Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

30 Kasım 2011 Çarşamba

EMEĞİN SANATI'NDAN 107. MERHABA



Merhaba,

1 Aralık 2006’da yayına başlayan Emeğin Sanatı 6. yaşına girdi. 5 Senelik yayın serüvenimize baktığımızda biçimsel ve içeriksel olarak 1. Sayımızdan 107. sayımıza geçirdiğimiz değişim fark edilebilmektedir. Ama hayata ve sanata bakışımızda en ufak bir sekme, düşme, boşluk yoktur.

İlk sayımızda hangi ilkelerle yayına başlamışsak, 107. sayımızda da ilkelerimiz, hayata ve sanata devrimci bakışımız değişmeden devam etmektedir. Farklılık, varlığını ve hedeflerini daha üst perdeden haykıran Emeğin Sanatı’nda, nicelik ve nitelikçe giderek varlığını ortaya koyan Emeğin Sanatçılarındadır.

Emeğin Sanatı, ateşi yüreğinde taşıyanların sanatıdır, yürek dalına çekilen umut bayrağıdır. Islak bir rüzgârla öğüt kurutup, sigara dumanı gibi üfleyenlerin, ateş çemberinden geçmeyenlerin, yaşamını ve onurunu korkuya satanların, büyük bir ilikte küçücük bir düğme olabilenlerin, yüreklerini kırağı çalanların adları geçmez Emeğin Sanatı’nda. Bir sözcüğün özgürlüğü uğruna bir ömrün özgürlüğün verenlerin, her biri vazgeçilmez cihan parçası insanların günlüğü kayıtlıdır Emeğin Sanatı’nda….

Emeğin Sanatçıları, her zaman iğneyle kuyu kazar gibi yarınları yaratan şafağın dostları oldular. Umut düşmanlarının beslediği karanlıklardan yılmadan, halkla ışıklanan bir şafağa varmak için yaşamı gün ışığı sütüyle emzirmek için yazdılar, çizdiler. Bu bilinç içinde yaşamla ölümü, acıyla sevinci kişiliklerinde eriterek yüzyıllardır kurutulmak istenen, ateşlere verilen gül bahçelerini suladılar; sevinçleri, baharda uç veren her yeşil dalda, çocukların gözyaşlarının silindiği yerde yeni şafaklar doğurdu.

Emeğin Sanatı,  karanlığın ve buzun içinde aydınlık bir kapı açma çabasındadır hayata. Dünyaya yediveren izler bırakarak, üretilen yapıtlarla tan ağartılarını örgütler. Halkların ertelenmez isteklerini güneşin sofrasına dizer gibi sunar okurlarına. Gün ışığından süzülen yaşam gerçeklerini dostça bölüştürür okurlarıyla.

Emeğin Sanatçıları, hiç akşam olmayacak bir gün doğumu için çaresizliği, bocalamayı, olmayanda eriyip gitmeyi yasaklarlar savaşçı kişiliklerine. Güneşten gerçeği, emekten aydınlığı, barıştan özgürlüğü sağarlar. Zamanın örgüsünü dişleyen gece kuşları, uykunun kanını emen vampirler, güzelliğe kezzap döken karanlık, sevinci tutsak eden korsanlar, dağılıp dökülürler onların yazdıkları karşısında. Dillerinde türkü tomurcukları açar, sözcüklerinde özgürlük rüzgârları eser. Özgürlüğü, barışı ve aydınlığı bir belik örer gibi örerler insanlığın yüreğine..

Nice yıllara!...

EMEĞİN SANATI

BU SAYININ SAVSÖZÜ

“…Dünyayı en iyi yaşayan, düşünebilmeyi, duyabilmeyi iş edinmiş, düşünmeye, duymaya, yaratmaya kendini koşullamış sanatçı takımı dünyayı yönetmeye kalkmayacak da, “ alırım beşe de satarım” hesabına koşullanmış, bu yüzden de hastalanmış kafalar dünyayı yönetecek öyle mi? Bunu böyle düşünmek, böyle sanmak bir düşünce adamı için de, sanat adamı için de alçaklığın, ikiyüzlülüğün dikâlâsıdır. Onursuzluktur.

Gelin görün ki bir kısım sanatçılar, söz sanatını bile, söz sanatı salt anlatımdır, diye, onu özünden koparıp kişiliğinden alıp ölü hâle getirmek istiyorlar. Söz sanatı dünyayı dünya yapan bir sanattır. İnsanın kanında olduğundan dolayı da en etkili sanattır. Bu sanatı ölüler yığınına indirgemek insanlığa en büyük hayınlıktır. Bu, insan için, döğüşen sanatı, tarih boyunca döğüşmüş sanatı bir takım oyunlarla insanlığın elinden almak, hem de alçalarak, “sanatçı dünyaya, politikaya karışmaz, üstünde kalır” diyerek elinden almak hayınlıktan da öte bir şeydir.    

Sanat, başı belaya girmiş dünyamızda eşitlik için, barış için döğüşecek. Halkların arasında, onlarla birlikte, bütünüyle dünyaya karışarak, bu karışmaktan zenginleşerek, yeni biçimler yaratarak, yeni biçimler ancak yaşama katışarak yaratılabilir, kendi yaratıcı niteliğine kavuşabilir,  gerisi fıkaralaşmak olur. Sanatı, daha da çok söz sanatını özelliklerinden ayırarak düşünmek, oyuna düşmektir.

Sanatçı çıkarcıların yanında olamaz. Çağımız böyle bir çağ değildir artık. Sanatçı bütünüyle yaratıcılığın, yaşamın, dünyamızın yaratıcıları olan emekçilerin yanındadır. Kıyıya, kendi sınırlarına, salt bir sınır varsa, olduğunu hiç sanmıyorum, çekilemez.  Sanat ancak her yönüyle, yaşama, dünyamıza karışarak, dünyamızın yaratıcıları emekçilerin yanında olarak işlevini yerine ancak getirebilir.

Dünyayı, kafaları yüzyıllardır “alırım beşe de satarım” mantığına koşullanarak hastalanmış bezirgânların yönetimine vererek değil.
Politika içindesin, kaçmayacaksın. Ve politikaya gireceksin. Bu bir sanatçının onur sorunudur da. Bu, insanlığın da onur sorunudur.” YAŞAR KEMAL(Militan, Şubat 1975)

YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ

İLERİCİ BİLİM ADAMI SERVER TANİLLİ’Yİ
SONSUZLUĞA UĞURLADIK…

Türkiye’nin önemli aydınlarından, değerli hukukçu, yazar Server Tanilli onurlu, başı dik, mücadeleci ve üretken yaşamı ile insanlığa önemli bir miras bırakarak 29 Kasım günü aramızdan ayrıldı.

70’li yılların başında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksekokulu’nda dersler vermeye başlayan Tanilli, ‘Uygarlık Tarihi’ dersi ve kitabı konu edilerek, bir öğrencinin(?) şikâyetiyle kovuşturmaya uğradı. Komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılanan Tanilli, 1978 yılında İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararıyla beraat etti. Bu yargılama Server Tanilli’nin mücadeleci kimliğini ve onurlu aydın duruşunu ortaya koydu.

Tanilli, 30 Eylül 1976 tarihinde mahkeme önünde yaptığı konuşmada “entelektüel şeref ve haysiyetinden, ölüm pahasına da olsa, dönmeyeceğini” ilan etti:
“Doğrudur veya yanlıştır, taraftar olunur veya olunmaz… Bir bilim adamı olarak kabul ettiğim metod, görüş ve düşüncelerimden dolayı kime karşı sorumluyum? Yaşadığım çağa ve topluma karşı… Ya Mahkemelere? Asla.

Sayın Başkan, Sayın Üyeler,
Çağına ve toplumuna karşı görevini yerine getirmiş bir hocanın huzuru içindeyim şu anda. Yazdıklarım, yazılması gereken şeylerdi. Bugün yazmaya kalksam -en azından- gene aynı şeyleri yazardım. Hiçbiri hakkında en ufak bir pişmanlık duymuyorum. Kalemimden çıkmış her cümlenin -cümle ne demek- her kelimenin ve hecenin altında, entellektüel şeref ve haysiyetim yatmaktadır. İnsanım, hayatta dönebileceğim şeyler olabilir. Ama entellektüel şeref ve haysiyetimden, -ölüm pahasına da olsa- dönemem. Atilla İlhan'ın o yeni ve unutulmaz şiirlerinden birinin son mısraları geliyor aklıma: ‘O sözler ki kalbimizin üstünde/ Dolu bir tabanca gibi / Ölüp ölesiye taşırız/ O sözler ki bir kez çıkmıştır ağzımızdan/ Uğrunda asılırız.’

Ben, içinde yaşadığım çağa ve topluma karşı, bir bilim adamı olarak sorumluluğumu yerine getirdim. Şimdi sorumluluk sırası sizde. Yalnız, unutmayınız ki, siz de çağınıza ve topluma karşı sorumlusunuz. Çünkü, her mahkeme kararı, onu verenlerin yalnız hayatları boyunca değil, onu verenler hayattan' çekildikten sonra da anılır. İyi anılır, kötü anılır, ama anılır. İsterim ki, sizin kararınız -ilerde kültür tarihinin mutlaka bahsedeceği bu dava dolayısıyla- iyi anılsın, takdirle anılsın. Sizleri tarihin huzurunda, toplumun huzurunda sorumluluklarınızla baş başa bırakıyorum. Hoşca kalınız.”

Server Tanilli hakkında açılan davadan beraat etmesinden kısa bir süre sonra, 7 Nisan 1978’de faşistlerin silahlı saldırısına uğradı. O dönem İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa kürsüsü doçentlerinden olan Tanilli, uğradığı saldırı nedeniyle felç geçirdi ve bacakları tutmaz oldu. 1978-80 yıllarını yurtdışında tedavi ile geçirdi. 12 Eylül faşist darbesinden sonra memlekete döndü. Fakat 1981’de Strasbourg İnsan Bilimleri Üniversitesi’nin çağrısı üzerine Fransa’ya gitti ve Strasbourg Türk Etüdleri Enstitüsü’nde Çağdaş Türkiye Kültür Tarihi dersleri verdi. 1996’da emekliye ayrıldı. Son yıllarda hem yeni eserler üretirken, hem de Cumhuriyet Gazetesi’nde köşe yazıları yazıyordu.  (SOL)

Yazılarında ulusalcı tavrı bizim için bir zaaf olarak değerlendirilse de onun hayata karşı insanlık onurundan yana tavrı bizim için hep önem taşıdı. Vurulmasından bir süre sonra hastanede yazdığı aşağıdaki şiirinde, onun hayata karşı tavrını net olarak göstermektedir:

Mutlaka bir gün

Günler büyük acılarla geçiyor
Ama büyük umutlarla da,
Ve diyebilirim ki hayatta,
Hiç bir zaman böylesine umutlu olmadım gelecekten
Bir kötürüm olmama rağmen
Ve işte şurada,
Dost ve düşman
Herkese ilan ederim ki; ayaklarımı bir savaşta kaybettim
Yine bir savaşta kazanacağım,
Ve mutlaka, ama mutlaka bir gün
Karanlığın ve zulmün
Sığındığı son kaleyi fethe giden
Kitlelerin içinde olacağım.
Günler büyük acılarla geçiyor
Ama büyük umutlarla da...



