Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Ocak 2012 Salı

EMEĞİN SANATI'NDAN 111. MERHABA


Merhaba,
Emeğin Sanatı, sanatın bir mücadele olduğunu, başka bir deyişle toplumsal mücadelenin bir parçası olduğunu vurgulayarak; bu alanda 5 yılı aşkın süredir yayın yapıyor.

Geçen sayımızda da belirttiğimiz gibi, 2012 ile birlikte bu yayın sürecini e-kitap yayınlayarak daha üst katmana ulaştırma çabasındayız. Neden e-kitap derseniz, basılı kitap yayınlama ve dağıtma güçlüğünde söz etmeye gerek duymadan karşı bir soru sorarız: Kitap yayınlamanın amacı nedir? a) Ürünlerimizi alıcıya yani okura sunmak, b)Ürünlerimizi kalıcılaştırmak, c) Kitabımız yoluyla ilgi çekmek, d)Para kazanmak…

Eğer yanıtınız “a” ise, burada e-kitabın önemi ortaya çıkıyor.Ocak ayı başında yayınladığımız ilk iki e-kitap 1500’den fazla okura ulaştı. Diğer yayınladığımız e-kitaplar da bu sayıya yaklaşıyor. Sözgelimi geçen hafta yayınladığımız son iki kitap, 400’e yakın okura ulaşmış durumda.

Giderek yeni e-kitaplarımızı da e-kitaplığımıza kazandıracağız. Ama iş burada bitmiyor. İşin bir başka yanı daha var. O da okuduğumuz e-kitapların (şiir-anlatı-yazı) kapısından eleştiricilik ve araştırıcılık gibi iki silâhla da donanımlı olarak girmemiz gerekiyor. Kısacası artık salt okuyucu bizede, toplumsal sorumluluğumuza da yetmiyor; biz etkin okuyucu arıyoruz. Çünkü amaç ve hedeflerimize etkin okuyucularla yakınlaşabileceğiz.

Bu nedenle, okurlarımızı etkin okuyuculuğa davet etmek için “eleştiri etkinliği”ni başlattık. Geçen sayımızda bu konuya değinmiştik. Eleştiri kavramı kimilerince “netameli” bir kavram kabul edilir.  Hem “ eleştiriyi yapan” hem “ eleştiri yapılan açısından önyargı paketleri vardır.

Eleştiri beğenmek midir, beğenmemek mi, övmek midir, yermek midir? Eleştirinin sınırları nerede başlar nerede biter. A. Z. Çamur, bu soruları yanıtlamak için “ Şiir Eleştirisinde Temel İlkeler” yazısını kaleme aldı. Şiir eleştirisi, çünkü ilk eleştiri etkinlikleri şiir üzerinden yürüyecek.

Bu bağlamda eleştiri ya da etkin okuyuculuk; şairin ya da yazarın uzun ve olağanüstü deneyiminin, yükleri, renkleri, yaşamının öz suyu, tüm etki ve önemiyle birlikte şair ya da yazardan okuyucuya geçmesini sağlayacaktır. Gerçek sanat zaten kötü koşullara inat, insanların kaderini değiştirme çabası ise, eleştiri de okuru bilinçlendirme ya da bilinçli okur oluşturma çabasıdır.

Bu etkinliğe katılım, Emeğin Sanatı’nın etki gücünün büyümesine, daha nitelikli bir dergiye uzanmasına araç olacaktır. Dileğimiz şikâyetçi olduğumuz toplumsal suskunluğa karşı bu sanatsal çabamızda yazma suskunluğunu kırmaktır. Her okurumuzun, yazarımızın —birkaç paragrafla da olsa— bu etkinliğe katılmalarını bekliyoruz.

Etkinliğin ilk şairi, aramıza yeni katılan ve gönüllü olarak ilk eleştiri etkinliğinin öznesi olmayı kabul eden Serkan Engin. Serkan Engin’in e-kitaplarımız arasında yer alan “Arsız Akrostiş” şiir e-kitabının kapısında içeri bilinçli bir yolculuk yapacağız.  (E-kitaba, http://issuu.com/emeginsanati/docs/arsizakrostis/1 adresinden ulaşılabilir.)

Eleştiriler, ya Facebook’taki grup sayfamıza belge olarak ya da emeginsanati@gmail.com adresine gönderilecektir. Bu eleştiriler, bir sonraki sayıda topluca yayınlanacaktır.

Not: Ürünlerini Emeğin Sanatı e-yayınevi aracılığıyla e-kitaba dönüştürmek isteyenler, yukarıdaki e-posta adresine başvuruda bulunabilir.

EMEĞİN SANATI


BU SAYININ SAVSÖZÜ

Öncü sanat; işlevi gereği olarak geleceği muştular, durağanlığı yadsır. Günün de çağını aşsa da yenilikler, özündeki duruk nitelikler yüzünden kurallaşıp geleceği tutuklamıştır hep. Güzellik anlayışı da buna koşut çizgiyi izler. Devrimci sanat varolanı zamanın akışı içinde, çatışa değişe evrimleşmekteki niteliklerini çelişkileriyle yakalama çabasındadır.  Şu karşıdaki bitkileri, suları, gökyüzünü betimlemek, yaratıcı sanatın ereği olamaz. Bir insanı fotoğraf çekercesine görüntülemek; ona geçmişin bir güzellik anlayışı gibi, bir canlının yüz maskesi gibi, sonsuza dek uzak kalmaktan, el kalmaktan öteye varamaz. Doğa; insanların değişen gözlemlerinden kazandığı anlamları yüklenip, giderek derinleşen değerlere uzanır. Doğa’yı canlı bir gözden soyutlamak ya da ona bir delikten tek gözle bakmaya zorlanmak; görsel sanatın işlevi bu olmasa gerek.

Bugüne dek sanatçıların dünyayı yorumlamakla yetindiğini vurgular Marks. Oysa sorun dünyayı değiştirmektir. Gözlerimize yuvalanmış, taşlaşmış sanat ve güzellik anlayışını aşmakla işe başlar devrimci sanat…   MAZHAR CANDAN (Korkunun Gözbebekleri, Oluşum Yay.1981)

YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ

ANGELOPOULOS: HİÇBİR ŞEY
HAYALLERİNDEN DAHA GERÇEK OLMADI…

Sinemayı, “çürüyen dünyaya karşı son direniş formu” olarak niteleyen sosyalist yönetmen Theodoros Angelopoulos, geçirdiği kuşkulu bir kaza sonucu 24 Ocak günü yaşamını yitirdi. Angelopoulos’tan geriye, filmleri ve devrimci sinema anlayışı miras kaldı.

Filmleri ile sinema tarihinde özel bir yer edinmiş olan Angelopoulos bir röportajında, zamanın karışıklığından çıkış yollarının bulunabileceği konusunda aynı derecede karamsar ve iyimser olduğunu belirterek, “ … insanların yeniden hayal kurmayı öğrenmelerini yürekten diliyorum. Hiçbir şey hayallerimizden daha gerçek değildir” demişti.

Sinema izleyicisinin her filminde değilse de mutlaka birinde ya da bir kaçında adeta Angelopoulos ile iletişim kurmasının bir tesadüf olmadığı, yönetmenin şu sözleri ile anlaşılıyor: “Her şey seyirciye ve onun benim filmimi izlerken kendi payına düşeni ne derece yerine getirmeye istekli olduğuna bağlıdır. Film ona belirli bir bilgi verir ama filmden zevk alması ancak onun bu bilgiyi kendi verecekleriyle tamamlamasıyla mümkün olur.”

Yalnızca anlattığı hikayelerin değil anlatış şeklinin de kendisi için önemli olduğunu belirten Angelopoulos yaşamının filmlerini nasıl şekillendirdiğini şu sözlerle ifade ediyor: “İkinci Dünya Savaşı’ndan kısa süre önce doğduğum için tarihten –özellikle de ülkemin tarihinden- etkilenmemek elimde değildi. Savaştan önce diktatörlük, sonra savaş ve ondan sonra olanlar; iç savaş ve sonrasında bir diktatörlük daha. Kendi hayatımdan ve deneyimlerimden kaçmam imkânsızdı. Ben, anlama çabasıyla tarihe ya da tarihin yansımalarına dayanan filmler yapıyorum. Bir yerin tarihi içinde kendi hikâyemi belirlerken kendi geçmişime dönmem çok doğaldır.”

Yirminci yüzyılın sonunda gelinen nokta Angelopoulos için üzüntü vericidir: “Epey hazin bir yüzyılın sonuna yaklaştığımızı düşünüyorum. Yüzyıl başladığında o kadar umut ve hayal vardı ki: daha iyi bir dünya, daha fazla adalet, insanlar arasında daha fazla anlayış umudu. Bugün çevrenize baktığınızda her zamankinden çok engeller, sınırlar ve karşılıklı anlayışsızlık görüyorsunuz. Teknik düzeyde iletişim devasa boyutlara ulaştı. Bunun büyük bir farklılık yaratması gerekirdi ama o da korkarım sadece hayal. Gerçek iletişim yok gibi.”

Ama o yine de sinemadan umutludur. Sinemanın bittiğini hiçbir zaman düşünmez çünkü: “Dünyanın şu anda sinemaya her zamandan daha çok ihtiyacı var. Yaşadığımız çürüyen dünyaya belki de en son direniş formudur sinema.”(SOL)

ŞAİR SABAHATTİN BATUR ‘U SONSUZLUĞA UĞURLADIK…

40 kuşağı içinde kendine özgü şairlerden biri olarak bilinen 92 yaşındaki Sabahattin Batur, 27 Ocak’ta,  Aydın’da yaşamını yitirdi.
1920 yılında Devrek’te doğan Batur, Kastamonu Lisesi’nden sonra İstanbul Yüksek Öğretmen okulunda felsefe eğitimi gördü. bir süre Paris’te eski kitap ve bakımı üzerine çalışmıştı. Çeşitli önemli kütüphanelerde yöneticilik yaptı. Kültür Bakanlığı danışmanlığından emekli olan Batur, CRR Konser Salonu müdürlüğü de yapmıştı.

Şükran Kurdakul, onun şairlik yönünü şöyle belirtiyor: "Yeni şiirimizin ilk gelişme yıllarında, ilgi çeken imzalardan biri olan Batur, Yaratış, Varlık, Fikirler, Gün, Yenilik dergilerinde (1941-1947) yayımladığı şiirlerden sonra uzun süre bir suskunluk sönemine girdi. Dost, Yenitepe ve Türk Dili dergilerinde evren ve kişi sorunlarını işleyen son şiirleri de ilgiyle karşılandı. Şiir kitabı yayımlamadı”

Şair Sabahattin Batur’un tek yayınlanmış kitabı,  Varlık Yayınları için hazırladığı “Yeni Şiirimiz” (1960) adlı antolojidir.

BEHÇET AYSAN ŞİİR ÖDÜLÜ TOZAN ALKAN’A VERİLDİ…

TTB’nin düzenlediği Behçet Aysan Şiir Ödülü, bu yıl “Sana Şehir Gelecek” adlı kitabıyla Tozan Alkan’ın oldu.

TTB’nin çağrısıyla bir araya gelen seçici kurul toplantısına Emin Özdemir ve Ahmet Telli katılırken, Doğan Hızlan, Cevat Çapan, Turgay Fişekçi, Ali Cengizkan ve Zeynep Oral görüşlerini mektupla bildirdi.

