Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

28 Şubat 2013 Perşembe

EMEĞİN SANATI'NDAN 135. MERHABA




Merhaba,

Yeni bir dönemin eşiğindeyiz. Bir yanda AKP tasdikli barış görüşmeleri, diğer yanda Yine AKP’nin estirmeye devam ettiği; halkın, örgütlenme ve sendika çabalarının, öğrenciler gençlerin, avukatların üzerinde estirilen baskı zulüm fırtınası...

Sanat alanında sisler, yavaş yavaş da olsa da dağılıyor. Anadolu’da yayınlanan bir çok dergide, burjuva şiirine yönelik eleştiriler daha çok artmaya başladı. Daha önceleri, Anadolu dergileri, İstanbul merkezli şiirin kuyruğuna takılma çabası içindeyken, bugün Anadolu merkezli şiirin konak alanları olan Anadolu dergileri, İstanbul merkezli şiiri tartışmaya başladı. Kuşkusuz, bu çok iyi ve ileri bir gelişmedir.

Manifestoları, ilkeleri ya da çıkış amaçları farklı olsa da, şiirimizde Anadolu özgünlüğünü yaratma yolunda birleşiyorlar. İçbükey şiire karşı, şiirin estetik ve poetik çizgilerinde, anlamlı şiirin sesini yükseltiyorlar.

Bugün burjuva sanatçıları dramatik efektler peşinde, soyut söylemlerle kendilerini avutur, kendi beşiklerini kendileri sallarken; biz devrimci sanatçılar, sanatsal çabalarımızla, ürettiğimiz  eserlerimizle  devrimci içgüdüleri yaymak oluşturmak zorundayız. İsteyen kapitalizmin sanat borsasında büyülü ve boyalı yalanlarını  satmak için sıraya koşabilir.  Biz, ürettiklerimizi, kapitalist ilişkiler ağı içine sokmadan emekçilerle, işçilerle, köylülerle, yani tüm ezilenlerle buluşturmanın çabası içinde olmalıyız. Bizim gaflet ve gevezelik peşinde koşturacak zamanımız yoktur.

Şöhret düşkünlüğünün tuzaklarına düşmeden, siyasal özgürlük ve adalet mücadelesinde saflarımızı sıkı tutmalıyız.  Şöhret hastalığına yakalanmış sanatçılar, kapitalist toplumun içine düşmüş narsist  bir  süs taşı gibidir. Devrimci sanatçı, hayatın sokaklarına insanları taşır; şöhret vaat eden burjuva sanatı ise  insan yaratıcılığını havasız bırakır, ona nefes aldıracak hayatla bağ kurmasına kilit vurur.

Emeğin sanatçısı, parayla pulla, şanla değil, insanlığın gelişimiyle, devrimle, devrimci ivmeyle ilgili yeni cesur vizyonlar oluşturma düşüncesiyle ilgilenmek zorundadır. Çünkü emeğin sanatçısı, apolitik sanat esnaflığı peşinde değil, politik, antifaşist, antikapitalist  bir dilin  sanatsal ve estetik yaratıcılığını üstlenmelidir.

Son söz Nazım Hikmet’in:

“Memleketini ve memleketinin çalışan insanlarını  sevmeyen insan, dünyayı ve dünyanın çalışan insanlarını sevemez ve dünyayı ve dünyanın çalışan insanlarını sevmeyen insan kendi memleketini ve kendi memleketinin  çalışan insanlarını sevemez. Sevmeyen insan da edebiyat, resim, mimarlık filan yapamaz.”



Ali Ziya Çamur


BU SAYININ SAVSÖZÜ


“Unutulmasın ki, şiir önce dili kirinden pasından arındırma faaliyetidir. İmdi, varoluş nedeni kirlilik olan bir toplumsal yapının bireylerinin, her türlü arınma faaliyetine karşı  tepkiyle koşullanmış olmaları doğal değil mi?

Hani şiirle ilgili şöyle bir önerme ortaya atsak ve desek ki, “geleceğin sınıfsız toplumunda herkes şair olacak...” Bu çok mu uç bir önerme olur? Ya da bu, çok komik görüş mü olur acaba? Bu önermeyi hangi mantık silsilesi içinde düşünürsek düşünelim, bir tutarsızlık bulamayız. Zira sömürü düzeni içinde gelişen dil, doğal olarak sömürü düzeninin ereklerine göre şekilleniyor. Bu düzene karşı isyan eyleminde isyancının dili de kendisini bu isyana göre ayarlıyor. Yepyeni bir düzen, yepyeni bir dil demektir. Sınıfsız, sömürüsüz bir dünya dili, köleci tüm sözcükleri içerisinden söküp atıyor. Özgürleşmiş bir dilin kendisi şiirden başka bir şey değilse, geleceğin sınıfsız toplumunun her bir bireyinin şair olacağı önermesi neden uç olsun?

Bu ülkede her bir insanın, şiirle şu ya da bu şekilde temas ediyor olması, şiiri tekeline almak isteyenler için adeta bir kabus haline geliyor. Kuşkusuz toplumsal mücadelenin içinden süzülüp gelen şairlerin kabusu değil bu.bu onların en büyük özlemi. Düzen kültürü içinde hapsolmuş şairler de hiç az değil bu ülkede. Bu yüzden şiir, halk şairlerine serzenişte bulunuyor. Adeta, “kurtar beni bu adamlardan” diyor.

Bu çağrıya kulak vermek, sadece gerçek halk şairlerinin değil, şiir sevdası olan tüm halkın görevidir. Şiiri, düzenden beslenen şairtlerden kurtarmak gerekir....”(Bu yazı, Özgür Düşün Dergisi’nin, Nisan 2002 tarihli 1. sayısında isimsiz olarak yayınlanmıştır.)


YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ



2013 ÇUKUROVA SANAT GÜNLERİ...
   
“Çukurova Sanat Günleri”, 20-23 Mart 2013 tarihleri arasında  Adana, Antakya, Mersin, Tarsus ve Silifke’de gerçekleştirilecek.

Türkiye Yazarlar Sendikası ve Arap Yazarlar birliğinin ortak katılımıyla düzenlenen “Çukurova Sanat Günleri”nde, 2013 Çukurova ödülü’ne  Prof. Dr. Erman Artun değer görüldü.

Etkinliklerde çeşitli şair ve yazarların katılacağı toplantılar, imza günleri düzenlenecek.


ULUSLARARASI ÇUKUROVA SANAT GÜNLERİ KAPSAMINDA
ÇAĞDAŞ YAŞAM DERGİSİ’NDEN  ETKİNLİK  VE DAYANIŞMA GECESİ

Adana Büyükşehir Belediyesi Tiyatro Salonu'nda, 23 Mart saat 12.00'de "Yazarda Bitmeyen İçsavaş" konulu panel düzenlenecek. Mehmet Taşar'ın yöneteceği panele Coşkun Karabulut, Gülderen Canyurt, İlkay Tuna, Melahat Babalık, Mustafa Akyürek katılacaklar.

Aynıgün ve aynı yerde saat 13.30'da Çağdaş Yaşam dergisi şair ve yazarlarının katılacağı imza günü düzenlenecek.  Aynı gün ve aynı yerde saat 14.00'de "Yaşam İçin Şiir" konulu şiir sunumu düzenlenecektir.

Çağdaş Yaşam dergisinin düzenlediği dayanışma gecesi ise yine 23 Mart'ta Ziraat Mühendisleri Odasında Saat 19.30'da gerçekleştirilecektir.


YAŞAMIN HAKKARİSİNDEKİ MİLİTAN ŞAİR
YILMAZ YEŞİLDAĞ ARAMIZDAN AYRILDI!

Öğretmen, yazar, şair Yılmaz Yeşildağ, 19 Şubat günü, 61 yaşında yaşamını yitirdi.

