Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Emeğin Sanatı'ndan 118. Merhaba



Merhaba,

Umudun şafağından gerçeklerin sabahına yürürken yeni bir sayıyla karşınızdayız.

Sanata baskılar doludizgin sürüyor. İktidar nasıl kendine boyun eğmeyenleri asılsız gerekçelerle zindana ve işkenceye gönderirken, kendine boyun eğmeyen sanatçılara karşı yeni kumpaslar hazırlamakta…

Sanatın temel niteliğini kavramaktan uzak, sadece kendi beğenileriyle sınırlı iktidar sahipleri kendi sığ sanat anlayışlarını %50’nin sanat anlayışı diye genelleştirme çabasındalar. Sanat, bir tür sesli düşünmek olduğundan, bu düşüncelerin yayılmasını önlemek istiyorlar. “Sanatı çökertmenin ve yok etmenin en emin yolu tek bir biçimi ve tek bir felsefeyi yasalaştırmaktır”  diyen Zamyatin, bu tehlikeyi işaret ediyor bize.

Sanatın toplumu, toplumun da sanatı yerinden oynattığının farkına varan egemenler, sanatın, özellikle devrimci sanatın ayaklarını kesme çabası içindedirler.  Yaşatılanlar, Walter Benjamin’in “Sanatın önemli görevlerinden biri de kişide karşılık bulma zamanı daha gelmemiş olan bir istek uyandırmaktır” tezini doğrulamaktadır. Kitlelerin sanat yoluyla uyandırılmasından korkulmaktadır. Asım Bezirci de aynı gerçeği şöyle ifade etmiştir: “Edebiyat ve sanat insanların yalnızca duygularını değil, zihinsel yetilerini de eğitip yöneltmede önemli bir etkendir.”

Sanatın kesinliklere, dondurulmuş biçimlere, durağanlığa bir tepki olduğunu bildiklerinden, tepkiyi yükselmeden susturma çabasıdır olan bitenler. Çernişevski’nin  “Sanatın görevi, yaşamda insanın dikkatini çeken, belli bir ölçüde gerçek yaşamda duymaya ya da incelemeye fırsat bulamadığımız ilgi çekici şeyleri yeniden canlandırmaktır” sözü de bu korkunun, sanatı susturma, dondurma çabasının altını çizmektedir.

Bir kez daha belirtiyoruz ki, sanatın görevi, gerçeğin görünüşünü değiştirmek değil, gerçeği gizleyen örtüleri kaldırmaktır. Bu sanatın en temel niteliğini Orhan Kemal vurguluyor:”İnsanlığın, insanlık tarafından, insanlık için yönetilme çabası adına sanat!”                                                                                         

Ali Ziya Çamur


BU SAYININ SAVSÖZÜ

Din, bilim, felsefe içine girmeyen, ancak “sanat” adı ile adlandırılabilecek bir etkinlik hep olagelmiştir. Ancak “sanat” doğasal değil de, toplumsal bir olay olduğuna göre, onun mutlaka bir gereksemeye karşılık düşmesi gerekir. Hatta, ileri giderek diyebiliriz ki, seslendiği bir alıcı olmasa da sanat insan için yine de gereklidir. Bu gerçeği bulmak için, tarihsel gelişim bize yardımcı olacaktır. Ama biz, karma etkinlikleri içinde bile sanatçının özgür kimliğini araştırmalıyız. Ayrıca, mantık bize söylüyor ki, yaratıcı, bilinçli ya da bilinçsiz, kamunun isteğine, dileğine güvenmektedir. Hatta bugün kendi için yarattığını söylese de, kamunun içindedir gene o. Bundan başka, yine göreceğiz ki, sanat adına yapılan “yalancı sanat”, gerçi işimizi güçleştirir, ama olanaksız kılmaz; çünkü kimilerinin para, ün elde etmek için yalancı sanat yapmaları, onların bile sanatın vazgeçilmezliğine inandıklarını gösterir. Sonra bu gibi ürünlere bakarak, sanatın gereksizliği tanıtlanmak istenirse, karanlık geceden ötürü yıldızları yansıtmağa benzer bu, aydınlık bir gece beklenir o zaman. Sanatın aydınlık geceleri ise karanlık gecelerinden çoktur. MELİH CEVDET ANDAY (Tan Edebiyat Yıllığı-1982)


YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ

68'LİLER ONUR ÖDÜLÜ ADİL OKAY'A VERİLDİ...

6 Mayıs 2012'de, Deniz'leri anma etkinlikleri kapsamında yapılan "Yılmaz Güney Etkinliği"nde, 68'liler Derneği tarafından "Kentin Demokratik ve Kültürel Yaşamına" katkılarından dolayı yazar-şair Adil Okay'a onur ödülü verildi. Dernek başkanı Hasan Kapıkıran Ödül töreninde yaptığı konuşmasında yazar-şair Adil Okay'ın biyografisini okudu ve bu ödülün neden verildiğini açıklandı.

Akdeniz Belediyesi Başkanı M. Fazıl Türk'ün elinden ödülünü alan yazar-şair Adil Okay; konuşmasında: "Ben bu ödülü tek başıma almıyorum. Ne yaptıysam, ne yaptıysak hep beraber yaptık. Siz olmasaydınız ben de olmazdım, bu ödül de olmazdı" dedi.

Okay sözlerini şöyle tamamladı: "Bu ödülü, demokratik hakları uğruna direnen, coplu ve gazlı saldırıya uğrayan, zindanlara tıkılan kamu emekçilerine ve emek mücadelesi yürüten grevdeki işçilere, YÖK karanlığına karşı direnen, akademik - demokratik mücadele yürütürken gözaltına alınan, disiplin cezası alan, okuldan atılan, hapsedilen üniversite öğrencilerine ve kimlik hakkı için taş atan, taş attıkları için tutuklanan, işkence gören, cezaevinde cinsel tacize uğrayan çocuklara ithaf ediyorum... Bu gün beni bu güzel ödülle onurlandıran 68'liler Derneği'ne şükranlarımı sunuyorum."

Okay'a ödülü alınca ne hissettiği sorulunca şu önemli cevabı veriyor:
"Bu ödül hem onur, hem bir yük oldu benim için. Neden onur olduğunu belirtmiştim. Ama neden yük olduğunu anlatmadım. Şimdi size açıklayayım. Bu ödülü almasaydım, 6 Mayıs etkinlikleri bitince eve kapanacak, bir süre pratik çalışmalara ara verecek ve uzun zamandır düşündüğüm bir roman çalışmasına başlayacaktım. Ama bu ödülü alınca bu düşüncem hayal oldu. Demek hem romanımı yazmalı hem alanlarda olmaya devam etmeliyim...." (BİANET)


ZARAKOLU’NA ULUSLARARASI YAYINLAMA ÖZGÜRLÜĞÜ ÖDÜLÜ...
   
Amerika’daki en büyük insan hakları örgütü “İnsan Hakları İzleme Komitesi”nin kurucularından, yazar Jeri Laber adına PEN tarafından verilen “Jeri Laber Uluslararası Yayınlama Özgürlüğü Ödülü”ne, bu yıl Belge Yayınevi’nin kurucusu yayıncı ve insan hakları savunucusu Ragıp Zarakolu değer görüldü. Zarakolu, konuyla ilgili açıklamasında, “Bu ödülü yalnızca kendi adıma değil, Türkiye’de şu an cezaevinde bulunan tüm yayıncılar, yazarlar ve gazeteciler adına almaktan gurur duyuyorum” dedi.

Zarakolu törene gönderdiği mesajda özetle şöyle dedi:

“Haksız ve akıl almaz tutuklanmanın yarattığı hayal kırıklığı nedeniyle duyduğum isyan duygusu devam ediyor. Sağlık sorunlarım hala devam ediyor. Benim tahliye olmam sadece cezaevinin sınırlarını daha fazla genişletmiş oldu. Antidemokratik yasaların yürürlükte olduğu bir ülkede ifade ve yayınlama özgürlüğünün var olduğundan söz etmek mümkün değil. Bu durumu protesto etmek ve sistemin içinde bulunduğu meşruluk bunalımına dikkat çekmek ve hükümeti, söz verdiği yeni anayasa ve demokratikleşme paketini hayata geçirmeye zorlamak için, bir “suskunluk” protestosunda bulunuyorum. 1930’larda büyük yazar Isaac Babel’in yaptığı “suskunluk” protestosu gibi… Türkiye medyasına demeç vermeyi reddediyorum. Böylece onları da korumuş oluyorum!