ERTAN ŞAHİN’İN İLK ŞİİR KİTABI “GİRİFT” ÇIKTI

Tay Dergisi çevresi şairlerinden Ertan Şahin’in girift adlı ilk şiir kitabı Tay Dergisi Yayınlarından çıktı.

Her ne kadar kitabın adı “Girift” ise de, şairin hayat karşısındaki tavrı net ve açıktır. Şair, düzenin girift yanlarına, kaos ve düzensizlik saçan, çapraşık, girişik, karışık, dolaşık işlerine inceden dokundurmalar yapmaktadır.

“Girift”teki şiirlerde,  “Kral çıplak!” diyen bir çocuğun saflığı ve masumiyeti yanında ince bir alay ve ironi de ağır basmaktadır: “anneciğim / kimin elinde / peki / bulutların kucağındaki / kuşların ipi /// sorma yavrum / eklemiş işte amcalar / kopan salıncağından / darağacına”(GİRİFT)

Ertan Şahin’in kitapta yer alan şiirleri, kısa ama vurucu, çarpıcı etkileyici şiirlerdir. Hayata dair sorular sorar, cevaplar verir. Ama verdiği cevaplar, beklentimizden farklıdır. Yaşananların ve yaşatılanların kararttığı gökyüzümüzde küçük pencereler açar aydınlığa ve umuda. Kimi zamanda görünenin ardından görünmeyeni gösterir bize:

ışık

gören adamı
tutup elinden
götürdü kör adam
kendi mahzenine
gören adamı kör etti
kör adamın gördükleri 


EDEBİYATÇILAR'IN ÖNCÜLÜĞÜNDE TÜRKİYE-SURİYE FORUMU

Ankara'da haftasonu düzenlenen Türkiye-Suriye konulu forumda,  Edebiyatçılar Derneği ve Mülkiyeliler Birliği, Suriye'de olan bitene dair oldukça kapsamlı bir forum düzenledi. Forumda Suriye'den, Türkiye'den ve bölgenin başka ülkelerinden gazeteci ve yazarlar konuştu. Forumda aşağıdaki konular tartışıldı:
Türkiye - Suriye kültürel ilişkilerinin dünü, bugünü ve yarını, Türk - Arap halkları arasındaki ilişkilerin gelişim tarihi, Türkiye - Suriye komşuluk ilişkilerinin bozulmasının Türkiye halkına yansımaları, Türkiyeli aydınların bölgede ve Suriye’deki gelişmelere ilişkin sorumlulukları, Bölgedeki gelişmelerin tümünde sanatın ve edebiyatın üstlenebileceği rol, Suriye bunalımının Türk-Arap kardeşlik kültürüne yansımaları, Suriye bunalımında Türk resmi yaklaşımı ve halkın yaklaşımı, Türkiye Suriye anlaşmazlığının Filistin davasına yansımaları, Türkiye - Suriye arasındaki sorunlu ilişkiden çıkış perspektifi ve öneriler ve Suriye bunalımında uluslararası kamuoyunun aldığı tavırlar…
Katılımcılar: Mısır: Dr. Rıfat El Seyyit Ahmed, Dr. Adil Cocriy; Lübnan: Enis Nakkaş, Dr. Emin Hattit, Hani Mendes, Dr. Hüseyin Coni; Filistin – Ürdün: Tahsin El Halebi, Dr. Adil Simara, Dr. Ali Hatır; Suriye: Dr. Mahmut El Seyyid, Dr. Nadiye Host, İlyas Murad, Bedi Sakkur, Malik Sakkur, Dr. Abdülhadi Nasri , İsam Halil, Dr. Kinda Şımmat, Meryem Hayrbek , Enis Abbud;
Türkiye: Gökhan Cengizhan (Edebiyatçılar Derneği Genel Başkanı), Mustafa Akgökçe (Mülkiyeliler Birliği İkinci Başkanı), Ahmet Abakay (Çağdaş Gazeteciler Derneği Başkanı) A. Mümtaz İdil (Gazeteci – Yazar), Mustafa Bayram Mısır (Avukat, Dr.), Metin Turan (KİBATEK Kıbrıs Balkanlar Avrasya Türk Edebiyatları Kurumu Başkanı), Halil İbrahim Özcan (Türkiye PEN Merkezi İkinci Başkanı), Erhan Nalçacı (Aydın, Yazar), Bereket Kar (Gazeteci-Yazar), Doç. Dr. Recep Boztemur (Akademisyen – ODTÜ Orta Doğu Araştırmaları Programı Başkanı, Faik Bulut (Gazeteci -Yazar) Ahmet Antmen (Edebiyatçılar Derneği Genel Sekreter Yardımcısı)… (SOL)


ŞERZAN KURT VE KÜRT EDEBİYAT ÖDÜLLERİ SONUÇLANDI…

Eğitim Sen Batman Şubesi'nin Kürt Edebiyatı Emek Ödülleri'ni Ehmedê Huseynî ve  Kovara W;  Şerzan Kurt Öykü Ödülleri'ni ise Kurdjan Sorî ve Eyyüp Özdemir kazandı.
Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim Sen) Batman Şubesi Ödülleri'ni kazananlar belirlendi. Ödül töreni 26 Kasım Cumartesi günü Batman'da, Yılmaz Güney Sinema Salonu'nda yapıldı.

Kürt Edebiyatı Emek Ödülleri
54 kişilik seçici kurulun değerlendirmesi sonucu Kürt Edebiyatı Emek Ödülü'ne "Şahıs" dalında Ehmedê Huseynî,  'Kurum' dalında Kürt Edebiyatı Emek Ödülü'ne Kovara W layık görüldü.

Şerzan Kurt Öykü Ödülü
Eğitim Sen Batman Şubesi'nin Muğla Üniversitesi'nde 12 Mayıs 2010'da yaşanan öğrenci olayları sırasında polis kurşunuyla hayatını kaybeden üniversite öğrencisi Şerzan Kurt (21) anısına düzenlediği Eğitim Sen Batman Şubesi Şerzan Kurt Öykü Ödülleri'nin kazananları da belli oldu. Kürtçe Öykü dalında Roşan Lezgîn, Mehmud Nêşite, Yaqob Tilermenî, Ronî War, Dilawer Zeraq ve Ömer Kurt’tan oluşan seçici kurul, "Dara Guldankê de" isimli öyküsüyle ödüle katılan Kurdjan Sorî’yi ödülü layık buldu.
Türkçe Öykü dalında Adnan Binyazar, Semih Gümüş, Özcan Karabulut, Hasan Özkılıç, Suzan Samancı, Nejla Kurt’tan oluşan seçici kurul tarafından, "Birinci Epigram Bedirhan" ve "İkinci Epigram Yusuf" öyküleriyle ödüle katılan Eyyüp Özdemir’e verildi.
Şerzan Kurt'un babası Ömer Kurt ve annesi Nejla Kurt, seçici kurullarda yer aldılar ancak oy kullanmadılar. (EDEBİYAT HABER)


KARŞIYAKA BELEDİYESİ’NDEN METİN ELOĞLU
ADINA ŞİİR YARIŞMASI…

Karşıyaka Belediyesi,  her yıl farklı şairler adına düzenlediği Homeros Şiir Yarışmasında  için bu yıl ödül Metin Eloğlu adına verilecek.
Tüm şairlere açık olan ödül için tema sınırlaması yok. 2011 yılında basılmış şiir kitapları ve basıma hazır kitap bütünlüğü olan dosyalarla ödüle başvurulabilir. Birinciye 2000, ikinciye 1500, üçüncüye 750 TL verilecek.
Ödül için son başvuru tarihi : 30 Aralık 2011. Sonuçlar 21 Mart 2012 Dünya Şiir Günü kutlama etkinliğinde açıklanacak ve sahiplerine verilecek. Yarışmanın seçici kurul üyeleri: Aydın Afacan, Veysel Çolak, Tarık Günersel, Mehmet Mümtaz Tuzcu, E. Bülent Yardımcı

Homeros Edebiyat Ödülleri 2012 Metin Eloğlu Şiir Ödülü katılım koşulları:
1. Ödül, tüm şairlere açıktır. 2. Yarışmaya katılacak şiirler için tema sınırlaması yoktur. 3. Şiir Ödülüne, 2011 yılında basılmış şiir kitapları ve basıma hazır kitap bütünlüğü olan dosyalar katılabilir.4. Yarışmaya katılacak dosyalar bilgisayarda yazılmış olmalıdır. 5. Ödül, birinciye 2000 (ikibin), ikinciye 1500 (binbeşyüz), üçüncüye 750(yediyüzelli) TL’dir. Seçici kurul uygun gördüğü takdirde ödülü bölüştürebilir. 6. Ödüle son başvuru tarihi 31 Aralık 2011 günüdür. Ödül, 21 Mart 2012 günü düzenlenecek olan Dünya Şiir Gününü kutlama etkinliği sırasında açıklanacak ve sahiplerine verilecektir. 7. Ödüle katılanların dosya ya da kitaplarının 6'şar adetini, özgeçmişleri, adresleri, e mail ve telefonlarını içeren bir yazı ile Karşıyaka Belediyesi Kültür Müdürlüğü Metin Eloğlu Şiir Ödülü, Bahriye Üçok Bulvarı No:5, 35600 Karşıyaka / İZMİR adresine APS, kargo, taahhütlü posta ile göndermeleri ya da elden teslim etmeleri gerekmektedir.  Ödül hakkında bilgi: Melih Elhan (Ödül Sekreteryası) Tel: 0232 3994089 (Hafta içi 08.00 – 17.00) (İZMİRDE SANAT.ORG)


10 ARALIK DÜNYA İNSAN HAKLARI GÜNÜ‘NÜ
ACILAR, BASKILAR ZULÜMLER İÇİNDE KUTLUYORUZ

10 Aralık, Uluslararası İnsan Hakları Günü kutlanmaya başlayalı 63 yıl oldu. Ancak her 10 Aralık, dünya genelinde yaşanan insan hakları ihlallerinin gölgesinde kalıyor... Gün geçmiyor ki, ülkenin ve dünyanın bir yanından insanlık hakkı ihlalleri gelmesin.

İnsan Hakları Evrensel Bildirisinin 10 Aralık 1948‘de, BM‘de kabulünden bugüne dek geçen sürede ise yaşanılan savaşlarda yaklaşık 18 milyon insan yaşamını yitirdi. Özellikle kadınlar ve çocuklar insan hakları ihlallerinin mağdurları oldular.

Hâlâ savaşlar, baskı, işkence, zulüm kol gezmektedir. İnsan hakları barış, demokrasi, özgürlük ve insanca yaşam hakkı söylemleri altında her geçen gün daha da derinleştirilerek ihlal edilmektedir. Dünyamızı yöneten emperyalist-kapitalist sistemin egemenliği altındaki milyarlarca insan barınma, beslenme, eğitim gibi temel insan haklarından yoksun yaşamaktadır.

Sömürüye, baskıya, işkenceye, şiddete, sürgüne, savaşa, karşı; ekmek, su, özgürlük, barış, eğitim, barınma, beslenme... Kısaca insanca yaşamın tesisi için insan hakları mücadelesi kazanılması gereken önemli bir mücadele olarak önümüzde durmaktadır.