Yapılan değerlendirme sonucunda TTB Behçet Aysan 2011 yılı ödülü; “şiirlerini yoğun ve dingin söyleyiş ile insancıl bir öz üzerinde temellendirmesi” nedeniyle Tozan Alkan’ın “Sana Şehir Gelecek” adlı kitabına verilmesine karar verildi.
Tozan Alkan'ın Behçet Aysan Şiir Ödülü’nü kazandığı kitaba ismini veren Sana Şehir Gelecek şiiri:

Sana şehir gelecek uzaklardan
esmer bir aşkı yüklenerek gelecek

Kimsesiz bir ağacın dallarından
acısını dut gibi dökerek gelecek

Yıllar sonra buğulu bir sabah vakti
kapına yaralı bir at gibi gelecek

Kâğıdın kalemin tozlu sunağından
beyaz kefenini yırtarak gelecek

Aşkta kaybedilmiş bir eli kazanıp
geçmişini unutmaktan gelecek

Dilin terkisinden, harflerin hızından
söze küskün kelimelerden gelecek

Sana şehir gelecek uzaklardan
bir halkın içinden geçerek gelecek. 
(SOL) 

CEMAL SÜREYA ŞİİR ÖDÜLÜ AHMET ADA’YA VERİLDİ...

9 Ocak 2012 Pazartesi günü Caddebostan Kültür Merkezi’nde 2011 Cemal Süreya Şiir Ödülleri verildi. ‘‘2011 Cemal Süreya  Ödülü’’, Ahmet Ada’nın ‘Yoktur Belki Ahmet Ada Diye Birisi’ adlı eserine verlldi. Ümit Manay’ın ‘Gökkuşağı Gece Çıkar’adlı kitabı Başarı Ödülü alırken ‘Aynalar’ adlı dosyasıyla Serap Aslı Araklı, ‘Karaağaaç’ adlı dosyasıyla Naze Nejla Yerlikaya ‘ya da Başarı Ödülü verildi.

Ahmet Ada, ödül konuşmasından notlar: “Cemal Süreya şiiri çağdaş Türk şiirinin önemli bir yapıtaşıdır.  Şiir dili sıcaktır. Konuşma diline dadanmış, oradan bize göz kırpan imgeler bırakmıştır.  Bu dil şaşırtıcı jestle sunar. Bu jestler içerisinde ‘lirik, erotik, politik’ özler taşır. Kavimler kapısı Anadolu’nun seslerini, uygarlıklarını modern şiirin bütün olanaklarını kullanarak bize yansıtır, ipek gibi, kadife gibi bir sesle. Üvercinka şiirinde ‘Lâleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız’ der. Şiiri de öyledir. Dünya şiiri kadar Anadolu’nun şiirine de yakın durur. Bunu en güzel Ülkü Tamer ifade eder: ‘Atlas okyanusunda Fırat’ın Salı / Zap suyunda Alp Çiçeği’. Kendi ifadesiyle, ‘içinde güneşler, dünyalar, ırmaklar’ olan Türkçesiyle hem Batı şiirinin hem Anadolu şiirinin içindedir.’’ (E.S.)

YENİ BİR ÖYKÜ DERGİSİ ÇIKIYOR: ‘DÜNYANIN ÖYKÜSÜ’

İki aylık öykü ve eleştiri dergisi Dünyanın Öyküsü 1 Şubat’ta okurlarıyla buluşuyor. Usta yazar Füruzan’ın yayın danışmanlığını yaptığı derginin genel yayın yönetmenliğini ise yine usta bir öykücü; Özcan Karabulut yapıyor. İşte diğer ayrıntılar:

Dünyanın Öyküsü dergisini diğer edebiyat dergilerinden ayıran en önemli özelliği, Türkiye sınırlarının dışına da taşan 27 kentte çalışma gruplarının olması. Derginin, Türkiye’deki 25 kentin yanı sıra yurtdışında Lefkoşa ve Moskova’da da çalışma grupları bulunuyor. Öyküye gönül veren insanların oluşturduğu bu çalışma gruplarıyla bir yandan derginin yurt içinde ve dışında geniş kitlelere ulaşması hedeflenirken, diğer yandan öyküyle ilgili hem yerel hem de uluslararası çalışmaların öyküseverlere ulaşması mümkün olacak. 

Dünyanın Öyküsü, adına uygun olarak çok sayıda öykücüye yer açıyor. Aralarında öykünün usta isimleri kadar yola yeni çıkan isimler de var. Derginin bu ilk sayısında ikisi yabancı toplam 13 öykü yer alıyor. Öykü seçimindeki tek ölçüt ise “iyi ve kaliteli” edebiyat. 

Dünyanın Öyküsü, öykü edebiyatına yeni yazarlar kazandırmak amacıyla 2012 yılından başlayarak her yıl bir öykü ödülü verecek. Daha önce öykü kitabı yayımlanmamış yazarların kitap bütünlüğüne ulaşmış, yayıma hazır dosyalarıyla katılabilecekleri ödülde yaş sınırı olmayacak. Yarışmanın seçici kurulu şu isimlerden oluşuyor: Füruzan, Nursel Duruel, Semih Gümüş, Ömer Türkeş ve Özcan Karabulut. 

Derginin genel yayın yönetmeni Özcan Karabulut sunuş yazısında, Dünyanın Öyküsü’nün çıkış amacını ve ilkelerini şöyle ifade ediyor:
“Öykücülüğümüzün ve öykü dergiciliğimizin birikimine dayanarak… Ankara Öykü Günleri’nin, “İnsan öyküsüyle var!” sloganıyla yola çıktığımız 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nün mimarı ve mirasçısı olarak… Telif haklarına saygılı bir anlayışla…  Eleştiri ve öykünün ilgi alanına giren yazılarıyla, konuk türleriyle, odağına yapıtı alan soruşturmalarıyla…  Bütün dünyadan öykülerle, Dünyanın Öyküsü’yle… Yenisi, genci, ustası, eleştirmeniyle… ‘İyi’ edebiyatla okuru buluşturmak…

Unutulmuş, değeri yeterince bilinmemiş veya edebiyatımızın kilometre taşı olmuş öykülerle / öykücülerle canlı bir öykü belleği oluşturmak… Sözcükleriyle, dilleriyle, sesleriyle, bakış açılarıyla, yazdıklarıyla “ben de varım”, “bir de bu var” diyen öykücülere sayfalarını açmak… İlk öykü dosyalarını ödüllendirmek ve kitaplaştırmak… Kültürler ve diller arasında köprü olmak… Hayatımızdaki dayatmalara karşı öykücüleri eylemli kılmak, yaratma özgürlüğüyle insanların özgürlük taleplerini örtüştürmek… Atölyeleri, öykü’forumları, çalışma gruplarıyla öykücülerin yaşadıkları her yere ulaşmak, edebiyat ortamını canlı tutmak…  …muhalif bir tür olan, ele avuca sığmayan öyküyü yükseltmek için çıkıyor!”

Ayrıntılı bilgi ve iletişim için: editor@dunyaninoykusu.com, www.dunyaninoykusu.com (MEDYATAVA) 

BENCE KİTAP, II. TURGUT UYAR
ŞİİR YARIŞMASI DÜZENLENİYOR…

Bence Kitap, Turgut Uyar Şiir Yarışmasının bu yıl ikincisini düzenleniyor. Konuyla ilgili açıklama şöyle:

“BenceKitap ve BenceSanat olarak , Turgut Uyar’ın şiir anlayışı ve şiire katkılarının daha da anlaşılabilir hale gelmesi ve gündemde kalmasından yola çıkarak Türk Şiiri’ne katkı vermek ve geliştirmek amacıyla "Turgut Uyar Şiir Ödülü" nün ikincisini gerçekleştiriyoruz. Türk Edebiyatı'ndaki yeri ve önemi yadsınamayacak şairimiz, Turgut Uyar adına verdiğimiz bu ödül, aynı zamanda Ankara edebiyat ortamına da canlılık getirmektedir.

İlki geçtiğimiz yıl yapılan bu yarışmanın tüm Ankara üniversiteleri, edebiyat klupleri tarafından da desteklenmesi bizim için önemli bir kriterdir. Tamamı kapalı oylamayla gerçekleştirilmeye devam edecek yarışmanın en çok oy alan dosyası yayınevimiz tarafından basılacak, sponsorlarımızca da desteklenecektir.

Yine geçen sene gerçekleştirdiğimiz tarzda , birçok önemli yazarımızın destek verdiği armağan kitabımız da bu dönemde hazırlanacak ve raflarda yerini alacaktır. Bugüne kadar edebiyata katkı bağlamında yaptığımız tüm girişimlerimiz yanında bu yarışma bizler için büyük önem taşımakta, okura ulaşma çabamıza ayrı bir değer katmaktadır.”

Yarışmanın başvuru tarihi, 1 Kasım 2011 / 15 Şubat 2012 tarihleri arasındadır. Bu tarihten sonra gelecek eser dosyaları kabul edilmeyecektir.  Yarışmaya, kitap bütünlüğü taşıyan dosya ile yurt içi ve yurt dışından herkes katılabilir. Yarışma dosyalarında konu ve uzunluk serbesttir. Her yarışmacının eser dosyası, bilgisayarla 12 punto yazılacak ve A4 kağıda 6 nüsha olarak gönderilecektir. Eserin üzerinde ve/veya herhangi bir sayfasında kimlik bilgileri yer almayacaktır. Bunun yerine, rumuz yazılacaktır. Yarışmacının adı, soyadı, telefonu, adres ve e-mail bilgileri, kapalı bir zarf içinde gönderilecektir. Yarışmanın sonuçları 21 Mart 2012 tarihinde açıklanacaktır.

Yarışmaya katılan eserlerden dereceye giren ilk üç dosya, Bencekitap tarafından basılacaktır. Seçici Kurul’un yayımlanmaya değer bulduğu eserin ilk baskısı için telif ücreti ödenmeyecek (daha sonraki baskılar için yazarla telif anlaşması yapılacaktır), ayrıca yarışmaya gönderilen hiçbir eser dosyası iade edilmeyecektir. Yarışmanın ödülleri (ilk üç) Mayıs ayı içinde düzenlenecek törenle sahiplerine verilecektir.

Yarışmaya eser dosyası ile katılanlar eserin bütünüyle kendilerine ait olduğunu ve bugüne kadar düzenlenen hiçbir yarışmaya göndermediklerini, eser dosyalarına hiçbir şekilde basılması için muvafakat vermediklerini, hiçbir kuruma kayıt ettirmediklerini; Bencekitap tarafından düzenlenen yarışma şartnamesini aynen kabul ettiklerini belirten yazılı ve imzalı belgeyi Bencekitap Genel Merkezi’ne göndermekle/vermekle yükümlüdürler.

Yarışmaya gönderilen eserler, yayınevince bir ön elemeye tabi tutularak, bu şartnamenin herhangi bir maddesine aykırılığının tespit edilmesi durumunda yarışma dışı bırakılır. Yarışmanın seçici kurulunda Abdullah Nefes, Gültekin Emre, Ahmet Özer, Hami Çağdaş, A.Galip yer almaktadır.

Başvuru Adresi: Selanik Caddesi 28/18-19 Kızılay Ankara 0 312 417 88 77,
Web adresi:www.turgutuyarsiiryarismasi.com

ADNAN SATICI’NIN DİZELERİ
BAM TELLERİMİZİ TİTRETİYOR HÂLÂ...

Yeni Türkü ve Behçet Aysan şiir ödülleri sahibi şair Adnan Satıcı’yı, 13 Şubat 2007 günü,  45 yitirmiştik. 

Diyarbakır'da 1962 yılında doğan Satıcı, Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. Edebiyat öğretmenliğinin yanı sıra yazarlık da yapan Satıcı'nın şiirleri, Edebiyat ve Eleştiri, Evrensel Kültür, Papirüs, Sanat Rehberi, Yarın, Yaşam İçin Şiir, Yeni Düşün, Yeni Olgu gibi dergilerde yayınlandı.  1983 Yeni Türkü Şiir Ödülü ve 1995 Behçet Aysan Şiir Ödülü sahibi Satıcı'nın 1985'te Ülkesiz Şarkılar, 1994'te Yerçekimine Uyan Portakal Çiçeği, 1996'da Dokuzuncu Blues, 1999'da ise Hep Unutur Uzaklardaki adlı kitapları yayımlandı.

