Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Ekim 2012 Çarşamba

EMEĞİN SANATI'NDAN 127. MERHABA





Merhaba,

Gazlı, sisli, puslu ileri demokrasimiz her gün bir önceki güne tüy üstüne tüy dikmeye devam ediyor. Artık faşizmin sert ve soğuk yüzünü Kemalistler de tatmış oldu. Ceza evlerindeki Kürt tutsakların başlattığı açlık grevleri zincirleme biçimde artarken grevlerin 50 günü aşması kaygıyı da çoğaltıyor. Diğer yandan iktidar ise, silahla grevleri durdurmayı inceden inceden düşünmeye, dillendirmeye başladı.

Bu sisli pusları dağıtacak en güçlü ışık elbette sanat ve bilim.. Ama sanat ve bilim insanlarındaki yılgınlık ve kaygı giderek dağılmaya başladı gibi.  Artık herkes biliyor ki, daha iyi bir dünyaya tek tek patika yollardan, şoselerden gidilmeyecek. Hep birlikte ana yollardan yürünecek.  İlerici, demokrat, sosyalist bilim ve sanat insanları bu olgunun farkında olsalar da egolar, küçük burjuva tavırları insanları ana yoldan uzaklaştırıyor. Burada öncü bir sınıf partisinin ihtiyacı iyice hissedilmeye başlandı…

Bu dağınıklık, yılgı ve kaygı duvarını parçalayacak olan güç devrimci sanatçılarda vardır. Devrimci sanatçılar, toplumsal mücadelede halkın motivasyonu sağlayacak eserler üretmek zorundadır.  Devrimci sanatçılar bu ilhamını direnen halkların mücadelesinde bulacaktır…

Mücadele demişken, mülteci ve göçmenlerin Almanya’yı yerinden oynatan, Almanlar’a unuttukları kavramları yeniden hatırlatan yürüyüşlerini anmadan olmaz. Burjuva basının bile (kendi çürük anlayışları çerçevesinde) verdiği mülteci yürüyüşü, Türkiye’deki devrimciler arasında yeterince yankı görmedi denilebilir.

Almanya’nın Würzburg şehrinden Berlin’e 30 günde yürüyerek Berlin’e gelen, orada her gün eylemlerini çeşitli şekillerde sürdüren, öncüleri arasında şair-yazar arkadaşımız Turgay Ulu’nun da bulunduğu Mülteci yürüyüşünü, başlangıçtan sonuna dek Turgay Ulu arkadaşın kaleminden ve fotoğraflardan okuyup izleyebileceksiniz. Okuyup resimleri izlediğinizde ilham veren bir yürüyüş olduğunu da göreceksiniz.

Artık günümüzde devrimci sanatçı; düşler, doğa görünümleri, ya da idealize edilmiş biçim anlayışının peşinde koşamaz… O tür eserlerin de üretileceği zamanlar gelecektir elbette… Ama bugün kavga zamanıdır. Devrimci sanatın mücadeleye politik, kültürel ve sosyal katılımı mücadeleye daha da hız katacaktır.

Devrimci sanatın  kitlelerin politik özlemlerine cesaret vermesi gerekiyor artık!

Ali Ziya Çamur


BU SAYININ SAVSÖZÜ

“Şiir içten dışa bakıyor. Dışa bir şeyler söylüyor. Dış da ona. Bu söyleşi nasıl bir yöntemle gerçekleşmeli artık? Daha önce, “devrimci şiirin” devrimin ayak seslerinin güçlü bir şekilde duyulduğu ya da devrimin gerçekleştiği zaman diliminde dışla yaptığı söyleşi ile bugün için bu iki zaman diliminin yaşanmadığı şimdide yapacağı söyleşi arasında farklar olması gerektiğini yazmış ve dış, “devrimden uzakta” görünüyorsa önce şiirin dışı devrimcileştirmesi gerektiği sonuca varmıştım.

“Devrimden uzaktaysak” onu yakın edecek içsel olanaklar daha fazla ve daha görünür değil midir aynı zamanda? İç bu olanakları görüp onların üzerine giderek hem kendisini hem de o birikimi devrimcileştirmenin yollarını bulabilir. Bu da yukarıda söylediğimiz karşılıkla söyleşinin “geçmiş zaman”lardakinden daha farklı olmasını gerektirir. Şiiri geçelim, doğrudan doğruya, sanat dediğimiz zaman anladığımız bütün içerikleriyle “sanatın” bile söz söyleme olanaklarının alabildiğine kısıldığı bir dünyada bu söyleşi nasıl olmalı? Bugün kapitalizm bir heyula gibi her yeri kaplamışken, kendisine karşı en esaslı, gerçek sınıfsal duruşları bile içselleştirip, içeriksizleştirerek “devrimi” bile metalaştırırken, sol ve solcu ortalarda bu kadar dolaşır ve devrim sözünün hiç geçmezken, gericiliğin, dinin, para babasının her türlü çıkarı “demokrasi” denen bir mavalla birlikte beyinlerimizden içeri sokulurken, “ezilen”den “madun”a doğru bir kavramlaştırmayla bienallerin açık açık içselleştirdiği sınıf kavramsal düzeyde de içselleştirilip dilsiz ve kavramsız bir sis perdesinin arkasına saklanmaya çalışılırken ne yapacak iç? Geçmişin ruhunu tekrar çağırarak, masa üzerinde kapalı fincanın hangi harfe doğru yol alacağını bekleyip, fincanın harf harf şiir yazmasını mı bekleyeceğiz? O bize bir şeyler üflerse mi şiir yazacağız? Bu şimdinin alabildiğine sıradan burjuva karamsarlığına kapılmış şairinin işi olsa gerek. Şair masa üzerindeki kapalı fincanla dışla ilişkiye geçtiği içindir ki bu kadar karnında konuşan ve monoton bir şiiri var şimdinin. NİHAT ATEŞ  (http://nihatates.tumblr.com/)

YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ


AÇLIK GREVLERİ DİRENİŞİ YÜKSELİRKEN SESSİZ KALMAYALIM!

Burjuvazinin baskılarına, kimliksiz bırakma politikasına karşı cezaevinde Kürt tutsaklar, bedenlerini silah olarak burjuvazinin kalbine yönelttiler. Tehlikeli aşamaya gelen açlık grevleri ile ilgili duygu ve düşüncelerimizi genç şair Sezen Eren ‘in kaleminden yansıtıyoruz:        

İÇERİDEKİLER DEĞİL, 
İNSANLIK ÖLÜYOR!

Bu yazıyı kaleme alırken; basının sessizliğinden politikacıların duyarsızlığından ve ölüm uykusunda olan insanlardan söz etmek isterdim.
Ama söylenmek istenen zaten empatide gizli.
Sen hiç ölüme yattın mı?
Sen aç kalmak nedir bilir misin?
Ya hiç açlık grevine katıldın mı?
Ya ölüme yatmak nedir bilir misin?
Belki fazlada düşünmedim niçin ölüme yattığımı.
Aslında yapacağım çokta şey vardır ama bugün ölüm orucundayım.
Hiçbir şey istemiyorum kendim için; yaşam koşullarım düzeltilsin, gazete, dergi, televizyon, ya da açık görüş filanda istemiyorum.
Sizin beni çok’’ düşündüğünüz ‘’gibi eşimle bir arada bir gün kalayım da’’ demiyorum.
Tek istemim var oda aynı topraklar üzerinde eşit şartlarda insan gibi yaşayabilmek…
Aslında bunu kendim içinde istemiyorum, benden sonrakiler insan gibi yaşasınlar diye.
Biliyorum ki ben, birkaç gün sonra ölmüş olacağım.
Anacığım beklide bu sizlere yazdığım son yazım olacaktır; biliyorum senin de yüreğin buna dayanmayacak.
Ne yapalım?
Başkada çıkış yolu bulamadım.
Her gün ölmektense, kısa sürede ölümü yeğledim ben.
Biliyorum ki bana’’ ölmemelisin ‘’diyorsundur.
Ölümüm sizlerin onur içinde yaşamanız içindir
BENİM ÖLÜME YATMAM, ÖLÜM UYKUSUNA YATMIŞ İNSANIMIZI ÖLÜM UYKUSUNDAN UYANDIRMAK İÇİNDİR
Başka hiçbir amaç bundan daha kutsal olamaz.
Her gün birileri ‘’analar ağlamasın’ ’diyor.
Hem görmek istiyorum kimler sözünde samimi.
Kimler çözüme bir adım daha yaklaşacak.
Yalnızca bunun için bile ölebilirim.
Çünkü benim ölümüm anaları birbirine daha da yaklaştıracaksa ben 5–10 gün daha beklemeden ölürüm.
Anadolu’mda çok yiğit ve yürekli insanlar var biliyorum.
Aramıza büyük uçurumlar açmışlarsa da ben tüm halkları yürekten kucaklıyorum.
Biliyorum ki tüm diğer halklarda beni kucaklayacaklardır.
BEN ÖLMÜŞÜM NE ÖNEMİ VAR?
UMARIM BENİM ÖLÜMÜM İNSANLIĞI ÖLDÜRMEZ.   SEZEN EREN


ANKARA AYDIN SANATÇI GİRİŞİMİ'NDEN AÇIKLAMA:
KATİL OLMAYI REDDEDİYORUZ!

