Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Temmuz 2012 Salı

Emeğin Sanatı'ndan 122. Merhaba




Merhaba,

Savaş çığırtkanlığı tüm hızıyla devam ediyor. Artık yeni savaşların karargâhı Genel Kurmay değil düzen gazetelerinin yazı işleri oluyor.

Her gün gazetelerde nefret ve öfke çığırtkanlığı tüm hızıyla devam ediyor. Bir zamanlar “sıfır sorun”la bağrımıza bastığımız Suriye’ye karşı bugün ”sırf sorun” ilkesiyle bıçaklar bileniyor. Emperyalistlerin amigoluğunda her fırsatta ağızlardan kin, nefret, öfke söylemleri bir tükürük gibi fırlıyor.

Daha da ötesi, kendi ülkesine en ağır bir baskı düzeni yaşatanlar, Kürtler üzerine en ağır zulümleri gerçekleştirenler; sanki kendilerini anlatırcasına diktatör Esat’a seslenirken kendi sirkatlerini de dile getirdiklerinin farkında değillerdir.

Sanat ve sanatçıların cenahında,  daha önce yalnızca kendilerine dokunan noktalarda ayağa kalkan sanatçılar, artık her konuda hayata, yaşananlara, yaşatılanlara müdahil olmanın gerekliliğini kavrayarak hayata geçirmeye başladılar. Bu çabaları aşağıda haberler bölümümüzde göreceksiniz.

Şairler için de böyle değil mi? John Berger de öyle diyor: “Korkunç canavarlıklara karşı dünyada en kesin biçimde karşı duran güç, şiirdir. Bu yüzden fırtınaların saati aynı zamanda şiirin de saatidir.”

Yaşanan bunca yıkıma, kırıma, karalamaya, karamsarlığa karşın hâlâ şiir okunuyor. Okurlar hâlâ ona insan olduğunu, öteki insanların eşiti olduğunu duyumsatıp yüceltecek okunacak şiir bekliyor.  Emeğin şairleri görev başına!

Emeğin Sanatı E-Yayınevi 30. e-kitabını yayınladı. Bu konuda öteden beri tıkanan, kapanan, ancak parayla açılabilen yayın yollarını özgürce açıverdi emekten yana şairlere, yazarlara…

Bu konuda en önemli tespitlerden birini şair Serkan Engin yapıyor: ”Onurunuza sahip çıkın, kendinizi inek gibi sağdırmayın, paranızı bu vampir yayıncılara kaptırmayın. Hiçbir edebiyat erkine mihnet etmenize gerek yok zaten. Eğer eserleriniz nitelikliyse, tarih sizi er geç hakettiğiniz yere koyar ve yayın tekellerini yıkma olanağı sağlayan internet sayesinde bugünden yarına sayıları artarak okurlarınıza ulaşabilirsiniz de."


EMEĞİN SANATI


NOT: EMEĞİN SANATI E-DERGİ, TEMMUZ – AĞUSTOS AYLARINDA AYLIK OLARAK YAYINLANMAKTADIR.


BU SAYININ SAVSÖZÜ


Bağımlı şiir, bağımlı sanat, bağımlı edebiyat… güdümlü şiir, güdümlü sanat, güdümlü edebiyat… Dışarıdan ve doğrudan etki altında tutulan bir sanat, hele siyasal baskılarla yönlendirilmek istenen bir sanat elbette düşünülemez. Şiir de… Diyelim böyle bir durum söz konusu. Bu bağımlılık, güdümlülük, yönlendirme bir yönetim aracılığıyla da olabilir, bir “akçalama” siyasetiyle de. Şair eğer istiyorsa ya da kendini görevli sayıyorsa yönetimlerle savaşa girişebilir. Sessizliği, susmayı da seçebilir.  Ama istese de istemese de şiiri “akçalanıyorsa” daha doğrusu para ediyorsa ve bu yol sürekli yeni parasal olanaklara doğru açılıyorsa? Bu “olamaz” bir durumdur. Şiir para etmez! Şairin derdi parayla değildir.  ERAY CANBERK(Yazko Sanat Ortak Kitap/1984)        


YAŞAM VE SANATTA
1 AYIN İZDÜŞÜMÜ

SANATIN TAŞERONLAŞTIRILMASINA
GEÇİT YOK!



Siyasi iktidar, kamuya ait olan doğal varlıklar, ormanlar ve biyoçeşitliliği sermaye gruplarının rant alanına sunuyor. Sermayenin aç gözlülüğü ve rant hırsı yüzünden doğa, geri dönülmez bir biçimde tahrip ediliyor. HES projelerinin yenilenebilir enerji kaynağı olamayacağı, doğal yaşam alanlarına geri dönüşümsüz zararlar vereceği, bilimsel raporlar ve yargı kararlarıyla ortaya konulmasına rağmen HES projeleri devam ediyor. Oysa 2007 yılından bu yana yürütülen HES çalışmalarının doğayı nasıl yağmaladığı, nasıl hoyratça tahrip ettiği, Uzundere ve Çiğdemli HES projeleri uygulamalarında ortaya çıktı.

HES ve benzeri projeleri hayata geçirmek için ulusal ve uluslararası sermaye guruplarının yanında yer alan siyasi iktidar, Trabzon Solaklı’da Karaçam-Köknar köylülerine baskı ve şiddet uyguluyor. Solaklı deresinin ticaretleştirilmesine karşı direnen, yaşam alanlarını korumaya çalışan bölge halkının haklarını arama mücadelesini engellemek için siyasi iktidar, mülki amirleriyle, kolluk güçleriyle, şirketlerin özel güvenlik güçleriyle halkın üzerine biber gazı sıkarak ve copla müdahale ederek halkı sindirmeye çalışıyor.

Trabzon Solaklı’da Derebaşı Enerji şirketi, kurduğu şantiyede çalışmalarına jandarma koruması ile devam ediyor. Şantiyeye giden yollar jandarma tarafından kesiliyor ve sivil halkın yoldan geçmesi engelleniyor.
Trabzon Solaklı’da Derebaşı enerji şirketi’nin en büyük hissedarı ve gerçek sahibi olan Şekerbank, bir yandan doğayı geri dönülmez biçimde tahrip eden Hes projelerine soyunuyor diğer yandan doğaya karşı ne kadar duyarlı olduğunu göstermek için ekoloji temalı sergiler düzenliyor. Sermayenin bu iki yüzlü tavrına sanat alet ediliyor.

Akbank’tan Şekerbank’a transfer olan taze küratör Prof. Dr. Ali Akay, Açık Ekran Yeni Medya Sanatları Galerisi’nde, insan ve doğa ilişkisini ekosistem üzerinden sorgulayan bir sergi düzenliyor. Liberal bir politika üzerinden sermayeyle dans eden küratör; bir yandan “Ekoloji dünyadaki tek ortak önemli sorunumuz” söylemini devam ettiriyor diğer yandan ekoloji düşmanı bir projeyi hayata geçirmeye çalışan Şekerbank’ın bu çifte standardına araçsallık ediyor.

Kendisini savunurken de “ne yapalım yani bir tek Şekerbank mı böyle yapıyor, diğer sermaye grupları da böyle yapıyor” diyerek önümüze bir örneklendirme listesi sunuyor. Küratörün bu tutumu sermayenin rant hırsı yüzünden yaptığı her türlü sömürüyü örtbas etmek için sanatı taşeronlaştırmasına hizmet etmekten başka bir işe yaramıyor.

Üstelik sermaye bu tutumuyla sadece kendisini temize çekmek için sanatı araç olarak kullanmakla kalmıyor aynı zamanda sanat yapıtlarının eleştirelliğini, öne sürdüğü ideolojiyi de meta haline getirerek pazarlıyor ve sanat eleştirisinin içini boşaltıyor.

Sermayenin bu iki yüzlü tavrına vize veren küratör, sanatçının ve küratörün sorumluluklarını, sponsorluk ilişkilerini, sanatın toplumsal rolünü yeniden sorgulamamıza neden oluyor. Küratörlerin ve sanatçıların birlikte çalışacakları kurumlara yönelik titiz bir sorgulamaya girmeleri gerektiğinin önemini ortaya koyuyor.

Sermayenin doğa sömürüsüne, Trabzon Solaklı’da Karaçam-Köknar köylülerinin yaşam hakkını gasp eden icraatlarına, sanatın taşeronlaştırılmasına izin vermeyeceklerini söyleyen sanatçılar bir araya gelerek konuya ilişkin tepkilerini bir basın bildirisi ve imza metniyle kamuoyuna duyurdular.

Sanatçıların basın duyurusu şöyle;

Şekerbank'ın Doğa Düşmanı Projeleri İçin Sanatı Araçsallaştırmasına Hayır!

“Şekerbank'ın Doğa Düşmanı Projeleri İçin Sanatı Araçsallaştırmasına Hayır!
Trabzon Solaklı DEREBAŞI HES projesinin en büyük hissedarı ve gerçek sahibi olan Şekerbank, “çevre duyarlılığına yönelik çalışmalarını” Açıkekran Yeni Medya Sanatları Galerisi’nde düzenlediği sergilerle çağdaş sanat alanına taşıyor!

Trabzon Solaklı Vadisi Karaçam-Köknar köyleri mevkiinde Hes projesiyle köylülerin ve tüm canlıların yaşam alanlarını ellerinden alan, doğayı ve ekolojik sistemi tahrip eden, yatağında akan dereyi yok edip suyu ticarileştiren, bir yaşam alanını bütünüyle katleden Şekerbank, ekoloji konulu sergileriyle “farkındalık yaratmaktan” söz ediyor.
Biz zaten farkındayız: Doğa ve insan düşmanı şirketlerin reklam kampanyalarında sanatı taşeronlaştırdıklarının farkındayız. Sanatçıların suç ortaklığına sürüklendiğinin farkındayız. Bu şirketlerin insanı, doğayı ve sanatı umursamadıklarının farkındayız. Trabzon’da jandarma ve polisin uyguladığı acımasız şiddetin, İstanbul’da Şekerbank’ın açık ekranında sergilenen sanatla bağının farkındayız. Ve bu utancın parçası olmayı reddediyoruz.