Yarınlara daha güzel bir dünya bırakma adına "İnsan Hakları Günü"nü kutluyoruz.


DÜNYADAKİ 645 TUTUKLU YAZARIN 70'İ TÜRKİYE'DE...

Uluslararası yazarlar kulübü PEN'in bir barış ve özgürlük çağrısı günü olarak belirlediği "15 Kasım Dünya Hapisteki Yazarlar Günü" nedeniyle 70 civarında yazarın tutuklu bulunduğu Türkiye de gündeme geldi. PEN'den yapılan açıklamada bütün yazar ve gazetecilerin serbest bırakılması istendi.

Dünyada tutuklu veya hükümlü 645 yazarla ilgilenen ve yardımcı olmaya çalışan PEN'in Türkiye'de takip ettiği yazarların sayısı ise 70 civarında. Her yıl geleneksel olarak hapisteki yazarlara ya da ailelerine kart atarak destek olma çağrısında bulunan PEN, bu yıl Türkiye'den 5 yazarı daha bu listeye ilave etmişti. PEN'in isimlerini çağrısına eklediği yazarlar arasında Muharrem Erbey, Nedim Şener, Ahmet Şık, Ragıp Zarakolu ve oğlu Deniz Zarakolu ile 3 yıldır tutuklu bulunan Mustafa Balbay yer alıyor.

PEN Türkiye şubesinden, "Dünya Hapis'teki Yazarlar Günü" nedeniyle yapılan açıklamada, "Türkiye'de muhalif görüşleri bilinen ama bazı antidemokratik ülkelerde yapıldığı gibi 'terörle bağlantılı' sayılarak tutuklanan bütün yazar ve gazetecilerin derhal tahliye edilmesini talep ediyoruz. Bu sayı 70 olarak ifade ediliyor. Ama binlerce dava açılmış durumda ve ülkemizde yaygınlaşan ve derinleşen bir korku ve baskı ortamı var. Bu durumu şiddetle değil, kuvvetle protesto ediyoruz" denildi.

PEN'in aynı listesinde Bahreyn'den 2 yazar, Çin'den 19 yazar, İran'dan 3 yazar, İspanya'dan 1 yazar, Kazakistan'dan 1 yazar, Özbekistan'dan 2 yazar ve Vietnam'dan 20 yazar yer alıyor. Çin'den seçilen yazarlar arasında Türkiye PEN Onur Üyesi Şi Tao ile Bağımsız Çin PEN Merkezi önceki Başkanı ve 2010 Nobel Barış Ödülü sahibi Liu Şiabo da bulunuyor.

Öte yandan "Hapisteki Yazarlar Günü" nedeniyle PEN Türkiye Merkezi, Türkiye Yazarlar Sendikası ve Türkiye Yayıncılar Birliği de basın toplantısı düzenledi.

Toplantıda, Türkiye Yayıncılar Birliği Başkanı Metin Celal, Türkiye'de tutuklu bulunan ve sayısı 70'e ulaşan gazeteci ve yazarların listesini okudu.  Celal, gazeteci ve yazarların çoğunlukla Terörle Mücadele Kanunu (TMK) maddelerine dayanılarak tutuklandığını, terörist sayılarak tutuklanma ve yargılanma süreçlerinde hak ihlallerine uğramalarının özellikle kanunda 2006 yılında yapılan değişikliklerden kaynaklandığını ifade etti. Kanunun 6. ve 7. maddelerindeki belirsiz ve yoruma açık suç tanımları ve ifadeler nedeniyle gazeteci ve yazarların haksız yere tutuklu yargılandıklarını ve uluslararası "adil yargılanma" ilkelerine aykırı muamele gördüklerini belirten Metin Celal, "soruşturmanın gizliliği" gerekçesiyle tutuklu ve avukatlara bilgi verilmemesi, iddianamelerin çok geç açıklanması ve yargılama sürecine çok geç geçilmesinin savunma hakkını ciddi şekilde kısıtladığını hatırlattı.

TMK ile ilgili sorunların Avrupa Birliği raporlarında yıllardır hükümetin dikkatine sunulduğunu, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni imzalamış olan Türkiye'nin sözleşmenin gereklerine uyması gerektiğini belirten Metin Celal, bu kanunla ilgili değişikliklerin hükümetin de gündeminde olduğunu ancak Adalet Bakanlığı'nın tutukluluk sürelerini kısaltma ile ilgili başlattığı çalışmayı yetersiz bulduklarını, gelişmelerin takipçisi olacaklarını ve hükümete bu konuda öneriler sunacaklarını belirtti.

Metin Celal, "yayıncı ve yazar örgütleri olarak' olarak acil talebimiz, Terörle Mücadele Yasası'nın ilgili maddelerinin yürürlükten kaldırılması / acilen değiştirilmesi; TCK ve Basın kanunlarında yazarların, yayıncıların, gazetecilerin, akademisyenlerin hapis edilmeyeceği, adil bir şekilde yargılanabilecekleri, altında imzamız bulunan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile uyumlu düzenlemelerin yapılmasıdır." dedi.

PEN Türkiye Merkezi İkinci Başkanı Halil İbrahim Özcan, binlerce davanın açıldığı Türkiye'de, derinleşen bir korku ve baskı ortamı oluşturulduğunu söyledi.

Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı Mustafa Köz ise yazar ve aydınların tutuklanmalarına karşı dayanışma için geç kalınmadan herkesin sesini çıkarması gerektiğini ifade etti.(CNNTURK)


İNSANÎ GERÇEKÇİLİĞİN İNCE ŞAİRİ
BEHÇET NECATİGİL’İ ANIYORUZ!

 Burjuva edebiyatçılarca “küçük duyarlıkların şairi “ olarak nitelenen, ama evinin penceresinden dünyaya açılan yüreğinde insanî gerçekleri de yansıtmaktan çekinmeyen şair Behçet Necatigil 13 Aralık 1979’da geride kendi şiir-düz yazı çevirilerden oluşan altmış üç yapıt bırakarak aramızdan ayrılmıştı.

İlk şiiri, lise öğrencisi olduğu yıllarda Varlık dergisinde çıktı. O tarihten, ölümüne kadar hep şiirinin ve edebiyatının içinde oldu. Şiirlerinde evler, aile, çevre, aşklar, bunalımlar, hastalıklar, yalnızlıklar ve ölüm onun kendine has anlatımı ile çok defa kısa mısralar haline gelir. Eski ve yeni kelimeleri ustaca şiirine yerleştirir. Sağlam ve tutarlı bir şiir dünyası vardır.

Döneminin garip ve sosyalist gerçekçi ve daha sonra 2. Yeni şiir akımlarına rağmen daha çok bağımsız bir söyleyiş özelliği gösterdi.

Behçet Necatigil'in şiir evreni daha derli toplu, daha somut, ama şiirsel derinliği daha az değil. O, titiz bir dize kurma ustasıdır, böylece de, en uç modernliğine ve özgünlüğüne karşın, Necati'den Şeyh Galib'e büyük divan şairlerinin muhteşem dize sanatlarında derin kök salmıştır. Bu bağlılığını göstermek için, Gönül olan soyadını, Necati soyundan anlamına gelen Necatigil olarak değiştirmiştir. Onun şiiri, inceltilmiş dize sanatıyla uyum halinde, sıradan insanın yaşamındaki sözde küçük, her gün yeniden karşılaşılan, dolayısıyla önemli sayılması gereken tasaları ve aykırılıkları kavrar: "Bir yanı var ömrümüzün kırık / Farlar büyültür gecede".

Onun yapıtı bir divan oluşturur, ama saray yaşamının ve saraylıların hayal dünyasının değil, milyonluk kent İstanbul'daki semt insanlarının yaşamını, duyarlıklarını modern ve tarihsel çizgide ortaya koyar. Necatigil şiirini bilinçli olarak geliştirmeyi, onu öykünülmesi güç, öykünülünce sırıtan, kendine özgü bir şiir dili haline getirmeyi bildi. Şiirin araç ve gerecinin dil ve sözcükler olduğunu çok iyi bilen bir şair olarak Necatigil, baştaki yalınlığın, sadeliğin bir amaç değil, ancak gerçek şiire varma yollarından biri olduğunu da göstermiş oldu böylece. Nitekim çok sonraları, 1973'te, "Yalın şiir, bilgiden yoksun şiir, tek yönlü şiirdir. Oysa şiir, kesin bir açıklama, bir bildiri değildir; şaşmaz doğru, doğrultu değildir, tek yön değildir. Dilediğimiz yollara, yolculuklara açık, çeşitli yönlerdir, türlü doğrultulardır" diyerek "yalın" sözcüğünün başlangıçtaki dar algılanışına karşı çıkacaktır.

Behçet Necatigil şiirlerinde, bir insanın ilgilenmesi lazım gelen sorunlardan bu sorunlar içinde hayat mücadelesi veren insanlardan bahseder. Harp olmuş, nice insanlar ölmüş, niceleri evsiz-barksız, anasız-babasız kalmıştır. Bir küfeci bile harpten, harbin getirdiği sefaletten bahsettiği halde, bir şair bundan niçin bahsetmesin? Behçet'in denizaltı şiirinden bir parça: “Harp patladı, nüfus azaldı,/Çehreler ufaldı./Toprağın üstü kan içinde / yüzdü./ Ölüleri yerleştirmekte  / Aciz gökyüzü.” Ve şair, bu vahşet karşısında "İnsanlık sevgisi lafta kaldı" demekten kendini alamaz..

O, kendi zamanını, beraber yaşadığı, her gün görüp tanıdığı insanları, onların dertlerini, sevinçlerini, küçük ve temiz hayallerini veriyor şiirlerinde. Onun şiirlerinde kendimizi, haklı buluyoruz. Gerçi şiirde bir kişi konuşur; fakat bu konuşan, geniş bir insan kütlesinin dertlerini, sevinçlerini kendi kalbinde duymuş, bu geniş insan kütlesinin sözcüsü olmuştur. Fertçi gözüken bu şiirlerin böyle bir sosyal karakteri vardır.

Behçet Necatigil'in şiirlerinde çok tabiî, rahat bir söyleyiş vardır. O hakikaten söyleyecek sözü olduğu için şiir söyler. Bundan dolayı şiirlerinde hiçbir zorakilik, kendini sıkma yoktur. Behçet Necatigil'in de her şiirinde konuşma dilinin ifade zenginliğinden gayet ustalıkla faydalandığını görüyoruz.

Behçet Necatigil, şiire bakışını şu sözlerle somutlar: "Şiir bilgi mi? Kuramsal bilgilerle mi yazılır şiir? Yoo, hayır, küçültür şiiri bu! Bilgiyi, bildiriyi öne alarak, standart maddelerle şiir yazanlar da olur. Ama şiir bir yaşantıdır; bize el koymuş, içimize taş gibi koymuş olayları, olguları kalıplara, biçimlere dökmek işidir..... Şiir, kesin bir açıklama, bir bildiri değildir; şaşmaz doğru, doğrultu değildir, tek yön değildir. Dilediğimiz yollara, yolculuklara açık, çeşitli yönlerdir, türlü doğrultulardır. Ben, düşündürücü yanlarını çoğaltmış, yatırım ve çabaları çokça, çokgen bir şiirden yanayım. Şiiri ağırlaştırıp, atraksiyonlara, süslere yatırıp, özü havasızlıktan boğmak değildir bu. "



FATVA TUKAN, ŞİİRLERİNDEN
KAVGA VE UMUT SAĞIYOR HÂLÂ…

Filistin ve Arap şiirinin en önemli temsilcilerinden; yaşamı sürgünler ve işgaller içinde geçen  Fatva Tukan,  7. ölüm yıldönümünde de şiirleriyle Filistin’in ve dünya halklarının özgürlük mücadelesine ses vermeye devam ediyor.