Ankaralı şair, yazar ve aydınların oluşturduğu Ankara Aydın Sanatçı Girişimi; açlık grevleriyle ilgili olarak bir açıklama yaptı:

“Katil Olmayı Reddediyoruz!

Kürt halkının en temel hakları için cezaevinde canlarını ortaya koyarak direnenler an geçtikçe ölüme gidiyorlar.

Seyreden olamayız!

Açlık greviyle direnenlerin bedenlerinde çürüyen her hücre, tüm toplumsal yaşamın çürümesi demektir.

Razı olamayız!

Akıl ve vicdan bu trajediyi onaylayamaz.
Direniş değil onları öldüren, bu haklı direnişe kayıtsızlık öldürüyor.
Toplumsal Barışı eşit haklar yaşatır. Eşitlik insan onurunu var eder.

Vazgeçemeyiz!

 Ölümlerin toplumda açtığı yaralar asla kapanmaz.

Unutamayız!

Direnişlerini anlıyor; katil olmayı reddediyoruz!”

Ankara Aydın Sanatçı Girişimi:
Ahmet Telli (Şair), Aydın Çubukçu (Yazar), Şükrü Erbaş (şair), Mahmut Temizyürek (Şair), Akif Kurtuluş (Şair), Mehmet Özer (Fotoğrafçı), Sezai Sarıoğlu (Şair), Fatin Kanat (Sinemacı), Adnan Caymaz (Şair), Oktay Etiman (Yazar), Temel Demirer (Yazar), Sibel Özbudun (Akademisyen), Ali Balkız (Yazar), Bora Balcı (Kameraman), Yılmaz Demiral (Tiyatrocu), Özcan Yaman (Fotoğrafçı), Hicri İzgören (Şair), İkbal Kaynar (Şair), Fadıl Öztürk (Şair), Mansur Balcı (Şair), Metin Kahraman (Müzisyen), Kemal Kahraman (Müzisyen), Attila Durak, Bayram Balcı, Aynur Uluç, Sema Bakırcı,  Özgün E. Bulut,


ŞAİR-YAZAR ARJEN ARÎ YAŞAMINI YİTİRDİ

Kürt edebiyatının usta ismi, bir süredir tedavi gördüğü Diyarbakır'da 30 Ekim günü yaşamını yitirdi. "Ev Çiya Rûspî ne, Ramûsanên Min Veşartin li Geliyekî, Destana Kawa, Şêrgele, Çil Çarîn, Gorî û Bindest, Kulîlkên Be'îvan, Payiza Peyvê, Eroûtîka, Bîhoka Li Pişt Sinor, Bakurê Helbestê eserlerini arkasında bırakan Arî, yaklaşık 10 gündür hastanede tedavi görüyordu.

Arjen Arî 1956 yılında Nusaybin'e bağlı Çalê köyünde doğdu. 1976 yılından beri şiirle hemhal olan Arî'nin ilk şiiri 1979 yılında Tîrêj dergisinde, 12 Eylül'den sonra da İsveç'te yayınlanan Berbang, Kurdistan Pres, Nûdem, Çira; Türkiye'de yayınlanan Rewşen, Nubihar, Gulistan, Kevan, Tîroj, W; Kürdistan Bölgesi'nde yayınlanan Peyv, Nûbûn, Karwan adlı dergilerde yayınlandı.

Arî, yoğun bakıma kaldırılmadan önce Kürtçe yazdığı kısa bir anlatıda şu görüşlere yer veriyor:

“Her yazar, Gılgamış Destanı’ndaki gibi ölümsüzlük iksirinin peşine düşmez...
Bir şair veya yazar için ölümsüzlük iksirini elde etmek hem zordur, hem çok kolaydır...
Bir eser ki artık zamanın paslı makası ise o eserin yokedilmesine güç yetmez; o eser unutulmuş zamanların vadisine atılmış olsa bile, artık o ölümsüzlüğün kazanılmasının adıdır...
Bu nedenledir ki her yazar edebiyat alanında verdiği emekten öte, ölümsüz eserleriyle ölümsüzdür!
Bundandır, Xanî’nin Mem û Zîn’den; Uryan’ın Rubailer’inden; Mela’nın Dîwan’ından gelen ölümsüzlüğü...
Allah, tümünü iyileri layık gördüğü yer ile ödüllendirsin, onları cennetiyle mutlu etsin...”
***
“Her nivîskar, ne bi Şêweya Gilgamêş li giyayê nemirtiyê digere...
Bo nivîskar û şairekî bidestixistina nemirtiyê hem zor e, hem zorhêsan e...
Berhemeke ku meqesê zeman ê devzeng, nikaribe berhemê tiştîşî bike, bavêje delavê newala zemanê jibîrkirî, êdî ev bidestveînana nemirtiyê ye...

Ji ber hindê, her nivîskar ji keda ku di qada wêjeyê de daye, wirvetir, bi berhemên xwe yên nemir, nemir in!
Ji lew; Xanî bi 'Mem û Zînê nemir e; Uryan bi Çarînên xwe nemir e; Mella bi Dîwana xwe...
Xweda tewan bi cihê ku qencan wahd kiriye; bi bihuştê şa bike.”(EVRENSEL)



EDEBİYATIMIZDAN BİR YAPRAK DAHA DÜŞTÜ: BORA ALAGÖZ…

Uzun zamandır İstanbul Alman Hastanesi’nde tedavi gören Bora Alagöz’ü 30 Ekim günü yitirdik

Bora Alagöz, 7 Temmuz 1954’te Adıyaman’da doğdu. 'Adana İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi' mezunu. 1986 yılında 'Hayat Savuran Hüzünler' isimli şiir kitabı yayınlandı. Tacim Çiçek, Arslan Bayır, M. Demirel Babacanoğlu ile Aykırı Sanat' edebiyat sanat dergisini çıkardı ve ilk iki yıl bu derginin yayın yönetmenliğini yaptıktan sonra ayrıldı. Mersin Şair ve Yazarlar Derneği (MEŞİYAD) , Türkiye Yazarlar Sendikası ve Türkiye Edebiyatçılar Derneği üyesiydi.

 BEN

samuray kılıcı kadar keskin
acılardan türedim ben
en güzel baharlar
gözyaşlarımla yeşertir çiçeklerini

BORA ALAGÖZ


CEVDET KUDRET ÖDÜLÜ DENİZER’İN..

Cevdet Kudret Edebiyat Ödülleri’nin 20.si bu yıl tiyatro dalında Ümit Denizer’in “Adalet, Sizsiniz (Sokrates, Galileo, Sacco, Vanzetti)” adlı oyununa verildi.

Metin Balay, Yeşim Özsoy Gülan, Dikmen Gürün, Yılmaz Öğüt ve Seçkin Selvi’den oluşan seçici kurul üyelerinin, yarışmaya katılan 54 çalışma arasından Ümit Denizer’in “Adalet, Sizsiniz” adlı oyununu, yargının siyasallaştığı günümüzde, tarih boyunca yaşanan önemli üç örneği işlemekteki duyarlılığı; konu geçişlerindeki akıcı üslûbu ve özellikle hafızası zayıf toplumlarda bir bellek tazelemesine yol açacağı için ödüle değer bulduğu açıklandı. Denizer’e ödülü 18 Kasım Pazar günü, saat 15.45’de TÜYAP Kitap Fuarı’nda sunulacak. (EVRENSEL)


EMİRDAĞLILAR’IN HOLLANDA’YA GÖÇLERİNİN 50. YILINDA
RESİM HEYKEL SERGİSİ DÜZENLENDİ…

Adnan Durmaz’ın sergide yer alan bir tablosu.