Kurucusu olduğum, birçok ulusal ve uluslararası ödül sahibi olan Belge Uluslararası Yayıncılık’ın editörü, oğlum Deniz Zarakolu’nun; düzeltmen Büşra Beste Önder’in; Belge yazarları Aziz Tunç’un; N. Mehmet Güler’in; Edip Yalçınkaya’nın; Erol Dündar’ın; Zeki Bayhan’ın; Yüksel Genç’in; Tacettin Karagöz’ün hala tutuklu olması; akademisyen Büşra Ersanlı’nın; Ayşe Berktay’ın; Kürt lenguist ve çevirmen Mulazım Özcan’ın; 20 yıldır yazmakta olmakla onur duyduğum, zor zamanlarda yayın yönetmenliğini, dayanışma amacıyla üstlendiğim Kürt gazetesi “Özgür Gündem”deki 35 mesai arkadaşımın hala tutuklu olması bana acı veriyor. 1971’de askeri cezaevinde annesi ve babası ile birlikte kaldığım gazeteci Zeynep Kuray’ın hapiste olması bana tarihin bir alayı gibi geliyor. Bunlar doğrudan yakınımda olan insanlar. Hapiste olan Kürt yayıncı Bedri Adanır’ın; kurucularından olduğum İnsan Hakları Derneğinin Genel Başkan Yardımcısı Muharrem Erbey’in yıllardır hapiste tutuklu olarak kalmaları ve onlara anadillerinde savunma yapma hakkının tanınmaması da asla kabul edilemez. Haksız, adil olmayan siyasal gerekçeli, önyargıya dayalı ve ideolojik temelli tutuklamalar, sevgili ülkem Türkiye’yi bir kanser gibi kemiriyor. Türkiye en çok siyasal tutuklu bulunan ülkeler arasında, seçilmiş milletvekilleri, belediye başkanları, legal parti çalışanları ile...

40 yıllık meslek yaşamım boyunca Türkiye’yi zehirleyen tabulara karşı çıktım; “Acil Demokrasi” dışında başka bir hedefim olmadı. Ve yine “Acil Demokrasi”, “Tarihle Yüzleşme” ve “Halkların Kardeşliği” diyorum. Ve kazanan bizler olacağız; “Kelimelere Özgürlük” diyenler olacak. “ (DEMOKRATHABER)


ULUSLAR ARASI NAZIM HİKMET
 ŞİİR YARIŞMASINI KAZANANLAR BELLİ OLDU...

ABD'de bu yıl 4. kez düzenlenen ve Güney Amerika'dan İran'a, Gürcistan'dan İrlanda'ya, İngiltere'den Hindistan'a dünyanın dört bir yanından yediden yetmişe yüzlerce şairin katıldığı “Nazım Hikmet Şiir Yarışması”nı kazananlar belli oldu.

Yarışmanın düzenlendiği Nazım Hikmet Şiir Festivali düzenleyicilerinden Mehmet Öztürk,  yaptığı açıklamada, Kuzey Karolina Türk-Amerikan Derneği'nden Pelin Bali, Birgül Tuzlalı ve Buket Aydemir'le beraber, Turkish Cultural Foundation (Türk Kültür Vakfı) ve yerel yönetimlerin desteğiyle düzenledikleri festivalin bu yılki odak şairinin Pablo Neruda olduğunu belirtti. Öztürk, bu nedenle çağrılan konuşmacıların Villanova Üniversitesi'nden “1991 Pablo Neruda Şiir Ödülü”nü kazanan Carlos Trujillo ve Kuzey Karolina Devlet Üniversitesi'nden Güney Amerika şiiri ve Neruda uzmanı Greg Dawes olduğunu söyledi.

Her şairin en fazla 3 şiirle katılma hakkı olan yarışmaya şairlerin büyük bölümünün 3 şiir gönderdiğini vurgulayan Öztürk, 250 şairin 700'ün üzerindeki şiirinin yarıştığını anlattı. Şiirlerin yüzde 45'inin ABD'nin Kuzey Karolina eyaletinden, yüzde 27'sinin değişik ülkelerden, kalan yüzde 28'inin de ABD'nin değişik eyaletlerinden geldiğini vurgulayan Öztürk, “Yabancı ülkeler arasında Hindistan başı çekiyor. Ardından Türkiye, İngiltere ve Yunanistan geliyor. Güney Afrika ve Singapur'un da arasında olduğu 13 ülkeden şiir geldi” diye konuştu.

Yarışmayı kazananların isimleri şöyle:  Daniel Abdel-Hayy Moore, Peter Blair , Hala Aylan, Kevin Boyle, Elizabeth Gargano, Jeffrey Kahrs, Amy Leigh Brown (EDEBİYATHABER)


58. SAİT FAİK HİKÂYE ARMAĞANI, YALÇIN TOSUN’UN...

58. Sait Faik Hikâye Armağanı Yalçın Tosun'un 'Peruk Gibi Hüzünlü' kitabına verildi.
Türk Edebiyatının en uzun soluklu ödülü olma özelliğini taşıyan Sait Faik Hikâye Armağanı’nın 58.’sine toplam 41 öykü başvurdu. Öyküler, Doğan Hızlan, Murat Gülsoy, Prof. Dr. Jale Parla, Metin Celal, Hilmi Yavuz, Nursel Duruel ve Beşir Özmen’den oluşan jüri tarafından değerlendirildi.

58. Sait Faik Hikâye Armağanı’nın yeni sahibi ise yazarın ölüm yıldönümü olan 11 Mayıs Cuma Günü ödülünü usta yazar Yaşar Kemal’in elinden alacak.

1977 Ankara doğumlu Yalçın Tosun, İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak görev yapıyor. Öyküleri Adam Öykü, Notos Öykü ve Kitap-lık dergilerinde yayımlanan Tosun'un 'Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler' (YKY) isimli bir öykü kitabı daha bulunuyor. (EDEBİYATHABER.NET)


METİN ALTIOK ŞİİR ÖDÜLÜ TOZAN ALKAN’IN...

Kırmızı Yayınları tarafından bu yıl beşincisi düzenlenen Metin Altıok Şiir Ödülü’nün bu yılki sahibi Tozan Alkan oldu.

Doğan Hızlan, Talat Sait Halman, Ülkü Tamer, Hilmi Yavuz, Eray Canberk, Güven Turan ve Ali Cengizkan’dan oluşan seçici kurul, ödülün ‘Toplumun bütün kesimlerine ulaşan duyarlılığını entelektüel birikimiyle dengeli biçimde yansıttığı’ için ‘Sana Şehir Gelecek’ adlı kitabıyla Tozan Alkan’a verilmesini kararlaştırdı.(RADİKAL)



II. TURGUT UYAR ŞİİR ÖDÜLLERİ SONUÇLANDI...

Bencekitap ve BenceSanat tarafından bu yıl ikincisi düzenlenen Turgut Uyar Şiir Ödülleri sahiplerini buldu.

Hami Çağdaş, Gültekin Emre, Ahmet Özer, Abdullah Nefes ve A. Galip’ten oluşan seçici kurul tarafından birinciliği, "Dilsiz Nehir" dosyası ile Zarife Kaya;  ikinciliği “Sabır Masalı" dosyası ile Yelda Karataş;  üçüncülüğü "Aşk Sınaması" dosyası ile Rıfat Eroğlu ve "Deliler Sever Yarasını" dosyası ile Deniz Karanfil kazandılar. (EDEBİYATHABER.NET)


NİKARAGUA’DA FSLN'NİN YAŞAYAN
SON KURUCUSU TOMAS BORGE SONSUZLUĞA GÖÇTÜ...

1 Mayıs arifesinde “Barış-Devrim-Sosyalizm” şiarlarının yükseldiği günlerde yitirdiğimiz Tomas Borge, 45 yıllık Somoza diktatörlüğünü 19 Temmuz 1979’da yıkan Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin (FSLN) hayatta kalan son kurucusuydu. Nikaragua’da 2007’den beri iktidarda olan FSLN yönetiminin sözcüsü ve Devlet Başkanı Daniel Ortega’nın karısı Rosario Murillo, komutanın ölümünü onun FSLN’yi beraber kurduğu arkadaşı Carlos Fonseca Amador için söylediği sözlerle duyurdu: “O hiçbir zaman ölmeyecek olanlardandır.” Nikaragua'da Sandinist yönetim 3 günlük ulusal yas ilan etti.