Yazar Aydın Çubukçu, Adnan  Satıcı’nın  ardından acısını dile getirerek, “En çok isyan kaldı ondan geriye. İsyanı, başeğmemesi, hiçbir aşağılık insanla uyuşmazlığı kaldı. Bol bol toplayalım onları. Sadece kendimize değil diğer insanlara da, emekçilere, yoksullara, çocuklara da dağıtalım. Bir türkü ölürse eğer ancak, ona da ‘öldü’ diyebiliriz” diye konuştu.

Şair Şükrü Erbaş ise Satıcı’nın bugün mazlum halkların, kültürlerin, kimliklerin özgürlüğüne dair bir türkü okuduğunu anlatarak, “Yalancı bir öfkeydi Adnan” diye konuştu. Yazar Hicri İzgören ise ona iyi bakamadığını üzüntüyle ifade ederek, ona sadece Diyarbakır’dan bir avuç toprak getirebildiğini söyledi. Namık Kuyumcu da O’nun çok iyi bir insan, çok iyi bir şair ve devrimci olduğunu dile getirerek, özgür bir dilin özgün şiirlerini yazdığını söyledi.

Adnan Satıcı kendini şu satırlarla anlatıyordu:  “ Yazıyorum ya,ha ben ha pişmiş tavuk! Gerçi tüylerin yolunmadan da mutlu bir hayat sürdüğüm söylenemezdi.Belki de aklına her geleni Kılçığını ayıklamadan söyleme cüreti , mutsuz hayatımın aramağınıdır bana.Belki de sırf bu yüzden müthiş bir gevezeyim.Belki de ağaçlarının her biri çatlamış kalın kabuklarla kaplı , güvenliğinin üstüne tir tir titreyen bir mırıltı ormanında yaşamak tad vermiyor bana.Durup durup beklenmedik sesler çıkarışım , ya yanlış anlaşılmam ya da hiç anlaşılmamam bu yüzden."

Tutarlı bir dünya görüşü ve yaşama bakışıyla, lirikliği ve dokunaklılığı kırılma noktalarından yakalayan şiir tarzı, yeni bir soluk olarak 80 li yıllarda başlayan serüveni 2007’de bitiverdi. Satıcı, “...boşluğa asılan Ferhad kandili zamanın fanusunda/balkıyan çığlık ister ki, ölmekle de sönmesin...” dizelerinde dediği gibi, şiirleriyle hiç unutulmayacak, sönmeyecek.

DURUK ÇAĞ

sürpriz yok, özgelik sizlere ömür
alışverişte gram kaçırmıyor dijital teraziler
birebir ölçekli aşk kuramına göre yargılıyorlar
oracıkta asıveriyorlar itiraz edenleri
şaşılası bir incelikle çözülüyor sorunlar
kültür sülünleri salınıyor yapma ormana
avlıyorlar ve fakat şimdilik yemiyorlar
tanımamazlıktan geliyorlar sorulduğunda

yarışılmaz bir şeydir oysa, kanıt gerekmez
o odur, durmadan su verir güzelliğine
bir daha solmaz bir kere yeşeren çiçek
öteki de öteki, ne olmuş yani

gülü sevmek için niye menekşeden nefret etmeli


ADNAN SATICI
Rüzgâr, sayı: 6, 2007

KIRK KUŞAĞI ŞAİRLERİNDEN AKINCIOĞLU
ŞİİRLERİYLE  DİMDİK AYAKTA!

1940 kuşağının önemli şairlerinden Niyazı Akıncıoğlu’nu Şubat 1979 yılında yitirmiştik.

İlk şiirlerini "Haykırışlar" adlı kitapta toplayan Akıncıoğlu, daha sonra dönemin önemli dergilerinde İnsan, Ses, Yeni Edebiyat ve Yürüyüş gibi dergilerde şiirleri yayımlandı. 1950 yılında Kırklareli'nde "komünistlik" suçlamasıyla yargılandı, iki yıl tutuklu kaldı ve aklandı. Genç yaşına karşın Kırklı yılların en ünlü şairleri arasına giren, adı Nazım Hikmetlerle, Orhan Şaik Gökyaylarla, Attila İlhanlarla, Faruk Nafiz’lerle birlikte anılan, şiire yeni bir tat, yeni bir hava getirdiği kabul edilen Niyazi Akıncıoğlu birden sustu.  Cezaevinden çıktıktan sonra içine kapandı. Münzevi bir yaşama yöneldi. Ölümünden sonra tüm yapıtları  “Umut Şiirleri” adıyla yayınlandı.

Niyazi Akıncıoğlu şiirlerinde divan ve halk şiiri motiflerinden ustaca yararlanmasını bildi. Halk şiirinin söyleyiş özelliklerini ve sesini başarılı bir şekilde kullandı. Asım Bezirci onun için, "Akıncıoğlu -Nâzım Hikmet'ten sonra, ama Enver Gökçe ve Ahmet Arif'ten önce- halk şiirinden yararlanan ilk toplumcu şairdir" Kuşaktaşı ve arkadaşı Mehmed Kemal, onun için şunları söylüyordu: “Edebiyat alanına çıkarken büyük şairlerin tavrı ile çıkmıştı. Çıkışında yücelik, şairlik vardı. Birkaç dize yazmış, kendini kabul ettirmişti. Onun la aynı büyük şiir yazanlar anılırken, dergilerde yazılar çıkarken; cezaevi sonrası  şiirden uzaklaşır gibi olduğunda unuttular ve unutturdular…. Bir şiir dili kurmayı becermişti. Ama  dili geliştirmek, daha çok işlemek direncini gösteremedi, gösterebilme fırsatı vermediler…” Ölümünden sonra tüm yapıtları, Hacan Yayınlarınca “Umut Şiirleri” adıyla yayınlandı.

Akıncıoğlu,  karamsarlığa yer vermeyen, gelecekten umutlu şiirler bırakmıştır gelecek kuşaklara. O, kendi şiirini olgunlaştırmasına, demlenmesine fırsat verilmeyen bir kuşağın şairi olarak şiirleriyle belleğimizde yaşayacaktır hep.

İNSANLAR VAR Kİ’den…

İnsanlar var ki adaşım;
Yeşil dut yaprağında,
yürür ormanlar gibi
Ve bir ipek böceği kahramanlığında
Alaysız,
merasimsiz
   ve muttasıl;
Sulhun beyaz bayrağını dokumakta.
Güneşi bir daha görmemek üzre,
Gecenin derinliğinde saf saf,
  güneşe giden yolda,
Kara katran karanlığına karşı gecenin,
Kumral perçemleri rüzgârda,
Yeni şarkılara hazır dudakları,
   mahzun ve melül;
Fakat ümitli,
Fakat pervasız durmaktadırlar.
………………

NİYAZİ AKINCIOĞLU

PUŞKİN  YAPITLARIYLA KARANLIĞA IŞIK SAÇIYOR!

Rus ve Dünya Edebiyatının en büyük şair-yazarlarından Puşkin’i 10 şubat 1837’de yitirmiştik. 38 yıllık yaşamında verdiği yapıtlarla Dünya Edebiyatında silinmez bir iz bırakan Puşkin, ölümsüz yapıtlar üretmesinin yanında özgürlükçü, korku bilmez ve atılgan kişiliğiyle de şairlere, yazarlara yol göstermeye devam etmektedir

Puşkin, çağdaş Rus  Edebiyatı’nın oluşmasına en çok katkıda bulunan yazın ve düşün adamıdır. Puşkin, klasik Batı edebiyatını ve Rus halk ruhunu sentezleyerek, Rus Edebiyatı’nda gerçekçilik akımını başlatan sanatçıdır. Belinski'nin sözleriyle Puşkin'in şiiri; “fantastik, düşsel, yalancı ve hayali denecek kadar ideal olana yabancıdır. Gerçekliğe bütünüyle nüfuz eder; Puşkin, yaşamı toz pembe göstermez, ancak onu doğal, gerçek güzelliğiyle ortaya koyar.''  Şairin sanatsal gelişimindeki bu yeni yönelimi ve bunun niteliğini ilk farkedenlerden biri Gogol’dur. ''Puşkin Üzerine Birkaç Söz''adlı makalesinde: “Puşkin, olağanüstü bir olaydır” der. Dostoyevski ise, “Bana kalırsa aynı zamanda bize gelecekten bir haberdi Puşkin. Evet, biz Rusların arasına tıpkı bir peygamber gibi geldi. Petro’nun devrimleri üzerinden koca bir yüzyıl geçmişti, kendi gerçek benliğimizi yeni yeni kavramaya başlamıştık. Puşkin’in gelişi önümüzdeki karanlık yola yeni bir ışık saçtı, bize yardımcı oldu. Bu anlamda Puşkin bize gelecekten haberler getiren peygamberimizdir” demişti.

Gerçekçilik, Puşkin'in 1830’lu yılları sanatsal yaratıcılının temel bileşenidir. Şair, yaşamının en zor dönemlerinde bile gerçekliği büyük bir dikkatle izlemekten vazgeçmez. Gerçek dünyadan, toplumsal yaşayıştan, insana özgü özlemlerden ve duygulardan sapan her şeyi kararlı bir biçimde reddeder.' Puşkin, her şeyden önce şairdir. Ona asıl ün kazandıran yapıtları, Rus ve Dünya edebiyatına bıraktığı ölümsüz şiir mirasıdır. Ama öykü ve romanlarıyla da dünya ölçüsünde ünlü ve önemlidir.

Rus Edebiyatının öncü şair ve yazarlarından Puşkin’i, 10 şubat 1837’de yitirdik. 38 yıllık yaşamında verdiği yapıtlarla Dünya Edebiyatında silinmez bir iz bırakan Puşkin, ölümsüz yapıtlar üretmesinin yanında özgürlükçü, korku bilmez ve atılgan kişiliğiyle de şairlere, yazarlara yol göstermeye devam etmektedir.

TUTSAK

Zindandayım, nemli bir karanlıkta
Beslediğim genç kartal, avluda,
Altında parmaklıkların çırpıyor kanatlarını
Gagalarken kanlı bir yiyecek parçasını,

Gagalıyor ve fırlatıyor, gözleri pencerede,
Sanki aynı arzuyu taşıyor benimle.
Bakışı ve çığlığıyla diyor ki tutsaklık yoldaşım:
“Vakit geldi artık, uçalım dostum, uçalım!”

Bizler özgür kuşlarız, hadi davran!
O beyaz dağa doğru, daha öteye bulutlardan,
Denizin gökyüzüyle buluştuğu maviliklere,
Sadece rüzgârın ve benim gidebildiğimiz o yerlere...

PUŞKİN
(1822 / Türkçesi: Ataol Behramoğlu)



NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati   

YAVUZ AKÖZEL: Benim Memleketim Neresi?



BENİM MEMLEKETİM NERESİ?


 
Beni bu yarı boş eve bırakıp gittikten sonra, perdesini araladığım camın önüne oturup, gelen geçen araba selini saatlerce gözledim. Bir-kaç tane sigara içtim, poşet çay yaptım kendime. Sonra karanlık çöktü. Penceremin hemen önünde uzanan Ljubljana-Zagrep autobahnı sessizce akıp giden bir ışık seline döndü. Ağzımın içi, çay ve sigara içmekten kupkuru olmuş. Daha bavulumu dahi açmadım, elimi yüzümü dahi doğru dürüst yuğmadım. Hep gözleyip durdum; geçmişi, şimdiyi ve geleceği.

