 sayfalık kitaptan şu kadar bastırırsan bilmem kaç kayme, 200 için şunu ödüyorsun gibi… İşte yazar/şair patlaması başlangıcı da o günlere denk gelir. Bunların saygın bir yayınevi olmak gibi derdi yok, matbaadan bir farkları da yok aslında. Yazardan parayı alıp kitabı bassınlar yeter. Yazar da yüzlerce kitabı ya eşine dostuna dağıtır ya da Hasan Ali Toptaş’ın zamanında yaptığı gibi çekyatın içine istifler. Sanıyorum Cemil Kavukçu da aynı yollardan geçti. Kim bilir neler çekerek bugünlere geldiler. Buradan üstadlara selam olsun.

Şimdi gelelim asıl tilki ya da çakal (hayvanları da böyle yaratıklar için neden alet ederiz ki be kardeşim!) kategorisine giren yayınevlerine.  Bunlar diğerleri gibi tarife falan açıklamaz, saygın yayınevi gibi görünür, pusuda beklerler. Onlara dosyalarıyla başvuran, umutlarını sömürdükleri yazar adaylarından “katkı payı” adı altında para isterler.

Benim en önemli müşterim olan HEKİC (Has Edebiyatı Koruma ve İnkişaf Ettirme Cemiyeti) “Bunları bir bir ifşa et Abdi,” dedi. Hangi birini ifşa edeyim o kadar çoklar ki! Gerçi tümünü de edebiyat dünyası bilir, onların “saygınlıklarının” sınırı da budur zaten. Sonunda müşterimle, yazar olmak isteyen arkadaşları onlara karşı uyarmam konusunda anlaştık: Herkesin Hasan Ali Toptaş ya da Cemil Kavukçu olamayacağını ve bu sıkıntılı süreci onlar gibi atlatamayacağını aklımızdan çıkarmayalım dostlarım. Yazar, biraz da beklemesini bilendir.” EDEBİ HAFİYE ABDİ VAROL(edebiyathaber.net /11 Mayıs 2013)


YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ


SAİT FAİK HİKÂYE ARMAĞANI SİNE ERGÜN’ÜN...

Her yıl Sait Faik’in ölüm yıl dönümünde verilen ve bu yıl 59. kez sunulan Sait Faik Hikaye Armağanı’nı, Bazen Hayat isimli kitabıyla Sine Ergün kazandı.

Doğan Hızlan başkanlığında toplanan Jale Parla, Metin Celal, Hilmi Yavuz, Nursel Duruel, Beşir Özmen ve Murat Gülsoy’dan oluşan seçici kurul, Ergün’ün ödülü kazanma gerekçesini şu sözlerle açıkladı: “Yalın bir dille güncel kent yaşamından kesitleri anlatırken insanlık durumlarının tekinsizliğini resmetmekteki ustalığı nedeniyle, Sine Ergün’ün kitabına oy birliğiyle verildi.”

1982 doğumlu Ergün, aynı zamanda şu ana kadar ödüle layık görülen en genç yazar olma ünvanını kazandı. Yazarın “Burası Tekin Değil” ve “Bazen Hayat” adında iki kısa öykü kitabı bulunuyor. (DEMOKRAT HABER)


13. İSTANBUL BİENALİ KÜRATÖRÜNÜN TALİMATIYLA
 SANATÇILARA SALDIRILDI!

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen ve daha önce de çeşitli protestolarla karşılaşan 13. İstanbul Bienali'nin tanıtım etkinlikleri çerçevesinde Taksim Marmara Otel’de yapılan panelde kentsel dönüşümü protesto eden sanatçılar otel güvenliği ve polisin saldırısına uğradı.

Kentsel dönüşüm yağmacıları arasında bulunan Eczacıbaşı ve Koç gibi holdinglerin, bienali “Kamusal Simya” konseptiyle düzenlemelerine karşı çıkan Kamusal Direniş Platformu üyesi altı sanatçı, kentsel dönüşüme uğrayan semtlerin isimlerinin yazılı olduğu tişörtler giyerek panel sırasında konuşmacıların bulunduğu alanda yere yattılar. Daha sonra üzerlerine sponsorların isimlerinin bulunduğu battaniyeler örten göstericilerin sessiz eylemi otel güvenliğiyle son buldu.

Eylemcilere yapılan müdahalenin ardından 13. İstanbul Bienali’nin küratörü Fulya Erdemci, otel güvenliğinden eylemcilerin karga tulumba salondan çıkartılmalarını ve ardından eylemi ve saldırıyı kameraya çeken sanatçı Niyazi Selçuk’tan çektiği görüntüleri istedi. Görüntüleri vermeyi reddeden Selçuk’u tehdit eden küratör Fulya Erdemci, bu defa otel güvenliğine talimat verince görevliler Selçuk’a saldırdı. Olayın ardından Selçuk ve Erdemci karşılıklı olarak birbirleri hakkında şikâyetçi oldu.

Eylemi gerçekleştiren Kamusal Direniş Platformu’nun internet sitesinde kentsel dönüşüm yatırımcıları Eczacıbaşı ve Koç’un Bienal sponsoru olmaları şu şekilde değerlendiriliyor:

 “Bir Eczacıbaşı kuruluşu olan İKSV tarafından düzenlenen ve Koç Holding’in sponsor olduğu 13. İstanbul Bienali’nin “Kamusal Simya” konseptiyle düzenlenmesi son derece ironiktir. Son sürat devam eden kentsel dönüşüm yağmasının da yatırımcılarından olan bu iki grubun düzenlediği ve yeni direniş alanları açma iddiasını taşıyan 13. İstanbul Bienali’nin kamusal alanları işgal edip iktidar ve sermayenin saldırılarını meşrulaştırmaktan başka bir işlevi olmadığı gün gibi ortada. Bu anlamda Bienal gibi sermaye destekli sanat etkinlikleri de sistemin kendi sözünü üretmek adına kullandığı araçlardan biri haline dönüşüyor.”  (soL)


GAZİANTEP’TE EZÎDÎLERİ KONU ALAN FOTOĞRAF SERGİSİ

Fotoğraf Sanatçısı Refik Tekin'in "Tavus'un Kayıp İncileri" adlı kişisel fotoğraf sergisi, Gaziantep Kırkayak Sanat Merkezi’nde 4-19 Mayıs 2013 tarihleri arasında sergileniyor.

Fotoğrafçı Refik Tekin’in "Tavus'un Kayıp İncileri" adlı sergisi, Kırkayak Sanat Merkezi Sergi Salonu'nda 4 Mayıs Cumartesi saat 15.00 da sanatçının katılımıyla, fotoğraf tutkunlarıyla buluşacak. Fotoğraflarında Ezîdî inancını işleyen Tekin’in sergisi Ortadoğu’nun kadim inançı olan Ezîdî’leri konu alıyor. Ortadoğu kökenli bir inanç olan Ezîdîliğe inananlar ağırlıklı olarak Irak'ın Musul kentinde yaşamaktadırlar. Suriye, Türkiye, İran, Gürcistan ve Ermenistan'da da cemaatleri bulunan Ezîdîler'in bugünkü toplam sayısının 1,000,000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Ayrıca başta Almanya ve İsveç olmak üzere Avrupa ülkelerinde de birçok göçmen Ezîdî yaşamaktadır.