Karısını gözünün önünde ırzına geçip öldüren Diktatör Somoza’nın Ulusal Muhafızları’nı karşısına dizip “İşte şimdi intikam alma zamanım geldi. Benim intikamım sizin saçınızın teline bile dokunmamak olacak” diyen Komutan Tomas Borge, fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. 40 yıl boyunca Nikaragua'yı yöneten Somoza ailesiyle mücadeleye kendisini adayan Borge, Sandinista hareketinin kurulmasından önce, Küba'da askeri eğitim gördü. Hareket, adını 1930'lardaki Amerikan işgaline karşı savaşan Augusto Cesar Sandino'dan alıyordu.  Nikaragualı milletvekili Jacinto Suarez, Associated Press ajansına yaptığı açıklamada Tomas Borge'yi "ülke tarihinde doğaüstü bir kişilik" diye tanımladı.

 Ülkeden kaçan Somoza kadar şanslı olmayan Ulusal Muhafızlar’dan bir bölümünü sığındıkları binada halkın linç etmesinin önüne geçen de oydu. Kızılhaç yetkilisinin gelip kendisinden yardım istediğini anlatırken şöyle diyordu: “Hayatımda konuşma sanatı açısından yaptığım belki de en iyi konuşmaydı. Öfkeli halkı son bir cümle ile ikna ettim: Biz bu devrimi onların yöntemlerini kullanmak için mi yaptık?”

 ABD’li ünlü sanatçı ve aktivist Joan Baez’e Nikaragua’da gezdirdiği hapishanede Somoza zamanında kaldığı hücreyi göstererek “Buraya sık sık gelirim” diyen Borge, sanatçının “Neden sizi rahatsız eden yere geliyorsunuz?” sorusuna şu yanıtı veriyordu: “Hiç unutmamak için!”

 Aynı zamanda iyi bir şair ve yazar olan Borge, , 1981 Ulusal Şiir Maratonu’ndaki konuşmasında sanata ve şiire bakışını şu sözlerle berraklaştırıyordu:


“Bugünün gerçek şairleri yarını biçimlendirenlerdir. Sanatçılar kelimelerle, sesle, boyalarla geleceğin toplumunun temelini atmaya hizmet eden bir modeli oluştururlar. Sanatçılar rüzgârın oğullarıdırlar. Ölü rüzgârlar vardır, yaşlı rüzgârlar vardır ve bir de yeni rüzgâr vardır. Bugün yeni bir rüzgâr esiyor, başka bir meltem. Bu nedenle sanatçı ne söz oyunları, ne de salt bir renk kombinasyonu yapıyor. O, yaşadığı tarihi anın çocuğudur. Sanatçı bir fıkra anlatıcısı değil, kökleri keşfedendir. Sanatını kitlelerin yaratıcılığından alan devrimci bir sanatçıyı kastediyorum. Devrimin sanatı bir resmin aksettirilmesi değildir, resmin ta kendisidir. O halka gitmez, halktan gelir. Kültür yeni toplum değerlerinin sahnesi olmalıdır. Sanat, yeni insanın oluşmasına hizmet etmiyorsa ne anlamı olabilir ki? Halk tarafından özümlenmeyen şiirin ne anlamı var? Özümlemeden kastettiğimiz, estetik anlamda, estetik hazda bir özümlemedir. Devrimci sanatın asli kaynağı her defasında insan sevgisidir. Sonuç olarak yeni kültür halktan yana bir içeriğe sahip olmalı, halkın hizmetinde ve elit kültüre karşı bir silah olmalıdır.

Yeni kültür gıdasını hayattan ve kitlelerin gerçekliğinden almalıdır. Sanat, şiir, kültür bir bireycinin gerçek üzerine anlatımı olamaz, olmamalıdır. Tam tersine o gerçeğin sanatının kolektif bir anlatımı olmalıdır”


MAHZUNİ ŞERİF,  TÜRKÜ TÜRKÜ
AKMAYA DEVAM EDİYOR…

Pir Sultan’dan Karacaoğlan’a, Nesimi’den Dadaloğlu’na zalime başkaldıran halk şiiri geleneğimizin son büyük ustalarından 17 Mayıs 2002’de yitirdiğimiz Âşık Mahzuni Şerif’i 8. ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz.

Mahzuni, yaşamı boyunca, tüm baskıcılara ve baskılara karşı haklıların sembolü olarak, “Bizim suçumuz şerefimizdir” demesini bildi.

Mahzuni, sazını eline aldığı günden bu yana, her türlü sömürüye karşı mücadelenin içinde birleştirici söz öğelerini kullandı. Âşıklık görevini yerine getirirken, halkın gözü, kulağı olma bilincini öne çıkardı hep.

Mahzuni, bazen durgun bir su, bazen coşkulu akan ırmak, mazlum, mahzun ama yürekli bir Anadolu çocuğu olarak sazının tellerine vurdu mızrabını.

Mahzuni, geri kalmış toplumların yoksul insanlarının yüz yıllardır oluşturduğu hayat felsefesinin içindeki, insanı yokluğa, uyuşukluğa götüren inanç motiflerini teker teker çıkararak, yerine toplumcu hayatın öğelerini koydu, sınıf çelişkilerini işledi:

"Bu koltuğa biraz daha yaslanın
Yeyin, için biraz daha paslanın
Yeryüzünü size veren aslanın
Ne bir mezarı, ne de taşı var"




EDİP CANSEVER ŞİİRLERİYLE HAYATA SOLUK KATIYOR…

Her türlü kümelemenin dışında, biçimde 2. Yeni’yi teğet geçen, içerikte hayat-toplum-birey üçgeninde uzun soluklu şiirleriyle bakışımızı zenginleştiren Edip Cansever’i 28 Mayıs 1986’da 58 yaşında yitirdik.

Edip Cansever hece ölçüsünden sürekli uzak durduğu için, kuşaktaşları gibi şiire heceyle başlayıp sonra serbest şiire geçiş bunalımı yaşamamıştır. İlk şiirlerinde birinci yeniden izler görülse de sonraları imgesiz şiir yazılamayacağını düşünerek bu akıma kendisini kaptırmaz. Cansever şiirinde ayrıntı gücü hemen göze çarpar. Kimi zaman neredeyse nesre yaklaşan şiirleri insanı kendi varoluşuyla yüzleştirir.

Cansever, şiir anlayışını şu sözleriyle somutlar: "Bireyi toplum içinde somut olarak görünür duruma getirmek, giderek daha da derinlerine inerek, onun içsel dramını kurcalamak çabasındayım" Edip Cansever' in gerçek şiir serüveninin ilk ürünü olan "Dirlik Düzenlik", yer yer "Garip" şiirinin etkisini taşısa da daha sonra "İkinci Yeni" akımının şairleri arasında anılmasına neden olacak kimi özelliklerin de ilk ipuçlarını verir. Bir yandan da, alaycı bir söylem ve üstten bir bakışla zengin-yoksul ikilemini "Garip" şiiri yedeğinde işlerken, öte yandan sonraki yıllarda Cansever şiirinin vazgeçilmez öğeleri arasında yer alacak bireysel temalara yönelir. Söz konusu kitapta, şiirini toplumun sorunlarına açmak çabasında olan Cansever, ilk kitabındaki yüzeysellikten arınarak öze ve anlatıma ağırlık veren bir üslup edinme çabası içinde olmuştur.  Hemen bir yıl sonra 1966' da yayımlanan "Çağrılmayan Yakup", anlatımcı (öykülemeci) şiirlerin ağır bastığı bir kitaptır. Şiirini, bir yandan yükselen toplumsal muhalefetin konu ve sorunlarına açan Cansever' in, imgeden görece uzaklaşarak şiirini "anlatım"a yaslaması, dönemin sosyal ve siyasal hareketliliği düşünüldüğünde kaçınılmazdır. Ama şiirinin asli ve değişmez eksenin yer verdiği "ben" ya da "birey" olgusu, Cansever şiirini özgün biçimde bir yerde tutar. Cansever, başkaldırının içerisinde yer alan, başkaldırı sonrasında gerçekleşecek dönüşümleri tutkuyla özleyen ve başkaldırı ruhundan beslenen bir bireyin şiirini yazar. Bu iç içelik nedeniyledir ki, "Çağrılmayan Yakup"tan dört yıl sonra yayımlayacağı, "Kirli Ağustos"ta, 1970 öncesi sol siyasi eylemlerin etkilerini, söz konusu eylemlerin içinde düşünsel ve duygusal varlığıyla yer almış birinin penceresinden yansıtır. Yine dört yıl sonra, 1972’te yayımlanan kitabı, "Sonrası Kalır" ise 12 Mart döneminde toplumsal planda yaşanan acıların ve etkisi 1980'li yıllara kadar uzanacak bir yenilginin ağıtlarıyla yüklüdür ve Cansever, "içerden" biri olarak, yapılan yanlışı sorgulamaya girişir.