Sanatçılar ve sanat alanının emekçileri olarak bu ve benzeri ikiyüzlülükler için araçlaştırılmayı kabul etmiyoruz. Türkiye’de süren özgürlük ve yaşam mücadelelerinin farkındayız ve onların bir parçasıyız. Şekerbank yatırımlarının değil, hepimizin yaşamı için savaş veren Karaçam-Köknar köylülerinin yanındayız

Şekerbank ve benzeri şirketlerin, doğayı metalaştıran ve yaşamı yok eden projelerini bizleri kullanarak meşrulaştırma çalışmalarına ortak olmayacağımızı bildiririz.

İmzacı olarak destek olmak için ad ve soyadınızı solaklilarinyanindayiz@gmail.com e-posta adresine gönderebilirsiniz.”

150’den fazla sanatçı kampanyaya imzalarıyla destek verdiler.(LÜTFİYE BOZDAĞ)


EMEĞİN SANATI E-YAYINEVİ 30. E-KİTABINI YAYINLADI


Emeğin Sanatı E-Yayınevi, emekten yana yeni bir aydınlanmanın öncülüğünü yapıyor.  E-Yayınevi, yayına geçtiği Ocak ayından bu güne 23 şiir, 4 anlatı, 3 düşünce e-kitabını okurlarıyla buluşturdu.

Son olarak da şair, yazar Adil Okay’ın tek perdelik oyunu “Cumartesi Anneleri”; şair Abdullah Oral’ın şiir kitabı “Umut Her Şeydir”, şair, Duran Aydın’ın şiir kitabı: “Gölgemi Sildin Gölgenden”, şair Gönül Ülkü Dilek’in şiir kitabı “Ah”, şair Mehmet Girgin’in “Ceviz Düşü”, dergimiz editörü Ali Ziya Çamur’un Emeğin Sanatı ilk 100 sayı sunu yazılarından oluşan “Emeğin Sanatı Yazılar” okurlara ulaştırıldı…

Emeğin Sanatı E-Yayınevi, ticari tuzaklara kapılmadan eserlerini okurlarla karşı karşıya getirme çabasındaki —emekten yana— şair ve yazarlara kapılarını açıyor. Dileyen kitabı flaş programıyla yüklendiği sayfadan okuyabiliyor. Dileyen “http://issuu.com”a üye olarak kendi bilgisayarına indirebiliyor.

Emeğin Sanatı E-Yayınevi tarafından yayınlanan e-kitaplara “http://emeginsanatie-yayinevi.blogspot.com/” ya da doğrudan “http://issuu.com/emeginsanati” adresinden ulaşılabilmektedir.


ŞAİR VE ÇEVİRMEN ANIL MERİÇELLİ’Yİ YİTİRDİK…        


Bir dönem dergilere şiirleriyle ve şiir çevirileriyle renk katan şair, çevirmen Anıl Meriçelli Temmuz ayı içinde sessiz sedasız sonsuzluğa göçtü. İki arkadaşı Ülkü Tamer ve Refik Durbaş arkasından yazılar yazmasa kimsenin de haberi olmayacaktı.

Yeditepe, Varlık, Yenilik, Pazar Postası, Dost, Yelken gibi dergilerde şiir, çeviri ve sanat yazıları yayımlandı. İngiliz-Amerikan şiirlerinden birçok çeviriler yaptı. Uzun süren suskunluktan sonra, çeviriler ve şiirleriyle edebiyat dünyasına geri döndü. Amerika'lı şair Emily Dickinson'un seçilmiş şiirlerinden oluşan bir kitap yayınladı.

Kendi şiirlerini üç  kitapta yayınladı: Mayıslara Açılan Kapı (1964), Yüzün Bir Yalnızlıktır Yüzümde (1971), İstanbul Gözlerimin Ucunda (1996), Aşk Şiiri (1997)… Ayrıca, Çağdaş İngiliz-Amerikan Şiiri (1968), Kırmızı Kırmızı Bir Güldür Aşkım (Batı şiirinden örnekler, 1997), Umutsuz bir Aşkın Şairi Emily Dickinson'dan Seçilmiş Şiirler (1998), Modern İngiliz Amerikan Şiiri Antolojisi (1999) adlı çeviri şiirler, seçkiler yayınladı. Ezra Pound, e.e. Cummings, W.H. Auden, Arshi-bald Macleish, Edwin Butler Yeads, Christina Rosetti, Dennis Brutus ve Marry Mills gibi şairlerin şiirlerini Türkçe'ye çevirdi. Roman çevirileri de yaptı.

ŞİİR

Günün en yorgun saatlerinde
Şiir
Gözlerindeki ürperti gibidir

(Gökyüzünün aynasıdır gözlerin
Günün en yorgun saatlerinde)

Sünger avcılarının aradığı
Bulanık su diplerindeki
Kirli elleri kirli dudaklarıyla aradığı
Şiir

Irmağın kıyısındaki şehir
Nasıl uyanırsa geceden
Geride kalan bakışlarınla
Mevsimleri mevsim yapan
Şiir

Günün en yorgun saatlerinde
Gözlerindeki yangın gibidir.

ANIL MERİÇELLİ


20. HÜSEYİN ÇELEBİ ŞİİR VE ÖYKÜ ETKİNLİĞİ...

Bu sene 20.si gerceklestirilecek Hüseyin Celebi Şiir ve Öykü Etkinliğine katılımlar başladı.

Tertip komitesinden yapılan açıklamada şu sözlere yer verildi: “Kurucu üyemiz sevgili Hüseyin Çelebi’nin şiire ve edebiyata olan ilgisini, yine onun insana ve özgürlüğüne olan tutkusuyla birleştirmek amacıyla gerçekleştirilen bir etkinlik... Bu etkinlik, eserlerin yarıştırıldığı bir etkinlik olmaktan daha ziyade, duyguların, düşünlerin sınırlar aşarak kucaklaşmasına, onların ortak bir platformda buluşturulmasına fırsat vermekte. Kimi kez bir mahkûmun bir isyanının, özleminin dili olmakta şiirlerimizin, öykülerimizin dili; kimi kez de bir akşam serinliğinde, coğrafyamızın herhangi bir nehrinin kıyısında oturmuş bir çiftçinin yorgun sesi. Çoğunluğu Mezopotamya ve Anadolu coğrafyasından zindanları, sınırları, ülkeleri ve postacıları aşıp bize ulaşan her mektupta farkına vardığımız, sesine kulak verdiklerimizin aslında onlarca öğrenci, emekçi, anne, savaşçı, memur, yani yüzlerce insan... Bazen öykü diye yazılmış yaşam öykülerine rastladık; bazen de usta bir kalemin içimize işleyen sözcüklerine… Her duygunun yansıtıldığı böylesi bir etkinliği bizde her yıl yeni bir heyecanla işin içine girmekteyiz.

Her yıl değişik bir secici kurul ile etkinliğimizi büyütüyor ve yeni isimler katmaktayız. Etkinliğimiz şiir ve öyküde Kürtçenin Kurmanci, Dimilki ve Sorani lehçeleri ve Türkçe dillerinde yapılmakta.”

Kürdistan Öğrenciler Birliği'nin (YXK) organizesiyle düzenlenen 20. Hüseyin Çelebi Şiir ve Öykü Etkinliği için başvurular 1 Temmuz itibaren başladı ve 15 Ekim 2012 kadar devam edecektir. 20. Hüseyin Çelebi Edebiyat Ödülleri 17 Kasım 2012 Almanya Bochum şehrinde yapılacak Ödül Töreninde açıklanacaktır.

Katılım dili Kürtçe (Kurmanci, Dimilki, Sorani) ve Türkçe’dir. Eserler daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış olmalıdır. Katılımcılar etkinliğe şiir dalında 2, öykü dalında 1 eserle katılabilirler. Katılımcılar eserlerini kısa özgeçmiş ve ilişki adresleriyle birlikte en geç 15 Ekim 2012 tarihine kadar beyaz kâğıt üzerine okunaklı bir şekilde yazıp aşağıdaki adrese, olanakları olan katılımcıların ise eserlerini e-mail üzerinden ulaştırmaları gerekmektedir.

Etkinliğin seçici kurullarında:
Kürtçe şiir dalında: Cemil Denli, Dilşa Yusuf,Irfan Amîda; Türkçe şiir dalında: Şükrü Erbaş, Hicri Izgören, Halil Ibrahim Özcan; Kürtçe öykü dalında: Lukman Mahmud-Suleymani,Yusuf Bilgic, Fevzi Özmen; Türkçe öykü dalında: Esra Çiftçi, Ayşe Düzkan,Şehmus Diken; Dimilki öykü ve şiir dalında: Kamer Söylemez, Mehmet Çetin, Ilhami Sertkaya; Sorani öykü ve şiir ve Hikayeler: Serkewet Resul, Awat Mihemed,Hosheng Shex Mihemed  yer almaktadır.

Eserler, aşağıdaki posta adresine ya da doğrudan e-mail adresine gönderilecektir:
Edebiyat Etkinligi Literaturfestival , Postfach 10 10 26, 44010 Dortmund/Almanya


HOMEROS EDEBİYAT ÖDÜLLERİ
2012 TARIK DURSUN K. HİKÂYE ÖDÜLÜ…

Karşıyaka Belediyesi tarafından 2003 yılından bu yana verilen Homeros Edebiyat Ödülleri bu kez Tarık Dursun K Hikâye Ödülü olarak düzenlendi.

Ödül, herkese açıktır. Yarışmaya katılacak hikâyeler için tema sınırlaması yoktur. Ödüle katılım, hiçbir yerde yayımlanmamış, özgün tek hikâye ile yapılacaktır. Hikâyelerde sayfa sınırlaması yoktur. Yarışmaya katılacak dosyalar bilgisayarda yazılmış olmalıdır.

