Merhaba,
Yeni bir dönemin eşiğindeyiz. Bir yanda AKP tasdikli barış görüşmeleri, diğer yanda Yine AKP’nin estirmeye devam ettiği; halkın, örgütlenme ve sendika çabalarının, öğrenciler gençlerin, avukatların üzerinde estirilen baskı zulüm fırtınası...
Sanat alanında sisler, yavaş yavaş da olsa da dağılıyor. Anadolu’da yayınlanan bir çok dergide, burjuva şiirine yönelik eleştiriler daha çok artmaya başladı. Daha önceleri, Anadolu dergileri, İstanbul merkezli şiirin kuyruğuna takılma çabası içindeyken, bugün Anadolu merkezli şiirin konak alanları olan Anadolu dergileri, İstanbul merkezli şiiri tartışmaya başladı. Kuşkusuz, bu çok iyi ve ileri bir gelişmedir.
Manifestoları, ilkeleri ya da çıkış amaçları farklı olsa da, şiirimizde Anadolu özgünlüğünü yaratma yolunda birleşiyorlar. İçbükey şiire karşı, şiirin estetik ve poetik çizgilerinde, anlamlı şiirin sesini yükseltiyorlar.
Bugün burjuva sanatçıları dramatik efektler peşinde, soyut söylemlerle kendilerini avutur, kendi beşiklerini kendileri sallarken; biz devrimci sanatçılar, sanatsal çabalarımızla, ürettiğimiz eserlerimizle devrimci içgüdüleri yaymak oluşturmak zorundayız. İsteyen kapitalizmin sanat borsasında büyülü ve boyalı yalanlarını satmak için sıraya koşabilir. Biz, ürettiklerimizi, kapitalist ilişkiler ağı içine sokmadan emekçilerle, işçilerle, köylülerle, yani tüm ezilenlerle buluşturmanın çabası içinde olmalıyız. Bizim gaflet ve gevezelik peşinde koşturacak zamanımız yoktur.
Şöhret düşkünlüğünün tuzaklarına düşmeden, siyasal özgürlük ve adalet mücadelesinde saflarımızı sıkı tutmalıyız. Şöhret hastalığına yakalanmış sanatçılar, kapitalist toplumun içine düşmüş narsist bir süs taşı gibidir. Devrimci sanatçı, hayatın sokaklarına insanları taşır; şöhret vaat eden burjuva sanatı ise insan yaratıcılığını havasız bırakır, ona nefes aldıracak hayatla bağ kurmasına kilit vurur.
Emeğin sanatçısı, parayla pulla, şanla değil, insanlığın gelişimiyle, devrimle, devrimci ivmeyle ilgili yeni cesur vizyonlar oluşturma düşüncesiyle ilgilenmek zorundadır. Çünkü emeğin sanatçısı, apolitik sanat esnaflığı peşinde değil, politik, antifaşist, antikapitalist bir dilin sanatsal ve estetik yaratıcılığını üstlenmelidir.
Son söz Nazım Hikmet’in:
“Memleketini ve memleketinin çalışan insanlarını sevmeyen insan, dünyayı ve dünyanın çalışan insanlarını sevemez ve dünyayı ve dünyanın çalışan insanlarını sevmeyen insan kendi memleketini ve kendi memleketinin çalışan insanlarını sevemez. Sevmeyen insan da edebiyat, resim, mimarlık filan yapamaz.”
Ali Ziya Çamur
BU SAYININ SAVSÖZÜ
“Unutulmasın ki, şiir önce dili kirinden pasından arındırma faaliyetidir. İmdi, varoluş nedeni kirlilik olan bir toplumsal yapının bireylerinin, her türlü arınma faaliyetine karşı tepkiyle koşullanmış olmaları doğal değil mi?
Hani şiirle ilgili şöyle bir önerme ortaya atsak ve desek ki, “geleceğin sınıfsız toplumunda herkes şair olacak...” Bu çok mu uç bir önerme olur? Ya da bu, çok komik görüş mü olur acaba? Bu önermeyi hangi mantık silsilesi içinde düşünürsek düşünelim, bir tutarsızlık bulamayız. Zira sömürü düzeni içinde gelişen dil, doğal olarak sömürü düzeninin ereklerine göre şekilleniyor. Bu düzene karşı isyan eyleminde isyancının dili de kendisini bu isyana göre ayarlıyor. Yepyeni bir düzen, yepyeni bir dil demektir. Sınıfsız, sömürüsüz bir dünya dili, köleci tüm sözcükleri içerisinden söküp atıyor. Özgürleşmiş bir dilin kendisi şiirden başka bir şey değilse, geleceğin sınıfsız toplumunun her bir bireyinin şair olacağı önermesi neden uç olsun?