Birer yıl arayla yayımlanan "Ben Ruhi Bey Nasılım" ve "Sevda İle Sevgi" adlı kitaplarında Cansever, toplumla birlikte bireyi de kıskacına almış bir karabasandan kurtulmaya çalışır gibidir. Bir yandan, duygu dünyasının olabilecek en uç boyutlarına doğru engel tanımayan bir yolculuk başlatırken, öte yandan bilinçaltının kıyı bucağında gizlenmiş ne var ne yoksa hiç çekinmeden şiirine taşır. "Ben Ruhi Bey Nasılım"la ilk kez "Tragedyalar"da denemiş olduğu "dramatik şiir" kalıplarını yeniden kurarak varoluşçuluk ve nihilizmden izler taşıyan şiir anlayışının doruğuna çıkar. Şiir dili ve imge kullanımındaki arayışlardan vazgeçmiş gibidir; özellikle "Yerçekimli Karanfil"den başlayıp "Sonrası Kalır"a kadar hiç durmaksızın geliştirdiği şiir tekniklerini daha işleyip derinleştirerek "Edip Cansever Sesi"ne ulaşır.

KORO BAŞI

Daha bir süre böyle
Silahlar eleştirecek sizi belki de
İşte siz
toplayıp susacaksınız içinizdeki ölüleri
Bakmadan geçeceksiniz o duvar diplerine
Gözleriniz olacak, yüzünüz, elleriniz
Ne korku, ne kin, ne de yenilme
Ve asıl günleriniz olacak, günleriniz
Duyup da bilmediğiniz, bilip de tatmadığınız
Dünyanın tekdüzenli renginde.

EDİP CANSEVER


JOSE MARTİ KAVGAMIZDA DİNMEYEN SESTİR…


Küba Kurtuluş Savaşının öncülerinden Şair Jose Marti’yi ölümünün 113. yıldönümünde anıyoruz. 42 yaşında ölen Jose Marti, kısa süren ömrü boyunca, birkaç siyasal kitapçıkla incecik şiir kitapları yayımladı:  Abdala (manzum dram) 1869′da, İsmaelillo (Mahvolan Dostluk, otobiyografik roman) 1882′de, Versos sencillos (Basit Şiirler) 1891′de ve Versos libres (Özgür Şiirler) 1913′te ölümünden sonra basıldı.

19 Mayıs 1895’de daha bağımsızlık savaşının en başında girdiği çatışmada böyle ölür, böyle ölünebilecek bir yaşam anlayışını devrimcilere miras bırakarak.


AYNI YALINLIKLA ÖLMEK İSTERİM

Aynı yalınlıkla ölmek isterim
Kırda bir çiçek gibi, sakin, gösterişsiz.
Mum yerine yıldızlar parlasın üstümde
Yeryüzü uzansın altımda sessiz.

Ben aydınlık ve özgürlük delisiyim
Varsın hainleri gizlesinler soğuk bir taş altında
Dürüstçe yaşadım ben, karşılığında
Yüzüm doğan güneşe dönük öleceğim.

JOSE MARTİ / Çev.Ataol Behramoğlu


NURHAK’TA UMUDA TIRMANANLARI UNUTMADIK! UNUTTURMAYACAĞIZ!…

Ocak 1971’de Malatya’nın Akçadağ civarındaki dağlık bölgeye yerleşerek eğitim çalışmasına başlayan 20 kişilik THKO grubunu Sinan Cemgil komuta ediyordu. Mayıs ayının son günlerinde biten eğitimden sonra keşif gezileri yapılmaya başlandı. 31 Mayıs günü muhtarın ihbarı sonucu keşif kolu jandarma tarafından kuşatılınca çatışma çıktı. Çatışma sonucunda THKO önderlerinden Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alparslan Özdoğan yaşamını kaybetti, Mustafa Yalçıner ile Hacı Tonak yaralandı.

Sinan Cemgil’in annesi, oğlunun cenazesini almaya geldiğinde, onları “eşkıya” diye nitelendiren köylülere şöyle seslenmişti: “Bu oğlum Sinan... Bunlar da onun arkadaşları (Kadir ve Alpaslan) , kardeşleri.... Onlar da oğullarım... Bu çocuklar, bu oğullar; bu ülkeyi, halkı, sizleri sevdiler. Başka bir istekleri yoktu. Her biri birer dehaydı. Her biri üstün zekâlı birer güzel insandı. Dileselerdi, düzenin adamları olsalardı, şimdi burada cansız yatmazlardı. Birer milyoner olurlardı. Ama onlar, halkı, sizleri sevdiler. Sizin sorunlarınızı omuzladılar. Size yalan söylüyorlar. Onlar eşkiya değildi”

Sinan Cemgil ve arkadaşları, sosyalizm kavgamızda bizlere göz kırpan birer kızıl yıldızdır şimdi!...
           
“Zincire, kelepçeye, kurşuna teşne bilekler,
İsyanın türküsünü söylettiler destanlaşan mavzerlerine…
Mavzerin namlusundan doğacak bir güneşin özlemi
yansıyordu gözlerine…

Güz vurdu ışıklı yüzlerinize
Esti yüreklerinizde kahrın kara yelleri
Başınıza üşüştü cehennem zebanileri
güneşe gölge düştü!”

A. Z. ÇAMUR


İBRAHİM KAYPAKKAYA KAVGAMIZA IŞIK TUTUYOR…

1973 yılının Ocak ayı sonunda, Dersim'de, -Vartinik Köyünün Mirik Mezrası'nda- devletin kolluk güçleriyle çıkan çatışmada arkadaşı Ali Haydar Yıldız düşerken, boynundan yara alan İbrahim Kaypakkaya, daha sonra bir ihbar üzerine tutsak edildi.. Her türlü işkencelere direnen İbrahim Yoldaş’tan sır alınamayacağını gören Faşist katiller dört ay süren yoğun işkenceler sonucu konuşmayacağına emin olduktan sonra, İbrahim'i, 17 Mayıs'ı 18 Mayıs'a bağlayan gece kurşunlayarak katlettiler. 

O, katledildiğinde henüz 24 yaşındaydı. Ama İbrahim Kaypakkaya'nın önemli bir önder olmasını sağlayan esas şey, ne onun gençliği ne de işkencede ser verip sır vermemesiydi... İbrahim'i, döneminin tüm devrimci önderlerinden ayıran temel farklılık, Türkiye üzerine hazırladığı tezler ve yaptığı incelemelerle yeni ve özgün, o dönem ilk kez ağza alınan strateji ve saptamalar bırakmasıdır.   20 yaşında, Çorum ili sosyal sınıflar ve ekonomik yapıları üzerine inceleme hazırladı.  O döneme dek sola yapışık gezen "kemalizm"in karşı devrimci konumunu saptayıp “sol” üzerinden fiskeleyip atan ilk devrimcidir Kaypakkaya... Ve 24 yaşında, Kürtlerin kaderlerini tayin hakkını ortaya koyan ve onların dilerlerse ayrılma haklarını kabul edip açıkça dillendirebilen ilk Türk sosyalistidir... Gene 24 yaşında, Türkiye koşullarına uygun ilk devrimci analizi yazan kişidir... Kaypakkaya, diğer devrimci önderlerden de öte Türkiye Solu'nun namusudur! Birçok konuda hâlâ bugün Türkiye'nin devrimci yapısına Kaypakkaya’nın tespitleriyle doğru bakabiliyoruz. Son 40 yıl içinde Türkiye solu'nda onun kadar özgün ve geniş perspektifli önder ne yazık ki çıkmadı.

ÖLEN YOLDAŞLAR İÇİN

Siz ki canınızı verdiniz halkımız için
Siz ki her şeyinizi verdiniz bu kavga uğruna
Göğsümüzde onurla dalgalanan
Kavganın bayrağına siz ki al rengini verdiniz
Ey, ölümsüz halkımız için toprağa düşenlerimiz
Ey, yüce oğulları halkımızın
Gururla ve sabırla dinlenin şimdi
Kavganızı sürdürüyor yoldaşlarınız…

İBRAHİM KAYPAKKAYA




NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati

YAVUZ AKÖZEL: Ördekli Park



ÖRDEKLİ PARK




Aşağı-yukarı her gün kasabamızın Ördekli Parkına yürüyüş yaparım. Aslında bu parkın adı “Kurpark”tır.