Ödül, birincilik 1500 (binbeşyüz), ikincilik 1000 (bin), üçüncülük ise 750 (yediyüzelli) TL’dir. Seçici kurul uygun gördüğü takdirde ödülü bölüştürebilir. Ödüle son başvuru tarihi 31Temmuz 2012 günüdür. Ödül, Türk Dil Bayramı etkinlikleri çerçevesinde; Eylül 2012 ayının son haftası açıklanacaktır.

Ödüle katılanların hikâyelerini 7'şer adetini, özgeçmişleri, adresleri, e mail ve telefonlarını içeren bir başvuru yazısı ile  “Karşıyaka Belediyesi Kültür Müdürlüğü”, Tarık Dursun K. Hikâye Ödülü, Bahriye Üçok Bulvarı No:5, 35600 Karşıyaka – İZMİR adresine APS, kargo, taahhütlü posta ile göndermeleri ya da elden teslim etmeleri gerekmektedir.

Ödülün seçiciler kurulunda, Özcan Karabulut, Sezer Ateş Ayvaz, Jale Sancak, Faruk Duman, Veysel Çolak bulunmaktadır. Ödül hakkında bilgi edinmek için:  Melih Elhan (Ödül Sekreterliği) Tel: 0232 3994089 (Hafta içi 08.00 – 17.00) (EDEBİYATHABER.NET)


MELİH CEVDET ANDAY ŞİİR ÖDÜLÜ
HÜSEYİN YURTTAŞ ve İSMAİL UYAROĞLU'NUN

Melih Cevdet Anday'ın anısına Türkiye Yazarlar Sendikası ve Muğla Ören Belediyesi işbirliğiyle bu yıl yedincisi düzenlenen "Melih Cevdet Anday Şiir Ödülü"ne "Sevgiler Kanarken" adlı kitabıyla Hüseyin Yurttaş ve "5-7-5'ler" adlı kitabıyla İsmail Uyaroğlu değer bulundu.

Seçici kurul; Doğan Hızlan, Egemen Berköz, Eray Canberk, Sennur Sezer, Leyla Şahin, Refik Durbaş ve Enver Ercan'dan oluşuyordu(EDEBİYATHABER.NET)


ÜMÜŞ EYLÜL KÜLTÜR VE SANAT DERGİSİNİN 4. SAYI ÇIKTI:


Tekirdağ Cezaevinde devrimci tutsaklar tarafından 3 ayda bir yayınlanan, elle hazırlanıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür Sanat Dergisinin Temmuz-Ağustos-Eylül 4. sayısı yayınlandı.

Ümüş Eylül Kültür Sanat Dergisi; “Ölüm Orucu Direnişi”ne Ümraniye Cezaevi'nde 1. ekiple başlayan, 19 Aralık katliamından sonra direnişini Kartal Özel Tip Cezaevi'nde sürdüren, daha sonra Kartal Devlet Hastanesi'ne kaldırılan, direnişine hastanede de devam eden, durumunun ağırlaşması üzerine tahliye edilen, tahliye edildikten sonra direnişini Küçük Armutlu'daki direniş evinde sürdürürken 14 Eylül 2001’de orucun 330. gününde sonsuzluğa göçen Ümüş Şahingöz’ün anısını yaşatmak amacıyla yayınlanmaktadır.

Hasan Şahingöz’ün hazırladığı dergide; tutsaklardan Fırat Deniz’in, H. Mahmut Kurhan’ın, Ümüş Şahingöz’ün, Metin Aydemir’in, Wahap İlhan’ın, Adil Okay’ın şiirlerine Hasan Şahingöz’ün, Mülkiye Sunar’ın öykülerine, Cengiz Ayar ve Vedat Özdemiroğlu’nun denemelerine, Barış Tosun’un mektubuna, biyografi yazılarına ve çizimlere yer verilmektedir.

Ümüş Eylül Kültür ve Sanat Dergisini aşağıdaki adresten okuyabilirsiniz:
http://issuu.com/umuseylul/docs/_m___eyl_l-4?mode=window&backgroundColor=%23222222


BİR AYDINLIK ÖNCÜSÜ: TEVFİK FİKRET...


Yazınımızın öncülerinden, çağdaş şiirimizin ilk önemli adlarındandır Tevfik Fikret. Zaman zaman gözden uzak tutulan bir yönü daha var ki Tevfik Fikret’in, bütün özelliklerinin de üstüne çıkar. Yazında ve düşün alanında akıl ve bilim bileşiminin şiire ilk dökücüsüdür Tevfik Fikret. Belki şiirsel yönü tartışılsa da çağdaş uygarlık düşüncesindeki öncülüğü tartışılamaz.

15 Ağustos 1915’de yitirdiğimiz bu büyük insanın düşünceleri, hâlâ tazeliğini korumakta, ortak özlemlerimizi dillendirmekte.       İşgal ve baskı yıllarında yazdığı “SİS” şiiri, günümüzde yaşadıklarımızla uyuşmuyor mu? Günümüz Türkçesinden bir göz atalım  şiire:
“Ey kişiye dokunulmazlık ve özgürlüğe yakın
Bir soluk alma hakkı veren yasa efsanesi;
Ey gerçekleşmeyen söz, ey sonsuzca kesin yalan,
Ey mahkemelerden durmaksızın sürülen hak;
Ey kuruntuların saldırısıyla duyguları bitkin
Vicdanlara uzatılan gizli kulak;
Ey dinlenme korkusuyla kilitlenmiş ağızlar;
Ey ulusal çaba ki nefret edilmiş ve horlanmış;
Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasal tutuklu;
Ey eğilmiş baş, ki akpak, ama iğrenç....”

Tevfik Fikret’in işgal yıllarındaki bu çığlıklarına kim kulak tıkayabilir.  Kuşkusuz onun şiirlerinde, sadece olumsuzluklara yükseltilen gür bir ses değil, kurtuluş içinde gidilmesi gereken yolu gösteren dersler vardır. “Sis” şiirinin ardında yazdığı “RÜCU” (geriye dönüş) şiirinde birliğe, yükselmeye, çalışmaya mutluluğa koşmamızı öğütlerken, bu konuda adımları doğru atmanın, yolun kısalmasının yürüyüşteki düzene bağlı olduğuna dikkat çeker.

Her yaşanan olumsuzluğun ardından güzelliklerin geleceği inancı vardır Fikret’te. Umutsuz, karamsar değildir asla. “SABAH OLURSA” şiirinde her karanlığı boğan bir aydınlığın muştusunu verir. Evet, sabah olacaktır. Kıyamete dek sürmez gece. Sonunda bu mavi gök, güneşini gerer üstümüze. Ve seslenir:
"Siz ey yarının uzayının küçük güneşleri,
Artık birer birer uyanın!
Ufukların sonsuzca bir özlemi var ışığa.”
Aydınlanma... Yüzyılımızın işte emellerinin özü;
Silin bu bulutları, silkin korkunun gölgelerini,
Aydınlık içinde koşun şükredilecek bir kurtuluşa.
Umudumuz bu; ölürsek biz, yaşar mutlak
Vatan sizinle, şu zindan karanlığından uzak!"

Bugün de yaşadığımız çelişkileri, “HALUK’UN AMENTÜSÜ” şiirinde o günden sezer, çıkış yollarını açar. Tüm dünyayı vatanı, insanoğlunu ulusu kabul eder. Kör inançların cehenneme çevirdiği dünyayı aklın ve bilimin kılavuzluğunda insanların cennete çevireceğine inanır.  Bugün de dünyamızın yüzünü kana bulayan savaşlar, kırımlar, yıkımlar arasında tüm insanlığın kardeşliğini düş olarak görse de, bu düşe, yürekten inanır. Kârın şiddeti, şiddetin kanı beslediği çağımızda düşmanlıkların kanla sönemeyeceğini vurgular. En büyük sihirbaz olarak kabul ettiği aklın mucizeleri önünde,  boş inançların egemenliğinin ancak bir saman alevi kadar parlayacağına inanır.

Tevfik Fikret, “PROMETE” şiirinde, karanlıklar içindeki hastalıklı vatanda kurtuluş ve aydınlanma için gereçk yolu gösterir:
"Bir gün açarsa gözünü şu hasta vatan,
Ne varsa yüklen getir bilimin dört bucağından,
Gelecek günlerin meçhul elektrikçisi
Aydınlığa, bolluğa susamış halkın.
Uyuşukluğu yok eden ne varsa getir,
Yüreği, özü, kafayı besleyen,
Durma, onlara can ver, can!"

Fikret, geleceğin aydınlık günlerinin özlemiyle uyarır, uyandırır, yöneltir, yönlendirir. Ama kendi adına tek bir beklentisi yoktur:
"Ne bir bağış beklerim kimseden,
Ne kol dilenirim, ne kanat,
Kendi göklerimde kendi kendime uçar giderim.
Bana eğilmek, boyunduruktan bile ağır.
İşte böyle bir şairim ben,
Tepeden tırnağa özgür!"

Tevfik Fikret, 1800’lü yıllardan 1915’e değin karanlığın içindeki bir deniz feneri gibi ışıtmış, uyandırmış;  toplumsal aydınlanmanın öncülüğünü yapmıştır.  Bu nedenle, her okunuşunda Fikret’ten öğrenilecek çok şeyler vardır. her şeyden önce de “Kıran da olsa kırıl sen, / Fakat eğilme sakın!” diyen bir aydın onuru.


13. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE CAN BABAYA BİN SELAM!


Hazzın, özgürlüğün, yola gelmezliğin, devrimi şenlik olarak görmenin, arzuları patlatmanın, imgelemi zıplatmanın, sürreel şairi Can Yücel’i aramızdan ayrılışının 13. yıldönümünde saygıyla selâmlıyoruz.

