Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Eylül 2012 Cuma

EMEĞİN SANATI E-DERGİ 124. SAYI




Merhaba,

Günümüzde savaşın kara tehlikesi demoklesin kılıcı gibi üzerimizde sallanmaya devam ediyor.  Savaşın karşısında ise en keskin sözü sanat ve sanatçılar söyleyebilmekteler.

Genel açıdan karşılaştırma yaparsak, savaş yıkıcı bir niteliğe sahiptir. Oysa sanat bunun tam tersi, toparlayıcıdır. Savaşın hükmü sürdüğü dönemde sanatçılar evrensel insanlık değerlerini savunmak için harekete geçer, heyecanlandırır. Bir tarafta savaşın kara ve yıkıcı yüzünü insanlara hatırlatır, onların duyarlıklarını bu yönde keskinleştirirken, diğer taraftan insanları birlikteliğe ve savaşa karşı eyleme davet eder. Bu olgu, bugün de hızından hiçbir şey kaybetmeden böyle sürüyor.

Yazarların, sanatçıların elinde edebiyat ve diğer bütün sanatlar, savaşa karşı her devirde barışın savunucusu olmuşlardır.  Bugün de bu gerçeklik devam ediyor… Bu nedenle gelecek sayımızda yayınlanmak üzere, tüm şair-yazar dostlarımızın savaş-barış ekseninde yazılmış şiir, öykü, deneme vb dallarda ürünlerini bekliyoruz. Umarım çağrımız yankısız kalmaz…

Artık dünyada Askeri unsurlarla kucaklaşmış-endüstriyel kompleks kapitalizme karşı tavır alarak bunları topluma yansıtacak, gösterecek bir sanata ihtiyacımız var. Dünyanın her yanında evsiz insanlar karton kutular içinde uyumaya çalışırken,  saraylar satın alan milyarderlerin, diktatörlerin kaç insanı açlıktan öldürdüğünü gösteren sanata ihtiyacımız var.

Görüyoruz ki, küçük burjuva aydınları dahi büyük kent çevreninde gelişen edebiyattan umutsuzdur.  Bu nedenle hep “şiir öldü” teraneleri yükselir İstanbul çevrenli burjuva şairleri okuduktan sonra. Geçenlerde Twitter’den  gazeteci Ahmet Hakan gene twit döktürüyordu: “şiir öldü. daha dogrusu öldürüldü. cinayeti kör bir balıkçı gördü.” İstanbul çevrenli şiirleri okuyanlar şiirin öldüğüne hükmediyorlar. Ona verdiğim yanıt şöyle oldu:

“Evet İstanbul çevrenli ve onların dümen suyundaki şiir ölmüştür. Ama Anadolu’nun her yanından şiirin poetik, estetik diyalektiği çevresinde seher yeli gibi, başı bulutlu dik çamlar gibi, dağların karlı doruklarında gezinen kartallar gibi, karın içinden yeni çıkmış çiğdemler, kardelenler gibi saf, temiz onurlu bir Anadolu şiiri yeşeriyor, yetişiyor… Onlar, şiirin katledilmesine asla müsaade etmeyecektir!”

Görseler de görmeseler de!...

Ali Ziya Çamur


BU SAYININ SAVSÖZÜ

“Yazmak, yaşamakla içli dışlı olmayı gerektirir. Çünkü yazar; gözlemleri, düşleri, düşünceleri, deneyimleri öğrendikleri ve algıladıkları ile kendi içinde oluşturduğu gömüyü öteki insanlarla bölüşmeyi yazar olma bilincinin gereği olarak görmelidir. Ancak yazar olabilmek için bu bilince ulaşmak da yetmez.  Çünkü yazar, kendine özgü anlatım yöntemleri ve biçem yöntemleri bularak, yaşama yeni tatlar, yeni varsıllıklar katan kişi demektir. Yazmanın gerekliliği de bu nedenle önemlidir.

Yazarın bir başka önemli işi de; birilerini sarsmak, bakar körlere görmeyi öğretmek ve onları günlük yaşamın sıradanlığından koşullaştırmışlığından kurtarmaktır. Ancak bunu yapabilmek için dili ve biçemi birer nesne olarak kullanarak yazıyı işlevsel kılmalıdır. Kısaca yazmak ve yararlı olmaktır yazarın görevi. Böylece, edebiyatın işlevselliği üzerinde dururken de değindiğimiz gibi, sanat insanları araştırmaya, düşünmeye, yorumlamaya yöneltir. Bu yetkinliğe kavuşanlar her anlamda kendilerini korumayı öğrenmiş olacakları gibi, paylaşmanın ve eşitlik duygusunun iç dinginliği veren tadını da yakalamış olurlar. Bu değerlere sahip olan birey, en azından kendi benliğinde demokrasi kavramının da temelini atmış olur.

Doğaldır ki, yazar bunları yaparken,  çelişkileri sergilemek durumundadır. Örneğin ünlü Roma’daki Servius’un(köle) anasından gerçekte köle olarak doğmadığı gibi patronus(kölelere buyuran)’un da gökten zembille inmediğini kafalara işlemesi gerekir. Yani yazarlık, dünyada var olan gerçekliği yeniden gündeme getirme, estetik bir potada yorumlama ve yeniden yaratma işidir. HÜSEYİN ATABAŞ (Ekinsanat, sayı:6)   

YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ


KARŞIYAKA BELEDİYESİ
HOMEROS EDEBİYAT ÖDÜLLERİ 2013
“BİR ŞİİRİ İNCELEME YARIŞMASI”

2003 yılından bu yana dil, inceleme-araştırma, hikâye ve şiir dalında verilen Homeros Edebiyat Ödülü; 2013 yalında “bir şiiri inceleme” çalışmasına verilecektir.

Yarışma herkese açıktır. Cumhuriyet Dönemi Türk şiirinden seçilecek bir örnek, ‘şiir sanatı’ açısından incelenecektir. Şiir ve şair seçimi konusunda bir sınırlama yoktur. İsteyenler, birden çok çalışmayla yarışmaya katılabilir. Bu yarışma, birden çok kişinin ortaklaşa yapacakları çalışmalara açıktır. Yapılacak çalışmalar için bir sayfa sınırlaması yoktur.  Yarışmaya katılacak dosyalar bilgisayarda yazılmış olmalıdır.             Ödül, birincilik 2000, ikincilik 1500, üçüncülük 1000 TL’dir. Seçici kurul uygun gördüğü takdirde ödülleri bölüştürebilir.

Dereceye giren ve basılmaya değer görülen çalışmalar kitap olarak basılırsa, çalışma sahiplerine telif karşılığı 20 (yirmi) kitap verilir. Çalışma sahipleri başka hak talep edemezler. Ödüle son başvuru tarihi 15 Aralık 2012 günüdür. Ödül, 21 Mart 2013 günü düzenlenecek olan Dünya Şiir Gününü kutlama etkinliği sırasında açıklanacak ve sahiplerine verilecektir. Ödüle katılanlar, çalışmalarını 6 adet olarak ve özgeçmişleri, adresleri, e mail ve telefonlarını içeren bir yazı ile Karşıyaka Belediyesi Kültür Müdürlüğü Homeros Edebiyat Ödülleri
“Bir Şiiri İnceleme Yarışması”Bahriye Üçok Bulvarı No:5 35600 Karşıyaka – İZMİR adresine APS, kargo, taahhütlü posta ile göndermeleri ya da elden teslim etmeleri gerekmektedir. Ödül hakkında bilgi: Melih Elhan (Ödül Sekreter) Tel: 0232 3994089 (Hafta içi 08.00 – 17.00)
Ödülün seçiciler kurulunda İsmail Mert Başat, Veysel Çolak, Mustafa Durak, Melih Elhan, Ahmet Yıldız yer almaktadır.


POLİTİK TUTSAKLARLA DAYANIŞMA ÇAĞRISI!

Şair-Yazar Adil Okay’ın öncülüğünde politik tutsaklarla yazışma, dayanışma adıyla www.gorulmustur.org sitesi oluşturuldu. Sitenin kuruluşu ve amaçlarıyla ilgili olarak “gorulmustur.org” ekibi tarafından yapılan açıklama:

“Yıllardır sürdürmeye çalıştığımız politik tutsaklarla yazışma, dayanışma çabamız devam ediyor. Bu süreçte F tipleri ve diğer cezaevi tipleri hakkında çok şey öğrendik. Ancak politik tutsakların baskılara rağmen her tip cezaevinde üretmeye devam ettiğini de gördük. Zaten tecrit sayılan cezaevlerinde verilen özel cezalara rağmen. Görüş yasağına, mektup yasağına, kimi cezaevlerinde renkli kalem, 5’ten fazla kitap v.b bulundurma yasağına rağmen politik tutsakların ayakta kalma ve üretme mücadelesi içinde olduğunu gözlemledik. Tabi bu süreçte politik tutsakların “dışarıdan” yeterince mektup alamadıklarından -dolaylı olarak- şikayetçi olduklarını fark ettik. Bir tutsak için en önemli moral kaynağı: Ziyaretçi ve mektuplardır diyorlar. Gelen mektuplara sevinçlerini ifade ediyorlar.

Gelinen aşamada mahpus mektuplarının ve sanatsal ürünlerinin daha geniş bir kitleye ulaşabilmesi için bir web sitesi kurmaya karar verdik. Hem paylaşım hem mahpus ailelerine moral verme hem de okuyucuları mektup yazmaya teşvik etme amacıyla “gorulmustur.org” sitesini hazırladık. Site aynı zamanda bir arşiv merkezi haline geldi. Arkadaşlarımızın ellerindeki mektupları, mahpus fotoğraflarını, şiir-öykü ve resim- karikatür çalışmalarını derli toplu paylaşmak amacıyla arşivlemeye giriştik. Gelen mektupları sizinle paylaşmamızın bir diğer nedeni: Hem politik tutsakların ne koşullarda yaşadığı hakkında bilgi edinmeniz, (sağlık sorunlarından, hücrelerde nasıl yaşadıklarına, günlük yaşantılarına ve morallerine kadar) hem de verdiğimiz adreslere – içinden birine de olabilir- sizin de yazmanız. (elbette adres havuzuna ve mektup arşivine siz de ek yapabilirsiniz) Yazmak, yazışmak önce zor geliyor ama sonra yazıştığınız insanla arkadaş oluyorsunuz. Bu da hem onun için, hem sizin için bir moral kaynağı haline geliyor.

Ayrıca el yazısı ile gelen mektupları bilgisayar ortamına geçirmek de çok zaman alıyor. Ama bir kaç arkadaşın desteğiyle bunu da başaracağız. Elbette bildiğiniz gibi, çeşitli kentlerde cezaevleriyle dayanışma komiteleri var. Tek tek veya grup, kurum olarak bizim yaptığımızın çok fazlasını yapanlar var. Onların da iletişim adreslerini sitenin “bağlantılar” penceresinde bulabilirsiniz. Biz neden bir kişi daha olmasın, neden bir web sitesi daha veya bir gazete daha olmasın diyoruz. Ve keşke diyoruz her kentte o bölgenin hapishanesine yönelik bir site olsa. Derneklerin şubeleri olsa.

Neden “gorulmustur.org”?

Gelen mektuplar, ‘Görülmüştür’ mührüyle geliyor. Kimi zaman ‘sakıncalı’ sayılan cümleler karalanmış oluyor. Genellikle okumayı engellemeyecek yerlere mühür vuruluyor. Bazen de arka boş sayfalara. Ama kimi zaman da mühür, sahibinin içindeki kötülük potansiyelini gösteriyor. Buna örnek olarak Serkan Kaya ve Kamil Turanlıoğlu’nun, Sincan 1 no’lu F tipi cezaevinden yolladıkları karikatüre iyi bakmalısınız. Mühür sayfada çok boş yer varken, sunulan çiçeğin üzerine, hem de tam tomurcuğa vurulmuş. Biz de yıllar önce elimize geçen bu desenden ve 2010 -2011 yıllarında açılan “Görülmüştür- mahpus resimleri sergisi”nden yola çıkarak bu ismi benimsedik.

Bir not da, ‘Uzun zamandır elle mektup yazmadım, nasıl yazacağımı, başlayacağımı bilemiyorum’ diyen arkadaşlara. İnanın ki ne yazsanız onlar için moral olur. Günlük yaşantınızdan bir kesit yazıp yollamanız yeter. Kuru ajitatif söylemlere gerek yok. Zaten bu insanların her biri oturup bildiri yazacak kapasiteye sahip. Bu anlamda 10 yıldır 20 yıldır içeride olan insanlara dış dünyadan haber vermek, günlük yaşantı hakkında bilgi vermek, paylaşmak da çok önemli. Örneğin birçok hastalığı olan politik tutsaklar bile yazarken yol gösterici, ufuk açıcı cümleler kuruyorlar. Ama içten içe “dışarının” (yani sizin-bizim) onlarla yeterince dayanışma göstermediğini görüp üzülüyorlar.

