Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Temmuz 2013 Çarşamba

EMEĞİN SANATI'NDAN 144. MERHABA





Yayıncılık Devriminin Anatomisi

Türkiye'de bir şiir kitabını 10.000 kişi okuyabilir mi? “Şiir kitabı” diyorum ama, şiir taklidi yapan, ergenlerin aşk bunalımlarını sömüren ucubeleri demiyorum, Kahraman Tazeoğlu, İkbal Aydın, Cezmi Ersöz, Ceyhun Yılmaz, Sunay Akın, İkbal Gürpınar, İbrahim Sadri, Şebnem Kısaparmak gibi pop kültür ikonu sahne esnaflarının piyasaya sürdükleri “ticari meta”ları kastetmiyorum. Sanat tarihi kronolojisinde özgün ve yetkin biçemiyle yer edinen ve/veya edinmesi olası sanat eserlerinden bahsediyorum, Ece Ayhan, Nazım Hikmet, Hüseyin Alemdar, Şükrü Erbaş, Cemal Süreya, Ersan Erçelik, Özkan Mert, Yılmaz Odabaşı, ...gibi has şairlerin ürettikleri.

Bu isimlerden ancak Nazım Hikmet ve Yılmaz Odabaşı'nın şiir kitapları binlerle ifade edilen satış oranlarını aşabiliyor, diğerleri ise senede bin tane bile satmıyor maalesef. Komik bir paradoks yaşanıyor bu ülkede, başka herhangi bir ülkede yaşanıyor mu bilemiyorum, şiir okuru sayısıyla şairlerin ve şair geçinenlerin sayısı ters orantılı. Şiir okumayı sevmeyen şairlerin cirit attığı gülünç ve hazin bir coğrafya burası. Şiir okumayı sevmiyorlar, ama şiir kitabı çıkartmaya bayılıyorlar. Hal böyle paradoksal olunca serbest piyasa ekonomisi talebe uygun arzı realize ediyor ve vampir yayıncılık türüyor, yani yayınevinin şairin sırtından para kazandığı, akabinde kitabı satıp satmamayı umursamadığı yayıncılık anlayışı. Şairden kitabın basım maliyeti artı en az yüzde yüz kâr peşin alınıyor, “marka değeri” yüksek yayınevlerinde bu oran % 300-400 gibi rakamlara kadar çıkabiliyor.  Topu topu 500 tane basılıyor bir şiir kitabı, onu da dağıtımcı istemiyor, kitapçı kabul etmiyor satmadığı için. Bir kısmı şairin ve yayınevinin arşivine konuyor, bir kısmı kişisel bağlantılarla kütüphanelere “kakalanıyor”, bir kısmı da “dostlar alışverişte görsün” misali diğer şairlere postalanıyor. Bir kısmı kapı kapı dolaşılıp dilenciliğe payanda ediliyor. Yolda sizi çevirip “Falanca derneğe yardım etmek ister misiniz” diyen neo-dilencilerin yaptığı gibi elde çanta kapılar aşındırılıp rica minnet kitap satmaya, kitabı bahane ederek dilenmeye çalışılıyor. Aynı dilencilik mekanizmasının vitrini olan ve kolay kolay kimsenin getirilemediği “imza günlerinde” ve “kitap fuarları standlarında” kazara gelenlere ve eşe dosta zorla birkaç -sadece birkaç- kitap dilenerek satılıyor.

Yakın zamana kadar bu denli sefil durumdaydı şiir kitaplarının seyir rotası, şimdi çok mu değişti, elbette hayır. Çoğunluk gene aynı bataklıkta debelenmeye devam ediyor, ama birileri, bizler, Emeğin Sanatı Kolektifi üyeleri, kendi alternatifimizi yarattık ve epey verimli sonuçlar elde ettik.

Öncelikle asli sorun iyi belirlendi, yani OKUR YARATMA zorunluluğu. Cemal Süreya'nın 1974'te TRT'de konuk olduğu bir programda, kamera önü heyecanıyla sigarasından hızlı nefesler alırken bahsettiği bir realite vardı, “okur yaratma sorunu”. O yıllardan bu yana okur sayısı daha da azaldı ve paradoksal şekilde şair geçinenlerin sayısı aynı oranda arttı. Emeğin Sanatı Kolektifi üyeleri ise vampir yayıncılık sistemindeki gibi şairden para talep etmeden, kendi ideolojik ve poetik algılarına koşut kitapları, sıfır basım, dağıtım, tanıtım maliyetiyle yayımlamak için internetin sonsuz olanaklarını verimli kullandılar. Şairden para talep edilmediği gibi okurdan da para talep edilmiyordu, hazin imza günlerinde ya da elde çanta kapı kapı dolanarak zorla kitap satmaya çalışılmıyordu, şiir kitabı maddi ve sosyal rant dilenciliğine payanda edilmiyordu. Üstelik internetin olanakları sayesinde, okur evinden çıkmadan ve hiç para ödemeden iki tuşla bilgisayarına şiir kitabını indirebiliyor ve beğendiklerini de gene hiç evden çıkmadan iki tuşla dostlarına iletebiliyordu. Tabi, bu tip yayıncılık anlayışında, şairler uyduruk imza günlerinde, kimsenin uğramadığı kitap fuarı standlarında ellerindeki kitapların kapağını objektiflere sokarak dostlarıyla poz veremiyor, bu pozları sosyal medyada teşhir edemiyorlardı, kitap bahanesiyle şiir sanatı dilenciliğe alet edilemiyordu, vampir yayıncıya para kaptırılmıyor, dağıtım şirketlerine, kitapçılara yalvar yakar olunmuyor, sadece saf “şiir okuma talebi” ile “has şiir kitabı” buluşturuluyordu. N'oldu peki sonuç, 16 ay önce ilk yayımlanan şiir e-kitapları 10.000'den fazla kişi tarafından okundu, OKUR YARATILDI, yani potansiyel şiir okuru şiir e-kitaplara çekildi, çirkin yayın ve tanıtım çarklarına bulaşmadan matbu şiir kitaplarından kat kat fazla oranda şiir okuruna ulaşıldı, ŞİİR OKUTULDU.

ŞİİR SATMAZ BU ÜLKEDE, AMA OKUTULABİLİR, OKUTTUK, OKUTACAĞIZ!

SERKAN ENGİN
Emeğin Sanatı Kolektifi Üyesi
*
Emeğin Sanatı E-Yayınevi:
Emeğin Sanatı E-Yayınevi, Emeğin Sanatı Kolektifi'nin yan kuruluşudur. Emeğin Sanatı Kolektifi'nin yayın organı, 6 yıldan beri 15 günlük periyotla yayınlanan EMEĞİN SANATI E-DERGİ'dir...

NOT:DERGİMİZ, YAZ DÖNEMİNDE (Temmuz/Ağustos)
AYLIK OLARAK ÇIKACAKTIR.


BU SAYININ SAVSÖZÜ

• Şiir kural tanımaz dedim ama, kendimce  “3 E Kuralı”ım var: Ekonomi, estetik, ezgi (müzik bağlamında)… Şiir, gereksiz söz kaldırmıyor, bu bakımdan  sözcük ekonomisi çok önemli. Şiirin biricik aracı dildir. Ancak, şiir dili, gündelik dilin dışında bir dildir. Gündelik dil anlatıcıdır, şiir dili ise sezdirici, duyumsatıcı… Dil, şiirde imgeler aracılığıyla gündelik dil olmaktan çıkar ve bir “üst dil”e dönüşür..
• Şiir imgelerle yazılır. İmge, gerçekliğin, nesnelerin, ozanın zihninde yeniden yaratılıp adlandırılmasıdır. Nesnel gerçeklik bu yöntemle sanat ürününe dönüşür. Bir başka deyişle, gerçekliğin yeniden ve estetik  bir düzlemde imgelere dönüşmesidir şiir. Estetiğin es geçildiği yerde şiir yoktur!
• Şiirde ses ve tını da çok önemlidir. Bunu da “3 E”  kuralının sonuncusu bağlamında söylüyorum. Gizli bir müziği içselleştirip, iç sesini oluşturamamış bir şiirsel yapı, bende hep düzyazı izlenimi uyandırır. Ahmet Haşim ve Yahya Kemal’in büyük ozan sayılmaları, imge ustalıkları yanında, şiirde müziğe verdikleri önemle de sıkı sıkıya bağlıdır. Ahmet Haşim, “Şairin dili, düzyazı gibi anlaşılmak için değil, ama duyumsanmak üzre oluşmuş, müzik ile söz arasında, sözden çok müziğe yakın bir dildir” diyor.
• Şiirde içerik ve biçim ilişkisi çok tartışılmıştır. Salt biçimci bir şiir anlayışını  kendime yakın bulmuyorum. İçeriği her şey sayıp, biçim sorununu boşlayan yaklaşımları da… Şiirde yenilik, tazelik, içtenlik, yalınlık, önemseyip gözettiğim başlıca özelliklerdir.
• İmge, şiirin can damarıdır ama, acemi ozanlar elinde yozlaştırılmaya çok elverişli bir araçtır da. Saçmalığa varan anlamsız sözcük yığınlarını bir araya getirmekle imge yaratılmış olmaz. Hiçbir çağrışımı olmayan ölü sözcük dizileridir bunlar.Yeni şiirler neden belleklerde yer emiyor, ezbere okunmuyor? Çünkü, imgelemde ve soyutlamada sınır tanımıyor kimi ozanlar. Günümüzde şizofrenik sayıklamaları  “özgün şiir” sananlar var. Oysa şiir us’u dışlamaz. Tam tersine, bilinç ve akıl işidir şiir. Ben kendi payıma, yaşamda karşılığı olmayan imgelere sıcak bakmıyorum.” ATTİLA AŞUT (Şiir Üzerine Dağınık Düşünceler-1)


YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ


“TÜM YURTTA VE DÜNYA'DA BASKI VE YASAKLARA HAYIR!
ÜRETEREK DİRENECEĞİZ!
TÜM YURTTA VE DÜNYA'DA SANATÇILAR SES VERİN!”