Bu ülkede her bir insanın, şiirle şu ya da bu şekilde temas ediyor olması, şiiri tekeline almak isteyenler için adeta bir kabus haline geliyor. Kuşkusuz toplumsal mücadelenin içinden süzülüp gelen şairlerin kabusu değil bu.bu onların en büyük özlemi. Düzen kültürü içinde hapsolmuş şairler de hiç az değil bu ülkede. Bu yüzden şiir, halk şairlerine serzenişte bulunuyor. Adeta, “kurtar beni bu adamlardan” diyor.
Bu çağrıya kulak vermek, sadece gerçek halk şairlerinin değil, şiir sevdası olan tüm halkın görevidir. Şiiri, düzenden beslenen şairtlerden kurtarmak gerekir....”(Bu yazı, Özgür Düşün Dergisi’nin, Nisan 2002 tarihli 1. sayısında isimsiz olarak yayınlanmıştır.)
YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ
2013 ÇUKUROVA SANAT GÜNLERİ...
“Çukurova Sanat Günleri”, 20-23 Mart 2013 tarihleri arasında Adana, Antakya, Mersin, Tarsus ve Silifke’de gerçekleştirilecek.
Türkiye Yazarlar Sendikası ve Arap Yazarlar birliğinin ortak katılımıyla düzenlenen “Çukurova Sanat Günleri”nde, 2013 Çukurova ödülü’ne Prof. Dr. Erman Artun değer görüldü.
Etkinliklerde çeşitli şair ve yazarların katılacağı toplantılar, imza günleri düzenlenecek.
ULUSLARARASI ÇUKUROVA SANAT GÜNLERİ KAPSAMINDA
ÇAĞDAŞ YAŞAM DERGİSİ’NDEN ETKİNLİK VE DAYANIŞMA GECESİ
Adana Büyükşehir Belediyesi Tiyatro Salonu'nda, 23 Mart saat 12.00'de "Yazarda Bitmeyen İçsavaş" konulu panel düzenlenecek. Mehmet Taşar'ın yöneteceği panele Coşkun Karabulut, Gülderen Canyurt, İlkay Tuna, Melahat Babalık, Mustafa Akyürek katılacaklar.
Aynıgün ve aynı yerde saat 13.30'da Çağdaş Yaşam dergisi şair ve yazarlarının katılacağı imza günü düzenlenecek. Aynı gün ve aynı yerde saat 14.00'de "Yaşam İçin Şiir" konulu şiir sunumu düzenlenecektir.
Çağdaş Yaşam dergisinin düzenlediği dayanışma gecesi ise yine 23 Mart'ta Ziraat Mühendisleri Odasında Saat 19.30'da gerçekleştirilecektir.
YAŞAMIN HAKKARİSİNDEKİ MİLİTAN ŞAİR
YILMAZ YEŞİLDAĞ ARAMIZDAN AYRILDI!
Öğretmen, yazar, şair Yılmaz Yeşildağ, 19 Şubat günü, 61 yaşında yaşamını yitirdi.
1952’de Emirdağ’da doğan Yeşildağ, liseyi bitirdikten sonra silahlı kuvvetlerde görev yaptı. Yeşildağ, eski TCK’nın 141-142. Maddesinden yargılandı, ceza aldı ve askerlikten ayrıldı. Türkçe ve Edebiyat öğretmenliği de yapan Yeşildağ, 1980 darbesini ardından yeniden öğretmenliğe döndü.Yeşildağ, yazmaya öyküyle başladı ama ismini şiirle duyurdu. Çocuk ve gençlik romanları da yazan Yeşildağ’ın, çeşitli edebiyat dergilerinde denemeleri, eleştiri yazıları ve şiirleri yayınlandı. PEN Yazarlar Derneği, Türkiye Yazarlar Sendikası ve Edebiyatçılar Derneği üyesi olan Yeşildağ’ın bir dönem de gazetemizde Ruhan Mavruk’la birlikte İstanbul sokaklarındaki farklı tipleri anlattığı bir dizi röportajları yayınlandı. Bir ara Bumerang, etikus, senfoni yayınlarını ve çeşitli Edebiyat Gündemi dergisini yönetti.