Bir kartpostalla da olsa dayanışmaya katılmanız dileğiyle.”


ORHAN KEMAL ÖYKÜ YARIŞMASI SONUÇLARI AÇIKLANDI!

Çukurova Edebiyatçılar Derneği’nin (ÇED) bu yıl 5'sini düzenlediği 2012 Orhan Kemal Öykü Yarışması’nda dereceye giren eserler belirlendi.

ÇED Başkanı Halise Tekbaş, yaptığı yazılı açıklamada, geleneksel hale getirilen Orhan Kemal Öykü Yarışmasına edebiyatçıların her geçen yıl biraz daha fazla ilgi gösterdiğini belirtti. Türk ve dünya edebiyatını ölümsüz eserler kazandıran Orhan Kemal‘in daha fazla tanıtılması gerektiğini kaydeden Tekbaş, yarışmada seçici kurulun katılımcıların özgün eserlerde Türkçe’yi kullanımdaki özenini göz önünde bulundurduğuna dikkat çekti.

Ön seçici kurulu, Bekir Dağsever, Musa Dinç ve Hasan Hüseyin Çabuk; Üst Kurul Jüri Üyeleri Aysun Kara Sezer, Alper Akçam, Zafer Doruk, Türker Ayyıldız, Vecdi Ciracıoğlu ve Soydan Kızgın’dan oluşan yarışmada dereceye giren isim ve eserleri şunlar: 1. Suzan Bilgen Özgün (Gölgede Kalanlar), 2. Meriç Renkver (İlkgüz Ağrısı), 3. Hakkı İnanç (Ocakta Yemeğim Var)

Mansiyon: Candan Selman (Goglis Ne Demek?), Ayla Şenel (Gitmek İsteyen Ağaç), Celal İlhan (Dili Yüreğinde) Ceyhan Belediyesi’nin sponsorluğunu üstlendiği yarışmanın ödül töreni Eylül ayında gerçekleştirilecek törenle sahiplerini bulacak.


KÜRT HALKININ KİMLİK MÜCADELESİNİN ÖNCÜLERİNDEN
GAZETECİ-YAZAR MUSA ANTER’İ ANIYORUZ…

Musa Anter, Kürt halkının haklı özgürlük kavgasına değer katan bir Kürt aydınıydı. Kürt halkının kölelikten kurtulma kavgasına hayatını adamış, hem ağır bedel ödemiş hem de çok şey üretmiş bir dava adamıydı. O, hayatın ve kavganın içinde kendine has duruşu olan bir Kürt bilgesiydi. Bu yüzden 20 Eylül 1992’de Diyarbakır’da JİTEM tarafından katledildi
Musa Anter, sadece duygusallığa değil, akla da dayalı bir mizah ustası ve bir gazeteciydi... Can Yücel, “Musa Beğ İçin” şiirinde onu şöyle tanımlıyor:

Musa Anter Çağımızda
Yeni bir Selahaddin-i Eyubiydi
Onun ipek kesen kılıcı varsa
Musa Beğin Türkçesi
Ve de o güzelim Kırmancası vardı
Herkesin yaya gittiği yerde
O filinta bacaklarıyla koşardı
Musa Peygamberin Kızıldeniz'in
dalgaları arasından nasıl ulaştıysa
O da kardaşlıkla
dünya kardaşlığıyla
ulaştı karşı kıyıya
Musa Beğ için akan göz yaşları
yediveren mermilerdir
birer birer
(Can Yücel - Portreler)

RUHİ SU’NUN SESİNDEN
YANKILANMAYA DEVAM EDİYOR HAYAT!

Türkülere ve sosyalizme ömrünü veren Ruhi Su’yu ölüm yıldönümünde selâmlıyoruz. Onun dilinden ve telinden atmosfere saçılan türkülerde, özlemlerimiz ve özlemlerimize ulaşmada direncimiz dile gelmeye devam ediyor.

Bizlere sanatın arınmışlığına, damıtılmışlığına denk düşen bir içtenlik ve yalınlıkla türkülerini söyledi, yaşamın güzelliklerini dinleyenleriyle paylaştı, büyüttü, geliştirdi.
12 Eylül faşizminin kurbanlarından olan Ruhi Su, son yıllarda kansere yakalanmıştı ama gerekli müdahale için pasaport vermediler, yurt dışına çıkmasına izin vermediler. 20 Eylül 1985’te dünyaya bilincini ve seslerini bırakarak ışıklar okyanusuna göçtü.
Devrim umudu ve sosyalizm savaşımı olan her yerde direniş türküleri olarak dünyada çınlamaya devam edecek Ruhi Su türküleri…

BAŞLASIN

Dünyaya gel
İnsan başlasın
Tanrıyı bul
Korku başlasın
Ağalık, beylik
Bir bir başlasın
Bin yıl, on bin yıl
Bunca emek bunca yıl
Nemrut bitirsin
Süleyman başlasın!
Sen ki dünyayı cennete çevirdin
Dünyaya hükmün başlasın.

RUHİ SU

ULUCANLAR KATLİAMI BELLEĞİMİZDEN SİLİNMEYECEK HİÇ!..

25 Eylül'ü 26 Eylül'e bağlayan gecenin sonunda alacakaranlığında gelmişlerdi... Koğuşun tavanındaki mazgallardan, gözetleme kulelerinden gaz bombalarıyla, mermilerle saldırıyorlardı. Bir yandan da; Habiiip!.. İsmeeet!.. Cemaaaal!.. Sadıııık!.. Enveeer!.. nidalarıyla alacakaranlığın sessizliğini yırtarak öldürecekleri insanların ismini okuyorlardı!.. Devletin elinde, dört duvar arasındaki devrimci sosyalist tutsaklara karşı planlı, programlı, tasarlanarak hazırlanan bu devlet katliamını; sabahın erken saatlerinden, hatta operasyonun başladığı alacakaranlıktan itibaren televizyon kanalları; 'Ankara Ulucanlar Cezaevi'nde İsyan!..' diye duyuruyorlardı!..

Oysa 'isyan' dedikleri şey 19 Eylül'de başlamış, 25 Eylül'de (her zaman olduğu gibi arkasından ihlal ettikleri) 'anlaşma' ile sonuçlanmıştı. Yıllardır 20-30 kişi kapasiteli; 'devletin at ahırından bozma' koğuşlarda balık istifi 80-90-100 kişi kalan devrimci siyasi tutsaklar; 'nefes alamıyoruz, bize bir koğuş daha açın' diye cezaevi idaresine, Adalet Bakanlığı'na dilekçe üstüne dilekçe vermişlerdi. Her seferinde de; 'tamam bu sefer çözeceğiz, Adalet Bakanlığı'ndan onay bekliyoruz...' diye oyalanmışlardı. Her şey baş-göz üstüne ama cezaevinde de olsa insan her zaman insandı. Balık istifi tıkıldıkları koğuşlarda fareler gibi havasızlıktan ölmek yerine nefes alabilecekleri bir koğuş istemişlerdi ve istemekle kalmayıp yan taraflarında bomboş duran olanağı fiilen kullanmışlardı. Bu son derece masum ve insani talepleri karşılandığında da kimsenin burnu kanamadan 1 hafta süren direnişlerine son vermişlerdi.

En son sayı 120'ye çıktığında artık tahammül sınırları çoktan aşılmıştı ve hala olumlu bir gelişme yoktu. Onlar da bir gün havalandırmanın duvarında eskiden açık olup sonradan tuğla ile örülen kapıyı yeniden açarak yan tarafta 15-20 adli tutuklunun bulunduğu 7. koğuşa geçerek 'nefes alabilecekleri bir ikinci koğuş' sorununu yine cezaevi içinde fiilen çözmüşlerdi. Cezaevi idaresinden de bu durumu onaylamalarını ve yeni geçtikleri koğuşun boya ve badanasını yapmak üzere kireç-fırça ve boya istiyorlardı.

'İsyan' dedikleri buydu! Tıpkı Yılmaz Güney'in ünlü 'Duvar' filmine konu olan 'Sübyan koğuşundaki isyan' gibi idi. Onlar da kışın zemheri soğuğunda sobasızlıktan, kırık camlar nedeniyle kar, yağmur ve rüzgârda titremekten ve kişi başına günde verilen bir ekmekle doymadıklarından 'soba, pencere camı ve iki ekmek' talebiyle 'isyan' etmişlerdi.

Anılarını belleğimize kazacağız…


ŞİİRİMİZDE HALKLARIN DİNMEYEN SESİ
VEYSEL ÖNGÖREN YOL GÖSTERİYOR…

Sürgünlerden sürgünlere savrulan yaşantısında, şiirleriyle ve şiir üzerinde düşündükleriyle, her zaman kendisini var etmeyi bilmiş usta şairlerimizdendir Veysel Öngören. Onun şiirlerini antolojilerde, yıllıklarda bulamazsınız. Çocukluğunda ailesiyle birlikte Afyon’a sürülen şair, son yıllarını Diyarbakır’da Bismil’in Kürthacı köyünde geçirdi. 30 Eylül 1997’de, 66 yaşında sonsuzluğa göçtü.

Türkçe’nin Kürt şairi Öngören, halkından aldığı bilinci, gene onlara taşıdı. Hiçbir şeye boyun eğmedi. TRT Dış Haberler Servisi’nde çalışırken düşüncelerinden dolayı görevine son verildiğinde şiirlerine şöyle yansıyordu direnci:“Silindiğin bordroya inat bir çeteledir özgürlük / ister fabrikada ister firarda”

80’li yıllar, onun şiir alanında en verimli olduğu yıllardır. Dergilerde hem üst üste şiirleri, hem de şiir üzerine yazıları çıktı. Şiirimizin emekçi damarını yakalayan ve savunan yazıları şiir baronlarını sarstı… Bu nedenle şiir baronları tarafından görülmemeye başlandı. Burjuva edebiyatçılar, ne yazılarından ne de şiirlerinden iki satır söz edebildiler… O yaşarken zaten söz edebilme güçleri de yoktu onun karşısında..

O dönemde peş peşe “Remo ve Salo”(1980)”, “Vay Gözüm”(1981), ”Remtelebe”(1982), “Koca Ülke” (1983) ve “Arif’in Kızı” (1987) şiir kitaplarını çıkardı. Şiir üzerine yazdığı uzun yazı ve denemeleri ölümünden sonra “Şiir ve Yenilik” adıyla kitaplaştırıldı..  Şükran Kurdakul’un saptamasıyla, yöresel deyişlerden ustaca bileşimler çıkardı ve edebiyata yeni bir ülke duyarlığı getirdi.

Öngören, memleketine döndüğünde Diyarbakırlı şairlere öğretmenlik yaptı. Diyarbakır Belediyesi’nin Şehir Tiyatrosu’nda yönetmenlik yaptı.

“Ölüm silâhlarla geldiği zaman
Kalktık onu karşıladık
Günü saati sorduk söylemediler
Günü hiç öğrenemedik ama gölgeye baktık
Öğlendi abdest aldık helâllaştık
Ölüm silâhlarla geldiği zaman gençtik
Elimizi çabuk tuttuk yaşlandık
Kendimize yakıştırmak için onu
Onu kendimize yakıştırmak için
Höykürdükçe üç el silâh sıktık
Ölüm silâhlarla geldiği zamandı
Ölüm utanmasın diye dövüştük
Ne yaptıksa onun için yaptık, bir tek
Avuçlarımızın sıcaklığı kabzasındadır
Silâhlarımızın hâlâ
Silâhlarla geldiği zamandı, bir de
Küstü gün
Yüreklerimizi ülkemizi ışıtsın diye bıraktık”


VİCTOR JARA’NIN SESİ ÇINLAR HÂLÂ AND DAĞLARINDA!..

Victor Jara, Şili’de 11 Eylül 1973’te gerçekleştirilen askeri darbede katledilen 30 bin insandan biri. Muhtemelen 16 Eylül 1973’te Santiago de Chile’nin stadında biten bu yaşam öyküsü 28 Eylül 1932’de Santiago yakınlarındaki Lonquen kentinde başlar. Çiftçi ve yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir.  Jara okuma-yazmayı da, gitar çalmayı da, geleneksel Şili folklorünü de güzel bir sese sahip annesinden öğrenir.