Can Baba, küfürbazlığı, delibozukluğu, dili yarıp yarıp yeniden kurmasıyla Türk dilini candan yücelten, şair kimliğini de sallamayan çağdaş bir Shakespeare idi. Fındık kadar beyni olanlarla, edebiyatı öyle canlarının istedikleri gibi çekiştirebilecekleri bir oyuncak zannedenlerin hiç bir zaman anlamalarının mümkün olmadığı kocaman yürekli bir şair oldu hep.


 BESİK DÜRTMESI


Kuzu gibi olun diyorlar
Büyüyüp ortaya çıkınca
Koyun gibi gütmek için sizi


CAN YÜCEL


ABDÜLKADİR BULUT’UN  ŞİİRLERİ
TOROSLARDAN DÜNYAYA YANKILANIYOR HÂLÂ…

Lirik, lirik olduğu kadar da toplumsal duyarlıkları duyan ve duyumsatan Abdülkadir Bulut, 42 yıllık yaşamına karşın Türk Edebiyatında taklit edilemeyen önemli bir iz bıraktı.

Abdülkadir Bulut, bir Akdeniz çocuğu olup 1943 yılında Anamur'da, Dragon Çayı'nın kıyısındaki Akine köyünde doğdu. Çocukluğu ve ilk gençliği bu coğrafyada geçti. Torosların insanını, çiçeğini, ağacını, börtü böceğini yerelden evrensele uzanan bir çizgide kendi özgü bileşimi oluşturan; onun devrimci tavrı şiirle özgünlükten ödün vermeksizin buluşturan ve Torosların insanını coğrafyası, florası ve faunasıyla birlikte vermesiyle kısa süren yaşamında kolay kolay silinemeyecek bir iz bıraktı.

Her ne kadar Cemal Süreya, ona yaptığı  "Kasabalı Lorca" yakıştırması üzerine sıkıca yapıştırılsa da, “kasaba”nın sosyo ekonomik ve toplumbilimsel yapısını göz önünde tuttarsak, dağların, yaylaların, kırların yörük çocuğunun "kasaba"lılıkla hiçbir ilgisi olmadığını görürüz. “Kasaba” yerleşik yaşamı ve köylüleri her alanda sömüren mütegallibe yaşamını simgelemektedir. Kasaba bağnazdır. Kasabalılık kırsaldan kente geçiş aşamasıdır. Çoğunlukla üretmez, üreten köylünün alın teri üzerinden para kazanır.  
Bu yapıyla Abdülkadir Bulut arasında hiçbir yakınlık yoktur. Tam tersine yazdığı şiirlerde kasabalı yaşamına dair iğnelemeler yapar: “Bir kalıp sabuna 45’lerde / Anaç bir tavuk veren / Anamur’un bayır köylüleri / Artık anlatmak sırası sizde / Beni elden duyalı beri / Selâmı sabahı kesseniz de”  “Hey Akpınar pazarı / Eşrafın otlu koyağı / Elma erik sepetleri tekmelenen / Ve kelimeleri uzatarak konuşan Aşağı ve yukarı İğnebollu / Güzelim Ermenek köylüleri”

Abdülkadir Bulut, salt Lorca’yla anılamaz elbette. Kendisi gibi yaşama dair, şiire dair sağlam izler bırakmış Ritsos, Neruda ve benzeri devrimci dünya ozanlarıyla aynı dokudan, yürektendir.

Abdülkadir Bulut Devrimci tavrı ve hayata bakışıyla yüreğini halkına adayan, gönlü uçurum, alnı sarp kayalık, korkusuz bir yiğitti. Ve 8 Ağustos 1985 tarihinde, yaşamının en verimli döneminde, trajik bir trafik kazasında onu yitirdiğimizde henüz 42 yaşındaydı. Zamansız ölümünü, yalnız ailesi, halkı ve yakın dostları için değil, bütün Akdeniz ve Türk edebiyatı için de acı bir kayıp sayıyor; ölümünün 27. yılında onu özlemle anıyoruz.

Suların şairi, sularla arkadaş Abdülkadir Bulut’u, sulara, derelere, çaylara kelepçe takma derdindeki HESlere karşı verilen onurlu mücadelede bugün daha iyi, daha yoğun anlıyoruz, algılıyoruz artık.



BEKİR YILDIZ, ESERLERİYLE TOPLUMSAL HAYATIMIZA
AYNA TUTMAYA DEVAM EDİYOR...

08 Ağustos 1998’de yitirdiğimiz Bekir Yıldız, öykümüze ve romanımıza getirdiği yeniliklerle edebiyatımızı zenginleştirdi; sosyalist gerçekçi öykünün silinmeye yüz tutan izini derinleştirdi ve insanla sanatı buluşturdu. Bu buluşma ile edebiyatımızda, insanlık trajedisini anlatmadaki ustalıkla var olan Bekir Yıldız gerçeği doğdu. Bu gerçeklikteki anlatım ustalığı; söz cambazlıkları ve sözcük oyunlarıyla metnin anlaşılmaz kılınmasından değil; aklın ve gönlün titremesini sağlayan bir estetik yoğunluktan ve insani sıcaklıktan kaynaklanmaktadır.

1933 yılında Urfa'da doğan Bekir Yıldız, 1970’li yıllarda art arda çıkardığı, Güneydoğu gerçekliğinin farklı yönlerine ışık tutan öykü kitaplarıyla edebiyatımızda önemli bir yer kazandı.  1980’den sonra kendi yaşamından yola çıkarak aile dramlarını işleyen roman ve öyküler yazdı. Almanya’da işçilik yaparken edindiği izlenimlerle Almanya’daki Türk işçilerinin sorunlarını irdeledi.

Kendi yaşam öyküsünden yola çıkarak yazdığı Halkalı Köle’deki gerçekçilik anlayışı kimi çevreleri rahatsız etti. Bu roman çerçevesinde uzun tartışmalar yapıldı. Öykü ve romanlarından bazıları senaryolaştırarak filme çekildi.

Yazar kimliğinin kazanılmasındaki özgünlük, öncülük, yaratıcılık, etkileyicilik, zamana karşı direniş gibi özelliklere sahip olan Bekir Yıldız yapıtları, edebiyatımızın kıvanç duyulacak yapıtları arasındadır. İnsan damarıyla, insani özle, insan duygularıyla, insanlar arası ilişkilerle, insanın doğayla ilişkileriyle, insanın makinelerle ilişkileriyle dolu olan ve kendi deyişiyle, “süte su katmayan” bir yazar olan Bekir Yıldız gerçekliği, edebiyatımızın dünden gelip yarına gitmekte olan serüveninde önemli bir buluşma noktasıdır. Yaratıcı ve öncü bir yazar olarak edebiyat halkasını doğru yakalamış olan O’nun bu halkayı yakalayışının gizi, kendi deyişiyle, “yaşantı, emek ve içtenlik”ten kaynaklanmaktadır. Edebiyatımızda Bekir Yıldız gerçeği, “Gerçekleri yoğurup dinamit haline getirmeye” çalışan bir yazarın, bu doğru yaklaşımının başarısıdır. “Yeşermemiş umutların, yaşanmamış sevgilerin, verilmemiş hakların alacaklıları yanında olmak.” kaygısıyla yazan bir yazarın edebiyatımıza kattıklarıdır.

8 Ağustos 1998’de yitirdiğimiz büyük yazar, roman, öykü, röportaj ve yazılarıyla birlikte 21 dev yapıt bıraktı arkasında: Arılar Ordusu, Beyaz Türkü, Demir Bebek, Evlilik Şirketi, Harran, Kara Vagon(May Edebiyat Ödülü), Kör Güvercin, Mahşerin İnsanları, Ölümsüz Kavak, Reşo Ağa, Şahinler Vadisi, Kaçakçı Şahan (1971 Sait Faik Hikaye Ödülü), Ve Zalim Ve İnanmış Ve Kerbela, Yargılayan Zaman İçinden Konuşmalar, Yazılar, Sahipsizler, Dünyadan Bir Atlı Geçti, Halkalı Köle, Yaman Göç, Aile Savaşları, Bozkır Gelini…

“Kızcağız çardağın gölgesinden istemeye istemeye çıkıp, güneşin kavurduğu çıplaklığa kendini bıraktı. Ve ardından Atiye Bacı kızının getirdiklerini yemeye koyuldu. Lokmalar boğazında sıralandı. Kaymadı, düşmedi aşağıya. Aklı Fato’sundaydı. Aklı Hasso’sunda, Hüsso’sunda, Ayşo’sunda, Abo’sundaydı… toprağı terk edip çocuklarına koşmak istedi.. Fakat toprak sanki elini kaldırıp: “Ekmek,” diye duralatıyordu kadını… Ya çocuklarıyla bir arada olmak, her şeyini onlara vermek ya da onlardan uzak kalıp topraktan söküp alabildiklerini çocuklarına ulaştırmak… “


HARUN ARKADAŞ, BİLİNCİMİZDE YAŞIYOR!

68 Gençlik hareketinin en önemli gençlik önderlerinden Harun Karadeniz’i ölümünün 37 yıldönümünde saygıyla anıyoruz.

Harun Karadeniz’in, diğer 68’li gençlik önderlerinden önemli farkı, düşünsel ve kuramsal olarak kendini yetkinleştirmesidir. MDD’ciliği eleştirerek bu hareketin açılımı olan gruplardan uzak durarak devrimci gençlik hareketi ve TİP içinde mücadelesini sürdürdü.

Devrimci mücadele içinde öncü sorumluluklar almasının yanı sıra düşünsel araştırma ve çalışmalarını da sürdürdü. Bu dönemde “Kapitalsiz Kapitalistler” ve “Eğitim Üretim İçindir” adlı iki önemli kitap yayınladı.

12 Mart faşizminin zindanlarında kansere yakalandı ama tedavisine izin verilmedi. Cezaevinden çıktıktan sonra kanserli hücre neredeyse her tarafa yayılmıştı. Yurt dışında tedavi olanağı doğdu ama bu sefer de pasaport vermediler. Pasaport verdiklerinde ise iş işten geçmişti artık.

