Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Mart 2013 Pazar

EMEĞİN SANATI'NDAN 137. MERHABA




Merhaba,

Her yerde baharla birlikte  çok düzenli olmasa da, gür bir biçimde barış sesleri yükseliyor. Barışın egemen tarafının siciline bakınca, barış seslerinin neden bir koroya dönüşemediğini daha iyi anlıyoruz.

Çünkü sendikaların, avukat derneklerinin ve diğer demokratik kitle örgütlerinin bir bir  kapıları terör bahanesi ile kırılıyor.  Bahar ve barış seslerine kırılan kapıların sesleri karışınca da ne baharın ne de barışın tadını çıkaracak hâl kalmıyor.

Sanat cenahında, son dönemde sanatın ticarileştirilmesine yönelik tepkiler yükseliyor.  Bu tepkiler, sosyalist gazetelerin sayfalarında da yer buldu.

Önce SOL Gazetesinde, “Sanat Siyasetini, Siyaset sanatını arıyor” başlığıyla üç sanatçının konuyla ilgili fikirlerini arka kapaktan verdi. Geçen hafta da BİRGÜN Gazetesinde, gazetenin sanat yazarlarından Zahit Atam, “Sanat ve sponsorluk üzerine: Bir protestonun düşündürdükleri” başlıklı yazısında da bu konuyu işledi. Yazının bir bölümünü SAVSÖZ bölümünde okuyabilirsiniz.  

Dileriz, bu konuda başka olumlu adımlarda atılsın. Çünkü sanat-siyaset, sanat-sermaye ilişkisi; dün, bugün olduğu gibi gelecek daha çok tartışılacak, ve daha sorun çıkaran bir olgu olacak.

Öte yandan bugün kimi şapşallar, politik sanata hemen “ideolojik”  sıfatını  vurmaya pek de meraklılar. Bunlar, aynı zamanda kendi köhne küçük burjuva ideolojilerinin gereğini de yerine getirmektedirler. Bizim için ideoloji, gerçeğin insan bilincine yansımasıdır. Burjuva ideolojisi ise, gerçeği hayalî bir dünya hâline getirmek, gerçeği çarpıtmaktır.

Evet baylar, her şiir biraz “ideolojik”tir.. Sizlerin ideolojisi tenle tin arasında gözlere, gerçeklere perde çekmek; bizim ideolojimiz ise, o perdeyi yırtıp parçalamaktır.  L. Aragon’un da vurguladığı gibi: “Gerçek şiir, iyiliğin şiiridir; yeryüzündeki bütün insanlarla birlikte bireyciliği, bu korkunç grev bozguncusunu yenecek, gene bütün insanlarla birlikte karanlıkları ve toplumsal baskıyı yenecek olan şiirdir.”

“Kavga” sözünden de çabucak ürperen bu çevreler,  biz emeğin sanatçılarının;  kavgamıza olduğu kadar, şiirin poetik ve estetik değerleri üzerine de gösterdiğimiz özeni anlayacak idrakte değillerdir elbette. Ezberler ve dogmalar üzerinedir onların dünyaları. Bizim ise kavgamız ve şiirimiz iç içedir. Dergimiz kurucularından Uysal Himmet arkadaşımızın dediği gibi: Her kavga bir şair, her şair bir kavga besler!”

Bireyci şiir esnafına ne güzel cevabı Ali Püsküllüoğlu verir:

“Evini bir gül bahçesi
Oğlunu fidan
Şiirini bir silâh
Dostluğunu bir kale yapmayacaksan
Uğur ola sana dostum”

Ali Ziya Çamur


BU SAYININ SAVSÖZÜ


1.Sanatla siyasi iktidar arasında kurulan her türlü ilişki başlı başına bir sorunsaldır ve ne sanatçı ne de bizzat sanatın kendisi nerede duracağını bilemez.
2.Aslında sanatın ölümü büyük oranda iktidarla paslaşmasıyla başlar, istenildiği kadar dar alanda ve zahiri düzlemde paslaşılsın, sonu biat etmekten başka hiçbir yere varamaz.
3.Bunun alternatifi de yoktur. Nefsini alıp, nefesini kokar haline getirip, sanatçıya biat ettirmek kapitalizmin uzmanlaştığı alanlardan birisidir.
4.Sanatın direnişten uzaklaşıp kendi başına bağımsız bir şey olmaya çabalaması kadar budalaca bir şey yoktur, çünkü esas olarak çelişkilerle yüklü bir toplumda bağımsızlık ne tanımlanabilir ve ne de istenildiği kadar bağımsız olsun üretilen bir sanat eseri toplumsal ilişkilerden ve safını seçmeden bağımsız bir varoluş alanı kazanabilir.
5.Her türlü sanat eseri, hangi koşullarda üretilirse üretilsin, piyasanın şartları içinde dolaşıma girer ve piyasa tarafından yorumlanması koşullandırılır, tarihte sanat eserinin bıraktığı art alanda gitgide ıslah edilir.
6.Sanat eserinin kendisini seçkinleştirmek için aykırı olmaya çalışması, kimseye benzememeye çalışması, ilk örnek olmak için çırpınıp durması tam anlamıyla budalalıktır ve kapitalist ilkelerin en çiğ şekilde sanatsal üretime taşıdığı koşullandırmalardır.
7.Bu şartlanmalar sanatta competitiveness alanında bütün insani değerlerin çiğnenmesi için bir vesileye dönüşmüştür git gide.
8.Sanatçıya ve sanat kurumlarına ilişkin kapitalizmin gütme güdüsü ve kendince ondan yana olanların ve ona karşı olanların ayırt edilmesi içgüdüsü o kadar mükemmeldir ki istenildiği kadar gol yesin, onu kendi avantajına çevirmeyi bilir. Zaten bu durumun mükemmel örneği sanat dünyasında çok açık yaşanır: çıktıkları dönemlerde aykırı eserleri kapitalizmin kurumları ve siyasi iktidar tarafından değil, çoğunlukla sanat dünyası tarafından yadsınır öncelikle, kapitalizm ise ortalığın alt üst olmasından ve tartışmalardan sinekten yağ çıkarırcasına yararlanır.
.................
Bunun nedeni çok açıktır: Sanatın ahlakı, sanatçının varoluş alanı, sanatsal üretim ilişkileri hiçbir zaman sanat eserlerinin söylemiyle çatışmayan bir sermaye grubu bulamaz, hiçbir burjuva kurumu ya da şirketi ne bağımsızlığı destekler ne de muhalefeti, asla bir burjuva şirketi temiz olamaz ve temiz kalamaz. Nedeni basit, yaşadığımız dünyanın çatışması içinde böyle bir bağımsızlık alanı tanımlanamıyor çünkü. Aragon’un mükemmel şiiri Mutlu Aşk Yoktur’un sanat/sermaye ilişkisine transferi, “masum bir sanat/sermaye ilişkisi yoktur” olmalı. Dahası bu ilişkide sermaye asla kendini reddetmez, ama sanatçı ve sanat eseri biat ettirilerek kendini inkârla sonuçlanması vakayı adidendir.ZAHİT ATAM (BİRGÜN Gazetesi, 24 Mart 2013


YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ




NESİN MATEMATİK KÖYÜNDE
MİTOLOJİ GÜNLERİ DÜZENLENİYOR...

Nesin Matematik Köyü'nde, 3-4-5 Mayıs 2013'te "Yaradılış ve Sanat" başlığı altında Mitoloji günleri düzenleniyor.

DÜŞÜNBİL.COM'un öncülüğünde düzenlenen etkinlik programı şöyle:

3 Mayıs Cuma: 13.00-13.30: Bireyin Psikolojik Evrimi ve Sanat(Dr. Taner Yılmaz); 13.30-13.50 Soru-Cevap;  13.50-14.20: Sandro Boticelli'nin 'Venüs'ün Doğuşu' tablosu(Handan Tazeoğlu); 14.20-14.40: Soru-Cevap; 14.40-15.00: Ara;15.00-15.30: Mitler, Masallar, Semboller ve Sanat(Yrd. Doç. Esra Sağlık);15.30-15.50:Soru-Cevap; Eski Türk Kozmolojisinden Bir Mengücekli Kümbetine Yansıyanlar( Prof.Dr. Canan Parla); 16.20-16.40: Soru-Cevap.