Gezi Direnişi sürecine ürettikjleri eserlerle katılan sanatçılar birleşmeye çağıran bir açıklama yaptılar:


“Gezi Parkı direnişine destek ve baskılara, yasaklara hayır demek için özgürlüklerimizi istiyoruz,sanatın eylemi devam ediyor.
Sanatçıları üçüncü kez eylemimizi yapmaya davet ediyoruz.
7-8 Temmuz 2013 günlerinde özgürce üretebilmek,paylaşmak, düşünmek istiyorsak baskıya ve yasaklara HAYIR demek istiyorsak sanatın eylemine katılalım.
Atölyelerimizde, mekânlarınızda, sokaklarda,parklarda, sanat ürünlerimizle; resimlerimiz, heykellerimiz, şarkılarımız, danslarımız, yazılarımız, şiirlerimiz, filmlerimiz, enstalâsyonlarımız, performanslarımız, video filmlerimiz, tiyatro oyunlarımız, fotoğraflarımız ile özgürlük istencimizi dillendirelim hayatın içinde var edelim.
Baskılar ve dayatmalar karşısında suskun kalmayalım.
Üreterek direnelim, sesimizi tepkimizi duyuralım.
Kolektif, bağımsız ve dayanışma ruhunun yansıdığı,
aynı günde her yerde eş zamanlı bir sanatın eylemini gerçekleştireliim.
Katılımcı sanatçılar isimlerini , mekânlar adreslerini sayfaya ekleyebilirler. Arkadaşlarını eylemden haberdar edip davet edebilirler.
Tüm şehirlerden ve dünyadan sanatçıların katılımını sağlamaya çalışarak sesimizi duyuralım.
Bir basın duyurusu yapılacak, etkinlik foto ve videoları bir blogda toplanacaktır.

Önceki eylemlerimizin linkleri:
http://7-8mart.blogspot.com/
7-8 Temmuz Sanatın Eylemi"Kürtaj Yasağı için eşzamanlı sergi"
Facebook sayfasında görebilirsiniz
Gezi Parkı direnişinin eylem tarihlerinde sonuçlanması olasılığında bile eylemimiz yapılacaktır. Baskı ve yasaklar devam ettiği sürece özgürlük taleplerimiz devam edecek; eylem anlamından bir şey kaybetmeyecektir.”


EDEBİYATIMIZIN DEVRİMCİ SESİ
LEYLA ERBİL'İ SONSUZLUĞA UĞURLADIK...


Özgün anlatım ve yazım tarzı ile tanınan 82 yaşındaki Yazar Leyla Erbil, 19/07/2013  günü  lösemi nedeniyle tedavi gördüğü hastanede yaşama gözlerini yumdu.


Türkiye edebiyatının usta yazarlarında Leyla Erbil, ele aldığı konular ve anlatım dilinde yaptığı değişikliklerle 1950 kuşağının en önemli yazarları arasında kendisine haklı bir yer edinmişti.

‘Hallaç’, ‘Gecede’, ‘Tuhaf Bir Kadın’, ‘Eski Sevgili’ ve ‘Tuhaf Bir Erkek’ gibi kitaplarıyla tanınan, Türkiye edebiyatında karakterlerinin özellikleri ve dilde yaptığı yeniliklerle özel bir yer edinen Leyla Erbil aramızdan ayrıldı. Dün tedavi gördüğü Balat Hastanesi’nde hayata gözlerini yuman Erbil, Türkiye PEN tarafından Nober Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilen ilk kadın yazar olmuştu.

Orta sınıf ailenin üç kız kardeşten ortancası olarak 1931 yılında doğan Erbil, ilk, orta ve liseyi İstanbul okullarında okudu. İstanbul Üniversitesi'nde İngiliz Edebiyatı bölümünde eğitim gördü. Son sınıfta ayrıldı. Çeşitli işlerde çalıştı. Evlenerek bir süre Ankara ve İzmir 'de oturdu. 1961 de İstanbul'a döndü. İki kız çocuğu sahibi olan Leyla Erbil, yazarlığa hikâyeyle başladı. İlk yayınlanan hikâyesi ‘Uğraşsız'dır. Daha sonar Dost, Yeni Ufuklar, Yeditepe, Ataç, Papirus, Yelken vb Edebiyat Dergilerinde yazı ve hikâyeleri yer almaya başladı. Erbil, kendinden önce yerleşmiş olan yazın akımlarına bağlı kalmadı; roman, hikâye ve düz yazı metinlerinde Ortodoks Marxçı’ların karşısında yer almasıyla tanındı. Psikanalizin özgürleştirici yöntemlerinden yararlanarak, dinin, ailenin, okulun, toplumsalın ürettiği tabularla dolu ideolojilere karşı 1956'da başlayan mücadelesini dilin oturmuş kelime hazinesi ve söz dizimi kuralarını değiştirme çabasıyla sürdürdü. Yeni bir biçim ve biçem geliştirdi. Başlıca düşünce kaynakları Marx ve Freud’tu.

Biçimsel açıdan ‘devrimci’ sayılabilecek tutumuyla ‘1950 kuşağı’nın özgün yazarlarından biri sayıldı. Atilla Özkırımlı’ya göre: “Önceleri varoluşçu bir anlayışla çağdaş insanın toplumla çatışmasını, başkaldırıya varan bunalımlarını işledi. Daha sonra arayışlarını sürdürerek ele aldığı kişileri toplumcu bakış açısıyla irdelemeye çalışan, gerçekliği değişik boyutlarıyla yansıtmayı amaçlayan öyküler yazdı.”

Yapıtlarında yaşama biçimlerine, değer yargılarına, evlilik, aile ve kadın cinselliğine sert, alaycı ve eleştirel tutumla yaklaştı. On üç öyküden oluşan ilk kitabı ‘Hallaç’ta kendi ifadesiyle “İçinden çıktığı toplumun insanlarıyla bir denge kuramaması, tüm yargılara başkaldırmış, bilinçli olarak bir seçmeye gitmeyen insanı” anlatmak istedi. ‘Hallaç’ta, bırakılmışlık, yalnızlık, bunaltı, yabancılaşma, seçme özgürlük, suç işleme, intihar gibi varoluşçuluğa özgü birtakım tema ve yönelimler ağır bastı. Asım Bezirci, ‘Hallaç’ı şöyle yorumlar: “Bu temaları işlerken varoluşçu yazarlardan ve özellikle Kafka’dan etkilendiği gözlendi. Bu kitaptaki öykülerinde ‘çıkış yolu bulamayan, eyleme dökülemeyen bir başkaldırış duygusuyla eski, yapmacık, süslü, sahte ne varsa hepsine hınç duyuyor. Kişiliğinin oluşumunu ve gelişimini köstekleyen ya da soysuzlaştıran alışkanlıklardan geleneklerden, törelerde, alaturkalıklardan iğreniyor... Bütün bunlar şunu gösteriyor: Erbil şimdiki düzene kazan kaldırıyor, değişmesini istiyor onun. Fakat yerine nasıl bir düzen kurulması gerektiğini belirtmiyor: Kendi değimiyle bir ‘seçme’ye gitmiyor, bağlanmıyor.”

‘Hallaç’tan sonra öz ve biçime ilişkin arayışlarını sürdüren yazar ikinci öykü kitabı ‘Gecede’yi uzun bir aradan sonra çıkardı. Behçet Necatigil “Biçim ve dil bakımından ilk kitabı ‘Hallaç’taki atak çıkışları yumuşatmış ve burjuva ahlak çöküntüsünü, türlü toplum yabancılaşmalarını ustaca ve insancıl belirtmiş olan hikayeci, bu eseriyle hikayeciliğimize yeni bir bakış açısı kazandırdı” sözleriyle anlatır ‘Gecede’yi.

Patolojik bir toplumun sakatlanmış kişilerini doğrudan irdelemeye başladığı ‘Gecede’deki öykülerinin devamında, yine odağında çoğunlukla bir kadının bulundğu, eleştirel-ironik bakış ‘Tuhaf Bir Kadın’ ve ‘Eski Sevgili’ ile genişleyerek tarihsel bir dönemi kapsar. ‘Tuhaf Bir Kadın’ yaklaşık 1950-70 arasındaki bir dönemin anlatısıdır. “Yaşadığı kalıpları kırmak, değiştirmek ve değiştirmek isteyen bir genç kızın aile ve arkadaş ilişkileri çerçevesinde anlatılan öyküsünde, sınıflar, değer yargıları ve aydın yanılgıları da sorgulanır” sözleriyle kitabın duygusunu anlatır Sennur Sezer.

Bir kadının birkaç saatinin anlatıldığı ve ‘karşıtlıklar senfonisi’ olarak nitelendirilen ‘Karanlığın Gücü’ romanında ise etkileyici ve sarsıcı diliyle dikkat çekti. ‘Mektup Aşıkları’nda ise düşlenen aşkla gerçek aşk arasındaki uçurumun acımasız mizahını yaptı; insan yaşamının neredeyse tümünü meşgul eden ‘aşk’ı yenilikçi bir yaklaşımla sorguladı. Denemelerini topladığı ‘Zihin Kuşları’nda işlediği konular, çağımızda ve coğrafyamızda bir yazarın dünyaya bakışını ve edebiyat anlaşışını olduğu kadar, sorunlarını ve konumunu da anlatmakta ipuçları sağlamaktadır.