1952’de Emirdağ’da doğan Yeşildağ, liseyi bitirdikten sonra silahlı kuvvetlerde görev yaptı. Yeşildağ, eski TCK’nın 141-142. Maddesinden yargılandı, ceza aldı ve askerlikten ayrıldı. Türkçe ve Edebiyat öğretmenliği de yapan Yeşildağ, 1980 darbesini ardından yeniden öğretmenliğe döndü.Yeşildağ, yazmaya öyküyle başladı ama ismini şiirle duyurdu. Çocuk ve gençlik romanları da yazan Yeşildağ’ın, çeşitli edebiyat dergilerinde denemeleri, eleştiri yazıları ve şiirleri yayınlandı. PEN Yazarlar Derneği, Türkiye Yazarlar Sendikası ve Edebiyatçılar Derneği üyesi olan Yeşildağ’ın bir dönem de gazetemizde Ruhan Mavruk’la birlikte İstanbul sokaklarındaki farklı tipleri anlattığı bir dizi röportajları yayınlandı. Bir ara Bumerang, etikus, senfoni yayınlarını ve çeşitli Edebiyat Gündemi dergisini yönetti.

Türkiye Yazarlar Sendikası Genel Başkanı Mustafa Köz, şairin  ölümü üzerine yaptığı açıklamada, “Yazmak onun için bir alışkanlık değil, bir zorunluluk ve sorumluluk olduğunu” söyledi. Yeşildağ’ın edebiyatın birçok alanında ürünler verdiğine dikkat çeken Köz, “Edebiyatımızda boşluğu hissedilecek, edebiyat dostlarının başı sağ olsun” dedi.

Yayınlamış Eserleri:
Şiir : Sevgimi Sunuyorum Sana (1985), Hüzün Yağmurları (1987/1996, Öksüz Ülkenin Söylencesi (1990 /1998), Yaşamın Hakkarisindeki Militan (1995), Büyükler Nerdesiniz (1997/2003), Cinnet Ve Cinayet (1997/2002), Aşk Da Bitti (2001), Lav Ve Kül (2004)
Roman: Yanlışlarımı Geri İstiyorum (2003)
Anlatı : Eskil Fotoğrafların Sesi (1997/2002), Uçurum Aşklar Tiradı (1998)
Çocuk Kitapları: Güneş Ülkesine Uçuş (1999/1999), Keloğlan Ve Cinler Padişahı (1998) Sihirbaz Şapkasını Kaybetti (2000), 5 Kitaptan Oluşan Okul Öncesi Seti (1998)
İnceleme / Araştırma: Mevlana (2000), Hacı Bektaşi Veli (2000), Öner Yağcı “Umuttan İnada  (2002), Dadaloğlu, Hayyam...   (EVRENSEL)

Gerçek Sanat Yayınları tarafından yayınlanan “Öksüz Ülkenin Söylencesi” kitabının arka kapağında, Yılmaz Yeşildağ için şu sözlere yer veriliyor: “Her insan önde yürüyen bir yanıyla anılır. Kimi insan parasal bir tutsaklığın altındadır.  Bu olgunun yarattığı sıfatlarla anılır. Kimi insan da güzelliklerin, iyiliklerin mayasını oluşturacak bir ustalığa soyunmuştur. Önündeki zorlukların üstesinden gelecek, zindan duvarlarını aşacak bir yüreğe sahiptir. İşte bu sanatçı yüreğidir. Yılmaz Yeşildağ da, böylesi bir yüreğe sahip şairlerimizden biridir. Alacakaranlıklardan yeni güne türküler yaza yaza “güzel bir alçakgönüllülük içinde” yürüyüp gelmektedir. Kavganın, iyilik ve güzelliklerin ortasında; yürek zenbereği şiire kurulmuş olan bu şairi, okudukça sevecek ve yüreğiyle kaynaşacaksınız.”

ÖKSÜZ ÜLKENİN SÖYLENCESİ

II.

Özlemleri tüketti o coşkulu savaşçıyı
Kalanı bir imge kitaplarda
Ferhat’ıma dağlar mı dayanır.
Kargacık burgacık bir hayat nikahlımız
Gündüzü acı, gecesi kan
Bakışlarına çamur düşmüş, lekeli
Bir nokta düşürmek için sabahlara
Yıldızlar vurgunu ayaktaş
Kalabalıklar göremiyor kendi yüreklerini...

Nostaljik avuntulara güvenemem
Aşkı kurşunlayan ürkek oyunbozanlara
Nakışlı duyarlılıklar tükenmiş artık
Kentlerin intiharını senden duydum
Aykırı yangınlara gizlenen biziz
                                   —biliyorsun—

Bu tablo yeniden yapılmalı, sarıl fırçana...

YILMAZ YEŞİLDAĞ          


MEHMET İNANÇ TURAN’IN MUSTAFA SUPHİ’NİN PARTİSİ
KİTABI ETKİ YAYINEVİ’NDEN ÇIKTI...

Ocak ayıydı. Yirmi sekizinci gece yirmi dokuzuncu geceye dönüşüyordu. Yıl 1921’di. Denizin koyu mavisine on beş insanın kanı karıştı. Soğuk, karanlık gecede mavi ile kırmızı birleşti. Burjuvazi on beş komünistin kanına girdi. Onlardan biri de Mustafa Suphi’ydi.

Türkiye Komünist Partisi (TKP) Mustafa Suphi ve yoldaşları tarfından 10 Eylül 1920’de kuruldu. Bu nedenle Mustafa Suphi ile TKP özdeştir. Burjuvazi Mustafa Suphi ve on dört yoldaşını öldürerek TKP’yi yok etmek istedi. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının öldürülmesine rağmen burjuvazi amacına ulaşamadı; TKP uzun yıllar yaşadı ve savaştı. Mustafa Suphi’nin Partisi kitabı TKP’nin yaşam hikâyesinden kesitler taşıyor.

Etki yayınları tarafından yayınlanan bu çalışma; Mustafa Suphi’nin kurduğu TKP’nin (Türkiye Komünist Partisi’nin) tarihi ve siyaseti üzerinedir. Ne var ki, bir TKP tarihi olarak algılanması doğru olmaz. Bir tarih ve siyaset çalışması olduğundan dolayı belgelere dayanmaktadır. TKP arşivi büyük ölçüde gözden geçirilmiş, konuyla ilgili belgeler aktarılmıştır. Yazarın bu belgelere dayanarak yaptığı yorumlara katılmayan okuyucuya kendi yorumu için bir çerçeve yaratılmıştır.


           BİRGÜN KİTAP EKİ’NİN 121. SAYISI ÇIKIYOR
DOSYA KONUSU: FANTASTİK EDEBİYAT

BirGün Gazetesi’nde,  2 Mart 2013' te yayınlanacak olan Kitap Eki’nin121. sayısının dosya konusu Fantastik Edebiyat olarak belirlendi.

Birgün’den, kitap eki ile ilgili yapılan açıklamada, “Hem ustaları selamlayalım, hem de Türkiye'de fantastik edebiyatın bugün geldiği noktayı ele alalım istedik” sözlerine yer verildi.


GERÇEKÇİLİĞİN ÜLKEMİZDEKİ ÖNCÜ SESİ
HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR’A SELAM
               
Hüseyin Rahmi Gürpınar, edebiyatımızın hep kendisi kalmış, batı felsefesi ve edebiyatının üzerindeki etkilerini yerelleştirerek halkın ve seçkin burjuva sınıfının yaşamına mercek tutmasını bilmiştir.

Servet-i Fünuncuların çağdaşı ve yaşıtı olduğu halde bu topluluğa hiç girmemiştir. Gerçekçilik akımının etkisi altında yazan Hüseyin Rahmi’nin bütün eserleri, gözlem ürünüdür. Doğalcılık akımının etkisi altında yazdığı eserlerinde yer yer yaşamın çirkin, bozuk, gülünç yanlarını da ele almıştır.

Birçok eserinde kötülük, ikiyüzlülük ve gericilikle savaşmıştır. Tanzimat ile başlayıp Meşrutiyet, Birinci Dünya Savaşı, Cumhuriyet dönemlerindeki değişimlerin sonucu, insanların yaşamlarında ve görüşlerinde meydana gelen etki ve tepkileri ele alarak bunları birer olay çerçevesinde işlemiştir. Eski ile yeni çatışmasını eserlerinde ana tema olarak seçmiştir.

