Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Nisan 2013 Pazar

EMEĞİN SANATI'NDAN 138. MERHABA





Merhaba,

Siyaset kazanını gümbür gümbür kaynarken, Nisan baharından 1 Mayıs’a doğru direngen adımlarla yürüyoruz. 

Öyle günler yaşıyoruz ki, sözler, duruşlar, iddialar havada savruluyor. Niçin havada? Çünkü daha yere düşmeye fırsat bulamadan bakıyorsunuz sözler, duruşlar değişiveriyor. Kimi insanlar, insanları avlama, tavlama peşinde. Söz sözü, laf lafı yalanlıyor. 

Barış sözcüğü dillerden düşmese de, içi muğlâk dışı parlak bir barış hasretimizi karşılamaktan uzakta. Elbette, bu barışın içinin muğlâklığını açıklığa, netliğe kavuşturmak görevi de sosyalistlere düşüyor. Kimilerinin ağzında barış sözcüğü kirlense de temizlemek için çaba ve mücadele de bizlere düşüyor. Elbette bu muğlaklık, kapitalizmin özünden kaynaklanmaktadır. Kapitalizme sıkı sıkı tutunanlarla esaslı bir barış her zaman bu belirsizliği taşıyacaktır.

Önemli olan umudu karartmamaktır. Bu konuda oldukça dikkatli ve duyarlı olmak yükü düşüyor ateşin başına geçenlere. Rüzgârlı düşlere kapılmamak gerekiyor. Biliyoruz ki, özgürlüğe sahip olunmadan  barış olamaz; çünkü özgürlüğü barıştan ayıramayız. Cezaevlerini dolduran gazetecilerin, öğrencilerin, Kürt devrimcilerin varlığı barışın inandırıcılığını oldukça örselemektedir.

Barış bir koşudur. Bıçak sırtında bir yaşamın ince cılgalarına doğru.  Umudun ve çağlayanların türküsünde, ürkülere kapılmadan, alabalıklar gibi oltalara takılmadan , bilinçli kalabalıklarla düşmektir peşlerine barışın ve dostluğun.

Barış bir serüvendir, özle kabuk arasında. Gecenin çıkrıklarına asılarak çekmek aydınlığın sularından, umudun ve özlemin ağlarında, emeğin ve ekmeğin güneşini.

Gerçek anlamda bir barış için artık adımlarımız karanlığı  sarsmalı, gerçeklerle çarpışıp sendeleyenlere ayak seslerimiz yol göstermeli. Acemi kaçışlara bulvarları kapamalı, sokakları adres göstermeli.  Düşlerin buruksu tadını,  aştığımız dağın sırtında bırakmalı. Umut şimşeğinin şavkında sabaha mahmuzlamalıyız özlemlerimizin yılkı atlarını.

Burada en büyük görev, barışın sancağını evrenin burçlarına dikme görevi işlevleri ve gereklilikleri kendilerinden menkul akil sıfatlı insanlara değil, sanatçılara ve bilim insanlarına düşüyor. Onların yapıtları tanklardan, bombalardan daha güçlü değil midir? Evrenin geleceğini onlar biçimlendirmeyecek mi? Bugün geçmiş uygarlıklardan bir iz aradığımızda sanatçıların yapıtlarıyla karşılaşmıyor muyuz. Eski uygarlıklardan kalan örenlere, kalıntılara baktığımızda hangi silâh yapımcısının ya da tacirinin izini görebiliriz? Onlardan kalan tek iz, yaktıklarından, yok ettiklerinden çağımıza dek gelmeyi başaran sanat yapıtlarının yıkıntılarıdır. Öyleyse geleceğe giden en kısa yol savaş değil barıştır. Bu barış da danışıklı, şartlı şurtlu olmaktan uzak olmalıdır. Bunun için de tüm dünyanın bir an önce barış bilincine ulaştırılması gerekmektedir. Bunu başaracak olan da ancak sanatçılar ve bilim insanlarıdır.


Ali Ziya Çamur


BU SAYININ SAVSÖZÜ


"Sanatçı arkadaşımız ‘’Ben anlamam siyasetten miyasetten, hoşlanmam da zaten.’’, dedi. Yüzüne baktım bir süre anlamaya çalışarak. ‘’Ben tarafsızım abi, sanatı seviyorum ve sadece onunla ilgileniyorum.’’, diye devam etti. Yani sanat sadece sanat içindir, diyorsun. ‘’Evet, neyse işte… gitmem lazım, iyi bak kendine.’’, dedi gitti.
...................
Tarafsızlık ya da diğer biçimiyle; sanat için sanat. Aslında ben korkuyorum, sanat benim için bir ego tatminidir, para kazanmak içindir, demek gibi bir şey. Neysen o’sun diyen burjuva sanat anlayışıdır. Tiyatrocu tiyatro yapsın, müzisyen müzik, ressam resim. Ama egemen sisteme alternatif sistem göstermesin.

Kapitalizmde her şey bir metadır. Bir üründür. Pazarı vardır. Sen sanatçı olarak bu sistemin kötü olduğunu anlatmazsan sorun yoktur. Kendini varedebilmek için sanatını sunacağın birileri olmalı. O zaman sanat da bir üründür. Her ürün gibi bir değeri vardır. Dahası yeni ürünler verebilmen için ürettiklerini satmalısın. Ve sunacağın pazar kapitalist pazardır. Pazar umurunda değilse özgünleşebilirsin. Ama umurundaysa yani para kazanmak istiyorsan, o zaman sanat artık para içindir.

Tercih yapmak zorundasın. Sanat sanat içinse , sanat para içindiri kabullenmek zorundasın. Sanat yaşam içindir diyorsan tarafın toplum tarafı olmak zorunda. Olmak ya da olmamak , bütün mesele budur!” ALİ CEMAL (Devrimci Hareket 40. Sayı Nisan-Mayıs 2013)

YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ


EMEĞİN SANATI DOSTLARI
HASİBE AYTEN VE ŞERİF TEMURTAŞ’TAN İKİ YENİ KİTAP!

Emeğin Sanatı ailesinden iki değerli şairimizin yeni kitapları yayınlandı:

Zemheriden Sonra Bahar
  

Şiire 1980’lerde başlayan, yolu 12 Eylül ve sonrası cezaevlerinden geçen Şair Şerif Temurtaş’ın ilk kitabı “Zemheriden Sonra Bahar” Mühür Kitaplığı tarafından yayınlandı.

1965 yılında Salihli'nin Delibaşlı köyünde doğdu.İlkokulu köyünde ortaokulu adala beldesinde okudu. Salihli Endüstri Meslek lisesi elektrik bölümünden mezun.Gazi Üniversitesi Kastamonu eğitim fakültesinde sınıf öğretmenliğinde öğrencilik yaptı. Halen kamuda memur olarak çalışıyor. Şiirleri cumhuriyet dergi, imece, Yarın Görülmüştür seçki kitabı, mühür, ekin sanat , iz ,varlık, berfin bahar,gediz ,emeğin sanatı, çağdaş yaşam , hayal bilgisi ,kasaba sanat, deliler teknesi, sanat cephesi, tay, sunak, kurşun kalem, akatalpa, eliz, har, şiiri özlüyorum, ikindi şairleri antolojisi, bezuvar, tmolos , hayal ,afrodisyas sanat gibi dergilerde yayınlandı, yayınlanmaya devam ediyor… Şair Dağın Doruğunda 2012 şiir seçkisinde yer aldı.