1970’li yıllara kadar özellikle Urfa-Viranşehir'de yoğun olarak yaşayan ve sayıları 80.000'i bulan Türkiye Ezîdîleri, 1000’in altına düşmüştür. Türkiye Ezîdîlerinin büyük bir kısmı bugün Almanya'da yaşamaktadır. Laleş vadisi Ezîdîler tarafından dünyanın merkezi olarak kabul edilir ve hac ibadetlerini burada gerçekleştirirler. Aynı zamanda dünyanın her yerinde bulunan Ezîdîler yıllık olarak haç, yeni yıl (Çarşemba Sor) ve bayram kutlamalarnı burada gerçekleştirirler. Ezîdlerin yaşamlarını, inançlarını ve ritüelerini konu alan sergi 19 Mayıs 2013’e kadar Kırkayak Sanat Merkezi Sergi Salonu'nda açık kalacak“.

Kırkayak Sanat Merkezi, Kırkayak Kültür Sanat ve Doğa Derneği adı altında, iki yılı aşkın süredir Gaziantep’te kültür-sanat alanında faaliyet gösteriyor. Merkez film festivali, film gala - gösterimleri, söyleşiler, fotoğraf sergileri ve atölye çalışmaları gibi  kültür sanat etkinliklerini gerçekleştiriyor. Dernek, aynı zamanda, Ortadoğu Kültürel ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi adıyla, Gaziantep'te Ortadoğu konulu kültürel ve toplumsal çalışmalar yapmayı hedefleyen bir merkezi de bünyesinde barındırıyor.


ÇAĞDAŞ ÖYKÜCÜLÜĞE AÇILAN PENCEREMİZ:
MEMDUH ŞEVKET ESENDAL

Türk Edebiyatının  önemli yazarlarından Esendal,  29 Mart 1883’te Çorlu’da doğdu. 16 Mayıs 1952’de Ankara’da yaşamını yitirdi..

Çocukluğu savaş yıllarına rastladığı için ve maddi sıkıntılar nedeniyle düzenli bir eğitim göremedi. Kendi kendisini yetiştirdi, Arapça, Farsça, Fransızca öğrendi. Babasının ölümünden sonra çalışarak ailesine baktı. 1900′de gümrük memuru oldu. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girdi. Parti müfettişi olarak Anadolu’yu dolaştı. Anadolu ve Rumeli halkını yakından tanıma şansı buldu.

Çeşitli milletvekilliklerinden sonra 1941′de CHP Genel Sekreterliği’ne getirildi. 1945′ten sonra bu görevi de bırakıp sadece edebiyatla ilgilendi. İlk öyküleri Meslek gazetesinde yayınlandı. “Miras” adlı romanı da bu gazetede tefrika edildi. Siyasetçi ve edebiyatçı kimliklerini ayrı tutmak için yazılarında “M.Ş.E, Mustafa Memduh, Mustafa Yalınkat, M. Oğulcuk, İstemenoğlu” gibi takma isimler kullandı. “Ayaşlı ve Kiracıları” adlı romanıyla 1942 CHP roman yarışmasında dereceye girdi. 1946-1952 arasında Sanat ve Edebiyat, Seçilmiş Hikayeler, Ulus, Ülkü, Hisar, Pazar Postası, Türk Dili gibi gazete ve dergilerde yayınlanan öyküleriyle ünlendi.

Öykü ve romanlarında ele aldığı konular, kişiler çeşitlilik gösterir. Sıradan insanların gündelik yaşamları üzerinde durdu. Ev içi yaşam, aile ilişkileri, kahve mahalle ortamı ile köylülük gibi temaları işledi. Katı sınıf ilişkileriyle belirlenmemiş bir toplum özlemini dile getirdi. Olayları ve kişileri önyargısız, sevecen ve gerçekçi bir yaklaşımla ele aldı. Uzun boylu çözümlemelere girmekten kaçındı. Dilde yalınlığı, duruluğu benimsedi, konuşma dilini esas alan bir yazı dilinin öncülüğünü üstlendi.

Esendal'ın edebiyatımıza getirdiği en önemli yenilik, ele aldığı konuları büyük bir sadelikle işlemesidir. Bu konular, yine sıradan insanların yaşamları etrafında gezinir. Öykücülüğe başladığı ilk yıllarda, dilde sadeleşmenin öncüsü olan Ömer Seyfettin'in izinden giden Esendal, ustalık dönemine eriştiğinde, hem Ömer Seyfettin'den, hem de kendi çağdaşlarından daha sade ve düzgün bir dille yazmıştır. Uslübunda Çehov'un etkileri açıkça görülür. Hatta, bazı öyküleri, Çehov'dan yapılmış uyarlamalardır. Ancak bu etki, yazım tarzı, dildeki sadelik, kişilerin seçilişi ile sınırlı kalır. Esendal, Çehov'un karamsar bakışını tekrarlamaz. Kendi deyişiyle; insanlara yaşamak için ümit, kuvvet ve neşe veren yazılardan hoşlanır, insanları yoğunmuş mutfak paçavrasına çeviren ve yeise düşüren yazılardan hoşlanmaz.

Esendal’ın asıl başarısı bir tek parti iktidarı yöneticisi olmakla birlikte, eşyaya, olaylara bakışta tek bir gözlük kullanmamasıdır. Toplumsal değişim ve dönüşümlerde yaşanan çalkantılara, bürokratik otoriteye, gerektiğinde muhalif gözüyle de bakabilmiştir. Bürokrasi, Avrupa, Batı yaklaşımları bunun en iyi göstergesidir. Aslında, mesleki temsil ve toprak konusundaki görüşleriyle muhalif bir yanı da vardır.

ESERLERİ:  Roman: Ayaşlı ve Kiracıları (1934-1957) , Vassaf Bey (1983, ölümünden sonra); Öykü: Hikayeler 1. Kitap (1946, Otlakçı adıyla 1958), Hikayeler 2. Kitap (1946 Mendil Altında adıyla 1958), Temiz Sevgiler (iki cilt, ölümünden sonra 1983), Veysel Çavuş (1984, ölümünden sonra), Bir Küçük Çiçek (1984, ölümünden sonra), İhtiyar Çilingir (1984, ölümünden sonra)...  Bütün eserleri 9 cilt olarak 1983-1984′te yayınlandı


MAHZUNİ ŞERİF,  TÜRKÜLENE TÜRKÜLENE
AKMAYA DEVAM EDİYOR…

Pir Sultan’dan Karacaoğlan’a, Nesimi’den Dadaloğlu’na zalime başkaldıran halk şiiri geleneğimizin son büyük ustalarından 17 Mayıs 2002’de yitirdiğimiz Âşık Mahzuni Şerif’i 8. ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz.

Mahzuni, yaşamı boyunca, tüm baskıcılara ve baskılara karşı haklıların sembolü olarak, “Bizim suçumuz şerefimizdir” demesini bildi.

Mahzuni, sazını eline aldığı günden bu yana, her türlü sömürüye karşı mücadelenin içinde birleştirici söz öğelerini kullandı. Âşıklık görevini yerine getirirken, halkın gözü, kulağı olma bilincini öne çıkardı hep.