Birinci Dünya Savaşı içinde maddi manevi bütün değerler altüst olup da toplum katları arasındaki farklar daha keskin çizgilerle ortaya çıkınca, Hüseyin Rahmi, eskiden toplumla birey arasındaki uyuşmazlıktan doğduğunu belirttiği kötülüklerin, bu kez katlar arasındaki uçurumdan, güçlü ile zayıf arasındaki çatışmadan doğduğu görüşüne varmıştır.  1924 yılında “Ben Deli miyim?” Adlı romanı yüzünden tekrar mahkemeye verildi ve yine beraat etti. Heybeliada’daki köşküne yerleşerek yaşamının sonuna kadar orada yaşadı.

Şu sözleri, sanat anlayışını ve hayata bakışını somutlamaktadır: “Karşımızda yükselmek yalvarısıyla ellerini bize uzatmış milyonlarla halk var. Bir ulusun genel kültürü birkaç sanat öğretmeninin okuyup öğrendikleriyle ölçülmez. Halk için edebiyat olamazmış... Ne hezeyan? Halk bilgisizlik içinde boğulsun, koca bir ulus yıkılmaya mahkûm olsun, biz karşıdan seyrine bakalım öyle mi? Siz edebiyatı kendi aranızda dönüp dolaşır kalp akçeye, yalnız azınlığın malı bir şifreye çevirmek istiyorsunuz.”

Tutuklandığı bir davada, savcının sorusuna verdiği şu cevapla bütün iddianameyi parçalamıştır:

Savcı Bey,  orta yere birisi büyük abdestini bozmuş. Ben de diyorum ki, birileri orta yere pisledi. Allahaşkına Sayın Hakimler, ortalık yere büyük abdestini bozan mı suçludur, yoksa ortaya biri pislemiş diyen ben mi?”

8 Mart 1944 günü yaşama veda eden Hüseyin Rahmi Gürpınar, daha 1920’lerde gösterdiği bu onurlu tavrıyla saygıyı fazlasıyla hak etmektedir.


EDEBİYATIMIZIN ÜRETKEN VE
ÇALIŞKAN EMEKÇİSİ: SALAH BİRSEL

Edebiyatımızın kendisine özgü  şair ve yazarı Salâh Birsel’i yitireli 14 yıl oldu. 10 Mart 1919 Bandırma doğumlu olan, 1999’da yitirdiğimiz çok yönlü edebiyat insanı Salâh Birsel, ironi ve humoru kendi şiirleriyle, hatta düzyazılarıyla buluşturarak çağdaş şiirimizi, edebiyatımızı temalar ve dil bakımından zenginleştirmiş, geliştirmiş bir şairdir.

Salâh Birsel; şiiri duygunun baskısından kurtarıp zekânın ürünü yapmak ister. Her şiirinde yeni bir ses; yeni bir yapı kurmaya çalışıyor. Ona göre şiirde zekânın yeri belirgin durmalıdır. Ona göre şiir zekâ ürünleriyle ortaya çıkabilir. Ancak, geçici olan, küllenebilen “nükte”yi o zekâ tabirine karıştırmamayı da belirtir. Zekâya dayalı ve bu doğrultuda alaycı şiirler yazmıştır. Nükteye ise zekâ zorlamaları ölçüsünde yer vermiştir. Bugün sağlam şiir anlayışının çok uzağında olsa da zamanı için duygusal temaların karşısında ve muzip ifadelerle şiirler yazmıştır. Ona göre şiiri raydan çıkaran yahut çıkarma yolunda olan şeydir üslup. Bu ilginç bakış, genel düşüncenin dışındadır. Rayında bir üslup ile yazan kişi şiiri kötüleşen kişidir. Şiirde kelimeler öne çıkmalıdır Birsel’e göre fikir ise önemsiz olduğu gibi şiirin önüne ket vurur. Lirik şiiri, öğretici şiiri kötüler. Şiirde iri sözleri de kötüler ve alay eder. Yapıtın sanata yardımcı olmasını savunur. Sanatın ise anlaşılır olmasını…

Düzyazılarında da humor ve ironinin buluştuğu mizah başroldedir. Anlatımını güçlendirmek için kendi üslubunu yansıtan yeni deyimler, deyişler üretir. Kendi deyişiyle sözcüklere, cümlelere taklalar attırır.

Tüm bu söylemlerine karşı, demokrattır ve kendi şiirlerini “gerçek toplumcu gerçekçi” olarak tanımlar.  Birçok şiirinde çocuksu söyleyişler, tekerlemeyi andıran dizeler öne çıksa da ironiyi kullanarak farklı bir taşlama türünü de geliştirmeyi başarır. “Kuzuname” şiirinde genç insanların faşistlerce katledilmesini kendi şiir tarzı ile şöyle yazar:”Telefonlar çalacak / Sokak başlarında ölüme koşut / I love you ey Nagant / Bu bir sevinin durdurulmasıdır / Az biraz ve karanlıkta//Telefonlar çalacak ve trak / Bir kuzu daha alnından”

Şiirdeki biçim ve öz ustalığını öne çıkaran Salâh Birsel’in şiirin temel ilkelerinden olan şu saptaması önemlidir: “Bir şiiri şiir yapan içerdiği sözcükler kadar dışarıda bıraktığı sözcüklerdir '' Aynı zamanda şiirin fikirlerle değil, kelimelerle yazıldığını da savladığı için “Şair, kelimelerin üzerinde çok durmak, az bilineni de, yığınların diline yerleşmiş olanı seçmek zorundadır’’ der.

HAYDAR HAYDAR’DAN

XI.
Vurmayın güvercinlere
Uçarken
Vurunca ozanlara vuruyorsunuz

SALAH BİRSEL


A. KADİR’İN ŞİİRLERİ EMEĞİN KAVGASINDA
ALANLARDA DALGALANIYOR…

Baskı, zulüm ve işkence fırtınası içinde var olma kavgasını emeğin kavgasıyla buluşturan 40 Kuşağı şairlerinden A. Kadir’i 1 Mart 1985'te 68 yaşındayken yitirdik. Anısı, emeğin sanatla buluştuğu kavgamızda yaşamaya devam ediyor.

A. Kadir, insanın bireysel dramını toplumsal sorunların birlikteliği içinde ele aldı. Olgunluk dönemi şiirlerinde konuşma diline yakın bir dil kullandı, türküler, halk şiiri ve gelenekleri motiflerinden yararlandı. Savaş, yoksulluk, sürgünlük, hapislik acılarını yaşayan insanın duygularını, iyiye, doğruya, eşitliğe olan özlemini yalınlık, gerçeklik ve lirizmle yansıttı. 1940′lı yılların Sosyalist gerçekçi şiirinin ortak temaları ve biçimleriyle, Orhan Veli kuşağının bazı söyleyiş özelliklerini kaynaştırarak sentezci bir şiire ulaştı. Veysel Öngören, bu özelliği şöyle açıklıyor: “Orhan Veli’nin şiiri yolunu dünyaya açık tutuyor ama dünyadaki bir belirliliğe nişan almıyor. Ama A. Kadir’in şiirleri, hedefine odaklanmış şiirlerdi.”

İnanç ve adanışın alçakgönüllü türkücüsüydü A. Kadir. Hep kendinden vermenin, kendini koymanın omuzları çökük, ama yürekli ağır işçisi… Yaşamının alışkanlıklarını İstanbul’un yoksul evlerinden, ağıtın ve öfkenin acılı sesine nafaka çığlıkları ve özgürlük şarkılarının cılız ama umutla yükseldiği ıssız, kuşatılmış günlerden edindi: şiirin, koynunda hep ateşli sözcükler saklı bu inatçı savaşçısı.  Yurdumuz insanına ikircimsiz gönül verdi A. Kadir. Onun uğrunda, en zor yıllarda bir her biri çile ve acıları hasedinden çatlatan bir avuç insanla vefa ve sadakatin ömür boyu sınandığı; yalnızlıklar ve sürgünlükler üzerine yürüdüler. Öyle ki, bir yerden sonra, yaşamak bile zaferdi, üstüne gelen çığlar altından dimdik kalkarak...

