Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Ekim 2012 Pazar

EMEĞİN SANATI'NDAN 126. MERHABA






Merhaba,

Bir saçmalık kumkuması içinde yüzüyoruz ya da yüzmeye zorlanıyoruz iktidar tarafından. Bize dayatılanlar ise hep savaş, emperyalizmin dürtüklediği bir savaşta zenginlerin çıkarına ölmek, güvencesiz-sendikasız çalışma hayatı, açlık, yokluk, yoksulluk, gözyaşı…

Peki bu olumsuzluklara karşı nerede yükselmesi gereken mücadele?  Küçük gruplar olarak direniş sesleri alanlarda yükselse de bu cılız sesler halkın kulağına kadar gelemiyor. Burjuva medyası tarafından önü kesiliyor. 

İşte devrimci bir sanatın gerekliliği burada ortaya çıkıyor. Devrimci sanat, büyüyen kitlelerin hareket yönünde yığınların sosyal içgüdülerini uyandırarak, onlara cesaret vermesi gerekiyor. Dili kendi sosyalist bilincimizle buluşturarak kapitalist medyanın kabuklarını çatlatarak 70’li yıllarda olduğu gibi şiiri, öyküyü, romanı kitleleri harekete geçirmek için kullanabilmek gerekiyor.

12 Eylül’le birlikte kitapla bağı kopartılan, postmodern eserlerle şiirden, öyküden, romandan, uzaklaştırılan kitlelerin dikkatini devrimci sanat eserlerine çeşitli yol ve yöntemlerle çekmeyi başarabilmeliyiz. Artık büyük kentlerde ücretli ya da ücretsiz, içkili ya da içkisiz şişkin egoların at koşturduğu geceleri, etkinlikleri ilgilileriyle, kişisel ün düşkünleriyle baş başa bırakarak, devrimci sanatı, çeşitli etkinliklerle, köy köy, mahalle mahalle, ilçe ilçe kitlelerle tanıştırmalı, halkı sanatçıya, sanatçıyı halka yaklaştırabilmeliyiz.

Yaşadığımız bu tipik faşizm ortamı içinde; ürettiğimiz eserlerde hayatın sert, derin karşıtlıklarını daha fazla kışkırtmalıyız. Kapitalist yayınevleri artık bizim için bir engel oluşturmamalı. 50’lerde, 60’larda, 70’lerde olduğu gibi şiirleri, öyküleri gerekirse elle, dostlar yoluyla,  elle ya da bilgisayar çıktışı fanzinlerle para getirisi beklemeksizin kahvehanelere, pazar yerlerine, fabrikalara, tarlalara dağıtabilmeliyiz.  Hasan Şahingöz yoldaşın Tekirdağ Cezaevi’nde inatla, sabırla, tutkuyla beş sayıdır sürdürdüğü ve mektuplar yoluyla dağıttığı Ümüş Eylül Dergisi  bize örnek olmalıdır.

Elbette, özellikle genç kuşaklar için, internet olanağı unutulmamalıdır. Eserlerinin maddî getirisini hiç getirmeyen şairler, yazarlar; özgün yapıtlarıyla seslerini sosyal paylaşım ağlarıyla herkese duyurabilmelidir. Emeğin Sanatı E-Yayınevi biraz da bu amaç için kurulmuştur. Sosyal paylaşım ağlarında yalnızca kendi eserlerimizi değil, ortak tavır ve mücadele içindeki yoldaşlarımızı da  tanıtabilmeliyiz. Aynı durum, Emeğin Sanatı Yayınevinde yayınlanmış e-kitaplar için de geçerlidir.

Kısacası, artık Dünyanın her tarafında pasifize edilmiş, düzen tarafından yalıtılmış, kuşatılmış kitlelerde; çelişkileri gösteren, isyan duygusunu pekiştiren sanata ihtiyaç var!

EMEĞİN SANATI

BU SAYININ SAVSÖZÜ

“’İyi şiir’ demek, okurca/görence iyi diye yorumlanan değil; öz, içerik, biçim ve dış yapısıyla bir bütün halinde güzelliği vurgulanan yapıt demektir. Bu özgün tespit yapılırken görmenin yanı sıra düşünmenin de önemi belirtilmelidir. Toplumsal olanın değerli bir parçası da bireyci değil, bireysel olandır. Bireysel olmak, bir şiirle baş başa kalındığında şiirin biçimselliğine, bütünlüğüne, düşüncesine, dengesine ve hatta şair özne ile ilişkisine bireysel ve toplumsal öznellik ve nesnellikle sokulmayı becerebilmektir. Güzellik kadar çirkinlik de ancak böyle fark edilebilir.

‘Güzel’i yaratma kaygısının / coşkusunun şairin bilincinden ve dünya görüşünden bağımsız olması mümkün değildir. O halde şiire ilişkin her şey, şair bireyin dünya görüşü, bilinci, birikimi, algılaması ve vicdani sancılarıyla doğrudan ilintilidir. Medya, dergi, grup veya internet yapılanmaları çerçevesinde oluşturulan ‘ortak(!)’  değerlerle yaratılmış hiçbir şey bireysel özgünlüğe saygılı değildir. Tek tipleşmeye hizmet eder, şairlerin ‘erk muhalifliğini’  tersine çevirerek, kendilerinin bir egemenlik alanı yaratmalarına ve erk kavgası yüzünden ‘gerçeklik ve şiir’den kopmalarına neden olur. Kendini ‘kendinde belirlemesi’ gereken şairin, rengini ve birikmiş halini şiirinde gösterebilmesi için tek olmayı seçmesi veya tek kalmasına neden olacak denli özgün davranması gerekmektedir. Aksi takdirde yeni ve farklı bir şairden, onun özgün yaratısından söz edilemeyecektir.” AZİZ KEMAL HIZIROĞLU (Şiir Aşk ve Devrim / Ulak Yayıncılık/Eylül-2012)

YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ

AZİZ KEMAL HIZIROĞLU'NUN YAZILARI
“ŞİİR, AŞK VE DEVRİM” ADIYLA KİTAPLAŞTI!..

Emeğin Sanatı dostlarından Şair Aziz Kemal Hızıroğlu’nun denemeleri, “Şiir, Aşk ve Devrim” adıyla  Eylül/2012’de Ulak Yayıncılık tarafından yayınlandı.

204 sayfalık kitapta, şiir ve şair üzerine denemeler ön planda; estetik-sanat, edebiyatımızdan önemli adlar, Anadolu dergiciliği ve ayrıca Lenin Ve Einstein’in devrimin ve bilimin gölgesinde kalan aşkları üzerine incelemeler de yer almakta.

İşte Aziz Kemal Hızıroğlu’nun şiirin ince yolları ve bu yollar üzerindeki engelleri ortaya koyan denemelerinden bir paragraf:

“Şairin seslendiği ilk ve gerçek kişi kendisidir. Hani o bir türlü anlayamadığı, çözemediği, ulaşamadığı ve uzlaşamadığı kendisi… Şiir, elbette ki soru ve sorunlara yanıt bulamaz, ama bunlarım kurcalar ve deşifre eder. Gerçek, gerçeklik, sevgi, varoluş, varlık yaşam ve ölüm kavramları şairin başat izlekleridir. Bu kavramlar ‘ben’i ve ‘biz’i doğrudan ilgilendirirler. Bunların dışındaki yaldızlı sözler, sözcük cambazlıkları kişisel sağaltım oyunlarıdır. Aslında şairin, önünde sonunda kimseye umut ışığı göstermeyen ve kâğıtları boşuna işgal eden oyunlar… “
Şairin, şiir üzerine bir başka yazısını da SAVSÖZ bölümünde okuyabilirsiniz.




ÜMÜŞ EYLÜL KÜLTÜR VE SANAT DERGİSİNİN 5. SAYI ÇIKTI:

Tekirdağ Cezaevinde Hasan Şahingöz ve diğerdevrimci tutsaklar tarafından 3 ayda bir yayınlanan, elle hazırlanıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür Sanat Dergisinin Ekim-Kasım-Aralık 5. sayısı yayınlandı.

Ümüş Eylül Kültür Sanat Dergisi; “Ölüm Orucu Direnişi”ne Ümraniye Cezaevi'nde 1. ekiple başlayan, 19 Aralık katliamından sonra direnişini Kartal Özel Tip Cezaevi'nde sürdüren, daha sonra Kartal Devlet Hastanesi'ne kaldırılan, direnişine hastanede de devam eden, durumunun ağırlaşması üzerine tahliye edilen, tahliye edildikten sonra direnişini Küçük Armutlu'daki direniş evinde sürdürürken 14 Eylül 2001’de orucun 330. gününde sonsuzluğa göçen Ümüş Şahingöz’ün anısını yaşatmak amacıyla yayınlanmaktadır.