Öyküleri Almanca, İngilizce, Fransızca ve Rusça’ya çevrilerek çeşitli antolojilerde yer aldı. 1979’da Iowa Üniversitesi onur üyesi seçildi. Berlin Üniversitesi’nden K. Schweibgut’un “Türkiye’de Birey ve Toplum, Leyla Erbil’in Romanı Tuhaf Bir Kadın’ konulu doktora tezi Almanca yayınlandı. Erbil, son kitabı 2011’de ‘Kalan’ bu yıl ise ‘Tuhaf Bir Erkek’ isimli romanı yayımlamıştı.

Leyla Erbil, 1970’te Türkiye Sanatçılar Birliği, 1974’te ise Türkiye Yazarlar Sendikası’nın kurucuları arasında yer aldı. Aynı zamanda PEN Yazarlar Derneği üyesiydi. 1961'de Türkiye İşçi Partisi üyesi olan Erbil, Türkiye İşçi Partisi'in Sanat ve Kültür Bürosu'nda görev aldı. Edebiyat Ödüllerine katılmayan Erbil, 2000- 2001 yılı Ankara Edebiyatçılar Derneği Onur Ödüllerini kabul etmiş, 2002 yılında ise, PEN Yazarlar Derneği tarafından Nobel Edebiyat Ödülü'ne ülkemizden ilk kadın yazar adayı olarak gösterilirken, "Türk dili ve edebiyata egemenliği, aynı, zamanda insana, hayata ve dünyaya karşı sorumlu aydın tavrı" vurgulanmıştır.

Eserleri-  Öykü: Hallaç (1961), Gecede (1968), Eski Sevgili (1977); Roman: Tuhaf Bir Kadın (1971), Karanlığın Günü (1985), Mektup Aşkları (1988), Cüce (2001), Üç Başlı Ejderha (2005), Kalan (2011), Tuhaf Bir Erkek (2013); Diğer eserleri: Tezer Özlü'den Leylâ Erbil'e Mektuplar (1995), Düşler Öyküler (1997), Zihin Kuşları (1998)    (RADİKAL)


SANATÇILARDAN FAŞİZME FIRÇA DARBELERİ


Taksim Gezi Parkı, 20 Temmuz günü, sıradışı bir etkinliğe sahne oldu. 150 ressam ve müzisyen, Gezi Parkında resimleri ve müzikleriyle büyük bir etkinlik düzenledi.


Sanatçılar, etkinliğin amacını vir basın açıklamasıyla kamuoyuyla paylaştı. Boyun Eğmeyen ÇizikDirenler tarafından yapılan basın açıklamasında şu sözlere yer verildi:

“Aylardan beri süregelen Gezi Parkı Direnişi ile başlayan ve ülkenin dört bir yanından destek alan haklı direniş hâlâ tüm yaratıcılığı ve gücü ile sürmektedir. Bugün, burada bulunan Türkiye’nin aydın ve sanatçıları  kendi alanlarında yani yetenekleri doğrultusunda yapabildikleri en iyi işi yaparak, fırçalarını, kalemlerini, boyalarını kullanıp destek vererek becerilerini haksızlık ve zulme karşı yurtsever kimlikleriyle sergiliyorlar. Bir diğer deyişle hepsi ellerindeki gereçleri en sert şekilde kullanarak direnişin yanında olduklarını gösteriyorlar.

Bizler Türkiye’nin sanatçıları olarak bu ülkeyi böylesi bir karanlığın içine sokan, bunun için hiçbir vahşilik ve hukuksuzluktan kaçınmayan, her ne anlam taşıyor olursa olsun bir sanatçının ürününe  “ucube” yakıştırması yapan, militarist önlemlerle polisi halka saldırtan, yaralatan, öldürten, ülkemizi Amerikan emperyalizminin sömürgesi hâline getirmek isteyen, kültür ve sanattan, aydın olma kimliğinden habersiz olan, işsizine, gencine, avukatına, gazetecisine zulmeden, gerekçesiz gözaltına alan, dini alet ederek halkın inanç duygularını süpürüp kanını emen ve ülke yönetmeyi bilmeyen bir diktatörün buyruklarını rededdiyoruz”

  
İNTERNET YAYINCILIĞINA  DARBE!


Okuma ve yayıncılık sitesi scribd.com'a erişim yasağı getirildi. CHP İstanbul milletvekili, konuyu gündeme taşıyarak konuyla ilgili soru önergesi verdi.


Dünyaca bilinen okuma ve yayıncılık sitesi scribd.com, erişime kapatıldı. siteye erişimin, İstanbul 12. Sulh Ceza Mahkemesinin 8 Mart 2013 tarihli, 2013/2009 dosya sayılı kararıyla engellendi. Konuyla ilgili soru önergesi veren Melda Onur, scribd.com'un neden Türkiye'de yasaklı olduğunu Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanına sordu.

Birçok farklı dosya formatında, genellikle akademik dökümanlar ve e-kitapların patlaşıldığı platform, bir çok kurum ve marka tarafından güncel olarak kullanılıyordu. sitede, kitaplardan araştırma raporlarına, iş sunumlarından akademik tezlere kadar 10 milyondan fazla doküman ve kitap ücretsiz yayınlanıyor, dijital kütüphane olarak hizmet veren scribd.com, eğitim için en çok kullanılan sitelerin başında geliyordu. (SOL GAZETESİ)


ÜMÜŞ EYLÜL KÜLTÜR VE SANAT DERGİSİNİN 8. SAYI ÇIKTI:


Tekirdağ Cezaevinde devrimci tutsaklar tarafından 3 ayda bir yayınlanan, elle hazırlanıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür Sanat Dergisinin Temmuz-Ağustos-Eylül 4. sayısı yayınlandı.


Ümüş Eylül Kültür Sanat Dergisi; “Ölüm Orucu Direnişi”ne Ümraniye Cezaevi'nde 1. ekiple başlayan, 19 Aralık katliamından sonra direnişini Kartal Özel Tip Cezaevi'nde sürdüren, daha sonra Kartal Devlet Hastanesi'ne kaldırılan, direnişine hastanede de devam eden, durumunun ağırlaşması üzerine tahliye edilen, tahliye edildikten sonra direnişini Küçük Armutlu'daki direniş evinde sürdürürken 14 Eylül 2001’de orucun 330. gününde sonsuzluğa göçen Ümüş Şahingöz’ün anısını yaşatmak amacıyla yayınlanmaktadır.

Hasan Şahingöz’ün hazırladığı dergide; tutsaklardan Fırat Deniz’in, H. Mahmut Kurhan’ın, Ümüş Şahingöz’ün, Metin Aydemir’in, Wahap İlhan’ın, Adil Okay’ın şiirlerine Hasan Şahingöz’ün, Mülkiye Sunar’ın öykülerine, Cengiz Ayar ve Vedat Özdemiroğlu’nun denemelerine, Barış Tosun’un mektubuna, biyografi yazılarına ve çizimlere yer verilmektedir.

Ümüş Eylül Kültür ve Sanat Dergisini aşağıdaki adresten okuyabilirsiniz:
http://issuu.com/umuseyluldergisi/docs/__m_____eyl__l_derg__s___8._sayi


2013 CEVDET KUDRET EDEBİYAT ÖDÜLÜ BAŞVURULARI BİTİYOR


Şiir, roman, öykü, deneme-inceleme-araştırma ve tiyatro dallarında her yıl dönüşümlü düzenlenen ”Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü”, bu yıl bu yıl şiir dalında verilecek.


Bu yıldan itibaren TÜYAP’ın katkılarıyla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi tarafından gerçekleştirilecek ‘Cevdet Kudret Edebiyat Ödül’ törenine Eylül 2012–31 Ağustos 2013 tarihlerinde basılmış kitapları bulunan şairler başvurabilecek.

Hilmi Yavuz, Cevat Çapan, Egemen Berköz, Güven Turan ve Metin Celal’dan oluşan seçici kurul, kararını ekim ayında açıklayacak. Kazanan şaire ödülü, TÜYAP Kitap Fuarı’nda düzenlenecek törenle verilecek.

Aday kitapların en geç 31 Ağustos 2013 tarihine kadar 6 nüsha olarak, yazarın kısa özgeçmişi ve adaylık başvurusu ile birlikte  “Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Cumhuriyet Mah. Silahşör Cad. No: 71 Bomonti-Şişli/İstanbul adresine gönderilmesi gerekiyor. (EDEBİYATHABER.NET)


EDEBİYATIMIZIN DÜŞLE GERÇEĞİ BULUŞTURAN
SÖZ USTASI: MUZAFFER BUYRUKÇU


1 Şubat 1928’de, Niğde, Fertek’te doğan öykü, roman ve günlük ustası Muzaffer Buyrukçu; bir yaşındayken, ailesi Yalova'ya yerleşti. İlkokulu, İstanbul'da ortaokulu bitirdikten sonra, bir süre Pertevniyal Lisesi'ne devam ettiyse de Öğrenimini yarıda bırakarak çalışma hayatına atıldı. Aşçılık, sütçü yamaklığı, kunduracı çıraklığı, gazetecilik, inşaat işçiliği, fresecilik, pedalcılık, kalorifercilik, kâtiplik ve İstanbul Toprak Mahsulleri Ofisi'nde memurluk yaptı.