Ve o çelimsiz, ama kallavi bir yürek taşıyan, taştan pek, gülden nazik, beden, yalnız bizim insanımızı, Ahmet’i, Zehra’yı, Şeker Ali’yi değil, insanı, Asya’da, Afrika’da, bastığı yerden boyunca kan sıçratan Nazi çizmeleri altındaki Avrupa’da insanı bastı bağrına şiirler boyu…

Şair, eleştirmen Veysel Öngören, A. Kadir’in şiirini şöyle değerlendiriyor:

“A. Kadir’in şiirinde bir tercih belirlenimi vardır. Tercih yapan bir beyan şiire sokulmadan; durumsal olarak gerçekleştirilmiştir. A. Kadir, yazınsal tabanı, dizelerle adım adım ilerlemektedir. Bu çok zor bir iştir. Şiir bütünselliğini rastlantıya bırakmayan bir tutumun işidir. Mısraların sürpriz niteliğine güvenmiyor. Burjuva şiiri bu sürpriz özelliğini bir bulgu, bir özgünlük gibi anlar. A. Kadir, sadece şiirin gelişimindeki tada güvenmemekte, aynı zamanda, bu gelişimin bu tadan seçikleşmiş biçimini de göz önünde tutmaktadır.

A. Kadir, şiirini içlemlerle örmüştür. Şiirsel tadı, şiirin içinde bir yere yöneltmemiş, dilsel sürecin edasına dönüştürmüştür. Burada eda, bir amaç değil, bir öğedir. Çekim tadı, kendi kendinin amacı değildir. A. Kadir’in estetiği şiirin bütününde bir eda bulmuştur.

A. Kadir, doğrudan hayatın tadı ardındadır. Belli hayat tarzlarını yasaklayan şiir’in varlık nedeni, bu düşünce ve duygulanım düzeyinin taban seçilmesidir ve anlatıma alınmış hayat tarzlarının öneminin büyüklüğü burada ortaya çıkmaktadır…”

BU SU ÇOĞALA ÇOĞALA

Yaşlılara saksılar dizdim, bahçeler yaydım.
Yorgunlara diri beden verdim, taze yürek.
Döşekler serdim hastalara, rahat, yumuşacık.
Nerde yalan dolan gördüysem kızardım.
Yiğit yüreklere, dedim, canım armağan.
Ardına kadar açtım çocuklara kapıları.
Dostluklar boy attı yeryüzünde,
dostluklar orman orman.
Ebemkuşakları gökyüzünde fır dolandı.
Yürüdü dağlardan ovalara doğru
gümbür gümbür bir deli su,
yıktı bu su önüne geleni,
bu su, çoğala çoğala.
İnsanlar insanları aldı götürdü.
Ne kavga kaldı, ne zulüm, ne korku.

A. KADİR


İŞÇİ SINIFININ BAŞÖĞRETMENİ
KARL MARKS’A BİN SELÂM!

Düşünceleri ve yapıtlarıyla tüm emekçilere ve ezilen halklara umut güneşi olan Karl Marks’ı 14 Mart 1883’te yitirdik. 19. yüzyılın büyük dehalarından, bilimsel sosyalizmin, uluslararası modern devrimci proletaryanın sınıf savaşımı teori ve pratiğinin kurucusu. Marx, kapitalizmin kendi iç yasalarını bulmakla ve insanlık tarihinin belirli dönemlerini ve belirli olaylarını açıklamakla somut sorunları ustaca tahliliyle, geçmişteki tarihsel ilişkileri araştırmak için, bugünün toplumsal evriminin gerçek devindirici güçlerini bilmek için ve aynı şekilde gelecekteki gelişme eğilimlerini belirlemek için, teorik bir yöntem olarak diyalektik materyalizmin üstünlüğünü ortaya koymuştur.

Onun burjuva toplumu konusundaki dâhice eleştirisi, aynı zamanda, hem yıkıcı, hem de yapıcı olmuştur; burjuvazinin bitişini ilan ettiği için yıkıcı, proletaryanın zaferini haber verdiği için de yapıcı. Onun diyalektiği insanın etkinliği için hem bir araştırma yöntemi, hem de iletken teldir. Onun materyalist diyalektiği, yalnızca insan tarihinin yasalarının bilinmesine değil, ama aynı zamanda doğa tarihinin bilinmesine de uzanır.

Başka bir dünya ihtimalini belleklerimize kazıyan bu büyük insanı yoldaşı Engels’in O’nun mezarı başında yaptığı konuşmayla anıyoruz.

“14 Mart günü öğleden sonra üçe çeyrek kala yaşayan düşünürlerin en büyüğü artık düşünmez oldu. Ancak iki dakika yalnız bıraktıktan sonra odaya girince onu koltuğunda rahat rahat ama sonsuzluğa dek uyumuş bulduk.

Avrupa ve Amerika militan proletaryasının bu adamda yitirmiş bulunduğu şey tarihsel bilimin bu adamda yitirmiş bulunduğu şey ölçülemez. Bu devin ölümü ile bırakılan boşluk kendini duyumsatmakta gecikmeyecek.

Nasıl ki Darwin organik doğanın gelişme yasasını bulduysa Marx ta insan tarihinin gelişme yasasını yani insanların siyaset bilim sanat din vb. ile uğraşabilmelerinden önce ilkin yemeleri içmeleri barınmaları ve giyinmeleri gerektiği; bunun sonucu maddi ilksel yaşama araçlarının üretimi ve böylece bir halk ya da bir dönemin her iktisadi gelişme derecesinin devlet kurumlarının hukuksal görüşlerin sanatın ve hatta sözkonusu insanların dinsel fikirlerinin üzerinde gelişmiş bulundukları temeli oluşturdukları ve buna göre bütün bunların şimdiye değin yapıldığı gibi değil ama tersine bu temele dayanarak açıklamak gerektiği yolundaki daha önce ideolojik bir saçmalıklar yığını altında üstü örtülmüş bulunan o temel olguyu buldu.

Ama hepsi bu değil. Marx günümüz kapitalist üretim tarzı ile onun sonucu olan burjuva toplumun özel hareket yasasını da buldu. Artı-değerin bulunması sonunda bu konuyu aydınlattı; oysa burjuva iktisatçıların olduğu kadar sosyalist eleştiricilerin de daha önceki bütün araştırmaları karanlıklar içinde yitip gitmişlerdi.

Çünkü Marx her şeyden önce bir devrimciydi. Kapitalist toplum ile onun yaratmış bulunduğu devlet kurumlarının yıkılmasına şu ya da bu biçimde katkıda bulunmak, kendisine ilk onun vermiş bulunduğu modern proletaryanın kurtuluşuna yardımda bulunmak onun gerçek yönelimi işte buydu.

Marx işte bu yüzden zamanının en sevilmeyen ve en çok kara çalınan adamı oldu. Mutlakiyetçi olduğu kadar cumhuriyetçi hükümetler de kovdular onu; tutucu burjuvalar ile aşırı demokratlar onu kara çalma ve kargışlara boğmakta birbirleri ile yarışıyorlardı. O bütün bunları hiç aldırmaksızın örümcek ağları gibi yolunun dışına atıyor ve ancak çok zorunlu durumlarda yanıtlıyordu. Sibirya madenlerinden Kaliforniya'ya değin Avrupa ve Amerika'nın her yanına dağılmış tüm dünyanın milyonlarca devrimci militanı tarafından ululanmış sevilmiş ve aklanmış olarak öldü o. Ve ben çekinmeden söyleyebilirim ki onun birçok karşı-düşüncede olan hasmı olabilirdi ama kişisel düşmanı pek o kadar yoktu.