Mahzuni, bazen durgun bir su, bazen coşkulu akan ırmak, mazlum, mahzun ama yürekli bir Anadolu çocuğu olarak sazının tellerine vurdu mızrabını.

Mahzuni, geri kalmış toplumların yoksul insanlarının yüz yıllardır oluşturduğu hayat felsefesinin içindeki, insanı yokluğa, uyuşukluğa götüren inanç motiflerini teker teker çıkararak, yerine toplumcu hayatın öğelerini koydu, sınıf çelişkilerini işledi:

"Bu koltuğa biraz daha yaslanın
Yeyin, için biraz daha paslanın
Yeryüzünü size veren aslanın
Ne bir mezarı, ne de taşı var"

  
ŞİİRİMİZİN ÖZGÜN SESİ EDİP CANSEVER
ŞİİRLERİYLE HAYATIMIZA  SOLUK KATIYOR HÂLÂ…

Her türlü kümelemenin dışında, biçimde 2. Yeni’yi teğet geçen, içerikte hayat-toplum-birey üçgeninde uzun soluklu şiirleriyle bakışımızı zenginleştiren Edip Cansever’i 28 Mayıs 1986’da 58 yaşında yitirdik.

Edip Cansever hece ölçüsünden sürekli uzak durduğu için, kuşaktaşları gibi şiire heceyle başlayıp sonra serbest şiire geçiş bunalımı yaşamamıştır. İlk şiirlerinde birinci yeniden izler görülse de sonraları imgesiz şiir yazılamayacağını düşünerek bu akıma kendisini kaptırmaz. Cansever şiirinde ayrıntı gücü hemen göze çarpar. Kimi zaman neredeyse nesre yaklaşan şiirleri insanı kendi varoluşuyla yüzleştirir.

Cansever, şiir anlayışını şu sözleriyle somutlar: "Bireyi toplum içinde somut olarak görünür duruma getirmek, giderek daha da derinlerine inerek, onun içsel dramını kurcalamak çabasındayım" Edip Cansever' in gerçek şiir serüveninin ilk ürünü olan "Dirlik Düzenlik", yer yer "Garip" şiirinin etkisini taşısa da daha sonra "İkinci Yeni" akımının şairleri arasında anılmasına neden olacak kimi özelliklerin de ilk ipuçlarını verir. Bir yandan da, alaycı bir söylem ve üstten bir bakışla zengin-yoksul ikilemini "Garip" şiiri yedeğinde işlerken, öte yandan sonraki yıllarda Cansever şiirinin vazgeçilmez öğeleri arasında yer alacak bireysel temalara yönelir. Söz konusu kitapta, şiirini toplumun sorunlarına açmak çabasında olan Cansever, ilk kitabındaki yüzeysellikten arınarak öze ve anlatıma ağırlık veren bir üslup edinme çabası içinde olmuştur.  Hemen bir yıl sonra 1966' da yayımlanan "Çağrılmayan Yakup", anlatımcı (öykülemeci) şiirlerin ağır bastığı bir kitaptır. Şiirini, bir yandan yükselen toplumsal muhalefetin konu ve sorunlarına açan Cansever' in, imgeden görece uzaklaşarak şiirini "anlatım"a yaslaması, dönemin sosyal ve siyasal hareketliliği düşünüldüğünde kaçınılmazdır. Ama şiirinin asli ve değişmez eksenin yer verdiği "ben" ya da "birey" olgusu, Cansever şiirini özgün biçimde bir yerde tutar. Cansever, başkaldırının içerisinde yer alan, başkaldırı sonrasında gerçekleşecek dönüşümleri tutkuyla özleyen ve başkaldırı ruhundan beslenen bir bireyin şiirini yazar. Bu iç içelik nedeniyledir ki, "Çağrılmayan Yakup"tan dört yıl sonra yayımlayacağı, "Kirli Ağustos"ta, 1970 öncesi sol siyasi eylemlerin etkilerini, söz konusu eylemlerin içinde düşünsel ve duygusal varlığıyla yer almış birinin penceresinden yansıtır. Yine dört yıl sonra, 1972’te yayımlanan kitabı, "Sonrası Kalır" ise 12 Mart döneminde toplumsal planda yaşanan acıların ve etkisi 1980'li yıllara kadar uzanacak bir yenilginin ağıtlarıyla yüklüdür ve Cansever, "içerden" biri olarak, yapılan yanlışı sorgulamaya girişir.

Birer yıl arayla yayımlanan "Ben Ruhi Bey Nasılım" ve "Sevda İle Sevgi" adlı kitaplarında Cansever, toplumla birlikte bireyi de kıskacına almış bir karabasandan kurtulmaya çalışır gibidir. Bir yandan, duygu dünyasının olabilecek en uç boyutlarına doğru engel tanımayan bir yolculuk başlatırken, öte yandan bilinçaltının kıyı bucağında gizlenmiş ne var ne yoksa hiç çekinmeden şiirine taşır. "Ben Ruhi Bey Nasılım"la ilk kez "Tragedyalar"da denemiş olduğu "dramatik şiir" kalıplarını yeniden kurarak varoluşçuluk ve nihilizmden izler taşıyan şiir anlayışının doruğuna çıkar. Şiir dili ve imge kullanımındaki arayışlardan vazgeçmiş gibidir; özellikle "Yerçekimli Karanfil"den başlayıp "Sonrası Kalır"a kadar hiç durmaksızın geliştirdiği şiir tekniklerini daha işleyip derinleştirerek "Edip Cansever Sesi"ne ulaşır.

“bir rüzgar, bir fırtına gibi esecek gül
yıllarca esecek belki
ve ansızın dünyamızı göreceğiz bir sabah
göreceğiz ki
biz dünyamızı gerçekten görmemişiz daha
geceyi, gündüzü, yıldızları
görmemişiz hiç
tanışmaya komamışlar bizi güzelim dünyamızla.

öyleyse dostlar bırakın bu yalnızlıkları
bu umutsuzlukları bırakın kardeşler
göreceksiniz nasıl
güller güller güller dolusu
nasıl gül kokacağız birlikte
amansız, acımasız kokacağız
dayanılmaz kokacağız nefes nefese.”

EDİP CANSEVER / “Gül Kokuyorsun” şiirinden


JOSE MARTİ KAVGAMIZDA DİNMEYEN SESTİR…

28 ocak 1853'te Havana'da doğan Jose Marti'nin babası İspanyol, annesi ise Kanarya Adaları'ndandı. 16 yaşında "özgür vatan" adlı bir gazete çıkardı. İspanya'ya karşı bağımsızlık savaşımı verenlerden olduğu için 17 yaşında tutuklandı ve 6 aylık kürek cezasından sonra İspanya'da Madrit'e sürüldü. Madrid'te Zaragosa Üniversitelerinde hukuk, felsefe ve filoloji eğitimi gördü. 1874'te Latin Amerika ülkelerini dolaştı.yaşamının büyük bölümünü sürgünde geçirdi.