Hem Afyon Emirdağlı'ların Hollanda Haarlem'e göçlerinin 50. yılı nedeniyle hem de Türkiye ve Hollanda ilişkilerinin 400. yılı nedeniyle “arkadaşımız Adnan Durmaz’ın da katılımıyla Nerden Nereye” adlı Resim ve Heykel Sergisi düzenlendi.

Sergiye Afyon Emirdağlı ve Haarlemli aşağıda adları yer alan sanatçılar katıldılar: Afke Spaargaren, Adnan Durmaz, Muharrem Tektaş, İsmail Yiğit, Bülent Evren,          Şemsettin Eder, Leo Van Velzen, Nimet Çivrilli, Willemien Spook, Özkan Akgün, Ria Van Kooten, Connie Vlasweld, Anneloes Groot…

Serginin açılış tarihi 22 Ekim,  bitiş tarihi 5 Kasım 2012 Sergi Salonu: Emirdağ Belediyesi Kültür ve Sanat Merkezi EMİRDAĞ/AFYON


ONUR ASLAN’DAN YENİ BİR ŞİİR KİTABI:
BAŞUCUMDAKİ KARANLIK

Değişik yarışmalarda şair-yazar Onur Aslan, daha önce Taflan yayınlarından çıkan “Suskun Bir Zaman Karesi” adlı öykü kitabından sonra Kurgu KültürMerkezi Yayınlarından “Başucumdaki Karanlık” adıyla bir şiir kitabı çıkardı.

Kitap 72 sayfadan ve üç bölümden oluşuyor. Birinci bölümü “her rakam büyük bir sessizliktir” başlığından oluşuyor. Bu bölümde on bir şiir yer alıyor. İkinci bölüm ise”zaman ilerledikçe önemini yitirir” adıyla ve on bir şiirle oluşuyor. Üçüncü bölüm ise, “her seçenek intihar biçimi olabilir” adıyla ve yine on bir şiirden oluşmaktadır.

Otuz üç şiirden oluşan kitap alışılmayan imgeleriyle, insanla, sevgiliyle buluşma ve kırılmalarıyla okunmaya değer.. Onur Aslan’ı bu kitabından dolayı kutluyor, ürünlerinin devamını diliyoruz..

Şiirleri çeşitli dergilerde yayınlanan Onur Aslan; Antakya’da “Mavi Yaren” Kültür Sanat Edebiyat dergisini üç yıl çıkardı. “Taflan” edebiyat dergisi’nin ve “Amanos Yazıları” dergisi’nin kurucu üyeleri arasında yer aldı. Evrensel başta olmak üzere çeşitli gazetelerde de ürünleriyle ve söyleşileriyle yer aldı.




CEYHUN ATUF KANSU ŞİİR ÖDÜLÜ’NE
2013 YILI İÇİN KATILMA KOŞULLARI AÇIKLANDI.

Her yıl düzenlenen Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü’ne, katılma koşulları şöyle:

Ödüle aday olan yapıtlarda Ceyhun Atuf Kansu’nun şiir anlayışı göz önüne alınarak, çağdaş bir dünya görüşü ve dil bilinci temel ölçüt olacaktır. 1 Şubat 2012 – 1 Şubat 2013 tarihleri arasında yayımlanan bütün şiir kitapları ödüle katılabilir. Ayrıca, Ödül Yazmanlığı, bu kitaplar arasından, çeşitli nedenlerle katılamayan kimi yapıtları da, ödüle aday olarak gösterebilir. Çeşitli nedenlerle kitap halinde basılmamış, ancak kitap bütünlüğü taşıyan şiirlerle de ödüle aday olunabilir.

Ödül seçici kurulu; Adnan Binyazar, Müslim Çelik, Refik Durbaş, Şükrü Erbaş, Bahar Gökler (ailesi adına), Emin Özdemir, Sevgi Özel’den oluşmaktadır. Ödül kazanan yapıt, Ceyhun Atuf Kansu’nun ölüm yıldönümü olan 17 Mart 2013 tarihinde açıklanacaktır.

- Ödüle son katılma ve aday gösterilme tarihi 1 Şubat 2013’dir. Ödül, tek bir şiir yapıtına (kitap ya da kitap bütünlüğü taşıyan şiirlere) verilecektir. 2013 yılı için ödülün parasal tutarı 500 Türk Lirası’dır. Ödüle aday olacak yapıtlar, şairin adı, açık adresi ve kısa yaşam öyküsüyle birlikte 7 adet kitap ya da 7 kopya dosyayla (Işık Kansu, Ahmet Rasim Sok. No: 14 Çankaya/ANKARA) adresine gönderilecektir. Ödüle katılan yapıtlar, sahiplerine geri gönderilmeyecektir.

1986 yılında konulan Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü'nü, ilk olarak 1993 yılında Sıvas'ta yitirdiğimiz Behçet Aysan “Eylül'' yapıtıyla kazanmıştı. 2012’de de “Başka Tufan”  kitabı ile Selami Karabulut kazanmıştı. (T24)


MAHSUZ MAHAL’IN 19. SAYISI OKURLARIYLA BULUŞTU…

Cezaevlerinden gelen ya da cezaevlerinden geçip de şimdi dışarıda olanların desteğiyle yayınlanan sanat dergisi Mahsus Mahal’in 19. sayısı yayınlandı.

Mahsus Mahal’ın sonsayısında “Dışarıdan içeriyi anlamak…” yazısı, Alparslan Nas’ın  “Hapishaneler ne için var?”, Osman Evcan’ın “Hapishanelerin işlevselliği ve yabancılaştırıcı etkileri”, Engin Erkiner’in “Eski Mahsus Mahaller”,  Aytekin Yılmaz’ın “Hapishanelerde sol içi şiddet…” Şehmus Ay’ın “Biri yabancılaşma mı dedi?”, Emin Karaca’nın “Hapishanelerin yazarları”, Sezai Sarıoğlu’nun “Ayna korkusu!”, Yalçın Hafçı’nın “İnsan kendini özler” makaleleri; Gün Zileli ve Haydar Karataş’ın  “Dersimli huzursuz, uyumsuz ve asi…” Röportajı; on beş şairden şiirler; Özlem N. Yılmaz’ın “Zambak”, Kadriye Bakşi’nin “Tekerlek”, Zuhal Özden’in  “Serseri ruh” öyküleri ve Mehmet Boğatekin’in resimleri yer almaktadır.


12 EYLÜL FAŞİZMİNİN KATLETTİĞİ İLHAN ERDOST,
FAŞİZME KARŞI DİRENCİMİZDEYAŞIYOR!

12 Faşizminin aramızdan aldığı değerlerden, yayıncı, yazar İlhan Erdost, aradan geçen 31 yıla karşın unutulmadı hiç. Hep onurla, sevgiyle, hasretle, özlemle anıldı. İlhan ve ağabeyi Muzaffer Erdost’un adını, Türkiye’de az çok devrimci, demokrat, sol literatürle tanışan herkes biliyor. Sol aydınlanmanın oluşumunda, sosyalist klasiklerin yayınlanıp geniş okur kitlesine ulaştırılmasında büyük emeği geçen İlhan Erdost’u, ölümünün 31. yıldönümünde saygıyla anıyoruz

Düşünceye vurulan kelepçeyle, ortaokul yıllarında, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’ne konulan ağabeyi Muzaffer İlhan Erdost’un başına gelenler ile tanıştı. Lise eğitiminin ardından Ankara Üniversitesi Hukuk Bölümü’ne girdi. Muzaffer Erdost’un kurduğu Sol Yayınları’nın başına geçen İlhan Erdost, fakültedeki tek dersini yayneviyle yakından ilgilenmekten dolayı veremedi. Ağabeyi Muzaffer İlhan Erdost 12 Mart 1971 askeri darbesinin hemen ardından tutuklanıp hüküm giyince, Sol ve Onur yayınlarının yönetimini üstlendi. 12 Eylül 1980 sonrası yasak yayın bulundurmak iddiasıyla gözaltına alınan İlhan Erdost, Ankara Mamak Askeri Cezaevi’nde 7 Kasım 1980’de faşist cuntanın işkencecileri tarafından dövülerek katledildi.