Fatva Tukan, 1914 yılında Nablus'ta doğdu. Filistin şiirinin önemli adlarından İbrahim Tukan'ın kardeşidir.  Ağabeyinin katledilmesi  üzerine geçirdiği üzüntülerin ardından onun izinden yürümeye karar verdi.  1967 yılında çıkan savaştan önce şiirleri bütün Arap dünyasına yayıldı. Bu savaşta Nablus düşünce Fatva Tukan da İsrail'in işgal ettiği topraklarda yaşamak zorunda kaldı. Bu savaşın sonucunda O'nun şiiri yeni bir görünüm kazanmaya başladı. Sürgün ve ezilmişlik duyguları altında, kavga şiirine yöneldi.

Fatva Tukan yıllarca Filistin’in özgürlüğe, bağımsızlığa ve kurtuluşa kavuşması için savaşmış devrimci bir şairdir. Ömrü boyunca baskılara, işkencelere ve zulümlere maruz kaldı, cezaevlerinde yattı. Ama 7’den 70’e bütün Filistinlilerin elinde dolaşan bir silah oldu O’nun şiirleri. Şiirleriyle yurtsever Filistin halkını, Filistin’in bağımsızlığı için kavgaya ve mücadeleye çağırdı.  Onun şiirleri, Filistin halkını kavgaya çağıran bomba süsü verilmiş pankartlardır ve bildiriler olarak da tanımlandı. Onun şiirleri emperyalizme, faşizme ve sömürgeciliğe karşı pimi çekilmiş bombalar ve dinamitler oldu. Bu yüzden olsa gerek, İsrail Savunma Bakanı ve Başkomutanı Moşe Dayan, Fatva Tukan hakkında, "Onun şiirleri, 10 suikasttan daha yıkıcıdır" demişti.  Bir süre hapiste de yatan Fatva Tukan, Nablus’ta yaşamaya devam etti. 13 Aralık 2003'te sonsuzluğa göçtü. Filistin şiirinin bu önemli kavga şairini saygıyla selamlıyoruz.

“Sürdüreceğim kavgayı,
yazacağım toprağa, duvara, pencerelere, kapılara,
Meryem tapınağına, mihraplara,
saban izlerine, inişlere yokuşlara, yollara,
hapisanelere, işkence odalarına, darağaçlarına,
yazacağım zincirlere inat,
dinamitlere, bombalara inat,
yanıkların açtığı yaralara inat, yazacağım,
adını yazacağım senin,
yurdumun dört bir yanında görene dek seni,
görene dek büyüdüğünü senin,
büyüdüğünü, büyüdüğünü, büyüdüğünü,
görene dek kapladığını her karış toprağı,
her kapıyı açtığını görene dek,
görene dek gecenin kaçtığını,
Işığın sisten kaleleri yıktığını görene dek,
sürdüreceğim kavgayı.
 Özgürlük!
 Özgürlük!
 Özgürlük!”
("Özgürlük" şiirinden… Çeviren: A. KADİR - AFŞAR TİMUÇİN)


              


NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati

MUHAMMET DEMİR: Sonsuz Bir Uykudan Uyanır Gibi





Ben de baba oldum. Ben de bir aile kurdum. Ben de eşim ve çocuklarımdan uzakta hayatımı kazanmaya başladım. Ben de babam gibi aynı çizgi de ilerlemeye başladım. Kader bu olsa gerek. 93 harbi ile başlayan o muhacirlik hali. Muhacirlik genlerimizde var galiba. Ama, ama neden?

Anılar canlanıyor, iyi ve kötü anılar. O anlarda ruhum ızdırap çekiyor. Sen bilirsin. Bu ızdırap dayanılmaz. Peki, ama neden?

Yine bir yolculuk başlıyor. Hep yolculuk. Hep o uzun ince yol. Yol uzun. Yolda duraklar var. Sık sık duruyorum o duraklarda. Bir mola. Bir yudum çay. Bir nefes. Bir ne zıkkımın kökü ise ondan. Ve yine o bildik yolculuk. Hayattan bana düşen metafor da bu galiba. Yolculuk. Evet, yine sana soruyorum. Neden?

Sen ise suskunsun. Hep suskun oldun zaten. Biliyorum beni kırmak istemiyorsun. Bundan dolayı bana sana sorduğum soruların cevabını vermiyorsun. Halbuki it gibi biliyorsun bu sorularımın cevabını. İt gibi benden çekiniyorsun. İtsin sen. İt… Ama, ama söyler misin? Ne olur söyle. Yalvarıyorum işte sana. Tüm inançların aşkına bana söyle. Bana bunun nedenini söyle. Duvar değilsin ki. Ki duvar bile olsa, şu duvara bile sorsam, şu duvarın dili olsa, bunun nedenini bana söylerdi eminim. Ama sen susuyorsun. Sus. Lanet olasıca. Sonsuza değin sus. Sanki yoksun. Hangi dönülmez, hangi lanet olası yerdesin. Söyle lanet olası. Bak işte sonunda sana yalvarmaya başladım. Bana söyle. Neden?

Yine akşam olacak. Yine eve varacağım. Yine iş kıyafetlerimi, sokak kıyafetlerimi çıkartacağım. Yine elimi yüzümü yıkayacağım. Yine evde giydiğim kıyafetlerimi giyeceğim. Yine bir şeyler atıştıracağım. Yine bilgisayarımı açıp, yatağa uzanacağım. Yine bir film seyredeceğim. Yine uyuyacağım. Yine kâbuslar göreceğim. Yine gecenin bir yarısı sıçrayarak uyanacağım. Yine o biraz önce gördüğüm kâbusu hatırlamayacağım. Yine mutfağa gidip bir bardak su içeceğim. Yine odama girip yatağıma gireceğim. Yine uykular âlemine dalacağım. Yine sabah olacak. Yine sonsuz bir uykudan uyanır gibi uyanacağım.

— "Sonsuz bir uykudan uyanır gibi” mi? dedin.

— Evet "sonsuz bir uykudan uyanır gibi” dedim. Tıpkı sonsuz bir uykuya uyur gibi. Gözlerim çapaktan açılmayacak. Soğuk suyla yüzümü yuyacak. Her zamanki gibi kahvaltı bile yapmadan. Alışkanlığım üzere bir bardak gazoz içerek. Alelacele dişlerimi fırçalayarak ve ağzımda o serinliği hissederek. Apar topar evden çıkacağım. Hayatın içine yeniden karışacağım.

Tıpkı öyle yaptım. Her gün öyle yapıyorum zaten. Apartmanın dış kapısını açıyorum. Dışarıya ilk adımımı atıyorum. İlk nefesimi içime çekiyorum. Doğanın serinliğini yüzümde hissediyorum. Bir tebessüm ediyorum. Bir ıslık çalıyorum. Yola koyuluyorum. Yeniden. Evet, yeniden, yeniden ve hep daima yeniden. Yenilmedim ki. Hayattayım ki. Buradayım ki.

— Ne oldu sana aşkım.

— Hiç. Hiçbir şey yok. Yani hiçbir şey olmadı. Sadece biraz kırıklık vardı üzerimde. Havalardan olmalı. Yoğun çalışmadan olmalı. Şimdi geçti. Yani ben iyiyim. Sahiden. Hem seni de iyi gördüm. Mutluyum şimdi. Kırk bir kere maşallah yok mu? Aşkım, kadersiz kadınım kaderim. Seni sevdiğimi bir kez daha anladım.       


MUHAMMET DEMİR

ADNAN DURMAZ : Gelme Ferhad Gelme Sen Bu Yerlere



GELME FERHAD GELME SEN BU YERLERE



yüreği buz tutmuş-
puslanmış bakışları
gelme ferhad gelme sen bu yerlere
sevmenin okkası on para olmuş-
onurunu çoktan satmış ahali
efsaneler yaratan ol güzellik
etini pazarlıyor kaldırımlarda
gelme ferhad gelme sen bu yerlere

yar yanağı bildiğimiz dolunay
muhbir çıktı girdiği son buluttan
ol ceylan gözlere inen yıldızlar
meğer ki sahteymiş anlayamadık
tutsak düşmüş sevmesini bilenler
zulüm almış yeri göğü kan tutmuş
gelme ferhad gelme sen bu yerlere

bir delisi ben kalmışım bu diyarların
kimsecikler aşktan evler kurmadı
gözleriyle yüreğini vermedi
imge damıtmadı yol vurup ateşlere
şiir şiir aşk örmedi
bütün güzelliklerimle
yandım da ortalıkta
ilaç için bir tek insan görmedi
gelme ferhad gelme sen bu yerlere

şimdi yürekleri başkaldırıya
kanlı bayrak gibi açma vaktidir
zulmün kaleleri topla yıkılmaz
dağları bildiğin dağlardan değil
vaktidir aşkları bomba yapmanın
zebaniler saltanatı devrilmedikçe
zincir kopmaz gönüllerin boynundan
insan özgür olmadıkça
aşka aşk denmez
sen de bu yolların yiğidi değil misin
ol dağları deldiceğin yalansa
gelme ferhad gelme sen bu yerlere...


ADNAN DURMAZ

AZİZ KEMAL HIZIROĞLU: kem küm}{YAŞAR DOĞAN: Köz Gowendi



KEM KÜM


nasıl yaşayabilirim
onur hakkını aramazken komşum
bunca genç, ölüm sırasındayken nasıl
beklenir mi artık ay huzurunda sevmeler
kimsenin yüreği yörüngesinde değilken

kem… küm... gen… ken…. eee?
Keneler sağanağı global kentte
Candan cana kandan kene
Azalıyorum işte gene nefes nefese
Ne istediğini söyle/me

nasıl yazabilirim
kuşluklarım karadan ayrıntı beğenirken
gece zifir beslerken toz duman nasıl
güdüler silah sesleriyle keyifte
suskun kuskun puskun vurgun çağ

kem… küm... gen… ken…. eee?
ah sevdiğim, kendimi dar attığım ütopyada
yeni bir dünya kurulana dek
taşın suya vurulması gibi
darbeler yiyerek bekle/me


AZİZ KEMAL HIZIROĞLU



KÖZ GOWENDİ



Toparlamak dağılmışı saçların gibi
Belki sönmemiş bir köz kalmıştır
Herkesin çarpmıyor sandığı yürekte
Bir kıvılcım neler yakmadı ki

Ulaşılmamış bir adaysa ütopya
Su olup gidelim yüze-yüze yüz-yüze
Cehennemden farksızsa bu dünya
Cehennemlerin kapılarını yakıp gidelim

Artık Nefes almak bir kâbus
Sen neyi tartışacaksın şu taş başında
Kumlarla dolu akılda
Onlar süs için duran piramit değil ki

Elif Lam Mim’in de sırrı biziz


YAŞAR DOĞAN(Lolan)

ABDULLAH KARABAĞ: Sudur Sunulan Aşkına




SUDUR SUNULAN AŞKINA


 

Çoban olsaydım koyun gütmezdim
Kaval çalardım su ve sunan aşkına,
İrili ufaklı dereleri önüme katardım
Susuzluktan kırılan çayır çimen için.