Hasan Şahingöz’ün hazırladığı dergide;  Hasan Şahingöz’ün politik değerlendirmesi, Adıyaman E- Tipi Kapalı Cezaevinden Yılmaz Demir’in inadına şiiri, Hasan Şahingöz’ün Kürt sorunun çözümüyle ilgili tespitleri, Şair Adil Okay’ın Kürtajla ilgili kısa yazısı ve konuyla ilgili bir şiiri, Elbistan E-Tipi Kapalı Cezaevinden Abdullah Demir’in öyküsü, Ergül İlter’in kısa şiirleri, Ölüm yıldönümünde İlhan Erdost anısına  Rana Erdost’un “Yüreğime Bir Od Düştü” şiiri, Tuncay Yılmaz’ın “Tarihe Nasıl Bakmalı” yazısı, Alaaddin Şenel’den “İnsanlık Tarihi Kronolojisi”,  Kırıklkale F tipi Cezaevinden Mustafa Ağcakaya’nın “Buradayım” şiiri, Tekirdağ 1 Nolu F Tipi Cezaevinden Fırat Deniz’in “Tecrit ve Antitezi” şiiri, 2 No’lu F tipi Sincan Cezaevinden Hacı Nehsan’ın “Yüzünü Ay’la Yıka” denemesi, E Tipi Adıyaman Kapalı Hapishaneden Hüseyin Bilecan “Ana Yüreği” adlı kısa öykü, Ermeni Atasözleri kısa seçkisi, Bolu F Tipi Cezaevinden Mehmet Boğatekin ve Kürtçe mizah dergisi Golik’ten karikatürler yer almakta… Ümüş Eylül, , aşağıdaki adreste, dergi formatında okunabilmektedir:


TERSAKAN TOROS DERGİSİ ‘ADİL BOZKURTLA
ADANA BULUŞMASI’ ETKİNLİĞİ DÜZENLİYOR…

Adana’da yayımlanan Tersakan Toros dergisinin öncülüğünde, yine Adana’da yayımlanan Çağdaş Eğitim Dergisi ve Çukurova Edebiyatçılar Derneği katkılarıyla eğitimci yazar, üretken bir kültür emekçisi Adil Bozkurt adına bir etkinlik düzenleniyor.

20 Ekim 2012,  saat 14.00'te, Adana'da (Seyhan Belediyesi Kültür Merkezi'nde) düzenlenecek etkinlikte konuşmacı olarak, “Aydınlanma Yolunda Bir Yaşam Öyküsü Adil Bozkurt” kitabının da yazarı olan Zeki Büyüktanır, ve şair Ali Ozanemre bulunacak.  Etkinliğe öyküsüyle Mehmet Taşar, şiiriyle Duran Aydın, müziğiyle Durmuş Ali Özkale katılacak. Etkinliğin sunumu,şair Ferhat İşlek tarafından yapılacak.




2012 M. SUNULLAH ARISOY ŞİİR ÖDÜLÜ
 BAŞVURULARI BAŞLADI…

KEGEV'in(Kuşadası Eğitim ve Geliştirme Vakfı) düzenlediği ve ilki 1996 ‘da verilen M. Sunullah ARISOY ödülü, bu yıl da şiir dalında verilecek. M. Sunullah ARISOY’ un Türkçeye gösterdiği özen ve emek göz önüne alınarak, ödüle katılacak yapıtların değerlendirilmesinde Türkçeye özen, belirleyici ölçüt olacak.

01 Ocak – 31 Aralık 2012 tarihleri arasında yayımlanan ve daha önce ödül almamış, şiir kitapları ya da kitap oylumundaki (en az 15 şiirden oluşan) şiir dosyaları ile ödüle aday olunabilecek. Ödüle katılan yapıtlar arasında, seçici kurul değerlendirmelerinin bitimi olan15.04.2013‘e kadar herhangi bir ödül kazanan yapıt değerlendirme dışı kalacak. Son başvuru tarihi 31 Aralık 2012…

Ödüle katılacak kitap ya da dosyanın 6 örneğinin katılımcı ya da onun yetkili kıldığı yayınevi tarafından bir başvuru dilekçesi eşliğinde, özgeçmiş ve iletişim bilgileriyle birlikte, elden ya da posta ile şu adrese ulaştırılması gerekmektedir: M.SUNULLAH ARISOY ÖDÜLÜ, Süleyman Demirel Bulvarı, No:31 Kuşadası Ticaret Odası Binası No:1, Kuşadası – AYDIN

Ödülün seçici kurulu; Burhan Günel, Hidayet Karakuş, Ayten Mutlu, Ahmet Özer Ve Halim Yazıcı’dan oluşmaktadır. Ödül, 3.000 TL.’dir ve kazanan yapıtın sahibine, 03.05.2013 tarihinde, Kuşadası’nda düzenlenecek tören sırasında bir plaket ile birlikte verilecektir.

 M. Sunullah Arısoy Şiir Ödülü Sekreterliği: Şadiye Evgin: KEGEV Müdürü 0 506 545 01 88, www.kegev.orgkegev.net@hotmail.comsadiyeevgin@hotmail.com,  Zerrin Boratav Bağçivan: Eşgüdüm sorumlusu, 0 542 675 40 03, zerrinbagcivan@hotmail.com
(EDEBİYATHABER.NET)


ANKARA'DA BULUŞAN YAZARLARDAN SAVAŞA KARŞI ORTAK SES!

Ankara Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nin 6 Ekim Cumartesi günü düzenlediği etkinlikte birçok yazar okurlarıyla buluştu ve kitaplarını imzaladı. Etkilikte yer alan yazarlar ülkede esen savaş rüzgârlarına karşı ise imza metni oluşturarak "Savaş insanlık suçudur, karşı çıkıyoruz" dediler.

Yoğun bir ilgi ve katılımın gözlemlendiği ve yaklaşık dört saat süren “Yazarlar Kitaplarını İmzalıyor” başlıklı etkinliğe katılan yazarlar, savaşa karşı ortak bir metne de imza attılar. İmza metni, etkinliğin açış konuşmasını yapan şair Abdullah Nefes tarafından okunarak katılımcılarla da paylaşıldı:

    “SAVAŞ BİR İNSANLIK SUÇUDUR! KARŞI ÇIKIYORUZ…

Yeryüzündeki birçok haksızlığın, adaletsizliğin, yokluğun, yoksulluğun, sağlıksızlığın, bebek ve anne ölümlerinin, doğa yıkımlarının, felâketlerin sorumlusu olan; kâr hırsının güdülediği emperyalist-kapitalist sistem, yer altı ve yer üstü zenginliklerine tamamen el koyabilmek, silah, petrol, otomotiv ticaret ve cinayetini sürdürebilmek için, halklar ve milletler arasındaki kültür ve inanç farklılıklarını kışkırtarak savaşlar çıkarıyor…

Ne yazıktır ki, emperyalist saldırganlığın işgal ettiği yurdunu dişle, tırnakla savunarak Kurtuluş Savaşı vermiş ülkemizin bugünkü egemen siyasi iktidarı,     emperyalist yayılmacılığa koçbaşı edilmiş inanç istismarını da kullanarak,     komşu ülke Suriye’de iç savaşın yaratılması ve sürdürülmesinde taraf olmuş,    Emperyalist Batı’nın işgal kuvvetlerine gerek kalmayacak bir tutum içine girmiştir.

Biz aşağıda imzası bulunan, insan sevgisini, dostluk ve kardeşliği her şeyin üstünde tutan yazarlar, her ne sebeple olursa olsun, savaşa karşı olduğumuzu duyuruyor, özgür ve insancıl akla, yüreğe sahip herkesi, savaşa karşı çıkmaya, bu doğrultuda mücadeleye çağırıyoruz…” (SOL)


1940 FEDAİLER MANGASI ŞAİRLERİNDEN
ARİF DAMAR'I 2. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE SELAMLIYORUZ

20 Ekim 2010 günü sonsuzluğa uğurladığımız 1940 kuşağının  özgün ve şiirini geliştirme imkânı bulabilen  Arif Damar, 1951 yılında bir şiiri nedeniyle gizli örgüt üyesi olma suçundan tutuklandı. İki yıl hapis yattı. Arif Damar’ın şiiri, sanat anlayışındaki değişime bağlı olarak iki döneme ayrılır. İlk dönemini 1940-1956 yılları arasında “Arif Barikat” adıyla sosyalist gerçekçi çizgide yazdığı şiirler; ikinci dönemini ise, 1956’dan günümüze sanat kaygısını daha öne alarak yazdığı şiirler oluşturur. Kavgacı ama barışçıl ve insancıl yanı ağır basan, dil öğelerini ve biçim kaygısını elden bırakmayan bir şiir kurmaya yöneldi.

Sonraları İkinci Yeni şairlerinin yanında, imgeye ağırlık veren, biçim ve dil araştırmalarına girmiş bir şair olarak göründü. Bu yönüyle 1940 kuşağından ayrıldı. 1956 sonrası şiirlerinde geçirdiği iki dönemin özelliklerine dikkat çeker. Behçet Necatigil'in saptamasıyla “Toplumsal içeriği yoğun; dilde, biçimde yoğun, titiz” şiirleriyle tanındı.

Arif Damar’ın dünya görüşü ya da şiirinin içeriği değişmemiş; ancak, sanatı algılayış biçiminde büyük değişiklik olmuştur. Sanatçı, şiirinin içeriği kadar biçimine, üslûbuna ve imgeye de ağırlık vermeye başladı. Bu tutumuyla, yalnız duyguların değil, her türlü düşüncenin de şiire konu olabildiği Tanzimat sonrası şiirimizde, düşüncelerin sanatın işlevine ve ruhuna uygun olarak estetik sınırlar içinde nasıl ele alınması gerektiğinin en güzel örneklerinden birini verdi.