Sanat hayatına, 1945'te kapıcı olarak çalıştığı Son Telgraf'ta yayımlanan öyküleriyle başlayan Muzaffer Buyrukçu, Korkunun Parmakları (1958 Dost Dergisi Birincisi), Kuyularda (Otağ Dergisi 1962 birincisi), Bulanık Resimler'le 1962 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü'nü, Kavga ile de 1968 Sait Faik Armağanı'nı kazandı. Yüzün Yarısı Gece ile de Haldun Taner Öykü Ödülü ve Yunus Nadi Öykü Armağanı de aldı. Edebiyat dergilerine geçişi ise 1953 başlarındadır. Konularını İstanbul'un kenar mahallelerinde yaşayan dar gelirli ailelerin dertli,çekişmeli hayatlarından alan Buyrukçu'nun 21 Öykü,10 Günlük ve 8 Roman olmak üzere toplam 39 kitabı basıldı. Son zamanlarında akciğer yetmezliği çeken Buyrukçu, 26 Ağustos 2006 günü İstanbul Gaziosmanpaşa'daki evinde hayatını kaybetti.
Yayımlanan eserleri- ÖYKÜ:  Katran (1956), Acı (1957),  Korkunun Parmakları (1959, Dost Dergisi 1958 yılı birincisi), Bulanık Resimler (1961, Türk Dil Kurumu 1962 yılı Öykü Ödülü),  Kuyularda (1962, Otağı Dergisi 1962 yılı birincisi), Cehennnem (1966), Kavga (1968 Sait Faik Armağanı), Şarkılar Seni Söyler (1982), Günlerden Bir Gün (1983), Hüzünlü Kar Çiçekleri (1987), Her Yer Karanlık (1989), Bin Hüzün (1990), Şarkı Gibi (1992), Yüzün Yarısı Gece (1994, 1994 Yunus Nadi Armağanı ve Haldun Taner Öykü Ödülü), Telefon Konuşmaları (1997), Bir Aşk Daha (1996), Ucu Güllü Kundura (1998, Cumhuriyet Kitapları), Dumanı Tüten Çay Gibi (1999), Yalnızlığın Arkasındaki Gülümseme (2001), İpek Pijamalı Katiller (2004), Ay Kokuyor (2004); ROMAN: Mağara (1971), Bir Olayın Başlangıcı (1970), Gürültülü Birkaç Saat (1969), Dar Sokaklardaki Duman (1993), Gece Bitmedi (1995), Dışarıdaki Rüzgar (1998), Akan Sular Şarap Olsa (1998), Ucu Güllü Kundura (1998); GÜNLÜK: Arkası Yarın (1976), Sıcak İlişkiler (1982), Dillerinde Dünya (1985), Sayılı Günler (1986), Arkadaş Anılarında, Anında Görüntü, Dünden Bugüne, İlişkiler Arasında Bir Gezinti, Yaşadığımız Ve Yaşananlar, Kıbrısa Selam

Çağdaş Türk Edebiyatı'nın güçlü kalemlerinden Muzaffer Buyrukçu uzun zamandır akciğer yetmezliği çekiyordu. Bu nedenle 2006 yılının Şubat ayında rahatsızlanmış ve hastaneye kaldırılmıştı. Yakınlarının ifadesine göre iki üniversite hastanesi Buyrukçu’yu acil servise almayıp para istemişti, bir hastanede de kalbi durmuş, sonra çalıştırmışlardı. Sonuçta Buyrukçu, Özel İsviçre Hastanesi tarafından tedavi edilmişti.

Çağdaş Türk edebiyatının güçlü kalemlerinden, öykü ve roman yazarı Muzaffer Buyrukçu 19 Ağustos 2006'da  evinde ölü bulundu. Ölümü 5 gün sonra anlaşıldı. Buyrukçu’nun öldüğü, yalnız yaşadığı Gaziosmanpaşa Bağlarbaşı Mahallesi Menekşe Sokak 16 numaralı evden gelen kokular nedeniyle komşularının polisi araması üzerine ortaya çıktı.

 İşte bu usta yazarımızı da, hiç beklenmedik bir biçimde yitirdik. O kadar yalnız bırakılmıştı ki, öldükten sonra bile günlerce evinde kalmıştı. Yazar örgütleri, aydınlar da unutmuştu edebiyatımıza bunca özgün eseri kazandıran Muzaffer Buyrukçu’yu

Muzaffer Buyrukçu’nun bugün de geçerliliğini acil olareak koruyan “ AYDINLAR’A ÇAĞRI” yazısı:  

“Aydınlar,aydınlar... Kimdir bu büyülü sözcüğün anlamına girenler? Okuyup yazması olan, okuyup yazmaktan başka kendinin ve toplumun, hatta çağının içinde bulunduğu sorunlar üzerinde düşünebilen, kendini ve çevresini bir takım aykırı davranışlardan ötürü çekinmeden eleştirebilen(doğru) olanı gösteren, toplumun işleyişini ve bu topluma yerleşmiş kişilerin durumlarını çeşitli açılardan inceleyerek değerlendirebilen insandır. Bu insan  toplumundaki dengesizlikler yüzünden dayanılmaz ağırlıklar altında iki büklüm olmuş kişileri bu yürekler parçalayıcı durumdan kurtarmağa ve toplum çoğunluğunu bu duruma düşürenlere kafa tutmaya,hesap sormaya kararlı insandır. Bu insan,çoğunluğun iktisadi ve siyasi özgürlüğünü ellerinde bulunduran kuvvetlerle savaşmayı göze almış insandır. Bu insana -insanlık tarihinin-her döneminde görev düşmüştür. O hep, çoğunluğun mutluluğunu sağlıyacak, bu topluluğa siyasi ve iktisadi özgürlüğü verecek, bütün isteklerini tam olarak karşılıyacak bir düzenden yana olduğu için;  kurulu düzeni bir azınlığın çıkarları için sürdürmeye çalışanların kuvvetlerince, (ki bu kuvvetlerin yüzde seksenini  o insanın mutlulukları için savaştığı halk teşkil eder) hapishanelere atılmışlar,sürgünlere gönderilmişler,derilerini yüzmüşler, ölüm kamplarında çürütmüşlerdir. Ama o,hiçbir kuvvetin yıldıramadığı,yok edemediği, yok edemiyeceği bir güç olarak yaşamakta devam etmektedir ve hep yaşıyacaktır. Çünkü, onu yaşatan güç ardından gittiği düşüncenin gerçekliğinden,sağlamlığından, doğruluğundan gelmektedir. O hapishaneye atılabilir, öldürülebilir ama onun savunduğu düşünce  ne hapishaneye kapatılabilir, ne prangaya vurulabilir, ne de üstüne gaz döküp yakılabilir. İşte bu fikir yaşayıp durduğu ve büyük çoğunlukların kurtuluşları bu fikre bağlı olduğu için bu bayrağı alıp götüren hep çıkmıştır. Bu bayrak ellerinden düşmemiş, bugünlere kadar getirilmiştir. Bugün de düşmeyecek elden ele geçerek sonsuza kadar, yeryüzünde bir tek mutsuz kişi kalmayıncaya kadar götürülecektir. Bu bayrak elden düşerse onu taşıyacak bir başkası bulunmazsa, mutsuzlar için kurtulma söz konusu olamaz, yaşama olanağı kaybedilmiş ve soluksuz kalmışlar, demektir. Aydınların sindirildiği, sesini yükseltmediği toplumlarda, kişilere ne verilirse itiraz etmeden alınır. Hatta -Hayır- denmesi gereken her şeye –Evet-deyen ve bu çemberi yarıp kurtulamaması için yaşantısına bol miktarda tanrı, bol miktarda peygamber, bunların buyrukları enjekte edilir. Bu, düzenin başında bulunan azınlıklar için bulunmaz bir nimettir. En geç uyananlar, en geç uyanacaklar bunlardır. Çünkü yüzyıllardan beri halkları kolayca yönetmek için ortaya çıkarılmış bir takım sloganlar, bu mutsuz topluluğun kanı, canı,beyninin hücrelerinde yaşıyan gerçekler haline getirilmiştir. ***O bir önceki kuşaktan aldığı bir sözü, bir davranışı ya da yasa haline getirilmiş bir geleneği, doğruluk ve yanlışlık düşünülmeden, düşünmeyi suç sayarak, ya da düşünmekten, araştırmaktan korkarak yeni kuşaklara ulaştırır. Yöneticiler nasıl ki bütün ulus üzerinde egemense, ulusun en küçük topluluğu olan  ailedeki baş da her şeye, kendi düzenindeki her şeye egemendir. Kimse ondan iyi,ondan doğru düşünemez.Bir ailenin başına karşı koyan bir bakıma yöneticilere karşı koymuş sayılır.  Evine baş kaldıran, düzene de baş kaldırır. Burada önemli olan başkaldıranın ortaya attığı gerçekler değil onun davranışıdır. Davranışlardan başlıyan yargılama, ortaya çıkan gerçeklere, onların kurulu düzene getireceği zararlara kadar giderek mahkum edilir. İlkel bir topluluktur bu. Yöneticilerin olduğu gibi kalmasını istediği, çaba gösterdiği pek bayağı bir topluluktur. Dilleri ilkeldir, yaşayışları ilkeldir, ziratları ilkeldir. Şimdiyedek hiçbir gelişme olmamıştır(olmaması için çalışılmıştır). Örneğin bu ilkellikten kurtulmanın ve kendi kendini yönetmenin  olanaklarını sağlıyacak eğitim yerine, yaşamlarına kocaman tapınaklar sokulmuştur. Aç kalan insanın açlığının Tanrıca istendiğini biliyor. Varlıklı olanla arasındaki eşitsizlik üzerinde durulursa beş parmağın beşi de bir mi,ya da tanrı böyle istemiş, böyle olmuş sözcükleriyle karşı çıkıyor. Bunun arkasındaki oyunu araştırmıyor. Oysa araştırsa  oyunu ve oyuncuları ortaya çıkaracak ve oğluna asi diyen, oğlunu belirli kalıplar içinde yönetim katından kendisine getirilip sunulan yasalar uğruna  mahkum etmek istediği oğlunun  savunduğu düşünceler  yanında yer alacaktır. Aydınlar böyle bir toplumla uğraşmak, bu inançları kökünden kazımak, bütün kötülüklerin, bütün biçimsizliklerin tanrıdan değil de birlikte yaşadıkları ve her durumda kendilerinden çok yüksekte olan, çok iyi giyinen, çok iyi yiyen, çok iyi gezen, çok iyi kazanan ve kendilerinin de karşılarında boynu bükük durdukları, beylerden, ağalardan yani sokakta, otobüste, tirende gördüğü kalın enselilerden geldiği gerçeğini duyurmakla görevlidirler. Çoğunluğa haklarının nasıl alınacağını, nasıl savaşmaları gerektiğini, o hakların kimlerin ellerinde bulunduğunu göstermek  zorundadırlar. Onların, insanın insan tarafından sömürüldüğünü, yani çalıştığı fabrikanın sahibi tarafından, toprağıyla uğraştığı ağa tarafından sömürüldüğünü anlatmak, bütün bu gerçekler belirli bir duruma geldikten sonra, özgürlüklerini, mutluluklarını nasıl, hangi yoldan sağlıyabileceklerini göstermek zorundadırlar. Bir kaynaşmış kitle halinde hareket etmek ve etkin olmak, haklarını koruyabilmek için karşıdan gelecek her türlü baskı ve tehlikeyi göze alarak çarpışmalarının gerektiğini anlatmak zorundadırlar. Aydın bunu yapandır.”