Ağabeyi M. İ. Erdost’un ona yazdığı şiirden:

"İlhan'ı gördüm yaralı
Gözleri kandan hareli
Yüzü güllere çevrili

İlhan'ın paltosu kanlı
Alazlanmış tüter canı
Düşmüş omuzdan kolları

İlhan İlhan, İlhan İlhan
Sular çavlan kuşlar pervan
Gittin mi can gittin mi can"


KAVGANIN VE BİLİNCİN SOSYALİST ŞAİRİ: AYDIN HATİPOĞLU


Yaşamı boyunca devrimci şiirin izini süren sosyalist şair Aydın Hatipoğlu’nu 11 Kasım 2010 günü sonsuzluğa uğurlamıştık.  Onun şiirleri, kavgamızda pankart olmaya devam ediyor hâlâ…

Behçet Necatigil’in “Kavganın ve bilincin etkili şiiri” sözleriyle tanımlar Aydın Hatipoğlu’nun şiirini. Hatipoğlu, 1960 Kuşağı şairlerinin ilk habercilerindendir ve şiirleri en erken yayımlananlarındandır.

Şükran Kurdakul’un yönettiği Yelken dergisinde 1958’de şiirleri yayımlanmaya başladığında henüz 18 yaşında bir lise öğrencisiydi. Ülkenin toplumsal ve siyasal sorunlarından haberli olan bir kuşağın içinden geliyordu. Bu yüzden sosyalist gerçekçi dünya görüşünü benimsedi. Şiirinin ilk döneminde ya da başlangıç döneminde İkinci Yeni izleri görülmekle birlikte Tevfik Fikret’in, 1940 Toplumcu Gerçekçi kuşağının yolunu izlemiştir. Şiirini değerlendirirken “halk duyarlığı, toplumsal çelişkiler, beklenmedik yerlerde beliren duygusal ağırlık, şiirinin en belirgin yanlarıdır” der yazar Eray Canberk ve devam eder:

“Şiirde ustalık döneminin ürünü olan “Yalnız Karanfil Sokağı” (Evrensel Basım Yayın, 2003) adlı kitabına bakıyorum: Hatipoğlu’nun şiirlerinde başlangıçta olduğu gibi yine gerçekçilik, toplumsalcılık ve siyasal olaylar var ama bütün bunlar sanki bir şiir süzgecinden geçirilmiş gibi. Şiirleştirmek kolaylığı yerini şiir kılma ustalığına bırakmış. Kitaplarından birinin adı olan “Beynim Yüreğim” onun şiirde gözettiği düşünce ile duygu dengesinin en kısa ve en çarpıcı anlatımıdır bence.”

1960 Kuşağı içinde, sosyalist şiirdeki gücü üçüncü kitabıyla belirginleşti. İmge örgüsündeki sıkı doku, inançlı bir kararlılık, beklenmedik yerlerde beliren duygusal ağırlık, neyi nasıl, ne ölçüde söyleyeceğini bilişi, tüketmek bilmez yarın umudu, yöresel özellikleri çağdaşlık potasında eritme, anlamı ve sesi şiirin bütününe yayma özellikleri şiirinin en belirgin yanları oldu.

Kuşaktaşı Sennur Sezer’de onu şu sözlerle anlatıyor: “Aydın Hatipoğlu ise bizim 1960 kuşağı toplumcu şairleri arasında imge örgüsündeki sıkı doku, inançlı bir kararlılık, tükenmek bilmez yarın umudu kadar anlamı ve sesi şiirin bütününe yayma özellikleriyle öne çıkan şiirler yazmayı sürdürdü.”
Yürüyüş" şiirinden:

"Ne fırtınalar ne rüzgâr
Ne leş kargaları ne akbabalar
Ciğerhun bağrımızda
Kaygının gölgesine yer yok
Yüreğinizin sesine uydurun ayaklarınızı
Yalnız dikkat edin küçük güzelliklere
Çiçekleri çiğnemeyin
Bir çocuğun tertemiz gülüşünü selamlayarak
Ve kuş seslerini katarak türkünüze
Yürüyün
Bizden önce gidenlerin izlerine basarak
Bizden önce gidenlerin izlerini aşarak
Yürüyün"


SOSYALİST EDEBİYATIMIZIN ADSIZ ÖNCÜLERİNDEN
FAHRİ ERDİNÇ’İ UNUTMAYACAĞIZ!


1940 sosyalist yazarlar kuşağının adı çok öne çıkarılmamış şair ve öykücülerindendir Fahri Erdinç. İnönü faşizminin baskıları karşısında, iki arkadaşıyla birlikte Bulgaristan’a kaçtı. “Kardeş Evi” dediği Bulgaristan’dan yazmayı sürdürdü. 11 Kasım 1986'da Sofya'da öldü.

Erdinç, 1938-39 ders yılında baba mesleğini bırakarak, sınavını kazandığı Ankara Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü'nde öğrenci oldu. Bu bölümde öğretim üyesi olan Sabahattin Ali ile tanıştı. Aynı yıl yazmaya başladığı ilk öykülerinde, onun öğütlerinden çok yararlandı. Orhan Kemal’in 1. olduğu yarışmada 2. oldu.  Erdinç, Konservatuardaki katı yönetime ve bazı ayrıcalıklara itirazları yüzünden, biraz da geçim sıkıntılarının zorlamasıyla, öğrenimini bırakmak zorunda kaldı. Yeniden mesleğine döndü. Ama arada yedek subaylığını yaptıktan sonra, 1943'te mesleğinden tamamen ayrıldı. Bir süre yapı yerlerinde (taşeron kâtibi ve puantör olarak) çalıştı.  Böylece, daha ilk yazı denemelerinde toplumun tabanındaki insanların yazgısını konu edinen Erdinç, onları köyde, kışlada ve kentte, iş yaşamında yakından tanımış oluyor, gözlem ve izlenimlerini arttırıyordu.

1946'da Ankara'da bir yapı yerinden, sınavını kazandığı devlet radyosuna geçti. Temsil kolunda üç yıl çalıştı. Bu arada Şen Olasın Halep Şehri (İstanbul-1945) adlı şiir kitabından sonra Ankara'da "Seçilmiş Hikâyeler Dergisi" (1948, sayı 8) onun öyküleriyle özel sayı çıkardı.  Başkentte ilerici sanatçıların çevresinde görünmesiyle, bazı dergilerde yayınladığı öyküleriyle zamanın faşist çevrelerinin dikkatini çeken Erdinç, 1947'de kendisini devlet başkanına dille hakaret etmiş durumuna düşüren bir çatışma yüzünden tutuklandı ve aklanmayla sonuçlanan yargılaması boyunca cezaevinde kaldı. Ankara cezaevinde yazgılarını konu edindiği insanların kimilerini daha yakından tanıma fırsatını buldu. Bazı komünistlerle de ilk önce burada ilişki kurdu. Cezaevinden çıktıktan sonra da Erdinç dirlik bulamadı. 1948'de çok sevdiği Sabahattin Ali'nin Bulgaristan sınırında öldürülmesi Erdinç'i büyük acılara boğdu. Bu acı olay bir yandan da onu esinledi. Kısa bir süre sonra, 1949 Eylül'ünde, Erdinç, iki arkadaşıyla (Ziya Yamaç ve Tuğrul Deliorman) birlikte, gizlice Bulgaristan'a geçti.  Bulgaristan'da Erdinç ve arkadaşlarına politik göçmen olarak sığınma hakkı verildi (1949 Ekim). Böylece, onun, yurt dışında ölümüne kadar sürecek olan göçmenlik dönemi başladı.

Erdinç, yazınsal çalışmasına yetecek ölçüde Bulgarca, pratik olarak da Almanca ve Rusça öğrendi. 1965'te Bulgaristan vatandaşı, 1973'te Bulgaristan Yazarlar Birliği üyesi oldu.  Yurt dışına çıkışından 1969'a kadar, yapıtları kendi ülkesinde okura ulaşamadı. 1970'li yıllarda Türkiye'deki dergilerin şiir ve öykülerine yer vermesiyle yeniden okur önüne çıktı. Bu yıllardan ölümüne değin kimi yapıtları kitap olarak da yayınlanma fırsatı buldu. Ama bu girişimler süreklilik göstermediği gibi, son yirmi yılda yine kesintiye uğradı.