1878'de Kübalı toprak sahiplerinin ispanyollarla anlaşması nedeniyle sona eren savaş ve çıkan af ile ülkesine geri döndü. 1878'de evlendi, bir oğlu ve bir kızı oldu. 1880'de Kuzey Amerika'ya geçti, göçmen olarak yaşadı. Yıllarca şiirler, kitaplar ve gazete makaleleri yazdı. Aynı zamanda siyasi eylemlerini de sürdürdü. Gizli siyasal faaliyetinden dolayı iki kez yine tutuklandı. Daha sonra NewYork'a yerleşti. Buradan Buenos Aires'te çıkan La Nicion adlı gazetede ona ayrılan köşedeki yazılarından dolayı ünü bütün Latin Amerika'ya yayıldı. 1892'de Partido Revolucionario Cubano (Küba Devrimci Partisi) kuruldu ve Marti, PRC'nin temsilciliğine seçildi; aynı zamanda Patria (Vatan) adlı gazeteyi çıkarmaya başladı. 1895'de Küba halkını bağımsızlık savaşına çağıran ve partinin manifestosu niteliğinde olan Monte Kristo Bildirisi'ni kaleme aldı.

1895'de Kübalı yurtseverler bir kez daha İspanya'ya karşı savaş hazırlıklarına başlamıştı. Marti Küba'ya döndü ve 1 ay sonra 19 Mayıs 1895'te arkadaşlarıyla birlikte küçük çaplı bir çatışmaya girdi ve çatışmada İspanyol askerleri tarafından öldürüldü.

Jose Marti yaşamını, Küba'da İspanyol sömürge yönetiminin sona erdirilmesi ve Küba'nın ABD dahil başka ülkelerin egemenliği altına girmemesi için savaşıma adamıştır. öğretisinin özü, kişi özgürlüklerine saygılı olmayan ve yalnızca zenginliklerini büyütmeyi gözeten yönetimleri uyarmaya ve karşı çıkmaya dayanmaktadır. Yapıtlarında bütün despot yönetim düzenlerini ve insan haklarına karşı uygulamaları kınamıştır. Onun yazıları demokratik gelişmeye yol göstericidir. Marti'nin, edebiyat ve siyaset arasındaki ilişkiye getirdiği düşünce; yazmak, konuşmak, "yaratma"nın bir biçimidir; ama değişik bir biçimidir; değişik bir "yaratma"dır, eyleme katılmanın paralel bir biçimidir.

Kısa süren ömrü boyunca, birkaç siyasal kitapçıkla incecik şiir kitapları Abdala (manzum dram) 1869'da, İsmaelillo (Mahvolan Dostluk, otobiyografik roman) 1882'de, Versos Sencillos (Basit Şiirler) 1891'de ve Versos Libres (Özgür Şiirler) 1913'te ölümünden sonra basıldı.

KABARAN BİR DALGA GÖRDÜĞÜNDE SEN

Kabaran bir dalga gördüğünde sen
Şiirimi görüyorsun demektir
Yükselir göğe, fakat bazen
O hafif ve uykulu bir yelpazedir
Öyle bir hançerdir ki şiirim
Çiçeklenir elde kabzesi
Şiirim bir çağlayandır
Suyu berrak, kristal gibi
O fışkıran bir yeşilliktir
Pırıl pırıl; ve alev kızıllığında.
Şiirim yaralı bir geyiktir
Bir sığınak arayan ormanda
Şiirim kardeştir cesarete
Yalın, içten ve özlüdür
O, kendisinden kılıç yapılan
Çelikle aynı örste döğülmüştür.

JOSE MARTİ (Çeviri:Ataol Behramoğlu)


NURHAK’TA UMUDA TIRMANANLARI UNUTMADIK! UNUTTURMAYACAĞIZ!…

Ocak 1971’de Malatya’nın Akçadağ civarındaki dağlık bölgeye yerleşerek eğitim çalışmasına başlayan 20 kişilik THKO grubunu Sinan Cemgil komuta ediyordu. Mayıs ayının son günlerinde biten eğitimden sonra keşif gezileri yapılmaya başlandı. 31 Mayıs günü muhtarın ihbarı sonucu keşif kolu jandarma tarafından kuşatılınca çatışma çıktı. Çatışma sonucunda THKO önderlerinden Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alparslan Özdoğan yaşamını kaybetti, Mustafa Yalçıner ile Hacı Tonak yaralandı.

Sinan Cemgil’in annesi, oğlunun cenazesini almaya geldiğinde, onları “eşkıya” diye nitelendiren köylülere şöyle seslenmişti: “Bu oğlum Sinan... Bunlar da onun arkadaşları (Kadir ve Alpaslan) , kardeşleri.... Onlar da oğullarım... Bu çocuklar, bu oğullar; bu ülkeyi, halkı, sizleri sevdiler. Başka bir istekleri yoktu. Her biri birer dehaydı. Her biri üstün zekâlı birer güzel insandı. Dileselerdi, düzenin adamları olsalardı, şimdi burada cansız yatmazlardı. Birer milyoner olurlardı. Ama onlar, halkı, sizleri sevdiler. Sizin sorunlarınızı omuzladılar. Size yalan söylüyorlar. Onlar eşkiya değildi”

Sinan Cemgil ve arkadaşları, sosyalizm kavgamızda bizlere göz kırpan birer kızıl yıldızdır şimdi!...
          
“Zincire, kelepçeye, kurşuna teşne bilekler,
İsyanın türküsünü söylettiler destanlaşan mavzerlerine…
Mavzerin namlusundan doğacak bir güneşin özlemi
yansıyordu gözlerine…

Güz vurdu ışıklı yüzlerinize
Esti yüreklerinizde kahrın kara yelleri
Başınıza üşüştü cehennem zebanileri
güneşe gölge düştü!”

A. Z. ÇAMUR


İBRAHİM KAYPAKKAYA KAVGAMIZA IŞIK TUTUYOR…

1973 yılının Ocak ayı sonunda, Dersim'de, -Vartinik Köyünün Mirik Mezrası'nda- devletin kolluk güçleriyle çıkan çatışmada arkadaşı Ali Haydar Yıldız düşerken, boynundan yara alan İbrahim Kaypakkaya, daha sonra bir ihbar üzerine tutsak edildi.. Her türlü işkencelere direnen İbrahim Yoldaş’tan sır alınamayacağını gören Faşist katiller dört ay süren yoğun işkenceler sonucu konuşmayacağına emin olduktan sonra, İbrahim'i, 17 Mayıs'ı 18 Mayıs'a bağlayan gece kurşunlayarak katlettiler.

O, katledildiğinde henüz 24 yaşındaydı. Ama İbrahim Kaypakkaya'nın önemli bir önder olmasını sağlayan esas şey, ne onun gençliği ne de işkencede ser verip sır vermemesiydi... İbrahim'i, döneminin tüm devrimci önderlerinden 

ayıran temel farklılık, Türkiye üzerine hazırladığı tezler ve yaptığı incelemelerle yeni ve özgün, o dönem ilk kez ağza alınan strateji ve saptamalar bırakmasıdır.   20 yaşında, Çorum ili sosyal sınıflar ve ekonomik yapıları üzerine inceleme hazırladı.  O döneme dek sola yapışık gezen "kemalizm"in karşı devrimci konumunu saptayıp “sol” üzerinden fiskeleyip atan ilk devrimcidir Kaypakkaya... Ve 24 yaşında, Kürtlerin kaderlerini tayin hakkını ortaya koyan ve onların dilerlerse ayrılma haklarını kabul edip açıkça dillendirebilen ilk Türk sosyalistidir... Gene 24 yaşında, Türkiye koşullarına uygun ilk devrimci analizi yazan kişidir... Kaypakkaya, diğer devrimci önderlerden de öte Türkiye Solu'nun namusudur! Birçok konuda hâlâ bugün Türkiye'nin devrimci yapısına Kaypakkaya’nın tespitleriyle doğru bakabiliyoruz. Son 40 yıl içinde Türkiye solu'nda onun kadar özgün ve geniş perspektifli önder ne yazık ki çıkmadı. 
(RESİM DÜZENLEME: ADNAN DURMAZ)

“Halk tava gelmiş toprak gibidir, bizler de sağlam ve yeşermeye hazır tohumlar olmalıyız.”





NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanatiGoogle Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.comFacebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati

HASİBE AYTEN: Kursak Balon






KURSAK BALON








Mevsim Bahar

Çıplak ayak koşuyorum. Abim peşimde. Yüreğim dışarı fırlayacak gibi çarpıyor. Nefes nefeseyim. "Dur dövmeyeceğim, dur" diyor abim. Soluğunu ensemde duyar gibiyim. Ayağım taşa takılıyor, tökezleyip düşüyorum.

Anaç tavuk çırak cırak bağırıyor gün ortasında. Olağan dışı canhıraş bir bağırma. Tilki gündüz gelmez, geceleri gelir, tavukların giriş-çıkış yaptıkları minik deliği kapatmayı unutursak bir tane tavuk alıp kaçmaz. Bağrışan tavukların, horozların hepsini boğar öldürür, Babam öğle uykusundan fırlayıp, kümese koştu. Biz de peşinden gittik. Anaç tavuk kümeste koskoca bir yılanla boğuşuyor hem de bağırıyordu. Kuluçkadaydı. Yılanın başına bir gaga vurmuş, başından kan akıyordu, hayvanın. Babam yılanı öldürdü. Kümesin içinde kınalının tüyleri uçuşuyordu. Tavuğun altındaki yumurtaların birinden civciv çıkmıştı. Daha ayakta bile duramıyordu civciv. Kabuğunu çatlatmış, yılanlı bir dünya’ya gözlerini açmıştı. Yılan civcivi yutamamıştı. Ana tavuk yavrusunu korumak için savaşmıştı aç yılanla. Babam, civcivi kocaman avucuna yumuşacık aldı. Sarı bir civcivdi. Pembe ayaklı, küçük gözlüydü. Yeni doğan buzağılar, kuzular, civcivler en büyük sevincimizdi. Kuşları, kuzuları, kış aylarında penceremizin pervazından bize bakan güvercinleri, eşek sıpalarını severdik.

Adını kınalı koyduğumuz tavuğumuz kuluçkaya yatmıştı..Ayakları kınalıydı. Kanatları boyun çevresi de ateş renkliydi. Anam, on kadar taze yumurtayı kümeste hazırladığı samandan yaptığı yuvaya koymuştu. Kınalı, kanatlarını açarak yatıyordu yumurtaların üstüne. Kümese giren olursa yan yan bakar, kabararak tıslardı.

Arpayla, buğdayla yemlerdik, yaz aylarında da çayırlarda otlardı tavuklarımız. Yumurtaları koyu sarı olurdu. Mis gibi tereyağıyla pişen yumurtalarımızı, bin bir zorlukla büyüttüğümüz, yılanlardan, tilkilerden koruduğumuz tavuklarımızı, bucak müdürü, gedikli jandarma komutanı gibi Halk Odasına gelen konuklara ikram ederdi köylü. Biz çocuklara da tavukların kemiklerini yalamak kalırdı.

İşte böyle önemli bir günde, saygın konuğumuz nüfus memuru için kesilmişti kınalı tavuğumuz! Nüfus memurları da iki üç yılda bir gelip hiç de doğru olmayan kayıtları yapıp giderdi. Beş yaşına giren çocuğa yeni doğmuş gibi kimlik verir. Yeni doğan bebeğe beş yıl önce ölen abla-abisinin kimliğini hiç denetlemeden kaydını düşürmeden yeni bir kimlik vermeden görevini yapmış olurdu. 1940’lı-50’li yıllarda köylerde okur-yazar yok gibiyken , çocukların yalan yanlış adlarını, doğum tarihlerini kim doğrulayıp düzeltecekti.? Çocuğun adını Ayşe koymuş aile. Hayda, yıllar sonra” Senin adın, Elif” diyor resmi kayıtlar. Evliliklerde, imam nikâhı da geçerliydi. Babamın anamdan başka karısı yoktu. Osman Amca’nın, Yakup Amca’nın, Emin Amca’nın birçok amcanın dört tane, üç tane eşleri vardı. Bir çok çocuğun kimliği de yoktu.

Yumurta İçindeki yavrularını bile yılandan koruyan anaç tavuğumuz, İşte böyle işinin erbabı, nüfus memuru için kesilmişti.

Abim peşimde. Çıplak ayak koşuyorum. ”Dur dövmeyeceğim, dur“ diyor, abim. Biliyorum, dövecek. Tökezleyip düşüyorum. Abim harıl harıl soluyarak yetişiyor. Vuruyor , yüzüme, başıma vuruyor. Ayağıyla tekmeliyor. Ağzına gelen en ağır küfürleri savuruyor. Burnumdan kan fışkırıyor. Yediğim darbelerden başım, alnım kanıyor. Üstümdeki yaz kış giydiğim tek giysim, kana bulanıyor.

Hıçkırıyorum. Gözlerimin yaşı sümüğüme karışıyor. Suçluyum. Abim kesilen kınalının kursağını temizletip şişirmiş. Kursağın giriş ve çıkış ağızlarını bağlamış. Çocukluğumuzun balonu tavuk kursağıydı. Renkli kalemlerimizle, çiçekler, kedicikler, ağız, göz, yüz çizerdik, balona. Abimin kursak balonu duvardaki çiviye asılıydı. Görünce canım gitti. Elime almak istedim. Zıplayarak yetişmeye çalışırken patladı kursak balon..

Kısacık sevincim, korkuya dönüştü.

Abim, ıslık çalarak odaya girdi. Duvardaki kursağı arandı. O aranırken, fırladım sokağa. Ben önde o arkamda bir koşudur başladı. O çocuk yüreğim, bağrımı çatlatıp çıkacak gibi çarpıyordu. Ayağım taşa takıldı ve düştüm. Kendimi abimin darbelerinde buldum. Öyle çaresizdim ki, ağlamaktan başka neye gücüm yetebilirdi.

Mevsim Hazan

Hüzünlü bir kadın. Dört mevsimi bir arada yaşıyor, gülmekle-ağlamak arası bakışları. Yılda bir-iki kez geliyor, dere tepe, bağ tarla geziyor. Getirdiği armağanları dağıtıyor; büyük- küçük demiyor, insanların sorunlarına eğilerek dinliyor. Sevgi dağıtıyor, paylaşıyor, yitirdiği değerli bir şeyleri aranıyor sanki.