Adı yüzyıllar boyunca yaşayacak yapıtı da!”


8 MART, EMEKÇİ KADINLARIN
DAYANIŞMA VE MÜCADELE GÜNÜDÜR!

8 Mart, şüphesiz kadının hak arama mücadelesi kadar, özgürlük ve eşitlik arayışının da en çarpıcı ifadelerindendir. Bu gerçeğin açığa çıkarılması, aydınlatılması ve sahiplenilmesi bütün ezilen kadınlarda sürekli moral, iddia ve kadının kurtuluşuna olan inancı geliştirmiştir. Bugün bu gerçeğin dili olmak, kadın bakış açısı ile tarihin derinliklerine uzanmak ve insanlığın gizli kalan tüm güzelliklerini açığa çıkarmak, hem de geleceğin kazanılması temelinde barışa dayalı özgür yaşamı yaratmada belirleyici olacaktır. Sadece bir gün değil, her günü 8 Mart ruhu ile yaşamak kadar, layıkıyla gereken cevabı pratikte vermek sadece görev değil, bir hak olmaktadır.

Kadın sorununu ele almada tarih bilinci önemlidir. Kadın bu anlamda tarihin başlangıcında gerçek tanımına kavuşmuşsa da ataerkil sürecin gelişimi ile tanımsızlaşmıştır. İnsanın insanlaşma tarihinde temel bir başlangıç olan neolitik devrim, kadının eseridir. Bu çağ aynı zamanda ilk örgütlülük, üretim, yurtlaşma, toprakla bütünleşmenin başlangıcı olmuştur. Bu da insanlığın başlangıcıdır. İnsani tüm erdemleri kendisinde toplayan kadın, yaşamın kaynağı olarak tanrıçalaşma katına yükselmiştir. Bu çağın kadını üretici ve yaratıcı özellikleri ile yaşam kaynağı haline gelmiştir. Kadın, tarihin başlangıcında bu denli belirleyiciyken, sınıflı toplumların gelişimi ile kadın açısından tarih ters-yüz edilmiştir. Kadının erdemliliğinin üstü örtülerek gizlenmiştir. Erkek egemenliği ilk sömürüsünü kadın üzerinde geliştirerek gücü bu şekilde kadından çalmıştır. Bunun sonucunda gelişen tüm sistemler erkek karakterli olmuştur.

Belki de en acımasız sömürü, kendisine en fazla yabancılaştırılan, düşüncede, ruhta ve duyguda köreltilmiş, tüm değerlerden uzaklaştırılmış kadının yaşadığı sömürüdür. Böyle bir toplumda kadının realitesinin farklı olması düşünülemez. Dünyası bir evle sınırlandırılan kadın çifte sömürüye maruz kalmıştır. Bir yandan erkek egemenliğinin yarattığı cendere, diğer yandan geri geleneksel ahlak ve namus anlayışı arasında sıkışıp kalan kadın düşünceden uzak, ruhsuz, duyguları köreltilmiş, dilsiz ve sağır bir konuma getirilerek yaşamın dışına itilmiştir. Toplumun bilimsel tahlilini yaparken cins çelişkisinin ulus ve sınıf çelişkisinden bağımsız olmadığını, iç içe ele alınması gerektiğini savunmuşuzdur. Bu anlamda özgür kadının yaratılması bir ülkenin yaratılmasından daha zor ve değerlidir.

Bir devrimin kadında yarattığı özgürlük düzeyi o devrimin özgürlük düzeyidir. Bu düzeyin nasıl yaratıldığını buna nasıl sahiplenildiğini, yaratılanların emek ve özgürlükle bağlantısını doğru bir temelde kurmak kadar, 8 Mart ruhu ile geliştirip güçlendirmek, oldukça önemlidir. Özellikle içinden geçtiğimiz süreç, kadının kendi rengini vereceği tarihte gizli kalmış güzelliğini yansıtacağı bir fırsattır.
    
8 Mart’ın içeriğinin yozlaştırılmasına da hızla karşı çıkmalıyız. 1857 yılında sömürüye grevle direnen, adalet, eşitlik, hak ve özgürlük isteyen kadınların yarattığı bir gün, vitrinlerde mağazalarda tüketim toplumunun reklâmlarına konu olsun diye kullanılamamalıdır.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nü yaratanlar; SOSYALİSTTİLER.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nü ilan edenler; SOSYALİSTTİLER.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü Kutlu Olsun!




NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati

YAVUZ AKÖZEL: Türkiyeli Göçmenin Notları-4





TÜRKİYELİ GÖÇMENİN NOTLARI-4



MOZART’IN  GÖZYAŞLARI









Pırıl pırıl ışıyıp gözkırpan yıldızların sonsuzluğa uzanan  masalımsı görkeminin altında, Salzburg’a doğru ilerliyoruz. Birazdan gümrüğü geçececiğiz. İyice yavaşladık... 30 km. hıza düştük. Almanya tarafında tek gümrük memuru yok... Avusturya tarafında ise iki memur, büronun önünde gelip geçen arabaları sadece dikiz etmekle yetiniyorlar. Sorunsuz, usulca yavaş yavaş  bir resmi geçit yapar gibi Avusturya’ya giriyoruz. Eskiden böyle değildi. Almanya tarafı olsun, Avusturya tarafı olsun bagaj açtırır, kontrol ederlerdi. Hele Türkiye dönüşlerinde, didik didik aranırdık. Şimdi öyle değil artık, önemsemiyorlar. Avrupa Birliği olgusu bazı şeyleri parçaladı. Artık Avrupa Birliği’ne dahil olmuş Bulgaristan, Romanya, Polonya gibi işsizliğin en üst boyutlarda olduğu eski halk demokrasisi-sosyalist ülkelerin kadın-erkek emekçileri, başta Almanya olmak üzere, kendilerine el eden, batının  o muhteşem ‘canel 5’ li Nike’li, Adidas’lı, Hugo Boss‘lu, Calvin Klein’li, Mercedes’li  yalancı cazibesine ve  yalancı cennetine sefaletlerinden usulcacık doğrulup, küme küme akın ediyorlar.

En kötü şartlarda, en düşük ücretlerle ve hiçbir sosyal güvenceleri olmadan üç aylık vizelerle —iş bulabilirlerse— çalışıyorlar. Bulamayanlar da, çalışan arkadaşlarının yanlarında sığıntı gibi yarı açı, yarı tok umutla, öyle, iş simsarlarının gelip de kendilerini çalışmaya götürmelerini bekliyorlar. Saat ücreti kaç euro imiş? Kaç saat çalışılıyormuş? Bunlar sorulacak şeyler değildir artık... İş bulmak en büyük nimet, kaç euro olursa olsun! Kaç saat olursa olsun! Yeterki iş olsun!  Taaa nerelerden çıkıp da gelinmiş değil mi?.. Ellerindeki avuçlarındaki son metelikleri de bu yolda harcamışken!  Peki Kadın emekçiler? Kimi restaurantlarda, gasthauslarda(İçki içilen kahvehane benzeri yerler) bulaşıkçılık, garsonluk, temizlik işlerinde çalıştırılıyor, azımsanmıyacak bir bölümü de kadın simsarlarının eline düşüp ya mecbur bırakılıp, ya da zengin olabilme, lüks yaşayabilme düşlerine yatarak kendi istemiyle fahişe oluyor. Batının her köşesi, en ücra köşesine kadar fahişelerle dolup taşıyor. Gazeteler sayfalar dolusu ilanlarla dolu. İnternet sayfalarının dışına taşıyor porno!

Ev sahipleri  daha fazla kira alabildikleri için istemle evlerini kadın ticaretiyle uğraşan pezevenklere kiraya veriyor! Olur olmaz yerlerde, binaların giriş kapılarında yanıp sönen kırmızı şehvet lambaları, artık en tutucu komşular tarafından bile yadırganmıyor!