Türkiye Yazarlar Sendikası Genel Başkanı Mustafa Köz, şairin ölümü üzerine yaptığı açıklamada, “Yazmak onun için bir alışkanlık değil, bir zorunluluk ve sorumluluk olduğunu” söyledi. Yeşildağ’ın edebiyatın birçok alanında ürünler verdiğine dikkat çeken Köz, “Edebiyatımızda boşluğu hissedilecek, edebiyat dostlarının başı sağ olsun” dedi.
Yayınlamış Eserleri:
Şiir : Sevgimi Sunuyorum Sana (1985), Hüzün Yağmurları (1987/1996, Öksüz Ülkenin Söylencesi (1990 /1998), Yaşamın Hakkarisindeki Militan (1995), Büyükler Nerdesiniz (1997/2003), Cinnet Ve Cinayet (1997/2002), Aşk Da Bitti (2001), Lav Ve Kül (2004)
Roman: Yanlışlarımı Geri İstiyorum (2003)
Anlatı : Eskil Fotoğrafların Sesi (1997/2002), Uçurum Aşklar Tiradı (1998)
Çocuk Kitapları: Güneş Ülkesine Uçuş (1999/1999), Keloğlan Ve Cinler Padişahı (1998) Sihirbaz Şapkasını Kaybetti (2000), 5 Kitaptan Oluşan Okul Öncesi Seti (1998)
İnceleme / Araştırma: Mevlana (2000), Hacı Bektaşi Veli (2000), Öner Yağcı “Umuttan İnada (2002), Dadaloğlu, Hayyam... (EVRENSEL)
Gerçek Sanat Yayınları tarafından yayınlanan “Öksüz Ülkenin Söylencesi” kitabının arka kapağında, Yılmaz Yeşildağ için şu sözlere yer veriliyor: “Her insan önde yürüyen bir yanıyla anılır. Kimi insan parasal bir tutsaklığın altındadır. Bu olgunun yarattığı sıfatlarla anılır. Kimi insan da güzelliklerin, iyiliklerin mayasını oluşturacak bir ustalığa soyunmuştur. Önündeki zorlukların üstesinden gelecek, zindan duvarlarını aşacak bir yüreğe sahiptir. İşte bu sanatçı yüreğidir. Yılmaz Yeşildağ da, böylesi bir yüreğe sahip şairlerimizden biridir. Alacakaranlıklardan yeni güne türküler yaza yaza “güzel bir alçakgönüllülük içinde” yürüyüp gelmektedir. Kavganın, iyilik ve güzelliklerin ortasında; yürek zenbereği şiire kurulmuş olan bu şairi, okudukça sevecek ve yüreğiyle kaynaşacaksınız.”
ÖKSÜZ ÜLKENİN SÖYLENCESİ
II.
Özlemleri tüketti o coşkulu savaşçıyı
Kalanı bir imge kitaplarda
Ferhat’ıma dağlar mı dayanır.
Kargacık burgacık bir hayat nikahlımız
Gündüzü acı, gecesi kan
Bakışlarına çamur düşmüş, lekeli
Bir nokta düşürmek için sabahlara
Yıldızlar vurgunu ayaktaş
Kalabalıklar göremiyor kendi yüreklerini...
Nostaljik avuntulara güvenemem
Aşkı kurşunlayan ürkek oyunbozanlara
Nakışlı duyarlılıklar tükenmiş artık
Kentlerin intiharını senden duydum
Aykırı yangınlara gizlenen biziz
—biliyorsun—
Bu tablo yeniden yapılmalı, sarıl fırçana...
YILMAZ YEŞİLDAĞ
MEHMET İNANÇ TURAN’IN MUSTAFA SUPHİ’NİN PARTİSİ
KİTABI ETKİ YAYINEVİ’NDEN ÇIKTI...
Ocak ayıydı. Yirmi sekizinci gece yirmi dokuzuncu geceye dönüşüyordu. Yıl 1921’di. Denizin koyu mavisine on beş insanın kanı karıştı. Soğuk, karanlık gecede mavi ile kırmızı birleşti. Burjuvazi on beş komünistin kanına girdi. Onlardan biri de Mustafa Suphi’ydi.
Türkiye Komünist Partisi (TKP) Mustafa Suphi ve yoldaşları tarfından 10 Eylül 1920’de kuruldu. Bu nedenle Mustafa Suphi ile TKP özdeştir. Burjuvazi Mustafa Suphi ve on dört yoldaşını öldürerek TKP’yi yok etmek istedi. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının öldürülmesine rağmen burjuvazi amacına ulaşamadı; TKP uzun yıllar yaşadı ve savaştı. Mustafa Suphi’nin Partisi kitabı TKP’nin yaşam hikâyesinden kesitler taşıyor.