Uzun boyluca, balık etli, yaşı geçkin bir kadın, yirmi kadar balonun iplerini parmağına dolamış, kırmızı, mavi, yeşil, beyaz ..aile kabristanında. Çevrenlere bakıyor. Bakışları hüzünlü. Etrafında altı çocuk, üçü kız üçü oğlan. Peşinden gelmişler, balonları seyrediyorlar. Birer balonları olsun istiyorlar. Kadın çocukların o yürekten isteklerini biliyor. Yüreği eziliyor. Dünyanın balonlarını dünyanın yoksun çocuklarına dağıtmak istiyor. Tavukların kemiklerini yalatmak değil, etini yedirmek istiyor çocuklara.


Annesi, babası, kanserden ölen abisi yan yana yatıyorlar, kabristan’da.

"Abi, ben geldim, küçük kardeşin. Şimdi senden daha büyük oldum abi! Bu balonları sana getirdim. Kursak balonunu kaza ile patlatmıştım. Çok dövmüştün beni. Alnımdaki taş izi hâlâ duruyor. Çocukluğumu unutturmayan o taş iziyle geldim mezarına.. Mal neye denirdi yaşam neydi, bilemeyecek kadar küçüktüm. "Mal alacaksın" der, döverdin. küçücük kardeşini. Babamın bacasını tüttürecek tek oğluydun. Annemin, babamın ardından tez gittin, genç gittin abi…”

Siz gittikten sonra ne evimizin ne tarlalarımızın tapularını almadım. Er geç yanınıza gelecek değil miyim? Tarlalarımızı akrabalarımız ekip biçiyor. Evimizin bacası tütmez oldu. Hiç biriniz yoksunuz" diyor, iç sesiyle.

"Lan bu nine kadın, masallar yazıyormuş" fısıldaşıyor çocuklar.

Gözleri ıslaktı kadının. Semalardan bakıyordu abisi. Boynunu bükmüş, ”Bağışla beni kardeşim, ne oyuncağımız ne de balonumuz vardı , ben de çocuktum” diyordu.

Balonları birer birer bırakıyordu kadın, abisine uçuruyordu, hafif esen rüzgârın kanatlarıyla. Tepenin yamacından köyün üstüne rengârenk uçuşan balonların ardından, yanı başındaki çocuklar ağızları açık bakışıyorlardı. Düş kırıklığına uğramışlardı.

"Teyze, bize verseydiniz…" Binlerce çocuk sesi yankılanıyor kulaklarında.

"Nine, teyze, bize verseydiniz balonları!"

Gözlerinin önü sisliydi kadının, sisin içinden bir ışık çaktı. Anası, o ahu gözlü, yay kaşlı anası. Başında, tezgâhta dokuduğu ibibik motifli örtüsü, üstünde tezgâhta dokuduğu giysisiyle. Fesleğen kokuyordu. Gül kokuyordu. Ana kokuyordu. Balonları rüzgâra veren kadın, açtı kollarını kucakladı anasını. Kıvırcık saçlı, elâ gözlü, düş gibi, incecik bir beden kollarındaydı. Zaman bir çocuğa dönüşüvermişti. Ayça mıydı adı çocuğun; ay ışığı mı?

Ah şimdi de babası geliyordu çamların arasından. Çapası omzunda. Bağdan dönüyordu. Hep çalışan hep üreten o güzel babası, okullu iken beş liralık lastik pabuçları almayan babası. "Baba" diye bağırdı. Çocuklar geri sıçradılar. Birden, anasının, babasının, abisinin, kemiklerine iki adımlık mesafede olduğunu ayrımsadı, acı gerçeğe döndü.

"Hâlâ kollarının arasındaydı kıvırcık Ayça. Koluna asılı halı çantadan onlarca balon çıkardı. Dağıttı çocuklara. "Şişirin balonlarınızı, uçurun semalara; hadi şimdi gidelim güzellerim" dedi. Çocuklar, biraz da deli olduğunu sandıkları kadının peşine düştüler. Getirdiği şarkı söyleyen bebekleri kız çocuklara; oyuncak arabaları erkek çocuklara dağıttı. Birer de masal kitabı verdi. Sırayla hepsinin yanaklarını öptü.

Çocuk çığlıkları, sevincin ayak seslerine karışıyordu, Gökyüzünde uçan balonlarıyla, hüzünlü kadının köyü kuzucular, çocukların bayram yeriydi, o gün…





HASİBE AYTEN 

ADNAN DURMAZ: Kıyamet Kitabesi




KIYAMET KİTABESİ




RESİM: ADNAN DURMAZ




bütün peygamberler oraları terk etti
bitti bütün vaatler
tekinsiz karanlıkta kördüğüm oldu yollar
güneşin ölümüne şahit oldu sömelek çocukları
artık güneşsiz bir dünyada yaşayacak doğacak olanlar
alışır mı karanlığa gözleri
bunu konuşuyor köşe başlarında etliye sütlüye karışmayanlar

herkesin sorusu şuydu
peki güneşe ne oldu
ne yaptık biz ona

fahişelerin ve zındıkların başlarına
kutsal peygamberlik nuruna benzer
ışıklar taktı birileri
dağıldı dağlardaki sürüler
ve çoban çok geç anladı
artık kavalının ötmediğini
öylece kalakaldı ıssızda
nereye gideceğine bir türlü karar veremedi
belki hala oradadır
açlıktan ölmemişse oturduğu taşın üzerinde

peki neden doğmuyor güneş
çoban ne yaptı ki ona

ihtişamlı bir çürüme başladı
dans ediyor çürük kurtları
lağım fareleri şarkı söylüyor
kemiriyor böcekler kutsal kitapları
din adamlarının sesleri delik deşik çıkıyor bu yüzden
kevgire dönmüş yağlı sesleriyle hala devam ediyorlar dualarına
ne dedikleri anlaşılmaz oluyor seslerinin deliklerinden üğünürken heceler
hatta gülüşleri ve düşleri yiyen asalaklar yüzünden
gülüşler liyme liyme yüzlerden dökülüyor

gülüşler ne kusur işledi güneşe karşı
neden doğmuyor

baharat kokan zeytin kokan aşk kokan
şehirler yıkılmaya başladı
bilinmedik caniler doluştu umutların sokaklarına
yol kıyılarında ölmüş it leşlerinin
açılmış ağzının içinde kıvıldayan kurtlar gibi
sokak satıcılarının-türkücülerin-seslerine bile üşüştüler
kervan yollarını eşkıya kesmiş olmalı
çünkü türkü ve aşk gelmedi kaç gündür buralara
ayı yakalayıp şehrin meydanında çırılçıplak oynatmışlar
fısıltıyla yayıldı böylesi haberler
ve rüzgar ürküp kaçtı uzak bir yerlere
başları sımsıkı kapalı yüzleri peçeli kızlar
donlarını çıkartıp dolaşmaya başladı ortalıkta
tam bir rezalet

karanlıktı
karanlık keskin bir bıçak kadar ölüm taşıyordu
dün kol kola dolaşan arkadaşlar
köşe başlarında birbirini katletti
ve kandan uykulara yattı kalanlar
kandan döşeklerde