Devrimci mücadelenin yükseldiği, işçi sınıfının eylemleriyle düzeni sarstığı 70’li yıllarda “Ölüm Yok ki” kitabında topladığı şiirleriyle devrimci şiirin en güzel örneklerini verdi. Geniş, zengin, evrensel bir şiirle akrabalık kurdu; bu kalabalık içinde her durumda yalınlığıyla, dupduru diliyle ve “ölüm yok ki!” diyen hayat yanlısı kararlılığıyla tanındı. Şükran Kurdakul, O’nun şiirde ulaştığı aşamayı şu sözlerle saptıyordu: "Yüksek sesle okunacak coşkun söyleyişler yerine öz yönünden toplumsallığı yitirmeyen, değişik duyarlılıklara açılan temiz, etkili, kendine özgü buluşlara ve imge gücüne dayanan bir şiir kurmayı başardı.''

Arif Damar, yaşamı boyunca sosyalist duruşundan taviz vermedi. 1990’larda kimi tatlı su şair ve yazarları “Kürt” sözcüğünün olduğu yerden kaçarken, O, Kürt basınında, Gündem gazetelerinde yazmaktan çekinmedi. TAYAD’ın etkinliğinde tecride karşı, ölüm orucu eylemcisi Sevgi Erdoğan için yazdığı şiiriyle desteğini sundu. Bu devrimci tavrını şu sözlerle ortaya koymuştu: "Gerçek şair, kendisine dayatılan değerleri içine sindiremez, tüm baskılara başkaldırır. Çünkü şiir bir başkaldırı, bir ayaklanma, çağdaş aklın ve ilkelerin savunulmasıdır."

“Karşı koymazsak eğer
tehlikededir günlük ekmeğimiz
bacamızın tütmesi tehlikededir
evimiz, aşkımız, çocuğumuz
pencerede saksı
kitap sevgisi, insan sevgisi
tehlikededir.

Gözlerini ölüm bürüdü onların
uyumak, uyanmak tehlikededir,
tehlikededir çiçek koklamak
bardakta su, ateşte yemek
bahçede güneş tehlikededir.

Tehlikededir gözbebeklerimiz
Adana'nın pamuğunu yabancılar işliyor
dokuma tezgahları tehlikededir.
İzmir'in üzümü, fındığı Giresun'un
Samsun'un tütünü tehlikededir.
Kapanıyor fabrikalar birer birer
varımız yoğumuz tehlikededir.”

“Dayanılmaz” şiirinden…


KÜRT HALKININ VE KIR EMEKÇİLERİNİN
DEVRİMCİ ŞAİRİ: CİĞERHUN

22 Ekim 1984’te sonsuzluğa uğurlanan devrimci Kürt şairi Ciğerhun’ saygıyla anıyoruz.

Ciğerhun(1903-1984) Mardin'in Gercüş İlçesinin (şu anda Batman'a bağlı) Hesar köyünde doğdu. Asıl adı Şeyhmus Hasan'dır. Yoksul bir ailenin çocuğu olan Ciğerhun küçük yaşta anasız babasız kalır ve yoksul ablasının yanında yaşamaya başlar. Ancak çocukluğunda, varsıl ağaların yanında çobanlık, ırgatlık yapmak zorundadır. 1. Dünya Savaşı şartlarında Suriye'deki Kamışlı yakınındaki Amud köyüne gider. Yaşam Mardin'den farksızdır. Okuma tutkusu onu oralarda dinsel eğitim veren medreselere yönlendirir. Ve zor şartlarda cami imamı belgesi alır. Ciğerhun köy köy dolaşabilecek, köylülerin yaşamını daha çok tadabilecektir.

Ciğerhun'un çocukluk yaşından beri sınıf çelişkilerini yaşayarak büyümesi, onu 1924'de yazmaya başladığı şiir'de ezilenlerin safına kor. Onun kullandığı rumuz bundan böyle "Ciğerhun (ciğerikanlı)"dır. Tüm yazdıkları, genelde dünya yoksulları özelde tarım emekçilerinin çektikleridir: "Hey ırgat ırgat ırgat/ Orağa kalmadı iş// Kızıl buğdayın orak mevsimi/ Homurdanıyor biçerdöğerler/ Irgatlar sarmış çevresini/ Mal sahibinin kördür gözleri// Hey ırgat ırgat ırgat/ Orağa kalmamış iş (...)"

Çektiği acılar nedeniyle sosyalist dünya görüşüne sahip olan Ciğerhun, Marksizm-Leninizm'i öğrenince eşitsizlik karşısında daha güçlü bir duruş gösterir. Onun özgürlük anlayışı, sınırların olmadığı, emeğin-emekçilerin yönettiği bir dünya yaratmaktır: "(...)Egemen olacağız demire/ Tanıyacağız birbirimizi/ Biz tüm yaşayanlar/ Toprağı deşip çıkartacağız içinden/ Gizli olan ne varsa./ O zaman ey güzel su, duru su!/ Herkes için mülk, mal olursun/ Zulüm ve zorbalığın kalmaz hiç(...)"

Ciğerhun, dünya görüşü ve imgelerini tüm dünya yoksulları için seçer. Son amacı sömürünün olmadığı bir dünya yaratmaktır. Tüm ezilenler ezenlere karşı birleşmelidir, bu birleşme ağa, bey, molla, şeyhlere başkaldırı için olmalıdır: "Kardeşlik buysa, istemiyoruz böyle kardeşliği/ Eşek semerine bağlı kaldıkça yularımız/ Onlar ağa, bey; bizler zayıf, köle,/ Onlar düşmanın, biz de onların rençperleri oldukça.../ Hey işçiler, köylüler, ne zamandır, kalkın yeter// Ne güne dek ağa ve beylerin işçileri olacağız/ Ne güne dek köpeklerin ayakları arasında kemik?(...)"

Savaşa karşı, barış yanlısıdır Ciğerhun. Çünkü o biliyor ki, tüm savaşların asıl galibi varsıllardır ve yine o biliyor ki, tüm savaşların kaybedeni yoksullardır. "Yiğit arkadaşlar, güzelim gençler barış ister/ Gül, çiçek, gülnaz ve nesrin barış ister(...)Sevenler, Şirin'le Zin barış ister(...)Düğün-halay mı; yoksa savaş mı istersiniz?/ Bahçe, bostan, bağ mı; yoksa savaş mı istersiniz?(...)"

Sosyalist gerçekçi Kürt şairi Ciğerhun, tüm ezilenlerin kurtuluşunu istemekle evrenselleşen bir edebiyatçıdır: "Doğu cennet bağının gülüyüm/ Güneşim, ışıdım karanlığında gecenin/ Fışkırmışım çağın sinesinden/ Fırat'ım, geniş tarihlerden geldim/ Hayat doluyum, güzel yaşamak isterim/ Bin dokuzyüzlerde yeşeren bir ekinim/ Yıldırımım, çok kıvılcımlı, bulutla gökgürültüsü/ Görkemli bir sesle geliyorum vatanın göğünden/ Selim ben, dalgalarla çağlarım/ Yenilemek isterim toplumumu(...)"

Şiirlerinde "Kimim Ben?" diyerek silinmek istenen Kürt kimliğini haykıran Ciğerhun, aynı zamanda yazdıklarıyla evrensel bir ozandır.(Kaynak: www.cafrande.org)

XABÛRÊ

ey xabûr, xabûr, ey xabûr, xabûr...
wek daxwaza mın, pır dırêj û kûr
kêferata te, xum xum, û lew lew
nayên bîra te, ne razan, ne xew
her dem dınalî, bı qîrîn, gazî
lê kes nızanî ka çı dıxwazî?
armanca te ye, xurtî, pêşveçûn
cıhê te tenge, dıvê fırehbûn
pêlan dıdî xwe, qîr û fıryadî
tu jî wekî mın dıvê azadî
sînga vê erdê te çırand bı zor
nızanım çıra tu naçê berjor?
ev çende xurtî, bê daxwaz û vîn
dıkevî sînga derya bê evîn
xwezka mın bı te, bê derd û bê kul
dıjî bı şadî, bê mejî û dıl
tu jî wekî mın, ger bıbûna kurd
ev xurtîya te dıbu kul û derd.

(kîme ez 1973)

HABUR IRMAĞI

ey habur, habur, ey habur, habur...
arzum gibi çok uzun ve çok derinsin.
hep gürültülü ve çağıltılıdır çaban.
aklına gelmez mi dinlenmek ve uyumak?
hep inildersin, çığlıkla, haykırışla,
ne ki duymaz kimse ne istediğini.
amacın güçlenmek ve ilerlemektir.
dar yatağını genişletmek istersin.
dalgalarla atılırsın ileri, bağırışla ve feryatla.
sen de benim gibi hasretsin özgürlüğe.
toprağın bağrını yırttığın halde
niçin yükselmediğini bilemem.
bu denli güçlü olsan da,
düşersin sevdasız denizin bağrına.
senin gibi dertsiz ve yarasız olsaydım keşke.
neşeli, beyinsiz ve yüreksiz yaşıyorsun.
benim gibi olsaydın, kürt olsaydın, görürdün
gücünün derde ve yaralara dönüştüğünü.