4 Mayıs Cumartesi:  13.00-13.30: Diğer Canlılara Muhtaç Varlık Homo Sapiens'in üstünlük kompleksi(Prof.Dr. H. Benan Dinçtürk); 13.30-13.50: Soru-Cevap; Mitoloji ve Düşünme Sanatı(Doç Dr. Vural Yiğit); 14.20-14.40:Soru-Cevap; 14.40-15.00: Ara; 15.00-15.30: Zihinleri Özgürleştirici Bir Etkinlik Olarak Tiyatro(Seda Özsoy); 15.30-15.50:Soru-Cevap; 15.50-16.20:Çömlek ve Sosyallik(Prof. Dr. Zeliha Esöz); 16.20-16.40: Soru-Cevap.

5 Mayıs 2013 Pazar: 13.00-13.30: Ana Tanrıça'dan Tanrı Ana'sına Günah ve Kurtuluş Bağlamında Kadın İmgesi(Dr. Serap Yüzgüller-Dr. Seda Yavuz); 13.30-13.50: Soru-Cevap; 13.50-14.20: Mitoloji ve Felsefe(Duygu Temel); 14.20-14.40:Soru-Cevap; 14.40-15.00: Ara; 15.00-15.30: "Yaratılış Öyküsünde Kötücül Kadın İmgelerine Eleştirel Bir Yaklaşım"(Yrd. Doç. Lütfiye Bozdağ); 15.30-15.50:Soru-Cevap; 15.50-16.20: Aşkın Mitolojisi (Yard. Doç. Hasan Aydın); 16.20-16.40: Soru-Cevap; 16.40-17.10:Sevan Nişanyan; 17.10-17.30: Soru-Cevap.

Katılım ile ilgili Detaylar ve bilgiler www.düşünbil.com'dan öğrenilebilir.


2012 NAİM TİRALİ ÖYKÜ ÖDÜLÜ HÜSEYİN AKYÜZ’ÜN


Gazeteci, yazar Naim Tirali’nin adını yaşatmak ve öykücülük anlayışını gelecek kuşaklara tanıtmak amacıyla İstanbul Bahçeşehir Üniversitesi Beşiktaş Kampüsü’nde “Naim Tirali Öykü Ödülü” töreni düzenlendi.

Yağmurda Kuş Sesleri adlı yapıtıyla 2012 Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı Ödülü’ne de değer görülen Akyüz’ün  Kültür Bakanlığı Öykü Başarı Ödülü alan Sevgiyle Anımsamak, Akademi Kitapevi Öykü Birincilik Ödülü alan Beyaz Güvercin, Orhan Kemal Öykü Ödülü’ne değer bulunan Samuray Fırtınası gibi başka ödüllü öykü kitapları da var.

Doğan Hızlan, Semih Gümüş, Yekta Kopan, Prof. Cevat Çapan, Oktay Akbal, Nursel Duruel ve Dr. Emine Tirali’den oluşan seçici kurul tarafından belirlenen eserlerin ödül törenine çok sayıda edebiyatseverin yanı sıra Tirali ailesinin fertleri de katıldı. Sunuculuğunu tiyatro ve sinema oyuncusu Tarık Papuççuoğlu’nun yaptığı ödül töreninde Yağmurda Kuş Sesleri adlı öykü kitabıyla bu yılki ödüle değer bulunan Hüseyin Akyüz  plaketini ve ödülünü Naim Tirali’nin çocukları Emine ve Hasan Tirali’den aldı.


ALTIN PORTAKAL ŞİİR ÖDÜLÜ ŞÜKRÜ ERBAŞ’IN...


ANTALYA Altın Portakal Şiir Ödülü'nün bu yılki sahibi Şair Şükrü Erbaş oldu. Jüri adına gerekçeli kararı açıklayan  Doğan Hızlan, "Şükrü Erbaş'ın şiiri, hayatın zorbalığına karşı direniş sığınağı olarak da okunmuştur. Erbaş'ın anadiline özeni Anadolu'da başka dillerin özgürlüğü için verdiği mücadeleyle de tutarlıdır" dedi.

Antalya Kültür Sanat Vakfı (AKSAV) ve Antalya Büyükşehir Belediyesi'nce bu yıl 16'ncısı düzenlenen Antalya Altın Portakal Şiir Sempozyumu gerçekleşti. Mahmut Temizyürek şiirinin değerlendirdiği sempozyum öncesi 17'nci Antalya Altın Portakal Şiir Ödül Töreni de düzenlendi. Bu yıl Doğan Hızlan başkanlığında, Cevat Çapan, Ahmet İnam, Hüseyin Ferhad ve Mahmut Temizyürek'ten oluşan jüri şair Şükrü Erbaş'ı ödüle değer gördü. Doğan Hızlan'ın okuduğu gerekçeli kararda Erbaş'ın şiiri şöyle değerlendirildi:

"Şükrü Erbaş'ın şiiri, zamanın ruhunun birey ve toplumun üzerinde tahakkümüne karşı direniş şiiridir. Onun şiirinin dokusunda halk şiirinin derin köklerini ve yaşayan gölgesini bulabildiğimiz gibi, modern şiirinin büyük ustalarının gözettiği, Türkçe'ye içkin duyarlılığı, vicdanı ve bilinci de şiirsel zarafet içinde bulabilmişizdir. Kadim temaları, ölümü, ayrılığı, yalnızlığı ve aşkı kendimizle bir söyleşiye dönüştüren Şükrü Erbaş'ın şiiri hayatın zorbalığına karşı direniş sığınağı olarak da okunmuştur. Erbaş'ın anadiline özeni Anadolu'da başka dillerin özgürlüğü için verdiği mücadeleyle de tutarlıdır."


CEYHUN ATUF KANSU ŞİİR ÖDÜLÜ BU YIL HALİM YAZICI'NIN...


Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü’nü bu yıl Avluda Kuş Sesleri adlı yapıtıyla İzmirli şair Halim Yazıcı  kazandı. Kitap, yazarın 226 günlük esareti sırasında kaleme aldığı şiirlerinden oluşuyor.

Adnan Binyazar, Müslim Çelik, Refik Durbaş, Şükrü Erbaş, Bahar Göker, Emin Özdemir ve Sevgi Özel’den oluşan Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü Seçici Kurulu, 2013 yılı için Halim Yazıcı’nın Avluda Kuş Sesleri adlı yapıtını oybirliğiyle ödüle değer gördü.

1954 Bergama doğumlu olan Yazıcı’nın daha önce yayınlanan şiir kitaplarının bazıları ise Aşk Cazdır, İpekTin, Küçük Taşlar İklimi’dir. Yazıcı, ödülünü 3 Nisan’da Ankara’da düzenlenecek bir törenle alacak.(EDEBİYATHABER.NET)


KÜTÜPHANECİLİK HAFTASINDA
CEZAEVLERİNDE KİTAP DÜŞMANLIĞI!...


Kitap sınırlamasının uygulandığı Tekirdağ 2 No'lu F Tipi Cezaevi'nde bulunan politik tutuklular, uygulamayı protesto etmek için Adalet Bakanlığı'na dilekçe gönderdi.

Tutuklulardan Ersin Sedoğlu, ETHA'ya gönderdiği faksta, 10 kitap sınırlamasını kabul etmeyeceklerini belirtti. Cezaevi idaresinin sunduğu "güvenlik" gerekçesinin de inandırıcı olmadığına işaret eden Sedefoğlu, asıl niyetin "kitap düşmanlığı" olduğunu kaydetti. Sedefoğlu, "Egemenler istisnasız her dönem bilgiye ve kitaba düşman değil mi? En kolay yönetme yöntemi toplumları bilgisizliğe ve cehalete mahkum etmek değil mi?" diye sordu.