Kemal Özer,  “Sökmüş ve sökecek bütün şafakların habercisi” olarak nitelendirdiği Fahri Erdinç’in sanat anlayışını şöyle belirtiyor:
“Sanatsal ve siyasal yönleriyle bir yazgı adamının kimliği var karşımızda. Onu tanımak,  aynı zamanda, o kimliği oluşturan ve direniş diye niteleyebileceğimiz temel öğeyi tanımak anlamına geliyor. Kökleri 1940’lara giden, kendisine odak aldığı Sabahattin Ali ve Nâzım Hikmet’in sanat anlayışlarıyla yoğrulmuş bir toplumcu geleneğin halkası. Kendi yaşamındaki zorluklara yenik düşmeden üretimini sürdüren ödünsüz bir yazar ve ozan. Yapıtları, hem yazıldığı döneme göre, işlenişiyle, ele aldığı sorunlarla bir ileri aşamayı gündeme getiriyor, hem de kendinden sonrasına dil ve anlatım bakımından bir düzey hazırlıyor. Kitaplarını, 1980 sonrası koşullarının edebiyata getirdiği genel görünüm açısından bakıldığında, yaşamdan beslenen bir edebiyatın geçmişine ilişkin örnekler olarak okuyabileceğimiz gibi, onlarda yaşanan koşulların aşılması doğrultusunda önemli ipuçları da görebiliriz.”

“Sen hangi gövdenin
Yaralı başısın şaşkın dünya?
Çatık kaşların var resimlerinde
Beyninin yüzüne vurmuş humması;
Karaların, kırmızı lekelere
Denizlerin, pembe mendillere dönmüş.
Çelik kuşlar pislemiş kafana
En sonunda Atom’u…
O bir fiske olmuş
Sen, “Bin ah duyulan kâsei fağfur”
İster keramet, ister selamet say bunu!
Sersemce dönüşünden artık uyan,
Yaklaş güneşe doğru
Pervaneler gibi yan!”


SOSYALİST ÖYKÜ VE ROMANCILIĞIN
ÖNCÜSÜ: SADRİ ERTEM

12 Kasım 1943'te yitirdiğimiz Sadri Ertem, sosyalist edebiyatımızın çok bilinmeyen ama Sabahattin Ali, Orhan Kemal gibi sosyalist öykücü ve romancıların yolunu açan önemli bir yazardır.

Konularını toplumsal sorunlardan alan; işçilerin yaşamlarını, sömürülmelerini, kapitalizmin rekabetçi döneminin üretim ilişkilerini, bunun sonucunda küçük üreticinin zor duruma düşmesini anlattığı "Bacayı İndir Bacayı Kaldır" adlı kitabı yazarın edebiyata bakışının da yansımasıdır aynı zamanda. Sosyalist gerçekçilik akımının önde gelen yazarları arasında yerini alan Sadri Ertem, yazılarında edebiyatın çeşitli sorunlarını maddeci felsefenin etkisinde ve sosyalist gerçekçi bir sanat anlayışı doğrultusunda kuramsallaştırmaya yöneldi.

1940 kuşağı şair ve yazarlarından Ömer Faruk Toprak, Ertem'in “Çıkrıklar Durunca” kitabını 'Cumhuriyet'in en önemli 10 romanından biri' olarak değerlendirmişti. Toprak, Sadri Ertem’in romanı hakkında şu değerlendirmede bulunuyor: “Fabrika malı satanlarla, dokumacılar arasındaki mücadeleyi belirten bu kitabı, 'sosyal roman' nev'ine ait ilk tecrübe olarak görüyoruz. Eser, bu mücadelede kadına ve paraya duyulan hırs ile, o sıralarda isyanların açtığı yaraları, bir bir anlatan canlı sayfalarla doludur. Memleketimizi iktisaden sarsan fabrika asrının, ne gibi reaksiyonlar uyandırdığı; ve anadolu'da dal budak salan eski inanışların ne müşkül şartlarda terk edileceği 'Çıkrıklar Durunca'nın başlıca hüvviyetini teşkil eder...”

Atilla İlhan da Ertem'i Cumhuriyet Dönemi'nin, sosyalist ve gerçekçi, ilk yazarları arasında kabul ediyor. Asıl mesleği gazetecilik olduğu için gözlemlerini keskin, öykülemelerini ise çarpıcı olarak niteliyor. Yazı tarzını ise biraz 'röportaj'a benzetiyor. Feridun Andaç ise Ertem'i Nabizade Nazım ile başlayan gerçekçilik akımının Ömer Seyfettin ile Sabahattin Ali arasında yer alan boşluktaki temsilcisi olarak görüyor.

Ertem’in “Bacayı İndir Bacayı Kaldır” öyküsü, ölümünden 68 yıl sonra bugün Dil Ovası çevre kirliliğine, Nükleer ve Termik Santrallere direnen Anadolu halkının başına gelenleri büyük bir öngörüyle anlatıyor.


İNCE DUYARLIKLARIN SOSYALİST GERÇEKÇİ ŞAİRİ:
NEVZAT ÜSTÜN…

Edebiyatımızın gözden uzakta bırakılmış şair ve yazarı Nevzat Üstün’ü 32. ölüm yıldönümünde sevgiyle selamlıyoruz.

Geleneksel Türk ve çağdaş Batı şiirlerinin özelliklerinden yararlanarak özgün bir anlatım geliştirdi. Öykülerinde gözleme, yalın bir anlatıma önem verdi, çoğunlukla Kayseri yöresi ve Güneydoğu Anadolu insanının kaygılar ve yoksulluklar içindeki yaşamını anlattı. Kent ile köy arasında sıkışıp kalmış olan çıkmaz hayatların içine giriverir. Büyük kentlerin gölgesinde kalmış köylerin ve kasabaların hayatlarına tanıklık ettiğinde kaldığı ikilemler aslında bir bakıma onun şairliğini beslemekte olan en önemli destek oldu.

Toplum sorunlarıyla hep ilgilenen, sanatını siyasal düşüncelerini savunmak, yaymak için kullanan toplumsalcı bir şairdi. Ama serbest nazım akımında değil de, daha yeni bir şiir olduğuna inandığı Garip akımından yola çıktı. Seçtiği tarzın etkisiyle önceleri pek belirginleşemeyen toplumsalcı eğilimleri, giderek şiirinin temel ereği oldu.

Köylerde ve taşrada yaşayan insanların ahlaki çatışmalarını,  kaygılarını ve yoksulluklar içindeki yaşamlarını gözlemleyip kaleme alarak toplumcu şairler arasında anılan Nevzat Üstün, Türk Dili dergisinde yazan Salâh Birsel’e yazdığı mektupta toplumcu gerçekçilikle ilgili şunları yazar: “Dört beş kez okudum Haydar Haydar‘ı. Güzel yazmışsın doğrusu. Eline sağlık. Belki seni yadırgatacak ama Haydar Haydar bana kargaşa günlerinin Fransa’sını getirdi. Villon gibi, acı bir mizah dolu. Senin şiirlerinde var olan aklın duyguya üstünlüğü iyice belirginleşiyor bu kitapta. Değinme yoluyla güç kazanan gerçek daha etkili oluyor. Bana sorsalar Salâh Birsel toplumcu ozan derim kızarlar biliyorum olmadık sözler ederler ama nedir toplumcu olmak? Gereksinimleri bağırma yolu ile söylemek mi? Bu kısa cümleleri bir yazıya dönüştürmek istiyorum.”

Salâh Birsel ise bu mektuba yanıt olarak şu satırları kaleme alır: “… Ben elbet toplumcu, yergici bir ozanım. Bunu eski kitaplarım da koyar ortaya. Ama artık şiir kitaplarının okunduğunu, şiirin sevildiğini sanmıyorum ben. Şiir yazanlarda şiir yazmak için kendilerini sıkıya sokmuyorlar. Bir iki uyduruk sözü yan yana getirdiler mi işi oldu bitti sanıyorlar. Nedir, kendilerini ‘toplumcu ozan’ diye ilan etmeyi yeterli buluyorlar. Okurlarda buna eyvallah diyor. Çünkü onlarında şiir okumaya vakti yok. Şiire bakıp bir ozanın toplumcu mu değil mi olduğunu araştırmadan ‘ben toplumcu ozanım’ diyen sahtecilerin ardından gidiyorlar. Güzeldir toplumcu ozan olmak, şiirini toplumun sesine göre ayarlamak ama her şeyden önce şiir yazmak gerekir. Diyeceğim bir ozanın ‘toplumcu ozan’ adına ulaşabilmesi için ilkin ‘ozan’ adına ulaşması gerekir. Yoksa Bekçi Memo, Makasçı Rafet, Sucu Metin, Kahveci Tekin, Lostromocu Hasan da toplumcudur. Bunların ozan diye anılması için ‘ozan’ olması gerekir.”