CİĞERHUN
(Türkçesi: Ali Haydar Aksoy)

ÇOKSESLİ TOPLUMCU ŞİİRİN ÖZGÜN  ŞAİRİ: SABRİ ALTINEL

19 Ekim 1985’te İstanbul’da yaşamını yitiren Sabri Altınel, edebiyat öğretmenliği yaparken çeşitli dergilerde şiirler yayınlamaya başladı. Derin bir kültürün ve duyarlığın ürünü yapıtlarını onurlu bir geride duruşla hiçbir çevrenin rüzgârına açmamış, yalnızca şiirin gücüne yaslanarak yükselmiş gözlerden uzak bir şair olarak önce çıktı. İlk şiirlerde yalnızlık ve yabancılaşma gibi temaları ele aldı. 1940 kuşağının etkisiyle Garip akımına, ve romantik şiir geleneğine karşı çıkarak barış, özgürlük, yaşama sevinci gibi duyguları dile getiren şiirler yazmaya başladı. 1958'den sonra şiirini değiştirerek yeni bir anlatıma yöneldiği görüldü.

1959'da yayımladığı Kıraçlar adlı kitabında yalnızlığı, içine kapanık bir halkın çağlar boyu sürüp giden acısını, doğa öğelerinin simge olarak kullanıldığı hüzünlü bir dille seslendirdi. 1967'de 'Soyut' dergisinde yayımlamaya başladığı 'Yaban Yazıları' adlı şiir dizisinde neredeyse insancıllaştırılmış bir doğal çevreyle bütünleşmiş köy yaşamının süregelen yalnızlığını, destanlarda, ağıtlarda görülen bir dille aktardı. Sabri Altınel, Türk şiirinin çeşitli akımlarından hiçbiriyle çakışmayan, ama toplumcu bir yönelişin ürünü olan şiirleriyle, özellikle kırsal yöre halkının dramını özgün bir şiir diliyle işledi… Onu, “sessiz sosyalist gerçekçi şair” oılarak tanımlayanlar da oldu.

Lorca çevirileri ile ün kazandı. Doğan hızlan'a göre, lorca'dan yaptığı çeviriler edebiyatımızda yapılmış en iyi çevirilerdir.

Cemal Süreya, onu şu sözlerle tanımlıyor: “Türkçenin tadını çıkaran bir şair. Düşüncenin şairi. Çoksesli bir toplumcu şiir için kusursuz bir yapı hazırladı….. Kendi yatağında sessizce aka aka getiridği alüvyonlar işte orada duruyor.”-Adnan Benk ise, “Umudu yeryüzüne indirirken, insanoğlunun bütün bırakılmışlığını da içten duymuş olmalı ki, acı, keder, hüzün, şiirlerindeki bütün dizelerin kaçınılmaz bir yoldaşı, bir yananlamı gibi sürüp gidiyor. Bu yoldaş, bu yananlam işte biziz, biz, bir insan açısı, gerçeklerden bir gerçek” diye yorumluyor onun şiirini.

Asım Bezirci, onu, şu sözlerle anlatıyor:"... anlatımı etkili bir havayla donatır. Belki bu taşkın bir duyarlık değildir, ama derindir. Alttan alta kanayan bir yaraya benzer: Ağrısı git gide içine oturur insanın. Buna iyice arınmış esnek bir dil, sesleri ustaca değerlendiren bir orkestra tekniği ve ağıtlara özgü o iç sızlatıcı ezgi de katılınca şiirler alımlı bir evrene çekiverir bizi. (...) Bu eşsiz hikâyeyle (Kıraçlar) Altınel, şiirimizde bağımsız bir ada gibi durur. Altınel'in dumadan arayan, kendini tazeleyen ve geliştiren cins bir sanatçı olduğunu gösteren şiirlerdir..." Şükran Kurdakul ise şiirimizdeki yerini şöyle saptıyor:  "Yalnızlığı, içine kapanan bir halkın çağlar boyu sürüp giden acısını işlerken bireysel ve toplumsal tepkileri özümlemede güç rastlanır bir düzeye ulaştı."

Sabri Altınel ise şiire bakışını şu sözlerle anlatıyor:  “Şiir bir hayat deneyidir, bir yaşama anlayışıdır. Şair, doğru gönlünce, doğru kafasınca yaşamasının şeklini anlatır, deneyini anlatır."

Yapıtları: İnsanın Değeri (1955), Kıraçlar (1959), Zamanın Yüreği (1982), Şiirler (1983), Kentin Küçük Sokağı (Ölümünden sonra yayınlandı, 1995), Seçme Şiirler (Ölümünden sonra yayınlandı, 1995), Issız Çığlık (Toplu Şiirler-2005), Federico Garcia Lorca Seçme Şiirler (Çeviri )   

AĞARAN TOPRAK

Kör bir çizgide uyanırım bakarım alacakaranlığa,
Evlerin, yaprakların içinden,
Sabahın ıssız boşluğunda parlar nar çiçekleri,
İyi yürekler ağaran toprakta direnirler acıya ve ölüme,
Suda yanan ateş, yaratan insan gücü; ittim alınyazımı;
Ve insanlar geçip giderler şimdi alanların kıyısından,
Elleri yaralı, elleri çalışkan, yaratan elleri.

Ah yenden döneceğim bu seslere, bu renklere, bu eski görüntülere,
Yenden yorgun ikindilerde, ölümle yaşam arasında
Duran doğaya, çınlayan zamana,
Uykulu denizin üstünde.

Bir güzün ucunda insan döğüp yüreğini
Olgunlaştırıyor yaşamı,
Saf olmayan özgürlük varıyorum zamanıma.

SABRİ ALTINEL



NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati

ÖZLEM KESKİN: Pardon Çocuklar




PARDON ÇOCUKLAR



FOTO KOLAJ: ADNAN DURMAZ



Pazar günleri çok şey yapmışsınızdır çocuklarınızla... Birçok şeyi de yapabilme ihtimali taşırsınız hep. Sinemaya gidebilir, yüzebilir, koşabilir, hatta aniden karar verilmiş uzun bir yolculuğa çıkabilirsiniz. Olmadık bir oyuncak yaratabilir, uçurtma uçurabilirsiniz. Güneşin batışını seyredip, gökyüzünden bir yıldız beğenebilirsiniz. Hayvanat bahçesi vb. yerleri gezebilirsiniz. Dilediğinizce uzatabiliriz bu listeyi...

Bunlar gibi dünyaya ve dünyalılara ait olan sayısız madde ekleyebiliriz... Fakat geçtiğimiz günlerde dünyaya ait tiksinç bir pazar dünyada hiçbir listeye sığamayacak kadar korkunç bir şeye tanık oldu dünya. Hem de üzerine fazlaca konuşulmadan. Silahlar kan kusuyor, gökyüzünden dehşet yağıyordu. Çığlık çığlığa ölüler diziliyordu yan yana. Çocuk ölüleri, anne-baba ölüleri... Her şeyden habersiz, tertemiz ölüyordu Gazzeli çocuklar...

Kimi canavar bir yardımın ürünü kuru bir lokmayı dişlerken, kimi telaş içinde emerken anasının ürkmüş memesini, kimi aldanıp koşmaca oyunundaki yetisine bombalardan kaçabileceğine inanmışken öldü… Öyle bir şey ki ölmek eylemi; ölülerin yaşarken hangi dili konuştuğu, hangi dine, hangi ülkeye doğduğu önemsiz, anlamsız kalıyor. Aynı şekilde önemsiz öldürenlerin kimliği. Birileri kudurup dehşet saçıyor mu; işte o önemli olan!

İsrail dehşet saçıyordu. Ölüler dağılıyordu her yana. Çarmıhta salınıyordu insanlık. Alabildiğine korkunçtu yaşananlar. İşte o Pazar bu kıyımı naralarla seyrettirdi çocuklarına İsrailliler. Onlara başkalarının ölümünden zevk almayı, kan ve barut kokusundan haz duymayı öğrettiler. Kendi çocuklarını, tüm dünyanın çocuklarını kirlettiler. Hani şiddetten koruyacaktık çocuklarımızı?  Tv programlarına bile boy boy işaretler koymuştuk. Gargamel’in şirinlere yaptığını bile izlemeleri sakıncalıydı hani?

Ölmek ve öldürmek işini çocuklarımızın dünyasına kolayca, hem de kahkahalarla soktular. Haksızlığa, ağır bir zulme uğradı İsrailli çocuklar; en az Filistinli çocuklar kadar. Kirlendiler. Hepsi birer savaş ölüsü adayı haline geldiler.

Ve biz tüm dünyanın yetişkinleri suçlu kaldık, borçlandık çocuklara. Çünkü; ölüm sıradan bir sözcük artık onların kafasında. Kanla, bombalarla, silahlarla ölünebileceğini biliyorlar artık. Yoklayın çocuklarınızın küçük dünyasını. Bakın nasıl taşıyorlar bu yükü emperyalizmin şeker paketine sarıp yutturduğu bir vahşilikle. Oysa ben oğlumu ölmenin çok çok yaşlanınca kocaman bir ormanda ulu bir çınar olmak olduğuna inandırmıştım. Nasıl utanmış, nasıl arsızım şimdi. Biliyor bombalarla da ölünebileceğini. Kan ve et yığını olunabileceğini. Hem de her an, her yaşta. Biliyor artık çocuklar.
Ne desek boş şimdi; süte kan bulaştı, sevdaya kin, hayata lime lime bir ölmek…

Biz öylesine ait olmuştuk ki bu akışa; kollayamadık sizi…
Pardon çocuklar!