Kilisenin korosunda teknik anlamda müziği öğrenir, ancak tanrı inancını kaybedince okulu bırakır ve Lonquen’e döner. Burada arkadaşlarıyla Şili folklorunu araştırmaya başlar, tiyatroya ilgisi sonucu Şili Üniversitesi’nde tiyatro bölümünde okur. O dönemde çok sayıda tiyatro oyununda yer alan Jara, 1960’lı yılların başında geleneksel Şili halk danslarına hayranlık duyan şarkıcı Violetta Parra ile tanıştıktan sonra müziğe yönelir. Onun şarkıcı olmaya karar verdiği olay, tiyatro grubuyla Sovyetler Birliği’ne yaptığı turda yaşanır. Programın bir parçası olarak oyunculardan birinin şarkı söylemesi gerekiyordu, ancak o oyuncu hastalanınca Jara gitarıyla sahneye çıkıp, şarkı söyler. Rus seyirciler büyülenir ve sahneye çiçekler atarak, beğenilerini ifade ederler. Victor da buradan aldığı motivasyon ile Moskova’nın bir otel odasında ilk şarkısı olan ‘El Cigarrito’yu yazar. Müzik, artık onun yaşamının ve kavgasını8n en önemli aracı olmuştur: “Kendimizi ve başkalarını her zaman daha iyiye götürmek için gerçeği anlatıyoruz. Yollarını bizden ayrı sürdürenlerin önünde bizimkilerle bütünleşerek şarkı söylemek istiyorum… Yapmakta olduğumuz şeylerin kıtasal değeri olduğuna, kitleleri sürüklediğine inanıyorum. Devrimci şarkı, devrimci bir güçtür. Bütün üçüncü dünya ülkelerinde sözü geçen güçlü bir silah...”

4 Eylül 1970’de Allende seçimleri kazanır ve La Nueva Cancion hareketinin müzikal olarak ağırlık verdiği konular da değişir. Jara da bu en yaratıcı döneminde en iyimser şarkılarını yazar. Jara ve harekette yer alan başka sanatçılar Halk Birliği’nin gayrıresmi kültür elçileri olarak Latin Amerika ülkelerine gidip, sahne alırlar; sahne almadan önce kapsamlı bir şekilde ülkedeki siyasi durum hakkında değerlendirmeler yaparlar. Böylece konserlere siyasi bir boyut katarlar.  Geleneksel halk şarkılarına özel ilgi duyan ve başta Pablo Neruda olmak üzere birçok şairin şiirlerini besteleyen Jara’nın şarkıları siyasi atmosferin sertleşmesiyle birlikte daha düşünceli bir nitelik kazanır.

11 Eylül 1973’te General Augusto Pinochet liderliğinde ABD’nin desteğiyle Allende hükümetine karşı askeri darbe gerçekleştirilir. O an, öğretim görevlisi olduğu Santiago Teknik Üniversitesi’nde olan Jara, radyodan olup bitenleri dinler. Sokağa çıkma yasağından dolayı geceyi öğretmen arkadaşlarıyla üniversitede bekleyerek geçiren Jara, ertesi gün üniversitenin avlusunda askerlerce yakalanıp, binlerce insanın tutulduğu Santiago stadyumuna götürülür. Günler geçer, onbinlerce insanla dolan stadyum önce bir işkencehaneye, ardından toplu mezara dönüşür. Tutuklandığında gitarı yanında olan Jara, insanlara moral vermek için gitar çalıp, şarkı söyler. Buna sert tepki gösteren askerler müzik yapmayı kesmesini söylerler, ancak Jara devam eder. Bunun üzerine ellerini kıran askerler, kendisine işkence ederken ‘Şimdi şarkı söyle yapabiliyorsan, domuz!’ derler, Jara da ‘Venceremos’ şarkısını söyleyerek cevap verir. Jara’nın morali ve kararlılığı karşısında çaresiz kalan askerler onu katlederler.

Victor Jara öldürülmeden önce silah ve işkence sesleri arasında ufak bir kurşun kalemi ile bir çaput kağıda o günlerde - daha sonra kendi adını alacak olan - stadyumda yaşanılan vahşeti son bir şarkı olarak yazar:

BEŞ BİN KİŞİYİZ BURADA

Beş bin kişiyiz burada
kentin bu küçük parçasında.
Beş bin kişiyiz.
Ne kadar olacağız bilemem
kentlerde ve tüm ülkede?
Burada yapayalnız
on bin el, tohum eken
ve fabrikaları çalıştıran.
İnsanlığın ne kadarı
açlıkla, soğukla, korkuyla, acıyla,
baskıyla, terör ve cinnetle karşı karşıya?
Yitip gitti aramızdan altısı
karıştı yıldızlara.
Biri öldü, diğerini vurdular asla inanmazdım
bir insanın bir başkasına böyle vuracağına.
Öbür dördü sona erdirmek istedi bu dehşeti
biri boşluğa attı kendini,
diğeri vuruyordu başını duvarlara
ama ölümün işareti var hepsinin bakışlarında.
Nasıl dehşet saçıyor faşizmin yüzü!
......

VİCTOR JARA

  PABLO NERUDA ŞİİRLERİYLE KAVGAMIZA SES VERİYOR!..

Pablo Neruda, bir demiryolu emekçisinin oğlu ve Şili’nin Paris büyükelçisi… Yaşamında tezat gibi görülen bu farklılık, onun hiçbir zaman diktatörlük, acı, katliam ve yoksulluklar ülkesi Şili’nin şairi olmasına engel olmamıştır. Onun için "Latin Amerikan’ın büyük yüreği" diyenler de yanılmamıştır. O’na göre “şiir hem isyandır, hem de isyankârdır.”

Şiir devrimcidir, çünkü toplumsal duyarlığın sesidir o. Ozanın muhalif kimliğinin doğuştan gelmesinin temel nedenlerinden biri de budur. Kavganın nabzını hep elinde tutan Neruda’nın şu cümlesi, onun tüm savaşımını ve şiirlerini özetlemektedir: “Şiir kimliğini ve itibarını ezilenlerin safında buldu.”



HALK

Halkım ben,
hani şu sayılamayan,
hani şu çok halk.
Soluğumun öyle bir gücü var ki
sessizliği deler geçerim, dinlemem,
filiz verir, boy atarım,
zifiri karanlık demem.
Zulüm, acı, ölüm, şu bu
bir anda gizlerse de tohumu,
ölmüş gibi görünürse de halk,
döner gelir elbet bir gün nisan ayı,
kavuşur baharına toprak,
kızgın eller dağıtır atar ağır havayı.
Ölümün içinden yeşerir yaşamak.

PABLO NERUDA
Çeviren : A. KADİR


NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati

ÖZLEM KESKİN: İğrenç(sen)sin




İĞRENÇ (SEN)SİN





Biliyorum her şey senin yüzünden. Karasın, karanlıksın, umulmadık ücralardasın sen. Çocukkenden bilirim; izinsiz, teklifsiz gelir; kolay kolay gitmezsin sen.

Ta o zamandan biliyorum; sen varsın diye yoktu Şerife'yle oturan. Bir bendim takmayıp seni, her fırsatta yanına kurulan. Ne biçim şeydin sen; hep korkulup, kaçılan. Beni hiç korkutmadı oysa gelip bende konaklaman. Gerçi bana hiç takılmadığını söylesem; yalan.

Pislik olsa da adını andıran; önce yokluktu seni insanlara çullandıran. Tıka basa yokluk doluydu Şerife, yokluktu okul önlüğünün yırtık ceplerinden taşan. Kimse anlamadı, kimse saymadı ama yokluklarını. Senin yüzünden. Bir tek sendin varlığı anlaşılan.

Senin yüzünden oyunlara alınmadı Şerife. Bahçenin kıyısında unutulmuş bir şeydi o; itinayla uzak durulan.

Dehşet ip atlayabilirdi. Ergin bir keklik gibi… Kimse tutup da ipi çevirmedi. Senin yüzünden.

Senin yüzünden sesini yalnızca ağlarken duyduk. Senin yüzündendi o; sık sık ağlayan. Şarkı söyleyebilir miydi; bilmiyorum. Hiç söyleyemedi senin yüzünden. Sınıfın en arkasına sinmiş akşamsefasıydı o; akşamı hiç olmayan. Açamadı, açılamadı senin yüzünden.

Senin yüzünden tembel oldu. Katılamadı derslere. Derse katılmak ne, matematik ne, fen ne; yıllarca bir hâl oldu kız kendini sindire sindire.

Ne biçim güzeldi Şerife. Biz cinsiyeti ayrılamayan sıska çocuklarken tepeden tırnağa kızdı o. Upuzun saçları, beli, kalçası, hatta belirginleşen göğüs kafesi, unutulmaz yüz ovali, ateş rengi dudakları, iri limoni gözleriyle ne biçim güzeldi. Ama hep sınıfın en çirkini seçildi senin yüzünden.

Biçimli bacaklarına giydiği lacivertin en çılgın, en parlak tonunda çorapları vardı. Kızlar özenip birbirinin çorabına bakardı. Kimse dokunarak bakmadı senin yüzünden.

İlk kıvılcımlarda alazlanıyordu yüreklerimiz. Ve aşkı birbirimizi itip kakmak sanıyorduk. Bu garip hazda heyecanlanıyorduk yeni yeni. Teneffüs aralarında yüzümüz kızararak konuşuyorduk kimin kimi sevdiğini. “…… Şerife’yi seviyo” diye bağırılmadı hiç. Senin yüzünden.

Yanaşmadı ki ona kimse. Kimseye kanıtlayamadı; yatağa işeyenin kendisi değil, beraber yatma zorunluluğu taşıdığı kardeşi olduğunu. Kardeşi annesiz daha bir korkuyordu. Ağlayıp gecelerce, kimseyi uyutmuyordu. Ablaydı o. Elbette açmalıydı koynunu. Sidik değil yani; üzeri annesizlik kokuyordu. Anlatamadı ama herkes yatağına işiyor bildi Şerife’yi senin yüzünden.

Büyük şehirler daha bir büyüktü o zamanlar, daha bir uzak. Yoktu ki annesi; çalışmaktaydı büyük şehirde. Sen vardın. Tam bir illetti ninesi. Kimseye diyemezdi. Bütün dedikodular, “kokuyo” deyip kikirdeşmeler senin yüzünden. Çocuklar birbirine karşı ne acımasızdır; bilmiyordun sen.

Elde kalem arardı seni bizim öğretmen. Hiç unutmam; iğrenç bir masal yaratığına benzerdi, midesindeki bulantı çıkıp dudaklarına oturmuşken. Kalem kalem yoklarken seni ve Şerife’nin saçları tepeden usulsüzce toplanmış kafasına şiddetli bir tokat yapıştırırken senin yüzünden, ısırmak isterdim ben onu şımardıkça şımaran bol yüzüklü ellerinden.

Hükmü çabuk verildi Şerife’nin. “Okuyamaz” dediler senin yüzünden. Gönderip annesinin şehrine, verdiler bir işe. Ucuz oluyor diyeymiş o zaman da talep çocuk işçilere. Ne hâle gelmiştir kim bilir şimdiye, sömürüle sömürüle…

Bir daha hiç görmedim onu okul bitince. O tanımazdan gelir mutlaka beni, görse de. Seni anımsatırım ona ben ve çektiklerini senin yüzünden.

Ne lanettin sen. Ömrümün merakı oldu Şerife; her yalnız kalışımda aklıma gelen. Hem de arada telefonlaşabilecek iki dost kalabilecekken. Bir daha hiç duymadık birbirimizi senin yüzünden.

Oysa hiç vazgeçmedim ben. Deli bir gençlik kudururken kanımda; ekmek, gül, özgürlük tepindiğim alanlarda bütün işçi kızları saçlarından kokladım; Şerife olabilir belki diye yanımda yürüyen. Yanımdan geçip gittin sen.

Bu gün en iğrenç masal yaratıklarına döndüm. Elleri kim bilir kaç kere ısırılmak istenen. Elimde kalem bit yoklaması yaparken.