Şerif Temurtaş, sosyalist gerçekçi çizgide başladığı şiire, doğa-insan-toplum çerçevesi içinde  nabzımızı tuttan, sosyal gerçeklikten uzak durmadan, kendine özgü naif bir şiiri geliştirdi Temurtaş şiirinde yaşananları ve yaşatılanları doğanın perspektifi içinden, insancıl etkiyi katmerleştirerek veriyor. Sincaplardan, mormenekşelere uzanan ve özünde insanı hedef alan karanlığın içindeki ülkenin pusak seherini şiir diliyle duyumsatıyor... Cemreleri umutlarımıza, hasretlerimize, düşlerimize düşen şiirler yer alıyor “Zemheriden Sonra Bahar”da...

Dağlar, çoban türküleri, aşk ve kavga da Şerif Temurtaş’ın tematik çerçevesi içinde yer alıyor.. “ey hayat / ekin olsun adın / adın kavga olsun / cenk olsun / toy olsun”  Genel olarak niteleyecek olursak, dağlarında ağıt sesi yankılanan bir yurdun şiirlerini yazarken umudun şafağına derin izler açıyor Şerif Temurtaş: “gün boyu yüreğimde duyarım / paylaşamam kederini / ey insan / yazılan ilk destan / ne sensin/ne de yalnız ben”


Suların Kucağı


Emeğin Sanatı dostlarından şair-yazar Hasibe Ayten’in üçüncü şiir kitabı Suların Kucağı, Kurgu Kültür Merkezi yayınlarınca  yayınlandı. Hasibe Ayten’in “Dikende Gül Uyanır”, “Sevgi İklimi” şiir kitaplarının yanında ayrıca bir de “Aynaları değiştirin” adlı bir de öykü kitabı vardır.

Kitabın arka kapağında, Şair Ahmet Özer’in kitapla ilgili değerlendirmesinde şu sözlere yer veriyor:

“Hasibe Ayten, bir yanıyla insanın içsel dünyasına tarihsel yolculuk yapıyor, bir yanıyla çağının sorunlarına tanıklıktan geri kalmıyor. Bunları yaparken deyalın, içten, naif bir dil kullanıyor.

Şairin yaşadığı dünyada kendine özgü sığınakları vardır. Onlarla olagelecek fırtınalara göğüs germesi söz konusudur. Hasibe Ayten’in iç dünyasına, dış dünyadan çekip aldığı onlarca düş ve düşünceyi bu çerçevede değerlendiriyoruz. Aşktan doğaya, tarihten güncele, çocukluktan acılara uzun bir yolculuğa çıkarıyor okuru.... Özetle Hasibe Ayten, Suların Kucağında  insan denizine avuçlarını daldırıyor.”

“Çiçekli günler düşüneceğiz / karanlığı yırtan güneşlerle / bilimin ekmeğin aşkına / terimizle vereceğiz suyu demire”


III. ŞERZAN KURT ÖYKÜ ÖDÜLÜ 2013...

Eğitim Sen Batman Şubesince, Muğla Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü İkinci sınıf öğrencisi iken 12 Mayıs 2010 tarihinde, Muğla’da yaşanan öğrenci olayları sırasında uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybeden ŞERZAN KURT (1989-2010) anısına bir öykü ödülü düzenlemektedir. Bu yıl üçüncüsü gerçekleştirilecek olan ödülün amacı; edebiyata özgün yapıtlar kazandırmak ve Türkiye’de yaşanan insan hakları ihlallerine dikkat çekmektir.

Katılımcılar daha önce herhangi bir yerde (kitap, dergi, internet vs.) yayımlanmamış ve ödül almamış bir öyküyle yarışmaya katılabilirler. Yarışmanın dili Kürtçe ve Türkçe’dir. Her dilde ayrı ödül verilecektir. Jüri uygun gördüğünde ödülü paylaştırabilecektir. Öykü, özgeçmiş, iletişim bilgileri ve fotoğrafı da içeren bir maille serzankurt2011@gmail.com adresine gönderilmelidir. Son katılım tarihi: 15 Ağustos 2013

III. ŞERZAN KURT ÖYKÜ ÖDÜLÜ’nün sonuçlanmasının ardından hazırlanacak kitapta Seçici Kurul’un uygun göreceği eserlere yer verilecektir. Yarışmaya eser gönderenler bu hükmü kabul etmiş sayılacaktır. 5. Sonuçlar basın yoluyla açıklanacak olup,  ödüller ŞERZAN KURT’un doğum günü olan 8 Kasım’da gerçekleştirilecek bir etkinlikle verilecektir. Ödül, kurum tarafından verilecek bir plakettir. Para ödülü verilmemektedir.

Türkçe yarışmanın seçici kurulunda Adnan Binyazar, Ayşe Sarısayın, Güray Süngü, Hasan Özkılıç, Özcan Karabulut, Nejla KURT (Şerzan KURT’un annesi. Oy kullanmayacaktır.); Kürtçe yarışmanın seçici kurulunda; Hesenê Metê, Brahîm Ronîzêr, Lokman Ayebe, Feratê Dengizî, H. Kovan Baqî,  Ömer KURT(Şerzan KURT’un babası. Oy kullanmayacaktır.)...


 13. ULUSLARARASI ANKARA ÖYKÜ GÜNLERİ 1-5 MAYIS’TA
  
Çankaya Belediyesi ile Dünyanın Öyküsü dergisi işbirliğiyle, CerModern,  Cafe Soul, Sanat Sokağı ve SUDEM’in katkılarıyla,  bu yıl 13.’sü yapılacak olan, Uluslararası Ankara Öykü Günleri, 1-5 Mayıs 2013 tarihinde Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi, CerModern, Cafe Soul, Sanat Sokağı ve SUDEM olmak üzere beş ayrı mekânda gerçekleştirilecek.

13.Uluslararası Ankara Öykü Günleri’nin süreceği beş gün boyunca, yazarları tarafından 30’un üzerinde öykü seslendirilecek, alanlarında kendilerini kanıtlamış araştırmacılar, yayıncılar, akademisyenler, dergi yayın yönetmenleri öyküyle ilgili kuramsal metinler sunacaklar.

13. Uluslararası Ankara Öykü Günleri Onur Ödülü usta yazar Pınar Kür’e sunulacak.
(EDEBİYATHABER.NET)


 2013 ENVER GÖKÇE ŞİİR ÖDÜLÜ
  
19 Kasım 1981’de kaybettiğimiz, 1940 kuşağının önemli şairlerinden Enver Gökçe’nin unutulmaması, genç kuşaklarca tanınması için; Kar Dergisi tarafından bir ödül düzenlemiştir.