Etki yayınları tarafından yayınlanan bu çalışma; Mustafa Suphi’nin kurduğu TKP’nin (Türkiye Komünist Partisi’nin) tarihi ve siyaseti üzerinedir. Ne var ki, bir TKP tarihi olarak algılanması doğru olmaz. Bir tarih ve siyaset çalışması olduğundan dolayı belgelere dayanmaktadır. TKP arşivi büyük ölçüde gözden geçirilmiş, konuyla ilgili belgeler aktarılmıştır. Yazarın bu belgelere dayanarak yaptığı yorumlara katılmayan okuyucuya kendi yorumu için bir çerçeve yaratılmıştır.
BİRGÜN KİTAP EKİ’NİN 121. SAYISI ÇIKIYOR
DOSYA KONUSU: FANTASTİK EDEBİYAT
Birgün’den, kitap eki ile ilgili yapılan açıklamada, “Hem ustaları selamlayalım, hem de Türkiye'de fantastik edebiyatın bugün geldiği noktayı ele alalım istedik” sözlerine yer verildi.
GERÇEKÇİLİĞİN ÜLKEMİZDEKİ ÖNCÜ SESİ
HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR’A SELAM
Hüseyin Rahmi Gürpınar, edebiyatımızın hep kendisi kalmış, batı felsefesi ve edebiyatının üzerindeki etkilerini yerelleştirerek halkın ve seçkin burjuva sınıfının yaşamına mercek tutmasını bilmiştir.
Servet-i Fünuncuların çağdaşı ve yaşıtı olduğu halde bu topluluğa hiç girmemiştir. Gerçekçilik akımının etkisi altında yazan Hüseyin Rahmi’nin bütün eserleri, gözlem ürünüdür. Doğalcılık akımının etkisi altında yazdığı eserlerinde yer yer yaşamın çirkin, bozuk, gülünç yanlarını da ele almıştır.
Birçok eserinde kötülük, ikiyüzlülük ve gericilikle savaşmıştır. Tanzimat ile başlayıp Meşrutiyet, Birinci Dünya Savaşı, Cumhuriyet dönemlerindeki değişimlerin sonucu, insanların yaşamlarında ve görüşlerinde meydana gelen etki ve tepkileri ele alarak bunları birer olay çerçevesinde işlemiştir. Eski ile yeni çatışmasını eserlerinde ana tema olarak seçmiştir.
Birinci Dünya Savaşı içinde maddi manevi bütün değerler altüst olup da toplum katları arasındaki farklar daha keskin çizgilerle ortaya çıkınca, Hüseyin Rahmi, eskiden toplumla birey arasındaki uyuşmazlıktan doğduğunu belirttiği kötülüklerin, bu kez katlar arasındaki uçurumdan, güçlü ile zayıf arasındaki çatışmadan doğduğu görüşüne varmıştır. 1924 yılında “Ben Deli miyim?” Adlı romanı yüzünden tekrar mahkemeye verildi ve yine beraat etti. Heybeliada’daki köşküne yerleşerek yaşamının sonuna kadar orada yaşadı.
Şu sözleri, sanat anlayışını ve hayata bakışını somutlamaktadır: “Karşımızda yükselmek yalvarısıyla ellerini bize uzatmış milyonlarla halk var. Bir ulusun genel kültürü birkaç sanat öğretmeninin okuyup öğrendikleriyle ölçülmez. Halk için edebiyat olamazmış... Ne hezeyan? Halk bilgisizlik içinde boğulsun, koca bir ulus yıkılmaya mahkûm olsun, biz karşıdan seyrine bakalım öyle mi? Siz edebiyatı kendi aranızda dönüp dolaşır kalp akçeye, yalnız azınlığın malı bir şifreye çevirmek istiyorsunuz.”
Tutuklandığı bir davada, savcının sorusuna verdiği şu cevapla bütün iddianameyi parçalamıştır:
“Savcı Bey, orta yere birisi büyük abdestini bozmuş. Ben de diyorum ki, birileri orta yere pisledi. Allahaşkına Sayın Hakimler, ortalık yere büyük abdestini bozan mı suçludur, yoksa ortaya biri pislemiş diyen ben mi?”
8 Mart 1944 günü yaşama veda eden Hüseyin Rahmi Gürpınar, daha 1920’lerde gösterdiği bu onurlu tavrıyla saygıyı fazlasıyla hak etmektedir.