BİR AYDINLANMA ÖNCÜSÜ: TEVFİK FİKRET...


Yazınımızın öncülerinden, çağdaş şiirimizin ilk önemli adlarındandır Tevfik Fikret. Zaman zaman gözden uzak tutulan bir yönü daha var ki Tevfik Fikret’in, bütün özelliklerinin de üstüne çıkar. Yazında ve düşün alanında akıl ve bilim bileşiminin şiire ilk dökücüsüdür Tevfik Fikret. Belki şiirsel yönü tartışılsa da çağdaş uygarlık düşüncesindeki öncülüğü tartışılamaz.


15 Ağustos 1915’de yitirdiğimiz bu büyük insanın düşünceleri, hâlâ tazeliğini korumakta, ortak özlemlerimizi dillendirmekte.  SİS” şiiri, günümüzde yaşadıklarımızla uyuşmuyor mu? Günümüz Türkçesinden bir göz atalım  şiire:
“Ey kişiye dokunulmazlık ve özgürlüğe yakın
Bir soluk alma hakkı veren yasa efsanesi;
Ey gerçekleşmeyen söz, ey sonsuzca kesin yalan,
Ey mahkemelerden durmaksızın sürülen hak;
Ey kuruntuların saldırısıyla duyguları bitkin
Vicdanlara uzatılan gizli kulak;
Ey dinlenme korkusuyla kilitlenmiş ağızlar;
Ey ulusal çaba ki nefret edilmiş ve horlanmış;
Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasal tutuklu;
Ey eğilmiş baş, ki akpak, ama iğrenç....”

Tevfik Fikret’in bugün de bu çığlıklarına kim kulak tıkayabilir.  Kuşkusuz onun şiirlerinde, sadece olumsuzluklara yükseltilen gür bir ses değil, kurtuluş içinde gidilmesi gereken yolu gösteren dersler vardır. “Sis” şiirinin ardında yazdığı “Rücu” (geriye dönüş) şiirinde birliğe, yükselmeye, çalışmaya mutluluğa koşmamızı öğütlerken, bu konuda adımları doğru atmanın, yolun kısalmasının yürüyüşteki düzene bağlı olduğuna dikkat çeker.

Her yaşanan olumsuzluğun ardından güzelliklerin geleceği inancı vardır Fikret’te. Umutsuz, karamsar değildir asla. “Sabah Olursa” şiirinde her karanlığı boğan bir aydınlığın muştusunu verir. Evet, sabah olacaktır. Kıyamete dek sürmez gece. Sonunda bu mavi gök, güneşini gerer üstümüze. Ve seslenir:
"Siz ey yarının uzayının küçük güneşleri,
Artık birer birer uyanın!
Ufukların sonsuzca bir özlemi var ışığa.”
Aydınlanma... Yüzyılımızın işte emellerinin özü;
Silin bu bulutları, silkin korkunun gölgelerini,
Aydınlık içinde koşun şükredilecek bir kurtuluşa.
Umudumuz bu; ölürsek biz, yaşar mutlak
Vatan sizinle, şu zindan karanlığından uzak!"

Bugün de yaşadığımız çelişkileri, “HALUK’UN AMENTÜSÜ” şiirinde o günden sezer, çıkış yollarını açar. Tüm dünyayı vatanı, insanoğlunu ulusu kabul eder. Kör inançların cehenneme çevirdiği dünyayı aklın ve bilimin kılavuzluğunda insanların cennete çevireceğine inanır.  Bugün de dünyamızı kana bulayan savaşlar, kırımlar, yıkımlar arasında tüm insanlığın kardeşliğini düş olarak görse de, bu düşe, yürekten inanır. Kârın şiddeti, şiddetin kanı beslediği çağımızda düşmanlıkların kanla sönemeyeceğini vurgular. En büyük sihirbaz olarak kabul ettiği aklın mucizeleri önünde,  boş inançların egemenliğinin ancak bir saman alevi kadar parlayacağına inanır.

Tevfik Fikret, “PROMETE” şiirinde, karanlıklar içindeki hastalıklı vatanda kurtuluş ve aydınlanma için gerçek yolu gösterir:
"Bir gün açarsa gözünü şu hasta vatan,
Ne varsa yüklen getir bilimin dört bucağından,
Gelecek günlerin meçhul elektrikçisi
Aydınlığa, bolluğa susamış halkın.
Uyuşukluğu yok eden ne varsa getir,
Yüreği, özü, kafayı besleyen,
Durma, onlara can ver, can!"

Fikret, geleceğin aydınlık günlerinin özlemiyle uyarır, uyandırır, yöneltir, yönlendirir. Ama kendi adına tek bir beklentisi yoktur:
"Ne bir bağış beklerim kimseden,
Ne kol dilenirim, ne kanat,
Kendi göklerimde kendi kendime uçar giderim.
Bana eğilmek, boyunduruktan bile ağır.
İşte böyle bir şairim ben,
Tepeden tırnağa özgür!"

Tevfik Fikret, 1800’lü yıllardan 1915’e değin karanlığın içindeki bir deniz feneri gibi ışıtmış, uyandırmış;  toplumsal aydınlanmanın öncülüğünü yapmıştır.  Bu nedenle, her okunuşunda Fikret’ten öğrenilecek çok şeyler vardır. her şeyden önce de “Kıran da olsa kırıl sen, / Fakat eğilme sakın!” diyen bir aydın onuru.


14. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE CAN BABAYA BİN SELAM!


Hazzın, özgürlüğün, yola gelmezliğin, devrimi şenlik olarak görmenin, arzuları patlatmanın, imgelemi zıplatmanın, sürreel şairi Can Yücel’i aramızdan ayrılışının 14. yıldönümünde saygıyla selâmlıyoruz.


Can Baba, küfürbazlığı, delibozukluğu, dili yarıp yarıp yeniden kurmasıyla Türk dilini candan yücelten, şair kimliğini de sallamayan çağdaş bir Shakespeare idi. Fındık kadar beyni olanlarla, edebiyatı öyle canlarının istedikleri gibi çekiştirebilecekleri bir oyuncak zannedenlerin hiç bir zaman anlamalarının mümkün olmadığı kocaman yürekli bir şair oldu hep.

SUSMA

Bütün bu cılgıldaklar
Pencerenin ağzına asılı
Bütün bu fırıldaklar
…Bütün bu pervaneler
Bütün bu değirmenler
Bütün bu uçurtmalar ve uçaklar
Poyrazın doğrultusunda
Gülibrişim, mimoza ve manolya, kavak
Yaprakları dahil
Bütün bu kıpır kıpır insanlar
Elleri kolları ve kulaklarıyla
Ve erken öten bir horozun sesiyle
Kaçmışlar öbür dünyaya şimdiden
Seslerini bırakmışlar geriye
Bu ölümlü dünyaya yadigar…
SUSMA.!

CAN YÜCEL


ABDÜLKADİR BULUT’UN  ŞİİRLERİ
TOROSLARDAN DÜNYAYA YANKILANIYOR HÂLÂ…


Lirik, lirik olduğu kadar da toplumsal duyarlıkları duyan ve duyumsatan Abdülkadir Bulut, 42 yıllık yaşamına karşın Türk Edebiyatında taklit edilemeyen önemli bir iz bıraktı.


Abdülkadir Bulut, bir Akdeniz çocuğu olup 1943 yılında Anamur'da, Dragon Çayı'nın kıyısındaki Akine köyünde doğdu. Çocukluğu ve ilk gençliği bu coğrafyada geçti. Torosların insanını, çiçeğini, ağacını, börtü böceğini yerelden evrensele uzanan bir çizgide kendi özgü bileşimi oluşturan; onun devrimci tavrı şiirle özgünlükten ödün vermeksizin buluşturan ve Torosların insanını coğrafyası, florası ve faunasıyla birlikte vermesiyle kısa süren yaşamında kolay kolay silinemeyecek bir iz bıraktı.