Ödül kitap ve yayına hazır dosya olarak iki dalda verilecek. Ödüle 2011-2013 yılları arasında yayınlanan kitaplar katılabilecek. 2011-2013 yılları arasında yayınlanmış ‘toplu şiirler’le de ödüle katılmak mümkün. Her dal için ödül tutarı 5000 (Beşbin) Türk Lirasıdır. Gerekirse jüri özel ödülü de verilebilinir.

Katılımcıların takma ad ya da rumuz kullanmaması gerekiyor. Katılımcıların gerçek ad ve soyadlarını kısa özgeçmişlerini katıldıkları yapıtın adıyla birlikte leylasahin256@gmail.com elektronik posta adresine bildirmeleri gereklidir. Kitap ve dosyaların ulaştırılacağı posta adresi Niyazi Yaşar P.K.32 Kartal/İstanbul olup, sekretarya Ahmet Saraçoğlu tarafından yürütülecektir.Eylül 2013’te İstanbul’da düzenlenecek bir törenle verilecektir. Enver Gökçe’nin doğduğu yer olan Erzincan /Kemaliye’de ayrıca bir tören düzenlenecektir. Törene katılanların yol giderleri, konaklamaları ödülü düzenleyen Kar Dergisi tarafından üstlenilecektir.

Ödüle son katılım tarihi 15 Ağustos 2013’tür. Postadaki gecikmelerin sorumluluğu sekretaryaya ait değildir. Jüri Başkanlığını Leyla Şahin’in yaptığı Jüri soyadı sırasıyla: Yusuf Alper, Metin Cengiz, Metin Demirtaş, Hayrettin Geçkin, Tuğrul Keskin, Leyla Şahin ve Kar Dergisi adına Niyazi Yaşar’dan oluşmaktadır.


 KÖY ENSTİTÜLERİ GÜNEŞİ AYDINLATIYOR HÂLÂ…

17 Nisan, yalnızca eğitim tarihine değil, toplumsal tarihimize de damgasını vuran Köy Enstitülerinin kuruluş yıldönümünüdür. 1940’dan bugüne, hakkında binlerce yazı, tez ve kitaplar yazılan köy enstitüleri, emekçi halk çocuklarının okuma, öğrenme ve bilinçlenme sürecini başlattı.

Anadolu’nun dört bir yanında köylerden gelen çocuklar, dünyayı tüm boyutlarıyla öğrenmeye başladılar. İçlerinden geldikleri yoksul ya da orta gelirli köylüler için birer ışık kaynağı oldular. Böylece Köy Enstitüleri, yoksul halkın demokratik eğitime kavuşunca nasıl dinamik bir güç olacağını gösterdi. Enstitülerin yaklaşık yirmi bin mezunu, gittikleri köylerde birer halk önderi oldular. Öğretmen örgütlenmesinin öncüsü oldular. Köyü incelemeye, dünya edebiyatının başyapıtlarını okumaya giriştiler. Ve kendileri de özgün yapıtlar vermeye başladılar.

Altı yılda Türk Edebiyatı Tarihine “Köy Enstitülü Yazarlar Kuşağı” diye damgasını vuran altmışı aşkın ozan, yazar ve bunların yanında araştırmacı, bilim adamı, müzisyen, ressam, yontucu yetiştiren Köy Enstitüleri, yalnızca eğitim tarihimizde değil, sanatsal ve toplumsal tarihimizde de hak ettiği yeri aldı:

“topraktı güneşti bildikleri yasa
Ekmeğe ve aşka inanıyordular
Doğu dağlarında çoban
Kıyılarda balıkçı işçi
Çukurovada pamuk
Bozkırda başaktılar

…..
Uyandı derinlerde bekleyen tohum
Bir sabah doğruldular
En önde dağların yalnızlığı
Hüznü mağaraların
Ardında yalnayak gömleksiz köyler
Gurbet acıları yanan ormanlar
Kavrulmuş tarlaları kurak yılların
Yer altı yerüstü insanlarının sabrı
YÜRÜYÜŞE başladılar”

MEHMET BAŞARAN


SOSYALİZMİN BAĞLAMADAN YANKILANAN
GÜR SESİ:  ÂŞIK İHSANİ

68’lerden 78’lere sesi her devrimcinin nabzında atan Âşık İhsani’yi, 77 yaşında, 21 Nisan 2009’da sonsuzluğa uğurlamıştık. Bir dönem, gökkubbeyi sosyalizm şiarıyla sarsan İhsani'nin sesi eylemlerimizde çınlamaya devam ediyor.

 Âşık İhsani, 1963 yılına kadar geleneksel halk türlülerini okumayı tercih etti. 1968"li yıllarla birlikte devrimci rüzgârdan etkilenen İhsani, Türkiye İşçi Partisi’ne üye oldu. Âşık İhsanı bu bilinci ve inancı ile halk şiirine çok yenilikler kattı. En başta devlete ve düzene hiçbir dönemde uşaklık etmedi. Ölümüne dek yoksuldu, yoksullardan yanaydı…

Her dönem de sazıyla, sözüyle, haksızlığa, baskı ve zulme baş kaldırdı, ona sus dendikçe susmayıp sesini daha da yükseltti. Sosyalist bir düzen özlemiyle yazdığı, bestelediği türkülerle devrimcilerin direnç ve sınıf bilincini pekiştirdi. Âşık İhsani'nin ilk yazdığı devrimci şiir "Korkuyorlar, korkacaklar, korksunlar Geliyoruz, geleceğiz, yakındır" şiiri oldu. Dönemin gençlik hareketiyle birlikte birçok protesto gösterisine katılan Âşık İhsani, Türkiye ve ülke dışında birçok konser verdi. Âşık İhsanı'nın sosyalist bilinçle gürleyen şiirleri, binlerce yıllık halk şiirinin en modern, en güçlü sesi oldu.

İlhan Başgöz, “Âşık İhsani köy kültürünün soyut aşk şiiri temasından, kent kültürünün yazılı, eleştiri kültürüne geçişin en önemli ismidir. Âşık İhsani’nin şiiri ve hayat hikâyesi toplumun 1940’lardan beri geçirdiği, iyili kötülü sosyal değişimin hikâyesidir ve öğreticidir” diye betimler onu.  Temel Demirer’e göre de o bir filozoftur aynı zamanda: “Onun dizelerine baktığımızda herhangi bir Anadolulu saz şairiyle değil, kelimenin tam anlamıyla bir filozofla karşı karşıya olduğumuzu görürüz.”

 Bir ara serbest ölçüyle de şiirler yazmayı denedi. Onun sesi ve sazından bütün Anadolu’da yankılanan “Mektup” şiiri 12 Mart’ın simgelerinden biri olmuştu. Mısralarını çuvallar dolusu dertle dolduran, noktalarını birer mızrak başı gibi sert vuran İhsani’nin şiirleri kalıcı değildir denildi. Şu şiiri bugünde hâlâ geçerli değil midir?
“Duydun mu bilmem?
“Etkin az”mış
“Senden bir şey olmaz”mış…
Böyle diyor “sanatı sanat için” yapanlar.
Yani
O kıç koklayıp yer kapanlar…
Varsın desinler be!
                        Ne çıkar…
Ama
Yemin ederim ki senin adına
İnadına
Bu deveyi bu diyarda güdeceğim.
Yani benden önceki ustalarımın
Bıraktığı yerden
            Yoldan
                        Seri
                                   Somut
                                               Ve soldan
Devam edeceğim.”