Kahretsin kendime çıkıştım, kendimle çeliştim senin yüzünden…




ÖZLEM KESKİN

ADNAN DURMAZ-Simya



SİMYA


FOTOĞRAF:ADNAN DURMAZ

Başka gözlerinle bak akıp giden aleme
Başka gözlerinle bak taşa ve altuna
Evrenin tüm tarihi saklı gözünün kıyısından
yorgun yanaklarına inen bir damla yaşta
Ve uykusuz gözleri bir lapak kan olan dai
Aşka dair en büyük simyayı saklamakta
O kızartı doğan ve batan bir güneş gibi

Biliyorum az sonra gitmen gerekir
Başka bir iklim olmayacak atını ılgarlayıp ayrıldığın
Bulutları toynaklayarak koşan küheylan
Hüznü satırlara döken kalemin kanı
Ve dardağan olmuş şehirler
Rüzgârda uçuşan kanlı pankartlar
Yağmacılar talancılar cellâtlar
Ki sana andacım olsun oradan geçen rüzgâr
Ben senin kalbinden sökülen şafağım
Yaralıyken zordayken faka düşmüşken
Beni mutlaka anımsa

Bana yüreğinle bak
Değilse bir daha gördüğünde
Tanıman mümkün olmayacak kadar
suretim acılardan değişmiş olacak

Bana yüreğinle bak
O zaman silemez zaman
Yüzümüze balyozla dövülen şiiri
Kalbimize umutla diktiğimiz bayrağı

Hoşça kal
Yüzünde şarapnel asminleri açan şaki
Gözlerine gökyüzünün düştüğü
Bulutların kanını sildiği yerde
Hüzün aç bir kurt gibi ulurken aya karşı
Başka bir ıssızı kazmaya devam edeceğim bilesin
Sevdanın çağlanını ışığa taşımak için
Hoşça kal

Dante'nin cennetinden kaçmış yedikçe acıkan kurt
Uluyor hayatın üzerinde
Bize Alamut’un esrarını söyleyen dai
Yüzü zümrüt bir tabletle ışırcasına sakalları şelale
Harrani dininden gelen bir ağaca bakarak arada bir
Gözleri irşadi bir uhrevilik içinde söylüyordu

“Hiç yalan olmadan doğrudur, kesindir ve çok gerçektir. “(1)
Uzaktan gelen atlının sesini duyamazdı kimse o sıra
Etekleri yırtılmış yalın ayaklı kavruk kalabalık
Hiçlenmiş ömürlerinde yürüdüler bir kez daha
Kendileri yarattığı o ışığa tapınmaya

“Aşağıda olan yukarıda olan gibidir, yukarıda olan da aşağıda olan gibidir, ve birlikte tek bir şeyin mucizesini gerçekleştirirler.”(2)
Alamut'tan kalmış bir sır olmalı rüzgâr kadar görünmez olması atının üzerinde
Uzaklardan gelen atlının gözleri dehşet
Binlerce yıl sonra falan bomba sağanakları altında bir dünyada
Herifin biri aşağıda olanla yukarıda olana dair polemik
Etrafta ceset-leş-sırtlan ve kemik

”Yüksek olanı güçlendirdikten sonra, aşağıdaki bölgeye, kasıkların üstünde ve böbreklerin alındaki esas dirilik boşluğuna iner. Orada alt bölgeyi güçlendirir (duyular, rafine irade gücü ve hisler) . Bu şekilde güçlendirilmiş olarak sübtil beden içinde dünyanın ihtişamına sahip olursunuz. Sübtil bedenindeki evriminizden dolayı, üst ve alt gelişmeden dolayı, güçlerin en büyüğüne sahip olursunuz: Şeylerin esasını bilmek (3)
vs
vs

Ezoterik kaşlı sır bekçisi zamandışı sustu
Sanki tüm zamanları dinlercesine
Ve tekrar
Ve tek tek
Ve ürperterek
titrek sakallarından bir su gibi döküldü esrarlı sözleri

“Ve bütün her şey bir olandan geldiğinden, bir olanın düşüncesinden gelmiştir. Böylece her şey bu tek olandan uyum sağlayarak çıktı.
Güneş onun babasıdır, Ay annesidir. Rüzgâr onu karnında taşımıştır, Toprak beslemiştir.
Dünyanın bütün gücünün babası budur. Onun gücü eğer toprağa dönerse her şeye yeter.
Toprağı ateşten ayıracaksın, ince olanı kalın olandan; bu büyük bir maharetle olmalı. “ (4)

1164 yılında, İsmailli İmamı 2. Hasan, Ramazan ayının ortasında şeriatı kaldırdığını açıklamıştı. Oruç tutmanın yanısıra, namaz kılma ve diğer ibadet zorunluluklarının da kalktığını duyurmuştu.Kıyamet falan kopmadı orada..Irak’ta bir buçuk milyon insan ölürken de kıyamet falan kopmadı (5)

Zamandışı şaki bunları biliyor gibi sürüyordu atını
Hangi sırrın bekçisiydi belirsizdi gözleri
Bir dai hançeriydi bıyıkları bulutları biçiyordu
Bütün dinler harmanlanmış gözleri iki ateşten yıldız
Baktı mı dağları taşları delip geçiyordu
Yine de geçtiği ıssız köylerde evlerine kapanıp namaza duruyordu ahali
Bilmezsiniz her daim bir şaki vardır bir yerlerde at süren
Şimdi şu anda ve sonra ve daha önceleri
Bir şaki vardır dağlarda bozkırlarda çöllerde
Kutsal kâseleri devire devire devirden devire koşar

Her şaki dağların alın yazgısıdır
Kadim simyagerlerin bildiği
Ağaçların taşların ve suların dilini konuşmaya yargılı
Gece baskın gibi iner uzak mezralara
Yol iz bilmez
Dil diş bilmez
Yaban
Bir su gibi düşer aşk sine üzre
Bir ateşten dövmedir kalbin bağrında
Yalımları ölümden sonra da devam eder

Bir yalım dövmedir aşk yârin dudaklarının
Sine üzre değdiği yerde
Yaban ıssızlarda yol yitiren mecnunlar
Onları görerek yol bulur karanlık gecelerde

Ömür dedikleri nedir ki gardaş
Sürünürsün karın karın - dizin dizin yerlerde
Bir aşk kalır ömründen rüzgârda
Rüzgâr biraz da yapraktır
Yaprak biraz da su
Su gibi akmaktır ömür biraz da
Oralarda
Sözün ve dilin olmadığı aşklarda yaşanır
Kadim kitaplara bakmadan bilenler diyarında

'Ve Musa'nın çölde yılanı yukarı kaldırdığı gibi, böylece İnsanoğlunu da yukarı kaldırmak gerekir, ta ki iman eden her adamın onda ebedi hayatı olsun.' (6)
ayetini okumadan suyu ve göğü okumuşlardır
içinin aynasından bakarlar dünyaya
yüzü paramparça olmuş burnu yanakları birbirine karışmış olanlar
bir hilkat garibesi gibi görünmez oralarda
“el insanü remz'ül vücud” sözünün anlamı bilinir –bu sözü kimse anlamaz siz söyleseniz


bütün varlıklar sonsuz tekâmülü içinde görülür
bilinmez bir sonsuzdan başlayan macera
bilinmez bir başka sonsuza giderken
aldığı bütün biçimlerin dışında
özüyle görülür her şey
bütün taşlar altundan daha değerli
bütün sular biraz yaprak biraz kuş biraz yar gözü biraz can
sen biraz bensin biraz yağmursun biraz fırtınasın biraz hiç görmediğin denizlerin tuzu var gülüşünde
bütün biliciler sapkındır biraz
bu yüzden ölümden korkmaz kimse
ve yalımlarda yürürken yanmaz ateşbaz


simyacı aşksız yüreğe aşk eken rençperdir
bulutlarla ellerini silmesi
yağmurlarda çimmesi bundan
sırrını doğarken yanında getirir
yolculuğumuz insanın taa içindedir
sen bakma ıssızlarda dolaştığıma
çünkü ayrı değil insandan ne karınca ne kangal dikeni ne göçmen turna
hoşça kal sevdasına fak kurulmuş şaki
ikimiz de aynı yolun yolcusuyuz bir bakıma
sen özgürlükler için kelle koymuşsun
ben insanın içinde ararım zincirler nasıl kırılır onu
ağalar beyler sultalar zulumlar olmasa
insanoğlu nasıl kardeş yaşardı
er geç altuna dönüşür taş
ve altun da bir taştır
herkes kendi içindeki taşını altun etsin dedi bir bilge
acının birikip ateşten bir yumruk olması gibi
yalnızlığın kabuğunu kıran bir badem gibi yarılmasına benzer
sen onu çoktan aştın ey şaki
dünyanın dağlarında
bin yıllardır
bütün zulumlara karşı
can vere vere
altüst ettin bütün simyayı
yedi kat gök
yedi maden
nefsin yedi katı
taşla altun arasında yedi merhale
insan-ı kâmile varmadan önce
yedi basamak
bütün bunları bilmeden bilirlerdi
oralarda bütün aşıklar
Hızır'dan başkası değildi

Deyrul Umur yanında kınıfırlar lal açar
gölgesi mor bir ağaç gördüm bir tepenin başında
ak sakalı nur içinde
konuğumsun benim otur gel göynümün baş köşesine
oturup Hint inciri yedik Adana’da bir pınarın dibinde
konuğumsun nere gitsem yanımdasın sensiz yiterim ıssızlarda
yelle yüzünü yıkayan bir rençperdir göynüm benim
bağrına taş basmış da gezen ömürler tanığı dostum
yıldızlar kadar mı uzak bizim hasretlerimiz
ben anlatayım da sen dinle yanışımı
yani ben yanayım gözlerinin önünde cayır cayır
sen beni anla işte
hiçbir dil anlatamaz kalbimizdeki simyanın esrarını
biz taşı altın diye bastık bağrımıza
ömür taş üstünde açan yosundur biraz
uzasan çınarlar gibi
uzamasan yosun kalsan
ne fark eder
yüzünü gökyüzüyle yumayı öğrenmemişsen

serhişin çiçekleri karda mavi gülüşür
kuzu yitmiş dağ başında kuzgun bölüşür
sağır mıydı kulakların-kara kafalı halkların tanrısı Utu
sağır mıydı gök tanrısı-erlik han ve diğerleri
Kumarbi-Zeus ve daha pek çok tanrı
kuzu yitmiş dağ başında –kuzgunlar etin bölüşür
tanrılar sağır kesilmiş bir acı çınlar bataklıklarında insanlığın
acılar ki yılkı yılkı halımıza gülüşür

titrek sakallarında rüzgâr dolaşan aziz
yalın ayaklarıyla yolları kutsayıp gider
nefsini çilehaneye kapatan keşiş
kendi içinde bir cennetin sarp yollarında ağlar huşudan
haberin var mı ey bilge akan sudan
zıkkımdan katrandan sarı buğdaydan
binyıllara iz bırakmış katırlardan ve develerden
haberin var mı kara bodun
odun yakarcasına sürüldü ölüm ocaklarına
benden ne kaldı sende bütün kavgalarda kırılan
ekmeği kanla karılan
mazlum korkak suspus ve namussuz kalabalıklarım ben
bütün köleleriyim tarihin

ve onlar bakışlarda aşk aradılar
bombalar yağarken masumiyete
sözlerde aşk sakladılar dize dize
dizeleri sarmaşıklar ve akasyalar gibi çiçekler içindeydi
bir yerlerde boğazlanırken namus şeref insanlık onur
keman seslerinde cuşa gelip
şatafatlı gecelerde düzüştüler aşk adına
kırbaç altındaydı mezralar dağlar
kırbaç
altında

ömrü baç
bahtı kıraç
ömürler büzüştü bir sürüngen gibi
yalın ayakları kan içinde tarih
dağların başında eriyen karlar
gibi bir şeyler var şuramda
nasıl anlatsam yıldızların ve kertiyen dikenlerinin bendeki macerasını

uzaklardan geliyorum
kaçağım
bu adam mı sizin
aziz dediğiniz mübarek kişi
beyaz sakalları dizlerine değen
bilmediğimiz bir dilde dualar okuyan tuhaf canlı
Allah’ın kutsadığı bir simyacı mı bu
yoksa bir evliya falan mı?

daha güzel bir hayata ait hissederek geçirdi ömrünü
daha yüce ve anlamlı bir dünyanın insanı olduğunu düşünerek
daha farklı olmalıydı dostları arkadaşları
hayatın onu ittiği kıyıda olamazdı ona ait aşk
ne yana zorlasa rüzgâr onu geri itti
basit ve seviyesiz insanların arasında tükenişini izledi gün be gün
oysa yanı başında çirkli suda gülen kadının
bir kilimdi sesi ve buluttan gülüşü vardı
hayat kendi tarihini beter kazımıştı yan komşusu ırgatın suratına
kuşkusuz onun yüzündeki yazılarda saklıydı en kadim simyagerlerin sırrı
devlet hastanesinin kapısında sabahın köründe
uzak köylerden gelmiş insanlar kuşkularını saklayarak gülerken
şair sarhoş yatağından kalkıyor tanımadığı bir kadının
on bin yıldır kara sabanla çift sürmeye devam ediyor kıracın bağrında bir köylü
ve yukarda bir yerlerde ağaçlar arasında türbe
sanki oradan aşağıya bakarcasına beter gözleriyle yazgı
tutkularını ruhunun hücrelerine kapatırken keşişler
iki milyon insan öldüğünü yazıyor gazeteler
azizler haçlarını öpedursun
ilham perileri ne diyor bu duruma
tarikat şeyhleri hangi zikri çekiyor azman nefislerini halatlamak için
insan hakları hayvan hakları kadın hakları ne buyurmaktadır haklanan halklara dair

şakinin sakallarından kırlangıçlar uçarak geldiğini gördüler
burnundan ateş soluyan al bir küheylana binmiş
bu mu dedi-tanrıyla insan arasında köprü olduğunu söyleyen şıh
bu mu ruhlarımızı ateşten kurtaracak olan aziz
karşıda oturmuş nurani yüzünde derin anlamlar saklayan adamı göstererek
çocuklar mermi çekirdekleri çitliyordu öte çöl akşamında
çıdam ehli sabır kalesi nefsini kesip atmış mürşit

sorun ona nedir kanın simyası
bütün eski zaman yatırlarının kabirleriyle hasbıhal etsin artık
asıl ait olduğu yere göndermek gerek onu
ve mavi bir bulut çıkarttı kılınç yerine
azizin aziz ruhunu aldı kellesiyle bir

sonra gidip karşıdaki huş ağacının altına oturdu sessiz
yapraklarla konuşmaya başladı
sakallarına kuşlar kondu
sonra bindi ateşten küheylanına
bozkırda akıp gitti deli bir su olarak

……………………………………………………………….