Her ne kadar Cemal Süreya, ona yaptığı  "Kasabalı Lorca" yakıştırması üzerine sıkıca yapıştırılsa da, “kasaba”nın sosyo ekonomik ve toplumbilimsel yapısını göz önünde tuttarsak, dağların, yaylaların, kırların yörük çocuğunun "kasaba"lılıkla hiçbir ilgisi olmadığını görürüz. “Kasaba” yerleşik yaşamı ve köylüleri her alanda sömüren mütegallibe yaşamını simgelemektedir. Kasaba bağnazdır. Kasabalılık kırsaldan kente geçiş aşamasıdır. Çoğunlukla üretmez, üreten köylünün alın teri üzerinden para kazanır. 

Bu yapıyla Abdülkadir Bulut arasında hiçbir yakınlık yoktur. Tam tersine yazdığı şiirlerde kasabalı yaşamına dair iğnelemeler yapar: “Bir kalıp sabuna 45’lerde / Anaç bir tavuk veren / Anamur’un bayır köylüleri / Artık anlatmak sırası sizde / Beni elden duyalı beri / Selâmı sabahı kesseniz de”  “Hey Akpınar pazarı / Eşrafın otlu koyağı / Elma erik sepetleri tekmelenen / Ve kelimeleri uzatarak konuşan Aşağı ve yukarı İğnebollu / Güzelim Ermenek köylüleri”

Abdülkadir Bulut, salt Lorca’yla anılamaz elbette. Kendisi gibi yaşama dair, şiire dair sağlam izler bırakmış Ritsos, Neruda ve benzeri devrimci dünya ozanlarıyla aynı dokudan, yürektendir.

Abdülkadir Bulut, devrimci tavrı ve hayata bakışıyla yüreğini halkına adayan, gönlü uçurum, alnı sarp kayalık, korkusuz bir yiğitti. Ve 8 Ağustos 1985 tarihinde, yaşamının en verimli döneminde, trajik bir trafik kazasında onu yitirdiğimizde henüz 42 yaşındaydı. Zamansız ölümünü, yalnız ailesi, halkı ve yakın dostları için değil, bütün Akdeniz ve Türk edebiyatı için de acı bir kayıp sayıyor; ölümünün 28. yılında onu özlemle anıyoruz.

Suların şairi, sularla arkadaş Abdülkadir Bulut’u, sulara, derelere, çaylara kelepçe takma derdindeki HESlere karşı verilen onurlu mücadelede bugün daha iyi, daha yoğun anlıyoruz, algılıyoruz artık.


ÜLKEMİN ŞİİR ATLASI

XLVII

Yürüdüğüm yolları deftere yazmayı
Günlük tutmayı bağırıp çağırmayı
Ve hayatım üstüne haberler çıkarmayı
Bir marifet sayıp kendimi ele verdim

Bir damla suyun bile ağırlığını düşünmedim
Ama taşı toprakla toprağı çamurla kıyaslayıp
Taşıdığım düşüncelerin sözlere dökülüşüne
Bir anlam veremeden çekip gitmedim

ABDÜLKADİR BULUT


BEKİR YILDIZ, ESERLERİYLE TOPLUMSAL HAYATIMIZA
AYNA TUTMAYA DEVAM EDİYOR...


08 Ağustos 1998’de yitirdiğimiz Bekir Yıldız, öykümüze ve romanımıza getirdiği yeniliklerle edebiyatımızı zenginleştirdi; sosyalist gerçekçi öykünün silinmeye yüz tutan izini derinleştirdi ve insanla sanatı buluşturdu. Bu buluşma ile edebiyatımızda, insanlık trajedisini anlatmadaki ustalıkla var olan “Bekir Yıldız gerçeği” doğdu. Bu gerçeklikteki anlatım ustalığı; söz cambazlıkları ve sözcük oyunlarıyla metnin anlaşılmaz kılınmasından değil; aklın ve gönlün titremesini sağlayan bir estetik yoğunluktan ve insani sıcaklıktan kaynaklanmaktadır.


1933 yılında Urfa'da doğan Bekir Yıldız, 1970’li yıllarda art arda çıkardığı, Güneydoğu gerçekliğinin farklı yönlerine ışık tutan öykü kitaplarıyla edebiyatımızda önemli bir yer kazandı.  1980’den sonra kendi yaşamından yola çıkarak aile dramlarını işleyen roman ve öyküler yazdı. Almanya’da işçilik yaparken edindiği izlenimlerle Almanya’daki Türk işçilerinin sorunlarını irdeledi.

Kendi yaşam öyküsünden yola çıkarak yazdığı Halkalı Köle’deki gerçekçilik anlayışı kimi çevreleri rahatsız etti. Bu roman çerçevesinde uzun tartışmalar yapıldı. Öykü ve romanlarından bazıları senaryolaştırarak filme çekildi.

Yazar kimliğinin kazanılmasındaki özgünlük, öncülük, yaratıcılık, etkileyicilik, zamana karşı direniş gibi özelliklere sahip olan Bekir Yıldız yapıtları, edebiyatımızın kıvanç duyulacak yapıtları arasındadır. İnsan damarıyla, insani özle, insan duygularıyla, insanlar arası ilişkilerle, insanın doğayla ilişkileriyle, insanın makinelerle ilişkileriyle dolu olan ve kendi deyişiyle, “süte su katmayan” bir yazar olan Bekir Yıldız gerçekliği, edebiyatımızın dünden gelip yarına gitmekte olan serüveninde önemli bir buluşma noktasıdır. Yaratıcı ve öncü bir yazar olarak edebiyat halkasını doğru yakalamış olan O’nun bu halkayı yakalayışının gizi, kendi deyişiyle, “yaşantı, emek ve içtenlik”ten kaynaklanmaktadır. Edebiyatımızda Bekir Yıldız gerçeği, “Gerçekleri yoğurup dinamit haline getirmeye” çalışan bir yazarın, bu doğru yaklaşımının başarısıdır. “Yeşermemiş umutların, yaşanmamış sevgilerin, verilmemiş hakların alacaklıları yanında olmak.” kaygısıyla yazan bir yazarın edebiyatımıza kattıklarıdır.

8 Ağustos 1998’de yitirdiğimiz büyük yazar, roman, öykü, röportaj ve yazılarıyla birlikte 21 dev yapıt bıraktı arkasında: Arılar Ordusu, Beyaz Türkü, Demir Bebek, Evlilik Şirketi, Harran, Kara Vagon(May Edebiyat Ödülü), Kör Güvercin, Mahşerin İnsanları, Ölümsüz Kavak, Reşo Ağa, Şahinler Vadisi, Kaçakçı Şahan (1971 Sait Faik Hikaye Ödülü), Ve Zalim Ve İnanmış Ve Kerbela, Yargılayan Zaman İçinden Konuşmalar, Yazılar, Sahipsizler, Dünyadan Bir Atlı Geçti, Halkalı Köle, Yaman Göç, Aile Savaşları, Bozkır Gelini…
“He… Bize göz ışığı vermediler gevvatlar. Ömrümüz kapaksız tencerede pişmiş tuzsuz aş gibi tatsızdır avradım. Kadın dar bir pabuçtur, sıkınca atılır, emme, işin içine namussuzluk karışınca, atamazsın vurmak düşer er kısmına. Seni ben bağışlasam baban, kardaşın sırada. Bakalım onlar bağışlar mı? Günlerden beri, şu bir göz dama tepilip kaldık. Oba  kan ister benden………”(Bedrana’dan)


HARUN ARKADAŞ, BİLİNCİMİZDE VE DİRENCİMİZDE YAŞIYOR!


68 Gençlik hareketinin en önemli gençlik önderlerinden Harun Karadeniz’i ölümünün 38 yıldönümünde saygıyla anıyoruz.


Harun Karadeniz’in, diğer 68’li gençlik önderlerinden önemli farkı, düşünsel ve kuramsal olarak kendini yetkinleştirmesidir. MDD’ciliği eleştirerek bu hareketin açılımı olan gruplardan uzak durarak devrimci gençlik hareketi ve TİP içinde mücadelesini sürdürdü.

Devrimci mücadele içinde öncü sorumluluklar almasının yanı sıra düşünsel araştırma ve çalışmalarını da sürdürdü. Bu dönemde “Kapitalsiz Kapitalistler” ve “Eğitim Üretim İçindir” adlı iki önemli kitapçık yayınladı.

12 Mart faşizminin zindanlarında kansere yakalandı ama tedavisine izin verilmedi. Cezaevinden çıktıktan sonra kanserli hücre bedenine yayılmıştı. Yurt dışında tedavi olanağı doğdu ama bu sefer de pasaport vermediler. Pasaport verdiklerinde ise iş işten geçmişti artık.

Bu dönemde, ölümüne kadar 68 gençliğinin eylemlerini canlı tanıklığıyla anlatan “Olaylı Yıllar ve Gençlik” kitabını yazdı. Daha sonra da “Yaşamımdan Acı Dilimler” adlı otobiyografik kitabını yayınladı. 15 Ağustos 1975’de 33 yaşında aramızdan ayrıldı.

Anısı kavgamızda hep bizimle olacak!