Artık iyice yoruldum. Gözlerim kapanıyor. Arabayı Salzburg’un, o geçmişin derinliklerinden kopup gelen muhteşem sonat ve konçerto yankılarını daha da dingin duyabilmek için parka çektim. Park arabalarla dolu. Aşağı yanda, göz alabildiğine Salzburg , bir Mozart sonatında uyuyor, ayın şavkı Salzah nehrinde “Rondo Alla Turca “nın piyano tuşlarında ahenkle dans ediyor.

Gözlerimi yumdum. Ataman abi zaten çoktan uyumuş. Bir saattir sesi-soluğu çıkmıyor.

Evet,  gözlerimi yumdum ve dinledim... Wolfgang Amedeus Mozart’ın symphony nr.40'ı, bu 1001 gece masallarındaki kuyruklu yıldızlı, Leyla ve Mecnunlu, Arzu ile Kamberli Kırk Haramili gizemli gecenin içerisine durgun Salzah nehri gibi akıyordu.  Mozart, öldükten sonra bir rivayete göre dilenciler mezarlığına gömülmüş. Yani mezarı falan yok. Krallara, devrin en önemli kişilerine(Goethe,Voltaire gibi) konser ziyafetleri vermiş bu deha öldüğünde cenazesini kaldıracak insan bulmakta güçlük çekilmiş. Rivayet bu ya, cenazesini sadece altı kişi kaldırmış, onlar da kilise ve gömüt görevlileri tabii ki! Mezar taşı olmadığı için gömüldüğü yer tespit edilememiş, sonraları gömüldüğü sanılan bölgeye bir Mozart anıt mezarı yapılmış.

Bunları yaşarken, duyumsarken, dinlerken uyumuşum. Ataman abi beni uyandırdığında, güneş tam cepheden arabanın içerisine vurmuştu. Sıcacık! Üstelik kahve automatından getirdiği buharları  tüten mis gibi kahve de olağanüstü bir sürpriz oldu benim için. Güneş ve kahve ve Mozart...





Karlarla kaplı görkemli Alp Dağlarının eteklerinden geçiyoruz. Geçit vermiyen Alp Dağlarını insan emeği, insanın yarattığı teknik, oya gibi işlemiş. Salzburg-Maribor(Slowenien) arası aşağı yukarı 340 km ve öğle üzeri  yeniden Maribor yakınlarında mola veriyoruz .

—İyi geldik değil mi Ataman Abiciğim, Maribor’a kadar?
—Hem de çok iyi!
—Ahhh.. Ataman abiciğim, sen belki de bilmezsin,1970-1990’lara kadar bu yollarda neler çektik!

Yollar tek şerit, bozuk, yoksulluk almış başını gidiyor, rüşvet, hırsızlık, üç kağıtçılık... Alternatif yol olmadığı için de yol oldukça bozulmuş. O dev gibi TIRlar gide gele tekerlerin geçtiği yer iyice çukurlaşmış. Yol değil,  sanki çift taraflı kanal. İzin zamanı konvoylar şeklinde yol almaya çalışırız. Sıcak beynimize vurur, üstelik önünde bir traktör nazlı nazlı  gider ve sen onu sollayamazsın çünkü yol, ana-baba günüdür. Saatlerce, o nazlı nazlı giden traktörü 30-40 Km’lik bir hız ile takip etmek zorunda kalırsın. Park yerlerinde ise iğne atsan yere düşmez... Yer bulup da bir kenara iliştiğin zaman gerçekten şanslı sayılırsın. Ama attığın her adıma, oturduğun, kilim, örtü serdiğin her yere dikkat etmen gerekir. Çünkü park yerlerinde tuvalet olmadığı için bizim insanımız çaresizlikten!.. Anlıyorsun değil mi?

—Ben onları yaşamadım ama hep anlatılıyor. Bu gerçekten Türkiyelilerin, Yunanistanlıların hep anımsadıkları ve hep anlatmak gereksinimi duydukları güzel anıları... Sanıyorum o yolculuklar, çok zor olmasına karşın özleniyor ve isteniyor!
—Evet özleniyor ve isteniyor. Çünkü, işte, o park yerlerinde insanlarla tanışıyor, arkadaş oluyorsun. Sofralar birlikte kuruluyor, birlikte yeniyor, içiliyor; adresler, telefon numaraları alınıp veriliyor. Hatta başlayan bu yol arkadaşlığı süreklilik kazanıyor. Söz gelimi, biz tanıştığımız aileyi tatilimizin daha 10’uncu gününde Ayvalık’ta ziyaretlerine gidip, evlerinde on gün kaldık. Birlikte Sarmısaklı plajlarında güzel, unutulmaz günler geçirdik. Çoluk çocuk, hep beraber  yiyip içtik ve birlikte sevinçleri, acıları paylaştık. O Almanya’da yaşanan göçmenliğimize ilişkin, gurbetimize ilişkin derin acıları.
—Şimdi şu Slovakya’ya bak... Sanki Almanya! Yollar Autobahn olmuş, benzin istasyonları, park yerleri, tuvaletler modern ve temiz...
—Evet abiciğim. Kendisine ‘Sosyalist halk cumhuriyeti ‘diyen doğu bloku ülkelerinde yanlış olan bir şeyler vardı. Bir şeyler çok iyi yürüyorken bir yerlerde takılıp kalmışlardı ve bu takılıp kaldıkları yerlerde canı alıcı olan esasa ilişkin şeylerdi...
—Esasa ilişkin şeyler?
—Evet, esasa ilişkin şeyler! Yani Marksist-Leninist teorinin revizyondan geçirilmiş olması, ilerletilmemesi, sosyalizm maskesi altında bir nevi devlet kapitalizminin uygulanmış olması. Ama yine de herkesin yaşamı garantideydi. İşsizlik sıfır noktasında sayılırdı. Şimdi git sor, o dönemi yaşamış jenerasyona alacağın yanıt,  çoğunlukla eskiye o tekdüze yaşama duyulan özlemdir.
—Evet! Acımasız bir dönme dolap getirip kendi istemleriyle ve kendi elleriyle ‘özgürlük‘ aldanmasıyla kurdular. Şimdi dön ha dön... Yani bir dönme dolaba koşunlanmışlar ve canları çıkana kadar, solukları kesilene kadar dönüp durmakla yükümlüler. Kendileri istedi bunu. Evet görünen gelişmişlik, dönme dolaba koşumlanmışlar için değil elbette! Koşumlanmışları kamçılayanlar için!


                              
(Mozart anısına, Salzburg)

Yeniden autobahna çıkıyoruz. Gökyüzü masmavi, doğuya doğru ilerledikçe iklim değişimi de giderek belli oluyor. Hava daha yumuşak ve dava sevecenmiş geldi bana. Ataman Abi’ye bakıyorum, öyle dalgın gözlerle yolu gözlüyor. Tabelada E-59,1 no’lu Autobahn’ı veriyor, Zagrep(Kroation)yani Hırvatistan diye.

Suskunlukla uzun bir yol alıyoruz. Ataman abi ara sıra bana bisküvüt, bonbon, su veriyor... Öylece Hırvatistan gümrüğüne  sıraya giriyoruz. Akşam olmuş. İğreti bir gümrük kulübesinde suratsız bir memur, önümdeki son model Mercedes’e nefretle bakıp sorun çıkarıyor... Mercedes sahibi orta yaşlarda bir Türk... Beklemediği bir tepkiyle karşılaştığı için şaşırmış! Gümrük memuru, Mercedes’in bagajını, torpido gözünü hınçla, kırarcasına açıp kontrol ediyor. Benim minik, boyaları dökülmüş, çizilmiş ve yer yer paslanmış VW Polo’ma bakıp “Sen geç git!” diyor. Eliyle  işaret ediyor... Mercedes’in yanından yavaşça süzülüyorum. Mersedesin sahibi bagajı boşaltıp, bavulları açmakla meşgul olurken, biz Hırvatistan’a bir “Ohh!” çekerek sorunsuz giriyoruz böylece!