Sedefoğlu, kitap sınırlamasını protesto etmek için Adalet Bakanlığı'na dilekçe gönderdiklerini bildirdi. Adalet Bakanlığı'na gönderilen protesto dilekçesinin tamamı şöyle:

"Haftalardır basının da gündemine giren bir kitap düşmanlığı konusu var. Tekirdağ 2 No'lu F Tipi Hapishanesi Eğitim Kurulu, güvenlik gerekçesiyle kitap ve dergileri adetle sınırlandırma kararı aldı. Biz siyasi tutsaklar bu kararın ne anlama geldiğini anlatmaya çalışıyoruz, demokratik kurumlar eleştiriyor, aydınlar haklı olarak bu akıllara zarar kitap düşmanlığını anlatmakta zorlanıyor. Parlamentoda soru önergeleri veriliyor, en son bir yasa teklifi ile kitaplara özgürlük tanınması istendi. Her kesimden uyarı eleştiri, kınama geliyor, ancak bakanlığınız bu Ortaçağ zihniyetinin ürünü kitap yasağı ile ilgili suskunluğunu sürdürüyor. 15 Mart 2013'te Tekirdağ 2 No'lu F Tipi idaresi yasal itiraz sürecinin tamamlanmasını dahi beklemeden almış olduğu kararı uygulamaya soktu, hücrelere girip kitaplara zorla el koydu! Hukuk yasa, itiraz süreci dolmadı, haklar özgürlükler, zorbalık, keyfilik ve hiçbir uyarı ve itirazı dikkate almadı, talan edercesine topladı kitaplarımızı. Zaten ciddi sorunlarla yüz yüze olan hapishanelerde yükselen gerilime yeni bir halka eklendi. Fiziki saldırı ve hak gaspları, keyfilikler, hukuk tanımaz kararlar ve dayatmalar, zorla sürgün uygulamaları, hasta tutsaklara karşı ilgisizlik ve sorumsuzluk, onur kırıcı çıplak aramalar, tutuklu yakınlarına yönelik baskı ve tehditler gibi hapishane idaresinden kaynaklı tüm bu sorunların çözümü için muhattap arayışımız sürerken kitap sınırlaması bardağı taşıran damla niteliğindedir.

Orataçağ karanlığı diye anılan dönemin faili Hristiyanlığı iktidar gücü için kullanan kilise ve ruhban sınıfıydı. Monarşi sahipleri ile iktidara ortak olmak, sömürüden pay almak için Hristiyanlığı idolojik araç haline getirdiler, sömürücü sınıfların hizmetine soktular, bilgiyi ve bilimi yasakladılar. Bruno'yu yaktılar, Galileo'yu susturdular, Koperik korkusundan 50 yıl bekledi ulaştığı bilimsel sonuçları açıklamak için.

Bugün bakanlığınız ve hükümetiniz dindarlığı ve İslami kimliği ile birlikte 21. yüzyılın karanlık çağını çağrıştıran kararlara imza atıyor. Kitap sınırlandırma kararı hapishane eğitimi kurulu tarafından alınmış olsa da bu kararın arkasında bakanlığın olduğunu biliyoruz.

Suskunluğunuz duymazdan ve görmezden geliyor olmanız onayladığınız anlamına geliyor. Karar bir yerel bürokrasiye ait olsa da bu kararın siyasi sorumluluğu bakanlığınıza aittir. Bu sorumluluktan kaçamazsınız! İslami kimliğiniz ve dindarlığınız kitap düşmanı kararlarla anılacak, bakanlığınız ve hükümetinizin bilgiye, bilime, aydınlığa, aydına, yazara, kitaba, okumaya, öğrenmeye düşmanlığı, İslam dininin yobaz gerici, karanlık zihniyetle bir tutulmasına yol açacak. Sorunun kaynağı din değil, dini egemenlik aracı olarak kullanmaya kalkan zihniyettir. Bu anlamda Ortaçağ Hristiyanlığını yobaz, gerici karanlık ideoloji haline getiren kilise ve ruhban sınıfı ile bugün İslami kimlikli partiniz, hükümetiniz ve bakanlığınız bilgi bilim ve kitap düşmanlığında tarihi bir buluşma noktasındasınız. Laik Kemalist cephenin altı boş, soyut ve inandırıcılığı zayıf propagandalarını kamuoyu nezdinde kolayca savuşturuyor olmasının rehaveti ve abartılı özgüveni ile hareket ediyorsunuz. Ama burada sözünü ettiğimiz konu somut, çarpıcı ve turnusol rengindedir. Güvenlik gerekçesiyle 10 kitap sınırı başka hiçbir şeyle izah edilemez! Bunun adı bir yerde her çağda bilgi ve kitap düşmanlığıdır! Biz bu kararı kabul etmeyeceğiz, sesimiz çıktığınca gücümüz yettiğince bu kararı ve arkasında yatan Ortaçağ zihniyetini teşhir edeceğiz. İslam dini adına, İslam kimliği ve dindarlık kisvesiyle Ortaçağ gerici yobaz, karanlık çağını yansıtan bilgi ve kitap düşmanlığını..."

Tutuklular, dilekçelerindeki son cümleyi "örgütsel haberleşme" gerekçesiyle faksa el konulmaması için yarım bırakmak zorunda kaldığını bildirdi.


BASKILARA  KARŞI GRUP YORUM’DAN
 3. BAĞIMSIZLIK KONSERİ...


Grup Yorum’a yönelik baskı, baskın ve gözaltılara karşı Grup Yorum; Bakırköy Halk Pazarında 14 Nisan’da 3. Bağımsızlık Konseri’ni düzenleme kararı aldı.

Konuyla ilgili olarak Grup Yorum severlerin yaptığı açıklama:

“Merhaba dostlar,

Tarih sahnesinde yeni bir sınava hazırlanıyoruz. Bildiğiniz üzere, büyük bir konsere hazırlık yapmaktayız. İnsanlık tarihinin, sınıfsal ayrışımı yarattığı günden bu yana tarafız; zulmün sömürünün olduğu dünyada, ezilen sınıfız. Aynı göğün altında, birlikte aynı duygu ve düşünceleri paylaşacağımız bir konserin öncesindeyiz. Hedefi, 500 BİNLİK HALK KOROSU OLAN KONSERİMİZDİR. Bu koroyu oluşturmak, daha da yükseltmek kuşkusuz ‘’BİZLERİN, HALKIN’’ elindedir.
Kapitalizmin yükselişi, buna paralel olarak saldırganlaşması boşuna değildir. İşsizliğin ve yoksulluğun tavan yaptığı ülkemizde korkuları HALKTIR. Hemen hemen her gün, demokratik kurumların gece yarıları basıldığı, haberleriyle uyanıyoruz. Hukuksuzluğun, adaletsizliğin olduğu bir sistemde yaşıyoruz ve bunun bilincini yaymamızdır korkuları. Türkülerimiz, ezgilerimiz, marşlarımızdır korkuları…
Onların bir avuç bizlerin milyon olduğunu unutmayalım! Sorun; bireysel davranmaktadır, teorik olarak düşünüp ‘’burada’’ savunmakla yetinmektir. Doğru olan pratik anlamda hayata geçirmektir.
Bu konser; tüm halkımıza sorumluluk yüklemektedir. Herkes, ufakta olsa bir şeyler yapabilir. Kolektif çalışmalarda yer alıp, konseri her yerde, herkese duyurmalıyız.
Bunu başarmak zor değildir! İstersek olur, inanırsak başarırız!

Sizlere çağrımızdır; bulunduğunuz şehirlerde, demokratik kurumların, kültür merkezlerinin afişleme çalışmalarına katkı sağlayalım. Kolektif olarak yapılan çağrı çalışmalarında bulunalım.
Konser’in duyurulmasında düşünelim; görüşlerimizi ve önerilerimizi sunalım.

Sizlere çağrımızdır; Grup Yoruma yapılan baskı ve tutuklamaları, terör demagojisi altında yapılan baskınları boşa çıkarmak için; tüm grup yorum sevenleri ‘’BİR ADIM ÖNE ÇIKMALIDIR.’’

Sizlere çağrımızdır; ailelerimize, yakınlarımıza, iş yerinde, okulda, yaşamın her alanında… Konseri duyuralım. 1’ken,3,5,7,10… olalım…

BİLMELİYİZ Kİ HEDEFİMİZİN ÜSTÜNE ÇIKMAK VE YİNE BİZİM ELİMİZDEDİR!
DÜŞÜNÜ KURDUĞUMUZ O GÜZEL GÜN HENÜZ GELMEDİ!
DÜŞÜNÜ KURDUĞUMUZ EN BÜYÜK KONSERİ HENÜZ DÜZENLEMEDİK!
BUGÜN YÜZ BİNLERLE YARIN MİLYONLAR CEVAP VERECEĞİZ!”


MUĞLA 1.ULUSLARARASI ŞİİR BAYRAMI


4 Nisan Perşembe günü, saat 13.00-18.00 saatleri arasında yapılacak etkinlikte, aşağıdaki şairler tarafından şiirler okunacak, şiirle ilgili konuşmalar yapılacak...