“Harun yüzünü Leylâ'ya çevirdi sordu:
«Leylâ sen misin? »
«Evet Leylâ benim. Ama Mecnun sen değilsin. Mecnun'un başında olan o gözler senin başında yok.»

Şiir:

Başkalarına baktığın gözle, Leylâ'yı nasıl görebilirsin?
Onu göz yaşlarınla tertemiz yıkamadıkça!
Bana Mecnun'un gözüyle bak; sevgiliye, seven gözlerle bakmalı” (7)


ADNAN DURMAZ

Notlar:
Ezoterik, ezoterizm: Grekçe 'iç, içsel' anlamındaki 'esoterikos' sözcüğünden ya da 'görüyorum, içsel olan, gizli olan' anlamlarına gelen 'eisotheo' sözcüğünden türetilmiştir. Karşıt anlamlısı 'egzoterizm'dir.
Zümrüt Tablet: hermes trimegistis’in cesedinin bulunduğu karanlık mağarada, ellerinin arasında bulunmuş simya üzerine yazılı sırları içeren zümrüt tableti.
Alamut: Alamut Devleti'nin merkezi olarak sarp dağların tepesine yaptırılan bir kaledir. İddialara göre burası Hasan Sabbah'ın fedailerine sahte bir cennet vaat ederek kendi Haşhaşilik öğretisini yaydığı mekândır.
Dante'nin Cennetinden Kaçmış Yedikçe Acıkan Kurt: Dante, Cennet’inde yedikçe daha çok acıkan bir kurt'tan söz eder. Bu kurt Katolik kilisesini simgelemektedir. Templiyerlerin ölümüne neden olan Papa 5. Clement'i de çoban kılığında bir aç kurt olarak nitelendirir.
Utu: bir Sümer tanrısı
Kumarbi: Hitit mitolojisinde babasına saldırıp onun erkeklik organını kopartan bir tanrı
Çıdam:Sabır
'El İnsanü Remz'ül Vücud' (Tasavvuf Terimi) 'İnsan varlığın sembolüdür'
Deyrul Umur: Midyat’ta bir manastır
Kınıfır: Urfa yöresinde Karanfile verilen ad
Serhişin: Kar Sümbülü, Kar Çiçeği, Dağ Sümbülü de denilen, Mavimsi beyaz türlerinin yanı sıra, beyaz veya mavimsi beyaz renklerde çiçek açan türleri de olan çiçek. Van, Bitlis yöresinde bol bulunur
Asmin: Diyarbakır yöresinde Üç bin metrenin üzerinde yetişebilen, lacivert çiçekli, bir hoş bitkidir. Farsça gökyüzü anlamındaki asuman sözcüğünden geliyor.
1-2-4: (Zümrüt Tablet, Yazan Erhan Altunay, Kaynak; internet)
3-.”(Simya İnisiyasyonunun Üç Mücevheri, Lynn, one of ONE, Tercüme eden Kemal Menemencioğlu, kaynak, internet
5- Haşişiler Kimdi? , Kemal Menemencioğlu, kaynak internet
6- Yuhanna 3:14-15, Kitabi Mukaddes
7- Makalat-I_Semsi_Tebrızı

AZİZ KEMAL HIZIROĞLU-Kanatla Usumu Mutluluk— MEHMET GİRGİN: İlkel



KANATLA USUMU MUTLULUK


FOTOĞRAF:ADNAN DURMAZ


hey mutluluk
gülsüz tutukluluk hali değil
armağanıysan acının
sürgüleri çekiyorum gel 

birini sevmek
uğruna ölebilmek yerine
yaşayabilmekse
camları açıyorum gel 

aydınlık ve müzik
yüreğimde eskimeyen gelecekse
kanatla usumu mutluluk
kuşları çağırıyorum gel


AZİZ KEMÂL HIZIROĞLU





İLKEL


FOTOĞRAF: ADNAN DURMAZ


sen üzgün iken de böyle neşeli akıyordu ırmaklar
ne yapalım dedin ve yürüdün güneşin altında

ne olmuştu, üstümüzden uçak geçmişti, sen üzgün iken
ayrıldığın şehirlerde sevgililer cafelerde buluşmuştu

doktor demişti: bir kayayı çekersen dağ eline gelir
evinden çıkıp gitmiştin, şimdi şarkı dinliyordun

yorgun muydun, diktatörleri dinlemekten ve ve
neyse şöyle dedin: Esad'la kavga etmeliler ama teke tek

devam edelim düşümüze, tahta sopalarla olmalı kavga
çivili mi olmalı, her şeyi bana sormayın efendim

devam edelim, çay içerken ve çınarların serinliğinde
kaybolurken derinlik, nereye gidebilirsin- karşıya geç

çarşıda çeşitli dondurmalar ve renkler- hep değişik
bankalar, hesaplar, kitaplar, kitapsız büyüyen acı

dillensin efendim, bozkırda yürüyen peygamber
çobanların dalgın bakışları çözsün bilinmezliği

beyim sen üzgün iken de böyle neşeli akıyordu zaman
taşradasın ve şiirini biliyorsun- bu da güzel

yani mutlu da olabilirsin, çarpık gülüşlerinle
ve ilkel ellerinle toplumu dağıtabilirsin


MEHMET GİRGİN
 

BEKİR KOÇAK: Barışın Sahibi Kuşlar Ve Çocuklar



BARIŞIN SAHİBİ KUŞLAR VE ÇOCUKLAR






kirlettiklerinde bütün zamanları
değişmedi kanın rengi
acının rengide
çocuklardan habersiz
vurdular uçurtmaları
ilk hüznü yaşadı oyuncak bebecikler
elim kendime siper
gözlerimiz kuş takibinde
vuruldu vurulacak kanadından
sonra patlamaları bombaların
yanıbaşımızda ya da biraz öte

gökyüzünün sahibi kuşlar ve çocuklar
ne olur bombalarla kirlenmese
iç çekişleri düşlerinde
her çalınışında kapılar
babalardan beklenen haber
çoğu kez yanıtı hazır sorular
kat eder yılları da
yinede orasında korkuların
solar hep maviler

kaç kıtasında dünyanın
süregelir savaşlar
göstermelik toplantılar umut ötesi
andır gizlisi yok ölür çocuklar
ruhu yitik kuşatılmış insan
taşınır ihanetten ihanete
cam kırığı dünya
saydam gücenmişlikte
barış için davette
kaçıncı kez görevim
temizleyinceye kadar mavileri
gökyüzü ve denizler
çocukların emrinde
olursa ki olmalı
yaşamalı barışın hayalini
evcilik oynar gibi
bütün çocuklar



BEKİR KOÇAK

AHMET TAHSİN ÇINAR: Sevda Oluşunca—CEM EREN: Kurbağa Press



SEVDA OLUŞUNCA


RESİM:ADNAN DURMAZ



EYLEM VE KURAM BOŞLUKLARININ İNSAN DOGA, İNSAN YAŞAM İLİŞKİLERİNİN VE BİR ANKARA AKŞAM ÜSTÜSÜNÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Sevda oluştu,
Yaz yıllarında yaprakları yakmıyor güneş
Ay bir zembil gibi gönlümde asılı
Elektronik bir Pir Sultan sazını çalıyor usum
Kulaklarım suskunluğa hassas terazilerde tartıyor
Duygunun yoğunluğunu.
Sedalı sapların samanları, zamanlarda basılı.

Sevda oluştu,
İşlemesi zor bundan böyle mantık
Kadeh ne zaman boşsa, kalkabilir trenler
Sonsuz devinimleriyle istasyon güvercinleri artık,
Yaz yumurtaları yumurtlayabilir.
Çok zor değil,
Sararıp solmayı anlamak
Tren hangi mevsimde kalksa da önemli değil;
Gecenin gündüze boğması, güneşin doğması
Varılacaksa varılır, istasyon aydınlık.

Sevda oluştu
Sergilerde;
Kızıl Çin halkının elişi sap sergileri.
Ne güzel dokunmuş, sülünleri, nergisleri
Tai Gölünü görmedim ama sabahını gördüm
Li Irmağı üzerinde ilkbahar yağmurunu
Ve mini minnacık bir heykelcikte uzak doğu memeleri.

Sevda oluştu,
Yürekte sonsuz bir köz iyice pişmek için
Bulvarlarda yoksam varım
İnsanları telaşlı, kuşları tutsak
Sonbahar yağmuru bekliyor, ağaçlardan düşmek için
Gündüzleri parçalı bulutlu,
Gece şiirler yarım.

Sevda oluştu.
Sonrası önemli değil
Güneş sarartır yaz yapraklarını
Tren de varır son istasyona
Kaçınılmaz olası değil, işler süreç
Sevdinse sevdiğin andır
Sevmedinse yok hüznün yeri
Tren her zaman ilk istasyonundadır.



AHMET TAHSİN ÇINAR






KURBAĞA PRESS





kaç bilinmeyenli denklemdir hayat...
bilinmez...

kanar atlasın doğusu
meta ve fiziktir artık beğeniler
metafizik öğretilerle büyüyen çocuklara...

spiritüeldir hayat
ve çok espritüeldir tanrı...
ortadoğuda doğan, büyüyen, savaşan
dinleri,
dinler...

yüzüm diyorum sevgili
yüzümde ne çok acı birikmiş
susmuyor bu gece...

öp geçsin...


CEM EREN

SEVGİNAZ İNAL- Gidiyorum




GİDİYORUM




gidiyorum
bütün türkülerim seni söylerken
bütün fallara sen çıkarken
bütün şiirler sana akarken
dizelerim ağlıyor, gidiyorum...

turkuaz renklere küskün yüreğim
sarı odalara asi...
turuncuya tutuklu, gri gözbebeklerimle
renklerim ağlıyor gidiyorum.

gidiyorum,kalmanın olanaksızlığıyla
gidiyorum,gitmenin keskin bıçak ucuyla
gidiyorum,yüreğimde cam kırıklarıyla
kanaya kanaya gidiyorum...

gidiyorum,yüreğim mengeneyle sıkılmış gibi
gitmek çok iyi fikirmiş gibi..
kalmak iki ucu kırık çomak
ne yapacağımı bilmeden gidiyorum.

gidiyorum,göğsümde bir kafes kuşu
uçmakla,düşmek arası gidiyorum.
elimde kör bir lamba, yanmakla sönmek arası gidiyorum.

gidiyorum Perşembeleri bırakıyorum sana
birde pembe zakkumlu yolları..
bir çam dibine varınca soluklan biraz
derin bir nefes çek ciğerlerine
say ki ellerim ellerinde
tenim tenine yasaksız
bir delinin ilencine, duasız gidiyorum...

gidiyorum,beynimde şimşekler çakar gibi
alnımın orta yerine sıkar gibi
zorla darağacına çıkar gibi, gidiyorum

gidiyorum yüreğim nar kızılı
dokunmaların tenime tutsak
ruhum öksüz bir çocuk
uçsuz bucaksız bir koya
sonu olmayan bir yola gidiyorum...

gidiyorum çikolata tadı dudaklarımda
sevinin albastısı yanaklarımda


SEVGİNAZ İNAL

Ş. HAMZA SİZER: Koşmak istiyorum…—İ. TEKİN: Sevdam Karanlıkta—V. KEBANLI: Bilesin



KOŞMAK İSTİYORUM...




Koşmak istiyorum;
ama sana ama dağlara..
Soluğumu kesen yokluğun,
ayrılıklardan geçilmez sokaklara sürüyor beni,
ve yalın ayak yürüyorum ikimize,
ki siren sesleri çoktan bölüp geçiyor,
Beyoğlunun arka sokaklarında çalan şarkımızı,
yani ikimizi!
koşmak istiyorum,
bana bıraktığın artçı acıların ertesinde,
ama sana ama dağlara..
inan asitli yağmurlardan değil,
bedenimin bu biçim delik deşik oluşu!
adını haykırdığımdan;
meydanlarında, korsan yürüyüşlerinde bu kentin,
ama mermilerden ama havanlardan..
tekmelerden, coplardan, bombalardan hiç değil
bu biçim darmadağın oluşum,
yokluğunun yüreğimde bıraktığı tahribattan inan..
ki sonuma ayarlı saatli bir bombadır artık sensizlik;
ve ben ille de koşmak istiyorum sana dair her şeye,
ki payıma bıraktığın ölüm de olsa!