Lambayı yakmak içimden gelmiyor. Böyle sessizliğimde oturmak, böyle sessizliğimde fırtına gibi gelip geçen geçmişimi düşünmek, yaşamımın en derin anlamlarından biri olan, evet, biricik kızımı düşünmek! O ayrılık anını, o çaresizliği, mutsuzluğu ve acıyı... Odanın içi karanlık, araba farlarından yansıyan ışıklar odanın karanlığını bir an delip, gizemli görüntülülerle gölgeler oluşturuyorlar. İki sandalye, üzerinde oturduğum çek-yat divan, küçük bir kitaplık ve örtüsüz tahta masadan oluşan beyaz badanalı odada bu gölgeler gerçekten sessiz bir umudun son çırpınışı gibi geliyor bana. Öylesine yalnızım ki!

Beni zorladı mı desem? Bir zorunluluk muydu desem? Nihayetinde bir kopuştu bu. Radikal ve hain bir kopuş.

Ayrı ülkelerin insanlarıydık. Ben Slovenia’dan o ise Türkiye’den. Anlaştığımız dil ise ne Slovence ne de Türkçe’ydi. Tanıştığımız, evlenip birlikte yuva kurduğumuz ülkenin yani Almanya’nın yarım yamalak öğrendiğimiz diliydi.

Her ne olursa olsun, yarım-yamalak öğrendiğimiz bu dile yüreğimizden sel gibi akan bir aşk ve sevgiyi ekleyince hiçbir sorun kalmıyordu, birbirimizi çok iyi anlıyorduk.

Güzel, çok güzel günlerimiz oldu. Sıcak yaz günlerinde Dillenburg’un yamaçlarındaki çam ağaçlarının gölgesine uzanıp 45 No’lu Autobahndan akan arabaları özlem dolu bir buruklukla gözlerdik. Bu Autobahn hem beni hem de kocamı yıllarca ayrı düştüğümüz memleketimize ulaştıracak yoldu. Bagajlarını yükleyip yola dizilmiş her hallerinden izin yolunda olduklarını belli eden arabalara el sallar, onları köprünün sonundaki virajda yitinceye kadar imrenerek gözlerdik.

Kocam Mehmet’in gözlerinin içine bakardım. Siyah gözlerindeki keder beni çok etkilerdi. Ellerini sıkıca kavrar, onları dudaklarıma götürür, yüreğimden boşalan bir şefkat, sevgi ile, anlatılması çok zor isyan duygularıyla usulca öperdim.

Bavulumu açmalıyım, bir çay daha mı içsem acaba? Ağzım zehir gibi acı ve tüm vücudum dayak yemiş gibi sızlıyor. İşte kızımın fotoğrafı. Bu da ayrıldığımız kocam Mehmet’in! Olsun! Yine de duvara asmalıyım birlikte.. Kızım. Almanya’da okula başladı geçen yıl. Çekiç ve çivi olmalı bir yerlerde. Geçen yıl izine geldiğimde almıştım.. Yarın mı arasam acaba? Kızımın resmini hiç değilse şöyle pencerenin kenarına iliştireyim şimdilik.

Ayrılırken elimi bırakmak istemiyordu. “Ben de geleceğim seninle” diyordu; Slovence. “Bende geleceğim anneciğim.” “Ya baban?” “Ya babam?” diye kendi kendine soruyor, sonra da babasının elini sıkıca kavrıyordu.

Mehmet’le göz göze geldiğimizi anımsıyorum. Güzel şeyler olması gerekirdi aslında. O geçmişin güzel anılarının hatırına hiç değilse. Bu güzel çocuğumuzun böyle kuşlar gibi çırpınmaması, acı çekmemesi, daha şimdiden yaşamın sillesini yememesi adına. Mehmet gözlerini, gözlerimden kaçırmış, uzun uzun toprağa bakmıştı. Uzun uzun!..

Geceliğimi giymek içimden gelmedi. Kot pantolon ve bluzumla oturuyorum. Ayağımı şöylece çek-yata uzattım. Kıpırtısız oturmaktan ayaklarım uyuşmuş. Şimdi biraz rahatladım. Kızımın resmine elimi sürdüm, resimde gülümsüyor.

Autobahnda akıp giden arabalar bir ışık seli oluşturuyor. Bir şarkı mırıldanıyorum saatlerdir içimden. Durup durup aynı şarkı yeniden peydahlanıyor, yeniden mırıldanıyorum. Bu şarkı Slovence bir şarkı. Kızıma da öğretmiştim. Mehmet de çok severdi.

Elimi gözlerime dulda yapıp iyice dışarıya yöneldim. O şarkıyı sanki kızım söylüyormuş gibi bir ses aldım. Oysa rüzgârın sesi bu, hafiften başlayan yağmurun sesi bu. Sanki, kızımın bende süreklilik kazanan yankısını taşıyorlar.

Yağmurlu ve fırtınalı bir sonbahar gecesiydi. Geç saatlere kadar pencerenin önüne iliştim ve bekledim. Ayni şimdi yaptığım gibi perdeyi aralayıp rüzgârın ve yağmurun sesini dinledim, dizlerimin dibinde uykuya dalmış kızımın üstünü sıkıca örttüm, saçlarını okşadım. O şarkı yine gelip dudaklarıma yapışmıştı. Hep içimden o şarkıyı mırıldanıyordum. Sonra biraz daha yüksek sesle söylemiştim. Sonra biraz daha yüksek sesle. Kızım gözlerini açmış, babasını sormuştu. “Henüz gelmedi” diye yanıt vermiştim. Sabaha karşı çıka geldi. İçmişti. Uykusuz işe gittim. O şarkıyı mırıldanıp durdum çalıştığım sürece.

İtalyan arkadaşım “Biraz daha yüksek söyle, anlamıyorum ama çok hüzünlü bir şarkı” diye üsteleyince, bağıra bağıra söylemiştim. Meister (Ustabaşı) uzaktan tuhaf tuhaf bakmıştı. Bağıra bağıra söylemiştim. Bağıra bağıra, bağıra bağıra. Anlıyor musunuz bağıra bağıra! O günden sonra Mehmet eve hep geç gelmeye başladı. Mecbur kalmadıkça benimle konuşmuyor, hep uzun uzun düşünüyordu.

Saatin tiktaklarını dinliyorum. Dışarda uğuldayan rüzgâr ve cama usulca düşen yağmur taneleri içimi ürpertiyor. Bir korku ve terkedilmişlik psikosunun halogenimsi karanlık dehlizinde dipsizliklere düştüğümü, kapkara bir sonsuzluğun görüleşen kapkara noktasına doğru çığlıksız, suskun yuvarlandığımı duyumsuyorum.

Almanya’nın artık benim için çok gerilerde kaldığını düşünüyorum. Vatanıma geldim nihayetinde. Doğduğum, su ve ekmeğiyle büyüdüğüm memleketime. Özlemiyle yıllarca yanıp-tutuştuğum, geceleri yatağa girip de gözlerimi yumduğumda hep hayalimde görüntüleşen Ljubljana’ma!
İşte buradayım şimdi. İşte yıllarca özlemiyle yanıp tutuştuğum kendi şehrimde ve kendi evimdeyim. Bu uğuldayan rüzgâr, bu yağan yağmur, bu düşen sarı yapraklar, bu vızır vızır gelip geçen arabalar, bu mis gibi kokan toprak, bu koşuşturan insanlar hepsi birden benim Ljubljana’m ve Slovenia’m.

Mehmet sessizce kabullenmişti. Aslında o Türkiye’den ev almak istiyordu, ben ise Ljubljana’dan. 1990’dan sonra Yugoslavya da, Rusya’nın ardı sıra dağılma sürecine girdi. Birlikten kopup, bağımsız bir cumhuriyet olduk güya! Her şey, yok pahasına satılıyordu. Kamuya ait her yer hoyratça pazarlanıyordu. İnsanlar bir şeyler yapabilmek adına, ticarete olan müthiş özentilerinden ötürü ellerindeki kendilerine ait özel malları da çok ucuza satıp sermaye ediniyorlardı. Düşleri Batı Avrupa ve Amerika ile doluydu. Herkeste, ticaretle uğraşıp birdenbire lükse ve zenginliğe kavuşma hırsı egemendi. İşte o sıralar gerçekten çok ucuza, elimde avucumda olan her şeyi vererek hatta eşten dosttan üç-beş kuruş da borç alarak bu daireyi zar-zor satın aldım. Süreç içerisinde de her izine gidişimizde elzem olan eşyaları; ocaktı, dolaptı, yatak–yorgandı, çanak-çömlekti, çatal-kaşıktı dizdik. Yıllarca çalışmamın karşılığı işte buydu. Bunca özlemlerin, düş kurmaların, hor görülmelerin ve yabancı işçi olmaların karşılığı! Yine de sevindirici değil mi? İnsanın başını sokacak bir evinin olması? Bence, sevindirici ve olağanüstü bir şey!

Ayaklarımı uzattığım çek-yatta uykuya dalmışım. Uyandığımda pencerede güneş gülümsüyordu. Tüm vücudum güneşin sıcaklığıyla ısınmış, sakinlemiş ve dinlenmişti. Saate baktım. Neredeyse öğlen olmak üzere. Yüzümü buz gibi bir suyla yıkadım. Saçlarımı taradım. Aynada yüz hatlarıma baktım. Gözlerimin yan kesimlerinde hafif kırışıklıklar oluşmuş. Saçlarıma ise az da olsa aklar düşmüş, doğrusu ilk kez farkına vardım. Yanaklarım biraz sarkmış mı ne?

Bir şeyler yemeliyim! Bu bomboş evde… Yani bir tek benden oluşan, kızım Nada’sız ve kocam Mehmetsiz bu bom boş evde… Hayır, hayır! Ben neler düşünüyorum böyle? Ben istememiş miydim memleketime dönmeyi? Şimdi neler sayıklıyorum? Evet, memleketime dönmeyi elbette istemiştim! Ama canımın yarısını Almanya’da bırakarak değil!

Ekmek de yok… Öncelikle markete gitmeli, bir şeyler almalıyım.. Bu bomboş evde… Aman tanrım, bu ne korkunç sessizlik! Bu ne korkunç yalnızlık!

Kendimi dinlemeye, kendimle konuşmaya ve yeniden kendimi bulmaya gereksinimim var. Kızım Nada yanımda olsa her şey bana vız gelecek, Almanya bana vız gelecek! Ya Mehmet? Hayır bir şey var onda çözümleyemediğim! Bir gariplik, bir suçsuzluk var onda. Her an acı çekiyormuş gibi, her an bir zulmün girdabında biteviye deviniyormuş gibi bir şey. Gözbebeklerine her bakışımda bunu yakalamışımdır. Bu acıyı, bu devinmeyi, bu gariplik ve suçsuzluğu.

O da özlediği memleketinden anlatırdı. O hiç görmediğim memleketini… Anlatışına göre, bozkırlarında yeleleri rüzgârda uçuşan ve rüzgâr gibi dört nala koşan ağızları köpük köpük olmuş kır atları, kıpkırmızı gelinciklerin sarı, mavi, eflatuni, mor kır çiçekleriyle sarmaş dolaş olduğu uçsuz bucaksız ovaları hayallerdim. Sonra üstleri toprak damlı evler, yamaçlarına serpişmiş bodur meşelikler ve derin bir sessizlik, hep sessizlik!

Market’ten ekmek, salam, peynir, poşet çay, margarin, domates aldım. Yaşam burada da oldukça pahalı. Gerçekten bırakın işsiz kalmışları, çalışanlar için dahi bu fiyatlarla yaşamak neredeyse bir mucize!
Bu Slovenia benim çocukluğumun ve gençlik yıllarımın Slovenia’sı değil. İçimi şimdi böyle bir duygu kapladı. Marketteki satış elemanları, sokakta yürüyen insanlar, bu somurtkan gökyüzü, bu yeşilini yitirmiş ağaçlar, bu yol, bu birbirinin üzerine abanmış çok katlı sevimsiz yapılar! Kızım Nada acaba şimdi ne yapıyor? Ya Mehmet? Saat kaç oldu? Henüz, Nada okuldan eve dönmemiştir, Mehmet arbeitlos(işsiz ) olduğuna göre, mutlaka sofrayı hazırlıyordur ve hüzünle, belki de o ezgiyi mırıldanıyordur.