Bulutlar yine adam öldürüyor usta. Dehşet korkuyorum yine. Kapılar alabildiğine çalınıyor yine. Korkuyorum açmaya. Ya avuç avuç kül olmuş çocuklarsa…



ÖZLEM KESKİN

ADNAN DURMAZ: Gün Örttü Kapılarını




GÜN ÖRTTÜ KAPILARINI



RESİM: ADNAN DURMAZ




gün örttü kapılarını-soldu sevinç gibi yanık çocukların benizlerinde
ben yaşamaya kulaç vurdum gecenin zifiri denizlerinde


aklımda bulutların kitabından tarihe dair okuduklarım
aklımda tozlu yolların ıssızı-ve aradığım giz, kuş ve böcek izlerinde


zamanın yamacında Asurlu tüccarların yaktığı ateşin boynuzları
ve atlılar-yaban çakalları-akşamın en yosma yerinde


gün örttü kapılarını-kara gözler kaldı seherinde yıldızların
dil susa kaldı yavuklusu dönmeyen Hattili kızların gergeflerinde


bütün adalarına çıktım gecenin-yorgunum yüreğimle yarışmaktan
beni benden kanırt ey ben-paslı bir çiviymişim ben kendimde


beni yol düşlerimden küflü bir kütük gibi kırarak ey kendim
yaşamayı unuttum yaşanmamış aşkların mutlulukların gizlerinde


ana uyar beni... Zühre Yıldızı düşünce gözlerine Hitit çobanlarının
ey düş giy gecenin lacivert harmanisini bekle hüznün eteklerinde


o uzak kavgalara gitmezsem nasıl namuslu yazılır tarih alnıma
bir gün özgür olsun diye aşklar daha-çok insan kalacak siperlerde


daha-çok insan gülüşünü bir meşe gibi dikecek zındanlara
yüreklerdeki erozyon bitsin diye bir gün belki de çok ilerde


gün örttü kapılarını-bir yerlerde bomba sağnakları-pislik saltanatları
umudu dokuyan o yaralı örümceğim ben zamanın elbizlerinde




ADNAN DURMAZ


ALİ ZİYA ÇAMUR: Kırmızı Karanlık—MEHMET RAYMAN-Yusuf Baba



KIRMIZI KARANLIK



Art arda katran sürekleri
Maviden cinayete boyuyor göğü
Yıldırımlara karşı çatal lastikte
Fırlıyor sessizliğe nar tanesi bedenler 

Ağır kanatlanıyor kan denize
Gündüzü boyuyor kırmızı karanlık
Pencerelerde donuk bakışlar asılı,
Dinginlik kırık ayaklı sehpada,
Şehla ağıtlar süzülüyor tellerden

Şimşek gölgelerinde keder uzun, gün kısa
Özlemler ha çatladı ha çatlayacak
Göbeğinde sabrın,
Elverişli bir özenti, sonsuzluğa uzanan
Koklanmış mecralarda diriliş susuz
Matkap sessizliği çınlıyor beyinlerde

Cellât anlamsızlığında yüzler depreşik
Bahara kurulu saatten
Düşüyor kaygının ayak sesleri
Yıldız sıkışması var
Damlıyor inat toprağa

Şairler yeni firavunlarla karşı karşıya
Yırtıyorlar onların altın varaklı ciltlerini
Karıştırıp alın terlerini gülün çiyiyle
Şiirlerini yazıyorlar yeniden direnişlerin




ALİ ZİYA ÇAMUR






YUSUF BABA





su satıyor
çocuklar yol boyunca
ölümüne fırlıyor yola
elinde terlemiş pet şişe
gözleri dört yapraklı yonca

kırmızı ışıkta durur
yeşillenir camı açılan hanımlara
elli kuruşa suyun bir damlası
yine bir huysuzla gezmeye başlamış
dikiş kursuna giden abla

yalvar yakar kazanılan ekmek parasını
düğümlüyor bürüğün ucuna anası

el yazımı bir günlüktür
yüksek tepelerden süzülen bulut kızların
düşlerinde çıkan yağmur dingini yazlar
buğday başağından çıkarak yola
bize bir gelecek tasarlardı yusuf baba




MEHMET RAYMAN

 

VEDAT KOPARAN: Can İçre Yangınında



CAN İÇRE YANGININDA





Vay benim can canım
Kararmış karartılmış günlerin
Karalar düşmüş günlerine
Aydınlık günlerin özleminde

Solmuş kaç baharın
Vurulmuş kaç ceylanın
Yanmış yakılmış dağların

Ah o yediveren güllerin
Olsa da ağıtında türküsüyle
Zorlu günlerde bile açar açmasına
Kaktüs direnciyle öyle bir açarda
Bahar sevinci yüzlerde

Sarmış kan kokusu toprağı
Düşerken yıldızlarca
İsimli isimsiz genç bedenler
Gökyüzü şöleni ağlamaklı
Gözyaşı Yüklü
Puslu zaman ağıtında
Yıldızların parıltıları
Direnç gelin sarıp sarmalar yaşamı
Kavrulurken Ağustos yangınında
Yaşamak zorunda mıyız güz kırığını
Savrulsun bu yangının ateşi
Turnalar geçer gözlerinin gökyüzünde
Aydınlanır her yer gün yüzünde
Maviler dolaşır düşlerinde
Coşar şiir pınar olur dizelerde

Ayrılık zamanı gelip çattığında
Gâvur olur zaman en yiğit olana
Yitirdiğinde bir omuz baş yürek atımını
Kesilir gücün düşer kolun tutmaz elin
Salkım saçak sağanaklarda
boğum boğum içerine akar gözyaşın
sessiz bir nehir taşar kararır gün
Yumrular oturur boğazına
Buz keser zaman üşür kalırsın
Sen donarken donsun istersin zaman
Sığmazken için içine
Sığmazsın hiçbir yere
Etten tırnak ayrılmazken
Nasıl verilir can candan toprağa
Kaçak bir düş sarmalında
Yaşanmamış yitik günlerin
Yetim ve öksüz boynu bükük çocuğu gibi
Kala kalırsın öylece bir başına
Toprak alır seni bin ölüm gelir dirine
Büyür isyan ateşler içinde yanar içerin
Büyüsün kavganın har gülü mavide
Benden buraya kadar bana izin verin
Solmasın gün aydınlığı gülüşlerin/iz
Ömrüm ömrünüz olsun can sevdiklerim


VEDAT KOPARAN

AHMET TAHSİN: Gül Darbesi—BEKİR KOÇAK-Yine Biz Olacağız İncinen




GÜL DARBESİ






Bütün darbelerin içinden geçtim.
Birincisinde çocuktum,
Sonra delibaş bir genç,
Sevdalı bir erişkindim üçüncüsünde.
İyiye, güzele, özgürlüğe dönüktü yüzüm.
Bu ateşten az pay düştü,
ölmedim. 

Bütün sevdaların içinden geçtim.
Bağlanırsan bir düşünceye,
Sana göre ondan doğrusu yoktur.
Akılsızdım,
Deliydim,
Dingin denizlerdeydim, durulmuştum.
Sevgiye doluydu özüm. 

Çok büyük depremleri de yaşadım,
Çekmedim yanardağ eksikliği nedir;
Öyle ateşler tanıdım ki çok yakıcı,
Tümüyle insanlardan.
Bir ömrü süpüren sel felaketleri de gördüm.
Bir sevda,
Bir deprem,
Bir darbe de senden yaşadım ki,
Böyle bir şey görmedi,
Vede görmeyecek ömrüm. 


AHMET TAHSİN






YİNE BİZ OLACAĞIZ İNCİNEN





sınırı geçiyorsun
küçülüyor üçgen
dişlerin yine yakışıksız
kansız olsun istiyorum bu kez
nazi eskisi utanç
adı konmuş kokuşmuş düzen
doruğunda tükenmişliğin
işimiz ne bizim
sınır ötesi biraz
ezen ezilen diktatorya
herkesin bir hesabı varya
gelgeç diyor faşizm

hakkınsa belirlemek kaderini
bizim almamız doğru mudur
o halkların yerini
orası temeli sağlam
tarihin içinde tanış
uygarlıklar beşiği
hitit'i sümeri
çöllerin yüreğine inen uygarlık
haçlı mı kanlı bıçaklı
anladık zamana önemli değer
selahaddin-i eyyubi
şimdi sırası mı kesilecek damar
bir mezhep fırtınası
yanıbaşımızda savaş arenası
uykusuz gecelere ramak
şair sana bir şeyler sorulacak
bir kez daha hatırlat
bellekteki kara haberi
çığlığın yankıyan sancısı
kapatamaz kanayan yeri

kayırma yalanı hafızam
biliyorsun yine biz olacağız incinen



BEKİR KOÇAK
 

SEZEN EREN TUNAKAN: Duvarlar dile geldi





DUVARLAR DİLE GELDİ








Milyarlarca kum tanesinden sadece biriydim.
Aldılar beni ve milyarlarca kardeşimi ırmaktan.
Çıkardılar özgürlüğümüzü söküp sinesinden ırmağın.
Getirdiler
Kardılar harç diye.
Diktiler duvar diye
Diktiler mahpuslar için.
Zindanlar, işknecehaneler yaptılar
Utanca ortak olalım diye
Elem ve kederi ta iliklerimizde hissedelim diye
Diktiler bizi duvar duvar

İnadına sustuk duvar duvar
Yüzyıllar sürdü suskunluğumuz
Ses vermedik birbirimize
Kaldırıp başımızı bakmadık birbirimize.
Belki fısıldadık sessizce
Ancak duyduk birbirimizi, için için ağladık
Ah çektik derin derin, hayıflandık dünyaya.
Gün oldu tanıklık ettik işkencelere, duvar dibi olduk işkencecilere
Kurbanın celladına bakışında sakladık gözyaşlarımızı.
Gün oldu tacizlerin, tecavüzlerin, karşısında tükendik dedik, tükenmedik.
Sessiz çığlıkların çaresizliğine baka kaldık öylece,
Hücrelerde yankılanan acı ağıtarla ağladık, ağlatıldık.
Esaretin özgürlük marşına tebessüm
Yanık türkülere hüzünler döktük
Prangaların sesinden utandık utandık utandık…
Gün oldu bayram tadında gülüşmelere sevindik çocukça, çocuk gibi.