İçindeki küçücük gölcükte kırkı aşkın ördek yüzdüğü için bu adı ben verdim. Ördekler, bir insan geldiğini gördüklerinde sürü halinde gaklıya guklıya, pati pati koşuşmaya başlarlar. Çünkü gelenler elleri —yasak olmasına karşın— boş gelmez, genellikle ekmek getirirler. Ördeklerin en çok sevdiği yem de ekmek olsa gerek; çünkü birkaç kez elma, kuş yemi verdim de pek iştahsız, lütfen kabilinden yediler. Hatta bazıları yemeden tornistan geri dönüp kendilerini suya atıp sessizce uzaklaştı. Ama ekmek götürüp de sunduğumda bir kızılca-kıyamet kopuyor ki sormayın gitsin.

Ekmeği kapabilmek için aralarında dişe diş bir savaşım yürütüyorlar. Birbirlerini gagalamalar, rest çekmeler, nerdeyse cinayet çıkacak! Olaylı ziyafetleri biter bitmez de bu kez serçelere sıra geliyor. Ördeklerin gagalayamadıkları, es geçtikleri küçük kırıntıları da bu kez serçeler tin tin yürüyüp hoplayarak iştahla yemeye başlıyorlar. Ama ördekler gibi aç gözlülükle ve birbirlerine saldırarak değil, oldukça sakin ve nezaket kurallarına uyarak yapıyorlar bunu. Ve sonra pırrr… Birbiri ardı sıra, herhangi bir yerden komut, sinyal gelmiş gibi uçup gidiyorlar.

Gölcüğün dört yanı bodur çam, söğüt, çınar, fındık ağaçları; birbirine karışmış yabani gül ve böğürtlen kümeleriyle çevrili. Ağaç diplerinde ise oturacak kanepeler var. Çocuklarını gezdiren aileler ile kadınlı-erkekli yaşlılar en çok buraya uğrayanlar arasında.

Sürekli oturduğum iki kanepe vardır. Yağmurlu günlerde oturduğum kanepe yaprakları oldukça geniş ve sık tam bir şemsiye görevini üstlenmiş genç bir çınar ağacının dibindeki kanepe. Yağmur istediği kadar yağsın ıslanmazsın ve yağmurun göle düşen taneleri, çıkardığı şıkırtı, ördeklerin görünümü adeta büyüler beni. Yağmurun dinmesini istemem.

Memleketimden binlerce kilometre uzakta, Almanya’nın bir ücra kur kasabasında… Aklımdan neler geçmez ki?.. Yalnızlığım, bir zamanlar bir karımın, oğlumun olduğu… Yani yalnız olmadığım, Türkiyeli komşularım… Oturduğum ikinci kanepe yaprakları küçük, cılız bir ağacın dibinde güneşi iyice alan bir yer. Anlayacağınız gibi yağmurlu olmayan günlerde bu kanepede oturmayı tercih ediyorum.

Parkın sakin günlerinde oturmamın bir bölümünü kitap okuyarak geçirir, bir bölümünde de ördekleri, konup-uçuşan değişik ve rengârenk kuşları hayranlıkla gözlerim. Bu kuşları tanımadığım için, adlarını, cinslerini bilmediğim için hayıflanırım. Bildiğim birkaç tanesi var canım… Güvercin, serçe cinsi kuşlar, sığırcık, karabatak… Bir de beyaz, narin ve uzun ayaklı, uzun boyunlu, uzun gagalı bir kuş: Balıkçıl! Her halde o da bu küçük gölümüzde balık avlamaya gelir. Hoş hiç balık avlarken falan görmedim ya! Gelip biraz dinlenir, bir-iki tur atar sonra da çekip gider. Hayran hayran kanat çırpışını, havada süzülüşünü izlerim.

Tabii burada tanıştığım değişik milliyetlerden arkadaşlarım da yok değil. Rusya’dan gelmiş Rus Almanları, Ermenistanlılar(Harut, Türkçe biliyor), Somali, Etyopya, Kenya, İtalya(Sardinen), Makedonyalılar.(Şenol –Mak. Çingenesi, Türkçe biliyor)

Rus Almanları içerisinde en çok sohbetinden haz duyduğum hep akü’lü bisikletiyle övünüp gurur duyan yetmişlik Alex’tir. Sibirya’nın Omsk kenti çevresindeki kırsal alandan gelmiş. Hani Türkiye’ye gelen Balkan göçmenleri nasıl kendilerine özgü kırık bir Türkçe konuşuyorlarsa Alex de işte öyle kırık bir Almanca konuşuyor. Göçmen Almancası anlayacağınız. Tabii en çok konuştuğumuz konu da Rusya’nın Sosyalist dönemi, yani Sovyetler Birliği üzerine.

Alex, bisikletinin arka oturağından sallanan heybesinden çıkardığı ekmek artıklarını ufak parçalara bölerek etrafımızı sarmış, gözleri dönmüş ördekçiklere atarken, bir yandan da Sibirya’da bıraktığı ördeklerini, kazlarını, kedi ve köpeğini özlemle anlatır:

“Her şey çok müthişti… Doğa harika ve cömertti. Yaban hayvanları ile iç içelik günlük yaşamımızın bir parçasıydı adeta… Rengârenk bir doğa âlemini, rengârenk aldatmacalı bir sentetik dünyaya yeğ tutmak ne kadar büyük aptallık!

Duvar yıkılmadan her şey çok güzeldi. Ama orada biz hep Almanya’yı kendi vatanımız olarak gördüğümüzden gerçeklere hâliyle gözlerimiz kapalıydı, kulaklarımız ise sağır! Almanya ne verdi bize? Bana hiçbir şey! Üstelik özgürlüğümü elimden aldı. Tutsak gibiymişim gibi duyumsuyorum kendimi ve soluk almakta güçlük çekiyorum. Dört yanımın katı kuralların duvarlarıyla çekilmiş olduğunu görüyorum. Ah, diyorum kendi kendime... Ben ne yaptım? Ve biz ne yaptık böyle? Sibirya’nın o eşsiz durgun gecelerinde gelecek kaygısı olmadan oturup sohbetler yaparken ve Avrupa’yı övüp göklere çıkarır, kendi yaşantımıza naletler yağdırırken ne kadar kör ve sağır olduğumuzu şimdi körlükten kurtulmuş gözlerimle görüyor, pası açılmış kulaklarımla da artık duyuyorum…”

Alex’in ördeklere vereceği ekmeği kalmayınca gelip yanıma oturur ve ellerini dizlerime şaplatarak “İşte böyle kamarat”[1] deyip gülümserdi. Saçları ağarmış, avurtları çökmüş ve saydamlığını giderek yitirmiş mavi gözlerinde derin bir yorgunluk okunan Alex’in bu hâlleri bana dokunur, gözlerimi yumarak onun Sibirya’daki küçük bir çiftlik yaşantısını canlandırmaya çalışırdım… Akan bir derede yüzen ördekler, koşuşan küçük Alex ve kız kardeşi… Kediler, köpekler, kazlar, domuzlar... Uçuşan rengârenk kuşlar, çam ormanlarından boşalan gizemli bir uğultu… Bacası tüten bir çiftlik evi...

Akşam ormanların ardından inip de gün geceye döndüğünde şöminesinde çam kütüklerinin yandığı geniş bir ahşap salonun tam ortasında uzun sarı saçları iki yandan örgü olmuş Alex’in annesi akşam sofrasını yanık bir “Heimat “(memleket)ezgisini mırıldanarak hazırlıyor.