EDEBİYATIMIZIN ÜRETKEN VE
ÇALIŞKAN EMEKÇİSİ: SALAH BİRSEL
Edebiyatımızın kendisine özgü şair ve yazarı Salâh Birsel’i yitireli 14 yıl oldu. 10 Mart 1919 Bandırma doğumlu olan, 1999’da yitirdiğimiz çok yönlü edebiyat insanı Salâh Birsel, ironi ve humoru kendi şiirleriyle, hatta düzyazılarıyla buluşturarak çağdaş şiirimizi, edebiyatımızı temalar ve dil bakımından zenginleştirmiş, geliştirmiş bir şairdir.
Salâh Birsel; şiiri duygunun baskısından kurtarıp zekânın ürünü yapmak ister. Her şiirinde yeni bir ses; yeni bir yapı kurmaya çalışıyor. Ona göre şiirde zekânın yeri belirgin durmalıdır. Ona göre şiir zekâ ürünleriyle ortaya çıkabilir. Ancak, geçici olan, küllenebilen “nükte”yi o zekâ tabirine karıştırmamayı da belirtir. Zekâya dayalı ve bu doğrultuda alaycı şiirler yazmıştır. Nükteye ise zekâ zorlamaları ölçüsünde yer vermiştir. Bugün sağlam şiir anlayışının çok uzağında olsa da zamanı için duygusal temaların karşısında ve muzip ifadelerle şiirler yazmıştır. Ona göre şiiri raydan çıkaran yahut çıkarma yolunda olan şeydir üslup. Bu ilginç bakış, genel düşüncenin dışındadır. Rayında bir üslup ile yazan kişi şiiri kötüleşen kişidir. Şiirde kelimeler öne çıkmalıdır Birsel’e göre fikir ise önemsiz olduğu gibi şiirin önüne ket vurur. Lirik şiiri, öğretici şiiri kötüler. Şiirde iri sözleri de kötüler ve alay eder. Yapıtın sanata yardımcı olmasını savunur. Sanatın ise anlaşılır olmasını…
Düzyazılarında da humor ve ironinin buluştuğu mizah başroldedir. Anlatımını güçlendirmek için kendi üslubunu yansıtan yeni deyimler, deyişler üretir. Kendi deyişiyle sözcüklere, cümlelere taklalar attırır.
Tüm bu söylemlerine karşı, demokrattır ve kendi şiirlerini “gerçek toplumcu gerçekçi” olarak tanımlar. Birçok şiirinde çocuksu söyleyişler, tekerlemeyi andıran dizeler öne çıksa da ironiyi kullanarak farklı bir taşlama türünü de geliştirmeyi başarır. “Kuzuname” şiirinde genç insanların faşistlerce katledilmesini kendi şiir tarzı ile şöyle yazar:”Telefonlar çalacak / Sokak başlarında ölüme koşut / I love you ey Nagant / Bu bir sevinin durdurulmasıdır / Az biraz ve karanlıkta//Telefonlar çalacak ve trak / Bir kuzu daha alnından”
Şiirdeki biçim ve öz ustalığını öne çıkaran Salâh Birsel’in şiirin temel ilkelerinden olan şu saptaması önemlidir: “Bir şiiri şiir yapan içerdiği sözcükler kadar dışarıda bıraktığı sözcüklerdir '' Aynı zamanda şiirin fikirlerle değil, kelimelerle yazıldığını da savladığı için “Şair, kelimelerin üzerinde çok durmak, az bilineni de, yığınların diline yerleşmiş olanı seçmek zorundadır’’ der.
HAYDAR HAYDAR’DAN
XI.
Vurmayın güvercinlere
Uçarken
Vurunca ozanlara vuruyorsunuz
SALAH BİRSEL
A. KADİR’İN ŞİİRLERİ EMEĞİN KAVGASINDA
ALANLARDA DALGALANIYOR…
Baskı, zulüm ve işkence fırtınası içinde var olma kavgasını emeğin kavgasıyla buluşturan 40 Kuşağı şairlerinden A. Kadir’i 1 Mart 1985'te 68 yaşındayken yitirdik. Anısı, emeğin sanatla buluştuğu kavgamızda yaşamaya devam ediyor.