SÖZÜMÜZ VAR 

Yolumuz var
Gözlerimin bebeği
Hürriyetin yeşerdiği yerlere

Gelin yürüyün siz de
Ağaçlar taşlar insanlar
Yolumuz var
Kan rengi dalgaların oluştuğu yere

Kara saçlı
Dik göğüslü
Kızlardan kadınlardan bizim de isteğimiz var
Bre var
Gelecek çağlara kalan

NEVZAT ÜSTÜN


KERİM KORCAN: CESARETİN VE BAŞKALDIRININ ÖYKÜCÜSÜ...

Devrimci edebiyatımızın cesur yüreklerinden Kerim Korcan, öykü ve romanlarında sınıfsal bilinci öne çıkardı hep. Tüm engellemelere rağmen, içinden çıktığı sınıfın sesi oldu. Yaşamında da örgütlü devrimci savaşım içinde oldu.

Döneminin birçok edebiyatçısı gibi zor günler geçiren Kerim Korcan cezaevlerinde ağır koşullarda 12 yıl geçirdi. İçinde bulunduğu koşulları estetize eden Kerim Korcan yaşadıklarını birer sanat yapıtına dönüştürür. Eserlerinin çoğunda cezaevi gerçeğini anlattığından ezilenler, başkaldıranlar, idamlıklar kitaplarının kahramanı olmuştur.  Kerim Korcan’ın yazın tarzında “Halk Hikâyeciliği” niteliklerine sıkça rastlanır, eserlerinin genelinde kahramanlarının şivesiyle sade anlatımlarla okuru sıkmaz, kolay okunan bir tarza sahiptir.

Kerim Korcan'ın okurları, çelişkilerin siyah beyaz çizgileri kalınlaştırılmış bir dünyada bulurlar kendilerini. Yaşadıkları dünyanın, yazarın aynasından böyle yansıyabileceğini sezseler de neden böyle bir dünyada yaşandığının, yaşanmak zorunda olduğunun sorusunu edinirler okuduklarıyla. Kısacası Kerim Korcan'ın anlatıları, Şükran Kurdakul'un da vurguladığı gibi, çağdaş bir bakış açısından destek alır “Yayımladığı roman ve öykülerinde diri, canlı, doğal bir anlatım içinde, yer yer kişilerin iç hesaplaşmalarını yansıtarak sosyalist gerçekçi akımın başarılı örneklerini verdi."

Kerim Korcan, kendi yazarlığını şöyle anlatır:
“Ben üniversite kürsülerinde vatandaşların hak ve hukuk eşitliği için ağlayan ama içeride insanların anasını ağlatan adaleti, tekmil ters uygulamalarıyla mahpushanede cürmü meşut ettim, suçüstü yakaladım. Madem ki adalet mülkün temelidir, ben de toplum sorunlarına, başlangıç olarak oradan yaklaşmayı uygun buldum. Başkaları ne düşünür bilmem. İyi bir giriş yaptığım inancındayım ve devam etmek isterim. Tatar Ramazan’ın benim ilk eserim Linç’ten evvel kaleme alındığını açıklayabilirim. Dil konusunda tartışmaya girmek istemem. Hem birazda bineceğim dalı kesmek gibi olur bu. Dilde arınmaya gitmeye çalışıyorum ve bu gayreti sürdürenlerle esasta mutabıkım. Ancak zorlamaya kaçmaktan da sakınırım”
Bir eserinden:
“Gözyaşı dökeceksin düşmanlara göstermeden, ter damla damla, kan avuç avuç, uzun yıllar mahpus da olacaksın. Dola kardaşım kolların demir parmaklıklara, mehtapları ağlatan yanık türküler çağır, bil ki sevdiklerine mevsimlerce hasret kalacaksın! Zaman mı aşınır? Yoksa insan mı? Düşün bakalım düşün. Şu var ki paslanmayan zincir, aşınmayan lale, kırılmayan demir kapı yoktur...”


BÜYÜK EKİM DEVRİMİ YOLUMUZU AYDINLATIYOR!

İnsanlık tarihinin akışını değiştiren Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’nin 94. yılını kutlamak; anmak, anlamak geleceğe ışık tutmasına karınca kararınca katkı koymaktır.

Büyük Sosyalist Ekim Devrimi, emperyalist burjuvazinin korkulu rüyası olan devrim düşüncesinin gerçekleşmesinin adıdır.

Ekim Devrimi Lenin’in deyimiyle "buzu kıran, yolu açan ve gösteren" devrimdir. Büyük Sosyalist Ekim Devrimi ile emperyalist zincir en büyük kapitalist, emperyalist ülkelerden birinde, proletaryanın iktidarı ele geçirmesi ile ilk kez parçalandı; emperyalizm çağının ilk proleter devrimi olarak, yeni bir çağı, ‘emperyalizm ve proleter devrimleri çağı’nı başlattı. 

Sınıflı toplumların ortaya çıkışı kadar eskidir, sınıflar mücadelesi. Tarih bu mücadelenin dinamikleri üzerinde yükselir. Karanlık ve ışığın mücadelesidir bu. Baskının, zulmün, sömürünün sahipleriyle buna hayır diyen isyancıların mücadelesidir. Ve sınıflar tarihi kadar eskidir sömürüsüz, eşit özgür bir dünya düşü. Bu düşle başkaldırır “tarihin ilk gerillası” ilk isyancısı Spartaküs. Bu düşle uzatırlar başlarını korkusuzca Bedrettin ve Börklüce. Bu düş türkü olur dillerde pir sultanca. Sınıflı toplumların son durağıdır kapitalizm ve sömürücü sınıfların son temsilcisidir burjuvazi. Sömürülenlerin tarihindeki son sözü söyleyecek, düşü gerçeğe dönüştürüp burjuvaziyi mezara koyacak olandır proletarya. Lyon’da dokuma işçilerinin barikat savaşlarıyla daha manifaktür özellikler taşıyan el işçileri olarak. İngiltere’de nispetten gelişmiş sanayinin örgütlü Cartistleri olarak.

Almanya’da “kulübelere barış, saraylara savaş” diye haykırarak çıkar mücadele alanlarına. Geçici zaferlere ağır yenilgiler eşlik eder. Her ileri sıçrayışının ardından ağır yenilgilerle yeniden geri düşer. Ama her yenilgiden öğrenir ve inatla haykırır özgürlük diye. Ve tarih 1871’ i gösterirken Paris ellerindeydi proletaryanın. Bu tarihsel düşün, gerçekliğin somutuna ilk iz düşümünün adıydı, bu Marks’ın işte proletarya diktatörlüğü dediği Paris komünü idi.74 gün. Sosyalizmin, proletarya diktatörlüğünün, sosyalist demokrasinin ilk ön sözlerinin yazıldığı onlarca yıla bedel 74 gün. Onlar da yenildiler, çünkü nesnel şartlar daha kapitalizmin ortadan kaldırılmasına denk düşmüyordu. Yenildiler çünkü hiçbir toplumsal sistem gelişebileceği en üst seviyeye ulaşmadan tarih sahnesindeki yerini terk etmiyordu.

Tarih 20 yüzyılın başlarını gösterirken, “Emperyalizm kapitalizmin en yüksek aşamasıdır dedi Lenin… Devam etti; “Emperyalizm çan çekişen kapitalizmdir” Ve son noktayı koydu: “ Emperyalizm proleter devrimler çağıdır”

Yenilgilerle dolu tarihi içinde en son büyük zaferini ve yenilgisini yaşadığı Paris komününden sonra proletarya tarihsel rolünü yerine getirmek için harekete geçerken artık koşullar ondan yanaydı. Sözün bittiği yerdi artık. Milyonlarca topraksız köylünün, yarı proleter emekçilerin proletaryanın öncülüğündeki eylemiyle yıkmak, parçalamak ve yeniden kurma zamanıydı. Tarihin ebesi zor işbaşındaydı, durmak cinayetti, durmak ihanetti. Durmadılar. “Onlar ki bir kez yorgun dizlerinin üstünde doğrularak ayağa kalkmışlardı” Durmadılar ve tarih 24 Ekim 1917'yi (Bugünkü takvimle 07 Kasım 1917) gösterirken devrim ve sosyalizm bir düş değildi artık.