çocukların yüreklerine saklandı Tarık suresi
bir adam içindeki eşiği söktü ölürken
uzattı yarine ve dedi ki
aslında bu eşikten varılan sendin
sana açılıyordu içimdeki kapılar
bir adam dedi ki
bir başka yurt aradım bunca ömrümde
dolaştım o diyardan bu diyara
meğer asıl diyar ya özgürlük ya ölümmüş
lakin özgür olmayan bir dünyada ölmek kurtuluş değil
cellatlar susturdu ölüleri
dünyanın kulaklarına kurşun döktüler

tarihin bütün kazanımları
insan hakları hayan hakları kadın erkek çoluk çocuk hakları
bütün haklar seyre çıktı bir çağın göçüşünü
oysa aşk nerede ve ne zaman göçerse göçsün
bütün çağlardır devrilen karanlığa

zulum öyle bir vurdu ki aşka
devrildi bütün çağlar
güneşin doğmama nedeni bu olmalıydı






ADNAN DURMAZ












YAŞAR DOĞAN: Neşter Valsi—AHMET TAHSİN ÇINAR: Suskun Olur Puşt Geceler





NEŞTER VALSİ










Bir neşteri daha kestin başak teninle
Parantez bereli bedenin İçine
Ne yazmamı isterdin şimdi
Buselerimin pyroman ateşiyle
Şu gümüş gülüşlü mehtap altında -

Hayatım!
iyilik güzellik katresini bulamıyorum
Nasıl oldu da unuttum nereye koyduğumu
Yastığının altına bir baksana /
Kulağına – saçına-başına / yüreğinin büfesine
Gözlerinin mavisine
Ve onlara bakmaya doyamayan karaya;

Birazdan kapı çalınacak
Tatlı yiyip tatlı olmak için!
Lanet olsun şu tozla başa çıkamıyorum!
Daha dün parlattım her tarafı
Pencereleri belki daha az mı açmalıyız?
Kahrolası apokalips türbüyonlar  -
Neden sadece bu tozu / küfü / pası
Alıp gitmiyorlar
Evlerin çatılarıyla uğraşacağı yerde…            

Hem de sıradan herkesin değil!



*Pyroman: Dünyaca ünlü çizgi roman kahramanı, ateş adam...
** Kimi dinlerde ve mitolojide kıyamet günü
*** Türbüyon: Hortum bulutu




 YAŞAR DOĞAN /LOLAN 










SUSKUN OLUR PUŞT GECELER





RESİM DÜZENLEME: ADNAN DURMAZ




Al yiğitlik sevdalarımı,
Saat yirmi dört.
Bu gece suskun dört köşe ve puşt.

Denizlerin çiçeği güzel, takılıp kalmışım.
Bir mektubum yazılmamış, ayaküstü acele.
Sevdam içime düğümlenmiş,
Boy, boy filiz vermeye hazır.
Tezgâhlarda hasret için bilenmiş,
Pırıl pırıl kama gibi kınından sıyrık.

Taşlanırım.
O nice zordur bilir misin?
Sonsuza doğru geceli, gündüzlü;
Hasretle bitirilip,
Hasretle başlanırım.

Yorma beni namusumsun.
Saat yirmi dört.
Bu gece suskun dört köşe,
Ve puşt.





AHMET TAHSİN






TAN DOĞAN:Kan Kızıl





 
KAN KIZIL














elimde zül göğsümde kanser
âhtenimde solan can çiçeklik

‘köz’ün rengi sıcak acısı derin
kızıl yaprak kızıl deniz kızıl kum

cehennem tadında bir yanak
alma deyû dişlesem mi gayr

alev saçlı bir kızdı ‘hayât’
‘ışk’a dûçâr eyledi beni beni

ol kâgir evde kim kaldıysa yangında
kerem odur ötesi lafü güzâf

taş fırında pişir ben’i ey ermiş
odunu od âdemi adam kıl

anamın av’cunda susan kına
ne ölümü kına ne de derdimi

cehennem tadında bir dudak
kiraz deyû ısırsam mı gayr

dilimde gül göğsümde hançer
âhrûhumda süren kan kardeşlik







TAN DOĞAN













MEHMET RAYMAN: Dilleşme—ALİ ZİYA ÇAMUR: Toprağın Kavalından







DİLLEŞME







güzelden gelir
karışır dikene
benim ellerim çatlamış
çığır dinlemiyor damarım
taşkınım yıkıyor duvarı

bacadan daha karayım
bacaların içinden geçirdiler beni
sürgüsünü bana çektirdiler
boylu poslu çatal kapıların

        

    MEHMET RAYMAN










TOPRAĞIN KAVALINDAN








Duydum yanağımda yelini saklı ormanların
Körpe filizler incecik çalılarda gülüşüyor tazecik

Sezdim varlığımın gözden göze üveyiklerini
Saydam gökyüzünde ay sedefliyor geceyi

Düşürdüm yığınların kıraç yellerine utangaç gölgeleri
Her coşkun telle tozlaşıyor arzularda çiçekler

Hissettim ürkek tomurcuklarda sessizlik çığlığını
Işkınlar, filizler, otlar doğada paylaşıyor gelgiti

Gördüm suyun ve toprağın kavalında salkımlar,
hevenkler, taneler dinliyor birlikte sabahın türküsünü





ALİ ZİYA ÇAMUR









NECMETTİN YALÇINKAYA: İnadım İnat işte!





İNADIM İNAT İŞTE!







On iki Mayıs sabahı
geldiniz kucağınızda
bir demet çiçekle;
gelincik, papatya,
karanfil ve yaban gülü!

Teriniz, hasretiniz sinmişti
gelincik yapraklarına
Bir de kokunuz!

Özlemin, hasretin çöreklendiği
tahta bir masa ve dört kişi...
Anam karşımda, sen yanımda,
bacım sol yanımda
duruyoruz bir süre öylece...

Bu seni ilk görüşüm...
İlk kez demir parmaklıklar yok aramızda
ve yine ilk kez dokunuşum
kestane rengi saçlarına.
Zeytin gözlerinden sevgiyi
yudum yudum içişim...

Anam boynuma sarıldı ağladı,
döktü sevinçlere gebe
gözyaşlarını...
İlk kez öptüm nasırlı ellerini
korkusuzca

Çıkmamıştı hâlâ ellerinde
tütün lekesi
Ne çok özlemişim meğerse
bir fabrika işçisinin ellerini...

Ah bir anlatabilseydim!
Anlatamam!
Duyuramam ki sesimi...

Sonra güldün,
güller açtı yüreğimde.
Sustun,
mahpusluğum geldi usuma.
Sen kokan yalnızlığım
Kızdın,
öfkem kabardı yeniden;
inadım inat işte...




NECMETTİN YALÇINKAYA





BÜLENT AYDINEL: Deniz Gezmiş Türkülüyor Saatler—NECİP TIRPAN: Üç Fidan—TEMEL KURT Maviye Dair






DENİZ GEZMİŞ TÜRKÜLÜYOR SAATLER




 RESİM DÜZENLEME: ADNAN DURMAZ


Bir alevden uçup gelen kurşunun
Bir kurşuna mıh çakan duruşunun
İpe çekilen bir çağ kurtuluşunun
Rengi unutulur mu

Güne sevdalı halkların gülmesi gibi
Aynı asmada üzüm tanesi gibi

Deniz gezmiş türkülüyor saatler


BÜLENT AYDINEL








ÜÇ FİDAN




RESİM DÜZENLEME: ADNAN DURMAZ



Kırıldı uçlarından,
Üç fidan.
Üç dalda,
Üç damla yürek,
Değildi yanan.
Korkuyordu onlardan,
Tarihe gömülecek olan.
Bin yıllık yoldan geldik,
Baş eğmedik biz.
Yolunuz,
Yol değil,
Üç fidana kıyan.
Yaşadık,
Boş zaferlerle avunmadık,
Yastığımızdı,
Baş koyduğumuz,
'Tam Bağımsızlık'.
O gün,
Darağacında,
Kırılan,
Sadece,
Üç fidandık...