Bu dönemde ölümüne kadar 68 gençliğinin eylemlerini canlı tanıklığıyla anlatan “Olaylı Yıllar ve Gençlik” kitabını yazdı. Daha sonra da “Yaşamımdan Acı Dilimler” adlı otobiyografik kitabını yayınladı. 15 Ağustos 1975’de 33 yaşında aramızdan ayrıldı.

Anısı kavgamızda hep bizimle olacak!

"Kuştu, en gencimizin göğsünde ürperen
Kilitlendikçe üreyen sevgi,
Kitaptı, fabrikada, tarlada, mapushanede
Okuduk Harun arkadaşın direncinde
Ey adını beraberliğimizden alan öğreti."  (ŞÜKRAN KURDAKUL)


FİLİSTİN’İN GÜRLEYEN SESİ MAHMUT DERVİŞ
HALKININ KAVGASINDA YAŞIYOR...


Filistin direnişinin en önemli şairlerinden olan Mahmud Derviş, 10 Ağustos 2008’de 67 yaşında şiirlerinin yankısını bırakarak aramızdan ayrılmıştı

Çocuk yaştayken ülkesini terk etmek zorunda kalan Derviş, ailesiyle birlikte Lübnan’da bir mülteci kampına yerleştirildi. Çocukluğundan başlamak üzere, sürülmüş olmanın acısını anlattığı şiirler yazdı. Köyü, bugün hâlâ İsrail toprakları içinde.

Mahmud Derviş’in şiirlerinde sosyalist çizgideki özgür Filistin kavgasının cepheden ve cephe arkasından  sesleri ve duyarlıkları yer alır. Çocuk yaşta şiir yazmaya başlayan Mahmud Derviş, ilk şiirlerini yayımladığı dönemde, El-Ard (Toprak) hareketinde de çalışmaya başladı. Çağdaş Filistin şiirinin önde gelen temsilcisi, El İttihad gazetesi ile El Cedid dergisinin yazı işleri müdürlüklerini yapmış, şiirleri ve yazıları nedeniyle bir kez İsrail ordusu tarafından tutuklanmış, 1970 yılında İsrail’den sürgün edilmiş, 2 yıl birçok Arap ülkesinde dolaşmıştı. Filistin Kurtuluş Örgütü’nde aktif olarak çalışan Derviş, şairliğinin yanı sıra mücadeleci kimliğini de hayatı boyunca bırakmadı. Filistin Kurtuluş Örgütü üyesi olan Derviş, dönemin Filistin lideri Yaser Arafat'ın İsrail'le yaptığı anlaşmayı protesto ederek 1993'te örgütten ayrıldı.

Şiirleri 20’den fazla dile çevrilen Filistinli şair, 2003 yılında uluslararası Nâzım Hikmet şiir ödülüne de layık görülmüştü. Şair, 1982 Eylül’ünde Sabra-Şatilla’da yaşananların ardından Beyrut Kasidesi’ni yazmış ve bu kaside ile 1984’te de dönemin Sovyetler Birliği’nde Lenin ödülünü almıştı.

“Arap Ahmed, diren!
Kuşatma altında gezeceğiz
Ulaşıncaya dek kıyısına
Ekmeğin ve dalgaların.
Öleceğiz düşü uğruna
Bir yurdun
Ve bekleyen yaseminlerin.”



FAŞİZMİN ÇIBAN BAŞLARINI PATLATAN ŞAİR: BERTOLT BRECHT


14 Ağustos 1956’da sonsuzluğa uğurladığımız Bertolt Brecht’i ölümünün 55. yıldönümünde bir kez daha anıyor, mücadelesini sürdürmeye devam ediyoruz.

Brecht, 1. ve 2. paylaşım savaşları, Hitler faşizminin vahşeti ile birlikte yaşadığı dönemde edebiyattan şiire, sinemadan tiyatroya kadar değişik alanlarda birçok eserler verdi. 50’yi aşkın oyun, yüzlerce şiir, film senaryoları, radyo oyunları… “Sanat üretimdir” diyordu. Yaklaşık otuz yıl boyunca kılı kırk yararak, önüne çıkan birçok zorluğu devirerek, yaratıcılığın sınırlarını zorlayarak soluk soluğa geçen bir yaşam. Tiyatroda çığır açan “epik tiyatro”…

Diyalektiği sanatına uygulamak, Brecht’in epik tiyatrosunun çıkış noktasıdır. Sanatı sınıf savaşına hizmet etmeli, onun üreten bir parçası olmalı, düşündürtmeli, kavratmalı, ateşlemeli… seyirci, sınıf savaşımının aynasında kendini görür gibi izlemeleri tiyatroyu, şartlarını görebilmeli. Başka türlü de olabileceğinin kıvılcımları çakmalı beyninde.

Brecht’in sınıf mücadelesine sanatsal cepheden sunduğu katkılar ve eserlerinde burjuvazinin çıbanbaşlarını delmesi, ölümünden sonra bile burjuvazinin ona yönelik saldırılarını sürdürmesine neden oldu.

Şurasını biliyoruz ki, Brecht’te  temel olan, eserlerindeki devrimci öz, devrimci dönüştürücülüktür. Bugünün devrimci sanatçılarının da Brecht’ten alacakları şey, bu olmalıdır.

KOMÜNİZME ÖVGÜ

Akılcıdır o, anlar herkes. Kolaydır.
Sen sömürücü değilsin,
onu anlayabilirsin.
Senin için iyidir o. Sor ve ara onu.
Aptallar aptalca der ona.
Ve pislik içinde yüzerler.
Ona pis derler.
Sömürücüler onun suç
olduğunu söyler.
Fakat biz şunu biliriz,
O sonudur suçun,
O çılgınlık değil
sonudur çılgınlığın
O bilmece değil
Tersine çözümdür
O basittir.
Fakat güçtür gerçekleştirilmesi…

BERTOLT BRECHT


KAPİTALİZMİN KATLETTİĞİ İKİ DİRENÇ ANITI:
SACCO VE VANZETTİ


Amerikan kapitalizminin 22 Ağustos 1927’de idam ettiği iki yiğit işçi sınıfı militanı Sakko ile Vanzetti’yi Nazım’ın dizeleriyle saygıyla anıyoruz.

“devrimin sıra neferiydi onlar,
devrimin namuslu neferi.
yanıyordu kanlarında şavkı italya güneşlerinin
koştular temiz esmer alınlarla hayatın sesine
dövüştüler yanında dövüşen kardeşlerinin
yeni dünyaya düştüler eski zulmün pençesine!
yedi yıl ölümün karşısında gülerek durdular
elektrikli iskemleye
kadife bir koltukmuş gibi oturdular
yürekleri dört bin volta yedi dakika dayandı
yandı yürekleri
yedi dakika yandı
cani değildiler, kurban gittiler bir cinayete
kurban gittiler dolarların emrindeki adalete!
hayatlarında olmadılarsa da kitlelerin rehberi,
ölümleriyle şaha kaldırdı kitleleri
bu iki ihtilal neferi!”




NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati

YAVUZ AKÖZEL: Ördekli Park-III (Yaşamın Tadı)


     
ÖRDEKLİ PARK-III

YAŞAMIN TADI




İçten gelen bir gülümsemeyle“Welt ist klein!”(Dünya küçük!) deyip, yanıma oturdu. Biraz kenara çekilip sevgili arkadaşıma yer açtım. Hafif bir yağmur hüzünle göle yağıyor, çınar ağacının dibindeki kanepeye oturmuş, yağan bu gözyaşı gibi yağmurun sessizlikteki senfonisini dinliyordum.

Ördeklerin bir bölümü yağmura aldırmaksızın suda yüzüyor, bir bölümü de çimenlerin üzerinde uyukluyorlar. Çınar ağacı adeta bir şemsiye gibi bizi yağmurdan kolluyor, ıslanmıyoruz. Karatavuklar da yağmura aldırmaksızın ağaçların en uç dallarına yerleşmiş aralıklarla sinyalleşiyorlar.

Yanıma oturan 76 yaşlarındaki Schäfer Werner gerçekten sohbetinden inanılmaz haz duyduğum bir arkadaşım.

Yaşamı müthiş bir savaşım ile geçmiş. Onda, bir Jack London yankısı buluyorum. Werner, yaşamından kesitler anlattıkça onun en göz alıcı renklerin karmaşasından oluşmuş evreninde adeta kendimi yitiriyorum.

 İşte yaşamın tadı bu, diyorum, kendi kendime... Evet, yaşamın tam da tadı bu olsa gerek! Ben daha söylemeden başlıyor anlatmaya.
—Dur Werner!  Bunu baştan alalım, hem de en başından! Çünkü yazacağım, diyorum.
—Ahhh. Memet! Çok acelecisin diye, söyleşisine kolay gelen ve Almanlar tarafından bilinen göbek adımla bana seslenip, şakayla karışık fırça atıyor!
—Okey, Okey! Mr. Schäfer diye, ben de onunla biraz eğleniyorum.
Ve yine her defasında olduğu gibi Nazım’dan “Mehmetçik Mehmet” Şiirinin mısralarını okuyorum:

“Tren düdükleri öter medet medet
Uzun raylar uzanır memleket memleket
Yok bu raylarda merhamet
Mehmetçik Mehmet
Mehmetçik Mehmet"

Ve her defasında da soruyor:
—Ne demek bu? Memleket memleket? Mehmetçik Mehmet?

Ben de her defasında anlatmıyorum, atlatıyorum onu... Atlatıyorum çünkü bir gün Schäfer’i, bu candan insanı alıp eve götürmek istiyorum... Ona şöyle orta şekerli bir Türk kahvesi ikram edip, Kahvelerimizi afiyetle içerken, Nazım’ı, Bu şiiri ve birkaç değişik şiirini ona tanıtmayı düşlüyorum... Çünkü Bertolt Brecht’in birçok şiirini ezbere bilmesine karşın Nazım’ı tanımıyor.