OKTAY RİFAT ŞİİRLERİYLE DALGALANDIRMAYA
DEVAM EDİYOR HAYATIMIZI…

Şiirimizde değişimin değişmezliğe varan çizgisinde Garip şiirinden 80’lere uzun yol kat eden şiirleriyle, romanlarıyla, tiyatro yapıtlarıyla edebiyatımıza damgasını vuran Oktay Rifat’ı 18 Nisan 1988’te yitirdik.

Sürekli akışkan bir şiir anlayışı içinde sürekli farklı deneyimlerle sürdürdü şiirini. Çıkış çizgisinde toplumcu eğilimler taşısa da çevrenin ve dönemin etkileri ile birlikte toplumcu bakışını kapalı şiirin içine hapsetti. O dönemde hepsi sosyalist olan Fransız sürrealistlerinden etkilenir gibi olmuşsa da onlardan farklı olarak anlamı yoğunlaştırarak vermek yerine anlamı buharlaştırmayı yeğledi..

Şiire yalınlıkla başlamış ve sonlara doğru bir anlam kapalılığına gitmiştir.  Bütün bunlara karşın, kendisi bir yazısında sanatla ilgili şunları söyler:

"Edebiyatçı olarak uyanık, bilgili, hiç olmazsa bir politikacı kadar cesaretli olmak zorundayız. Sanat eserinin sürümüne, gelişimine set çeken kanunların kalkmasını sanat derneklerimiz istemeli. İktidar hükümetlerinin milli eğitim politikası bizi en az bir şiir, bir roman kadar ilgilendirmeli."
   
    “Eller Var Özgürlüğün” şiirinden:
5
Işık kör edicidir, diyorlar,
Özgürlük patlayıcı.
Lambamızı bozan da,
Özgürlüğe kundak sokan da onlar.

Uzandık mı patlasın istiyorlar,
Yaktık mı tutuşalım.
Mayın tarlaları var,
Karanlıkta duruyor ekmekle su.

6
Elleri var özgürlüğün,
Gözleri, ayakları;
Silmek için kanlı teri,
Bakmak için yarınlara,
Eşitliğe doğru giden.


ŞİİRİMİZDE DERİNLİK VE YOĞUNLUĞUN USTASI:
SABAHATTİN KUDRET AKSAL

19 Nisan 1993’te yitirdiğimiz Sabahattin Kudret Aksal, derinlikle yoğunluk arasında gidip gelen, biçimsel titizliği öne çıkaran şiirleriyle edebiyatımızda özgün bir yere sahip şairlerimizdendir. Başlangıçta Garip şiirinin etkisindeki şiiri, zamanla felsefi bir boyut kazanarak, İkinci Yeni şiirinden de yararlanarak, dile yeni olanaklar kazandırmayı düşünen, kentli sıradan insanın tutum ve davranışlarını, nesnelere ve doğaya bakışını irdeleyen, zamanı sorgulayan, simge ve soyutlamalarla büyüleyici yalınlıkta ve biçimci  ilginçlikler de taşıyan bir yapıdadır.

Başlangıçta Garip akımının etkisinde, gündelik yaşamın bireysel sevinç ve umutlarını dile getirdi; 1960'tan sonra, bir ölçüde gizemci, insanın, evrenin ve zamanın sorgulandığı, genellikle ölçülü ve uyaklı şiirler yazdı

Aksal, şiirlerinin yanı sıra öykü ve oyunlar da yazdı. Öykü ve oyunlarında, psikolojik öğeleri ve biçim arayışlarını öne çıkardı; "küçük insan"ların yaşamlarını, aile bireyleri arasındaki çatışmaları konu edindi.

 Kanat vurur başının üstünde döner durmadan bir mavi güvercin
Aydınlığında gecemin boy atan yabanıl bitkilerime azık
Yaşantımı sürdürme gücüm benim günüme geceme düşen ışık
Özgürlük dileğim kara ağaçlar değin köklü ölüm isteğim            


SHAKESPEARE  İNSANLIĞA PERDE AÇMAYA DEVAM EDİYOR…

Dünya Edebiyatı’nın en önemli şair ve tiyatro yazarı Shakespeare; 23 Nisan 1616’da sonsuzluğa göçtüğünden bu yana yapıtlarıyla insanoğlunun imgelemindeki  kin, nefret, acı, pişmanlık duygularını yeniden biçimlendiriyor; insanoğlunun içsel gelişimine katkı sunmaya devam ediyor.

Kendisinden sonra gelen şair, yazar, oyuncu, yönetmen, sinema yönetmeni gibi sanat adamlarının her zaman harmanladığı bir hazine oldu Shakespeare’nin yapıtları.  Shakespeare, tarih boyunca en çok okunmuş yazar olma özelliğini hiç kaybetmedi. Eserleri 100'ü aşkın dile çevrildi. Sinemaya en çok uyarlanan oyunlar da yine Shakespeare'e ait.

Şiirleri ise 400 yıl öncesinden insanlığın umutlarını, aşklarını, kırıklıklarını ince ama zaman zaman ironik bir biçemle anlattı. İnsanlığın Bu Büyük Ustası, bugün de İnsanlığa seslenmeyi sürdürmektedir. Günümüzün Makbethlerine ve diğer zalimlerine karşı koymanın yollarını göstermektedir…

66. SONE

Vazgeçtim bu dünyadan
Tek ölüm paklar beni
Değmez bu yangın yeri
Avuç açmaya değmez
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz
Ezilmiş hor görülmüş el emeği göz nuru
Ödlekler gecmiş başa derken mertlik bozulmuş
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın
Değil mi ki kötüler kadı olmuş yemen'e
Vazgeçtim bu dünyadan
Dünyamdan geçtim ama
Seni yalnız komak var
O koyuyor adama...

SHAKESPEARE (Can Yücel Çevirisiyle)





NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanatiGoogle Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.comFacebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati


YAVUZ AKÖZEL: Bir Türkiyeli Göçmenin Notları (6)



BİR TÜRKİYELİ GÖÇMENİN NOTLARI- VI






Bulgaristan Anıları, Yaşanılanlar Ve Yaşatılanlar



Bizim otelimiz araba!

Sıcak yaz gecelerinde de parklar! Yol boyu karşımıza çıkan otel, motel, pansiyon gibi yerlerde yatanlar çok az... Köylülükle işçi sınıfı arasında sıkışıp kalmış bizler, binbir zorluklarla kazandığımız paraları kıyıp da otellere, motellere, pansiyorlara vermek istemiyoruz. Küçük VW Polo’muzun arka koltuğu ve bagaj kısmı tıka basa eşya dolu olduğu için oturduğumuz yerde uyumak zorundayız. Çok zor, rahatsız edici bir şey ama başka da çaresi yok. Direksiyona ellerimi ve başımı dayayarak uyumaya çalışıyorum. Ataman Abi ise yine her zamanki gibi başı yana kaykılarak anında uyuyup, hafiften horlayarak derinden  soluk alıp veriyor.
       