Oğuz Baykara: Sunum ve çeviri, Özkan Mert: Bildiri ve şiir, Peter Curman: Bildiri ve şiir(İsveç), Ertan Mısırlı: Şiir, Mustafa Köz: Şiir, Gökhan Cenğizhan: Şiir, Bengt Berg: Şiir(İsveç), Metin Turan: Şiir, Orhan Tüleylioğlu: Şiir, Hanan Awwad: Şiir (Filistin), Emel Kaya: Şiir, Havva Aktaş: Şiir, Mehmet Gözen: Şiir, Arzu Karadağ: Şiir, Nuran Barengi: Şiir,
Aydan Yalçın: Şiir, Derya Yıldız: Şiir, İrfan Asil: Şiir, Nevin Kalafatoğlu: Şiir,
Baki Yiğit: Çevirmen...  4 Nisan / Saat: 20.00’de ise, Özkan Mert – Serap Tamay:Şiir ve Müzik dinletisi...


2013 DÜNYA ŞİİR GÜNÜ BİLDİRİSİ ERAY CANBERK’TEN


2013 21 Mart Dünya Şiir Günü’nde PEN ödülü verilen şair Eray Canberk 2013 Dünya Şiir Günü bildirisini yazdı:

Şiir herkese tanıdıktır; herkesin bildiğidir. Kırgının fısıltısı, öfkelinin haykırışıdır. Şair de Fuzûlî’nin dediği gibi yoksul bir hükümdar, görkemli bir yoksul olabilir.

Şair herkes için de söylese, kendi için de söylese türküsünü sözcükler bir kere dizeye dökülüp şiir oluştu mu herkesindir artık şiir.

Şiirin ana maddesi dildir. Öteki yazın sanatlarının da ana maddesi dildir ama şiirinki daha da dildir! Çünkü şiirde her sözcük kendi anlamını aşar, gizilgüç anlamını sunar şiire.

Şiir düşüncelerle yazılmaz ama şiirsiz düşünceler de bir işe yaramaz. Şaire de şiirle yaşamak yetmez, şiirde yaşaması gerekir.

Tehlike anında kurtarıcıdır şiir. Karanlıkta birbirini yitirenler, yine birbirlerini bulmak için “Sese gel!” diye bağırırlar… Karanlık dönemlerde insanlığın kendini bulması için “Şiire gel!” diye bağırılmalıdır… Aydınlık dönemlerde ise zaten şiire gelinmiş demektir.

Bazı durumlarda ve bazı ülkelerde şöyle bir uyarıya gerek duyuluyor: “Dikkat! Lütfen şairleri ezmeyiniz!”

Şiir yazanların çokluğundan tedirgin olmamalı; şiir okumayanların çoğalmasından korkmalı.
Şiir para getirmez doğal olarak; ama bu yargı şiir para etmez demek değildir. Belki de bunun ayırdında olunmadığı için şiiri ve şiirini yitirmekte olan bir dünyada yaşadığımız söylenebilir ama bu şiirin yok olduğunu göstermez.

Unutmayalım ki şiir de bütün sanatlar gibi insanın en eski yoldaşı, insanlığın en eski verimidir. Dünya durdukça şiir de var olacak sürüp gidecektir.

Duyuyor musunuz? Birileri “Şiire gel!” diye seslenip duruyor.


FAŞİZME VE FAŞİSTLERE İNAT,
ÜMİT KAFTANCIOĞLU YAPITLARIYLA YAŞIYOR...


Faşizmin katlettiği değerlerimizden biridir Ümit Kaftancıoğlu. Destansı okuma savaşımının izlerini daha sonra yapıtlarına destansı üslubuyla yansıttı. Onun yüreğinde halk ve insan sevgisinden daha üstün bir sevgi yoktur. Yapıtları incelendiğinde, Anadolu’dan ve halkından kopmadığı görülür. Dili halkın dilidir, yaşamı halkın yaşamıdır. O’nun gözünde insansız bir ortamda yaşam yoktur, sönüktür: "Dünya'nın atmosferi, kabuğu, magması, ekvatoru insan bana göre. İnsan yığınları, toplum, topluluk... İnsansız, ıssız bir lokantada yemek yiyemedim, üç beş kişiyle sinema seyredemedim. Üst üste ağzına kadar dolu belediye otobüsü, korsan bir minibüs bana yaşamı vurgulamıştır."

Fakir Baykurt, Kaftancıoğlu' nu şöyle anlatmaktadır: "... Kaftancıoğlu'nun dikkati çeken başlıca özelliklerinden biri, dilindeki zenginliktir. Doğu Anadolu, bütün başka yoksunlukların tersine, bir kültür ve dil hazinesidir. Orada kat kat uygarlıklar, her uygarlığın zamanımıza kadar birikip gelen katılımları bir dil coşkunluğu, bugün doğu halkında renkli, sanatlı bir anlatımı adeta gelenek haline getirmiştir. Her türlü dil ve anlatım sanatını kendi kişiliğinde toplamış pek çok insan, her biri birer bilge gibi köylerin tozu toprağı içinde ömür sürmektedir. Ümit Kaftancıoğlu, bu kültürü çok iyi özümsemiş, kendine mal etmiş, üstelik gördüğü eğitim ve kendini yetiştirme çabasıyla aydınlanmış umut verici bir yazarımızdır."

Tehditler alıyordu faşist çevrelerden. Ölmeden önce çocuklarına seslendiği bant kaydında onlara şöyle sesleniyordu:

"Ölüm hiç önemli değil / Yaşam var dağ gibi / Yaşam var, gökyüzü, deniz / O insana şaşarım / Binbir meyva yüklü / Ağacın altında yere düşen / Sararmış bir yaprağa üzülsün / Selam olsun hepinize / Herkese, yaşama, yaşam sevincine / Selam..." 11 Nisan 1980’de evinin önünde faşistlerce katledildi. Yapıtları ve yaşamı, Anadolu’nun bağrından çıkacak Yiğit ve aydınlık düşünceli nice insanlara maya olacaktır.


İNSANLIK HALLERİNİN İNCE ŞAİRİ:
ORHON MURAT ARIBURNU…

Çok yönlü bir sanat insanı olan Orhan Murat Arıburnu’nu 1 Nisan 1989’da 71 yaşında sonsuzluğa uğurlamıştık. O, komple sanatçı denilen türden bir insandı: şair, sinema ve tiyatro yönetmeni, oyuncu, senarist ve yapımcı…

Dilsel ya da kurumsal  tuhaflığı çarpıcı bir biçimde yansıttığı şiirleriyle ün kazanan Arıburnu’nun İlk şiiri 1936'da Edebiyat Dergisi’nde yayınlandı. Ardından Gün, Varlık, Genç Nesil, Yeditepe, Küçük Dergi, Yenilik, Gelecek gibi dergilerde şiirleri çıktı. 1947'de Türkiye'de ilk kez şiir sergisi açtı. Gündelik dille yazdığı genellikle kısa şiirleri, şaşırtıcılığı, alay ve yergi öğelerine dayanır. Biçim denemeleriyle Garip Şiir'e, konularıyla toplumcu şiire yakındır. Toplumsal bozuklukları taşlayan şiirleri Gariple toplumcu şiirin bileşkesi görünümdedir.

Örgütçü yapısıyla öne çıkan Arıburnu, 1970 yılında üstlendiği Türk Sanatçılar Birliği genel başkanlığı ve Türkiye Edebiyatçılar Birliği genel sekreterliği görevlerini iki yıl yürüttükten sonra Türkiye Yazarlar Sendikası kurucu üyesi oldu. Ölümünden sonra adına sinema ve şiir konulu Orhon Murat Arıburnu Ödülleri düzenlendi.