İşte Almanya’daki evimden ayrılışım ikinci gününe neredeyse girdi. Komşularımı, sokağımı, evimi, iş arkadaşlarımı hemencecik özlemeye başladım. Ya iş yerinde yaptığımız o muziplikler!.. Aslında çok güzel şeyler de vardı hummalı çalışmalarımızın ara duraklarında. Bazen, aklıma geldikçe beni bir gülme tutuveriyor, kendi kendime deliler gibi gülüyorum. İş arkadaşlarım! Dünyanın orasından burasından savrulmuş insancıklar! Yunanlı, Kosovalı, Türkiyeli, Tunus’lu Nigeryalı, İtalyalı, İspanyalı, Portekizli, İranlı ve daha birçok ülkenin savrulmuşları. Ne de güzel anlaşabiliyorduk!

Hem de iki kelimelik yarım yamalak Almanca ile yapıyorduk bunu. İki kelimelik yarım yamalak Almanca ile yaşamlarımızın o hüzünlü öykülerini ve memleketimizi terk edip buralara savruluşumuzun nedenlerini nasıl da
güzel, duygulu ve yalın anlatabiliyorduk. Biz aslında kelimelerden çok ortak yazgımızın bize yüklediği ortak duygu larla, bir duygu fısıldaşmasıyla anlaşıyorduk.

Yine akşam oluyor. Yine pencerenin önünde oturdum. İçimde bir boşluk, bir huzursuzluk var. Güneşin batışı, bu vızır vızır gelip geçen arabalar, yalnızlığımı daha da bir pekiştiriyor. Perdesiz camın önünde oturup aslında ben Ljubljana’yı değil, Almanya’daki kendi sokağımı, sokağımdaki evimi, evimin içerisindeki kızımı ve kocamı gözlüyorum.

—Alo… Alo… Sen misin Kızım ?
—Anne!

Saçlarımı kesmem gerekiyor. Evet iyice kırpmam. Makas nerede? Boş ver… Aynaya da bakmaya gerek yok.

Telefonu neden kapattım ki? Şimdi Nada bir şey mi oldu diye merak edecek!
—Alo..Nada ..
—Mehmet sen misin?
—Nada’ya söyle merak etmesin! Ben iyiyim. Biraz önce telefon kazayla kapandı!
—Burası mı? Eh fena değil, yarın annemin, babamın mezarını ziyarete gideceğim.
—Komşular nasıllar? Kristinler? Nerminler? Sofialar?
—Anne! Çok özledim, bak babamda özlemiş!
—Ben de çok özledim. Gelip alacakmı?

Boş ver saçım böyle iyi. Gidip aynaya bakmalıyım. İyi ki de kesmedim yani… Mehmet kısa saçı sevmez; “Sevgilim, sana böyle uzun saç çok yakışıyor” derdi.

—Bitaneciğim, babanı verir misin bir dakika?
—Ne zaman gelirsin?
—Hemen yarın mı?
—Tamam. O zaman mezarlığa da birlikte gideriz.


YAVUZ AKÖZEL

ADNAN DURMAZ: Kurye



KURYE


Bin yıllar öncesinden bir kilim gibi
söylenmesi yasak acılar dokunmuş yüzü
kırçıl sakallarında kıvıldar durur
zaman böcekleridir güneş kırıntıları
İri ellerinde yas sessizliği
bir meşe seli gibi çağlar avuçlarında
direniş destanlarının ateş cevheri
Bütün yitirmelerden parmakları yorulmuş
sanki unutulmuşlukların kısır dalları...
Duyarak gökyüzünde dönmeyecek olanların sesini
söküldüğü toprağı okşarcasına
okşar- emektar kafesini
ve o zaman yıkılır- yüreğinin setleri
yüzündeki çizgisiz tek yeri gözlerinde
ürperir titrek bir kandil alevi gibi
yeşermeğe hazır dalın bedeni
hep böylesi anlarda yeniden cana gelir
ekin biçtikleri tarlanın sınırında
engereğin başını ezen babasının ayakları
dam dibinde anasının bit kıran tırnakları...

Yaslamış sırtını kedere
ulu gövdesinde kocca bir ülke zonklar
Sıhhiye pazarının bir kıyısında

tarihi yara yara gelmiş
eski bir isyancının heykeli
ve daha çok ileriye taşıyacağı yüzü
derin gizemlerin mahyası
yüzü hüzünler aynası...
ne ölüm-ne zulüm-ne rüzgar
durduramaz taşıdığı haberi
maviş çocuk gözleri bir çift deniz feneri
kanlı fırtınalarda yüzyıllara göz kırpar...
çökermiş sıhhiye pazarının yanına
ateş serüvencileri kuryesi
binlerce ceset taşır yaslı bağrında
ve yapışmış yüreğine binlerce gencecik göz
ağlamaz-kanar
iki oğul vermiş dalyan gibi
iki gürbüz can parçası
seksen öncesinde koca ihtiyar...

Aktı kendi dünyasında kör-sağır-dilsiz ırmak
sevinç-hüzün-telaş-karmaşa-yalnızlık
aktı kalabalık
o baktı uzak
ve yürüdü sancılar sakladığı derinlerine
uykular kırbaç artığı-umuda yargısız infaz-düşler çarmıhta
sirenler yüreğini göz göz sızlatır hala
sirenler ne zaman çalsa
iki dağ gibi oğul
oğul oğul kanar bağrında

o gün bu gün
kimi zaman küfesinde yasak yayınılar
kimi zaman bildiriler-haberler

taşıdı
yıllar önce mahpusta dinlediği
Kuvayı Milliye'deki Nazım'ın kağnılarını düşünerek
her gün pay ayırdı nafakasından
zındanlar dolusu çocuğuna
sonunu bilmediği yolcululara çıktı
tanımadığı insanlarla buluştu karanlıklarda

Hayır hüzün değildi şimdi yüzünde ışıyan bulut
ayaklar altında linç edilmiş bir hüzün olur muydu
biliyordu
gülmeğe kapıları çoktan kapanmış yüzünde
gayri ağlayacak tek bir yer yoktu...

Doğruldu
kanayışını bastırıp derinlerine
Cebeci'ye doğru yola koyuldu...

Ansızın bakışları yıldız yıldız çoğaldı
yüzü yarık yarık bir göz tarlası
ve kendi yüreğine hançer saplarcasına
ta içinde kanadı köşedeki dilenci
kara-kirli dudaklarında mecalsiz kıpırtılar
bir şeyler fısıldıyor sağır kalabalığa
yüzü çoktan yıkılmış kerpiçten köhne bir ev
tüm sahipleri ölmüş
duldasız
düşsüz
artık açılan bir kapısı olmayacak
bir daha ışıklar yanmayacak penceresinde
boynunda o kahreden büküklük
sanki sonsuza dek doğrulmayacak
kirli mendilinde nikel bir para
bir vicdan rahatlatma fiyatı
taş olmuş bir damla göz yaşı tomurcuğu
dokunsan parçalanacak...

Eski bir zemheri esti bedeninden
teri buz kesti kurye'nin
geçti bir şimşek hızıyla gözlerinden
kanlı bir ezgi gibi kırk yıl öncesi
yoksulluktan kovgun düşüp umutlarla gelmişler
öğür olup omuzdaşlık etmişler
azmışlar karmaşasında koca kent ormanının
birbirini yitirmişler...
şimdi karşı köşede dilenen baht yoldaşı
kıtlığın-kıranın yıkamadığı
bileğini kimselerin bükemediği
el açmış da yalvarıyor türküsü-onur yarası
sökülüp yüreğinden kahredilmiş can parçası
bakışları yıldız yıldız çoğaldı
yüzü kasırgalı bir göz deryası
yine boğazına o yanardağ tıkandı
bağrındaki mezarlıkta yıldırımlar parçalandı
düştü sırtındaki ekmek teknesi
semeri yuvarlandı
geçti yara yara kalabalığı
sanki ardı sıra iki şahanı
kısır gök birden bire kıraç kıraç çatladı
ateş magmaları boşaldı yere
bedeninde depremsi bir titreme
dizlerinin bağı çözülüverdi
çökerdi
bağrı boydan boya yarıldı
savruldu yüreği kaldırımlara

ölecek bir yaralıyı kucaklarcasına
dilenciye sıkı sıkı sarıldı
ve yitik bir çocuk gibi bağıra bağıra
bütün köprüleri setleri yıka yıka
isyanları kan köpürdü-çağladı
bir zaman kuryesi ağladı...

ve aktı kalabalık başıboş karmaşasında
kör-sağır-dilsiz bir ırmak gibi sürüklenerek
Acı/suların söndüremediği ateşti
kirli mendilin üzerindeki para
yanan bir kentin akşamında
sönen güneşti...


ADNAN DURMAZ

AZİZ KEMAL HIZIROĞLU: Boşluk—MERAL VURGUN: Aşkolsun


BOŞLUK



söz insana dokunamadıkça
harca yazıyla biçilir marifet
düşü örselerken gerçek
uzun olanca itilir kısa sözcük

yara bere içinde kalır ‘a’
kanrevan ‘ah’
palazlanır ‘kara’
zirveyi zorlar ‘kapkara’

söz insana dokunamadıkça
çoğalır gider kalemin teri
fanusun camı kalınlaşır
yorgunluk yeniden biçimlenir

yazarken kedere soyunulur
bir yanıta uzanılır ulaşılmaz
ulaşılsa ne ola ki, yanlış soru
çıplak sabır kimlik kesilir

söz insana dokunamadıkça
sevda unutulmaya yüz tutar
huzur yurt aramaya koyulur
çirkin ne yapsan çirkin

yazı masasının arkasında
yerini genişletir boşluk

yaraya bereye alışırken a!


AZİZ KEMAL HIZIROĞLU




 

AŞK OLSUN



sen ey
nar dalında kızıl meyve
şuracığımda alev alev yanan ateş
soydu kabuğundan
kavurdu tenimi
avuçlarımda tuttuğum şair parmaklar

aşkolsun be
aşk adına, aşk için
aşkolsun

elimi uzatsam tutacaktım
gerıde bir avuç köz
bir kaç hüzünlü söz bırakarak
pırpır uçup gitmeseydi eğer
o gece kelebeği

gömsün şimdi yüzünü
kendi küllerine
ve ağlasın
kendi kederinde
kendi haline

gelse ne olur artık
kalsa kim ölür
söndü gökteki yıldızlar...
ama söylesenize şimdi bana
nasıl sönecek içimde
yanan ulu dağlar?...