Çoban olsaydım kıl keçi gütmezdim
Türkü yakardım görüp duyan aşkına,
İrili ufaklı nehirleri önüme katardım
Susuzluktan çatlayan topraklar için.

Çoban olsaydım deve gütmezdim...
İlahi okurdum hurma ikram aşkına,
İrili ufaklı pınarları önüme katardım
Susuzluktan çoraklaşan vahalar için.

Çoban olsaydım sığır gütmezdim...
Zend dizerdim bir çift çarık aşkına,
İrili ufaklı arkları önüme katardım
Susuzluktan paslanan sazlıklar için.

Çoban olsaydım davar gütmezdim
Kasideli geçerdim iki canlı aşkına,
İrili ufaklı gölleri önüme katardım
Susuzluktan kuruyan başaklar için.

Çoban olsaydım hindi gütmezdim
Mâni ezberlerdim yumurta aşkına,
İrili ufaklı kuşları önüme katardım
Susuzluktan savrulan bulutlar için.

Çoban olsaydım insan gütmezdim
Yürek yüklerdim aklıselim aşkına,
İrili ufaklı delileri önüme katardım
Susuzluktan çıldıran som akıl için!


ABDULLAH KARABAĞ

HASİBE AYTEN:: Sabrı Dokuyor}{İSA TEKİN: Van Gölünde Boğuldu Gülüşlerim



SABRI DOKUYOR



RESİM:TURGUT ZAİM

  
İğne deliğinden geçen ip gibi
Boynumuz zamanın ellerinde
Yasak bağın meyvesiymiş aşk
Bağrı yanık âşıkların telinde


Toprak damların odalarında
Sabrı dokuyor gelinler
İlmeklerinde şiirlerin hası
Ekmeğin kokusu var


HASİBE AYTEN




VAN GÖLÜNDE BOĞULDU GÜLÜŞLERİM



Urartu da zelzele
Nemrut da ağıtlar
Fay hatları kırılır serçe yüreğimde
Van gölünde boğuldu gülüşlerim
Bedenim buz keser
Annemin dilinden ağıt yakarım
Ax bıra ax daye
Göçük altında kaldı umutlarım
Yalnız kaldık sahipsiz öldük
Van da zelzele Ercişte sancı var
Viran olmuş dört duvar
Özlemle bakıyoruz yollara
Artçı depremler vurur yüreğimi
Kürdün diyarı sallanır
Ax bıra ax daye
Bedenim buz keser
Esmer gözler bir avuç güneş özler
Paylaştıça acıyı
Sarı nergizler erken açar
Kızıl açar Nemrut dağında ters laleler
Urartu da zelzele Nemrut ta ağıtlar
Anamın dilinden ağıt yakarım
Ax bıra ax daye



İSA TEKİN

BAYRAM ATAKUL: Ölçü


ÖLÇÜ


Çocuk, bir ölçüdür:
Henüz beyni olgunlaşmamıştır
Ve çok çok eksiktir yaşam deneyimi

Dil bir kültürdür
Aynı zamanda bilimin ürünüdür
İşte size güzelim dilimizden ölçüler:
Sen, çocuk mu kandırıyorsun!
Çocuk yapmaz senin yaptığını!
Çocuk kadar aklın yok!

Siz eyyy! “kendi rızasıydı”!
Kız “herşeyin farkındaydı”! diyen
Korkutucu cübbeli yargıçlar
O küçücük kız
Dört kez ameliyat olacağının
Kıçının üstüne oturamayacağının da farkında mıydı!
Şekerle de kandırılır çocuklar
Saçlarını okşayarak da
Onüç yaşındaki kıza
Parayla kandırıldı, “farkındaydı” diyenler
Şekerle kandırılsaydı ne diyecektiniz!

Siz
Çocuk mu kandırıyorsunuz!
Oy kullanmaya kalksa
Aklı ermez dersiniz
Ehliyet için başvursa, reddedersiniz
İş ırzına geçilmeye gelince
O çocuk değil, her şeyin farkında dersiniz!

Işte adaletiniz! ..
Gazetecileri, bilim adamlarını, devrimcileri
Anadilim Kürtçe diyen Kürtleri hapse atmak
İşçileri, emekçileri sömürmek
Çocukların ırzına geçmek için mi var bu düzen!


BAYRAM ATAKUL

ŞERİF TEMURTAŞ: Sen Giderken}{CEMAL ÖZTÜRK: Yalnızlığın Aydınlığı


SEN GİDERKEN



     — Oğlum Ali için —
sen giderken yetim kalır bozdağlar

yalnızlığım olur gidişin
bir çift kumru konar pencereme
oğluşum olur her yanım

sen giderken yaban ellere
yalnızlığım kalır geriye
saplanır sensizliğin acısı ciğerime
oğluşum olur her yanım

sen gidersin acılar kalır
bir de zifiri gökyüzü
bir de güz sancısı
sen giderken bu kent
yetim kalır

baykuş bakışlı kalleş gecenin
upuzun sessizliği arda kalan

sen giderken bu kentte
gökkuşağı rengindedir hayat

sen giderken oğluşum olur yalnızlığım


ŞERİF TEMURTAŞ



YALNIZLIĞIN AYDINLIĞI



Yalnızlığımın aydınlığında
Benimle konuşan insanları seviyorum.

Yol boyunca bana da eşlik etsin istiyorum
“Ölümsüzlük Ardındaki Gılgameş”
Bana gideceğim adresi göstersin:
“Gelmişin, geçmişin, geçişin efendisi” Hermes.
Hülyada mı desem rüyada mı yoksa
En zor anımda
En iyi dostum benim Sokrates oldu.
Sosyalizmin taosunu, ütopyasını,
Ondan ödünç bir kitap gibi aldım da okudum
İnsanı bir solukta anlamak ne mümkün
Dinler tarihi bitince, devrimler tarihini…
Tanrı değişti, insan değişti, bir zaman sonra
Musa’nın asası Marks’ın eline geçti.

Ben “konuşan kitapları” severim
Zaman en büyük hatiptir bana
Anlamak anı, Tanrıyı anmaksa eğer
Benim kütüphanem tarihin sayfalarıdır
Emekten başka Mesih tanımam
Çok sesli devrimler tarihinde
Ben bir kültür elçisiyim şimdi.

CEMAL ÖZTÜRK

TEMEL DEMİRER:Prenses “İskender” İle Pamuk Prens Tülûatı





PRENSES “İSKENDER” İLE PAMUK PRENS TÜLÛATI[*]


“Şimdi şöyle bir zamandır
Yol gösterir körler bize.”[1]

Artık her şeyin, piyasanın meta fetişizmine endekslendiği kâbusun kollarındayız…

Piyasaya endekslenmiş sanatın “hâl-i pür melali” orta yerdeyken; “sanat” deyince, kim Albert Camus’nün, “Dünya aydınlık olsaydı, sanat olmazdı”… André Malraux’nun, “Her sanat, insanın kaderine karşı bir isyandır… Ölüme karşı tek yanıt sanattır”… Dostoyevski’nin, “Ismarlama, sanatı öldürür”… Edmond Goblot’nun, “Sanat çoğu kez yenilik getiricidir ve çoğu kez devrimcidir”… Paul Klee’nin, “Sanat görüneni yinelemek değil, görünebilirlik sağlamaktır,” sözlerini telaffuz edebilir ki?

Metalaşmaya dayalı kültür endüstrisi geldiği nokta itibariyle derinlikli bir kültür yerine sığ bir kültürün yaygınlaşmasına hizmet ediyorken; her şeyin piyasaya sürülüp fiyatlandırılmak istendiği bir çağda kültür de tanrılaştırılmış piyasada alınır-satılır hâle geldi. Çok satanlar listesi, rating, prime-time, gişe rekoru, tiraj, tıklanma sayısı kültür-sanat eserlerine değer biçmede kabul gören ölçüler olarak öne çıkarken kitlelerin beğeni ve tercihi ağırlık kazanıyor...

Tam da bu noktada Başbakan Erdoğan’ın, “makam aracında okuduğu kitap” olarak lanse edilen ‘Kültür Endüstrisi, Üç Yanlış Bir Doğru’nun yazarı Doç. Dr. Abdurrahman Çelik’e göre, “Türkiye’de sanat üreten sistemin yenilenmesi gerekiyor.” Çünkü, “İngiltere’nin kültür endüstrisinden yıllık 180 milyar euro civarında geliri var. Biz de ise bu rakam 18-20 milyar TL. civarında. Eğlence ve sanat sektörünü daha profesyonelce yapılması lazım”dır!

Evet, artık her şeyin bir fiyatı vardır; her şey satılıktır…

Tam da bu güzergâhta, sanattan edebiyata, beşeri olan her şey: “Textikê rizî bizmar nagire/ Çürük tahta çivi tutmaz,” diyen Roman; “Qantir na zê, xwê şîn nayê/ Katır doğurmaz, tuz yeşermez,” “Av bi bêjingê nayê civandin/ Elekle su toplanmaz,” diyen Kürt; “Rovî nabe şêr/ Tilki aslan olmaz,” diyen Ezidi; “Boş çuval dik durmaz,” diyen Özbek; “Bizmarê xwar ji nû ve rast nabe/ Eğrilmiş çivi yeniden düzelmez!” diyen Ladino Atasözü’nün betimlediği üzeredir…

* * * * *

Şimdilerin “postmodern zamanları”nda artık Stendhal’dan, Kafka’dan, Dostoyevski’den, Charles Dickens’den söz etmenin bir “anlamı kalmamıştır”!

Oysa Stendhal’ın ‘Parma Manastrı’nda anlattığı Alpler, İtalya, entrikalar sizi alıp romanın içine çeker. İçinizde anlamlandıramadığınız bir sevinç dalgası yaratır.

Kafka’nın ‘Dönüşüm’ü ruhu titretir. Benliğinize değişimle gelen korkuyu aşılır.

Dostoyevski’nin ‘Beyaz Geceleri’ aşkın hâllerini sorgulatır kendinize.

Charles Dickens’ın ‘Oliver Twist’i bir çocuğun trajedi dolu hayatının insanı nasıl acıttığını imgeletir.

Sonra ‘İnce Memed’, vd’leri.

Yani böylesi roman(lar) insanı kalbinin/ beyninin tam ortasından vurur. Hayatın dehlizlerinde yol açan pusula olur.

Ancak şimdilerin “postmodern zamanları”nın bunlara gereksinimi yoktur…

O hâlde gelsin Fethullah Hocacı Cüneyt Özdemir’in, “Bugüne kadar Elif Şafak’ın da başını çektiği, Orhan Pamuk gibi pek çok popüler romancıya, basına verdikleri röportajların çokluğu nedeniyle ağır eleştiriler getirilmişti. Elif Şafak bu eleştirilere aldırmadığı gibi çıtayı bambaşka bir yere taşımış durumda,” diye ambalajladığı medyatik prens (Orhan Pamuk) ile prenses (Elif Şafak)…

Her şey medyatik bir ambalaj, kof bir görüntü ve onu tezgâhlayan reklamdır artık…

Yani Amy Winehouse’un, 2003’te piyasaya çıkan ilk albümü ‘Fuck Me Pumps/ Beni Becer Ayakkabıları’ şarkısında, “When you walk in the bar and you’re dressed like a star/ Rockin’ your F me pumps/ And the men notice you with your Gucci bag crew/ Can’t tell who he’s looking to/ ‘Cause you all look the same, everyone knows your name/ And that’s your whole claim to fame/ Never miss a night ‘cause your dream in life/ Is to be a footballer’s wife,” dediği gibi!