1946'da Şadan Kamil'in "Gençlik Günahı" filmiyle sinemaya girdi. 1951'de kendisinin oynayıp yönettiği ilk filmi "Yüzbaşı Tahsin"de Kurtuluş Savaşı'nı konu aldı. 1952'de çektiği "Sürgün" filminde yine Kurtuluş Savaşı'nda düşmanla işbirliği yapıp sürgüne gönderilenlerin öyküsünü anlattı. 1953'te çektiği "Kanlı Para" filmiyle 1'inci Türk Film Festivali'nde yönetmen, senaryo yazarı ve oyuncu olarak ödül aldı. 1954'te büyük ticari başarı kazanan "Beklenen Şarkı" filmini Cahide Sonku ve Sami Ayanoğlu ile birlikte yönetti. 1959'daki "Tütün Zamanı" filminde Yılmaz Güney'e şans tanıyan yönetmenlerden biri oldu. Yaşamının son yıllarını Almanya Berlin’de geçirdi. 11 Nisan 1989’da Berlin’de yaşamını yitirdi.

Şiir kitapları: Kovan(1940), Bu Yürek Sizin(Almanya'da hazırladı, 1982) Buruk Dünya(şiirlerinden seçmeler, 1985) Oyun Kitabı: İnsan Gürültüye Gitmese (1972)

MAHKUMLAR

Ekseriya sabaha karşı
Kurşuna dizilir mahkumlar
Bir sünger taşına döner
Anne sütünden yapılan heykel

Bari şu trampetler çalmasa,
İnsan gürültüye gitmese!..

ORHON MURAT ARIBURNU



EMEĞİN VE KAVGANIN ŞAİRİ
MUAMMER HACIOĞLU’NU ANIYORUZ...


Unutulmak kıskacına terk edilen, çağdaş edebiyatımızda adı bile anılmayan, insandan ve emekten yana şiirler dokuyan Muammer Hacıoğlu; altmış sekizlerden on iki eylüle geçen süreç içinde ve sonrasında dokuz şiir kitabı yayınlamış, kitaplarında kurtuluşun sosyalizmde olduğu görmüş, göstermiş bir şairdi.

Muammer Hacıoğlu, şiirlerinde ağırlıklı olarak toplumsal sorunları, emekçileri, ülkemiz ve dünya halklarının yaşadığı trajedileri ve sosyalizm umudunu işledi hep. Edebiyatımızı inceleyen kitaplarda adı geçmeyen, şiiri moda gibi tüketenlerin haberleri bile olmayan protest bir şairdir O.

1980 öncesi ve sonrası iktidar karşıtı tavrından ötürü defalarca gözaltına alındı. Şiirlerinde burjuvaziyi kıyasıya eleştirdi ve bedelini ağır ödedi. “yüreğimin yangınından aklımın çengeliyle çıkardım” dediği basılmış basılmamış şiirlerini insanlığa miras bırakarak 4 Nisan 1992’de kanserden öldü. Yapıtları: Altın Mısralar(1969), Susun Ağlayacağım(1971), Beni Sokaklar Çağırıyor(1972), Öfke Kında Durmaz(1973), Şafaklar Kana Bulandı(1975), Kelepçe(1976), Uğultu(1976), Bir Yumruk Büyüyor(1977), Ateş Benzin Emiyor(1979), Mayın Tarlasında Büyüyen Çiçek (1991), PK. 690 Beyoğlu (Bütün Şiirleri–2006)

“Bir şairin ölümü, eşittir bir ordunun dağılmışlığına” diyen Muammer Hacıoğlu’nun şiirlerindeki sesi sokaklarda sloganlarımızda yankılanmaya devam ediyor:

BİZİM MARŞLARIMIZ

kirli bir gökte şubat yırtıldı
bir zenci hüznü gibi iniyor kente akşam
eller tetikte
faşizmin kanlı karanlık elidir
bu saatte en güzel marşlar söylenmelidir


marşlar ki onlar bizi ayakta tutuyor
marşlar ki onlar doğuruyor umutları
umutlar
onların terli, gergin karınlarında saklıdırlar
bizim marşlarımız haklıdırlar

MUAMMER HACIOĞLU


SABAHATTİN ALİ, FAŞİZME İNAT
HÂLÂ ARAMIZDA YAPITLARIYLA...


Sabahattin Ali, Türk Edebiyatında, Nâzım’ın şiir alanındaki baş kaldırıcı sesini anlatıda sürdüren ilk yazarlarımızdandır. Kırk bir yıllık yaşamına baktığımızda, 1928’lerde Mustafa Kemal’i eleştiren bir şiir yazabilen, doğru bildiğini anlatmaktan yılmayan bir insandır. Bu tavrı nedeniyle çeşitli defalar devlet memurluğundan alındı... Sonra tekrar göreve başlatıldı. İnönü diktasının son dönemlerinde Hasan Ali Yücel’in görevden alınmasıyla birlikte, gene ona yol göründü. 1945’ten ölümüne dek, Aziz Nesin’le birlikte İnönü’nün döneminin baskıcı faşist politikalarına karşı daha sonra adı defalarca değişerek tekrar yayınlanacak olan Marko Paşa mizah gazetesini çıkardılar.

2. Dünya Savaşı sonrası tırmanışa geçen faşizm, sosyalist yazarlar, şairler, aydınlar üzerinde baskı fırtınası estiriyordu. Mahkemelerden, polis baskısından bunalmıştı: "Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?”  Bu dönemde yurt dışına kaçmak isteyen Sabahattin Ali, 2 Nisan 1948 günü kendisini kaçıracak olan kontrgerilla görevlisi Ali Ertekin tarafından katledildi.

Edebiyatımızda orta sınıfların, köylünün, yoksulların hayatlarını bize anlatan ilk yazar Sabahattin Ali değildi. Ama bunu büyük bir ustalıkla, devrimci ve gerçekçi bir görüşle yapan ilk hikâyecimiz, romancımız O’dur. Sabahattin Ali’nin Resimli Ay'da yayımlanan (30 Eylül 1930) ilk öyküsü "Bir Orman Hikâyesi”ni Nazım Hikmet, şu sözlerle okurlara sunmuştur: "Bu yazı bizde örneğine az tesadüf edilen cinsten bir eserdir. Köylü ruhiyatının bütün muhafazakâr ve ileri taraflarını, iptidaî sermaye terakümünü yapan sermayedarlığın inkişaf yolunda köylülüğü nasıl dağıttığını ve en nihayet, tabiatın deniz kadar muazzam bir unsuru olan ormanın muğlak, ihtiraslı hayatını, kımıldanışların zeki bir aydınlık içinde görüyoruz.”

Sabahattin Ali kişilik olarak da, olgun, bilinçli, sözünü esirgemez biriydi. Hatta dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu'nun da ağzının payını verdiği anlatılır: Başbakan Şükrü Saraçoğlu'nun yanına giden Sabahattin Ali, ütülü pantolonu ceketi ve paltosuyla makama girer.   Saraçoğlu, “Bir proleter böyle mi giyinir Sayın Ali?” deyince Sabahattin Ali, taşı gediğine oturtur: “Bizim davamız tüm proletaryayı böyle giyindirmektir.”

Sabahattin Ali öyküleri kör cehaleti, saf şiddeti, gerçek kötülüğü anlatır. Sabahattin Ali, konuştuğu herkesin, gittiği her yerin, gördüğü her şeyin hikâyesini öğrenip yazmak tutkusu tüm öykülerinde açıkça görülür. Zamanının ötesinde olacak olayları hikâyelemiş öngörülü bir yazardır. Sabahattin Ali, birey-toplum, yurttaş-devlet, kır-kent, işçi-patron, kadın-erkek karşıtlıklarına bakışı akılcılıktan öte bir tarih ve toplum bilincini öngörüyordu. Yazısına içkin olan bu bilinç, didaktik değil, anlatıda erimiş organik bir bilinçti. Romanın, öykünün doğuş nedeni olan "gerçeklik" kavramı ile organik bağını asla ihlal etmedi. Bireysel sanılanın toplumsal yüzünü, toplumsalın içinde bireyin iradesini yansıttı. Bu açıdan Sabahattin Ali'yi farklı kılan işte bu köy ve kasaba yaşantısını ilk kez toplumcu bir anlayış içinde yorumlamış olmasıdır, yani yerel rengin ötesine geçişidir.

Şiirlerinde gözlem vardır onun, tecrübe edilmiş yalnızlıklar, kırlangıç tüyüne sarınmış hayaller, özlemler, gerçeği şiirler içselleştirmiş, yani ki kahvesine süt tozu katılmış kaynar sular vardır onun şiirinde. Onun şiiri; dopdolu, canlıdır, gerçekle örülü bir balıkçı ağıtıdır. Türkçenin içindeki geleneksel çoban ateşini getirir. Türkçenin ocağından sözcüklerin korlu demirini çıkaran bir geleneksel halk demircisi gibidir, şiirlerin işliğinde Sabahattin Ali.