"Kuştu, en gencimizin göğsünde ürperen
Kilitlendikçe üreyen sevgi,
Kitaptı, fabrikada, tarlada, mapushanede
Okuduk Harun arkadaşın direncinde
Ey adını beraberliğimizden alan öğreti."  (ŞÜKRAN KURDAKUL)


KAPİTALİZMİN KATLETTİĞİ İKİ DİRENÇ ANITI:
SACCO VE VANZETTİ


Amerikan kapitalizminin 22 Ağustos 1927’de idam ettiği iki yiğit işçi sınıfı militanı Sakko ile Vanzetti’yi Nazım’ın dizeleriyle saygıyla anıyoruz.


“devrimin sıra neferiydi onlar,
devrimin namuslu neferi.
yanıyordu kanlarında şavkı italya güneşlerinin
koştular temiz esmer alınlarla hayatın sesine
dövüştüler yanında dövüşen kardeşlerinin
yeni dünyaya düştüler eski zulmün pençesine!
yedi yıl ölümün karşısında gülerek durdular
elektrikli iskemleye
kadife bir koltukmuş gibi oturdular
yürekleri dört bin volta yedi dakika dayandı
yandı yürekleri
yedi dakika yandı
cani değildiler, kurban gittiler bir cinayete
kurban gittiler dolarların emrindeki adalete!
hayatlarında olmadılarsa da kitlelerin rehberi,
ölümleriyle şaha kaldırdı kitleleri
bu iki ihtilal neferi!”


FİLİSTİN’İN GÜRLEYEN SESİ MAHMUT DERVİŞ
MAHMUT DERVİŞ HALKININ KAVGASINDA YAŞIYOR...


Filistin direnişinin en önemli şairlerinden olan Mahmud Derviş, 10 Ağustos 2008’de 67 yaşında şiirlerinin yankısını bırakarak aramızdan ayrılmıştı


Çocuk yaştayken ülkesini terk etmek zorunda kalan Derviş, ailesiyle birlikte Lübnan’da bir mülteci kampına yerleştirildi. Çocukluğundan başlamak üzere, sürülmüş olmanın acısını anlattığı şiirler yazdı. Köyü, bugün hâlâ İsrail toprakları içinde.

Mahmud Derviş’in şiirlerinde sosyalist çizgideki özgür Filistin kavgasının cepheden ve cephe arkasından  sesleri ve duyarlıkları yer alır. Çocuk yaşta şiir yazmaya başlayan Mahmud Derviş, ilk şiirlerini yayımladığı dönemde, El-Ard (Toprak) hareketinde de çalışmaya başladı. Çağdaş Filistin şiirinin önde gelen temsilcisi, El İttihad gazetesi ile El Cedid dergisinin yazı işleri müdürlüklerini yapmış, şiirleri ve yazıları nedeniyle bir kez İsrail ordusu tarafından tutuklanmış, 1970 yılında İsrail’den sürgün edilmiş, 2 yıl birçok Arap ülkesinde dolaşmıştı. Filistin Kurtuluş Örgütü’nde aktif olarak çalışan Derviş, şairliğinin yanı sıra mücadeleci kimliğini de hayatı boyunca bırakmadı. Filistin Kurtuluş Örgütü üyesi olan Derviş, dönemin Filistin lideri Yaser Arafat'ın İsrail'le yaptığı anlaşmayı protesto ederek 1993'te örgütten ayrıldı.

Şiirleri 20’den fazla dile çevrilen Filistinli şair, 2003 yılında uluslararası Nâzım Hikmet şiir ödülüne de layık görülmüştü. Şair, 1982 Eylül’ünde Sabra-Şatilla’da yaşananların ardından Beyrut Kasidesi’ni yazmış ve bu kaside ile 1984’te de dönemin Sovyetler Birliği’nde Lenin ödülünü almıştı.

“Arap Ahmed, diren!
Kuşatma altında gezeceğiz
Ulaşıncaya dek kıyısına
Ekmeğin ve dalgaların.
Öleceğiz düşü uğruna
Bir yurdun
Ve bekleyen yaseminlerin.”

"LORCA’YI VURURLARKEN İNSAN SOYUNUN
YÜREĞİNİ HEDEFLEMİŞLERDİ..."


19-20 Ağustos 1936, Franko faşizmi, yüz binlerce Cumhuriyetçi ile beraber İspanyol ozan Federico Garcia Lorca’yı katletti.

Yalnızca onu mu? Üç yıl süren iç savaş boyunca dünyanın dört bir yanından İspanyol halkının faşizme karşı mücadelesini desteklemek için gelen C. Caudwell gibi devrimci aydınları, anarşistleri, komünistleri ve Halk Cephesi saflarında çarpışan binlerce enternasyonalist militanı ve boyun eğmeyen İspanyol halklarını...
Lorca, halka boyun eğdirmek üzere seçilmiş bir simge isimdir yalnızca, halkın acılı yüreğinin susmak bilmez bir ozanı.
Asla unutmayacağız ve asla bağışlamayacağız!


OZAN ve ÖLÜM

(Şiir 'Cinayet Gırnata'da işlendi' üçlemesinin 2. şiiridir)

Ölümle başbaşa yürürken görüldü o
Korkmadan tırpanından
-Gene de kuleden kuleye güneş
Çekiçler örsde.
örsde,
demirci ocaklarının örsünde.
Konuşuyordu Federico
Okşayarak, ölümle.Ölüm dinliyordu onu.
'Daha dün mısralarımda canyoldaşım,
Kuru avuçların şaklıyordu senin
Daha dün mısralarımda,
Daha dün kırağını verdin şarkıma
Ve ağlatı'ma gümüş tırpanının keskinliğini,
Seni şakıyacağım, sende artık kalmayan eti,
olmayan gözlerini,
Rüzgarın dağıttığı saçlarını şakıyacağım
O öpülen kırmızı dudaklarını..
Ölüm, güzel çingenem, ölümümsün dün de bu gün de,
Ah! Ne kadar rahatım seninle başbaşa,
İçime çekerken Gırnata'nın havasını,
Benim Gırnata'mın! '

FEDERİCO GARCİA LORCA


FAŞİZMİN ÇIBAN BAŞLARINI PATLATAN ŞAİR: BERTOLT BRECHT


14 Ağustos 1956’da sonsuzluğa uğurladığımız Bertolt Brecht’i ölümünün 57. yıldönümünde bir kez daha anıyor, mücadelesini sürdürmeye devam ediyoruz.


Brecht, 1. ve 2. paylaşım savaşları, Hitler faşizminin vahşeti ile birlikte yaşadığı dönemde edebiyattan şiire, sinemadan tiyatroya kadar değişik alanlarda birçok eserler verdi. 50’yi aşkın oyun, yüzlerce şiir, film senaryoları, radyo oyunları… “Sanat üretimdir” diyordu. Yaklaşık otuz yıl boyunca kılı kırk yararak, önüne çıkan birçok zorluğu devirerek, yaratıcılığın sınırlarını zorlayarak soluk soluğa geçen bir yaşam. Tiyatroda çığır açan “epik tiyatro”…

Diyalektiği sanatına uygulamak, Brecht’in epik tiyatrosunun çıkış noktasıdır. Sanatı sınıf savaşına hizmet etmeli, onun üreten bir parçası olmalı, düşündürtmeli, kavratmalı, ateşlemeli… seyirci, sınıf savaşımının aynasında kendini görür gibi izlemeleri tiyatroyu, şartlarını görebilmeli. Başka türlü de olabileceğinin kıvılcımları çakmalı beyninde.

Brecht’in sınıf mücadelesine sanatsal cepheden sunduğu katkılar ve eserlerinde burjuvazinin çıbanbaşlarını delmesi, ölümünden sonra bile burjuvazinin ona yönelik saldırılarını sürdürmesine neden oldu.

Şurasını biliyoruz ki, Brecht’te  temel olan, eserlerindeki devrimci öz, devrimci dönüştürücülüktür. Bugünün devrimci sanatçılarının da Brecht’ten alacakları şey, bu olmalıdır.

KOMÜNİZME ÖVGÜ

Akılcıdır o, anlar herkes. Kolaydır.
Sen sömürücü değilsin,
onu anlayabilirsin.
Senin için iyidir o. Sor ve ara onu.
Aptallar aptalca der ona.
Ve pislik içinde yüzerler.
Ona pis derler.
Sömürücüler onun suç
olduğunu söyler.
Fakat biz şunu biliriz,
O sonudur suçun,
O çılgınlık değil
sonudur çılgınlığın
O bilmece değil
Tersine çözümdür
O basittir.
Fakat güçtür gerçekleştirilmesi…

BERTOLT BRECHT






NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanatiGoogle Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.comFacebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati


NECMETTİN YALÇINKAYA: Bir Gün Mutlaka!






BİR GÜN MUTLAKA!










Bir gece yarısı ansızın çalıverdiler kapılarını acımasızca. Uykularından ettiler. Gözlerine korku saldılar çocukların... Hava yağmurlu, soğuk ve ıslaktı. Kapıyı açıp izinsiz daldılar odalara. Ev halkı şaşkındı... Dillerini yutarcasına suskundu. "Burası benim evim. Defolun gidin evimden!" diyemedi kadın. Evin her yanını ellemeye, her şeyi didiklemeye başladılar. Eşyalar yerlerinden alınıyor, havaya atılıyor, ayaklar altında çiğneniyordu âdeta. Neden sonra vazgeçtiler didiklemekten. İçlerinden biri ev halkına dönerek; "Nerde kocan?" "Nerede babanız?" diye sordu hiddetlenerek.

Cılız bir ses, belki söylediğini kendisi bile duymamıştı. "Bilmiyoruz." diye cevapladı, titrek bedeninin, titrek sesiyle.