—Bak Pablo Neruda’yı, Biri daha vardı. Evet evet... Garcia Lorca’ydı ikisini de zevkle okurdum... Ah... Eski gençlik günlerim! Nasıl da hareketli, yerinde duramaz, deli dolu bir gençtim... Kitap çok okurdum... Sonunda okumak da yetersiz kaldı, dünyayı gezmeye karar verdim; param yoktu üstelik.
—Sen önce biraz savaş yıllarından anlatsana? Hatırlıyor musun? Ne yiyip içiyordunuz, yaşantınız nasıldı?
—Ah… Mehmetçik Memet! Hep konuyu dağıtıyorsun! Üstelik o yılları anımsamak içime bir korku, ürperti, acı veriyor.

Babam askerdi... Sovyet cephesine gitmiş... Gidişini falan hatırlamıyorum... Savaşın artık son aşamalarını o en korkunç, en çılgınlaştığı süreçleri bir kâbusmuş gibi hatırlıyorum. Ben, ağabeyim ve iki kız kardeşimle birlik Zittau’ya 10 km uzaklıktaki küçücük, şirin mi şirin sessiz köyümüz Dittelsdorf’ta yaşıyorduk. Savaş işte!.. Şimdi televizyondan izliyorum, Sizler de izliyorsunuz. Afganistan, Irak, Filistin, Libya, Mısır Neredeyse bütün bir Ortadoğu... Şimdi de Suriye... Ve... ve senin memleketin Türkiye! Kürtlere gökten bomba yağıyor, ölen ölene! Ya Afrika ülkeleri? Uzakdoğu, Güney Amerika... Aynı acıları, korkuları yaşayan milyonlarca insan var... Savaş hâlâ hiç bitmeden devam edip gidiyor... Kadın, çocuk, yaşlı, genç demeden suçsuz insanlar acımasız katlediliyor... Ne adına? Ne için? Ah... Memet... Biz bunları yaşadık... Hitler dünyaya güya özgürlüğü ve barışı getirmek için sosyal adaleti getirmek için 

40 milyon insanın ölmesine neden oldu. Hangi özgürlük? Hangi barış ve sosyal adalet? Tröstlerden beslenen bir kaynak insanlığa, doğası gereği kendinde olmayan bir şeyi nasıl verebilir? Akrep ağu taşır, bal değil!

Televizyondan ayakları masalara uzatarak, kahve, çay, bira içerek, akşam haberlerine bakarken gönül gezdirip ne yiyip içsem acaba? Sonra... sonra... Bir savaş muhabiri bombaların patladığı yerleri, pike yapan uçakları, yanan şehirleri, ormanları, dağı, taşı ölen çoluğu çocuğu kamerasına alıp biz sayın dünya izleyicilerine ulaştırıyor.

Görüyoruz, yaşıyoruz bunları ama bunun ne demek olduğunu pek azımız taaa yürekten kavrayabiliyoruz. Yazık! Çok yazık...  Açtık... Boş tarlaları kazıp sökülmemiş, unutulmuş patatesleri bulmaya çalışırdık, bir kaç tane patates bulduğumuzda nasıl sevinirdik...  Ah... Bir bilsen!.. Bunları annem özenle haşlar ve bizlere kardeş payı yapardı. Hepsi bu değil. Tarlalarda oraktan kurtulmuş, kenar bucaktaki çavdar, yulaf, arpa başaklarını toplar, un yapardık. Yaban otları, ormanların derinliklerinden de mantar toplardık. Günlük aşımız bunlar olurdu bizim. Güzel, güneşli günlerde evimizin kapısını kitler gelir bu yemyeşil bayırlarda hem zulalanır, hem de biraz daha emniyette günlerimizi geçirirdik. zulalandığımız sırtlardan köyümüzün ve çevresinin müthiş panoramasını gözlerken kardeşlerimle birlik çeşitli oyunlar icat edip oynar, ezgiler söyler, açlığımız gelip çattığında da bir parçacık ot, patates gibi şeyler yiyip oracıkta hemen uzandığımız yerde uyumaya çalışırdık.

Şimdi düşünüyorum da o felaketin içerisinde gereklilikten dolayı kendiliğinden oluşan çok güzel şeyler, çok güzel duygular da yaşamışız. Doğanın bereket, güzellik ve sevecenliğini ruhumuza damıttık her şeyden önce...

Doğanın değerini bilmek gerektiğini, çünkü bizi bağrına basacak ve koruyacak temel güç olduğunu işte o savaş yıllarının çaresizliğinde kavradık.

Şuraya bak Memet. Nasıl da acımasızca doğayı tahrip ediyorlar... Şu şuursuzca gökyüzüne uzanan ve sadece ‘kâr’ düşünen fabrika bacaları... Atom santralleri, satın aldığımız her maddenin bilinçsizce paketlenmiş olması, şu insanların yine bilinçsizce tüketim sevdaları ve sonunda gelinen nokta... Doğa giderek bize düşman olmaya başlıyor. Kaynaklarından su yerine ağu akıyor, aldığımız her solukta oksijen yerine bize her türden ağulu madde sunuyor


Sonra “Savaş bitti” dediler... Herkeste bir sevinç, köyde bir bayram havası... Çok geçmedi Rus askerleri göründü... Evlerimizin kapılarına annelerimiz beyaz yatak çarşaflarından ‘ barış’ bayrağı yapıp astılar. Bu, yani ‘dostuz ‘anlamında bir işaret, anlatı oluyormuş!  O zamanlar annem kırk yaşlarında gibiydi... Çok güzel bir bayanmış, yani aile albümümüzdeki resimlere dayanarak söylüyorum. Bu benim beğeni zevkim tabii ki... Ama tüm anneler tüm çocuklarının gözünde dünyanın en güzel kadınıdır sanırım! Tüm çocuklar da annelerinin gözünde dünyanın en güzel çocuklarıdır! Yoksa yanılıyor muyum, Mehmetçik Memet?

Babamı sorup dururdum hep... “Artık savaş bitti ne zaman gelecek?” diye… Annem, babamın döneceğine ilişkin hiç ümidini yitirmedi sanırım. O, her sorduğumda, gözyaşlarını tutamaz ve “Gelecek bitanem, bilmiyorum ama mutlaka çıkagelecek!” der, beni tüm sevecenliğiyle bağrına basardı. Onun kokusu, sıcaklığı hâlâ şimdiymiş gibi bende... Bende, bak şuramda...

Gözlerime bak Mehmetçik Memet! Yüreğimi dinle, içime gir ve annemin sıcaklığını duy, kokusunu solu! İnsanın ümidini yitirmesi! Bunu annemde yaşıyordum... Ümidin bittiği yerde bir ümidin hâlâ var olması... Çok derinlerden bir fısıltı halinde, çok uzaklardan yavaşçacık yanaşıp duran! İşte annemde ve bende olan da buydu.

Dedim ya, açtık! Savaş biteli aylar olmasına karşın biz hâlâ açtık... Ruslar ara sıra yiyecek getirip dağıtıyorlardı ama oldukça yetersizdi... Çünkü Ruslar neredeyse tek başlarına savaşıp Nazi Almanya’sını dize getirmişlerdi... Savaş bitiminde onlarda da bir şey kalmamış gibiydi. Çünkü her taraf yakılıp yıkılmıştı. Açlık ortak yazgımız olmuştu... Oysa Amerika, İngiltere ve Fransa’nın işgal altında tuttuğu Almanya’nın diğer parçalarında yeterince yiyecek olduğunu, kıtlık olmadığını duyuyorduk.

Parkta yağmur biraz daha hızını arttırdı. Ördekler hiç oralı olmuyorlar hatta diyebilirim ki yağmurun böyle hızını arttırmasından memnun gibiler. Gölün kenarında, suyun içerisinde öyle sakin duruyorlar. Geçen hafta dünyamıza teşrif buyuran dokuz tane yavru da oturduğumuz kanepenin biraz ilerisinde adeta birbirlerine yapışmış gibi pinekliyorlar. Anneleri başında, oldukça gururlu ve kendinden emin bir şekilde yavrularının nöbetçiliğini yapıyor.

Sayıları eksilmiş gibi geldi bana. Yağmura aldırmaksızın usulcacık yanlarına gidip saymaya başladım; bir, iki üç... yedi...

—Werner, bunlar geçen hafta 9 tane değiller miydi?
—Evet!
—İki tanesi yok! 
—Geçen yıl da eksilmişlerdi, hem de beş tane birden...  
—Kala kala iki tanecik kalmıştı... Ve bu hep böyle oluyor. Geceleri gelincik, tilki gibi hırsız hayvanlar gelip onları annelerinden çalıyorlar!
—Ya anne? Anne?... Ah... Ne korkunç ve hüzün verici bir şey! Onun duyguları yok mu? Her annenin, hayvan da olsa mutlaka bir şekilde yavrusuna karşı,(nasıl anlatsam bilmem…) Doğanın ona bir üstünlük olarak armağan ettiği mantık ve bilinçten tamamen bağımsız olarak harekete geçen duygu ve analık sezileri olsa gerek!
—Eh... İşte doğanın devinimi bu... Gereksinimler şöyle ya da böyle mutlaka giderilmeye çalışılıyor. Bir patlama oluyor mutlaka ve sonunda işte bu müthiş patlama ya utku ya da ölüş ile sonlanıyor. Ve bu sonlanış yeni bir devinmenin de ilk muştucusu oluyor!

İki yavrunun eksilmesi sanki parkı biraz daha ıssızlaştırdı ve derin bir acının yağan yağmurdaki yankısı oldu. Sapsarı açmış ve suya başını uzatmış görkemli çiçeklerin yanından bir kurbağa “lup” diye suya atlayarak yüzmeye başladı. Bir ara onu izledim... Yağmur suya şiddetle iniyor, kurbağa yüzüyor, anne ördek ve yavruları yağmurun ortasında birbirlerine iyici sokulmuş öylece, sessizce duruyorlar! Biz çınar ağacının kuytuluğuna sığınmış oturuyoruz ve giderek akşam oluyor.