“Siz sevemezsiniz adaşım, siz, şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler... siz sevemezsiniz. sevmeyi yalnız bizler biliriz... bizler: batı rüzgârı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka allah tanımayan biz çingeneler... “(Değirmen öyküsünden)


MAYAKOVSKİ’NİN ŞİİRİ ,
DEVRİMİN ÖRSÜNDE ÇEKİÇTİR HÂLÂ!..
   
Büyük ekim devrimini örse çekiç indirir gibi yazan şairi Mayakovski’yi 83. ölüm yıldönümünde saygıyla selamlıyoruz.

Mayakovski'nin yenilikçi şiirinde sözcük, dil, yapıt üzerinde çalışma deneyi Rus şiir dilinin gelişmesi için büyük önem taşır. Aynı zamanda onun şiir dili Rus edebiyatının zengin klasik mirasına, Rus dilinin kaynaklarına dayanıyor. Onun yenilikçiliği, şiirin gelişmesinde oynadığı rol ulusal ortamda sonraki şair kuşakları için kalıtının önemini belirliyor.

“Büyük kitlelerin iş, eğlence ve isyanının şarkısını söyleyeceğiz. Modern başkentlerde yükselen devrimin çok sesli ve çok renkli dalgalanmasının şarkısını söyleyeceğiz: madeni seslerin ve gemi tezgâhlarında gecelerin sıcağını ve şiddetle açgözlü duman içen yılanlarıyla alev alev parlayan rıhtımların, dumanlarının izlerinin kıvrılarak tehdit ettiği bulutlara asılı fabrikaların şarkısını söyleyeceğiz”diyerek dünyada sosyalist gerçekçi edebiyat akımının önemli isimlerinden birisi olan Mayakovski, ABD emperyalizmiyle kol kola girmiş gericilerin saflarında meclise giren yayınevi patronlarına onay veren platonik solcu edebiyatçıların aşık attığı bir ortamda dahi, Mayakovski ve temsil ettiği edebiyat akımı devrimci şiir uğraşımıza ışık tutmaktadır:

ŞAİR İŞÇİDİR’den…

Şairler ve işçiler
Vücut ve ruh emekçileriyiz
Aynı kavganın içinde
Ve ancak ortak emeğimizle
Bezeriz evreni
Marşlarımızı gümbürdeterek
Haydi!
Laf fırtınalarından
Ayıralım kendimizi
Bir dalgakıranla.
İş başına!
Canlı ve yepyeni bir çalışmadır bu.
Ve ağzı kalabalık söylevci takımı
Değirmene yollansın dosdoğru!
Unculuğa!
Değirmen taşı döndürmeye laf suyuyla!”




NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanatiGoogle Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.comFacebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati

MEHMET SÖĞÜT: Doğum Günü Hediyesi





DOĞUM GÜNÜ HEDİYESİ









Doğum günümde kalkıp uzun uzadıya aynaya baktım. Orta yaş komplekslerim yine beynimde alazlandı. Saçlarım oldukça seyrelmişti. Hatta kel bile sayılırdım. Her yaş kendisine özgü güzelliklere sahiptir diye düşünsem de kendimi ikna edemedim. Yaşlılığa doğru koşar adımlarla yürüyordum. Daha doğrusu öyle hissediyordum kendimi. Ölümden korkmuyordum, ama yaşlılık beni dehşete düşürüyordu. Yapayalnız mı kalacaktım? Çocuklarım, ihtiyar yurduna beni gönderip orada unutabilirlerdi pekâlâ. Her gün onlarca örneğini duyuyor ve televizyonda izliyordum. Çocuklar hiç acımadan anne ve babalarını sokağa bile atabiliyorlardı. İhtiyarlamamak için yaşımı dondurmak istiyordum. Hâlbuki küçükken, yılların çabucak geçmesini ne kadar da çok istemiştim.

Aynaya daha da odaklandım. Kaçınılmaz boşluğa doğru akan ömrümün tanığı olan saçlarım ve yüzümdeki kırışıklıklar bana şaşmaz sonucu hatırlattı: Mecbur ihtiyarlayacaktım. Aman tanrım bugün daha çok seyrelmiş saçlarım. Bu telaşla yatak odasına koşup, eşimin gelincik gibi genç ve taze yüzüne baktım. Hiç doğum günümle ilgili konuşmamıştı. “Unuttu” dedim kendi kendime. “Unuttu doğum günümü.” Geç olmasına rağmen, çocuk masumiyetiyle hala uyuyordu. İçim içimi yiyordu. İçimde bir yarımlık, bir eksiklik duygusu vardı.

Doğmuştum. Bu bir şanstı. Az ya da çok bazı şeyler de yaşamıştım. Daha ne istiyordum ki. Ve bir an önce doğum günümü kutlamalıydım. Ama o hüzün dağı olduğu gibi içimde dimdik duruyordu. İkna edemiyordum kendimi.

 Bu düşüncelerle oturma odasına geçtim. Pencerelerin panjurlarını kapattım. Eşimin süs eşyalarını koyduğu vitrinde gözüme mumlar ilişti. Her on yaşım için birer mum, diğer yedisi için de önceden yakılmış yarım bir mumu yaktım. Odanın içi mum kokusuyla doldu. Mumlar hoş bir romantizm kattı odaya ve gözümde dört damla gözyaşının döküldüğünü hissettim. Hafızamın tozlu yollarına dört rakamını yerleştirdim. Gökyüzünde dört çığlık koptu ve yüreğim dörde bölündü. Kırkıncı yaşıma doğru tırmanıyordum. Sonra da karanlık bir gecede gökyüzünü baştanbaşa yırtarak kayan bir yıldız gibi kayıp gidecektim bu dünyadan. Kendimi yapayalnız hissediyordum. Dipsiz bir kuyunun dibindeki kapkara bir taş gibi, yapayalnız.

Kızım ile oğlum çat kapıyı açtılar. Ben uzak âlemlerdeydim. Yalnızlık duygusuna kapılmamam gerekiyordu normalinde, işte gül gibi iki çocuğum vardı. Kulaklarımda çocuklarımın tatlı sesleri yankılandı.
“Baba ne yapıyorsun? Bu mumları niye yaktın,” dedi kızım.
“Biz ve anneniz için birer tane mum yaktım,” dedim.
“Neden, neden,” diye bağırdılar.
Kızım munis bir kedi gibi bana sokuldu. Oğlum kucağıma atladı. Soru soruyorlardı durmadan. Ben de bile bile çocuklarıma yalan söylüyordum. Ah biz büyükler! Hani diyemezdim ki; bu mumları doğum günüm için yaktım. Anneniz unutur da? Hayır, hayır!

 Karşımda yetişkin insanlar varmış gibi anlatmaya başladım: “Her aşk muhteşemliklerle başlar. Bazı küçük sürpriz ve değişiklerle aşkı ödüllendiremezsen, tekdüzeliğin kollarına karışır, erir, masada duran şu mumlar gibi kendisini yok oluşa doğru götürür,” dedim. Anlamadılar tabii. Şaşkınca yüzüme baktılar. Tekrar suskunluğa gömüldüm. Düşüncelerim tırısa kalkmıştı.

Eşim niye unuttu doğum günümü? Sevgisinden bir azalma mı olmuştu? Niye? Aman, daha kırk yaşına girmeden yaşlılık bunalımlarım mı başladı, dedim mırıldanarak. Hüzünlüyüm bugün. Yusuf’un kuyunun dibindeki iniltileri benimkinin yanında solda sıfır kalır. Hâlbuki daha önceleri böylesi şeylere önem vermezdim. Ne oldu bana? Bu hassasiyet niye? Çocukların konuşması beni tüm bu düşüncelerin arasında sıyırdı. Kendime geldim. Oğlum soru soruyordu bu sefer.
“Peki, baba bu mumları niye bizim için yaktın?”
“Oğlum sizi sakince düşünebilmek için,” dedim ve sözü kızım aldı.
“Mumları yakmadan düşünemiyor musun???”