—Peki ya annen baban? Diye soruyorum.
—Orda kaldılar… Yani mezarları evimizin hemen yanı başında… Şimdi yaban otları sarmıştır üzerini. Düşünüyorum da bu beni çok üzüyor… Geceleri düşüme bile girdiği oluyor… Sararmış yapraklar mezarların üzerini kaplamış, çalılar, dikenli kuru otlar gömütleri görünmez duruma getirmiş öyle ki, haçlar zorlukla seçiliyor. Sonra bazen annem, bazen de babam ağlamaklı ve derinlerden iniltilerle kopup gelen bir sesle bana sitem ediyorlar...  ‘Bizi buralarda yalnız bırakıp gittin’ diye. Çok üzülüyorum, ağladığım oluyor.
—Eviniz,eşyalarınız?
—Ev bize aitti. Yani mülkümüzdü… Çok ucuz bir fiyata eşyaları ile birlikte Ruslara sattık. Aslında mezarlarımıza bakacaklarına söz vermişlerdi... İnsanoğlu… Artık verdiği sözünde durmuyor… Sosyalizm bozulduğundan beri gerçek insan çok az kaldı, parmakla sayılacak kadar az. Kişisel çıkarlar her şeyin önüne geçti. İnsanların ruhu zengin olabilmek hırsıyla kirlendi. O eski, kutsal saydığımız komşuluk ilişkileri, birliktelik, imece gibi insanî şeyler yok oldu. Onun için mezarlarımıza bakacaklarına inanmak istiyorum ama bir türlü inanamıyorum…
—Git, doğduğun, büyüdüğün ve özlemini çektiğin o yerleri bir kez daha gör, annenin, babanın mezarını ziyaret et, kendi ellerinle yaban otlarından arındır, bakımını yap!
—Güzel söylüyorsun da hangi parayla? Bana bağlanılan aylıkla ayı zor getiriyorum. İki oğlum ve bir kızım var. Aldıkları paranın yarısını ev kredisine ödüyorlar, zar-zor geçiniyorlar. Durum böyle olunca onlardan bir şey istemek veya bir şeyler ummak olur mu? Almanya’da kendimi aynı senin gibi bir yabancı olarak görüyorum. Dünyamız çok küçüldü… Yoldaşsız, dostsuz, komşusuz… Bir tek çocuklarım ve torunlarım var; işte, hepsi de bu kadar! Bu insan yığınağında insansız olarak var olup yaşamak! Sadece kendi çocukların ve torunlarından oluşan hain bir dünya!
—Ne kadar emekli aldığınızı sorabilir miyim?
—Elbette kamarat! Bağladıkları 700 euro! Bunun 370 eurosunu ev kirası, elektrik, su, kalorifer, çöp parası olarak hesaplamak gerekiyor… Geriye kalan para ile tam bir ay!?

Göl, güneşin kırılan ışınlarını yansıtırken bazen ağaçların rengine —yeşile—dönüşüyor, bazen de hafif bir rüzgârın esmesiyle birlik kıpır kıpır hareketlenip mavileşiveriyor… Alabalık ve sazan balıkları da ara sıra suyun üstüne sıçrayarak yaşamın sevinç ve ahenkliliğini fısıldıyorlar.

Gölün kenarına gelen çocuk arabalı, peşlerine kızlı-oğlanlı çocuklarını takmış bayanlar, genellikle ördeklere ekmek atarak çocuklarının sevinmesini ve mutluluktan sekiz köşe olmalarını sağlarlar. Yaşlılar ise boş buldukları kanepelere oturarak sessizce, hem gölden kopup gelen temiz havayı, bol oksijeni içlerine doyasıya çeker, hem de özenle genç anneleri, bağrışıp koşuşan çocukları gözlerler.

Çoğunlukla bu ‘eski ve yeni yurt [2]‘ sohbetlerine, Kazakistan’ın Schakhtinsk kentinden gelmiş Aleksandre Sascha ile Ermenistan’ın ikinci büyük kenti Vanadzor(Wanadsor)dan 1992 sonrası gelmiş ”Lohmanyan Harutyun“ da Almanca ve Rusça’yı birbirine karıştırarak katılırlar. Konuşmalarını sık sık keserek Rusça değil de Almanca konuşmaları gerektiği ikazında bulunarak sarı ve kırmızı kart gösteriyorum gülüşmeler arasında…

Sascha, Sosyalist dönemin Kazakistan’ından hiç memnun olmadığını, çok acılar çektiklerini, şimdiki yaşantısının sosyalist dönemin Kazakistan’ından kat kat iyi olduğunu vurguluyor.  Harutyun “Hayır” diyor… Rusça atışıyorlar! Sarı kart gösteriyorum, Almanca devam ediyorlar:

Harutyun:
—Eh… Tabii sen kömür ocaklarında yerin bilmem kaç yüz metre dibinde çalışıyordun. Yaşantın biraz zordu diyebiliriz. Ama karşılığında bizden çok fazla rubli alıyordun. Şimdi bak bakalım Almanya’daki kömür işletmeciliğine...

Özel şirketler en aşağılık yöntemlerle ve en düşük ücretlerle işçiyi tam anlamıyla sömürüyorlar… O eski sendikal haklar, erken emekli olma ayrıcalıkları, yan primler falan artık yok. Aracı –taşeron- firmalardan kiralanan işçilerle durumu en kârlı bir şekilde yürütüyorlar. Yani Kazakistan’da durum böyle miydi?

Sascha:
—Ben onu bunu bilmem… Artık emekliyim ve kömürü mömürü unuttum gitti. Almanya bolluk. Yok diye bir şey yok! İşsizlik var ama ona göre de yardım kuruluşları var… Kimse aç-susuz değil! Caritas[3] var, Kilise var, sozialamt[4] var. Var da var.

Harutyun, Sascha’nın konuşması karşısında sanki kendisine hakaret ediliyormuş gibi kıpkırmızı kesildi. Tez canlı, çabuk alınan ve sinirlenen bir tip olduğu için de onu sakinleştirmek görevi bana düştü.

—Gel şöyle otur Harutyun! Herkes kendi düşüncesini elbette ki söyleyecek! Kimisi bu düzenden, kimisi öbür düzenden hoşnut kalmıştır. Nihayet, her ne olursa olsun burası yine de bir gurbet! Senin için de, benim için de Alex için de, Sascha için de bir gurbet. Hep hor görüldüğümüz ve görüleceğimiz, hep dışlandığımız ve dışlanacağımız, bundan dolayı da ruhumuzun Almanlaşamayacağı bir gurbet burası.

Harutyun’un içi doluymuş boşaldı:

—Böyle şeylere kızıyorum! Bir arabaya, iki elektronik eşyaya ve iki paket çikolataya tav oluveriyor bazıları! Gözlerini yumup da asıl insanı mutlu eden, yaşamını anlamlaştıran şeylerin neler olduğunu geçmişini yeniden düşleyip de yargılayamıyorlar! Güzel şeylerin Sosyalizmde kaldığını bildikleri halde işte böyle haince konuşabiliyorlar!

Harutyun... Yetmiş yaşını aşmış, bembeyaz hafif dalgalı saçları yana doğru özenle taranmış. Sürekli hareket halinde olduğu ve yediğine, içtiğine dikkat ettiği için de hâlâ dinç ve atletik… Dört dil konuşuyor. Rusça, Ermenice, Türkçe, Almanca. Ermenistan’da, sosyalizm döneminde makine mühendisi olarak çalışmış. Konuşmasını sürdürüyor:

—Stalin sonrası sosyalizm giderek çözülmeye başladı. Kruşçev dönemi kötü bir dönemdi, Brejnev gelince biraz düzeldi, sonra Andropov… O dönem de iyiydi… Ama 1 yıl Komünist Parti genel sekreterliğini yapabildi, öldü. Gorbaçov döneminde sosyalizm artık tamamen bitmiş, rezil ve utanılacak şeyler olmaya başlamıştı. Yani nasıl anlatsam... Mafya, rüşvet, kaçakçılık, aklınıza ne kadar kötü şey geliyorsa tümü… Fuhuş, kumar, devletin zenginliklerini yağmalama, işsizlik, haksızlık, açlık... Toplumda kitlesel olarak kişilik bozulması…

Bu çok önemli bir şey… İnsanlar insan olmaktan çıkıyorlar böylece… Her koyunun kendi bacağından asıldığı dönemi başlıyor. Herkes kendi başının çaresine bakmak zorunda… Acımasız bir savaş meydanında aniden buluyorsunuz kendinizi. Ölmemek için öldürmek zorundasınız. Başkalarının cesedinin üzerine basarak yükselmek zorundasınız. Sosyalizm döneminde 120 ruble(Rubli, rubel)kazanıyordum. Bir o kadar da hanımım kazanıyordu. Şöyle ufak bir hesaplama yapmak istiyorum bugünkü Almanya ile kıyaslamak için. Ekmek 20 kopek, Et 2 ruble, şeker 90 kopek, votka,3,5 ruble… Ev bedava… Elektrik-su parası ayda 3,5 ruble kadar… Taşımacılık inanılmayacak kadar mükemmel ve ucuz… Belediye otobüsü şehir içi 5 kopek, Moskova metrosunda trene bin, tüm şehri gez, 5 kopek! Erivan-Moskova arası tam 2.500 km ve uçak 40 rubleye, tren ise 28 rubleye götürüyor!