MERAL VURGUN

YAŞAR DOĞAN: Dokundun mu Sen Hiç


DOKUNDUN MU SEN HİÇ

RESİM: BABÜR PINAR

tene dokundun mu sen hiç
seyrettin mi ürpertisini
anlaşılmaz iniltisini
çobanpüskülü gibi
dalda tir tir titreyişini –bir eylülden sonra

güne dokundun mu sen hiç
hipokrit antipatik sistem-matik
ve sempatik görünemeye çalışıp
tonlarca antibiyotik
yutup kuduzluğunu gizleyen güne –öteki günden sonra

öğlene dokundun mu sen hiç
kızılından ve yakıp kavurucusuna
açlıktan midesi kıvrılanına
sokağın ortasında vurulana
vurdun mu sen hiç ellerini
bir gazete sayfası atıp üstüne
herkesin kanının üstünde yürüyenine – ulu orta yerde

dokundun mu sen hiç
susturulmuş çığlığa
kirlenmemiş suya
keşfedilmemiş ruha
bir yağmur sonrası – atılan çamurlardan sonra

yağdın mı sen hiç
kurumuş dudağa
uzanmış ele
patlamış kalbe
mahvedilmiş bir hayata – bir gece yarısından sonra

baktın mı sen hiç
parçalanmış ve parçalayan
göz bebeklerin heyelanına
düştün mu sen hiç
oların gözleriyle o uçurumlara –bir irkilmeden sonra

nasıl dokunursun bilmem ama
bak
bir asırlık soğan doğramış yıldızlar
gözlerimin baktığı bütün ufuklara


YAŞAR DOĞAN /Lolan

MELİH COŞKUN: Taze Tut Öfkeni—ŞERİF TEMURTAŞ: Merhametsiz Yalnızlığı Hayatın


TAZE TUT ÖFKENİ


Öfkeni taze tut ki
Soğutmasın içindeki umudu
Sen ki şairsin güzelim çocuk
En çok sana yakışır başkaldırmak
Her acı biraz daha büyütür içindeki ozanı
Sen ki asi doğmuşsun
Hiçbir pranga uymaz ayaklarına
Hiçbir zindan hapsetmez özgür yüreğini
İçimde bir ayaklanma baş gösterir zamansız
Mevsim talandır
Ve söylenen bütün sözler yalandır
Ve zaman
Uçan kuştan hesap sorulan zamandır

Zaptetmek imkansızdır damarlarındaki kanı
Ve beynini kuşatan bu sınırsız heyecanı
Yatıştırmak mümkün değildir artık
Alıp başını giden bu isyanı
Taze tut öfkeni
Buz kesmesin içinde umut
Avutmaz artık seni anlatılan masallar
Sen ki şairsin güzelim çocuk
Ölüm öldürmez ki seni
Sen ki asi doğmuşsun bir kere
Asi olacaksın son nefesine kadar...


MELİH COŞKUN


 MERHAMETSİZ YALNIZLIĞI HAYATIN
 

dışarda kırlangıç kanatlı yağmur
bostan tarlalarında zemheri yalnızlığı
göç yolunu şaşırmış leylek
ayaza vurmuş dalında kuru bir ağacın
tutunmaya çalışıyor yaşamaya
rüzgarın ve açlığın
merhametsiz yalnızlığında hayatın

ötede bir çocuk
tarlaların derin yalnızlığına inat
dal uçlarındaki son narı ayvayı
toplamanın telaşında
dağların vahşiliğine inat
çaresizliğin uysal sessizliğine bürünmüş evler
bacalarda uzayıp giden meşe kokulu duman
gelecek yıla bırakılmış kocaman umutlar
köyün sessiz sokaklarında
merhametsiz yalnızlığı hayatın

bahar gelecek çocuk
umutlar yeşerecek
gelecek yıla bırakılacak hayaller
filizlenecek çocuk
zemheride
hayatın 
kocaman merhametsiz yalnızlığında

ŞERİF TEMURTAŞ

ULAŞ DENİZ KESKİN: Haykırış


HAYKIRIŞ


 

Sen doğduğunda küçüğüm
Denizlerde boğuldu düşüm
Bir gemi battı
Kalktığı limandan
O büyük düşe
Bilmem kaç kilometre uzaktı
Suphi martı çığlına karıştı
Karadeniz tüm gece ağıt yaktı
Unut her şeyi,
Lise aşklarını,
Yahut ilk izlediğin sinemadaki
Öpüşme sahnesini.
Suyun bileşenlerini,
Veya
Şose boyunda beklediğin
Trenin dumanını.

Lâkin unutma ki
Sen,
Kavgaya düşen
Son nefersin.
Sen,
Yağmurla gelen
Sen,
Geleceğin,
İlk göz ağrısısın…
Dağ olacaksın sen delikanlım,
Buram buram berfin çiçeği kokacaksın
Kırılacak, vurulacaksın da
Nîdanı alnından akan kan ile
Fırat’a yazacaksın
Yahut Dicle’ye…
Yine de korkmayacaksın!

Gözlerin,
Karaya çalacak
Kömür kokacak ellerin
Yerin binlerce kat derinliğinden bile
Mayıs tazeliğinde
Toprak kokacaksın
Lâkin Yılmaz işçim
Adını koyana kadar memleketin
Yeryüzünde çoğalacak sesin…
Sevdanın Mahir’i olacak bayrağın
Denizlere Ulaşıncaya dek
Semalarda çoğalacaksın

Eylül falan feryadın olmayacak
Haziran ayında Ankara’da
Boran olacak,
Sıkılı yumruğun
İsyanın tarihini
Divit ucuyla tarihe kazıyacaksın
Düşman şaşacak mahpusta
İşkenceler ortasındaki ıssızlığına
Gözlerinde yanan mavzer ışığına
Gün be gün içtiğin andı nakışlayacaksın!

Dayanacak,
Savaşacak,
Tutuşacaksın oğul!
Ne duruyorsun,
Düşünme artık
Dayan oğul
Savaş,
Tutuş!

Barmak Irak olmayacak avuçlarına
Eline bilek olacaksın mahsunun, mazlumun, mahurun!
Unutma senin silâhın,
Kandırılmışlığın, kör kuyuların, unutulmuşluğun
Karanlığına ışık çakmaktır yüreğinde taşıdığın muştun!
Unutma genç kızım,
Sen,
Kavgaya düşen
Son nefersin.
Sen,
Yağmurla gelen
Sen,
Geleceğin,
İlk göz ağrısısın…

Öyle ne duruyorsun
Artık düşünme
Diren!
Ölüm karışsa da kaderine
Düşsen cellâdın eline bile
Boyun eğme, boyun eğme!

ULAŞ DENİZ KESKİN

ÖZGÜR KAPCI: Bir Islık Gibi Yaşamak— TEMEL KURT: Düş



BİR ISLIK GİBİ YAŞAMAK



Bir ıslık gibi yaşamak
iki dudak arası zamanı
bir ıslık gibi çarçabuk...
bak! avuçlarımda yaşamın gizemi saklı
bak! gözlerin saklı
tarihin yamalı surlarından
Fatihler yenilgiler
Kanuniler kanunsuzlar
yaşlı semenderler geçiyor
bu kirli asil
masal yalan dolan tarih
bizim tarihimiz!
babam bana
atların kadınlardan daha güzel olduğunu
öğretmedi
kelebeklerin erken öldüğünü de
ama ben kadınları hep sevdim
kelebekleri daha çok
bir ıslık gibi yaşıyorum
bir ıslık gibi öleceğim
iki dudak arası bu zamanı
ve sevgilime dediğim gibi
'nefes aldığım sürece umut edeceğim'

 
ÖZGÜR KAPCI




DÜŞ



düşün ki; sabah sabah solundan kalkmışsın da
başka bi çağa açmışsın gözlerini,
öyleki; herşey herkese pay edilmiş
ben senle eşitim, sen ötekiyle, öteki kedi köpekle
düşün ki; aşktan ve ölümden dertliymişiz yalnızca…

TEMEL KURT

LÜTFİYE BOZDAĞ: İktidarın Baskı ve Şiddeti Sanatta Sansür ve Otosansürü Yaygınlaştırdı



İKTİDARIN BASKI VE ŞİDDETİ SANATTA
SANSÜR VE OTOSANSÜRÜ YAYGINLAŞTIRDI

Bubi'nin Yapıtı,
"Lütfen kapağı kapalı tutunuz"
Üretim yılı: 1999,
Tekniği: Tahta klozet kapağı üzerine akrilik boya


AKP hükümetinin gittikçe artan otoriter rejimi ve oluşturduğu korku kültürü ile sansür ve otosansürün yaygınlaşmasını önlemek için sadece sanat alanında değil hayatın her alanında örgütlü mücadele etmekten başka çıkar yol yok…

İktidarın sağlanması ve devamlılığı için önemli bir araç olan “sansür” toplumu kontrol altına almanın yollarından biri. İfade özgürlüğünü bastırma ile işe başlayan sansür, iktidarın varlığını tehdit eden düşünceleri ve kavramları yasaklama yoluyla algıyı kontrol etme eylemi olarak karşımıza çıkıyor.

Sansür konusunda sicili hayli kabarık olan Türkiye’de, AKP iktidarının baskı ve şiddet uygulamaları hayatın her alanına sızdı. Başbakan bir yandan Musa Anter'in oğluna bir aylığına yurda dönmesi için icazet veriyor öte yandan Anter’in kitaplarını yasaklatıyor, yani sansür uygulanıyor.

Neoliberal politikaların Türkiye’deki temsilcisi AKP, toplum üzerinde kurduğu ideolojik hegemonya ile mutlak bir iktidar tekeli oluşturdu. Devlet iktidarını oluşturan tüm kurumlarda, tam bir hâkimiyet sağlayarak tek parti diktatörlüğü kuran AKP, hummalı bir “toplum mühendisliği” sevdasıyla kendi ideolojisi doğrultusunda Türkiye’yi dönüştürme ve yeniden biçimlendirme icraatlarına devam ediyor.

“…Otoriterleşme yönünde atılan adımlar biriktikçe, otoriter reflekslerin daha fazla ortaya çıktığı bir süreç bu. Siyasal muhalif duruş ve eylemleri nedeniyle hapishaneleri dolduranların, mahkeme kapılarında süründürülenlerin sayısı artıyor. Medyada muhalif sesler yavaş yavaş işlerini kaybediyor. Tutuklu üniversite öğrencisi sayısı artıyor ve birkaç cılız ses dışında akademi dünyası sessiz. Ahlak polisçiliği yaygınlaşıyor. İnternet filtreleri, kırmızı mahalleler, televizyon sansürleri, ‘iyi niyetli korumalar’ görünümü altında toplumsal izolasyon araçlarına dönüşüyor. Kibirli bir teknokrat otoriterliğine dayanarak, orada yaşayanlara sorulmadan kent mimarisinin altüst edilmesine, vadilerin birer elektrik barajı havzasına dönüştürülmesine fütursuz biçimde devam ediliyor. Siyasal gücün bir mercide ve bir kişide yoğunlaşması bu otoriter manzarayı tamamlıyor ve pekiştiriyor.” (1)

AKP hükümetinin gittikçe artan ve hayatın her alanında hissedilen otoriter rejimi, her geçen gün yeni baskı ve şiddet uygulamalarına sahne oluyor. Daha vahim olanı devletin geleneğinde var olan otoriter yapı ve zihniyetin tehditkâr tavrıyla oluşturulan korku kültürü ile birçok alanda sansür ve otosansür yaygınlaşıyor.
Şanlıurfa'da sergilenen “çıplak” bir heykelin tepki çeker kaygısıyla merdiven altına kapatılması, iktidar tarafından yapılan baskı ve şiddetin otosansüre dönüşen bir örneği.

Karşı Sanat ve 78'liler girişiminin öncülüğünde gerçekleştirilen “Diyarbakır Hapishanesi Ne Yana Düşer?” sergisinde yer alan nü bir heykel tepki göreceği gerekçesiyle Şanlıurfa'daki sergi salonuna konulmayarak merdiven altına kapatıldı ve üzeri bezle örtüldü.

“İstanbul ve Diyarbakır'ın ardından Şanlıurfa'da açılan sergiye vatandaşlar yoğun ilgi gösterirken, kafes içerisinde çıplak şekilde işkence gören bir erkeğin anlatıldığı heykel ise, cinsel organı gözükmesinden dolayı müstehcen olarak tepki çekeceği endişesi ile sergilenmedi. Heykel, salondaki merdiven altına konulurken, üzeri de bezle örtüldü. Sergiyi gezmeye gelenleri bilgilendiren 78'liler Girişimi Meclis Üyesi Abdurrahman Pişkin, kendi istekleri ile heykeli sergilemediklerini belirterek. "Şanlıurfa'da toplumun yapısını göz önüne alarak, heykeli müstehcen olduğu gerekçesiyle tepki çekebileceğini düşünerek sergilemeyi uygun görmedik"(2) dedi.