Türkçesini söylersek: “Bir yıldız gibi giyinmişsin, bara giriyorsun/ Ayağında Beni Becer Ayakkabıların salınıyor/ Gucci çantalı tayfanla fark ediyor erkekler seni/ Kime baktıklarını anlayamıyorsun bile/ Çünkü hepiniz aynısınız ve herkes adını biliyor/ Bu senin meşhurlukta tek iddian/ Hiçbir geceyi kaçırmıyorsun, çünkü hayattaki hayalin/ Bir futbolcunun karısı olmak.”

* * * * *

H.G. Wells’in, “Reklamlar, meşrulaştırılmış yalanlardır”; Marshall McLuhan’ın, “Reklamlar, XX. yüzyılın mağara sanatıdır; Sinclair Lewis’in, “Reklam ekonomide değerli bir etkendir, çünkü malı satmanın en ucuz yoludur, özellikle de mal beş para etmiyorsa”; Zelda Fitzgerald’ın, “Bizler, Amerikan reklamcılığının sonsuz vaatleri üstüne düşler kurarak yetiştik. Örneğin, ben hâlâ insanın mektupla piyano çalmayı öğrenebileceğine ve yüzüne çamur sürerek güzelleşebileceğine inanırım”; Daniel J. Boorstin’in, “Reklamlarla ilgili temel sorunlar, bizi ‘aldatanların’ ilke tanımazlığından çok bizim aldatılmaktan zevk almamızdan, ayartma isteğinden çok bizim ayartılma isteğimizden kaynaklanıyor,” çözümlemeleriyle betimlenen reklam modanın tezgâhlanmasından başka bir şey değildir…

Ancak reklamla devreye sokulan modanın piyasa edebiyatındaki rolü, prens (Pamuk) ile prenses (Elif)’in marifetleri kişiliğinde karşımızdadır!

“Aslına bakarsanız edebiyat ve moda yanyana gelmemesi gereken iki kelime. Aynen bilim ve moda, tıp ve moda, din ve moda gibi. Ama neylersiniz ki, o kadim edebiyat gelenekleri de bu çağın moda akımlarının saldırılarına maruz kalıyor.”[2]

Reklam ürünü “bestseller”, edebiyatın “ölçütü” kılınmaya başlıyor…

Tam bu noktada sözü Selim İleri’ye bırakıyorum:
“Tuhaf insanlar var, ‘Kitabınız kaç adet basıldı?’ diye soruyorlar.

Yazarların tutumları da ilginç... Yazarlarımızın, bazı yazarlarımızın konuşmalarını, söyleşilerini, yanıtlarını çoğu kez şaşırarak okuyorum. ‘Çok satmak suç mu?’ diye soruyorlar. ‘Suç’ olmadığını, suç olamayacağını elbette biliyorlar. Fakat bir yandan da öteki ‘üç beş bin okur’a gözlerini dikmişler. Onlardan niye ses çıkmadığına küskünler herhâlde.

Edip Cansever ‘Sonrası Kalır’ diyordu:
‘Ne kalır ne kalır/ Tuz gibi susayan, nane gibi yayılan/ Dokuzu unutulmuş on yüz mü kalır/ Onu da unutulmuş bir şiir belki kalır’...

Belki bu dizeleri yazdığı için Edip Cansever şiiri bugün de yaşıyor…

Edip Cansever’in şiirine dönüyorum:
‘Ne kalır benden geriye, benden sonrası kalır/ Asıl bu kalır.’ Evet, ‘asıl bu’...”

İyi de Elif Şafak’ın -bol reklamlı- ‘İskender’den ne kalır, sizce?

Bugün başlasanız iki güne bitirirsiniz ‘İskender’i… Aklınızda ne kalır? Hiçbir şey. Tıpkı ‘Aşk’ gibi! Ama tam da halkın istediği şey bu! Kafasını yormaya gerek yok!

‘İskender’ hatırlanmayacaktır; unutulup gidecektir!

Durum, tamı tamına buyken; reklam ürünü “bestseller”in, “asıl mesele”yi anlamasının mümkün olmadığı piyasa edebiyat(sızlık)ının “hâl-i pür melali”, dilin de “dil” olmaktan çıkarıldığı bir momente denk düşer…

Oysa “Dil, bir alıntılar toplamıdır,” J. L. Borges’in ifadesiyle…

Dilsiz düşünce olabilir mi?

Olamaz demiş, dilbilimci Whorf. Hipotezine göre “Dil düşünceyi belirler.”

Ya da “Dille dünyalar kurulur. Edebiyat dediğimiz şey de budur aslında: Dil ile yeni, bilinmedik bir dünya kurmak”…[3]

Ancak paranın edebiyat üzerinde kurduğu egemenlik, olması gerekenleri “olanaksız” kılarak, medyatik prensesi öne çıkarır!

* * * * *

Bilmiyor olamazsınız!

1998’de yazdığı ‘Pinhan’, 2000’de ‘Mahrem’, 2002’de ‘Pit Palas’, 2004’de ‘Araf’, 2006’da ‘Baba ve Piç’…

‘Baba ve Piç’te değindiği Ermeni meselesiyle ismini daha da duyurdu.

Elif Şafak tamamen popülerliğe ve ticari yazarlığa soyundu. Aslında bunun sinyallerini ‘Baba ve Piç’le vermeye başlamıştı. Gündem neyse, piyasa ne gerektiriyorsa o konuları gündeme aldı.

Örneğin ‘Siyah Süt’ ve peşinden ‘Kâğıt Helva’, ‘Aşk’ gibi…

Piyasa neyi istiyorsa onu yazmaya başladı…

“Son” mamûlat ‘İskender’ de bunlardan biri…

Siz bakmayın, “medya gülü” Nagehan Alçı’nın, “Sarsan ve düşündürten bir kitap ‘İskender’. Elif Şafak’la ilgili onca magazinsel dedikodunun gölgelemesine izin vermeyin,” demesine… Malum; bozacının şahidi daima şıracı(lar)dır!

Her neyse…

‘İskender’ kitabının özeti kısaca şu:

1970 sonlarında, İskender ve annesi Pembe’nin çevresinde geçen hikâye İstanbul, Londra, Abu Dabi gibi farklı şehirlerde geçiyor.

Romanın hikâyesi, bir Kürt köyünde yaşayan Pembe’nin evlenip önce İstanbul’a sonra Londra’ya göç etmesine dayanıyor. Pembe üç çocuklu ailesiyle, İstanbul’da ve Londra’daki göçmenlerin hayatını gözlemleme fırsatını buluyor.

Kitabı özetleyen cümle, “En çok en sevdiklerimizi incitiriz” olarak lanse edilirken; Gamze Demir’e göre de ‘İskender’de “En sık sorgulanan cinsiyetçi ideoloji ve onun fallus merkezciliği…”

Öncelikle ‘İskender’deki kurgu yine okuru zorluyor... Çünkü zamanlar ve mekânlar arasında inanılmaz yoğun bir trafik var:

Bir bakıyorsunuz 1992’de Londra’dasınız; aniden 1946’da Fırat Nehri yakınlarındaki bir köyde buluyorsunuz kendinizi... Ama okumaya fazla ara vermezseniz, bu kurguya da alışıyor ve olayları izlemekte zorlanmıyorsunuz.

İskender; daha önce belki binlerce kitaba, filme, oyuna konu olmuş “töre cinayetleri”nden birini anlatıyor...

Hepsi elbette bu değil; bir şey daha var ve onu da Çağdaş Günerbüyük şöyle ifade ediyor:

“Her şeyin adını doğru koymak gerek. İskender’e tutup Alexander demek olmazsa, bu da öyle.

Elimde tuttuğum kitabın kapağında ‘Türk Edebiyatı’ yazıyor. Bu ifadenin normal koşullarda, yazarının uyruğu ya da bahsettiği konuyla değil, kitabın yazıldığı dille ilgili olduğunu herkes bilir. Ama kaç kitaptır Elif Shafak’ın yayıncıları öğrenemedi. Yazar, Türkçe yazmıyorsa Türkiyeli olması, olayların bazen Türkiye’de geçmesi bunu değiştirir mi?

İngilizce yazılıp da Türkçeye çevrilmiş bir kitabın yazarının adının doğrusu bu: Elif Shafak. Türkçe’den bildiğimiz isimlere benziyor diye, Shafak’ın göçmen edebiyatı kulübünden Afganistanlı arkadaşı Khalid Hosseini’nin adını Halit Hüseyni diye çevirmek ne kadar yanlışsa, o da öyle. Kitabın orijinal dilinde yazarın adı olarak ne yazıyorsa, bizim alfabemizdeki yazılışını korumaktır doğru olan. Elif Shafak’sa, Shafak.

Kitabı orijinal dilinden okumadığımıza göre, çeviri yazar tarafından onaylansa, hatta kendi ifadesiyle ‘yeniden yazılsa’ bile (Öyleyse neden çeviri ve çevirmenin adı var?), kitabın diliyle uğraşıp çevirmen Omca A. Korugan’ı eleştiriye tutmaya insanın gönlü razı olmuyor. Hani, nasıl diyordu köyünden çıkmamış Türkçesi zayıf Kürt kadını; ‘Korkarım herkes gibi insanım ben de’.[4]

Kitabın ‘Türk Edebiyatı’ kategorisinin çelişkileri bir yana, Batılı okuru cezbetmek için yazılmış satırların arasında kaybolan Türkiyeli okurun kendisini enayi gibi hissetmesi daha fena. Çünkü çok belli, bu kitap bize yazılmamış. Ama öyleymiş gibi tantana yapılıyor.”[5]

* * * * *

Elif Şafak’ın, intihal suçlamasıyla karşı karşıya kalan ‘İskender’i, bir türlü ısınamadığım, okurken üzerime bir ağırlık çöken kitaplardan…

Adı ünlüye çıkartılan, yurtdışında “ödül”lendirilen kimi yazarların anlatımı bana, daima bir çevirmenin kaleminden çıkmış izlenimi verirken; okumadan bir “zevk” alınamıyorsa, bundan sonrasının eleştirisine dair daha fazla ne denilebilir ki?

Bu konuda “Elif Şafak’ın son kitabı ‘İskender’i okumaya başladım, sıkıldım,” diyen Burak Kara ekliyor:
“Sonra okudum ki, ‘İskender’de ‘intihal’ varmış!
‘İntihal’, Türkçe deyişle, ‘aşırma’, ‘çalıntı’...
‘İskender’, İngiliz yazar Zadie Smith’in, ‘İnci Gibi Dişler’ başlığıyla 2001’deTürkçe yayımlanan ‘White Teeth’ ile benzerliği, esinlenmenin ötesinde.
Karşılaştırmaların saptadığı ‘benzerlik’ler, sizi ‘intihal’e götürüyor.
Meraklısı bir göz atsın yeter…

‘İnci Gibi Dişler’in çevirmeni Mefkure Bayatlı da, Elif Şafak’ın, Zadie’nin kitabının şablon alan bir kitap yazdığı iddiasında. Ayrıca, Elif Şafak’ın ‘esinlenme’nin ötesine geçtiğini, ‘uyarlama’ yaptığını söylüyor:

‘Hiç şaşırmadım. dünya edebiyatını bir tek onlar takip ediyor, kimse bilmiyor diye düşünüyorlar. Ama Türkiye’de edebiyattaki başka kitaplardan etkilenmeleri, yapılan intihâlleri araştıran ve bilen insanlar var.”