A. Kadir, insanın bireysel dramını toplumsal sorunların birlikteliği içinde ele aldı. Olgunluk dönemi şiirlerinde konuşma diline yakın bir dil kullandı, türküler, halk şiiri ve gelenekleri motiflerinden yararlandı. Savaş, yoksulluk, sürgünlük, hapislik acılarını yaşayan insanın duygularını, iyiye, doğruya, eşitliğe olan özlemini yalınlık, gerçeklik ve lirizmle yansıttı. 1940′lı yılların Sosyalist gerçekçi şiirinin ortak temaları ve biçimleriyle, Orhan Veli kuşağının bazı söyleyiş özelliklerini kaynaştırarak sentezci bir şiire ulaştı. Veysel Öngören, bu özelliği şöyle açıklıyor: “Orhan Veli’nin şiiri yolunu dünyaya açık tutuyor ama dünyadaki bir belirliliğe nişan almıyor. Ama A. Kadir’in şiirleri, hedefine odaklanmış şiirlerdi.”
İnanç ve adanışın alçakgönüllü türkücüsüydü A. Kadir. Hep kendinden vermenin, kendini koymanın omuzları çökük, ama yürekli ağır işçisi… Yaşamının alışkanlıklarını İstanbul’un yoksul evlerinden, ağıtın ve öfkenin acılı sesine nafaka çığlıkları ve özgürlük şarkılarının cılız ama umutla yükseldiği ıssız, kuşatılmış günlerden edindi: şiirin, koynunda hep ateşli sözcükler saklı bu inatçı savaşçısı. Yurdumuz insanına ikircimsiz gönül verdi A. Kadir. Onun uğrunda, en zor yıllarda bir her biri çile ve acıları hasedinden çatlatan bir avuç insanla vefa ve sadakatin ömür boyu sınandığı; yalnızlıklar ve sürgünlükler üzerine yürüdüler. Öyle ki, bir yerden sonra, yaşamak bile zaferdi, üstüne gelen çığlar altından dimdik kalkarak...
Ve o çelimsiz, ama kallavi bir yürek taşıyan, taştan pek, gülden nazik, beden, yalnız bizim insanımızı, Ahmet’i, Zehra’yı, Şeker Ali’yi değil, insanı, Asya’da, Afrika’da, bastığı yerden boyunca kan sıçratan Nazi çizmeleri altındaki Avrupa’da insanı bastı bağrına şiirler boyu…
Şair, eleştirmen Veysel Öngören, A. Kadir’in şiirini şöyle değerlendiriyor:
“A. Kadir’in şiirinde bir tercih belirlenimi vardır. Tercih yapan bir beyan şiire sokulmadan; durumsal olarak gerçekleştirilmiştir. A. Kadir, yazınsal tabanı, dizelerle adım adım ilerlemektedir. Bu çok zor bir iştir. Şiir bütünselliğini rastlantıya bırakmayan bir tutumun işidir. Mısraların sürpriz niteliğine güvenmiyor. Burjuva şiiri bu sürpriz özelliğini bir bulgu, bir özgünlük gibi anlar. A. Kadir, sadece şiirin gelişimindeki tada güvenmemekte, aynı zamanda, bu gelişimin bu tadan seçikleşmiş biçimini de göz önünde tutmaktadır.
A. Kadir, şiirini içlemlerle örmüştür. Şiirsel tadı, şiirin içinde bir yere yöneltmemiş, dilsel sürecin edasına dönüştürmüştür. Burada eda, bir amaç değil, bir öğedir. Çekim tadı, kendi kendinin amacı değildir. A. Kadir’in estetiği şiirin bütününde bir eda bulmuştur.
A. Kadir, doğrudan hayatın tadı ardındadır. Belli hayat tarzlarını yasaklayan şiir’in varlık nedeni, bu düşünce ve duygulanım düzeyinin taban seçilmesidir ve anlatıma alınmış hayat tarzlarının öneminin büyüklüğü burada ortaya çıkmaktadır…”
BU SU ÇOĞALA ÇOĞALA
Yaşlılara saksılar dizdim, bahçeler yaydım.
Yorgunlara diri beden verdim, taze yürek.
Döşekler serdim hastalara, rahat, yumuşacık.
Nerde yalan dolan gördüysem kızardım.
Yiğit yüreklere, dedim, canım armağan.
Ardına kadar açtım çocuklara kapıları.
Dostluklar boy attı yeryüzünde,
dostluklar orman orman.
Ebemkuşakları gökyüzünde fır dolandı.
Yürüdü dağlardan ovalara doğru
gümbür gümbür bir deli su,
yıktı bu su önüne geleni,
bu su, çoğala çoğala.
İnsanlar insanları aldı götürdü.
Ne kavga kaldı, ne zulüm, ne korku.
A. KADİR
İŞÇİ SINIFININ BAŞÖĞRETMENİ
KARL MARKS’A BİN SELÂM!