ŞERWAV HAMZA SİZER






SEVDAM KARANLIKTA




Yüreğim yıldızlar arasında isyan ateşi
Paramparça düşlerim
Umut kokulu şehrimde
İspiyon yemiş geceler
Çıkmaz sokaklardayım
Sevdam karanlıkta

Acılar bize sevdalı Gülüm
Kırmızı bir öfke ürer yüreğimde
Ateşten gömlek yakar durmadan
Zeytin karası gecelerde
Bıçak kesmez sessizliğimi
Yüreğim dile gelir
Vuruşurum
Yüzyılların acısı dolanmış bedenime
Anlatabilsem çektiklerimi
Esmer bulutlar ağlar
Acılar mayalanmış yüreğimde
Sevdam karanlıkta
Kavgalar bize sevdalı Gülüm
Hınzır bir acı kuşatır bedenimi
Amed gecelerinde sahipsizlik
Mavzer kurşunudur
Çıkmaz sokaklardayım
Sevdam karanlıkta
Fırtınalar bize sevdalı Gülüm
Kavgamın yasaları böyle söyler
Yaman ayrılıklar olsa da
Zulamda hep bir sabır saklıdır
Kavgaya nereden başlanır bilirim
İnancımda kutsal sevda
Hilali bir aşk
Seslenir yüreğim
Sevdam karanlıkta

İSA TEKİN





BİLESİN




önce barış
ve güvercin
sonra bitimsiz kardeşlik
türküler her dilden
defne kokulu zaman
soluduğum
net ve kesin
sonra
usta ağabey
hocam
bacım
kardeşim diyorsam
EDEBİMDEN
ama sen
illa farklı gözle
bakmakta inat ediyorsan
bu da senin EDEPSİZLİĞİN
bilesin.


VEYSEL KEBANLI

MEHMET HALİL: Edebiyat, Küfür Ve Ahlak Üzerine Düşünceler




EDEBİYAT, KÜFÜR VE AHLAK ÜZERİNE DÜŞÜNCELER



I

Üreme organlarımızı adıyla anmak küfür müdür?

İnsanın ağız, burun, dil, göz mide, ciğer gibi organlarına yasak konmazken neden üreme organlarını adıyla çağırmak ayıp oluyor, yasak oluyor? Hatta küfür sayılıyor? Yabancı dilde anmak suç olmuyor da neden kendi dilimizde konuşmak suç oluyor? İnsanın kendi dilini bu kadar horlaması yasaklaması neden?

Kendi ana dilinden daha önemli bir sebep olmalı ki bu yasaklanabiliyor… Egemen güçlerin tek hedefi kâr;  kâr için (para için) yapamayacakları hiçbir şey yoktur. Onlar için itiraz etmeyen itaat eden toplum gerekli; onun için insanı en zayıf yerlerinden yakalayıp itaate zorluyorlar. Kendi dillerini bile bunun için yasaklayabiliyorlar… Haz duygularını kontrol ederek elde ettikleri güç ve bu nedenle ileri sürdükleri ahlak kuralları ile topluluklar üzerinde kurdukları otorite onlara çok büyük avantajlar sağlamakta…

İnsan en azından insanın yaptığını yine insanın değiştirebileceğini bildiğinden, bu ahlak kurallarının, tanrı tarafından geldiğine ve kutsal kitaplarda bulunduğuna inandırılarak, güç kazandırılmakta, dokunulmazlık sağlanmakta... Bu ahlak kurallarının kökü bilinmediği için kutsal kitaplarla donatılarak insanlar birbirinin canına kıyabilmekteler… Töre cinayetlerine sebep olmakta…

Yanılmıyorsam Freud, dil ile ilgili “dil devletin derisidir!’’ der. Derisiz insan yaşayabilir mi? Aynı şekilde dili olmayan devlet yaşayabilir mi? İnsanın olmazsa olmaz organları da böylece yaşamdan uzaklaştırılmış, baskı unsuru olarak karanlık köşelere saklanmıştır. Bu nedenle de insanlar cinselliğini özgür olarak yaşayamaz. Tabu haline gelmiş. İnsanlar cinsel açlıkla terbiye edilmiştir.

Canlıların hayatta kalabilmek için üç yolu vardır; beslenmek, korunmak ve neslini sürdürmek (üremek). Bu ana damarları kontrol altına alarak sömürü sistemini denetim altında tutmak insanlar üstündeki baskının kilit noktaları olmuştur. Açlık korkusu, ölüm korkusu ve haz duygularını yaşayamama korkusu… Bunlar sıkı denetim altında tutulmuştur.

Kölelik döneminde kadınları köle sahipleri istediği gibi alıp satabiliyor, isterse önce kendisi ilişki kurup sonra kölelerinden kendi istediği biriyle evlendirebiliyordu… Bunlar topraktaki üretimin artırılması için onların isteğine göre ayarlanıyordu.

Yine bir dönem kadınlar çocuklarını memeden ayrılınca devlete veriyor, çocuklar devletin oluyordu. Onlar, anne sevgisi değil, ulus ve devlet duygusuyla yetiştiriliyorlardı.

Ama sonuçta kontrol eden hep egemen güçler oldu. Kendi vücudumuzu başkaları yönlendirdi, yönlendiriyor… Bu ne zamana kadar böyle devam edecek?

Bunları gündeme almadan, sorunun köklerine inmeden, yüzeysel bir sloganla kadın haklarına sahip çıkmak mümkün mü? Bu durumu savunmanın, hem hadım etmek, hem çocuk beklemek gibi bir şey olmaz mı?

Sanatın görevi toplumun önünü tıkayan engelleri aşmak, gelenekleri ve tabuları yıkmak olduğuna göre, önce bu gelenek ve tapuların ne olduğuna bakmalı:

Onlara verilen, kutsal değerleri sıradanlaştırmak ve yerine yenilerini koymak için ne gerekiyorsa yapılmalı… Eğer cinselliğimizi kendi istediğimiz gibi kullanmak küfür sayılıyorsa, bu küfrü çekinmeden kullanmalıyız.


II

TDK Büyük lügatte küfür: “Hakaret içeren söz’’ olarak geçiyor. Söz hakaret içeriyorsa, o sözün eylemi neyi içerir?

İnsanın yaşama amaçlarındandır mutluluk, hayatta kalabilme mücadelesinin sebebidir. Mutlu olabileceği umudunu taşımayanlar için bir şey ifade etmez yaşam. Bunun için çalışır, neslini bunun için sürdürür. Bu iki tutkusu insanı hem köle eder hem özgürlük için mücadele etmesinde motor rolünü oynar.

İnsanın emeği nasıl insana karşı silah olarak kullanılıyorsa, birikmiş ve maddeleşmiş insan emeği değişik yollardan geçerek üreten insana baskı aracı olarak, silah olarak nasıl geri dönüyorsa, haz duygusu da öyle… Kendi bedenimiz bize karşı kullanılıyor ve kendi organlarımızın esiri olarak bizi ezenlere hizmete zorlanıyor.

Küfürler neden daha çok cinsellik üzerinden… Çünkü en çok bastırılan cinsel duyguları insanların, küfür bir yerde rüya gibi, elimizde olmadan çıkıyor ağzımızdan rahatlatıcı bir rolü var. Baskı daha çok kadınlara, erkekler için o kadar büyük sorun yok.

Hiç “babanı sikeyim!” denmez... Ama iki lafın biri “ananı sikeyim’’dir!.. Bunun altında yatan psikolojik nedenlerin; kadına karşı bir üstünlük kazanma, ona karşı üstünlüğünü dayatma, kendini onunla eşit görmeme ve kadın üstünde bir otorite sağlama(bilinçaltı bir dürtü) isteğinden kaynaklanmadır.

Yüzyılların eğitimi genlere öylesine işlemiş ki, bu küfür doğal karşılanmakta, kadın hâlâ bir meta olarak görülmekte, erkekle eşit değil, onu eğlendiren bir obje olarak, onu rahatlatacak bir yedek unsur olarak görülmektedir. Bu kadına karşı bir aşağılayıcı davranıştır, bir küfürdür! Ama bu kişilerin suçu değil, erkek egemen gücün, yüzyıllar boyunca çocukluktan başlayarak insanlara işlenen, genlere dokunan bir sonucudur. Sömürü sisteminin ayıbıdır ve bir tabu olarak yerleşmiştir, kadınlara bile bu erkek egemen sistem kabul ettirilmiştir. Ama bu eşitsiz sisteme bir eleştiri yapan yazı veya şiir olursa, yüklendiği işlev dikkate alınmadan, sadece içinde geçen, organlarımızı kendi ana dilinde anmaktan dolayı küfür olarak değerlendirilebilmektedir. Burada asıl küfür, eleştiren yazarın değil, bu eleştiriye karşı çıkan mantıktır. Çünkü bir cinsin ezilmesini dolaylı olarak da olsa savunma pozisyonudur.

“Sikmek” fiili burada bir üreme eylemi, bir sevgi unsuru olarak değil, ayakta kalmak, çoğalmak ve erkeğin egemenliğine karşı bir kefaret olarak kan akıtmak(kızlık sorunu), kan davalarında karşı tarafın en nazik yerleri namusu tehdit edilerek öç almak, hınç almak için kullanılmaktadır… Aslında kız olanlar aybaşlarında kanama geçirdiklerine göre, kızlık zarı delik olmalı ki kan akabiliyor, öyle olduğuna göre kızlık sorunun bu kadar abartılarak öne çıkarılması namus meselesi olarak gündeme gelmesi, egemen güçlerin koydukları bu ahlak simgesi… Ekonomik sömürüyü kontrol etmek için, artı değer sömürüsü olduğu gibi, haz duygusunu da kendi çıkarları için kullanabilmek, yemek içmek kadar vazgeçilmez olan bu duyguyu kendi çıkarları için kullanabilmek için tabu haline getirmişlerdir.

Osmanlı döneminde devleti dinî liderler yönetiyorlardı. Haremleri vardı, haremlerde sayısız kadınları vardı. Oğlanları vardı. Din onlara yasaklamadığını sıradan vatandaşa nasıl yasaklayabiliyordu? Hani din karşısında herkes eşitti. Ahlâk adına insanın kendi vücudu üzerindeki kullanım hakkını bile ele alabiliyorlar. Böyle bir haksızlık için de ‘kutsal’ kitapları kullanıyorlar.

Bu, neslini sürdürmek için gerekli eylemden farklı bir baskılama eylemidir. Kontrol altına alınan duygular onların hem haz duygularını hem ekonomik çıkarlarını tekellerine alıp toplumun kontrolünü sıkı tutmak içindir… Öyle ki, ekonomik çıkarlar için sokağa dökülebilenler, kendi bedeninin savunması için konuşamazlar bile…

Kralların savaşlarda yendikleri rakip ordunun kumandanının eşiyle ya da kızıyla ilişki kurması evlenmesi(kadın kıtlığı varmış gibi…) düşündürücü değil mi? Bilinçaltında gizli o öç alma duygusundan başka nedir burada kadının rolü?.. Karşı tarafı küçük düşürmek, onurunu kırmak için ona zarar vermek, üstünlük sağlamak için değil mi? Kendinden üstün insan kabul etmeme, toplum önünde rakibini küçük düşürme duygusu…

Kan davalarında ilk hedef gene karşı taraftaki kadına zarar vermek, işi namus meselesi haline getirmek ve namusu temizlemek için kadını temizlemek gibi olayları da dikkate alırsak, asıl suçlular dururken, kadın öç aracı olarak kullanılmaktadır.

Bütün savaşlar, şimdiye kadar maddeleşmiş biriken emeği ele geçirerek kısa yoldan zengin olma, o zenginlikle daha çok insanı baskı altına alma, daha çok zenginleşme ve daha çok sömürme amacıyla çıkarılmıştır. Bütün bu savaşlarda harcanan insanın bir kurşun kadar değeri yoktur. Her savaşın, on binlerce, hatta yüz binlerce insanın ölümü ve ondan geriye kalan mallara el konularak ve ölenlerden kısılan tüketimden dolayı daha fazla birikim sağlamaktan başka hedefi yoktur. Bütün savaşlar yağma, talan, ölüm, tecavüzden başka ne üretebilmiştir?

Büyük İskender’in Persopolis’e girişi şöyle anlatılır:(Jona Lendering- Büyük İskender-Kitap Yayınevi) “Persopolis Pers İmparatorluğunun başkentiydi. İskender Makedonlara, bu şehrin bütün Asya’nın nefret yuvası olduğunu anlattı ve saraylara dokunmamak kaydıyla yağmalamaları için şehri onlara devretti. Zenginlik ve refahta eşi benzeri görülmemiş bir şehirdi burası ve şehir sakinlerinin evleri de yıllar yılı ihtişam ve zenginliğin her türlüsünden payını almış, donatılmıştı.