Avrupa giderek soluğunu yitiriyor Hırvatislanla beraber. Yorgun ve yıkık bir Avrupa’nın esas gizli çehresi yansıyor. Şimdi anlıyoruz ki, sadece böylesine işlek autobahnlarda sermaye çalışkan ve cömert davranmış. Kârı en doruk noktasında elde edebileceği  özel konumdaki yerlere yönelmiş. Oysa  oldukça lüks ve modern sayılabilecek autobahn kenarındaki tesislere iç kısımlarda rastlamak biraz zor.

İşsizlik, yoksulluk en üst sınıra dayanmış görünüyor. Ümit, Avrupanın batısında hâlâ! Tüm doğu, batıya doğru hareket halinde... Bir zamanlar işsiz Amerika’nın Alaska’ya altın aramaya hücum edip zengin olma düşlerine yattıkları gibi! Jack London bunları nasıl da güzel anlatmıştı!

Mozart’ı dinliyorum... Mezarı dahi olmayan, kendisine ait olmayan bir gömütte vefasız Avrupalının kendi halkını ‘Mozart burda yatıyor‘ diye aldatması ve cesedinden sonsuz bir sömürü talanına girişmiş olması...

Güneş battı ve karanlık çöktü. Arabanın farlarını yaktım. Zagrebi çoktan geçmişiz.

3 no’lu autobahnda Slavonski Brod’a doğru yol alıyoruz. İçime Mozartın sonatlarından kopup gelen bir acı ve yalnızlık gelip çöküyor. Mozartı dinliyorum..

Mozart ağlıyor.





YAVUZ AKÖZEL

ADNAN DURMAZ: İncecik Bir Yerinden Tutun Zamana




İNCECİK BİR YERİNDEN TUTUN ZAMANA







uzaklar yok yürekler tavındaysa sevginin
incecik bir yerinden tutun zamana
o rüzgâr esmesin dalgınlıklarının köşebaşında
o yağmur yağmasın... tutuşur yorgunluğum
deli yürek- arsız güre
yine sağnak sağnağa
doludizgin
ve terli

ve cümle burçlarıyla yıldız ormanı gök
yine burcu burcu sesin
ebruli - düş nakışlı
ebemkuşağı sevginin
kurumuş ırmak yataklarında
türkü sekişli

uzaklar uzak değil
yine aynı Ankara
isyan ve sevda
yürekler çarmıhlanıp
sevdalar satılmamış
güvenler tırpanlanıp
coşkular atılmamış kaldırımlara
ellerinin dokunduğu yerdeyim
en ince yerinden tutun zamana

gülüşünün kıvrımında
yediveren gül açardı bir zaman
yitik sevinçlerden bana şarkılar söyle

çelmelenmiş coşkuların dönüştüğü hüznü sor
hiç gizlenme sen o'sun
küllerin altında kor

düşe kalka bir geçmiş
gülüşlere gölge verir biliriz
ne yaşasan silinmez
gözyaşından kalan iz
bir şeyler kalırsa soracak
duran taşa-uçan kuşa
türkünü hüzne bölersin
yüzünü unutuşa...

vakit Ankara vakti
'o iyi insanlar
o güzel atlara
binip 'gitmemişler daha
bir deli kasırga savurur saçlarını
toy yürekli bir taysın
bütün ölümlere alesta

aşındırır küstah zaman taşları
yeni yeni dallar sürdün
başka bakışlar büyüdü gözlerinde
gülüşler geliştirdin
değiştin
'o iyi insanlar
o güzel atlara
binip gitti '
başka baharlardan
çiçekler topladın ömrüne

başkalaştı sözcükler
ve başka insanların dünyasında
başka birisin

onlar uzaklara gitti
yabadan yapılmış elleri
ateşten yontulmuş yüzleri silindi
sırtlarında onca yılın yalnızlığı
sevdalar cemresiz kaldı onlar olmadan

gün dönmedi
atları öldü
yaya kaldılar
ama küllerinin altındaki kor
hiç sönmedi
kendilerini yargıladılar uzunca zaman
başka kimliklerle dolaştılar başka kentlerde
yargısız infazlarda gitti kimisi
kimisi işkencede-darağacında
kimisi taşları çürütüp çıktı
yürüdüler yapayalnız yollarda
gözlerinde alev alev bir keder
ve yerli yerinde yıldızlar
sular geceleri aynı türküyü söyler
bir sen kaldın
para-makam-lüks-tantana-kariyer
oysa tutuşmağa hazır bir yangın
yüreğinde yığın yığın
bizden bir şeyler

ince bir yerinden tutun zamana
ellerini uzattığın yerde
yüreğim yediveren
türkümü dinlersen o rüzgâr eser
tutuşur kül altındaki kor yeni baştan
sen bulvara çıkarsan
savrulur saçların
o güzel atların nal sesleri duyulur
sensiz eksik kalır bir şeyler
bir türkü çiçeğe durmaz
bir su sendeler
sığınaksız kalır yağmur
hadi çık alanlara
hadi gel saçlarını savurarak
bizi tamamla...






ADNAN DURMAZ



İRFAN SARİ: Anımsadıklarım—YAŞAR DOĞAN: Hoppa Sarkom







ANIMSADIKLARIM









muhtemelen hava üşümüş dışarıda
artık yıldızları vuran kurşunlar icat ediliyor sevdiğim
bu mevsimde
mayıs deli çağındadır kızların ve oğlanların kanı gibi
uzak şehirlerin ışıklarını görmek
ne güzeldir
ne güzeldir Sakarya da bir bardan türkü akıtıp
Cilo dağlarına
ne güzeldir
Nehil sazlığından bir kuş çığlığı uçurmak

söyle bana
söyle
köprülerin dar geçitlerine mi
mektupların naftalin kokan zamanlarına mı
yoksa ayın karanlıklarda boğulan suretine mi
işleyeyim soğuk sularını tarihin

tas kadar yüreğimde
doya doya içemediğim bir gecenin efkarıdır
bütün tellerini kopardığım
bağlamanın kanıma bulanması
karabasan gibi çöküyor üstüme

ağır bir laciverdi
gözyaşı hıncını alıyor benden
elbet toprak kadar sadık olmazsa da
sevdiğim
sana bahar rüzgarlarıyla
yolladığım mendillerin içinde
saklı muhabbetlerimizi saçımın ak teline astım
aynalar bizim burada adamı vurmazdı
kırılmazdı

işte
bu kadar kavgalı şiir
yıkanır bir dere akıntısında
belki “şekerler ezilmez şirin dillere”
ama
her akşam batınca dağların ardında geceye
bir yıldız dikeceğim ağzında kasırgadan ıslık
şayet geldiğinde ölmüşsem
üzülme
ben yaşadığımı yaşamışım
ölümü hak etmişim





İRFAN SARİ










HOPPA SARKOM







Siyatiğinde safran-kehribar acıların
Gülüm elimi bırakma donup kaldığımda
Sarhoş değil de sarkomların kıskacındayım
Hissemediğim uzuvlarım artık sana emanet
Sana emanet artık
Kanatlarını apansız açıp uçacak her çığlık
Şu kimyo-terpilerin acizliğini de hazm ettim
Bağrına bastığın kadar canım var gayrı

Sabır taşım ol / Öpüp de soğuyan dudaklarımı
Tutulmuş kamberler altında başım yine daz
Bir gün daha büyüyecek acılar içinde bu ne haz
Bırak tebessümlerinde arayayım tahtımı
Morfinlerin de tesiri kalmayınca yanan canımda
Senden başka hiçbir şeye inancım kalmayınca
Yeryüzünü yakıp da küllerini savurduğunda

Doğan güneşe hüznümle git ki
Donup kalsın olduğu yerde iki kere de az
Gerisi kaderine bağlı metaforlar anlağı
İşte sana son fırsat istediğini umduğun gibi yarat
Adımı o yeni Atlantis sokaklarına vermesen de olur
Seni sevdiğim gibi dur ki bir daha yerin dibine batmasın
Suların yüzüne yazdıklarımız…

Bırak hoppa üstünden yeni olsun hayata bakış açımız
Datça da aklı baştan alan darbuka dolu bir iki müzik!