NECİP TIRPAN










MAVİYE DAİR



RESİM: ADNAN DURMAZ


aynalara uzak şehirlerde
herkes gitmeyi geçiriyor aklından
oysa durağandır zaman
serçe yeminlerindedir susuşları.

ceplerinde çocukluğundan kalma çekirdek kabukları
sırtında yaşamın pası
kırık bir kalp, son bir söz
bilirim gene de sesine dokunsa ısınır kuşların kalbi
çünkü şarabın yeminidir yaşamak seni...



TEMEL KURT




M. ŞEHMUS GÜZEL: Nail’in Ardından




NAİL’İN ARDINDAN








Nail Satlıgan Kapital’in hakiki ve ciddi çevirisini yaptı. Bize emanet etti.

Namuslu, ödünsüz (hem kendisine hem başkalarına) hakiki bir aydındı. Aydınlatanlardan. Çalıştıranlardan.

Kendi adıma hemen yazmalıyım : 1980’lerde Korkut Boratav, Sungur Savran, Ahmet Tonak ve diğer meslektaş ve yoldaşlarıyla 11. Tez’i çıkardıkları zamanlarda ve daha sonra İktisat Dergisi’ni yönettiği günlerde ilgi alanıma giren konularda benden sık sık yazı istedi, böylece beni yazı yazmaya teşvik etti. Israr etmeden ama belli konularda makaleler isteyerek. Bu işte 1980’lerin hemen başında Paris’te tanıştığım Sungur Savran ile Gülnur Savran’ın ve Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden meslektaşım ve ağabeyim Korkut Boratav’ın da mutlaka katkısı oldu. Ama makalelerimle ilgili meselelerde Nail Satlıgan benimle yazışıyordu, çünkü adı geçen dergilerin yönetimiyle ve büyük ihtimalle a’sından z’sine fiilen ve bizzat uğraşıyordu.




Bütün bir ömrü Marx’ın ve marksizmin anlaşılmasına va bilhassa Das Kapital’ın çevirisine adamak da öyle her babayiğidin yapabileceği bir iş değildi. Bunu Nail Satlıgan gibi hakiki ve inanmış bir marksist yapabilirdi. Ve aynen öyle yaptı. Mutlaka daha yapacağı, yapmayı planladığı dünya kadar iş vardı. Ama o kendisine ayrılan zaman dilimini en iyi biçimde kullanarak görevini yaptı. Artık gerisini tamamlamak, eğer tamamlanacaklar varsa, yakın çalışma arkadaşlarına, meslektaşlarına, yoldaşlarına ve bizlere kalıyor.

Nail deyince mutlaka fiil çekimi gibi Sungur Savran ile Ahmet Tonak da kaçınılmaz olarak akla geliyor. Birbirlerinden ayırmak nâmümkün. İşte bu üç inanmış marksist 1970’lerin sonundan beri yayınladıkları makalelerinden sıkı ve seçmeci bir derleme yapıp Kapital’in İzinde adıyla yayınladılar. Yordam Kitap bu yapıtı okuyucularına sundu. Eceli gelmiş, can çekişen ama bu işin daha bir süre devam edeceği anlaşılan kapitalizmin günümüzdeki krizini anlamak için kafa patlatanların, dirsek çürütenlerin mutlaka okuması şart. Mutlaka. Kapitalizm evet can çekişiyor, ölecek de. İşte bunu anlamak için Satlıgan ve dostlarının kitabını okumak gerekiyor. Herkesçe. 11 Aralık 2012 tarihli Radikal Kitap’ta bu yapıta ilişkin dört dörtlük bir makale yayınlayan Korkut Boratav kitabı ve Satlıgan’ı şöyle değerlendiriyor : 


«Nail’le tanışmak, tartışmak, söyleşmek fırsatı bulanlar, Marx söz konusu olduğunda, konuşmaktan çok, dinlemeyi yeğleyen bu sakin, gösterişsiz insanın kuramsal zenginliğini, derinliğini giderek fark etmişlerdir. Nail, bu bilgeliğini yazıya dökmekte, bir hayli ‘hasis’ davranmıştır. Çok çeşitli yerlerde dağılmış olan bu yayınlardan bir bölümünün bu derlemede toplanmış olması, bu nedenle, büyük bir kazançtır. » (Radikal Kitap, 11 Aralık 2012). 

Doğru söze ne denir.




Satlıgan, daha önce kapitalizmin krizini ve nedenlerini ve olabilecekleri Kasım 2008 tarihli Mesele dergisinde yayınlanan uzun söyleşisinde de anlatıyor. Bu söyleşiyi dergiden ve/veya http://eksisözlük.com sitesinden okumak olası. Ekşi Sözlük samimi ve hakiki satırlarla uğurluyor Nail Satlıgan’ı, o satırlar da okunmalı hani.

Nail’in ardından Demir Küçükaydın da çok önemli, hakiki ve samimi bir makale yayınladı. Bu makaleyi değişik grupların üyeleriyle paylaştı. Demir’in adını vererek yazıya ulaşmanızı tavsiye ederim. Bu makale Türkiye’de solun tarihine bir kuş bakışı gibi de okunabilir. Öğrenilecek pek çok konu yer alıyor bu makalede. Kaçırmayın lütfen.

Nail’in ardından iki dostunun söylediklerine de burada yer vermek istiyorum. Birincisi Ahmet Tonak, aynen şöyle diyor :  « Nail Satlıgan az bulunur bir insandı. Genetik hassalarını, eğitimini, hayat deneyimini Marksizm ve sosyalizm için seferber etmişti. Yazdıkları, çevirileri, konuşmaları ortada. Bunları bilenler, şahit olanlar kıymetini hep takdir etmişlerdir. Son nefesine kadar cin gibiydi, etrafındaki her şey ile en ince ayrıntısına kadar ilgiliydi. İlkeliydi, ama sekter değildi. Kısacası, örnek alınası bir komünistti. Çok özleyeceğiz." (Birgün, 29 Nisan 2013).

Gülnur Savran: «Canımdı, kardeşimdi, yoldaşımdı. Onu çok özleyeceğim.» (Birgün, 29 Nisan 2013).

Nail Satlıgan’ın vefatı ve 1 Mayıs’a birkaç saat kala, Nail’in Sungur Savran ile kaleme aldığı ve 11.Tez Dergisinin 3. sayısında (Mayıs 1986) yayınlanan «Bundan tam yüz yıl önce: Mayıs 1886: Şikago Samanpazarı» başlıklı makale de yeniden meraklılarına sunuldu, örneğin Sol Defter sitesinde. Dostlukla tavsiye ederim.

Nail Satlıgan yeri doldurulamayacaklardandır. Bu kesin. 1 Mayıs 2013’te ve her gösteri ve yürüyüşte Nail de bizimle olacak. Bunu garanti edebilirim. İnanın bana.



M. ŞEHMUS GÜZEL