Makedonlar birbirleriyle yarışırcasına, karşılarına çıkan her erkeği kılıçtan geçirip evleri yağmalamaya koyuldular. Evlerin çoğu sıradan insanlara aitti. Lakin Makedonların açlıkları bir türlü bitmek bilmiyordu. Kadınlar, savaş esirleri ve kölelerin hepsi, mücevherleri ve pahalı giysilerle çekilip götürülüyor, tecavüz ediliyordu.”

İskender bu katliama dur diyebilirdi. Şehirde altın ve gümüş her askeri ihya edecek kadar boldu. Asya fatihinin asıl amacı olabildiğince fazla kent sakininin yok edilmesiydi. Yiyecek stokları mevcut boğazları doyurmaya yetmeyecekti, dolayısıyla tek çözüm o boğazları kesip azaltmaktı.

Şimdi ne değişti altınını, petrolünü, muzunu aldıkları ülkelerde, o tüketici boğazların açlıktan ölerek azalmasını seyretmekten başka? Birbirine bağlı zincirlerle soyutlayıp, ölüme terk etmekten başka? Her türlü lüks tüketim için üretim yaparken, salgın hastalıklara karşı aşıyı üretmeyerek…(Özelleşmiş fabrikalarda her fabrika en kârlı ürünü üretiyor aşı kârsız olduğu için üretilmiyor. Kim kimi nasıl suçlayacak?) Silahlara yapılan yatırımın yüzde 3-5’i aşıya yapılmıyor, aç insanlara yapılmıyor. Kutsal kitaplarda, anadan melek doğduğu söylenen ve açlıktan ölen çocuklara yapılmıyor. Hangi küfür bu suçlardan daha büyük olabilir? Kutsal kitapları benimseyenleri, benimsedikleri kurallara bile uymayanları eleştirenlere, zenginlere yalakalık yapanlar, saldırıyı teşvik edebiliyorlar. Linç taburları kurulabiliyor.

Bütün güçlü imparatorlar dünyanın en önemli merkezleri olan şehirlere saldırmış, kuşatmış fethetmiş ve bu fetihlerden sonra yağma, talan ve kadınlara tecavüz; savaşan askerlerin morallerini düzeltmek için ödül olarak hak görülmüştür(Babil, Bağdat, İstanbul vs..). Buna rağmen şimdiye kadar savaşa övgü yazıları yazılmıştır ama hiçbir resmi tarih yazıcısı mezalimden utanıyorum ama anlatmak zorundayım dememiştir.

Ama İskender'in Bağdat’a girişini anlatan Cuntius Rufus şöyle yazar: “İskender’in şehirlerinden hiçbirinde böylesine bir ahlâki çöküntü böylesine ahlâki bir yozlaşmayla karşı karşıya gelinmemiştir. Ebeveynleri ve kocaları, rezaletin bedelini ödendiği surece çocukları ya da karılarının her önlerine gelenle hayvanca cinsel ilişkiye girmelerine ses çıkarmazlar. Orada yaşayan kadınlar, her ne kadar edepli giyinmiş olsalar da katıldıkları içki âlemlerinde çabucak üst giysilerini çıkartırlar.(Okuyucularımla paylaşmaktan utanç duyuyorum ama) Babilli kadınlar bu sırada giderek daha da edepsizleşerek, sonunda bedenlerini örten en mahrem giysilerinden de kurtulurlar. Bu ahlaksızca davranışlar salt erkeklerle beraber olan fahişeler arasında yaygın değildir, eğlence olsun diye evli kadınlar ve genç kızlar da böyle davranırlar’’ (Jona Lendering- Büyük İskender- Kitap Yayınevi) adlı kitabından…

Yazar kadınlardan ne çok şey bekliyor. Tanrı mertebesinde güçlü kabul edilen dünyanın en tanınmış kumandanı Dareios’un yüz bin kişilik ordusunun yenemediğini kadınlar yenecek ve namusunu koruyacak. Yağmacılar sanki tecavüz edeceği kadına “evli misin, bekâr mısın, kız mısın, sevişmek istiyor musun” diye soracaklar. Yağmacı, tecavüzcü askerleri iyi eğlendirmemenin cezasının ölüm olduğunu sanki bilmiyorlar. Bedenlerine zorla sahip olunan kadınlara, tecavüze kendilerinin sebep olduğu şeklindeki suçlamalardan daha ağırı düşünülebilir mi?

Şimdi düşününce 2500 yılda ne değişti diyeceksiniz. Şimdi de erkek dağa kaçırıp tecavüz ettiği kadına namussuz diyebiliyor. Şimdi de asker olsun polis olsun, girdikleri yerde tecavüzden kaçınmıyorlar, şimdi de tecavüzcülere ceza verilmiyor. Güç demek para demek devrimizde, güçlü olan yasaları koyuyor. Her canlının en önemli sorunu hayatta kalabilmek, hayatta kalabilmek için her şeyi yapabilir. Bu kınanacak bir durum değildir.
Aşağıdaki dörtlük küfür içeriyor mu sizce:

göbekler perçin olmuş
hava geçmez aradan
bozulmayacak kız mı var
sen haber ver paradan.

(Bu dörtlüğü internetten aldım. Kimin olduğunu bilmiyorum. Altında yazmıyordu.)

Devletin güçlü orduları karşısında çaresiz kalan emekçilere sesleri çıkmadı diye küfür eden yazarlar çıkabiliyor. Zannedersiniz ki —kendilerini mükemmel zanneden— o beyler kendileri sömürüye karşı bir şey yapabilmişler. İncelendiğinde zayıftan yana değil, güçlünün ekmeğine yağ sürdükleri görülür. Hem yazar olarak kitlelere öncülük misyonunu yükleneceksin, hem de kitleleri boyun eğmekle suçlayacaksın. Kimse kendine toz kondurmak istemiyor. Ya da köleliklerini laf cambazlığı ile örtmek istiyorlar.


III



Küfür yasak anladık, peki gülmek neden yasaktı?
İlk iki bölümde güçlülerin zayıfları, örgütsüzleri nasıl ezdiklerini, onurlarını nasıl hiçe saydıklarını, insan yerine koymadıklarını gördük. Güçlülerin, daha doğrusu güçlerini örgütlenmelerinden alanların, kitlesel ölümlerle sonuçlandırdıkları davranışları bile değişik kılıflarla haklı görülürken, gösterilirken, bütün bunlara karşı ezilenlerin horlananların doğal boşalma isteği, gerilimi atma isteği olan küfür, ahlâksızlık olarak gösterilmekte, suç sayılmakta, yerine göre cezalandırılmakta… Oysa sistemin yedek gücü olarak sağda solda, meyhanelerde, tavernalarda, işçilere, emekçilere yani sisteme karşı baş kaldıranlara hakaretin bini bir paradır, ama suç sayılmadığı gibi onlar körüklenir…

Esas olan ahlâk meselesi değildir. Ezenler ve ezilenler, yönetenler ve yönetilenler arasındaki soğuk savaşta, yönetenleri küçülten aşağılayan davranışların önüne geçmektir. Karşıtının onurunu kırarak, kitleler karşısında onu rencide ederek diğer yandaşlarından soyutlamaya çalışan egemen güçler, bu etkili silahın kendilerine karşı kullanılmasına izin vermek istemezler.

Bunun çok basit izahı, hiç küfür olmayan nice yazılar sansüre uğramış, nice yazarlar ağır cezalara çarptırılmışlardır. Yazılar, yasalarla sıkı denetim altındadır. Küfür sadece toplum nezdinde ahlâksal tabu haline getirilen “ahlak kuralları”ndan yararlanmak, yazarı suçlamak, itibarını sarsmak için kullanılan saldırının parçalarından biridir. Bu uğurda insan organlarını adıyla çağırmaktan bile men edilmiştir.

Diyelim ki ben haksızım, o halde gülmek neden suç oluyor? Tarihteki gülmek üzerindeki baskılara bir bakalım:

Biz nelere güleriz?

Yaşam makineleştikçe, gülmeden duramayız…
Basit insan hatalarına güleriz…
Toplumdan kopanlara, kendine yabancılaşanlara güleriz…
Baston gibi yürüyen bir subaya güleriz…
Çin daması gibi sıralanmış, komutanı yıkılınca yıkılan koca bir orduya güleriz…
Tekmil verirken hata yapan subaya güleriz…
Önemsiz de olsa insanların kusurlarına güleriz… Hele kusursuz olmak isteyenlerin kusurlarına daha çok güleriz…

Olaylar zinciri içinde olmadan gülünmez… Demek ki gülenle güldüren aynı kotada olacak. Gülme her şeyden önce bir düzeltmedir, diyor Bergson: “Toplum kendine karşı saygısızca davranışların öcünü gülme ile alır…”

Bu günkü toplumda o hale geldi ki dürüst davranana bile gülünüyor, dalga geçiliyor… Yasa ile kendilerine saygıyı mecbur edenlere saygı göstermeyen biri oldu mu o kişi gülünç duruma düşer… Onlar böyle durumlarda şiddet kullanıyorlar, komik durumdan kurtulabileceklerini düşünerek… Ama daha da komik oluyorlar… Onlara güleriz… Daha çok şey sıralanabilir…

Ama özetlersek, yönetenler otoriter bir toplum ister. Çünkü onlar kayıtsız şartsız itaat isterler. Uygulamaları büyük ölçüde doğal olmayan uygulamalardır. Septik bir yönetici, yöneten ve yönetilen arasındaki bu büyük uçurumda, sempatik olamaz. Korku, ölüm korkusu, işten atılma korkusu, işkence korkusu, sürgün korkusu olmasa, kim bu kadar haksızlığa boyun eğebilir. Gülen bir adam, sempatik bir adam bu korkuları yaratabilir mi? Hiç öyle birini yönetici yaparlar mı?

Kayıtsız şartsız itaat isterler, bu da gülünen bir ortamda gerçekleşmez. Onun için gülmek yasak edilmiştir. Ortaçağ devletleri, ya kilisede ya da camilerde eğitilen insanlar tarafından yönetiliyordu. Camilerde ve kiliselerde hala gülemezsiniz. Kayıtsız bir itaat hâkimdir. Yetkililerden başka kimse konuşamaz.

Gülmenin tarihi ile ilgili Mihail Bahtin’in kitabından bazı alıntılara bir bakalım:

“Otoriter söz, hiçbir konuşma türünün kendisine yaklaşmasına, ilişkiye geçmesine izin vermez… Siyasal yergi alanında, dünya edebiyatının en iyi siyasal yergilerinden biri sayılan ve engizisyona karşı yöneltilmiş olan olağanüstü sanatların bir dalı olarak edebiyat alanında 1612 yeni bir çığır açmıştır. Rabelais, Cervantes ve Shakespeare gülmenin tarihinde önemli bir dönüm noktasını temsil ederler. Rabelais’in etkisi, dönemin tarihçileri tarafından göz ardı edilmediği gibi, Protestanlık savunucuları ve risalecilerince de dikkate alınmıştır. XVI. YY edebiyatı, tabir caizse, Rabelais’le sona erdi.

Gülme, dinsel kültten, feodal törenler ve devlet törenlerinden, adabı muaşeretten ve tüm yüksek spekülasyon türlerinden dışlanmıştı. Gülme yılın belli günlerinde izne bağlıydı… Karnaval; barındırdığı karmaşık imgeler sistemiyle, halk mizah kültürünün en (ek-sik-siz) ve en arı dışavurumudur.
O devirde egemenlik kayıtsız şartsız delilere aitmiş, delilerden başkası güldüğünde, ölüm gibi ağır cezalara hazır olmalıymış…

Rabellais, yakılmaktan kurtulmak için Avrupa’da dolaşmadık ülke bırakmamış, ama sonuçta kilise gülme etkinliklerini kendi kontrolüne almaya çalışmış…” (Bizdeki 1 Mayıs ve Newroz’ etkinlikleri gibi… )

Rabelais’in kitapları yıllarca yasaklanmış, yüzlerce yüz yıl sonra ortaya çıkmış… Bu gün hâlâ ülkemizde gülen kadına ‘’orospu’’, gülen erkeğe de ‘’orospu karı gibi gülme’’ denilmiyor mu?

Gülmeden en çok diktatörler korkmuyor mu? En çok cezalar mizah yazarları ve karikatür çizerlerine verilmiyor mu?