İyi de Elif Şafak ne (mi) diyor bu işe?

“Türkiye’de örtük bir elitizm var,” diyen Elif Şafak, yapıt(lar)ına yönelik “kültürel elitin saldırıları”ndan da şikayetçi oluyor!

İstanbul Modern’deki ‘Sözünü Sakınmadan’da Elif Şafak, ‘İskender’ hakkındaki intihal iddiasına, “Bu benim sekizinci romanım ve 11. kitabım. Bu işi yeni yapmaya başlamadım… Edebiyat eleştirisinden ziyade magazinel şeyler çıkıyor ortaya. Bir polemik yaratma çabası var,” yanıtını veriyor!

Ardından da “Katı laik bir aileden tasavvufa yürüdüm,” vurgusuyla Elif Şafak “Suçlamaları ciddiye almıyorum. Bu kitapta alın terim ve hayal gücüm var, okurum beni bilir…”

“Eleştiri kötü bir şey değil ki, yeter ki iyi niyetle, saf bir enerjiyle yapılsın. Basında pek çok şey yazılıp çiziliyor, kimi olumlu kimi hırçın, bu da gayet doğal. Madem ki çeşit çeşit insan var, çeşit çeşit fikir olacak elbette. Ben iyi niyetli eleştiriye her zaman kıymet veririm…”

“Hakiki edebiyat okurundan gelen her türlü eleştiriyi, önemserim, ciddiye alırım. Onun dışındaki klişe eleştirileri dinlemem…”

“Kapağa sürahi de koysam eleştirilirdim…” “İntihal yok kıskançlık var…”diyor mesela…

Meselaları bir yana bırakırsak: “Telif ajansları Elif Şafak ve Zadie’yi inceleyecek”![6]

Hem de Erdoğan’ın basın danışmanlığını yapan Akif Beki, “… ‘İlham almak başka, intihal başka şey. Elif Şafak aşırma yapmaz, fikren etkilenmiştir canım’ demek dahi, bu gayriciddi gevezeliklere bir tartışma havası, bir ciddiyet süsü katmak olur.
“Çekememezlik, kıskançlık ve haset! Türkiye’de Elif Şafak değil, İngiltere’de Shakespeare olsanız da yakanızı bırakmıyor bu lanet duygular,”dese de!

Şafak (ve taraftarların)ın tepkileri; Susan Sontag’ın, “Eleştirinin işlevi yapıtın ne anlama geldiğini göstermek değil, nasıl o şey olduğunu, hatta onun o şey olduğunu, göstermek olmalıdır,” gerçeğine yabancı olması yanında; Mutlu Tönbekici’nin, “Profesyonel bir yazarın 12. kitabı gibi değil de amatör bir yazarın birinci kitabı gibi. Bu kitapla Doğan Yayınlarına Elif Şafak değil de Fatma Falanca gelseydi yine basarlar mıydı acaba derin şüpheler içindeyim”; Cem Küçük’ün, “Kimse ondan Ulysses, Kırmızı Pazartesi, Savaş ve Barış, Karamazov Kardeşler yazmasını beklemiyor. Ama böyle de olmamalıydı,” eleştirilerinin de muhatabıdır…

* * * * *

Reklamcılarla, reklam mamûlatı “ürünlerin” ve “üretenlerin” yani piyasa edebiyatçılarının, “bestseller”cilerin bunları anlaması, elbette mümkün değildir…

Oysa Tomris Uyar, “Derdiniz iyi edebiyat yapmaksa okurun beğenip beğenmemesi sizi çok ilgilendirmez. Best-seller’ı herkes beğenir. Herkesi altına alan, bütün eğilimleri kapsayan bir şemsiye nasıl olmazsa, bütün eğilimlere cevap veren roman da olmaz,” diye uyarırdı…

Andre Gide, ‘Tohum Ölmezse’ başlıklı özyaşam öyküsünde şöyle derdi: “Kendimi olduğundan daha erdemli göstermek istemiyorum.
Şöhret kazanmayı tutkuyla arzu ettim, ama genelde sunulduğu şekliyle popüler başarının hileli bir taklitten başka bir şey olmadığını çok çabuk gördüm.
Ben hak ederek sevilmek istiyorum ve yanlış yere bahşedildiğini hissettiğim övgüler canımı sıkıyor. Kurgulanmış lütuflar da beni memnun edemez. Size sipariş üzerine sunulan ya da çıkar ilişkilerinin dayattığı şeylerden nasıl zevk alabilirsiniz?
Minnettarlık yüzünden, yapacağım eleştirinin önünü kesmeye ya da iyi niyetimi harekete geçirme amacıyla övüldüğümü düşünmek bile övgünün tüm değerini bir anda yok eder; artık istemiyorum bunu.. Çünkü benim için en önemli şey, yaptığım çalışmanın gerçek değerinin ne olduğunun bilinmemesidir ve kısa süre sonra solup gitme tehlikesi taşıyan defne dalından bir taçla hiç işim olmaz…”

Yine B. Shaw da, “Dürüst olursam, yoksul bir insan kalırım. Kimse saygı göstermez, kimse hayranlık duymaz, kimse selam bile vermez bana. Ama atılgan, açgözlü, acımasız ve varlıklı olursam, herkes saygılı davranır, değer verir, yakınlık gösterir, önümde eğilir.. Ancak o zaman, dürüst olma lüksünü göze alabilirim işte!” diye eklerdi…

‘Sosyalizm ve İnsan Ruhu’nda Oscar Wilde, “Aslında geniş okur kitlesinin sağlıklı dediği popüler roman, her zaman, tamamen sağlıksız bir üründür; okur kitlesinin sağlıksız dediği ise her zaman güzel ve sağlıklıdır…” notunu düşerken; F. Nietzsche de uyarmıştı: “Uygarlık tarafından yokedilme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir uygarlık çağını yaşıyoruz”!

Elif Şafak ile Orhan Pamuk bunlardan haberdar mıdırlar?

Ya da “Sanatçı sözü üstün nitelikten çok yaratıcılıkla ilgili. Bir yapıt yaratıp ortaya koyuyorsanız, sanatçısınız…
Aslında ‘sanat’ı ‘ulvi’likten çok, ‘sorumluluk’la bağdaştırıyorum.
Sanat dallarında her yaratıcının ‘sanatçı’ sayılmasını da pek içime sindiremiyorum. Söz gelimi, Yaşar Kemal gibi has bir sanatçının, uyduruk ‘best-seller’ler karalayan, anlattığının değil, kullandığı dilin bile sorumluluğunu önemsemeyen herhangi bir gençle aynı sıfatı taşımasını benimseyemiyorum,”diye haykıran Ülkü Tamer’in satırlarından…

Veya İtalya’nın önemli yönetmenlerinden Ettore Scola’nın, “Artık üretim ve dağıtım süreçleri benim mantığımla uyuşmuyor” diyerek sinemayı bıraktığından… Ve Gerard Depardieu ile beraber bir film hazırlığında olan Scola’nın, “Artık üretim ve dağıtım süreçleri benim mantığımla uyuşmuyor. Benim için, seçme ve vazgeçme özgürlüğü en temel şey. Kendimi yavaş yavaş piyasanın kurallarına uymak zorunda hissettim ve özgürlüğümü kaybetmeye başladım” demesinden!

Evet, evet Elif Şafak ile Orhan Pamuk bunlardan haberdar mıdırlar?

“Türkiye’de azıcık farklı, yenilikçi işler yapan herkese uluorta saldırılmasından bıktım, bıktık. Bizde ne yazık ki insan karalamak, başkalarını küçüksemek çok kolaydır,”diye “dert yanan”(!) Elif Şafak’ın kitap kapağındaki “erkek pozu” ile piyasacı pazarlama görselliğiyle edebiyata müdahalesi, edebiyatı “edebiyat” olmaktan çıkarıp, hızla tüketilen bir reklam nesnesine tahvil etmektedir…[7]

Fatoş Karahasan’ın, “Elif Şafak’ın yeni romanı “İskender” 200 bin rekor baskısıyla çıktı. Bazı eleştirmenler, pazarlama-edebiyat ilişkisinde kantarın topuzunun kaçtığını, yazarın tanıtım çabalarının kitabın önüne geçtiğini ve edebi değerini düşürdüğünü dile getiriyorlar. Oysa, Elif Şafak geniş kitleler için üretim yapan bir yazar. Belli ki çok okunan kitapları olsun istiyor. Bunun için marka yönetimini bizzat kendisi üstleniyor,” türünden “sirkatine” karşın; Sibel Asna bu “durumu”(?), “Önce, çok okunan bir gazeteciye hafif provokatif bir röportaj verilecek, ardından bir-iki televizyon kanalı, bütçe varsa billboard kampanyası veya tam sayfa reklam, ardından kitap piyasaya” diye özetleyip, soruyor: “Pazarlama taktikleri her alana egemen olmadı mı? Adı en çok duyulanın peşinde değil mi bu toplum?”

Soru(n) buradayken; Semih Gümüş, “Popüler kültür ikonu olmak bir seçim… Bugün, bir edebiyat yapıtı, özellikle roman, artık aynı zamanda bir ticaret ürünü”; Ömer Türkeş de, “Bunlar satış tekniği edebiyatla ilgisi yok,” diye özetliyorlar bu hâli!

* * * * *

Aslında buraya dek prenses (Elif)’e dair dediklerim, “Ödüller hayatımıza renk veriyor,” diyen prens (Pamuk) için de geçerlidir…

Kolay mı? Her ikisi de piyasa edebiyatının en yetenekli pazarlama ve reklamcılarındandır…

Örneğin, “Artık her şeyi hoşgören ihtiyarlar gibi, kurmaca ile gerçeği birbirine karıştırmamıza olgunlukla gülümsedik. Bu yanılsamaya, romanların gerçeklik kadar hayal gücüne de dayandığını unuttuğumuz için değil, romanlar okura bu yanılsamayı yaptırdığı için kapıldığımızı seziyorduk. Romanları aslında tam da bunun için, gerçeklikle hayal gücünü birbirine karıştırmak için okuduğumuzu da anlıyorduk şimdi. O sırada hissettiğimiz şeye, aynı anda hem saf hem düşünceli olma isteği diyebilirim. Roman okumak, tıpkı roman yazmak gibi bu ruh hâllerinin birinden diğerine sürekli gidip gelmektir,” diyen Orhan Pamuk’un, Harvard Üniversitesi’nde verdiği “Norton Dersleri” notlarından oluşan ‘Saf ve Düşünceli Romancı’ daha piyasaya çıkmadan kimilerinin ayakta alkışladığı reklam teknikleriyle biçimlendiriliyor…

Mesela Asuman Kafaoğlu-Büke, “… ‘Saf ve Düşünceli Romancı’, edebiyat üzerine okuduğum belki de en kışkırtıcı ve çekici metinlerden biri. Kışkırtıcı, çünkü daha önce düşünmediği şeyleri düşünmeye itiyor okuru; çekici çünkü Orhan Pamuk’un kendini sakınmayan stili ve açıklığı, okuru büyülüyor,”[8]derken; Kaya Genç de ekliyor:
“Harvard Üniversitesi’nde verdiği konferansları kitaplaştıran Orhan Pamuk, ‘Naif ve Duygusal Romancı’ başlıklı yeni çalışmasında roman sanatının resimle bağlantılarını tartışıyor, kendi roman anlayışının ipuçlarını veriyor ve romanların ‘merkez’inde ne olduğu sorusunu soruyor.”[9]

Dikkat edin! Okunmamış bir kitap hakkında yazılıyor bunlar!