Bir Başka Sansür Haberi İzmir’den Geldi


“İzmir Fotoğraf Sanatı Derneği (İFOD) geçtiğimiz günlerde ’Aykırı’ isimli fotoğraf sergisi için üyelerine çağrı yaptı. Sergiye 48 sanatçı fotoğraf gönderdi İFOD Yönetim Kurulu 33 fotoğrafı sergilemeye değer buldu. Sergi 3 Ocak 2012’de Kültürpark’daki İzmir Sanat Merkezi’nde açıldı. Ancak, ulusal bir haber ajansı 6 Ocak 2012 de sergideki 3 fotoğrafın dini ve toplumsal değerlere aykırı olduğunu içeren bir haberi servise koydu. İki ulusal gazete de, 8 Ocak pazar günü "Dini değerlere hakaret içeren fotoğraf sergisi Türkiye’yi ayağa kaldırdı" başlığıyla sergiyi okurlarına duyurdu.

9 Ocak pazartesi günü de belediye yetkilileri 3 fotoğrafı sergiden çıkardı. İFOD üyeleri, İzmir Büyükşehir Belediyesi İzmir Sanat Merkezi önünde bugün bir araya geldi. Tartışılan üç fotoğrafla birlikte diğer fotoğrafları da sergiden indiren İFOD üyeleri tepkilerini böyle gösterdi. İFOD Başkanı Beyhan Özdemir, şöyle dedi: "Çeşitli basın organlarında çıkan asılsız ve kışkırtıcı haberler karşısında İzmir Büyükşehir Belediyesi sansür uyguladı. İFOD’un bilgisi ve isteği dışında 3 fotoğrafımız sergiden indirilerek bir odaya kapatılmıştır. İzmir Büyükşehir Belediyesi yetkilileri fotoğrafların kendileri tarafından sergiden kaldırıldığını ve sergide yer almasına izin vermeyeceklerini söylediler. Böylece belediyecilik görevleri yanında sanat bilirkişiliği ve sansür kurulu görevlerinin olduğunu da bizlere göstermiş oldular. Demokrasilerde bunun adına Sansür denir."(3)


"İfod Çeyrek Asırdır Böyle Bir Sansür Görmedi"

Daha önce yüzlerce sergi açtıklarını ve dünyanın her yerinde çeşitli fotoğraf sergilerinde yer aldıklarını söyleyen İFOD Başkanı Beyhan Özdemir, "Bu sansürün altında kalamayız. Biz fotoğraf sanatçıları olarak, hiç bir şekilde din mezhep ayrımı yapmadık zaten yapamayız. Ama fotoğraflardan bazıları birilerinin canını sıkmış. Bu sansür uygulamasını protesto etmek için Kültürpark içinde bulunan İzmir Büyükşehir Belediyesi İzmir Sanat Merkezi’ndeki ’Aykırı’ sergisinde yer alan fotoğrafları toplama kararı aldık" dedi.

’İstenmeyen’ fotoğraflar arasında türbanlı bir kadının bikinili fotoğrafı, iki erkeğin dudak dudağa öpüştüğü ve başı örtülü iki kadının dudak dudağa yakınlaşmış anının fotoğrafları bulunuyor. İki erkeğin öpüşme fotoğrafını çeken Barış Barlas da, "Meksika ziyareti sırasında çektiğim gerçek bir fotoğraf. Ziyaretim sırasında metroda bu çifti öpüşürken gördüm ve çektim. Bu bizce aykırı olabilir. Fakat pek çok ülke tarafından normal kabul edilmiş bir durum."(4)

Neredeyse iki aydır Türkiye sanat gündeminde olan İstanbul Modern’in sanatçı Bubi’nin yapıtına uyguladığı sansürün altında da aynı gerekçe var. Bubi’nin yapıtı neden İstanbul Modern şef küratörünü rahatsız etti. Yapıt ilk bakışta bir koltuğu andırıyor ancak oturma yerinde bir “lazımlık” var. Koltuğun iktidarı temsil etmesi, iktidarın “lazımlık” metaforuyla ilişkilendirilmesi radikal bir eleştiri olarak İstanbul Modern’in şef küratörünü telaşlandırıyor. Yapıtın alıcısı koleksiyonerin, iktidara yakın muhafazakâr sermaye kesiminden olma ihtimali bile şef küratörü tedirgin etmeye yetiyor ve yapıtı sergiden eliyor. 

İstanbul Modern, her zaman özgür bir sanat ortamının arkasında olduğunu söylemesine rağmen neden kendisini müzayedeye göre konumlandırma gereği duyuyor? Bir müzenin kendisini sermayeye, koleksiyonere, alıcıya göre konumlandırması doğru mu?  Müze küratörünün koleksiyoner adına söz alması, karar verme yetkisini kendinde görerek, yapıtın sakıncalı olduğu yargısına varması ve bu yargı üzerinden hareket ederek, koleksiyonerin yapıtla karşılaşmasını engellemesi doğru mu?

AKP hükümetinin gittikçe artan otoriter rejimi ve oluşturduğu korku kültürü ile sansür ve otosansürün yaygınlaşmasını önlemek için sadece sanat alanında değil hayatın her alanında örgütlü mücadele etmekten başka çıkar yol yok…


LÜTFİYE BOZDAĞ

____________________
(1)Ahmet İnsel, Politika / 24/01/2012 tarihli Radikal gazetesi
(2)Ali Leylak- Şanlıurfa- DHA, Doğan Haber Ajansı, 24 Ocak 2012, http://www.dha.com.tr/sanliurfada ciplak-heykele-tepki-sansuru-son-dakika-haberi_262722.html
(3),(4) Eray Arpaşin, İzmir DHA, Doğan Haber Ajansı, 11 Ocak 2012, http://www.dha.com.tr/en-son-haber-sansur-tartismasi-sergiyi-kaldirtti-son-dakika-haberleri_256697.html

ALİ ZİYA ÇAMUR: Şiir Eleştirisinde Temel İlkeler




ŞİİR ELEŞTİRİSİNDE TEMEL İLKELER


Emeğin Sanatı olarak, hareketsizliği, sessizliği bozma adına, yayınladığımız her ay bir şiir e-kitabı konu alan eleştiri imecesi başlatma çabasındayız. Ama bu konularda, özellikle internet çevresinde epey bir kafa karışıklığı da var. Bu yazı,  bu tür yanlış anlamaları önlemek adına şiir eleştirisine ışık tutmak için kaleme alındı.


Şiir eleştirisi, genel anlamda anlaşıldığı gibi “şiirin şurası kusurlu şurası bence eksik, şurası şöyle de olabilirdi” gibi afakî yargıların ötesinde, şairin şiir anlayışına tünel kazmak; onun şiirsel eyleminin ip uçlarını yakalamaktır. Önce şiirde bu tür çözümlemeleri gerçekleştirmeliyiz ki, şairle şiiri arasındaki ilişkiye varalım.

Elbette şiir eleştirinde eksik ve yanlışlıklar da günümüzde, özellikle şiir sitelerinde sıklıkla karşılaştığımız bir durumdur. Bu konuda Aytekin Karaçoban, haklı olarak serzenişte bulunuyor:

“Herkes birbirinin bahçesine çaktırmadan taş atmanın yolunda. Hangi taşın kimden geldiğini bilemiyorsunuz. Ad verme yok, örneklerle derinlemesine inceleme ve bu incelemenin sonunda sentezlere ulaşma sözkonusu değil. Şiirin estetiği coğrafi, tarihsel ve toplumsal konuma oturtulmuyor. Böyle olunca dergilerde çıkan yazılar içinden çıkılmaz bir yığına dönüşüyor. Ayrışma yok. Üç, beş, on vb. sayıda şair bir araya gelip bizim şiire, topluma, toplum içinde şiire, şiir içinde topluma bakışımız şudur, estetik anlayışımız şu ölçütler üzerine kuruludur; etik, ideolojik bakışımız ve duruşumuz şudur, bunun şiirdeki yansıması da ortada olduğu gibi şudur deyip ayrılıklarını, aykırılıklarını, muhalefetlerini açıkça sergilemiyor.”

Özellikle Burjuva edebiyatında sıkça gördüğümüz, “keller, yağırlar birbirini ağırlar” tavrı karşısında Karaçoban’a hak vermemek olası değil.
       
Şiir eleştirisinde gözümüzden kaçırmamamız gereken bir nokta da eleştirdiğimiz şairin şiiri ve şiir anlayışı ile kendi şiirimiz ve şiir anlayışımız arasında bir karşılaştırmaya kesinlikle gidilmemelidir. O zaman eleştiri amacından uzaklaşır, kendi şiir yöntemimizi dayatmaya kadar gider iş. 

Şiiri eleştirirken, öncelikle şairin bilinçli tavrını arayıp bulmak gerek.  Nerede durduğunu ve nereye baktığını, yaklaşımlarının tutarlılığı açısından iyi saptamak gerekmektedir. Burada iyi şiir - kötü şiir kavramlarından öte şiiri tutarlılığı yönünden süzmek gerekiyor.

Şiir eleştirisinde temel rotamız, şiirin temel ilkeleridir.

Bu konuda kesin olmamakla birlikte bir takım ölçütler, yol gösterici veriler vardır:      
1.Şiirde iç ezgi ve ahenk
2. Anlamsal açılım ve akışımı, biçim – içerik uyumu.
3. Seçilmiş sözcüklerin derinliği, yoğunluğu ve çağrışım güçleri.
4. Şiirde estetik değer ve şairin şiir estetiğine katkıları.
5. İmge yapısı, imge buluşları.
6. Dili kullanma ustalığı


1. Şiirde iç ezgi ve ahenk;  sözcükler arası sessel uyuma, dize kuruluşundaki ses dengesinin akıcı oluşuna dikkat edilerek aranabilir. Şairin uyak kullanıp kullanmadığı, kullandıysa, kullanış biçimi, kıta yapısı, kıtalardaki sözcük sayısı da bize şiirdeki ahenk unsurlarını verir. Şiir, yine diğer edebiyat türlerinden farklı olarak kendini oluşturan unsurlar arasında kusursuz bir birliktelik ister. Biçim öğeleri açısından savruk, yalpalayan fakat çok anlamlı bir şiirden söz edilemeyeceği gibi, anlamsız fakat ses öğeleri, biçim öğeleri çok güçlü bir şiirden de söz edilemez.
Bu açıdan şiire bir dengeler bütünü de diyebiliriz.

Nâzım’ın bu konudaki kanaatini şöyle belirtiyor: “Şiirdeki ahengin de, hattâ tek bir keman değil, çeşitli aletlerin çeşitli kombinezonlarla ses verdiği bir orkestra olması gerektiğine kanaat getirdim.”

Paul Valery ise, daha kesin konuşuyor: "Şiir, sesle anlam arasında uzayıp giden kararsızlık...”


2. Anlamsal açılım ve akışımı, biçim – içerik uyumu, şiirin en çok tartışılan öğeleridir.   Bu konuya girmeden önce Bilgin Adalı’nın şu saptamalarını dikkate almak gerekir:

Şiiri açımlayıp çözümlemeye, okuma edimini derinleştirmeye çalışan ve şiirin verdiği ipuçlarından yola çıkarak düşünme yetisinin uç noktalarında bir yerlere ulaşmayı amaçlayan okuyucu, kimi kez yazarın önerdiği bildiriye ulaşsa bile çoğunlukla yeni bir anlam -ya da anlamlar- üretecek, kendince bir bildiri oluşturacaktır. Denebilir ki, böyle bir okuma edimiyle bir tek metinden, okuyucu sayısı kadar değişik şiire ulaşılacaktır. Şiirin okuyucudan beklediği de böyle bir irdeleme, böylesine üretici, yaratıcı okuma uğraşısı sanırım.”