Bir saat kadar kendimden geçmişim... Uyandığımda ellerim, ayaklarım uyuşmuştu... Ataman Abi ise hâlâ aynı durumda, aynı tempoyla uyuyordu. Yavaşça kapıyı açıp dışarı çıktım, kültür-fizik yaparak kendime gelmeye çalıştım. Gün ağarıyordu ve burada da karatavuklar hoşuma giden o canlı ötüşleriyle sabah serenadını yapıyorlar, bana ve başlayacak yepyeni bir güne ‘günaydın‘ diyorlardı. Sabahın, böylesine kuş cıvıltılarıyla berrak bir güne uyanışı ne kadar güzeldi. Gökyüzünde bulut namına birşey kalmamıştı, pırıl pırıldı ve sımsıcak, altınımsı bir günün müjdecisiydi. Yoluma devam etmeliyim, ‘öğlen güneşin altında bir parkta kestirir, uykumu alırım‘ diye düşündüm .
       
Pirot yakınlarına geldiğimizde arabayı Türk TIR’larının da yoğun olarak konakladığı bir parka çektim. Güz mevsimi olmasına karşın bu ikindi zamanında pırıl pırıl gülümseyen güneş sayesinde ortalık sıcacıktı ve artık boylu boyunca uzanıp deliksiz bir uyku çekmek zamanıydı. Öyle de yaptım. Arabanın dışına, hemen yanına battaniye serip uzandım. Hemen uyumuşum.

Ataman Abi de arabanın içerisinde, ayaklarını direksiyondan yana uzatarak benim kadar olmasa da yine de rahat bir uyku çekme olanağı buldu.

Böyle yolculuklarda insan TIR şoförlerini bir bakıma imreniyor. Onların sürdükleri TIR’ları aynı zamanda evleri olmuş. Adam akıllı yatakları, televizyonları, buzdolapları, ocakları masa ve sandalyeleri var. Park yerlerinde yemek pişiriyor, çay demliyorlar. Dinlenme zamanlarında konakladıkları yerlerde diğer sürücülerle arkadaşlık kurup güzel muhabbetler yapıyorlar. Aslında onların demledikleri çay, bu yol kenarlarına dizilmiş kahve ve lokantalarda içtikleri çaylardan kat be kat lezzetli ve kaliteli. Buna karşın onlar, çok zaman sadece diğer şoförlerle sohbet edebilmek için kısıtlı olan paralarına kıyıp, gidip çay içiyor, birşeyler yiyiyorlar.

Biraz maceraperest olduğum ve yaşamın tanımadığım ,benim için ‘giz’ olan yönlerini merak ettiğim için bana,TIR sürücülüğü de oldukça ilginç görünmüştü. Bazen onların yaşantılarını imrenip de kendi kendime “Ahh! Keşke TIR şöförü olsaydım“ dediğim dahi olmuştur!

Sınırlarını parçalamış bir özgürlük gibi görünmüştür gözüme. Tutsaklıktan kaçış, engin bir denize açılış gibi algılamışımdır. Bugün burada, yarın bilinmeyen uzaklıklardasın. Yorulduğun yerde durup mola veriyorsun. Aracını hoşuna giden manzaralı hatta biraz da kalabalık bir park yerine çekip hem dinleniyor hem de diğer şoförlerle güzel muhabbetlere dalıyorsun... Bir sürü, her milletten insan tanıyorsun. Canının dilediği gibi hareket ediyorsun! Karışan yok, kontrol eden yok. Ne güzel değilmi? Evin sorumluluğunu, çocuklarının sorumluluğunu da hanımının eline üç-beş kuruş sıkıştırıp üzerinden atmışsın! Modern dünyanın saat dilimlerine bölünüp de zembereği kurulmuş yaşamının dışına atıyorsun kendini, bu yansıyan görüntü  ‘Tam istediğim gibi bir yaşam’ dedirtircesine  bir ‘özgürlük’müş gibi  algılanıyor. Hemen aklıma Heinrich Heine’nin güzel bir şiiri geliyor:
  
    “ Siyah setreler ipek çoraplar,
       Beyaz kibar kolluklar,
       Nazik konuşmalar kucaklaşmalar...
       Ama ne olurdu biraz da kalpleri olsaydı !

       .............

      Ben dağlara çıkmak istiyorum :
      İyi kalpli insanları barındıran kulübelerin bulunduğu
      İnsan göğsünün özgürce soluk aldığı,
      Özgür rüzgarların estiği dağlara. “
                                                              Heinrich Heine(Harz Dağları şiirinden )
    
(Harz,Göttingen ile Braunschweig arasında kalan dağlık,ormanlık bir kur bölgesi ve kenti )

Bu özgür dağlar var  mı? Bu özgür dağlar yoksa sonsuz yollarda direksiyon sallayan bir gariban TIR sürücüsünün  parçalanmış yaşamında mı gizli?

—İyi akşamlar, diyorum Bursa plakalı TIR’ın sürücüsüne...
—İyi akşamlar  hemşehrim!
—Bursaya  mı?
—Evet, Almanya’dan araba koltuklarının metal aksamlarını götürüyoruz, Renault için.
—Türkiye yapmıyor mu peki?
—Orasını bilemem, benim görevim gidip getirmek... Hangi iş çıkarsa, o adrese gidip yükü alıp taşımak!
—Peki neresinden aldın yükü? Biz de Almanya’dan geliyoruz, Almanya’da yaşıyoruz...
—johnson Control(Dautphetal) diye bir fabrika hemşehrim... Amerikalılara aitmiş... Ne bileyim işte Biedenkopf yakınlarında bir yerlerde Frankfurt’un 100 km kuzeyinde, ücra bir köyde anlıyacağınız!
—Eee peki bu ücra yeri bulmakta zorluk çekmiyor musun peki? Yabancı bir ülke, dil, yol bilmezsin?
—Hemşehrim, adınız?

Adımı söylüyor, tanışıyoruz. O da adını söylüyor “Kemal” diye.
—Y. kardeşim. Artık eski zamanlarda yaşamıyoruz. Teknoloji oldukça gelişti. Navigasyon yolumuzu fabrikanın kapısının tam önüne kadar, hem  yol üzerinden hem harita üzerinden hem de konuşarak an be an tarif ediyor. Gideceğin yeri elinle koymuş gibi buluyorsun.
—Evet! Benim de sorduğum soruya bak yani! Ehh..Yol şaşırma problemi de yok! Nasıl da güzel bir özgürce yaşam seninkisi!
—Özgürce yaşam?
—Yani dilediğin gibi, bağımsız...
—Hiç de düşündüğün gibi değil!