Düşünceleri ve yapıtlarıyla tüm emekçilere ve ezilen halklara umut güneşi olan Karl Marks’ı 14 Mart 1883’te yitirdik. 19. yüzyılın büyük dehalarından, bilimsel sosyalizmin, uluslararası modern devrimci proletaryanın sınıf savaşımı teori ve pratiğinin kurucusu. Marx, kapitalizmin kendi iç yasalarını bulmakla ve insanlık tarihinin belirli dönemlerini ve belirli olaylarını açıklamakla somut sorunları ustaca tahliliyle, geçmişteki tarihsel ilişkileri araştırmak için, bugünün toplumsal evriminin gerçek devindirici güçlerini bilmek için ve aynı şekilde gelecekteki gelişme eğilimlerini belirlemek için, teorik bir yöntem olarak diyalektik materyalizmin üstünlüğünü ortaya koymuştur.
Onun burjuva toplumu konusundaki dâhice eleştirisi, aynı zamanda, hem yıkıcı, hem de yapıcı olmuştur; burjuvazinin bitişini ilan ettiği için yıkıcı, proletaryanın zaferini haber verdiği için de yapıcı. Onun diyalektiği insanın etkinliği için hem bir araştırma yöntemi, hem de iletken teldir. Onun materyalist diyalektiği, yalnızca insan tarihinin yasalarının bilinmesine değil, ama aynı zamanda doğa tarihinin bilinmesine de uzanır.
Başka bir dünya ihtimalini belleklerimize kazıyan bu büyük insanı yoldaşı Engels’in O’nun mezarı başında yaptığı konuşmayla anıyoruz.
“14 Mart günü öğleden sonra üçe çeyrek kala yaşayan düşünürlerin en büyüğü artık düşünmez oldu. Ancak iki dakika yalnız bıraktıktan sonra odaya girince onu koltuğunda rahat rahat ama sonsuzluğa dek uyumuş bulduk.
Avrupa ve Amerika militan proletaryasının bu adamda yitirmiş bulunduğu şey tarihsel bilimin bu adamda yitirmiş bulunduğu şey ölçülemez. Bu devin ölümü ile bırakılan boşluk kendini duyumsatmakta gecikmeyecek.
Nasıl ki Darwin organik doğanın gelişme yasasını bulduysa Marx ta insan tarihinin gelişme yasasını yani insanların siyaset bilim sanat din vb. ile uğraşabilmelerinden önce ilkin yemeleri içmeleri barınmaları ve giyinmeleri gerektiği; bunun sonucu maddi ilksel yaşama araçlarının üretimi ve böylece bir halk ya da bir dönemin her iktisadi gelişme derecesinin devlet kurumlarının hukuksal görüşlerin sanatın ve hatta sözkonusu insanların dinsel fikirlerinin üzerinde gelişmiş bulundukları temeli oluşturdukları ve buna göre bütün bunların şimdiye değin yapıldığı gibi değil ama tersine bu temele dayanarak açıklamak gerektiği yolundaki daha önce ideolojik bir saçmalıklar yığını altında üstü örtülmüş bulunan o temel olguyu buldu.
Ama hepsi bu değil. Marx günümüz kapitalist üretim tarzı ile onun sonucu olan burjuva toplumun özel hareket yasasını da buldu. Artı-değerin bulunması sonunda bu konuyu aydınlattı; oysa burjuva iktisatçıların olduğu kadar sosyalist eleştiricilerin de daha önceki bütün araştırmaları karanlıklar içinde yitip gitmişlerdi.
Çünkü Marx her şeyden önce bir devrimciydi. Kapitalist toplum ile onun yaratmış bulunduğu devlet kurumlarının yıkılmasına şu ya da bu biçimde katkıda bulunmak, kendisine ilk onun vermiş bulunduğu modern proletaryanın kurtuluşuna yardımda bulunmak onun gerçek yönelimi işte buydu.
Marx işte bu yüzden zamanının en sevilmeyen ve en çok kara çalınan adamı oldu. Mutlakiyetçi olduğu kadar cumhuriyetçi hükümetler de kovdular onu; tutucu burjuvalar ile aşırı demokratlar onu kara çalma ve kargışlara boğmakta birbirleri ile yarışıyorlardı. O bütün bunları hiç aldırmaksızın örümcek ağları gibi yolunun dışına atıyor ve ancak çok zorunlu durumlarda yanıtlıyordu. Sibirya madenlerinden Kaliforniya'ya değin Avrupa ve Amerika'nın her yanına dağılmış tüm dünyanın milyonlarca devrimci militanı tarafından ululanmış sevilmiş ve aklanmış olarak öldü o. Ve ben çekinmeden söyleyebilirim ki onun birçok karşı-düşüncede olan hasmı olabilirdi ama kişisel düşmanı pek o kadar yoktu.