Ve gün oldu, devran döndü dile geldik

Daha korkunç duvarlar gördük
Dikilmiş, iki ayak üstünde yürüyen
Katı, kas katı yürekleriyle insan kılığında yürüyen duvarlar
Bozduk suskunluğumuzu, dile geldik.
Bağırdık, çığlık olduk duvar sessizliğinde
Bir bir söylemek istedik
Tanığı olduğumuz utançları haykırmak
Sanığı olduğumuz hapisten firar etmek,
Eritmek betonu, çimentoyu
Haykırmak özgürlüğü yürüyen duvarlara
Korktular önce!!
Çünkü yürüyen duvarların harcında
Öfke, kin, nefret,
Daha çok düşmanlık
Daha fazla gaddarlık gördük
Taştan soğuk
Betondan sert
İnadına yobaz,
Diz çökmeli önce
Yıkılmalı
Gidelim dedik hep birlikte
Biz durdukça, ötekiler de duracak, insanım diye
Atalım kendimizi en derin uçurumlardan
parçalansın bedenimiz
Ezilsin yüreğimiz
Sustuk hep birlikte
Canlandı duvarlığımız anılarımızda
Ne biz savunabildik duvarlığımızı ne de siz
Utandık utandık utandık…
Ezildik ağırlığımızla…
Küçücük bir kum tanesi olup
Kaçmak istedik derelere
Yarım kalmış bir hikaye gibi ağladık ardı sıra
Özgürlük türküleriyle
Yanık yanık çağlayan ağıtların gölgesinde
Duymadı kimse bizi
sesiz ve derinden kapandı kapılar
Duvar duvar üstümüze





SEZEN EREN TUNAKAN 

Ö. GENÇ-Bomba—B. AYDINEL: Savaşa Hayır—S. DOĞAN: Savaş




BOMBA





Parça sözcükleri toplarken
Uykusuz kalmıştır
Belki de karnı açtır
Hasret kanarken hançer yarası
Şiir doğar mevsimsiz patlaması içinde
Ölümü uzatılmış
Canlı bombadır şair
Tesiri de uzun yıllara yayılır


ÖZER GENÇ






SAVAŞA HAYIR





Her Yerde Çocuğum Ben
Köpekler havlar gecenin karanlık vakitlerinde
Ve aysız gecelerde çoğu
Sonra bir ışık görünür
Bir ses duyulur kulaklar yırtılırcasına
Sonra silahlar ışıklar bağrışlar
Köpekler susar
Kan örter geceyi
Neresi olduğunun ne önemi var
Ha Vietnam ha Hiroşima ha Halepçe
Korkmuyorum onlar bağırırken
Köpekler susmasın anne



BÜLENT AYDINEL




SAVAŞ





Yüreğine taş basmış bir ana
kocasız bir yardır,
babasız bir çocuk
yurtsuz bir oğuldur…
Savaş; O’dur ki:
kazananı olmaz hiçbir zaman
zafer çığlıkları atsa da birileri.
Savaş; insanlığın yüz karası
tarihin maskarasıdır…
Hayrı yoktur, Savaşa Hayır!
çocuklarımıza miras kalmasın akıtılan kan.
onlar ki hiç hak etmediler,
tazeydiler, saftılar, temizdiler…
doldurulmamıştı beyinleri, kalpleri…
barut kokusuyla, ta ki
atılmadan önce ilk kurşun
sonu yoktur bu vuruşun
Hayrı yoktur, Savaşa Hayır!
barışa dön yüzünü kızım
kardeşini barışa çağır
tüm arkadaşlarını topla gel, bağır! ! !
“Savaşa Hayır! ”


SADIK DOĞAN
 

TEMEL DEMİRER: Şiirin Güncel Hâl(Sizliğ)İ




ŞİİRİN GÜNCEL HÂL(SİZLİĞ)İ[*]





“Toplumsal değişim
toplumu dönüştürdüğü zaman,
geçmiş bugünün kalıbı
olmaktan çıkmak zorundadır.”[1]


Şiiri, şiirin güncel hâl(sizliğ)ini konuşmaya devam edeceğiz. Durum, bu gerektiriyor…

Çünkü Erdal Alova’nın, “Günümüzde Türk şiiri tam bir tıkanıklık içindedir. Daha doğrusu şairler tıkanmış durumda,” saptaması önemlidir…

Çünkü Enis Batur’un, “Şiir ve toplum arasındaki makasın açılması”na dair saptamaları önemlidir…

Kolay mı? ‘Günümüzün Türkiye’si artık şiir yoluyla düşünmüyor, dizelerle heyecanlanmıyor. Has şiir kendi içinde büyük bir derinlik taşıdığı için hiç olmazsa estetik ve edebi bir düzey sağlıyordu.

Bugünün Türkiye’si ne yazık ki sadece TV tartışmaları ve gazete polemikleriyle düşünüyor; daha doğrusu düşünmüyor,” diyen Zülfü Livaneli ekler:

“Televizyonun bu kadar yaygın olmadığı, gazetelerin de pek az kişi tarafından okunduğu dönemlerde şiir, çok etkili bir iletişim aracıydı. İnsanların hemen ezberlediği, toplantılarda yüksek sesle okuduğu, arkadaş gruplarında bir ayin gibi tekrarladığı şiirler, önemli bir toplumsal işleve sahipti. Şiir bilmeyen insana hemen hemen rastlanmazdı. Şiir sanatı bugünkü gibi, insanlığı yoksullaştıracak biçimde sanat gettolarına sürülmemişti.”

Bunlara eklenmesi gereken Ahmet İnam’ı şu deneyim ve gözlemleridir:

“Altmışlardan geliyorum. Şiir heyecanının doruklarda yaşandığı yıllardan... Söz yaşama değiyordu, o zamanlar: Dünya değişmek için sözü bekliyordu. Söz tenlerimize inmişti. Tenimiz, canımız, toplum, tarih sözle yoğrulmaktaydı. Sözün anası şiirin hamaratlığı üstündeydi. Şiirle aralanan, şiirle kapıları, pencereleri, perdeleri açılan dünyalar vardı. Şiire güven vardı. Şiirle görmeyi umuyorduk, değişecek dünyayı.

Değişen dünyaya seyirci miydi, şiir? (Üstelik dünyayı seyirden aciz nice şiir taslakları gömülüdür şiir mezarlıklarında!) Ben en azından, o yıllardan şiir yollarında yürüyen vurgun yemiş bir yolcu olarak şiirle gördüğümüz bir dünya olduğunu söyleyebilirim (Gördük değil mi şair? Ağabeylerim, ablalarım, büyüklerim, sizlerin uzattığı gözlüklerden şiirkürede soluyan dünyalar görmedik mi? Serap mıydı gördüklerimiz? Yanılsama mıydı? Sanrı mı? Varsanı mı?).

Gördük. Şiirle görülebileceğini gördük. Şiirle değiştirilebileceğine inandık. Kahrımız bundandı. Yetmişlerde. Kırkların şairlerini yaşadık. Ellilerin. Şiir nasıl olmalı? Nasıl değişmeli? Bu sorular çok fazla almadı gündemimizi. Şiir bizden önce bulunmuş, bizlere emanet edilmişti. Bulduğumuz şiirle aradık hayatı. Aradıkça şiir dönüştü. Şiir dönüştükçe hayatın farklı boyutlarını görmeye başladık. Hayat şiirin ışığı ile görülebiliyordu. Işık yeterliydi. Öyle düşünüyorduk!

Seksenlerden sonra hayat, şiir ışığından kaçar oldu. Saydam olmayan cam duvarlarla sarıldı hayat. Kavranamazlığı, karanlığı dehlizlerle dolu yapısıyla hayat, kendini şiir ışığından esirgedi.

Şimdilerde yazılan şiirde en azından bu iki temel sarsıntının etkisi var: 1. Hayatın kendini şiir ışığına kapaması. 2. Şiirin hayatın dışına düşerek kendini araması. Kısaca, hayatla şiir bağının dönüşmesi…

Günümüz şiirini dıştan toplumsal, tarihsel, ekonomik, kültürel etkilerin ışığında değil de, içten okumaya çalıştığımızda, öncesindeki şiir-hayat bağlantısının neredeyse tanınamaz ölçüde dönüştüğünü görebiliriz. Şiirin kendine olan özgüveni azaldı. Hayatla olan sembiyotik bağ kopunca, şiir boşlukta buldu kendini.”