—Yani özgür, bağımsız, yani  TEK DÜZE OLMAYAN  bir yaşam değil mi?
—Git be Y. Efendi kardeşim!
—Dilediğin yerde duruyor, dilediğin gibi yaşıyorsun... Kontrol eden yok, karışan yok. Üstelik insanın düşünde bile göremiyeceği yerler, insanlar görüyorsun, tanışıyorsun, sohbet ediyorsun. Daha ne olsun?
—Ahh!.. Y. kardeşim... Herşey dışardan ne güzel görünüyor! Durum hiç de sandığın gibi değil. Nakliye firmasının merkezince her dakika kontrol altındayız. Yollarda nerelerde durmuşuz, nerede yatmışız kalkmışız, kaç saat dinlenmişiz hepsi belli... Biz yolumuzu şaşırsak bile onlar bizi uyarırlar. Yani 24 saat gözetim altındayız. Araba sürerken, oturup kalkarken, dinlenirken sürekli bir gözün üzerinizde olduğunu duyumsarsınız ! Teknolojinin getirdiği kolaylıklar mı desem? Yoksa getirdiği yeni model köleleştirme araçları mı desem? Artık sen bunları al, birbiriyle çarp, böl, topla ve çıkar!
—Bak bunları düşünmemiştim işte!
 —Evimizden ayrı olmak, iyi bir şey mi sanıyorsunuz? Ellerini öper dört çocuğum var... Hepsi de okula gidiyor. Büyük kızım liseyi bitiriyor bu yıl. Özel dershanede ders alıyor. Özel dershaneye gitmeseymiş üniversiteye giremezmiş... Aldığım para belli... Evimiz kira, hanım kalp hastası, şeker ve tansiyonu da var... Ben de tam sağlıklı sayılmam yani... Bu yollarda gide gele bakımsızlıktan, üzüntülerden sağlığımı iyice yitirdim. Batsın böyle özgürlük!.. Bu özgürlük değil tam anlamıyla esirlik, kölelik! Parayı kazanan patronlar!
—Nasıl yani?   
—Ben Türkiyeden yükü sarıp Dortmund’a indirdim, telefon geldi, ‘bekle’ dediler. Arabayı TIR parkına çekip dört gün hareket emri bekledim. Sonra işte bu yükü sarmam için yeni adres gönderdiler!.. Anlıyacağın on dört gündür yollardayım. Aklım da evde yani... Hanımım telefonda ‘tasalanma, ben de,  çocuklarda tümümüz iyiyiz,’ diyor ama ben biliyorum ki, üzülmeyeyim diye böyle konuşuyor. Nasıl merak etmem? Nasıl üzülmem? Anlayacağın patronlar TIR’ı boş hareket ettirmezler. Bazen yük bulunana kadar 10 gün dahi beklediğimiz olur. Park yerlerinde yatar kalkar bekleriz. Bir de bunun karı, kışı, yağmuru, tipisi var. Sen kendi yalnızlığındasın kararmış, karanlık kuyulara savrulmuş acılı iç dünyandasın ve patron kazansın diye günlerce beklersin...
—Ama bak hep değişik yerler, insanlar, bambaşka atmosferler, bitki örtüleri, iklimler?..
—Bu ilk bir kaç sefer böyle... Sonra herşey öylesine tekdüzeleşiyor ki...İNSANLAR TEK İNSAN, ÜLKELER TEK ÜLKE, ATMOSFER TEK ATMOSFER, BİTKİ ÖRTÜSÜ HEP AYNI BİTKİ ÖRTÜSÜ olup çıkıyor. Yani anlıyacağın bizim, düşüncelerinizdeki gibi bir dünyayı  yaşamamıza şartlar izin vermiyor. Başlangıç ve bitiş noktasını bize gösteriyorlar. Yegane gördüğümüz ve yaşadığımız bu iki noktanın arası. Bu iki noktanın arasında sağa sola sapmaksızın, görmeksizin, duymaksızın, tadmaksızın gitmek ve dönmek!...

Karanlık çökmüştü. Ataman Abi uyanıp lokantaya doğru yollanmıştı. Ben de ardı sıra yürürken dönüp dönüp Şoför Kemal’e ve heybetli TIR’ına bakıyorum.Uzaktan yine de seslendim. “Haydi sen de gel, birlikte birşeyler yiyip içelim” diye. “Sağol Y. Kardeş, size afiyet olsun” diye yanıt verirken demliği piknik tüpünün üzerine yerleştirmekle uğraşıyordu.
              
Sırp güzeli 20 yaşlarında iki genç kız beni, oldukça neşeli ve Türkçe “Hoşgeldin abi” diyerek karşıladılar. Ataman Abinin yanına oturup bir çay söyledim..Burası bir lokantadan çok kır kahvesini anımsatıyordu. Alçak tavanın hemen altında duvarların birleştiği köşenin arasına asılmış eski bir televizyon  düşecekmiş gibi duruyordu. Bir kaç masada yorgun görünümlü insancıkların kimi çay içiyor kimisi de yemek yiyiyordu. Kızlarla Ataman Abi bayağı muhabbetli olmuşlar kısa sürede. Meğer Ataman Abi her geçişinde buraya uğrarmış, tanışıyorlar yani.

—Geçen yaz, Temmuz ayında hanımımla beraber uğradık buraya. Çok acıkmış,  köfte yemiştik; müthiş bir şeydi, tadı damağımızda kalmıştı. Sonra da  Ağustos ayında, dönüşte de uğrayıp, tadı damağımızda kalan o köfteden yine yemiştik.
—Desene ağzımıza layık bir yemek yiyeceğiz burada...
       

Sırbistan(Pirot) -Bulgaristan Arası Transit Yol


—Elbetteki... Burada durmamızın asıl nedeni de bu zaten. Sana Sırbistan’ın köftesini(Cevapcicisini) tanıtacağım!

Sonra Ataman abi iki tane ‘cevapcici’ söyledi. Köfte öyle bildiğimiz gibi role şeklinde yani Türk usulü değildi. Kocaman Pizza tabaklarında aşağı yukarı 22 cm büyüklüğünde kömür ateşinde kızartılmış dana kıymasıyla yapılmış, mis gibi kebap kokan ve yanında zengin salatasıyla bir menü geldi ki, böylesine iğreti bir lokantadan beklemediğim bir sürprizdi benim için. Evet şimdiye kadar köfte olarak yediğim en müthiş tattı. Ve iki porsiyon kebabımız, içtiğimiz su ve çaylar için ödediğimiz para ise 10 Euro!

Karnımızı doyurmuştuk. Bulgaristana da nerdeyse ulaşmış sayılırdık. Yeniden arabaya gidip iki saat kadar kestirdik.

Bulgaristandayız.