Her yıl yaz aylarında senelik iznimizi geçirmek üzere bir aylığına Karadeniz’e Sochi’ye trenle giderdik. Tam 800 km. Ücreti 10 ruble, gece yatmak 1 ruble, yemek de 1 ruble…

Şimdi Almanya’da elimize geçen parayla bırakınız 400 km uzaktaki kuzey denizine gitmeyi, yakınımızdaki şehre bile gitmeye neredeyse gücümüz yetmiyor. Olduğumuz yer ile Marburg arası 25 km ama taşıma ücreti bir gidiş 4 euro. 4 euro da dönüş için… Etti 8 euro… Gidebilirsen git bakayım!

Harutyun daha çooook anlatacaktı… Hepimizi susturmuş, ağzının içine bakar olmuştuk… “Gerisini bir başka zaman, daha gerisini de yine başka zamanın başka zamanında anlatırsın” dedim ve anlattıklarını yazacağıma ilişkin de söz verdim. İşte sözümde duruyor ve yazıyorum!

Harutyun’un öyküsü aslında henüz yeni başladı. Yazmaya değer bir yaşam serüveninin olduğu düşüncesindeyim.

Ördekli parkta biz yaşlılar neredeyse akşamı etmiştik. Güneş hâlâ batı istikametinden tüm görkemiyle gülümsüyor, karınları iyice doymuş olan ördeklerin kimileri çimenlerin üzerinde uyukluyor, kimileri de gölün bu akşam zamanının tadını çıkarırcasına yüzüyorlardı.

Bir kırlangıç suya pike yaptı, suya değdim-değecek, alacağını alıp hızla yükseldi. Ardı sıra bir diğer kırlangıç aynı şeyi yineledi...

Park giderek daha da kalabalıklaştı. Bir kaç kişi de oltalarını göle atıp, getirdikleri seyyar sandalyelere de oturarak balık yakalamaya başladılar.

Eve doğru yürümeye başladığımda her akşam olduğu gibi yine içimi bir acı ve hüzün kapladı.

Gurbette yaşam zor!

YAVUZ AKÖZEL
11.05.2012,Bad Endbach

NOTLAR:
[1] Kamarad (Kame’rad)Almanca:Dost,arkadaş
[2] Eski yurt:Rusya,Yeni Yurt :Almanya
[3] Caritas: Katolik kilisesinin himayesinde muhtaç insanlara yardımda bulunan bir organizasyon.
[4] Sozialamt: Sosyal işlerle ilgili geniş bir alanda faaliyet gösteren devlet organı. Muhtaç olanlara para, ev, eşya, yiyecek, giyecek vb. ’Sosyal hilfe’(sosyal yardım) adı altında sunmaktadır. 

ADNAN DURMAZ:Yana Yana



YANA YANA

ADNAN DURMAZ

yazının yüzüne yanan
çoban ateşi hayat
yazgısı ıssızlarda
taş olmuş sabrı
yalnızca bakar görmez
Olimpos’tan atılmış
dilenir köşe bucak
kör bir tanrı

sarı bir çığlıktır uzar
yaşamak
kara yazgı
kül
rüzgâr
düş
sanrı

bacası tütünsüz
taşı göğermez
bekleyiş sonsuz figan
ademden eski yaşı
dededen toruna
kaç ömrü sarar
yağmalar
iflah etmez
omzu umudun
bekleyiş yanırı

uçurumlar zirvesinde
solumak
mücrim yara
kandan kına kara kara
hep zulum saltanatlar
dar dünyanın ta dibinde
yazgısı kanayak halklar
söylesin bilen varsa
bizi kim ayakta tutar
sevdadan başka
bizi kim yıkar

kıyametler birikir her ah
saraylar yerle bir olur
bülbül ahın tutar bir gün
gül dikenden hesap sorar

bulutlar devşirirdi
koca gürgen ormanı halk
akıl almaz tahammül ey
bunda bir aşk var

sökülmüş kapıları
camları kırık
tavanı yıkılmış hayat
yağmurlar çile yağar
ey sevdayı acıya yaşıt kılan gül
kaç cehennem
ve hangi nar
kızarttı kanatarak
şu yar goncası memeni
biz acıdan yoldaşız
öfkemiz kardeş
her gönül
kendi gözyaşlarından akar

bir kadim çileydi
paslı karanlık
zincir sesleri
katledilmiş şarkılar
saçılmış sokaklara
zulum ki
her ömre
kendi çıkmazlarından kilitler vuran
kaç adem görmüş geçirmiş
hala ayakta
böyle kara suskularda
taş altında kurbağalar gibi
yaşamak rezaletti
dişlerini sıka sıka
kara yazgı bırakarak dededen toruna
yaşamak
mezelletti
esaretti
illetti

bu cehennem sultasında
iki acının buluşmasıydı aşk
iki yalnızlığın
sarılıp
ağlaşmasıydı
ıssızlığın ortasında
iki kerpiç evin
dayanmasıydı

iki dalda gül olmaktı
iki yeşil dal olmaktı yaprak yaprak
kesilmekti en körpecik yerinden
kurumaktı ıssızlarda
iki kuru dal olmaktı aşk
yanmaktı
ayrılık ateşinde
yana yana kül olmaktı
kül olup da bir olmaktı aşk
kül olup da savrulmaktı

yurtsuz bir bulut sonsuzda
gidecek yer bulamaz da
sancıdan kıvranır durur
menzili yitik olana
gece kara
gün kara
sonsuzda bir bulutun deli düşü aşk
her akşam kanamakta
her sabah kanamakta
kanaya kanaya bir vatan aramakta

bülbül ahın tutmuş
gül kızıl yanar
bağrımda hançer kesildin ey yar
düğüm düğüm boğazıma tıkanan efkâr
hayat mı ahu zar
ölüm mü firar
ağlasam
bağırsam
ateş kussam öfkeden
beni kim duyar
bu çile harmanında
yana yana aşktan başka
bizi kim ayakta tutar

gül de bir gün
kül kesilir
savrulur
hayat beni sana vurdu
yarana kurban olayım
bilirsin bu zulüm devranlarında
her aşk biraz öksüz doğar
nasıl olsa acı yoldaş kalbime
sen kanama
ben kanayım
yanayım
hicran olayım

çağırdım bir ömür sana
zay oldu yıllar
duymadın
yüreğinden sakatladı
aşk satılan kaldırımlar
ömrüme kırk düğüm oldu
deli yollar deli yollar
aşkım yara vurdum hayata
sarmadın
yağmur damlandım sonsuzda
rüzgarlarda kum zerrendim
savruldum karanlıkta
elsiz kolsuz çarpa çarpa
yandım ey yar
görmedin


ADNAN DURMAZ

AZİZ KEMAL HIZIROĞLU: Emek Kayalarında Bir Kızılderili: Güngör Gençay— BEKİR KOÇAK: Rengin Yüreğime Düştü



EMEK KAYALARINDA BİR KIZILDERİLİ:
GÜNGÖR GENÇAY



soyundu kağıttan giysilerini
kırık bir çekmeceye, ters çevrilmiş zarfa
üç nokta yan yana döktü de gitti
biraz konuştuk çokça içlendik

emekçi kabilelere akıttı zamanını
masalsız çocuklara, yaralı umutlara
ömrünü kitaplara verdi de gitti
biraz okuduk çokça kitlendik

varsıl sahafları soktu yorgun usuna
yabani çiçekleri, kalemuçlu çığlığı
çıkınındaki acıları örttü de gitti
biraz fark ettik çokça görmedik

kaya mezarlarında ölümsüz reis şimdi
sömürgen pusulara siper kızılderili ruhu
kınına sokulmaz direnci gösterdi gitti
biraz uğurladık çokça özledik


AZİZ KEMAL HIZIROĞLU




RENGİN YÜREĞİME DÜŞTÜ




seni ağaçlardan dinledim mayıs, çiçeklerden
rengin yüreğime düştü
en çok sevdiğim sözcük
yürek dedimi doluyor boşluk
çocuklar kanatlanıyor
toprağı suyu gibi şiirin
anne sıcaklığı çoğuncası
dili tutuluyor kederlerin
ne varsa öz
ateş gibi tanrısal
su gibi aziz

seni bollukta tanıdım mayıs
canlılığında doğanın
gürül gürül umut gencecik
insan eli değmişse ki değmiş
ölüme biçimlenmiş
o yüzden darağacı
o yüzden biraz zindan