—Peki Werner, sonra? Sonra?..
—Sonra... Yanıma hiçbir şey eşya, çanta falan almadan, Batı Berlin'e geçmeyi başardım. Çünkü ben bir yere bağlı kalacak ‘tip’ değildim. Dünyayı gezip görmek istiyordum. Bende bir Jack London ruhu vardı diyebiliriz... Hani beni kavrayabilmen için böyle bir örnekleme yapma zorunda kaldım, Mehmetçik Mehmet!
—Doğrusu benim de aklımdan Jack London geçmişti bir ara inan ki! Onun Alaskalar’da altın arama vb. serüvenleri!
—İşte, öyle bir şey! Dünyamızın en el değmemiş yerleri, en uzakta kalmış kültürleri, insanları ilgimi çekiyordu. Ama bu içinde bulunduğum durumda olağan dışı bir şeydi. Batı Berlin'e kapağı atmam gerekiyordu. Hayır! Kapitalizmi sevdiğimden değil! Düşlerimi gerçekleştirebilmek için bir açık kapı gerekliydi. Doğu bloku sınırları sıkı sıkıya kapalı tutuyordu çünkü. Dışarıya açılan bir kapı, pencere bırakmamıştı!
—Peki annen, kardeşlerin? Üstelik bir de Rusya Cephesinde kalmış baban vardı ya? 
—Evet... Annem ve kardeşlerime dahi Batıya kaçacağıma ilişkin düşüncelerimi açmadım... Babam... Evet babam…  Annemin de kendisini ve bizi inandırdığı gibi ölmemişti... Bir gün çıkageldi... Yıl 1947’ninsoğuk bir kış gecesindeydi... Bir tek donan ayak parmaklarının tümünü Rusya’da bırakarak, yarı sakat bir durumda... Bu bile bizi sevindirmeye, mutlu etmeye yetmişti.

Babam koyu bir komünistti ve komünist bir Almanya’nın yapılanması için bizlere çok görevler ve fedakârlıklar düştüğünü söylüyor, bu yolda da canla başla çalışıyordu. Olası benim batıya kaçacağımı babam duyacak olsa kesinlikle engel olmaya çalışırdı.
—Baban? Rusya? Donan ayak parmakları?
—Evet donan ayak parmakları yaaa! Ruslar babamı yarı donmuş bir durumda bulmuşlar... Ölmüş, donmuş askerlerin arasından çıkarıp, kızıl ordu birliklerinin revirine götürüp tedavi etmiş, donan parmaklarını ameliyatla kesip almışlar.

Evet, ailemden kimseye Batı Almanya’ya kaçacağıma ilişkin bir şey söylemeden planımı uygulamaya koydum...  

Elbette ki bir yandan da çok üzülüyordum. Her hafta sonu trenle eve dönerdim... Eve dönmeyeceğim gün, onlardaki telaş, üzüntü, korkunun boyutlarını düşünürken, annemden yükselen feryatları da duyar gibi oluyordum. Acaba ilk akıllarına gelen ne olacaktı?

Ortadan aniden kaybolan diğer birçok insan gibi benim de batıya kaçmış olacağım ilk çırpıda akıllarına gelecek miydi? Yoksa... yoksa... Benim, uranyum maden ocağının 900 metre derinliklerinde bir kazaya kurban gitmiş olabileceğimi mi düşüneceklerdi? Çünkü 1955 yılından beri Vogtland, Uranbergbau’da(1) yerin 900 metre derinliğinde kömüre benzeyen, ancak kömürün aksine, oldukça ağır olan Uran madeni çıkarıyordum. Maden ocakları Rusların kontrolündeydi ve üç vardiya çalışıyorduk. Teknik olarak oldukça geriydik. Ne doğru dürüst havalandırma, ne de toz çıkmasın diye ıslatma vb. gibi olanaklar vardı... Toz-duman içerisinde çalışıyorduk. Göz gözü görmüyordu. Ah... Mehmetçik Mehmet... Bak hâlâ astım ilacı kullanıyorum... İşte bu bana, o yılların uran maden ocaklarının ebedi armağanı!
—Bildiğim kadarıyla Uranyum madeninde radyasyon da var!
—Elbette ki radyasyon taşıyor ve oldukça tehlikeli. Buna ilişkin de kayda değer bir önlem yoktu... Savaş sonrasının yoksullukları, çaresizlikleri ve teknik olarak bizden çok ileri olan Batı kapitalizminin kodamanlarının komünizmin bu kez barışçıl yollarla yıkılması için başvurduğu en sinsi yöntem, bizi uzaktan gözlemek ve önemli yardımları bizden bilinçli olarak esirgemeleriydi... Hiçbir ülke normal şartlarda biz sosyalist blok’a o dönemde kredi bile vermeye yanaşmıyordu.
—Nasıl yani?
—Onlardan bize hayır yoktu ve sosyalist sistemin kısa sürede çökeceğine iyici inanmışlardı. Tüm hinlikleri de bunun için, bilinçli yapıyorlardı... Ama gerçekten çok yalnız kalmıştık... Yol arkadaşlarımız, ya sömürgeciliğe karşı savaşım yürüten her şeyden yoksun gariban ülkeler ya da iki sistem arasında seçim arayan oldukça geri olan ülkelerin kişiliksiz erkleriydi, Türkiye gibi…
—Ama Werner? 
—Yoksa gücüne mi gitti?
—Eh biraz yani! Bir sürü devlet varken tutup da Türkiye’yi...
—Ama Mehmetçik Memet, sen Türk olduğun için, öncelikle senin memleketini örnek gösterdim! Düşünüyorum da elle tutulur en güzel örnek de bu!
—Ama gücüne gidiyorsa artık anlatmayayım ha?
—Bir takım gerçekler var tabii! Katılıyorum...
—Katılıyormuş... Sonradan NATO'ya girmediniz mi? Kore’ye asker gönderip sosyalizme karşı savaşmadınız mı? Bunları bilmediğimi mi sanıyorsun Memet?
—Ama Werner,  öykümüze dönelim...
—Nerde kalmıştık? Kaçmamla ilişkin olarak... Evet evet... Ben kaçtığımda...

Ben kaçtığımda yıl 1957’di ve henüz Doğu Berlin’i batıdan ayıran duvar yapılmamıştı. Doğu Berlin ile Batı Berlin’i S. Bahn ile birbirine bağlayan istasyon ise Friedrich Strasse’ydi. Doğu Almanya vatandaşları Friedrich Strasse’ye gelindiğinde treni terk etmek zorundaydılar ve trende yalnız Batı Alman vatandaşları kalıyordu. Elbette ki sıkı bir kontrol vardı ve hoparlörler de durmaksızın anons yapıp, Doğu Almanyalılar’ın treni terk etmesini ikaz ediyorlardı.

—Nasıl ikaz ediyorlardı ki?..
—İstasyonun hoparlörleri bas bas bağırıyorlardı:
“Achtung! Achtung! Alle Ost Berliner aussteigen! letze Station Ost Berlin, nechste Station West Berlin!”
(Dikkat! Dikkat! Bütün Doğu Almanyalılar insinler, Doğu Berlin’in son durağı, Gelecek istasyon Batı Berlin!)

Ben hiç istifimi bozmadan Batı Alman vatandaşlarının arasında oturmaya devam ettim. Yüreğim güm güm atıyordu... Bir yakalansam artık... artık... bir daha da kaçma girişiminde dahi bulunmam olanak dışı olurdu.

Bir uzanıp pencereden dışarıya bir de dönüp vagonun iyice sessizleşmiş koridoruna bakıyorum... Doğu Almanyalılar treni bu son durakta terk etmiş olduklarından ortalık bir gömüt sessizliğine dönmüş. Ara sıra hoparlörlerin içime sıkıntı ve panik veren tehditkâr bağırtısı sessizliği paramparça ediyor: “ Sayın Doğu Alman Yolcuları! Friedrich Strasse Doğu Berlin’in son istasyonudur! Vizesi olmayan yolcular derhal treni terk etsinler.”

Karşımda sarışın 20 yaşlarında bir bayan oturuyor... Alnımda tomurcuklanan terimi elimin tersiyle silerken göz göze geliyoruz. Masmavi iri gözlerinde bana yüreklilik veren, içimi rahatlatan sınırsız bir atılganlığın coşkusunu duyuyorum. Tebessüm ediyor, elindeki mecmuayı bana uzatıyor... Teşekkür edip alıyorum ve boş gözlerle sayfaları çevirmeye başlıyorum. Yine de ara sıra gözümü bir pencereden yana bir koridordan yana çevirmekten, sessizliği dinlemekten kendimi alamıyorum. Ne gelen var ne de giden!

Yan tarafımda karşılıklı oturmuş, giysileri, batıdan gelmiş olduklarını belli eden, 60 yaşlarındaki bir bay ile bayan Batı Berlin'de inmek için son hazırlıklarını yapıyorlar; çantasından çıkardığı pasaportları, bir sürü kâğıt destesinin bir bölümünü karşısındaki beye veriyor.

—Giysiler?
—Evet giysiler... İnsanı ele veriyor... Çünkü Batı Almanya ile Doğu Almanya giysileri hem kumaş olarak hem de model olarak farklı.
—Yani? Yani?  Batınınkiler daha mı iyi ve kaliteli?..
—Hayır! Doğununkiler kumaş olarak belki de daha da kaliteli... Ancak göze biraz kaba görünüyor, model değişikliği var anlayacağınız... Bir de, işte, nasıl desem? Zarafet değişikliği... Uydu mu bu anlatım acaba?
—Evet Werner... Bence uydu... Çünkü anlatmak istediğini hemencecik anlayıverdim...  
—Sorun yok öyleyse!  Devam ediyorum anlatmaya:

Bekleyiş sürüyor...  Bayan içimi ürperten fısıltılı bir sesle “Sanırım kaza olmuş, yoksa çoktan kontroller yapılmış olurdu” diyor.