* * * * *

Kapitalist kültür endüstrisi sanatta star sistemini biçimlendirip, sürdürürken; prens (Pamuk) ile prenses (Elif) postmodern zamanların ihtiyaç duyduğu türden -üretilmiş!- “kahramanlar”dır!

Mesela ‘The Guardian’dan Jonathan Jones’in, “… ‘Benim Adım Kırmızı’ romanının sanat tarihi üzerine yazılmış en etkileyici eserlerden biri” olduğunu belirttiği Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk, Türkiye’de gazetecilerin tutuklanmasını kabul edilemez bulduğunu; hükümet yanlısı gazetelerin bile bu tutuklamaları eleştirdiğini söyledi.

Amerikan PBS televizyonunda ünlü sunucu Charlie Rose’un sorularını yanıtlayan Pamuk, bir soru üzerine, Türkiye’de laikliğin gerilediğini düşünmediğini söyledi.

Ayrıca da, “Türkiye’nin bir başrol oyuncusu olduğunu, çevresindeki Arap ülkelerinde yaşananların ise kendisini ağlatacak kadar hüzünlendirdiği” vurgusuyla Pamuk, 12 Haziran 2011 seçimlerinde oy kullanmak üzere Türkiye’ye dönmeden önce İtalyan ‘La Repubblica’ gazetesinden Marco Ansaldo’ya verdiği demeçte, “Türkiye, her zaman bir başrol oyuncusu. Bunu kültürüyle, sanatıyla, filmleriyle ve politikasıyla görüyoruz. Buna bir örnek; son dönemde ülkemin çevresinde yaşanan olaylar” diye ekledi…

Hayır, hayır bunlar muhalif siyaset falan değil, olsa olsa AKP yanlısı liberal maruzatlardır!

Bu noktada yine Çağdaş Günerbüyük’ün kimi tespitlerine müracaat edelim:
“Orhan Pamuk bir röportajında demiş ki; ‘Türkiye’de kitaplarımdan çok röportajlarım yüzünden saldırıya uğradım. Türkiye’de siyasi polemikçiler ve köşe yazarları roman okumazlar bile.’[10]

Bu pek yadırganacak bir şey değil tabii. İnsan fikirlerini röportajlarında, yazılarında romanlarından daha net açık ediyor, hâliyle. Sadece saldırı ya da polemik merakında olsunlar olmasınlar, okurların artık Nobel Ödüllü yazarın yazılarını, röportajlarını, denemelerini, konuşmalarını, kitaplarının çıkarılan kısımlarını bir arada okuma şansları var. Manzaradan Parçalar, ‘Hayat, Sokaklar, Edebiyat’ alt başlıklı bu son Orhan Pamuk kitabının adı.

Kapağında, Pamuk’un Kar romanı için Kars’ta bir kahvede vatandaşlarla görüşürken çekilmiş bir fotoğrafı var. Kapağın vadettiği gibi, kitapta Orhan Pamuk’un romanlarına nasıl hazırlandığına dair epey yazı bulmak mümkün. Romancıyı böylelikle daha yakından tanırken, onun edebiyata ve hayata ilişkin düşüncelerinin de ifadeleri kitapta bolca yer alıyor.

Kiminin ilgisini Pamuk’un babası çekiyorsa, onunla ilişkisi de var, gezilerinden notlar da var, tabii ki Nişantaşı’ndaki çocukluğu da, kitaplığı hakkında bilgiler de. Buna epey politik yazılar da dahil.

Kışkırtıcı başlıklı bir tanesi; ‘Ezilenlerin Siyaseti’. 2001’de, 11 Eylülün üstünden çok vakit geçmemişken Almanya, İngiltere ve ABD gazetelerinde yayınlanan bu yazıda, Batının ‘anlayışsızlığı’na verip veriştiriyor yazar. 11 Eylül sonrasında İstanbul’da tanık olduğu tepkilerin nasıl anlaşılabileceğinden yola çıkıyor: ‘(...) Dünyanın fakir milletlerinin, kenarda köşede kalmış ve kendi tarihleri konusunda bile karar veremeyen uluslara mensup milyonlarca insanının, körü körüne de olsa, Amerika’ya neden böyle öfkeli olduklarını anlamak işimiz olmalı.’[11]

Orhan Pamuk romanlarının dünyada bu topraklara dair yaşamları, fikirleri, tarihleri daha çok Batılı okura anlatmak gibi bir işlevi oldu bugüne kadar. Bu nedenle romancının öfkeyi anlamak üzerine söyledikleri, zaten bize değil, batıya dönerek söyledikleri anlamlı. Ama sanki emperyalizmin hem farkında olup hem de ona karşı biraz fazla ‘anlayışlı’ bir üslubu olduğunu açık açık yazdığı bir yazı olmuş, Ezilenlerin Siyaseti. Ezilen ülkelerin yoksulluğunu, halklarının ‘Babasının ve dedesinin kabahati ve akılsızlığı’[12]ile açıklayacak kadar ezilenlerden yana olmayan bir bakış açısı olduğunu itiraf bile ediyor…”[13]

Evet, “üç aşağı, beş yukarı” prens (Pamuk) bu…

Bu da ister istemez Onun hakkında dillendirilen şu soru(n)lara haklılık kazandırıyor!

“Acaba Dostoyevski’nin, siyasal görüşleri ve duruşu nedeniyle, yirmili yaşlarında idama mahkûm edilip çarın bağışlamasıyla infazdan son anda kurtulduğunu; yaklaşık on yıl Sibirya sürgününde kaldığını biliyor mu?
Aynı Dostoyevski’nin tüm yaşamı boyunca ülkesi Rusya’da yaşanmakta olanların tam içinde yer aldığından, her zaman siyasal bir duruşu olduğundan ve ‘Rusya’nın dışındayken sanki kafam çalışmıyor, düşünemiyorum...’ dediğinden haberli mi?
Orhan Pamuk yayına hazırladığı yazarlardan Tolstoy’un monarşiye, orduya, kiliseye, kurulu düzenin baskıcı bütün kurumlarına karşı savaşımından, bu nedenle başına gelenlerden ne ölçüde haberli?
Örneğin Çehov’un, verem hastası iken, gözlem yapmak ve gördüklerini yazmak amacı ile, Rusya’da ağır cezalı mahkûmların gönderildiği Sahalin Adası’na gittiğini, dönüşünden sonra da ‘Sahalin Adası’ adlı ürpertici kitabını yazdığını biliyor mu?”[14]

* * * * *

Burada duruyor ve Rudyard Kipling’in ‘If/ Eğer’ başlıklı dizelerinden, “If yo can keep your head when all about you/ Are loosing theirs and blaming on you...” yani Türkçesiyle “Eğer çevrendeki herkes aklını yitirip,/ Bunun nedenini de senden bildiklerinde başını dik tutup sağduyunu kaybetmezsen...” satırlarının altını çizerek; ancak ve ancak o zaman, sizi “prens/ prenses” tülûatıyla ya da “jingle” massedemeyeceğini bir kez daha vurguluyorum!

TEMEL DEMİRER

N O T L A R
[*] İnsancıl, No:256, Kasım 2011…
[1]Teslim Abdal.
[2]Zülfü Livaneli, “Edebiyat Modaları”, Vatan, 4 Eylül 2011, s.5.
[3]Turgay Fişekçi, “Dil Bir Dünyadır”, Cumhuriyet, 18 Mayıs 2011, s.16.
[4]Elif Şafak, İskender, Çev: Omca A. Korugan, Doğan Kitap, 2011, s.261.
[5]Çağdaş Günerbüyük, “Elif Shafak”, Evrensel Hayat, 28 Ağustos 2011, s.8.
[6]Burak Kara, “Telif Ajansları Elif Şafak ve Zadie’yi İnceleyecek”, Vatan, 5 Ağustos 2011.
[7]“Elif Şafak’ın ‘İskender’ adlı kitabının kapağını hazırlayan Alametifarika Reklam Ajansı’ndan Uğurcan Ataoğlu, çekimlerin perde arkasında yaşananları Habertürk’le paylaştı.
Şafak’ın ‘İskender ‘ romanının kapağının ‘Genius Within: The Inner Life of Gleen Gould’ belgeselinin afişine çok benzediği öne sürülmüştü.
Elif Şafak, o dönemde Londra’da kitabını bitirmeye yoğunlaştığı için fotoğraf çekimleri Londra’da yapıldı. Sabah 09.00’da başlayan çekimler, akşam 21.00’e kadar tam 12 saat sürdü.
Ekip, çekimin yapılacağı günün sabahı erken saatte bir araya geldi ve önce Elif Şafak ‘a erkek makyajı yapıldı. Sonra 70’li yıllara göre önceden hazırlanan erkek peruğu takıldı. Ense uzun bulununca Elif Şafak sandalyeye oturdu ve gazetesini okurken bir güzel erkek tıraşı oldu. Ardından bitpazarından seçilen kıyafet kombinasyonlarını tek tek giyinerek denedi.
Elif Şafak şekil olarak ‘erkek’ olunca, ‘beden dili’nin de erkek olması için prova yapıldı. Erkek gibi nasıl yürünür, oturup kalkılır, uzun uzun prova edildi.
Şafak’ın erkek gibi olabilmesi için, kaşlarını çatması, içinden küfür etmesi istendi. Boks eldiveni giyip karşılıklı boks maçı yaptı. Çünkü romandaki İskender karakteri de boks yapıyor. Üç dört farklı kıyafetle ayakta, sandalyede, yolda yürürken, erkekler gibi çömelirken fotoğrafları çekildi.” (Ümran Avcı, “İşte Elif Şafak’ın ‘Erkek’ Hâlleri”, HaberTürk, 8 Ağustos 2011.)
[8]Asuman Kafaoğlu-Büke, “Orhan Pamuk Sırlarını Açıklıyor”, Radikal Kitap, Yıl:10, No:547, 9 Eylül 2011, s.13.
[9]Kaya Genç, “Romanın Merkezine Seyahat”, Radikal, 30 Ocak 2011, s.33.
[10]Orhan Pamuk, Manzaradan Parçalar, İletişim Yay., s.519.
[11]yage, s.485.
[12]yage, s.486.
[13]Çağdaş Günerbüyük, “Pamuk’un Manzarası”, Evrensel, 7 Ekim 2010, s.10.
[14]Ataol Behramoğlu, “Orhan Pamuk Bey Şimdi Nerede?”, Cumhuriyet, 14 Mayıs 2011, s.6.