Hoppala! Sorularını cevapsız bıraktım. Hey ukala kafam, ne bekliyordun, “İnsandan daha iyi hediye olabilir mi?” diye sordum kendime. Ve iç hesaplaşmam bitmedi. Devam ettim monologlarıma. Eşimin benimle kalması, yaşamı birlikte paylaşmamız benim için büyük bir hediye değil miydi? Evet, doğru diye cevapladı içimdeki ses. İnsandan daha büyük ve daha kutsal hediye olamaz. Ama insan bazı küçük şeyleri de sevdiğinden bekler. Her hangi bir şey, ya da küçücük bir öpücük de olabilir. İçimdeki ses bu sefer bana hak vermeye baladı.

Kızıma döndüm konuşmak için. O beni anlayabilirdi. Daha yeni on üç yaşına girmesine rağmen her şeyi olmasa da anlayabilirdi. Oğlum ise dokuz yaşında. Anlatmaya başladım yine de.

“Bazı sol takılanlara bakılırsa, doğum günü kutlamaları, küçük burjuva özentisiymiş. Solcuların bir şeyleri kutlamaya hakları yokmuş gibi? İtiraf ediyorum çocuklarım, ben solcuyum. Laf aramızda böylesi günleri kutlamayı da oldum olası severim. Bu sevgim giderek de artıyor. İnsanları da çok seviyorum, kendimi de? Kendime armağanlar sunduğum gibi, başkalarına hediye vermeyi de severim. Hele annenize? Hiç sektirmeden, her doğum günü için kırmızı güller almışımdır” dedim.

Panjurlar hâlâ kapalı. Çocuklarımla loş karanlığın içinde birbirlerimizin kalplerine sevgi haleleri göndermeye çalışıyoruz. Ama kafam darmadağınıktı. Geçen yıl doğum günümü unutmuştu eşim. Yine unutacak kaygısıyla kendimi yiyip bitiriyordum. Bir yandan da kendime kızıyordum. Eşimin doğum günümü hatırlaması için, ona dolaylı yollardan hatırlatmalar yapabilirdim. Ne yapsın garibim? İş, ev, çocuklar derken, kendisini bile hatırlayacak zamanı olmuyor. Hani ben de az rahatına düşkün biri değilim. İşlerine yardımcı olsam, belki de bu önemli günümüzü unutmayacaktı. Baksanıza, çocuklarım hemen kafamı şişirdiler. O ise iş saatlerinin dışında sürekli çocuklarla birlikte. Kolay mı bunca sorumluluğun altından kalkmak? Diye düşünürken baktım çocuklar karşıma geçip oturdular. Onların gülümsemelerini zar zor görürken yüreğimde efil efil sevgi rüzgârları esmeye başladı.

“Çocuklar, bugün doğum günüm,” dedim.
“İyi ki doğdun baba, iyi ki doğdun baba!” diye bağırmaya başladılar.

 Çocuklarım doğum günü şarkısını söyleyip, kelebekler gibi dönenirlerken, karım gürültüden uyanmış, sessiz adımlarla mutfağa gitmiş. Yaşamın zorluklarını renklendirmeye çalıştığımız koca bir yılın acısını çıkartırcasına pastayı hazırlamış ve satın aldığı kazağı paketlemiş. Eşimi, elinde bir şişe şarapla görünce önyargının verdiği utançla ezildim, utandım. Büyük sürprizin verdiği şokla da mutlandım. İçimdeki eksiklik duygusu yok olup gitti. Kocaman bir gülücükle kazağı elime tutuşturdu. “Giy bakalım,” dedi. Kazağın çok yakıştığını belirttikten sonra bana sarıldı.

Kafamdaki mutsuzluklar perisini aceleyle kovdum. Henüz otuz yedi yaşımdaydım. Saçlarımın seyrelmesi normaldi. Hem seyrek saçlı olmam, beni eşimin gözünde daha da çekici kılıyordu. Hem yaşım yüz olsa da gam değildi artık. Mutluydum. Tamdık. Dört kişiydik. Dört sevgi dağı birleşip tek bir yürek olmuştuk. Küçücük evim cennettim olmuştu. İleri de lazım olur diye, her mutlu günüm gibi bu emsalsiz günümü de beynime kodladım.




MEHMET SÖĞÜT



ADNAN DURMAZ: Tek Yol…




TEK YOL




RESİM: ADNAN DURMAZ




kuru ekmeğe muhtaç kıraç
dudakları yarık kepir-aç biilaç
boynu buruk öksüz başak
yakalanmış ensesinden
ormanları talanlanmış kırgı bayır
kuru bir ağaçtan kalmış parmaklar
avurdu avurduna geçmiş dağlar
bulutları paramparça pas sarısı gök
feri sönmüş bakışları
dededen toruna miras prangayı kıramadan
kurtulamaz ne türk ne kürt ne başka ulus
kanla beslenen vampirin pençesinden

köy alır köle satarlar
nakit karanlık sayarlar
ter yağmalar can dalarlar
baş sinyor-toprak ağası derebey
buğdayı elinden çalınmış karınca
ayaklar altında zelil hey babam hey
boğulur gözyaşından biriken hınca
suskudan dağ olmuş öfke yangınlarında
ömrü ipotek altında fabrika işçisi-aşiret marabası
fabrikatör-vurguncu- holding patronu- diktatör
uluslararası tröstlerin yerli namlusu
bizimkisi cıvata –bobin-makine dişlisi
çapa- orak- saban-dirgen-kürek
avrupa birliği-orta doğu projesi-şangay beşlisi
gazeteci yazar uluslar arası ödül sahibi
küresel cellatların işbirlikçisi
iş-ekmek-özgürlük diyenler teröristin ta kendisi
allahın her günü zatürreden ölen kondular
ve açlık çığlıkları vatan haini
her biri peşinen suçlu işsizler
ne zaman istersen kızıştır birbirine
varsın kırsınlar birbirini
kürt-türk-ermeni-yahudi-alevi-sünni

potansiyel suçlu üniversiteler
konuşma suçlusu-düşünme cürümlü-işsizlik-açlık faili
binyıllardan aşa aşa sersefil yürüyen halklar
bütün çağlarda kan kusar
dünyanın her yanında
kader yazgı kahpe felek-din-iman
cemaat-tarikat-marifet-hakikat-menfaat
hastalık ekilmiş ilaç pazarları
ve sürekli
sürüm sürüm sürüleşmiş
birbirini boğazlayan kardeş halklar
çığsilah savaş cennetleri

kurtulamaz ne alevi ne sünni-asuri-mecusi hepsi
hep birlikte küresel yamyamlara haykırmadan
kurtulamaz hiçbir halk tutsaklıktan
vampirin dişleri sökülüp
boynu kopartılmadan




ADNAN DURMAZ
15 Ocak 2013


TAN DOĞAN: Ramak—YAŞAR DOĞAN: Öğün Üstü Yün Kolbastı




 

ramak






dilime çiviledim ömrünü
bak kötü bir söz çıkmıyor ağzımdan
köz mü güzel kül mü esrikliğimde
varsıl benem ‘ben’i bilmediğimden

imdi ‘ışk’ olan gözlerin ışığımdır gayr
ol gece gündür gülüşünde
nere gitsem zulam dolu -şeytan da ne
derdime çiviledim gönlünü

âh kalan ‘zaman’ ne ki -vakt irişti
değil korkum ‘ölm’den (‘sensizliğim’den)
cennet âlâ imiş cehennem nâr -ne gamm
dinime çiviledim rûhunu




TAN DOĞAN








ÖĞÜN ÜSTÜ YÜN KOLBASTI







Bir gün bir öğün üstü buluşup
Bakma ihtiyacı duymadan
Lapa lapa
Düşen kar tanelerini başka bakışlarla seyredip
Bir salkım söğüt altında
Sel olup konuşacağız edip billur dilimizle
Hayıflanan bir tek şey kalmayınca ardımız sıra

Şimdi bir iftir iftiralık iki alacakaranlık
Neyini hayra yorsan kopar bir kıyamet
Ne köz-kütür ütülenir ne de hayra alamet
Kökten format atılmalı yeryüzüne
Ne virüsün ne de haddin hadi hesabı var
 Füzyon güllerini her ihtimale karşı aşıla ki
Genzi tepmesin barikat tepelerin

Bu Hikâye o korkunç İftirden ibaret değil ki 
Bir güne usanmadan sıkıştırasın
Elin kolun belin dilinden de ziyade
Zihnin öyle sağlam olmalı ki kanmamalısın zifte
Bir karıncayı bile incitmek istemiyorsan
Ey hüner hadi kalk da göster marifetini
Billurlaşmak bir an meselesi.