Sövgü övgünün öbür tarafıdır. Sırtıdır… Sevgi de nefretin sırtıdır ya da tersi…

Küfür, sendikalara yapılırsa, farklı uluslara yapılırsa, yönetenlere övgüdür. Yönetenlere yapılırsa sövgüdür. Yönetenlere gülünürse, otoriteleri sarsılır, suçtur. Ama sendikalara veya onların istemediklerine yapılırsa onlara övgüdür. Kendi övenleri cezalandırırlar mı hiç…

Sövgü, sövülenin öteki, hakiki yüzünü ortaya çıkarır, sahte kıyafetlerini çeker alır, maskesini düşürür. Bu kralın tacının elinden alınmasıdır.
Gülmekten en çok diktatörler korkarsa güleceğiz, küfürden en çok onlar korkarsa küfür edeceğiz.

Devlet tarafından korunmaya ihtiyacı olanları, devlet kendi eliyle yakıyorsa, çaresizlere de küfür çok görülmemeli. Bizim fazla silahımız yok, vücutlarını öldürmeyeceğiz ama satılmış ruhlarını öldüreceğiz ki, onların kendi pazarlarında bile fazla para etmesinler.


IV


İnsan birey olarak dünyaya gelmiştir. Hayatta kalabilme mücadelesinde doğa güçlerine karşı güçsüz kaldıkça örgütlenmeye başlamıştır. Aileden başlayan bu örgütlenme klan, aşiret gibi aşamalardan geçerek en modern şekli DEVLET örgütlenmesine kadar uzanmıştır. Yani devlet kurmanın amacı bireysel olarak çözülemeyen sorunların toplumsal olarak çözülmesini sağlamaktır. Ama devlet örgütlenmesine kadar gelinen aşamalarda hep bir lider, etkili güçler olmuş, onlar da toplumları kendi çıkarlarına göre eğitmeye, kurallar koymaya başlamışlardır. Biz uzağa gitmeden en modern şekli olan devlet örgütlenmesinin bilinen önemli filozofunun (Platon) bu konudaki kuramına başvuralım. Platon insanların yönetilmekten önce tutkularını denetlemeye gereksinmeleri olduğunu düşünür ve aşırı gülmeyi sanatta dahi küçümsediğini yazar:

“Devlet yetkeye karşı böyle bir tehdide tahammül gösteremez. İktidarın sahibinin “karizmasını” yıkacak tehlike, nereden geleceğini bilemeyeceği ve belki de fısıltıyla yayılan ya da akıldan geçen kendisi ile ilgili gülünesi şeyler olacak.”

Platon bunun farkında olarak korunması gereken “devlet”e karşı gülmeceyi kontrol altına alacak kurallar geliştirmiştir.

Ortaçağda, insanları kontrol etmek için en vahşi uygulamalar doğal karşılanmıştır. İnsan, kuşku duyulan her hareketinden dolayı ölümle cezalandırılmış, elleri ayakları zincirlenerek kontrol altına alınmıştır. Bu ağır baskılardan korkan insan hayatta kalabilmek için, kendi kendini kontrol etme zorunluluğunu duymuş ve bu genlerine işlemiştir. Modern toplum dediğimiz toplumumuzda buna ‘’otokontrol’’ denilmektedir.

Mantıklı otorite, hem otoritenin hem de ona maruz kalanın eşitliği üzerine kurulmuştur. Bu ikisi arasındaki tek fark her ikisi arasındaki bilgi ve becerinin birbirinin farklı olmasıdır. Mantıksız otorite ise doğası gereği eşitsizliğe dayanır ve değer olarak farklı olduğunu savunur. Otoriter ahlak insanın iyi veya kötüyü ayırma kapasitesini reddeder. Norm belirleyici ve her zaman için bireyi aşan bir otoritedir. Varoluş sebebi, otoriteye karşı duyulan korku ve kişinin zayıflık ve bağımlılık hisleridir. Eric From, otoriteye boyun eğmenin en büyük erdem, başkaldırının ise en büyük günah olduğunu savunur. Otoriter ahlâkta affedilmeyen en büyük günah asiliktir.

Günümüzde, birey olarak var olma korkusunu aşan insan, toplum içinde var olabilme mücadelesi ile karşı karşıyadır. Yüzyılların genlere işlediği, gelenekler, görenekler, ahlâk anlayışları ve yasalara uyarak, bulunduğu toplumdan yalıtılmamaya çalışır. Uyduğu kuralların yanlış olduğunun farkında bile olsa, yalnızlık korkusu, çevre baskısı, yasalar onu “otokontrol”e zorlamaktadır.

Bireyin kendini baskılaması toplum veya grup içinde bireyin var olmasını sağlar. Öte yandan bu durum bireyde yabancılaşma yaratır. Ama bu aynı zamanda bir gerilim de yaratır. Freud’a göre espri bir enerji boşalmasıdır. Espri ile kişi kendini özgürleştirir. Yani var olur. Gerginliğin giderilmesini sağlar. Giderilen bu paradoksun gerilimidir…

Gülme, ağlama, üzülme, tasa, sevgi… Bunlar insanın duygusallığının bir sonucudur. Baskılanmanın yaratığı ve insanda değişik şekillerde kendini gösteren yansımalarıdır.

Gülmek gibi ağlamak ve küfür de bir enerji boşalmasıdır. Olmakla olmamak arasında bir paradoks, toplum içinde var olmakla, özgür olabilmek arasındaki paradoksun gerilimi… Bu ya bir espri ile ya da küfürle boşaltılabilir. Yani, gülmek, ağlamak kadar küfür de doğal bir ihtiyaçtır.

Mizah da küfür de kusurdan doğar. Kusurların düzeltilmesi için en iyi yol mizah olsa bile, yeri geldiğinde küfür de kaçınılmaz olur. Çünkü mizah bir zekâ işidir, her insan her zaman mizah yapamaz. Ama o an enerji boşalması zorlamışsa, yapılabilecek bir şey de kalmaz. İlk patlama ile boşaltılmak zorundadır.

Enerji boşalımının iki türlü etkisi oluyor, hem aktif olarak, fiili olarak mücadele eyleminin önüne geçmiş oluyor, hem de kişinin bunalan duygularının hastalanmasının önüne geçen bir emniyet supabı görevi üslenmiş oluyor…

Küfrü biraz da rüyaya benzetebiliriz bu anlamda… Bastırılan duyguya karşı bir isyandır küfür… Haksızlığa karşı, baskıya karşı bir tepkidir… Tepkisizlik küfürden daha kötüdür bence… Enerji boşalmasını sağlayamayan insan öyle durumda daha büyük yanlışlar yapabilir veya fazla enerji psikolojik bozukluklara sebep olabilir.

Sıradan insanlar, egemenlerin ahlâk kurallarının karşısında savunmasızdırlar. Savunmasız insan her türlü kurala uymak zorundadır. Bunun farkında olamayan, kendine büyük misyonlar yükleyen, toplumun hemen arkasından gelmesini bekleyen, ama geriye baktığında ardında kimseyi göremeyen; bu nedenle topluma küfreden insan da aydın sayılmaz. Neden? Demek kendini o toplumdan ayrı görmüş, onlarla iç içe olamamış birbirlerini anlayamamışlar, aynı dili konuşamamışlar… O toplumu aydınlatacak, önünü açacak misyonu yerine getirememiş.

Sanat ve edebiyatla uğraşan insanların veya aydınların görevi elbette daha edebi bir toplum yaratmaktır. Hiç kimse küfür etme heveslisi olamaz. Küfür aynı zamanda bir çaresizliğin de sonucudur. Ancak toplum üzerinde o kadar çok baskı var ki, bu baskılar karşısında çaresiz kalmamak da mümkün değildir. Örgütlü bir toplum bu kadar çaresiz kalamaz. Ama örgütlenmesi sık sık ezilen, planlı ve düzenli bir muhalefete sahip olamayan toplumlar da, biriken enerjiyi bir şekilde boşaltmak zorundadır. Nasıl akan bir ırmağı hiç akıntıya kapılmadan geçemezsek, bu da öyledir. Mutlaka toplumun o akıntısına bağlı olarak, beraber davranmak zorunda kalınır.

Ya o akıntıyı yavaşlatacağız. Bu da duygulara en çok hitap eden sanat ve kültür etkinlikleriyle olabilir, ya da o akıntıya biz de uymak zorunda kalacağız. Tabi bu kitle kuyrukçuluğuna kapılmadan, düzeltmeyi de ön plana alarak yapılması gereken bir olaydır. Toplumsal mimarlıktaki ustalık da burada kendini gösterir.

Hiçbir şey istemekle hemen elde edilmiyor. Çok zor durumlardan çıkıp bu günlere gelen toplumumuzun bir parçası olarak, bir ömür boyunca bile çok zor dönemlerden geçtik. Yanlış yapıp geri düşmemek için atılacak adımların hesabını çok iyi yapmak zorundayız. Ne araç olan küfrü amaç edineceğiz, ne de yığınla baskılar altındaki toplumu yasaklarla bunaltacağız.

Devlet kontrolü elden kaçırmamak için, en doğal kişisel özgürlükleri, hakları bile, denetim altına almaya çalışırken biz onları korumak ve genişletmek için çabalamak zorundayız. Sıkışıp, “bu toplum da layık olduğu gibi yönetiliyor” tavırlarıyla topluma sırt çevirmek, bu yola baş koyanların tavrı değildir. Edebiyatı ve sanatı ticari amaçla kullanmak isteyenlerin tavrıdır ki… Bu da bir taraflara ‘’Ben bu toplumun parçası değilim, onlardan ayrıyım’’, mesajını vermek için kullanılıyor.

“Halkın sözcüsü olamayan bir şair ancak dolandırıcısı olabilir.”

Bu baskıcı düzende, bu çarpık ahlâk anlayışı, hep egemen güçler lehine kullanılmakta… Sarayda harem bulunur, harem ağası bulunur, İç oğlanları bulunur hiç yadırganmaz… Ama başkalarının ezilen tabakanın özel hayatı özel olmaktan çıkar, ahlâk anlayışı nedeniyle ahlâk polisi, ahlâk zabıtası peşlerinden koşar. Yönetenlerin ve zenginlerin yaptığı meşru olur, yoksullarınki ahlaksızlık… Köle hadım edilir sarayda, ama sahipler için bu tedbir kimsenin aklına gelmez; onlar özgür, ama yönetilenler yoksullar sıkı denetim altında olur… Yani ahlâk da, her şey gibi çifte standartlı olur…

Günümüzde, koruma altına alınana, cezaevlerine konan insanlara tecavüz edilir. Suçlular cezalandırılmaz… Ama tecavüze uğrayana aşağılayıcı gözle bakılır, utanmak ona düşer ve bu nedenle toplum gözünde lekelenmek korkusuyla susmak zorunda kalır. Tecavüze uğrayan suçlu tecavüzcü, kahraman gibi dolaşır. Kimse bu ters işleyişten dolayı işkence gördüğünü bile anlatamaz… Sanki işkenceci suçlu değil de, eli ayağı bağlı mahkûm direnememekten suçludur… Bütün bu ters ahlâk anlayışından değil mi, bu gün toplumun büyük bir kesimi aile içi veya egemen güçler tarafından tecavüze uğradığı halde bilinmemesi, bu ahlak anlayışından dolayı pisliklerin ortaya dökülememesinden değil mi temiz toplum görüntüleri?..

Zengin çevrelerdeki ahlâksızlıkların sosyete ile adlandırılıp, meşrulaştırılıp, sıradanlaştırılması, ama aç kaldığı için, mecbur kaldığı için yine güçlüler tarafında yoksullar kullanıldı mı, kadın ‘orospu’ oluyor… Orta malı olabiliyor…

Hiç kimse bu toplumu işsiz bırakan, aç bırakan, barınaksız bırakan sistemden hesap sormaz. Böylece egemen güçlerin bu baskılı ahlak anlayışından dolayı kirli çamaşırları ortaya çıkmazken yoksul kesim, susmak zorunda kalıyor. Tecavüz ve işkence suçlarının üstü örtülüyor… Bu da tecavüz ve işkence suçlarının devamına, sürekliliğine katkıda bulunuyor…

Ve bütün bunlara karşı çaresizlerin tek silahı “küfür” yasaklanıyor. Silahlara karşı taş atmayı yasakladıkları gibi…

Bütün bunlara rağmen insanın ağzını bağlamak, onlara “benim istediğim gibi, kibar konuş” demek “ben küfrü hak ediyorum!” demek değil mi?

Bütün bunlar, egemen güçlerin egemenliklerini korumak için ezilenlerin vücutlarına vurdukları zincirler gibi, duygularına vurulan birer zincir değil mi?

Toplumu denetim altına almaya çalışan her türlü kural, gelenek, görenek, bu toplum tarafından, yıkılmak için mücadele edilmedikçe, özgürlüğün sınırları genişletilemez.

Bu da topluma dışarıdan bakan insanlarla değil, toplumla kaynaşmış, toplumun bir parçası olabilmiş insanlarla başarılacaktır.



MEHMET HALİL