Bu ülkede gerçekten unutulmaz anılarım var. 1981 yılında ben hanımım ve oğlum gezmeye gidip üç hafta kalmıştık. İlk uğrak yerimiz Haskovo olmuştu... Doğu bloku çökmemiş ama can çekişiyordu. İnsanlardaki,sistemdeki yozlaşma bu can çekişmeyi çok güzel yansıtıyordu... Ama  yaşam, kapitalist ülkelerden Bulgaristan’a gezmeye gidenler için öylesine ucuzdu ki, adeta bir cenneti andırıyordu. Kaldığımız otele sabah kahvaltısı da dahil olmak üzere 10 leva yani 10 mark veriyorduk(üç kişi için). Kaldığımız Otel Haskovo’nın merkezindeki  etrafında kafeterya, restaurant ve dükkanların olduğu geniş meydanlıktaydı. Her sabah erkenden itfaiye arabası gelip bu meydanı tertemiz yıkıyordu. Sadece burası değil, öne çıkan yollar, alanlar da yıkanıyordu. Yaşam öylesine ucuzdu ki, tabldot yemekler yapan halk lokantalarında üç çeşit yemek 2.00 Leva yani 2.00 Mark’tı. Oğlumla tıka basa dolu olan bu lokantalardan birisine gidip yemek yemiştik. Hatırladığım kadarıyla yarımşar tavuk, komposto ve balık! Tabldot dediysem, başka yemek çeşitleri vardı da 2.00 Levaya ancak üç çeşit yemek ısmarlıyabiliyorsun.

Akşamları restoranların hepsi müzikli ve içkiliydi. Aileler gelip çok ucuz fiyata karınlarını doyuruyor, içkilerini içiyor, dans yapıyorlardı. Söz gelimi biz Bulgaristan’da tanıştığımız bir Bulgar Türk’ü ailesiyle birlik gittiğimiz böyle bir restorantta ızgara balık, salata ve bir şişe Bulgar rakısı karşılığında ödediğimiz para 15 leva oldu yani 15 mark. Tabii ki restorantlar da tıpkı halk lokantaları gibi tıka basa dolu oluyor. Peki bu halk neden yaşamlarından memnun değillerdi?  Lüks tüketim eşya ve araçlarını  üreten fuzuli fabrikalar olmadığı için bilinç verilmemiş ve revizyona uğramış halk tapınır derecesinde lüks eşyalara düşkün olmuşlardı. Markalı bir tekstil için, güzel batı malı bir naylon çorap için neler vermezlerdi ki? Altın yüzük, küpe, kolye gibi şeyleri bulmak zordu, bunun içindir ki, izin zamanı akın akın Türkiye yolunu tutmuş, Batı’nın kapitalist ülkelerinde çalışan Türkiyeli işçilerden Bulgaristanlılar(önemle Bulgaristan Türkleri ve çingeneler)  yol kenarlarına gelip yana yakıla, yalvararak parmağımızdaki yüzükleri, karılarımızın, kızlarımızın kulaklarındaki küpeleri, boyunlarındaki kolyeleri, kollarındaki bilezikleri satın almak isterlerdi. Satanlar olurdu. Çünkü ederinin fazlasını vermeye hazırdılar ve verirlerdi.

Bahri aga ile tanışmıştık. Ziraat mühendisiydi. Hanımı da ana okul öğretmeni. Bu aile Kırcaali kentinin bir köyünde yaşıyordu. Kırcaali ve çevresi Bulgaristan’da Türk azınlığın en yoğun yaşadığı bölge olduğu için turist olarak Bulgaristan’a giden Türkler’e bu bölgeye giriş yasaklanmıştı.   

Bir gece gizlice Kırcaali’ye arabamızla gittik. Bahri Aga ve hanımı da yanımızdaydılar ve bize biraz da onlar cesaret verdiler. Çünkü Bahri Aga’nın kızkardeşi Azize Hanım Komünist Partisi üyesiydi. Kırcaali ıhlamurlar şehri... Şehre girişten itibaren yol sağlı sollu ıhlamur ağaçlarıyla donatılmış. Hele Georgi Dimitrov’un muhteşem heykelinin olduğu alanın  etrafını saran dev ıhlamur ağaçlarından kente yayılan güzel koku insana haz ve mutluluk aşılıyor. Georgi Dimitrov! Bulgaristan halk hareketinin önderi! Onun görkemli heykeli çöküşten sonra yıkılmış, yerine Aziz Georgi’nin heykelinin konması gündemdeymiş!

Geceleyin Kırcaali’nin turistik bir restoranına davetliydik.Tabii ki restoranın oldukça büyük ve güzel bahçesinde orkestra çalıyor, garsonlar dört dönüyor, içkiler içiliyor, mis gibi ızgaralar, balıklar mideye indiriliyor ve çakır keyf olan kadınlı erkekli insanlar pisti doldurup dans ediyorlardı.

Bahri agaya dedim ki:
—Oldukça kalabalık. Nerdeyse yer bulmakta güçlük çektik. Yani Kırcaali’deki turizmin ve bu restoranın sorumlusu kardeşiniz Sabri bey olmasaydı belki de yer  bile bulamıyacaktık! Bir de halk fakir, para yok, perişanız falan diyorsunuz! Peki bu ne? Tek burası değil, tüm restoranlar, kafeteryalar tıklım tıklım dolu! Hiç bir şey anlamıyorum!..
—Burdaki insanların çoğu Komünist Partisi üyesi ve zenginleşmiş tabakadır. Yanlarındaki misafirlerinin içerisinde hani halktan akrabaları falan da vardır. Yoksa işçi sınıfı ve köylülük aldıkları 70-80 Leva aylıkla buralara gelebilir mi? İnsanlar yasal olmayan yollara başvurup zengin olabilmenin yollarını arıyor artık. Öyle devrimmiş, insanlıkmış, yoldaşlıkmış ,enternasyonalizmmiş... Yok bunlar artık. Çoktan unutuldu!.. Şimdi, ”nasıl zengin olunur?“ düşüncesi egemen. Eskiden böyle değildi. İnsanlarda bir heyecan, sosyalizmi geliştirme gayreti, yarışı vardı. Giderek kapitalizm özentisi, hayranlığı ve tapınması egemen oldu. Batı ülkelerinden ellerine geçirebildikleri  en adi, en kalitesiz bir giysi, bir araç, bir alet bile sükse yapmaya, hayranlık uyandırmaya yetiyor.
—Kırcaali’ye  turist Türkler’in girmesi de yasak! Peki neden?
—1956 plenumundan sonra(S.B.20.Parti kongresi) Stalin döneminde açılan Türk okullarının tümü kapatıldı.1956 nisan ayında Bulgar Komünist Partisi Politbürosu Türkler’e ilişkin bir çok kararlar aldı, başkanlığa da Todor JİVKOV getirildi. Bu Türkler’in ve diğer azınlıkların Bulgarlaştırılmasının ilk adımıydı. 1984’de bütün Türklerin adları Bulgarlaştırıldı.
—Yani yasaklamalar  Nikita Kruşçev dönemiyle mi başlıyor?
—Evet öyle. Stalin döneminde Bulgaristan’ın dört bir yanında Türk okulları, tiyatroları açılıyor, Nikita Kruşçev döneminde ise Todor Jivkov kanalıyla hepsi kapatılıyor. Türklerin yoğun yaşadığı bölgelere de turist olarak gelmiş Türklerin girişi yasaklanıyor. İşte şimdi siz kaçaksınız yani burada... Yasalara aykırı  olarak bulunuyorsunuz!
—Ben böyle  pis murdar yasaları çiğnemeyi  severim, gizli bir zevk duyarım ve içim biraz da olsa ferahlar,çoşkunlaşırım.