Adı yüzyıllar boyunca yaşayacak yapıtı da!”
8 MART, EMEKÇİ KADINLARIN
DAYANIŞMA VE MÜCADELE GÜNÜDÜR!
8 Mart, şüphesiz kadının hak arama mücadelesi kadar, özgürlük ve eşitlik arayışının da en çarpıcı ifadelerindendir. Bu gerçeğin açığa çıkarılması, aydınlatılması ve sahiplenilmesi bütün ezilen kadınlarda sürekli moral, iddia ve kadının kurtuluşuna olan inancı geliştirmiştir. Bugün bu gerçeğin dili olmak, kadın bakış açısı ile tarihin derinliklerine uzanmak ve insanlığın gizli kalan tüm güzelliklerini açığa çıkarmak, hem de geleceğin kazanılması temelinde barışa dayalı özgür yaşamı yaratmada belirleyici olacaktır. Sadece bir gün değil, her günü 8 Mart ruhu ile yaşamak kadar, layıkıyla gereken cevabı pratikte vermek sadece görev değil, bir hak olmaktadır.
Kadın sorununu ele almada tarih bilinci önemlidir. Kadın bu anlamda tarihin başlangıcında gerçek tanımına kavuşmuşsa da ataerkil sürecin gelişimi ile tanımsızlaşmıştır. İnsanın insanlaşma tarihinde temel bir başlangıç olan neolitik devrim, kadının eseridir. Bu çağ aynı zamanda ilk örgütlülük, üretim, yurtlaşma, toprakla bütünleşmenin başlangıcı olmuştur. Bu da insanlığın başlangıcıdır. İnsani tüm erdemleri kendisinde toplayan kadın, yaşamın kaynağı olarak tanrıçalaşma katına yükselmiştir. Bu çağın kadını üretici ve yaratıcı özellikleri ile yaşam kaynağı haline gelmiştir. Kadın, tarihin başlangıcında bu denli belirleyiciyken, sınıflı toplumların gelişimi ile kadın açısından tarih ters-yüz edilmiştir. Kadının erdemliliğinin üstü örtülerek gizlenmiştir. Erkek egemenliği ilk sömürüsünü kadın üzerinde geliştirerek gücü bu şekilde kadından çalmıştır. Bunun sonucunda gelişen tüm sistemler erkek karakterli olmuştur.
Belki de en acımasız sömürü, kendisine en fazla yabancılaştırılan, düşüncede, ruhta ve duyguda köreltilmiş, tüm değerlerden uzaklaştırılmış kadının yaşadığı sömürüdür. Böyle bir toplumda kadının realitesinin farklı olması düşünülemez. Dünyası bir evle sınırlandırılan kadın çifte sömürüye maruz kalmıştır. Bir yandan erkek egemenliğinin yarattığı cendere, diğer yandan geri geleneksel ahlak ve namus anlayışı arasında sıkışıp kalan kadın düşünceden uzak, ruhsuz, duyguları köreltilmiş, dilsiz ve sağır bir konuma getirilerek yaşamın dışına itilmiştir. Toplumun bilimsel tahlilini yaparken cins çelişkisinin ulus ve sınıf çelişkisinden bağımsız olmadığını, iç içe ele alınması gerektiğini savunmuşuzdur. Bu anlamda özgür kadının yaratılması bir ülkenin yaratılmasından daha zor ve değerlidir.
Bir devrimin kadında yarattığı özgürlük düzeyi o devrimin özgürlük düzeyidir. Bu düzeyin nasıl yaratıldığını buna nasıl sahiplenildiğini, yaratılanların emek ve özgürlükle bağlantısını doğru bir temelde kurmak kadar, 8 Mart ruhu ile geliştirip güçlendirmek, oldukça önemlidir. Özellikle içinden geçtiğimiz süreç, kadının kendi rengini vereceği tarihte gizli kalmış güzelliğini yansıtacağı bir fırsattır.
8 Mart’ın içeriğinin yozlaştırılmasına da hızla karşı çıkmalıyız. 1857 yılında sömürüye grevle direnen, adalet, eşitlik, hak ve özgürlük isteyen kadınların yarattığı bir gün, vitrinlerde mağazalarda tüketim toplumunun reklâmlarına konu olsun diye kullanılamamalıdır.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nü yaratanlar; SOSYALİSTTİLER.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nü ilan edenler; SOSYALİSTTİLER.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü Kutlu Olsun!