Şiire bu açıdan baktığımızda anlamsal bağlamın düzyazıdaki anlam olmadığı açıktır. Şiirde anlam tek başına değildir. Biçimlenmeyi de getirir yanı sıra. Şiirdeki anlam, açık bir bildiriyi düşünce dağarcığımıza sunmaktan çok duygu dünyamızı sarsmak, sallamak, gerekirse şoka uğratmak için vardır.

Şiirdeki anlama, salt bir sözcükten, bir tümceden, bir dizeden, bir kıtadan değil, şiirin genelinden bakmak gerekmektedir.  Bu konuda Ayten Mutlu’ya da kulak kabartmak gerekiyor:

“Anlam uyumun ezgisel ritmidir şiirde. Şiirin yüzeyde beliren yüzüdür. Asıl anlam, kendindeki öteyi, görünenin içindeki görünmeyeni, dünyanın içindeki öte dünyayı dışa çıkarabilme çabasında gizlidir.”

Kısacası şiiri anlama ulaşabilmek için öncelikle şiiri doğru okumak gerekmektedir.  Doğru okuyamazsak, anlamsal özüne de ulaşamayız.

Akışım ise, özellikle uzun şiirlerde ritmi ve anlamsal akışı düşürmeden, sekteye uğratmadan şiiri son dizeye kadar —alçalan, yükselen tempolarla da olsa— ulaştırabilmektir.


3. Seçilmiş sözcüklerin derinliği, yoğunluğu ve çağrışım güçleri, şiir aritmetiğinin temel çarpanlardır.

Bir şiiri okurken, irdelerken, seçilen sözcüklerdeki anlamsal derinliği, taşıdığı anlam yoğunluğu ve çağrışım zenginliği dikkatle araştırılmalıdır. Sözcük seçimi de önemlidir. Şairin, çiğnene çiğnene tadı kaçan bir sakız gibi basmakalıplaşan sözcükler ve sözceler yerine özgün sözcük ve sözceleri seçebilmesi de dikkatle saptanılacak noktalardır.

Bir başka dikkat edilecek nokta da, şairin sözcüklere kattığı yeni anlamları arayıp bulmaktır. Bu konuda yine Bilgin Adalı’ya bakalım:

“Doğal dile dayalı bir metin içinde sözcüklerin -özel durumlar dışında- yerleşik anlamlarıyla yer alışları iletişimin bir ölçüde kolay gerçekleşmesine yol açar. Oysa, şiir dizgesinin yaratılış biçimiyle oluşan dilüstü anlamlandırma, şiirsel iletimin gerçekleşebilmesini yazar kadar okuyucunun da çabasına, başarılı olmasına bağlar. Doğal dile dayalı metinler okurdan bir yaratıcılık beklemez. Edilgin bir okuyucu ile de yetinebilir. Yazınsal bir metin ise, özellikle de şiir, yaratıcı, etkin, devingen bir okuyucuya gereksinme duyar.”

Söylenenleri genel olarak ele aldığımızda, şiirde her şeyden önce önemli sözcüğün anlamı değil, tümcedeki söyleniş değeridir.

Şiirdeki sözcükler, şiirin üç boyutlu yapı taşlarıdır. Salt şiirsel anlama katkılarıyla irdelenmezler; şiirsel ahenge katkıları da önemlidir. Seçilen sözcüklerdeki sessel benzerlikler, şiirde iç ahengi oluşturur. Şiirin kulağa yansıyan tınısını sağlar.

Tuğrul Asi Balkar’ın deyişiyle, “Şiirin her bir sözcüğü harfi harfine bedeli ödenmiş bir toplamda olmalıdır.”


4. Şiirde estetik değer ve şairin şiir estetiğine katkıları, şiir eleştirisinde dikkat edilecek önemli yönlerden biridir.  Estetik, şiirin anlağımızda bıraktığı sanatsal tattır. Şiir içinde sezgilerimize seslenen güzelliktir.  Şiiri manzumeden, düzyazıdan ayıran önemli bir ölçüttür. Şiirde estetik boyut, duygularla aklın ve doğa ile özgürlüğün karşı karşıya geldiği durumda kendini gösterir. Estetiğin es geçildiği yerde şiir yoktur!


Avner Ziss, genel anlamda estetiği şöyle tanımlıyor: “Estetik, güzelin bilimi değildir, gerçekliğin sanatsal özümsenmesinin bilimidir ve her şeyden önce de,  sanatın yasalarının bilimi ve sanatsal yaratı kuramıdır.”

Bu tanımdan ulaştığımız sonuca göre şiirdeki estetik yan; şiirin bizde bıraktığı sanatsal hazdır.

Şiirde estetik söz konusu olduğunda kimi zaman ifrat ve tefrit durumları da ortaya çıkmaktadır. Bu konuda önemli bir saptamayı Behçet Aysan yapmıştır:

“Şiir politikleşirken estetik öğelerini ihmal eder, küçümser. Şiir bir ölçüde şiir olmaktan çıkar, kendinden ödün verir.... Ya da kapalı dönemin etkisiyle kendine özgü kapalı bir söylem bulur... kapalı söyleme sığındıkça da, yaşamdan kopar, soluksuzlaşır, artistik oyunları tek amacı sayar. Ne anlattığı değil, salt nasıl anlattığı önemlidir artık.”

Şiirde estetikten söz edince kimilerince şiirin açıklığı-kapalılığı sorunsalı ortaya konuluyor. Şiiri mücevher kutusuna kilitlemek isteyenlerin savlarıdır  “saf şiir estetik şiirdir”  tezi. “Saf şiir”den kasıtları anlamdan ve çağrışımdan soyutlanmış, içbükey bir şiirdir.

Şiirdeki bu kafa karıştırıcılığı Özdemir İnce çözüyor:
“Her yaratı gibi şiir yazmak da bir eylemdir ve bu eylemin bir işlevi vardır: Bu eylem, hem estetik, hem de toplumsal işlevi içerir ve estetik olandan ne toplumsal ne de insansal olan’ı ayırmanın olanağı vardır.”


5. İmge yapısı, imge buluşları; şiirin en önemli öğelerindendir. İmge kısacası,  kendi anlamı dışında bir başka anlam yaratmaktır. İmge, şiiri düzyazıdan ayıran dilsel özelliklerden en önemlisidir. İmge; sözcüğün ya da sözcüklerin sözlüksel anlamlarının kırılması, öz anlamı dışına taşırılması, anlamlarının genişletilmesi, derinleştirilmesi, çoğaltılmasıdır.

İmgeyi salt sözcükte, sözcede, dizede aramak okuyanı da şairi de yanıltır bazen. Kimi zaman imge bir şiirin bütününde kendini gösterir. Nâzım’ın, Can Yücel’in şiirlerinde olduğu gibi...

İmge, bulunduğu şiirdeki ortama bir gönderme yapabiliyorsa imgedir. Yoksa şiirin içinde yadırgı, ariyet gibi durur. Bir doğal güle takılmış plastik yaprak gibi…  2. Yeni şairleri ve süreklerinde, bu tür abartılmış imgelerin daha da yoğunlaştırıldığı dizelere rastlamak mümkündür.

Bu konudaki şiir adına tehlike tutumları bize Metin Cengiz gösteriyor:
“Türk şiir tarihinde şiir sürekli iki tehlikeyle karşı karşıya kalmıştır. Biri şiiri imgeye indirmek, imgeyi hayattan koparmak, hayatı yeniden üretme görevinden uzaklaştırmak; diğeri de şiiri manzumeleştirmek…” (Cümlenin altını ben çizdim A.Z.Ç. )

Şiir okuru, şiir eleştiricisi; kapısından girdiği şiirde şiirsele anlatıma katkıda bulunan, duyularımızın kilidini açan imgelerin de tadına varabilmeli ve yazısına yansıtabilmelidir.


6. Dili kullanma ustalığı; şairin ustalığının göstergesidir. Çünkü şiirin temeli dildir. Melih Cevdet Anday’ın vurguladığı gibi “Ozanın dili, kişiliği demektir”. Behçet Necatigil’e göre, “Bir şairin yakındığımız yanı ya dilidir, ya dilsizliği.” Şiirde dilin önemini daha iyi vurgulayabilmek için bir de Cemal Süreya’ya başvuralım: “Dil öğesini temele oturtmayan hiçbir şiir tanımı doğru olamaz.”

Dilin şiirdeki önemini böylece kavradıktan sonra şiirin diline döndüğümüzde ilk görmemiz gereken nokta şudur; şiirin dili gündelik dilden, doğal dilden farklıdır.  Düzyazıda dil yalnızca bir bildiri iletmenin amacıdır; bildiri iletildikten sonra sözcüklerin işlevi biter. Şiirde ise dil,  sözcüklerin duyular ve duygular yolu aktardığı bildiriyi yoğunlaştırır, derinleştirir.

Bir şiirin kapısından okumak ya da eleştirmek amacıyla girerken, şairin dili kullanma yeteneği de dikkatimizden kaçmaması gereken unsurlardandır.
İmge konusunda değindiğimiz noktalar da dili kullanma ustalığına dayanmaktadır.

Sonuç olarak, şiir eleştirisinde, bu temel isterlerin yanı sıra, incelik gereken önemli noktalar da vardır. Şiir eleştirisi, sağlam, yansız, nesnel gözlem ve kavrama gerektirir Eleştiri düşüncelerden çok yetenekleri sorgulamalıdır.

Asım Bezirci’nin deyişiyle, şiiri eleştirecek olanın temel sorumluluğu,  “Ele aldığı eseri çözümlemek, değerlendirmek, çağına, çevresine bağlamaktır.”

Bedrettin Cömert’e göre de “Eleştirmen, eleştirmen olmadan önce, iddiasız, alçakgönüllü, sevgi ve coşku dolu bir okur olmasını bilmesi gerekir. Eleştirmenin bir yapıt karşısındaki ilk davranışı, açık yürekli bir sevgi, alçak gönüllü bir öğrenme ve anlama güdülü olmalıdır.”

Şiir eleştirisinde çok sık rastladığımız aksaklıklar da az değildir. Büyüklük duyguları, yargıçlık özentileri, kendini yapıttan üstünde görme rahatsızlıkları eleştiriyi eleştiri olmaktan çıkarır. Bu konuda dikkat edilecek yanları Claude–Edmonde Magny şöyle açıklıyor:

“Bir yapıtın edebî değerlerini değerlendirmenin tek geçerli yolu; üslûbun hoşa giden büyüleyici etkisine kendisini kaptırmak değil, fakat yazarın yaptığını yapmak istemiş olduğuyla karşılaştırmak, cümlelerin müziğini yalnızca o cümlelere göre değil, fakat anlatmak istediklerine göre değerlendirmektir.”

Elbette okuyucunun, eleştiricinin şiirle alışverişi hoşlanma ya da hoşlanmama biçiminde olmamalıdır. Şiir helva değildir. Şiir estetik, anlamsal, sessel, organik, tarihsel, toplumsal bir örgütlenmedir. Şiir okuyucusu, eleştiricisi, bu örgütlenmenin ayrıntılarının farkına varmalıdır, hissetmelidir.  Eleştirisini yazarken bu detayların iyiliği-kötülüğü, eksikliği-aksaklığından çok kendisini yansıtmalıdır. Çünkü iyilik-kötülük, eksiklik-aksaklık gibi sonuçlar göreceli kavramlardır. Ama eleştiri göreceli olmamalıdır, net ve nesnel olma çabası içinde olmalıdır.

Bir diğer önemli son nokta: Şiir eleştirisinin konusu, şairin şahsiyeti değil şiiridir. Bu nedenle eleştiriler şiirden şairin şahsiyetine kaydığında ortaya ya küfürlü, küçük düşürücü ya da şişirici, övücü yargılar çıkar ki, şiir sitelerinde benzerleri çoktur. Bizim bu tür bir eleştiri anlayışıyla da işimiz yoktur.


ALİ ZİYA ÇAMUR