Bir ümit doğuyor içimde. Güzel şeyler düşünmeye başlıyorum… Elveda demeden ayrıldığım sevgilim aklıma geliyor. Gülümsüyor, sesini duyar gibi oluyorum “Hani hiç ayrılmayacaktık” diye sitem ediyor… Sonra ağlıyor, sonra… sonra...

Tren bir ileri bir geri kıpırdıyor, lokomotifinden hışırtılı sesler çıkıyor ve bembeyaz bulutları andıran bir buhar silsilesi ortalığı kaplıyor... Pencereden dışarıya bakıyorum... Bembeyaz sis kaplamış her yanı, göz gözü görmüyor.

Karşımda oturan bayan, “Tren hareket ediyor galiba” diye bana manalı manalı bakıp ellerini çırpıyor... Sevindiği her halinden belli... Yüreğimin en son perdeden atışlarını iyi ki benden başka kimsenin duyma olanağı yok.
“Galiba” diye yanıt veriyorum. Ama tren, bir iki silkelendikten sonra yeniden duruyor. Yüreğim ağzıma geliyor, içimi yeniden bir boşluk, bir çaresizlik, bir karanlık kaplıyor.

Gölün tam karşı kıyısında bir ağaç olanca görkemiyle çiçek açmış, bembeyaz bir gelinliği andırıyor adeta. Gözlerim Werner’den kayıp bu güzelliğe takıldı. Ne ağacı acaba bu görkemli ağaç? Werner’e soruyorum, ”Holunder” (mürver) ağacı olduğunu söylüyor. Sıklıkla rastladığımız çok ağaç ve bitkilerin adını bilmiyoruz. Bu bizim doğayla aramızdaki İletişimimizin iyi olmadığı anlamını taşır diye de manalı manalı konuşuyor... Ve soruyor:
—Sözgelimi şu ağaç!  Adı ne?

Aptallaşıyorum! Çünkü her zaman gözümün önünde dikilen bir ağaç... Öyle dikkatleri üzerine çekmeden varlığını sürdürüyor.
—Bilmiyorum, hiç dikkatimi çekmemişti.
—Peki, şu gölün tam kıyısındaki sapsarı açmış çiçeklerin adı ne?
—Nergis değil mi?
—Yanıldın dostum! Bunları bilmek için önce doğayla haşır neşir olmak, onunla ruhunu iyice yoğurman gerekir. Ama yine de bir çiçek adı söyledin! Hahh... hahh...  haaaa!.. Nergis değil, Waserlilie(Nilüfer) onlar!.. Suyu bol olan yerlerde yetişirler.

Oysa ben kendime güveniyordum... Bitki ve hayvanlar evrenimin geniş ve yeterli olduğuna ilişkin kendime güvencim vardı. Oysa en basit gibi görünen ve bildiğimi sandığım her gün gözlerimin önünde olan birçok kuş - bitki adlarını bilmediğimi, bunların —üstün körü de olsa— özelliklerini tanımadığımı ürküntüyle fark ettim.

Kişi bazen farkında olmayarak kendisini kandırabiliyor.    “Ben bunları biliyorum, bilirim bunlar basit şeyler canım.” Aslında durum hiç de öyle değildir; gerçek şu ki, bunları kişiye kabul ettiren, kendine olan aşırı güven ve kişinin kendini aşırı yüceltmekten ötürü kaf dağına ulaşmışlığıdır. Yapılacak yegâne şey ise bu kaf dağından usulcacık inip, herkesin üzerinde mütevazi bir şekilde yürüdüğü zemine sağlam olarak basmaktır.

Park, günün bu saatinde oldukça sakin oluyor. Bir de hava yağmurlu olunca parkta neredeyse hiç insana rastlanmıyor. Werner’le ben böylesine sessizleşmiş parkın içerisinde bir yandan yağmurun göldeki çiselemesini, bir yandan da kuşların ötüşlerini dinlerken Büyük bir hazla sohbetimize devam ediyorduk.

Her taraf yıkılmıştı... Berlin! Taş taş üzerinde kalmamıştı... O günleri şimdi anımsıyorum da yaşadıklarımız sanki bir korkunç düştü, hayır biz onları yaşamadık, sadece korkunç bir düş gördük gibi geliyor bana. Çünkü yaşadıklarımız insanların yaşayacakları, katlanabilecekleri şeyler değildi. Bunları anlatmak, kelimelere dökmek... Hayır, hayır olanaksız!

—Nerde kalmıştık? Haa... evet... O dönemde Almanya’nın doğu yakasında olduğu kadar batı yakasında da insana olağanüstü bir gereksinim vardı. Çünkü savaşta kırk milyona yakın insan yok edilmişti ve şimdi de her bakımdan bir insan kıtlığı vardı. Neyse uzatmayayım. Beni, Doğu’dan kaçmayı başarabilen toplama kampı gibi bir yerdeki diğer insanların yanına götürdüler ve birkaç gün sonra da uçak ile diplomalı mesleğim olan fırıncılıkta çalışmak üzere Saarbürüken’e uçtum. Dünyaya, tüm yaşanmakta olan değişik kültürlere ve en önemlisi de her renk her ırk ve dilden, bizim insanlarımıza açılmamın ilk ön adımını atmıştım böylece...

Akşam iyice çökmüş, yağmur da hafiflemişti. Yol boyu tek tük de olsa şemsiyelerine sığınmış insanlar gelip geçiyorlardı. Oğul otlarından, yaban nanelerinden, sağa-sola ekilmiş ada çaylarından ve ‘filipindulla ulmaria’nın fışkıran çiçeklerinden enfes, karmaşık bir koku yayılıyordu. Açtığım şemsiyenin duldasına Werner’i soktum ve Konuşmaksızın, yağmuru, kuşları ve akşamın inişini dinleyerek eve doğru yürümeye başladık.

12.07.2012,Bad Endbach
YAVUZ AKÖZEL

EKLER:



Werner Schäfer, Avustralya - Queensland’da Şeker kamışı tarlalarında çalışırken.  (Her tarım işçisi resimde görülen 3 ton kapasiteli vagonlardan 3 tanesini doldurursa yeterli bir iş çıkarmış oluyor.)



Werner Schäfer Everest yolunda.1964 yılının Noel’inde... Karşıdaki karlı dağ Silsilesi Everest... Werner’in elinde tuttuğu şey ise Malezya’dan satın aldığı ney’e benzeyen bir çalgı aleti... Ama Werner, çalmasını bilmediği için bu aleti baston olarak kullanıyor!

ADNAN DURMAZ: Gül Külle Buluşur Gider




GÜL KÜLLE BULUŞUR GİDER





sonu yok menzillerin
gece kara ay hançer
zamanın hışırtısıyla sıyrılır harmanisi
su suya kavuşur gider 

kuduz canavarları hırsın
yürek etiyle beslenir
leş olur kaç düş ölüsü
ne fiyatı vardır aşkın
ne hülyanın ölçüsü 

şu dünyayı kan içinde koyanın
aklını bağlamış ayrık otları
kir suskular altında ne sular uyur
durdukça sancırsın
tut ki mecnunsuz leyla
leylasız mecnun
akıt içindeki bungun suları
ömür bir kuru dikendir akşam bozkırlarında
rüzgarın önünde savuşur gider 

acının döşeğinde keder yorganı
varsın kudursun ıssızlık
yıldızlara aç kapını
karanlık kurt gibi uluşur gider 

ey yaşamak
rüzgarların ağrısı
ah ki sevda
efkarların çağrısı
kırmızının burcu burcu anısı
külden doğar
gül külle buluşur gider 



ADNAN DURMAZ
 

ALİ ZİYA ÇAMUR: Heybemdeki Rüzgârlar—MEHMET GİRGİN: Sağanaktı



HEYBEMDEKİ RÜZGÂRLAR





Çöktüğümüz torlularda gül dizdik
Gezden göze…
Omuzlarımızda sökedurdu
Geceye karşı şafak,
Sırsız sabahlara ulamaya kalktık ufukları
Ya koptu ip, ya dolandı boynumuza…

Ne uzandık üçgüllerin üstüne, bulandık çiye,
Ne dalgalarda atabildik takla.
Ya ıslandık arzularda, ya ıslatıldık…
Ne usandık tutkumuzda ne us’latıldık….

Şimdi heybemdeki rüzgârlarda
Silerim tozlu nakışlarını yıldızların
Şimdi gözlerim baştanbaşa samanyolu
Ayaklarım ırmak…

Diyorum ki,
Yürüyüp şafakların doruğuna
Titreyen bulutlara gölge olsak…
Ayaklarım altında terden sulansa toprak...

Diyorsun ki,
Islak türkülerde çiçek gibi tozlaşsak;
Dalmak değil mi sonu,
Bir çift gözün ışığında evrene....

İkimiz de biliriz ki
Bu dalgalı salınımda durmak...
boğulmak! 

_________
Torlu: İp, lastik ya da sazlardan örülerek yapılan ayakları kısa tabure…
Üçgül: Yoncaya Anadolu’nun birçok yöresinde verilen ad…


ALİ ZİYA ÇAMUR




SAĞANAKTI




sağanaktı
böcek yağdı
bulut ıslandı
adamlar dondu

sağanaktı
ölüm yağdı
öksüz kaldık
köksüzlük saldık

sağanaktı
ıslandık
uslanalım dedi adam
deli misin dedi kadın
çocuk güldü

sağanaktı
yürüdük yukarıya
aşağıda uçurumlar
ve vedalar bırakarak
orada da ıslandık

sağanaktı
doluya döndü
deniz delirdi
güneşin gönlü yoktu
şenlik arıyordu ay
ve deliler güldü

sağanaktı
bulutları tırpanladı
anıları gütmekten geliyordu kadın
adam bu çocuk adam olmaz dedi
çocuk şair oldu kendince
ve herkesi ıslattı şiiriyle
ıslandık işte

sağanaktı
selleri içtik
serseri olduk
kainata dolduk

sağanaktı
binlerce yıl öncesine aktık
binlerce yıl sonrasını anlayarak
(çimenleri ve dertlerimizi suladık)



MEHMET GİRGİN