Ekim Devrimi ezilenlerle ezenlerin arasındaki tarihsel mücadelede gerçekleşen ilk toplumsal devrim olarak tarihsel bir dönüm noktasıdır.21. yüzyılın sosyalizminden söz ederken başka limanlara kulaç atanların unutmak ama en çokta unutturmak istedikleri bir gerçektir.

Ekim devrimi; insanlığı sömürüye ve kapitalizmin yarattığı karanlığa mahkûm etmeye çalışanların en büyük korkusudur. Çünkü Ekim Devriminin 20. yüzyıldan 21. yüzyıla yansıyan ışığı kapitalizmin yıkılabileceğini, yeni ve sömürüsüz bir dünyanın yani sosyalizmin gerçekleşebileceğini gösterir. Ekim Devrimi; “elveda proletarya” ve “tarihin sonu” sahtekârlıklarının suratına vurulan bir tokat gibidir.

Sınıflar mücadelesini proletarya diktatörlüğüne kadar götürme gerçeğini inkâr edenlere karşı her gün kendini yeniden ortaya koyan bir gerçektir ve gerçekler inatçıdır… Sivil toplumculuk projelerine, “kitle partisi” karikatürlerine karşı proletaryanın öncü savaşçı partisinin hayati önemini yaşadığımız dönemin özellikleri bakımından bu günde yakıcı bir yanıt ortaya koyar. Bu gün Ekim Devrimini böyle bir perspektifle sahiplenmek, Paris Komününden Ekim Devrimine oradan da günümüze uzanan komünizm mücadelesinin ve Komünist olmanın temel ölçütlerinden biridir.

Ekim Devriminden çıkarmamız gereken bir diğer derste iktidarı ele geçirmenin devrimin başlangıcı olduğunu ve sınıfsız topluma giden yolda yapılacak hataların geri dönüşü de beraberinde getirebileceğini göstermiş olmasıdır. Bu anlamıyla Ekim Devrimi başarıları kadar başarısızlıklarıyla da elimizdeki zengin bir deney birikimidir.

Ekim devrimi, sınıflı toplumlarına hâkim olan düşünsel normların yıkılarak; komünal emek/dayanışma fikirlerinin yeşerten “Yeni/Özgür İnsana” ulaşma çabasıdır.




NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati


ÖZLEM KESKİN: Ben Bir Şey Duymadım



BEN BİR ŞEY DUYMADIM    





Bahar yeni geliyordu küçücük bahçeli evlerimize. Sisli puslu yağmurlar iniyordu şehrimize. Hangi yıl, hangi ay anımsamıyorum; çocuktum ben o zamanlar. Yakan top, saklambaç, yağlı ekmek filan… Sanırım ilkokula yeni başlamıştım; heceleyerek okuyordum mahallemizde gazete alan tek kişi olan komşumuzun verdiği tarihi geçmiş gazeteleri.

Annem sütlaç pişirmişti bir sabah. Evimiz sütlaç, yağan yağmurun ardından bahçemiz toprak kokuyordu. Kahvaltıdan kalma gül reçeli tadı geliyordu dudaklarımdan yalandıkça. Mahallenin kadınları evlerin boğuculuğundan sıyrılıp sabah sohbetine birikmişlerdi bahçelerde. Diğer günlerdekilerle aynı değildi konuşulanlar o gün. Aynı olsa; aşinaydım onlara. Dikkat etmezdim belki, duymazdım. “Patlamış.” dediler. Gözlerinde kocaman bir korkuyla sürdürdüler; “Sakat doğacakmış çocuklar, on sene içinde çaresi bilinmez hastalıktan kırılacakmış insanlar.” “En çok da bizim buraları vuracakmış.”

Uzayıp gitti konuşmalar. Ne patlamıştı, ne zaman patlamıştı, ben hiç gürültü duymamıştım. Anlayamadım dediklerini, anlamlandıramadım. Ama hiç unutmam o günden sonra geceleri uykuya dalmadan önce ağlayarak yalvardım allaha  neredeyse her yıl bir çocuk doğuran annem bir daha doğurmasın, sakat bir kardeşim olmasın, ailemden kimse hastalıktan kırılmasın diye… Kırılınca ne acı, ne korkunç olurdu insan. Düşünmesi bile ürpertti beni. Sonra unuttum, unuttuk. Birkaç hafta, belki de birkaç ay sonra tarihi geçmiş bir gazeteden heceledim işin aslını. “ÇER-NO- BİL-DE PAT-LA-MA” Rahatladım. Bizim oralar değildi patlayan. Çernobil diye bir yer, ya da bir şey patlamıştı uzaklarda. Yanılmıştı mahallenin kadınları. Evet birileri ölmüştü, çok üzücüydü ama; bize patlamamıştı işte. Hem o dönem bakan olan bir amca höpürdeterek içiyordu çayını tek kanallı televizyonda. “Bakın efenim ölmüyorum.” diyordu. Patlamanın çayla alakasını anlayamasam da koskoca bakandı amca bizim mahallenin kadınlarından daha doğrusunu bilecekti tabiî ki. Kandıracak değildi ya bizi…

Sonraki aylarda ekmeğimizi şekerli çayla yuvarlayıp, yoksul ama şen şakrak kahvaltı sofralarından süzülüp gittik okula. Nedendir bilmem poşet poşet fındık dağıtmaya başladılar bize okulda. Seviyorlarmış çocukları. Beslensinler istiyorlarmış. Yedik sevine sevine. Sımsıkı doldurup avuçlarımıza, sakladık kara önlüğümüzün cebine. Evdeki kardeşlerimize, annelerimize de götürdük avuç avuç. Seviyorduk onları. Beslensinler diye…
Çok sonra okudum yine eski bir gazetede. “FIN-DIK Ö-LÜM YÜK-LÜ” Kim yüklemişti fındığa ölümü? Neresine yüklemişti? Nasıl? Hem ölüm yüklüyse neden yedirmişlerdi bize? Öğretmenim de yedi, annem de kardeşim de…
Ben –nükleer- sözcüğüyle ilk karşılaştığımda, ki hecelemeden okuyabiliyordum artık; öğretmenim kanserden öldü. Ardından kansere yakalanan birçok isim duydum ailemde, şehrimde. Fakat çocuktum, çok çocuktum daha. Az çok anlasam da sözcüklendirip anlatamadım olanları.
Ardı sıra çoğaldı sonra ölümler. Anneler, teyzeler, amcalar hatta mini mini çocuklar, genç kızlar kanserden öldü. Fazlaca dillendirilemese de ölümlerin nedenini bilmemek bilmezden gelmek olurdu. Türkü türkü haykırarak Kazım Koyuncu, satır satır bağırarak Sibel Kalaycı öldü. “Karadeniz’de gribe yakalanır gibi kansere yakalanıyor insanlar.” Siz hiçbir şey duymadınız mı? Bu çığlığı duymamak duymazdan gelmek olurdu.

Son olarak bir kadın sessiz sedasız öldü. Benim teyzemin kızı, annemin yaşıtı, çocukluk arkadaşı. Biri sakat dört kızın, iki de oğlanın anası. Bilmiyorum kokusu nasıldı. Fazlaca sokulmuşluğum yok yanına ama eminim annem gibi kokardı. Bildiğin anaydı. Anneme benzerdi bakışı. Hatta çocukluğumdan kalma bir rahatlıktı varlığı. Bir gün annem ölürse; ona sokulacak, onunla ısınacaktım. Tescillenmişti onun analığı. Bir gün bile üzmeden büyüttü çünkü Çernobil armağanı o sakat kızı. Hiç yakınmadan, daralıp bağırmadan, kırmadan… O güzel anne sessiz bir çığlık, kuvvetli bir direnişti. Öldü gitti sessiz ve ani. Herkesi ısıtacak bir yüzü vardı; yüzünü de aldı gitti.