Oyuncağı elinden alınmış, geri almak için bangır bangır çığlıklar atan bir çocuğun kudurganlığıyla, ”Babanızın nerede olduğunu bilmiyorsunuz; öyle mi?" diyerek kükredi çocukların üzerine adam. "Neden bilmiyorsunuz?" diye kalın gövdesinin gölgesini düşürerek çocukların üstüne; tekrar daha korkunç bir ses tonuyla yineledi:

“Babanız nerede?”

Cevap yoktu... Odada; adamın sesi duvarlara çarparak şamar gibi iniyordu çocukların korku dolu gözlerinin birer kara zeytin tanesi gibi asılı güzelim mahzun yanaklarına. "Bilseniz de söylemezsiniz. Ben sizi bilmez miyim!" dedi çaresizlik içinde hayıflanarak.

Anne kendini toparlayarak, "Defolun gidin evimden!" diyerek bağırmaya başladı. Ağlıyordu... Hıçkırıklar başlamıştı... Avuçlarının içine aldığı başı ve bütün vücudu hıçkırıktan sarsılıyordu. Çocuklar da ağlamalarıyla annelerine eşlik ediyordu. Odayı ağlamalar, hıçkırıklarla sarsılmalar sarmıştı. Çocukların annelerine sarılarak hıçkırıklar içinde ağlamaları, anneyi çileden çıkarmıştı. Anne:

"Duymadınız mı beni, evimden çıkın!" diye yavrularını koruma içgüdüsüyle hareket eden küçük bir serçenin çırpınışlarıyla kanatlandı adamların üstüne. "Kocamın nerede olduğunu siz benden daha iyi biliyorsunuz!" diyebildi ancak. Aslında daha başka şeyler de söyleyecekti ama çocuklarına bir şeyler yaparlar korkusuyla susmuştu.

Anne susmuştu, fakat apartman sakinleri annenin daha önceki çaresiz çığlıkları karşısında lambalarını bir bir yakmaya başlamıştı. Lambaların yandığını, çevredeki seslerin gürleştiğini duyan yasal kurşunlu maskeli adamlar, harabeye çevirdikleri evi apar topar terk ettiler.

Gözlerinde yaş, vücudu kan ter içinde uyandı anne. Telaşla etrafına bakındı. Kimse yoktu. Çocukları her şeyden habersiz, cennetin en lekesiz melekleri gibi üstlerindeki yorgan kaymış bir hâlde yataklarında yatıyorlardı. Anne, gözyaşlarını parmak uçlarıyla silerek kalktı. Çocuklarının alınlarına birer anne sevgisi yüklü öpücük kondurduktan sonra, üstlerini örtüp, açık pencerenin önüne giderek gökyüzündeki yıldızlara uzun uzun baktı. Aradan on yıl geçmişti, ama o anı hiç unutamamıştı.

Anne çaresizdi, yalnızdı; üstelik kocasızdı. Çocukları babasız kalmıştı. Bir kaç gün önce okuduğu bir gazete kupürü onu derinden yaralamıştı. Yara büyüyerek gözyaşlarına bürünmüş kanıyordu. Yasal kurşunlu adamların binasının beşinci katından atlayıp intihar ettiğini yazıyordu gazete. Yasal kurşunlu adamların şefi, üzgün olduğunu, intiharı önleyemediklerini, yanlış bir yüz ifadesiyle demeç veriyordu muhabirlere.

Hayat anlamsız, her şey bomboş gibi geliyordu anneye. Çocuklar olmasa ne yapardı? Nasıl dayanırdı bunca acıya? Her şey uzun bir zaman dilimine yayılmasına rağmen kocasını unutamıyor, çocuklarının babasız kalmalarına dayanamıyordu.

Yüreğinin derinliklerinde son umudunu da bir gazete kupürüne kaptırmıştı. Her şey sanki bir anda olmuştu. Var ve yok olmak arasındaki o küçük zaman içinde. Çocuklarıyla yalnız başına kalmıştı, kimsesi yoktu. Yalnızlık duygusu ürkütmüştü, içi titredi, ağlamayı bir kat daha artırdı. Kocasının yokluğuna üzülmüştü.

"Yürekli biriydin sen, paylaşmasını bilirdin, yenilmez iraden vardı, seninle gurur duyuyorum. Çocukların da seninle gurur duyacak. Seninle mutluydum ben be adam. Şimdi de gururluyum." Yüreğinden geçenler, dudaklarından odaya yayıldı, oradan açık pencereden dışarıya süzüldü, yıldızlar karşıladı yüreğini.

Anne başını kaldırarak yıldızlara baktı. Yıldızlar da anneye. Anne daha bir güçlüydü kancık yalnızlığa karşı, yıldızlar daha parlak. Yüreği dudağında en dipteki yıldıza bakarak; "Ben bir bahar yeliyim" dedi seslice "kapama pencereni hep derdin bana. Bak pencerem açık. Ama ne esen bir yel kaldı, ne de pencereme gül bırakan bir dost eli."

Sitemim dostlara olsun, tesellim ise... Bir Gün Mutlaka...





NECMETTİN YALÇINKAYA




(Not: Bu yıl İsveç’te birincisi yapılan Tavkirar Şiir ve Hikâye Yarışmasında, "Hikâye" dalında "Bir Gün Mutlaka!" adlı öykü birincilik ödülü almıştır.)




OZAN TELLİ: En Önde Şiir






EN ÖNDE ŞİİR








- rüzgara pranga vuramazsınız-



yeni türküler söyleniyor alanlarda aşk ile
zamanıdır sözcükleri yontmanın
çakmanın çakmak taşını
çoban ateşini yakmanın
siper edip eli göze
geleceğe bakmanın

yıldız yıldıza şavkıyor karanlıkta
uçurumlara atılıyor kuşlar
kavga kuruyor kahırlı karınca katarları yer altında
arılar oğul veriyor ha bire
çelik peteklere lav dökülüyor
burçlara bayraklar dikiliyor
gök kuşağı renginde

bir şiir daha ezberliyoruz nazımdan
gül gibi kokluyoruz ekmeği
sevdayı savunuyoruz
inceliği
incineni
insanı
çekiyoruz sürgüleri
örgüleri söküyoruz
yıkıyoruz yapısını sınırların surların
ateşin ve suyun
amansız gazabıyla

sözcük-sözcük
dize dize
kan ter içinde direniyor şiir en önde
imge kıvılcımları kirpiklerinde kızların
feri söndürülen gözlerin
acısını çığlıklıyor isyancıl analar
ve vurulan delikanlı
hıncını öğütüyor dişleri arasında
kanıyla beslediği kinini saklıyor yarasında
sıkıyor yumruğunu
haklıyız
biz kazanacağız
diyor

aynı suda yüzen farklı balıklar
kardeş ormanlar
destelenmiş harmanlar
zeytin ve defne dalı
ve de güvercin
hangi şiiri esinliyor seherleyin
hangi destanı yazıyor
hangi büyüyü bozuyor
demek tersine de dönermiş dünya
ne güzel

paslanıp çürürken demir ökçe
yeni bir düzen istiyoruz hakça
ve dağda kardelen
düzde lale
birlikte geliyor dile
söylüyor aynı şarkıyı
suları birbirine karışan
denizlerin kentinde

evet
zamanıdır sözcükleri yontmanın
zamanıdır yitirdiğimiz şiiri bulmanın
kardeşliğin kavşağında




OZAN TELLİ



ADNAN DURMAZ: Şifasızdır Katledilen Oğullların Acısı—NEVİN KOÇOĞLU: Ve Ateş…




ŞİFASIZDIR KATLEDİLEN 
OĞULLARIN ACISI





RESİM: ADNAN DURMAZ






yediğin ekmeğin buğdayını baban ekmedi
sofranda can domates kan kiraz baban dikmedi
oturduğun sarayın harcını emmin karmadı
holdinglerin duvarını dayın dikmedi
bu ekmeğin hamurunu anan yoğurmadı
ama hepsi korumak için zulum saltanatını
kan içtiler can yediler tıpkı yoksulun başında bit
naralar attılar yoksulluğa karşı
aslandan daha aslan
itten daha it
hep biz asıldık sustuk
biz boğazlandık-yakıldık-bombalandık
mahpusun duvarları çürüdü yattık ha yattık
sustuk
pustuk
milyonlar size karşı bağırmadı
beynine kurşun sıkılan delikanlıyı ananız doğurmadı

kör bir karanlık yığıldı ha yığıldı tepemize
göz gözü görmez zifiri zindan
koskoca bir mahpus damı kesildi ülke
ev ev –köy köy-meydan meydan
ve inanç tacirlerinde iş ekmek özgürlük günah
yalan üstüne yalan mubah
şimdi kan ter içinde karanlıkta çığlığa dönüyor sessizlik
çünkü karanlığın en koyu yerinden başlar sabah




11.07.2013
ADNAN DURMAZ










VE ATEŞ…









uyanalım güneşin ve karın körlüğünden

mucizeden söz edelim bu gece
tırnaklarımızla kazıp o gömütü
bir şamanın ruhunu giyinmekten bahsedelim

şimalden söz edelim
mızrağın ateşe düştüğü günden
ve ateşin suda açtığı çiçekten

ten coğrafyasında boranı anlatalım
kızıl bir şafağa gebeyken kalbin
geceyi koynunda uyutmanın sabrını söyleyelim

ve Havva’dan haber verelim
çözülmeyen tüm düğümleri kesişini
gözyaşı şişesini o tozlu lahite gömüp
kaburgasından bir çift kanat yaratışını bildirelim

biz sizin sunaklarınızı tek sözümüzle yıktık!




NEVİN KOÇOĞLU