YAŞAR DOĞAN / Lolan 

26.11.2012

TAN DOĞAN:İnmece





 

İNMECE








bir ekmek bir gaz’te…
sağ ayağımı sürüyorum
eve çok var
başımdan ağzıma akıyor yağmur
üşüyorum

ekmeğin buğusu gaz’teye akıyor poşette
sağ kolum boşta
yarım aklım karışıyor: ev nerde

ellinci adımda bedenim yerde:
burnumda bir sıcaklık
taşta kan
kimse yok…
uykum geliyor

bir kedi yüzümü yalıyor
bir yaprak ömrümü
-hâlim yok doğrulmaya
ekmek soğuyor

gaz’teden bir ilân gözüme ilişiyor:
“…elli yaşındaydı daha…”
dudağımda bir yarım tebessüm
içim titriyor

babam da böyleydi kırk yıl önce…
annem ölmeden önce…
yalnız kalınca…
hava daha da kararıyor

ekmek hamur
gaz’te bihaber
tanrı kör

geçip gidiyor ‘zaman’






TAN DOĞAN

HAMZA İNCE:Ay Kırığı—VEDAT KOPARAN: Düşlerin Ateşi





AY KIRIĞI








Ayak izlerimiz Şubat sertliğinde
Buz sarkıtlar gölgesinde sevdiğim
Uykusuz geceleri yalnız dinliyor
Su damlacıkları bukeli saçlarında
Hırpani zamanın bize çarpışını

Ay kırığı ağır acıları bırakıyor
Itır ıtır kokan aşk yüreklim
İsyankar bir hayat yamacımızda
Genz tıkıyor ağlayış hıçkırıkları
Boranlar akışında kayan hayatımıza

Varsın gök hırpani bulutlar taşısın
Toprağın ve isyandaki günlüğüm
Bense meydanlarda bilenmiş yüreğimle
Beyazdan teslim bayrağı çekerim
Ay kırıklarında yapışkan sevdamıza




HAMZA İNCE








DÜŞLERİN ATEŞİ








(ateş çocukluğu /güneşe yürüyüşü /fırtınalar yoldaşlığı /zor zaman sancısının adamlığı /bölüşmelerin-(bölünmelerin)paylaşmaların ustalığı/ve ölümüne yaşanası sevgiyle adanmışlığı /gönül hanemizin zenginliği /bulmuşsa bir gönülü gönülde /değmeyin keyiflere ak akabildiğince/ İki güzel iki ayrı yakada beklerler buluşma sancısıyla/yaşam anlamlanıp tamlanacak ah gelseler bir araya/ya birlikte güzelleşip sürecek ya ayrılıkta güzellik bitecek/kaptan elveda deme bana.)

Ateşin ateşle öpüştüğü
Ateşler içinden geçildiği
Sevgili yağmur bulutum
Fırtınalar kaçağım
Yoksunlukta sığındığım limanım
Medcezirlerde ,yar uçurumlarında savrulduğum
boşluğumu dolduran
Varlığyla coşturan
Yoksunluklarda dip uçlarına vurduran
Bozkır türkülerinden
şehirlerin ağıtında çağlatan
gidip gelmelerimiz çalınmış zamanlardan
yaşamak isteyip de yaşayamadığım
günüm güzelliğim benim
bir mavi hayal denizinden
kıyılar boyu dalga kırınlarla dolaştığım
dalgaların sesinden
tutkun yaşanası hasretinden
vurgun günü çaldım
girdaplı gözlerinden
her gün her an olduğu gibi
bu günde sana uzandım
ah asi nehri gönlüm

 



VEDAT KOPARAN

ERCAN CENGİZ: Zozanda Bir Deli




ZOZANDA BİR DELİ








-büyük bir taşın bile
yerli yerine oturması için
küçücük bir taşa ihtiyacı vardı-

zozanda bir deli
ağlamayı kesti birden
haritayı çıkarıp serdi xonçaya
dedi, ne var dünyada
elini koydu üsüne
işte, burası Amerika, Avustralya
burası Asya, Afrika
burası Avrupa
aha burası da Antartika
batasıca

denizlerde biraz zorlandı
kulaç atarken yan yan
ama yarım saatte turladı dünyayı
çekildi köşesine, oturdu
mutlu musun dediler
gözlerini çevirdi
dedi, he ya
dünya ayaklarımın altında

bildiği sınırlar vardı
tarlaların arasında
baba-dededen kalma
bilmediği, tabelalar
köyden kente yol veren
denize sıfır gökdelenler
başı dumanlı dağlar
ve iki yakasında sınırın
asker-polis kaynardı

zozanda bir merx
ve yapayalnız bir deli
koca bir yaylaya bakardı
nede heybetli
nede misafirperverdi
böceğe, kurda-kuşa
hele ki insana
bir türlü sarılmayan yara
kabuk bağlamak yerine
nasıl da kanardı

boğazda bir orman
dağlara açılmış vadilerle
koyu yeşil bir örtü
orman ki
varınca ancak sırrını verirdi
kırılmış bir ağaç
bir kuru kök
ve yan yatmış kalaslar
zozana yan bakardı




ERCAN CENGİZ


ÖZER GENÇ: Koşma—RABSIZ KAFİYELER: Çığlık





KOŞMA







Eski 'sevgili'sini terkederken
Telefon mesajı gönderdi sadece
'Elektrik' aldığında yenisinden - ki daha genç
Postmodern bir ayrılık

'Herşey'i yaşadılar yenisiyle
Alışveriş merkezleri, pop konserleri, ve bolca şehvet
Maçlara da gittiler tepinerek sövmeden
Farklı takımları tutuyorlardı
Yapılacak ne varsa bütçe elverdiğince
En berbat yoksulluk

Üç ay dolmadan 'ilişki' bitti
'Olsun, ödemelerim aksamadı ya'
‘Küçük ama, yeni zengin mahallesine çok yakın evim’
'Taksitleri bitince bükülmez belim'
Bu da yaşarken anlaşılmayan ölüm

'Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm'.




ÖZER GENÇ








ÇIĞLIK








Yokluğuyla karmaşık tanrına ve sana koskoca bir çığlık yolluyorum,
Zalim ve şehvet dolu ateşinle yarattığın cehennemde köz olmuş bir çığlık.
Sökülüp pejmürde yüreğimden,
Donuk, tepkisiz, tembel bedenine,
Ses tellerimi, kulak zarlarını yırtarcasına kin dolu,
Yankısız bir kükreyiş;
Duygusuz, ölümcül ve ani bir sessizlikle son bulan,
Ve akıbetinde her olası dayanağın seni çaresizliğe savuracağı bir haykırış.


Kürtçesi:


QÊRÎN Û HEWAR


Ji te û Xwedayê te yî ku bi tunebûna xwe tevlihev e re haware qirase dişînim.
Hawareke di dojeha ku te bi agirê zalim û şehwet de afirandiye bûye çîk.
Qêrînek bê dengvedan
Cemidî, bêbersiv, ji laşê teral
Bi hêrseke wisa ku
Xetên dengê min, perdeyên guhên min diqetîne.
Hawarek bêhest
Kujer û bi bêndengiyek ji nişka ve bidawî dibe
Û di aqubeta wê de her paldankên gengaz te pêlî neçariyê dikin.


İngilizce'ye uyarlanmış versiyonu:

SCREAM



I am sending a very high-pitched scream
To your absent, complex god and to your extremely egoist and individualist self-esteem.
A scream, grilled in the hell you have created with your cruel greed and lust.
Listen to, hear and understand the shattered, crushed and smashed core of my heart.
This scream is the depart of full of scorching hatred,
Arising from my ripped vocal chords,
Moving towards and passing through your tearing ear membranes,
And arriving in your dull, unresponsive, dead body and brain in chains.
This is a numb, anechoic, and deadly roar!,
A door opening into a sudden silence.
The defiance in this howl is going to throw you into an inescapable desperation
on any even eventually possible foundations.




RABSIZ KAFİYELER