Bir akrabayı son kez dillendirmem rahatlasın diye değil içimdeki sızı. Akrabalık özel bir bağ da değil zaten benim için. Akrabalıktan çok daha kuvvetli, çok daha sağlam bağlarla sararım ben insanı. Mesele benim değil, bizim yani. Öldü Şerife anne. Çoktan gezinmeye başlamıştır incecik bir papatyanın nazlı damarlarında. Ölümler üzerinden duygu tüccarlığı değil benim harcım. Ama yalnızca “anne” diyebiliyor hiç yerinden kalkamayan sakat kızı. Kır çiçeği, ömrünün kutsal bağı nereden bilsin annelerin ardından nasıl ağlandığını. Ölümün yokluk olduğunu, annesini bir daha hiç göremeyeceğini kim anlatabilecek ona. Kimi ezmez bu yükün ağırlığı. Önem taşımasa da birçok kişi için o ananın yokluğu, varlığı. Gitti kır çiçeği yüzlü kızın hayatla olan tüm bağı.

Öldü Şerife anne.

Ne zaman bir anne ölse; hava sütlaç, toprak yağmur kokardı. Damağımda gül reçelinin keskin tadı çıldırırdı.

Öldü; bildiğin anaydı.

Havada sütlaç, toprakta yağmur kokusu; damağımda keskin bir gül reçeli tadı kaldı.

Ölüm işte bize yine; yirmi üç yıl sonra Çernobil’deki nükleer patlamanın armağanı. Meğer fazlaca bir şey değiştirmiyormuş nükleer santralin şehrimize uzaklığı. Biz iyi kötü sararız yaramızı, annemi koklar çocukları. Ya siz; garantileyebilir misiniz bu acının bir gün evlerinizin ortasında patlamayacağını?

Nükleer santraller ölüm saçtı hep, ölüm saçacak. Susarsak eğer avuç avuç, hem de höpürdeterek gönderecekler bizi ölüme. Kime ne?

Görmemek; görmezden gelmek, duymamak; duymazdan gelmek olur.
Sessizce öldü Şerife anne. Siz hiçbir şey duymadınız, hiçbir şey görmediniz mi?

Ne ile sözcüklendirilir bile bile davetiye göndermek ölüme?

Herkesi bir bir dürtüp anlattı sessizce. Kucaklıyorum analığını sevgili anne. Rahat uyu, güzel uyu. Gösterdin işte bilmemenin bilmezden gelmek olduğunu.

Bildiğin anaydı. Nükleer felaket yıllar sonra aldı. Kimse bir şey duymadı mı?



ÖZLEM KESKİN


ADNAN DURMAZ: Yarına Yolculuk




YARINA YOLCULUK




RESİM: ADNAN DURMAZ


gayri sen de gelme sevda
yıkığım
yürek iklimimden göçmüş turnalar
hazin yangınlardan kalan kül gibi
bulvarların terazisi bozulmuş
filistin askısı günlerin yangınında
nice düşler parçaladık tül gibi
astigmat sabahlar
miyop akşamlar
ey zından karasında akkor yüreğim
voltalar boyunca boy veren hüzün
kaldırıma fırlatılmış gül gibi

gayrı sen de gelme sevda
yıkığım
günlerin terkisi yorgun
gecenin düşleri yağır
ayın giyindiği bulut çul gibi

sevgililer kaldı da orda
açlık grevlerinde
işkence evlerinde
yaşasalar bir yerlerde
aynı coşkularla kanatlanırdık
bakmadan görürdük
görmeden tanırdık
çıktık da zındandan
bir başka mahpusluk işte alanlar
gülüşlerde kara kara bayraklar
kum soluyan kalabalık çöl gibi

şimdi oralarda akşam
çığsilah iner
kapılar mühürlenir
düşler fişlenir
gülüşler siner
dağ yamaçlarından korkunun karanlık suyu
geceyi yararak akar
ey garsoniyerlerde
yüreği kanırtılmış küçükburjuva
karanlığın tapınaklarında,
günah çıkaran aşklar
sevdaları türkü türkü yakılırken zındanlar
sen ustalardan alıntılar yapan
yalancı tanrı
gettolarda fare gibi yaşayan
devrim soytarısısın
geçerli putlara tapan kul gibi

yatmışız
bizden öncekilerin bakışları bulaşmış onca yıl
karanlıkta aynı taşa yapışan
yağmalanmış sokaklarda ıssızlık
ormanlar sökülmüş
köyler yakılmış
yalnızız
hala fire vermeyen yanlarımızla
yalnızlığımda çoğalmaktayız
ve yüreğimizdeki yelken
hala yol alıyor okyanuslarda

bir kavganın ortasında
kan ve ateş içinde
gönüllü yürümekten
kuşkusuz
gayri alışamam bu bataklığa
ki asıp yüreği hiçleşme yaftasına
aşk diye çirkefte çağlayamam

dibe vurdun
yarım kaldım
kanarım
ağlayamam
yürek yarım bulamadım el gibi
diyerek
devrana yalvaramam

böyle kirli sokaklardan
kirli yataklardan geçip
gayri sen de gelme sevda
yorgunum
meşgulüm
dinlenmekteyim

yolculuk var yarına




ADNAN DURMAZ


MEHMET RAYMAN: Tarla Tump— MEHMET GİRGİN-Zorba



TARLA TUMP


FOTOĞRAF:ADNAN DURMAZ



sen gökyazı
ben tarla tump
ekin olmaya razıyım
yeter ki ekimden önce
tohumu bırakma yazıya

sevinç kapısına
gelen giden kilit vurdu
ülkem dağ başı ülkem ova
atların akışı yok artık
ayartma çağında giyim kuşam
iki yamalı yırtık bir don

yazdılar duvara
içimizden geçeni
akşamları batan güneşi
işine geldiği gibi oyala
ertesi gün geçersin bu tarafa

yeter sana çıplak suların
yemyeşil bir görüntüsü
kadın denizi püskürtüyor göklere
kendimi göremiyorum
çatlamış aynanın kırıkları
bir bir batıyor boğazıma




MEHMET RAYMAN







ZORBA






her şeyi bilmeye utanmıyor musunuz bayım
söyleyin o zaman haziran niye hazin, yağmurlar niye
gülmüyor, niye olmuyor, niye doymuyor çocuklar- ki
kırmızı bir elma gibi kemirecekler dünyayı
her şeyi bilmeye utanmıyor musunuz bayım
söyleyin o zaman niye baygınlık geçiriyor dünya, mavi
niye solgun, kara çadırları niye özlüyoruz
niye kitaplar parçalanıyor dallarda
dangalaklar niye dargın güneşe
nükleer niye neşe vermiyor ve
niye herkes birbirini zorluyor niye
zor hayat ve zorunlulukları kıramıyoruz
her şeyi bilmeye utanmıyor musunuz bayım



MEHMET GİRGİN


YAŞAR DOĞAN: Özgürlüğüm Ol


ÖZGÜRLÜĞÜM OL







Sen bir dalda dalga-dalga
Biz iki dağ arasında ki
Bir yangının küllerinden arta kalma
Hafızanın yarı sarı sarmanları
Tüttük de tutulduk ay gibi o akılda

Çek git ya da sar beni
Zaman devriliyor yüreğim gibi
Hangi hıçkırığın ben olabilirim
Sırtını döndüğün o sokaklarda
Zıpkın yemişçesine aç karnına

Hadi gülüm git üzülme
Ne çabuk geçti zaman
Farkında olmayan bir ben miyim?
Neden heybeme elini koymuyor zaman
Yanmaktan mı korkuyor yüzüm yüzüne…

Bilmem çilek yedin mi sen hiç
Dudak dudağa dolunay altında
Kaç karış aklı varsa hayatın
Hepsi bir kaşık gibi havada linç
Ya kır ya iç son damlasına kadar şu bardağı
Füzyon görsün dünya fönü yanı kara…

İçine etmeyen kalmamış bir don ise bu çuval
Hangi karpuzun kanı bu meydanda kıpkızıl kalır
Bostanda hep bir hırsız / bağda bağada hınız
Desene hızımız suratımız nerde kalır
Vuran vurana / kıran kırana hayale dönmüş yaşam
Uzanıp üstünü örtemem kaç kuş uçar aya
Kalk kendin say beni sayma umudun telli duvaklarına
Gururum kibirim kibritim ol yeter bana



YAŞAR DOĞAN / LOLAN
22.10.2012