Közde gülü gönlümün / Elim elinde zifiri…




YAŞAR DOĞAN /LOLAN    


_____________________
* İftir: şeytan / şeytani demek





MEHMET RAYMAN: Kayıp Çağındayız





KAYIP ÇAĞINDAYIZ







bu toprakların
eli var dili yok
hiç gülmemiş anası
onca çocuktan birine bile
bir fiske vurmamış babası

yusuf demiş gelene geçene
yüreğindeki koru
düşürmüş daha derine

gözleri dolukmuş…
kayıplara karıştığından beri
kayıp çağına tutulduk
bütün kazılar bahane

daha gün doğmamış üstüne
kemiklerine bile razıydın
onlaryüzler binler onbinler
ağzı dili bağlı gittiler ölüme

kayıp deyince
yüreği sökülen yıllar gelir
kadınların aklına
nerelisin diye sormam kimselere
bu dünyanın sahibidir onlar

yaşamın rengi
kabuğunu kıran düşünce
kendinicandan üstün görenler
yine kaçırmışlar balansın ayarını

berfo ana
şahin gibi duruşuna sığındım
bir serçe oldum senin yanında

yusufları düşün bir kere
it kuyruğu titreten soğuklara tutulmuşlar
hem de şarkışla yolunda
onlar yalnız bağımsız olalım demişti…


                     

   MEHMET RAYMAN



HAMZA INCE: Kirli Mühür ALİ ZİYA ÇAMUR: İpi Çekilen Şiir





KİRLİ MÜHÜR







Sancılarımda haykıran şiir
Tüm sözcükleri gömdü
Ateşlere ısı veren kitaplığımda
Attım tüm dergileri arşivimde
Bakire gülüşleri sildim
Sildim karanlığı emziren gecelerde

Baharlara vuruyor kirli mühür
Tv ekranlarına soysuzluk
Övgüde
Tacirler ciritinde diz boyu kir
Ve ölüm tariflerinde
Sevişmeyi unuttu unuttu geceler

Bozgunda dünya yeşillikleri
Çocuklar renksiz bayrak altında
Tv ekranlarında aşılanıyor
Bozgun güvensiz
Çarmıha çekilyor geçmiş
Devşirme
Yalanın doğruyla değişiminde

Genç kızların teni vurmuyor ateş
Dölsüz doğurganlıklarda
Alev dalgalarında solmuş
Belik
Tanrılar cinneti yosunlu çığlıkta
Ölüm sayısında aşk öğretiyor
Hortlak
Kapatın tv leri görmesin duymasın
Bebeler çocuklar
Hortlakların resmini sesini



HAMZA İNCE








İPİ ÇEKİLEN ŞİİR






Kızgın yankılar vururken rüzgârsız duvarlara,
Yayıldı gölgelerde endamsız söylenceler.
Yanlış tohumlar dalgalandı fırtınalı tarlalarda,
Yitirdi sesini ufalan uçurumlar
Köpüklü bir yaşamın.

Sınırsız hırçınlıklar örgütlenirken,
Kıskançlığın dallarında ipini çekerlerken şiirin,
Çelimsiz yüreklerinde fısıltılarına boğarlarken şiiri
İp dolandı ayaklarına.

Nasırlı parmakların ucunda,
Şiir indirildi göklerden
Güne sabır ekenlerin kulaklarına.



ALİ ZİYA ÇAMUR


ERCAN CENGİZ: Esmer Yüzlü Çocuklar




ESMER YÜZLÜ ÇOCUKLAR








yoksul gün görmemiş çocuklar onlar
parçalanıncaya dek giydikleri
meşhur Ankara lastiği
ama gözleri güleç çekingen esmer yüzleri

horlanmaya görsün insan tarlada, fabrikada
alnının terini silince elinin tersi
bilirim köz içinde kalır görmezi gören yürek
süzdüğüm yılların ağrısı durur dimdik ayakta

su yakar ellerimi, düşlerime biner giderim
nehre kavuşur kar suyu
sırrını damlatır parmaklarımın ucu
karşı gelemem suya, toprağa, bir de güneşe

kıyıp da saçlarına dokunamadığım çocuklar
esmer çocuklar düşer aklıma
töreye uyup sarılamadığım
elimi öptüremediğim çocuklar

kıvrılagiden nehirler tanır onları
kim dinler, toprağa gömülen yolları
suyu çekilmiş dereden başka
nasıl taşırım onları, ellerim yaralı, dizlerim dermansız…
ve zaman sırtından vururken adamı

kimsem kalmadı vedalaşacak
arkamdan bir kova su döktükten sonra
köşesinde hasret büyütüp dönüşümü bekleyecek
üzülüp sevinecek biri yok artık
doğrusu, devredecek miras da yok

diyeceklerim esmer çocuklara
umut çatlayan dudakta bir damla sudur
bir bir çıkıp kurtarabilirler kendilerini
çoğalır mı yüküm, bilemem
artık çıkabilirler gözbebeğimden




ERCAN CENGİZ


Ö. GENÇ: Paydos—T. KURT: Berfo Ana'ya—S. İNAL:Gergef Yüklü Kadınlar




PAYDOS







Haftada altı gün
oniki saat
ayakta
Her an bakımlı
her an güleç olmak zorunda

Üç on paradır ya karşılığı iş gücünün
binbir nazla ödenir

Ödeme günleri dışında ve dedikleri yapıldığında
Dost canlısıdır
insalcıldır patronlar

Milim milim törpülenirken yaşama sevinci
Her dakika bir şeyler eksilir candan
En büyük hırsızlar kutsallar adına çalar insandan

Zor da olsa paydos zamanı gelir
İşyerinden eve
yarım saat
hayal kurma özgürlüğü
Binlerce kez bitip
yeniden toparlanan bedeninde
Yorgunluklar sineye hapsedilir
ve kimsenin karışamayacağı evrene girilir

Aldanmayın saçlarındaki arabeske
Sakınarak yürüyüşü sizi yanıltmasın
Ayakları sağlam basmaktadır yere
On yıllar süren yaşantımızda bolca zulüm ve karanlık
Biz o karanlıklarla savaşarak yaşadık

Dalgın gözlerindeki pırıltıya şaşırmayın
Aşk ve bilinç derinlere kök salmıştır
Kızıl poyraz kulağına bir şeyler fısıldamıştır



ÖZER GENÇ








BERFO ANA'YA






Güneş tüm güzelliğini niçin dökerse denize
Çiçek neden gülümserse güneşlenince
Anlatamıyorum ama öylesi işte
Seviyorduk varlığını...

Elif,lam, mim!
Gemiler yanaşmış kıyılarına
söyleyin nerededir çapaları?
Bilmez misiniz ki; duruldukça içini gösterir tüm sular.

Bazen içimizdeki kelebeğin bizi terk ettiğini duyumsarız
Bazen de içimizdeki gülün solduğunu.
Bir ses,bir haber beklemektir bazen hayat
"bazen de uzaklaşmak gerekir, yakınlaşmak için! "



TEMEL KURT








GERGEF YÜKLÜ KADINLAR








gün inine girince sahte ışıltılar başlar
ilmeği örülür gecelerin
kendi karanlığını delmek ister bazen
lambanın etrafında dönen ateş böceğidir,kadınlar

erguvan rengine bürünmüştür geceler
kaldırım taşları kanar
uçuk bir nar çiçeğidir ölüm..
geceler en çok suçluları saklar...

her kadının üzerinden nehirler akar
her kadının gizil bir rengi vardır
grinin tonlarında sürerken hayatlar
yorgundur düşleri,gergef yüklü kadınların...

parçalı bulutludur yüzleri
ve kocaman ahtapotlar özsuyunu emer
ve ırmağın gözesi neden kirlenir
ve kadınların döl yatağı neden delinir
timsah gözyaşlarıyla tutulur yasları
gergef yüklü kadınların...

boynuzları uzar gecelerin
yalnız bir lambadır sokaklar
çığlıklar çığlıklara karışır
sokak ortasında vurulur kadınlar...

yansımanın yansımasıdır düşler
yansımanın aynasıdır,yaşam
her kadından izler taşır biraz
her kadından çok
her kadından az
gergef yüklü kadınlar...



SEVGİNAZ İNAL