80 şiirinin bir özelliği var; edebiyat dergilerinde, bu şiirin ifrata kaçan, anlaşılmama sorununa yol açacak düzeyde bir bireysellikle yüklü olduğu yazılı. Çünkü bir çözülüş döneminin özelliklerini taşır…

Çözülen toplumun bireyidir, duygularıdır! Ki, onlar da herhangi bir tutku hissedemeyecek, hissettirmeyecek derece ölüdür.

Çürüyen bir toplumun ölü doğmuş ruhu: İşte budur, 80 ve sonrasındaki dönemin şairi.
Bu tabloya şunlar da eklenmeli: 90’lı yılların ara dönemi, 80’lerin gölgesinde ve baskısı altındadır.

90’ların en önemli özelliği 80’ler ile gelecek arasında sıkışıp kalmışlığıdır. 80’ler açık yıllarıydı; şiiri de bir kaçış şiiriydi; hayattan kopuktu; içine kapanıktı.

90’lar her geçiş kuşağı gibi bir kayıptır.


“ŞİİR” DEYİNCE

Haydar Ergülen’in, “Şiir ne değildir? Şiir niçin edebiyat değildir? Şiir yazmak şart mıdır? Şiir yazmazsak ne yazardık? Şiir bir çocukluk hastalığı mıdır? Şiir kimin içindir? ‘Şiir şiirde kalmaz’ ne demektir? Şairin hayatı şiire dahil midir? Şairler olmasa şiir daha mı iyi olurdu? Şiirden vazgeçmek de şiir sayılır mı? Şiir ne zaman, nerelerde yazılır? Hayattan dili yanan şiiri üfleyerek mi yer? Bir daha yazarsan diline şiir sürerim! Şiir şiire bakarak yazılır mı?” sorularına topyekûn bir yanıt verirsek:

Şiir, zulmün ve vahşetin orta yerinde ele avuca sığmayan çocuksu içtenliğini yitirmeyen sevda, isyan, itiraz, bağlanma, vazgeçmeme, aşk hasılı insanî varoluş hâlidir…

Kolay mı?

“Şiir bilgidir, kurtuluştur, güç ve terk ediştir. Dünyayı değiştirebilecek güçte bir eylemdir şiir, doğası gereği devrimcidir: Ruhun eğitilmesi ve içsel özgürlüğün yolu. Şiir bu dünyaya anlam kazandırır, onu yüceltir; bir başkasını yaratır,”der Octavio Paz; şiirinin “ne”liği hakkında…

Ardından ekler Anna Ahmatova da: “Şiir, ışığıdır dünyanın karanlıkta bile”![2]
Şiir görünmeyeni görünür yapan şeyken; tam da bunun için “Büyük kitlelerin iş, eğlence ve isyanının şarkısını söyleyeceğiz. Modern başkentlerde yükselen devrimin çok sesli ve çok renkli dalgalanmasının şarkısını söyleyeceğiz. Madeni seslerin ve gemi tezgâhlarında gecelerin sıcağını ve şiddetle açgözlü duman içen yılanlarıyla alev alev parlayan rıhtımların, dumanlarının izlerinin kıvrılarak tehdit ettiği bulutlara asılı fabrikaların şarkısını söyleyeceğiz,” diye haykırır Mayakovski…

Şiir hiçbir zaman bitmez, hep yarımdır ve durmadan “tamanlanır” sevdalarla ve kavgalarla…

Bu nedenle, “Her âşık, şairdir,” der Platon…

Bu nedenle, “Şiir, aşkın ilk hecesi; şair onun kekemesidir,” der Hasan-Âli Yücel…

Bu nedenle, “Şiir çokça sevinç ve ızdırap ve hayrettir, biraz da söz,” der Halil Cibran…

Bu nedenle, “Şiir demek, ıstırap demektir,” der H. de Balzac…

El özet dilin omuriliğidir; insan(lık)ın sevda ve kavgasını yüreği ve beynidir şiir…

Bunlar böyleyken; “Şiir sesle anlam arasında uzun bir kararsızlıktır,” diyen Paul Valery gibi, “Şiir düşünceden tiksinir,” notunu düşen Lord Byron yanılmaktadırlar…

En azından Nâzım Hikmet bunların böyle olmadığını ortaya koymuştur…

Aslında Kemal Tahir’in, “Şiir gerçek mahiyette müzikten ayrılamaz”; Maksim Gorki’nin, “Bilim aklın şiiridir; şiir de yüreğin bilimidir”; Pablo Neruda’nın, “Şair, her şeyden önce yaşadığı toplumun sorunlarına, giderek tüm dünyaya karşı sorumludur… Biz şairler nefretten nefret ederiz ve savaşa karşı savaşırız,” sözleri şiirin ne olması gerektiğini gayet net biçimde ortaya koyar…

Nihayetinde “Şairler onaylanmamış yasa koyuculardır,” Percy B. Shelley’in altını çizdiği gibi…

Ve de “Bir şairin yaşantısı şiiridir. Ondan gayrisi olsa olsa dipnot olabilir,” Yevgeni Yevtuşenko’nun işaret ettiği gibi…

Tıpkı… Dadaloğlu’nun, “Hakkımızda devlet etmiş fermanı/ Ferman padişahın dağlar bizimdir…”

Adnan Yücel’in, “Saraylar saltanatlar çöker/ kan susar bir gün/ zulüm biter./ Menekşeler de açılır üstümüzde/ leylaklar da güler./ Bugünlerden geriye,/ bir yarına gidenler kalır/ bir de yarınlar için direnenler...”

Ataol Behramoğlu’nun, “Çıkmış düzenin çivisi/ Senin taka su alıyor/ Yüzer kötünün gemisi...” Veya “Kıran vurdu memleketi/ Zalimler hakan olmuştur/ Yedikleri yoksul eti/ İçtikleri kan olmuştur…”

Nâzım Hikmet’in, “İnsanlar ah benim insanlarım/ Yalanla besliyorlar sizi/ Hâlbuki açsınız/ Etle, ekmekle beslenmeye muhtaçsınız...” Ya da “Ne güzel şey hatırlamak seni / Ölüm ve zafer haberleri içinden / Hapiste / Ve yaşım kırkı geçmiş iken…” Veya “Akıyordu su/ Gösterip aynasında söğüt ağaçlarını/ Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını.// Atlılar atlılar/ Kızıl atlılar/ Atları rüzgâr kanatlılar/ Atları rüzgâr/ Atları/At…”

Attilâ İlhan’ın, “Dünya kalbimizde taşımaya değer…” Ya da “Tut ki gecedir/ katiller huzursuz/ hırsızlar sinirli/ hainler ürkekçedir…” Veya “Döndüm arkamı sana,/ Sen sırtımdan vurmayı seversin,/ yüzüm ağır gelmesin...”

Süreyya Berfe’nin, “Zamanımızı/ zamanında öğrenemediniz/ Gördükleriniz/ başka bir zamanı mekânı gösterdi...”[3]

Celal Vardar’ın, “Suya dokunmazmış/ Sabuna dokunmazmış/ Pise bak…”

Haydar Ergül’ün, “Mecaz şehirde geçmiyor/ şiddetli bir gerçek var/ ki hece bile istemiyor:/ Gerçek olan tek şey gerçek/ para eden tek şey para/ şehirde aruz geçmiyor/ başkası kâr etmiyor…”

Turgut Uyar’ın, “Hâlbuki korkacak hiçbir şey yoktu ortalıkta/ Her şey naylondandı o kadar” Ya da “İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım...”

Şükrü Erbaş’ın, “Bu kalabalıkta, bu tenhalık/ Sevgilim, bütün sözlerimi/ Mazlumların rüyasından seçtim ben/ Budur, düşünmeden bildiğim/ Budur, ayaklarına serdiğim has bahçe…”

Orhan Veli’nin, “Gün olur alıp başımı giderim…” Veya “Bakakalırım giden geminin ardından…” Ya da “Kiminiz kürek çeker sıya sıya/ Kiminiz midye çıkarır dubalardan/ Kiminiz dümen tutar mavnalarda/ Kiminiz çımacıdır halat başında/ Kiminiz kuştur, uçar şairane...”

Edip Cansever’in, “Çan gibi sallandı sabah/...Savurdu kıyıdaki sazları rüzgâr/ Bir iki sallandı durdu sabah…”

C. Süreya’nın, “Gülün tam ortasında ağlıyorum…”

Cahit Sıtkı’nın, “Yaş otuz beş yolun yarısı eder…”

A. Arif’in, “Beşikler vermişim Nuh’a…”

M.Ö. 2000 yıllarında yazıldığı sanılan “Kötü Çağ” başlıklı dizelerin, “Kardeşler kötü,/ Kardeşler hayırsız./ İnce duygular hak getire,/ Herkes kaba saba./ Güler yüzlüler kötü kişi,/ İyilik ayaklar altında./ Kötüye çatan iyi insanlara/ Herkes gülüp geçiyor./ Kol geziyor hırsızlar,/ Komşu malını çalan çalana./ Özü sözü bir olanlar nerde?/ Yeryüzüne kötüler el koymuş./ Güvenecek dost kalmamış,/ Tanınmayı hak edenler tanınmıyor./ Hani yumuşak başlılar?/ Canını alıyorlar can yoldaşının. /İçim kan ağlıyor,/ Dert ortağı bulana ne mutlu./ Ülkemizi kasıp kavuruyor günah,/ Ardı arkası gelmiyor kötülüğün,”[4]dizelerindeki üzere…


ŞİİRİN “NE”LİĞİ?