öfkesiz akşamlara sakladım öykünü
kapı kapı dolaştı itirazın
vicdan karanlığı kırıp geçti dalları
git diyorsun da gidemem
dağarcığım dolu sevinç
sözcükler bin bir heves
işler sevgileri pusulardan uzak

bu ayda sağılacak yaralar
anlaşıldı şimdi gülümsemendeki ısrar
kuş konduracaksın acılarına
kanat olup yarınlara
belli mayıslara varacaksın
merak etme çözüldü kördüğüm
bırak gözyaşların aksın
saçların ot kokusu
sabrın dillere düşmüş hayat
yaşından büyük bilgeliğin
geçmişi geleceği herkese anlat


BEKİR KOÇAK

İRFAN SARİ: Sesin Çakışı



SESİN ÇAKIŞI




sesinin ırmağında dinliyorum dünyayı
çünkü önce gırtlağının sahibi
dolaştı bedenimin yataklarını

uçsam kollarından türkülerin evine
dolaşsam
ve kalbinin dam kapağı memenden yani
uyansan şehvet isi tutan bir gecenin yarısına
çatlasa dudakların iç çeken duruşları
ve bir yol aralansa
sesin yine tılsımıyla akıverse, aks çarpması

ve sesinin fotoğrafını
ırmakların, akarsuların ve derelerin ellerine verdim
deniz oldular.
her ırmağın senfonisi
her akarsuyun hicranı
her derenin türküsü
deniz yüreğimin geciken parçası

gülümsüyorum…
içimde ki kıyamet ilk defa gördüğü düşü anımsadı
ne celladın uzadıkça uzayan boyunda akrep
nede akrebin zehrinden can veren bir ölüyüm ben

ölüyorum…
içimde beşinci mevsimden bir tufan
sessizlik uğultusu

az daha sesinin hükmünü
bu uzayan gecelerin kederi çekilmiyor.

eğ biraz daha,
nefesinden bulutları taşı
biraz sonra selleri ezberler bu vakitler
aşk dem yaprağıdır
inleyen şarkıların tutkusundan
çal benim için.



İRFAN SARİ

MEHMET GİRGİN: Kırgın—AHMET TAHSİN: Nasıl da Sevdim Seni Yakarken Dağdakileri Ateş



KIRGIN




Klişeleşmesi başlangıçların
Ve uçması kırlangıçların

Alıç ağacı vatanıdır özlemin
Kükreyen nehirlerin çocukluğudur


Doğum ve ölüm öksüzdür
Köksüzlüktür bu budala bakışlarda

Beni alın, şah’a verin
Ya da sultanın şakası olayım 

Uyuz uydusu olayım martıların
Mart kapıma gelsin, kazma ve küreğime 

Ömrüm kargaya ve kırgına uzansın
Çalı ve çırpıdan utanan çocuklara 

Ev kuralım, tozundan gülücüklerin
Kimse kırılmasın kimsesizlikten 

Budalayım ben, ne bulsam
Sana yazıyorum, kaybeden yazgıma
(çırılçıplak ve çığlık çığlığa her an)



MEHMET GİRGİN




NASIL DA SEVDİM SENİ
YAKARKEN DAĞDAKİLERİ ATEŞ 



Nasıl da Sevdim Seni Yakarken Dağdakileri Ateş
Kardın yağdın baharlarıma.
Sana çocuk, sana heyecan,
Saçaklarda buz salkımıydın.
Açmamış aydın,
Kaçırdım gecelerimden.
Ellerimde kaydıraktın çocuklara, yakalayamadım. 

Sendeydi evrenselliğimin canım tutkusu.
Oğullarımızın adını umut koyduğumuz.
Sendin özlenen,
Yokluğumuzu çağrışırken tezeğin kokusu. 

Sevda gözleriyle baktım sana,
Umudun gözleriydi.
Kadınımdın,
Rüyamdın, sımsıcak bir gecemde,
Yayla suyu gibi akıp gittin,
Erişemedim.
Dağlarda bir gerilla silahıydın, sarıldım sana.
Rüzgârlarla uçup gittin, sevişemedim. 


AHMET TAHSİN


OSMAN COŞKUN: Sana Gelirim Başka Bir Renkte


SANA GELİRİM BAŞKA BİR RENKTE




ve düşün
sakince
sükunet içinde
ölmüşüm bu gece
öyle düşün
bir daha artık
ne telefon sesi
ne şiir yazmalarım
ne çiçekler
ne çocuk parkında kaydıraktan kaymalar
ne üstüne titremelerim
yolunu gözlemelerim
sesine tutunmalarım
saçlarında tutuşmalarım
sakince düşün bunları bu gece
ölmüşüm sessizce, gitmişim artık
öyle düşün,
yarın akşam koşup gelmek istesen de
yokum, iyi düşün...

seni özlemelerim
seni sevmelerim
seni üzmelerim
seni şiirleştirmelerim
şarkılara anlamlar yüklemelerim
sıradaki şarkı diye radyoda reklamları dinletmelerim

sevgili
bu sana vasiyettir
benim sevgimden gayrı sermayem yok
ellerimi, düşlerimi, gülüşlerimi, şiirlerimi
seni seviyorum nidalarımı
sana bırakıyorum...

düşün ki öldüm ben bu gece
ki öldüm bir nevi,
ağlama, anılar kalsın yarına
tebessümle an beni şarkılarda...
ve otur bir duble fazla iç
ve kır kadehi o andan sonra

ben yokum, sen ardımda kalmışsın
dağınık dökük hatıralarımda
bir bahar toprağında ben yine gelirim
ve ihtimaldir dalından koparılan bir gülümdür artık ben
ve kuvvetle muhtemeldir yeni sevgilim dediğin adam
o gül de beni sana getirir...
kokumu duyar irkilirsin
sonra dalıp gidersin bir kaç saniye
bir şey mi oldu der benim yerime koyduğun adam
ve dikenim canını yakar, yine atarsın beni yerlere
üzerimden gelip geçerler
ben usanmam, başka bir gülde başka bir renkte
çıkıp yine her defasında sırf sana gelirim...


OSMAN COŞKUN

ULAŞ DENİZ KESKİN: Dört duvar arasında—İSA TEKİN: Sevdam Karanlıkta


DÖRT DUVAR ARASINDA




        I

        gözlerim içini boşalttı her sorulan sualde,
        oysa soru yoktu, soru nerde, soru yok!


        irkilip uyandı içimdeki çocuk,
        meymenetsiz bir asabiyet melodisiyle,
        ve peydahladım yerini ne sakladıysam içimde.


        gençlik yanım, hırçın tarafım
        solup kaldım, çıra gibi yandım...


        II

        /dört duvar arasında,
        dört adam çevirmiş dört bir yanımı /


        birazdan bırakıp kafatası kağıdımı
        dağıtacaklar traşlı kafamı
        ben bir yana,
        ıssızlığım savrulacak diğer yana


        bak,
        kalabalıklaşıyor burası
        terim,
        tenim,
        sesim...
        yitiyor titreyişimin kalabalığı,
        azalıyor gözümde demlenen gönlüm yaşı.


        dedim:
        arkadaşlar bi tane sigara yok mu be!
        dediler: yasak
        dedim:
        bir yudum yurdumdan koparıp getirin öyleyse
        sonra
        terimi kurutup, tenimi boğdular,
        sesimi kısıp,
        yurdumdan uzak diyarlara saldılar...


ULAŞ DENİZ KESKİN



SEVDAM KARANLIKTA




Yüreğim yıldızlar arasında isyan ateşi
Paramparça düşlerim
Umut kokulu şehrimde
İspiyon yemiş geceler
Çıkmaz sokaklardayım
Sevdam karanlıkta


Acılar bize sevdalı Gülüm
Kırmızı bir öfke ürer yüreğimde
Ateşten gömlek yakar durmadan
Zeytin karası gecelerde
Bıçak kesmez sesizliğimi
Yüreğim dile gelir
Vuruşurum...
Yüzyılların acısı dolanmış bedenime
Anlatabilsem çektiklerimi
Esmer bulutlar ağlar
Acılar mayalanmış yüreğimde
Sevdam karanlıkta
Kavgalar bize sevdalı Gülüm
Hınzır bir acı kuşatır bedenimi
Amed gecelerinde sahipsizlik
Mavzer kurşunudur
Çıkmaz sokaklardayım
Sevdam karanlıkta
Fırtınalar bize sevdalı Gülüm
Kavgamın yasaları böyle söyler
Yaman ayrılıklar olsada
Zülamda hep bir sabır saklıdır
Kavgaya nereden başlanır bilirim
İnancımda kutsal sevda
Hilali bir aşk
Seslenir yüreğim
Sevdam karanlıkta



İSA TEKİN