Şiirin “ne”liği hakkında Kemal Kocatürk’ün, “Şiir en çağdaş anlamıyla yaşamın, yani acıların, mutlulukların, hüzünlerin ve aşkın dışa vurumudur,” saptamasına Haydar Ergülen de ekler: “Aşk var ki şiir de hâlâ yazılıyor.”

“Şiir sanatına ilişkin söylenebilecek en temel özellik, okuruna duymadığı, bilmediği bir evrenin kapılarını açmasıdır. Bir şiir, öyle benzersiz bir şey olmalıdır ki önümüze koyduğu dünya büyülemelidir bizi. Sıradan sözlerle de şiir yazılabilir elbet ama o sıradan sözlerle o büyülü dünyayı kurabilmek koşuluyla. Orhan Veli’de, Nâzım Hikmet’te, Can Yücel’de sayısız örnekleri vardır böyle sıradan sözlerle yazılmış çarpıcı şiirlerin.

İnsan en eski çağlardan günümüze çalışarak insan oldu. Kendini emekle dönüştürerek öteki canlılar dünyasından ayrıldı. Sanat insanın insan olma serüveninde yan yana yürüdüğü bir büyülü süreçtir. Bütün efsaneler ve masallar bu inanılmaz serüvenin açıklamalarıdır. Prometheus’un gökyüzünden yeryüzüne ateşi indirmesi, insanlığın bir kez yaşadığı bir serüven değildir. Sanat yapıtları böylesi mucizeleri kendi çağlarında yeniden yeniden ortaya çıkaran ürünlerdir. İnsanı içinden çekip çıkardığınız zaman sanatın da hayatın da anlamı kalmaz.”[5]

Hayat dediğimiz her anı mucizelerle dolu şey, o şiirin kendisidir aslında…

Evet Şiir, yaşadığı ve üzerinde durduğu her yer bir gün mutlaka yadsınacak olandır. Kaybedenlerin, temsil edilmeyenlerin, ötekilerin, mülksüzlerin, yani yeni barbarların vicdanıdır şiir…

“Dünyayı tek şey değiştiremez. Ne politika, ne ekonomi, ne sanat, ne spor... Parçalar birleşir, bir bütün olur. O bütün yaratır dünyayı, o bütün değiştirir. O bütünü oluşturan öğeler birbirlerini tamamlar, birbirlerinden etkilenir. Yepyeni bir uyum yaratılır belki. O uyumun sağlanmasında minicik bir vidanın bile önemi vardır. Şiirin o bütün içindeki işlevini küçümsemiyorum, ama abartanlar arasında da kesinlikle yer almıyorum.”[6]

Nihayet şair dünyanın yaşanılası olduğunu göstermelidir.

Bunların yanında “Şiir insanlığın anadilidir…”[7]

“Dilin fosilidir şiirdir… Dile, doğal olmayan bir müdahaledir şiir. Entelektüel ve insanî bir müdahale… Bir karşılaştırma yapmak gerekirse insanın yeni olana ulaşma derdi içinde gizeme ve serüvene yönelmesine benzer. Böyle olduğu için, yani dile doğal olmayan bir -zorunlu- müdahale olduğu için her dönemde normal/ olağan dilden ayrı bir düzlem de yer alır şiir ve şiirin içerdiği, taşıdığı dil.”[8]

Toparlarsak: ‘21 Mart 2012 Dünya Şiir Günü’ için Sennur Sezer’in, kaleme aldığı ‘Şiir Çağının Yankısıdır’ başlıklı bildirisinde dediği üzere:
“Şiir, çağının seslerinin yankısını taşır: Kahkahalar, çığlıklar, ıslıklar… Aşk şarkılarına marşlar karışır, ağıtlara çocuk sesleri. Çok sesli bir korodur şiir, bir orkestra.

Şairler hükümdarlara övgüler yazsalar da bu sesleri şiirin orkestrasına ekleyemezler. Bir yıl geçmeden yıpranır gider o övgülerin kumaşı.
Eskimeyen, yaşamaya övgüdür, adalete, aşka.

Bir de diktatörlere yazılmış alaylar eskimez, bin yıllarca.

Şairler söz ustasıdır. Anadildir ustalığın nedeni. Vay şairlere ana dilini yasaklayana. Vay insanlara şiiri yasaklayanlara! Her dilde aşağılanmalı insanın düş gördüğü dilde yazmasını, şarkı söylemesini engelleyenler. Onlar için sövgüler bile armağan sayılmalı. Adları silinmeli tarihten.

Şiir, çağının seslerinin yankısıdır. Şair bu sesleri işler olan gücüyle. Aşk şarkıları, yaşama övgüleri duyulsun ister şiirinde. Hıçkırıklar aşktan kopsun, bir ağlayış olacaksa çocuğun ilk ağlayışı olsun.

Ve kadınlar, sesleri yüzyıllardır savaşları lanetlemekten yorgun, ağıtlardan kısık, şiirler söylerler güzel günler için, rüzgâra karışır. Onlara şiir yazılmaz, yazılanlar aşka övgüdür belki.

Şiir, çağının seslerinin yankısıdır. Sokaklardan kopup gelen seslerin uğultusudur. Zafer şiirlerinde ölen askerlerin analarının ağıtı duyulur. Aç çocuk ağlayışları ve dul kadınların çığlıkları. Bu yüzden ürperir bu şiirleri okuyanlar.
Çağının seslerinin yankısı duyulur şiirde. Şiirinde güzel seslerin yer almasını isteyen şairin işi zordur. Çünkü açlığı, savaşları durdurmak için uğraşmak zorundadır. O şairlerin seslerini duyarız, çocuk seslerine kulak verdiğimizde.”


NİHAYET

Nihayet!

Önce bir hatırlatma: Şiir yazarken, o şiiri yazmaktan başka bir şey düşünmedim hiç. Ne kuramlar, ne birtakım endişeler, ne başka bir şey... Beni hiç ilgilendirmedi. Şiirimin geldiği yolu da, gitmesi gereken yolu da düşünmedim. Sadece yazdım. Ben değişirken şiirim de değişti. Beni besleyen, yaşamımdı,”[9]der Ülkü Tamer…

Sonra da bir anekdot: Neruda’nın en iyi okuyucularından biri olarak gördüğü Eliot, bir gün Şilili şaire kendi şiirlerini okumak ister. “Okumayın” der Neruda ve kovar Eliot’ı yanından. İskoçyalı şair Frazer da bunun üzerine, Neruda’ya kızar ve “Neden böyle yapıyorsun?” diye sorar.

Neruda’nın yanıtı ilginçtir: “Okurumu yitirmek istemiyorum. Resim yapabilir, denemeler yazabilir ama şiir yazmasın. Ben okurumu elimde tutmak, kendim için alıkoymak istiyorum” ve şöyle bitirir lafını, “Zira böyle giderse şairler bundan sonra yalnızca öteki şairler için eser yayımlayacak. Her biri kendi şiir dergiciğini çıkarıp ötekilerin cebine koyacak. Böylesi hiç zahmete değmez.”

Şairlerin şairler için yazması fikri Neruda’yı heyecanlandırmaz. Oysa şimdi bu noktaya gelmişiz gibi görünüyor, şiir en az okunan edebiyat dallarından birine dönüştü ve okuyanlar da çoğunlukla kendileri şiir yazmaya hevesli kişiler.

97 yaşındaki Şilili şair Nicanor Parra, Güney Amerikalı şairlerin tercih ettikleri süslü dili bir tarafa bırakıp sokak ağzını ve gündelik hayatta kullanılan dili şiire sokmasıyla “karşı şiirin” önemli isimlerinden biri hâline gelen Parra aynı zamanda “halka yukardan bakan” şairleri, sokağı yaşamaya davet etmesiyle tanınıyor.

Manifiesto şiirinde yeni şairlerin, yeni bir şiirin geldiği haberini şöyle veriyor örneğin (eminim daha iyi çevirenler çıkacaktır ama şimdilik benim kelimelerimle idare etmeniz gerekecek): “Bayanlar ve baylar/ son sözümüz budur/ ve ilk sözümüz: Şairler Olimpos’tan indiler.”


TEMEL DEMİRER

20 Ağustos 2012

N O T L A R
[*] Newroz, Yıl:6, No:219, 1 Eylül 2012…
[1]Eric Hobsbawm.
[2]Anna Ahmatova, Dünya Kadın Şairlerinden Kadının Hâlleri, Derleme ve çeviri: Selahattin Yıldırım, Agora Kitaplığı, 2012.
[3]Süreyya Berfe, Seferis ile Üvez, Metis Yay., 2010.
[4]Eski Uygarlıkların Şiirleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., s.45-47
[5]Turgay Fişekçi, “Şiir Nedir Aslında?”, Cumhuriyet, 16 Mayıs 2012, s.14.
[6]Ülkü Tamer, “Şiir Üstüne Dağınık Düşünceler - 3”, Cumhuriyet, 24 Eylül 2011, s.15.
[7]Erdal Alova, “Düzyazı Şiirin İstediği Yere Gidemez”, Notos, No:31/ 2011/06, Aralık 2011-Ocak 2011-12, s.89.
[8]Sabri Kuşkonmaz, “Şiire Dışarıdan Bakmak”, Birgün, 17 Ekim 2011, s.13.
[9]Ülkü Tamer, “Şiir Üstüne Dağınık Düşünceler”, Cumhuriyet, 10 Eylül 2011, s.13.