Gece yarısı  olmuştu. Gökyüzünde yıldızlar pırıl pırıldı. hafiften esen rüzgar, Georgi Dimitrov’un çevresini sarmış, yüksekliği yıldızlara ulaşan  ıhlamur ağaçlarından ferahlatıcı ıhlamur kokularını taşıyordu. Yemeklerimizi yemiş, sohbetimizi yapmıştık. İçtiğimiz Bulgar rakısı bana neşe değil keder veriyordu. Çünkü Bulgaristan’da Sosyalizm yoktu. Sosyalizmden kalma anılar vardı, geçmişin güzel yaratımları ve bazı alışkanlıkları vardı. Gerisi yalan olmuştu.

Sonra... Daha sonra Todor Jivkov’un bir parmağının işaretiyle 3 Mayıs 1989’da 350 bin Bulgaristan Türk’ü, Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı. İnsanlar at arabalarıyla, kağnılarla, traktörlerle, sırtlarında taşıyabildikleri kadar eşyayı alıp Türkiye gümrüğüne dayanıyordu.


Arabaya doluşup Bahri Aga’nın köyüne yollandık.Kırcaali’ye 15 km. uzaklıkta  bir dağın yamacında. Her taraf tütün tarlası ve Türkler tütünü kendi hesaplarına ekiyorlar. Ama ancak karınlarını doyuracak kadar para kazanabiliyorlar. Çünkü tütünü birtek kendi kolhozlarına satma olanakları var ve kolhozlar, Dimitrov döneminin değil Jivkov döneminin kolhozları. Öyle hain, adeta bir tefeci, sömürücü!.. Bürokratlar satışlarla ilgili bilgiyi, kârı falan dürüstçe göstermiyorlar. Denetim yok. Denetimi yapanlar, işte bu restoranlarda her akşam eğlenip göbek şişirenler.

Arabam görünmesin diye saman ağılına gizlendi... Ve sonra gerçekten çok güzel, yün yataklarda ve yayla havasında güzel bir uyku çektik.

Ertesi gün bizi bırakmadılar. Köy bizim için seferber olmuştu. Köyün meydanına masa ve sandalyeler dizildi. Bir yandan Türk kasetleri çalıyor, bir yandan genci yaşlısı bayanlar şerefimize kesilen oğlağı hazırlıyorlardı. Akşama doğru  en az 30 kişilik bir sofra kurulmuştu. Dostlarımız bizi ağırlamaktan büyük bir şeref duyuyorlardı. Yaşlılar Bulgaristan’da kollektifleşmeye ilk geçiş dönemlerini anlattılar. Nazım Hikmet’in köylerine gelişini, Türk okullarının önemine ilişkin bilgilendirme vermek için Bulgar Kültür Bakanlığınca görevlendirildiğini etraflıca anlattılar. Nazım’dan şiirler okudular. Köylüler önceleri topraklarını, hayvanlarını kolhoza vermek istememişler. Ama oralardaki tekniği, kazancı, verimliliği görünce süreç içerisinde kendiliklerinden bir zorlama olmadan kolhozlara katılmışlar. Bu Stalin dönemine denk düşen yıllara ilişkin anılar oluyor... Şimdi? Türk okulu yok! Arabam saman ağılında gizli... Ve biz gizli olarak, kaçak olarak köyün meydanında Bulgar rakısı içiyor, köyün yaşlılarıyla yani tarihle mükemmel bir sohbet yapıyoruz. Gökyüzü pırıl pırıl yıldızlarla dolu. Kasette İbrahim Tatlıses yanık bir Urfa havası çekiyor. Köyün kadınları istemle hizmet ediyorlar, kadınlar, kızlar oğlumu karımı gidip gelip şapur şupur öpüyorlar.

Ve onların yalnızlıklarını, ezilmişliklerini anlıyorum.

Bulgaristanda bir zamanlar bunları yaşamıştık..

Yolumuz artık az kalmıştı. Yol kenarında satılan Bulgar kaşar peynirlerinden eskiden hep alırdım. Hem çok ucuzdu hem de gerçekten hilesizdi. Ama şimdi gerçek bir kaşar peynirini elde etmek çok zor. Bir kaç kez aldım, yiyemeden çöpe attık. Artık Bulgaristan’dan peynir de almıyoruz. Yol kenarında sık sık karşımıza güzel bayanlar çıkıyor. Ataman Abi gerçekten yaptığı esprilerle güldürüyor beni.

Ortalık fahişeden geçilmiyor. Bulgaristan’a çöken özgürlük, kadınları fahişe, erkekleri de mafia, hırsız, soyguncu yapmış. Ahlâktaki çöküş öylesine hızlı olmuş ki, Türkiye’ye bir an evvel paçayı atmak gerçekten bizim hayırımıza olacak.





Hiç durmadan sürüyorum arabayı. Kapıkule uzaktan görününce içim ferahlıyor.

Ne de olsa vatan!




YAVUZ AKÖZEL

ADNAN DURMAZ: Bengi Bakış




BENGİ BAKIŞ




RESİM: ADNAN DURMAZ


hüzünde aşk güheriydim
kalbimi magmaya bandın
yalın yürek aşk eriydim
sen beni soytarı sandın
beni sürdün köle pazarlarına

şahan attım
dolaplara koşturdun
gönül sarayımı ahır mı sandın

zamanın taşlarını yaran
kadim türküler gibi
sevdim
ben ki aşkın şahanıydım
varıp beni sattın köle pazarlarında

an oldu
suya bastım ateşimi
an oldu
kendi yarasını yalayan ittim
karlı gecelere
sis ıssızlara
yol vurup gittim

yorgun yılkılara kattım ömrümü

ben sana aşk olmaya geldim
sen öldürdün kanlım oldun

birlikte sürünmekti benim bildiğim sevda
yersiz yurtsuz ve kaçak
diken tarlalarında yalınayak
yanılmışım yangınmış
rüzgarım diye esen
aşk değilmiş
kalbime saplanan bıçak
çünkü cennetim yüzündü
özgürlüktün sen

hangi renk olsa elası
deniz köpüğünden-meşe dalına
pür kirpik olsa da fark etmez
badem irisi olmuş olmamış
gözlerin nasıl göz olsa
sen böyle bakardın bana

bir gün solar
gonca gülün pembesi
çizgiler örülür bahar gülüşe
düşler de savrulur gider
dünyanın halı böyle

hangi yüzde olsa
aynı anlamı taşır ifaden
ölümsüz bir aşkın taşıyıcısı
bir ucu sonsuzla buluşan
bengi bakışın
bir ahenk katardı
bana dair
bir yoldu senden başlayan
aşktan
bana
uçurumlara bıraktın




ADNAN DURMAZ

MELİH COŞKUN: Anlaşılmak İçin...— BÜLENT AYDINEL: Kanar




ANLAŞILMAK İÇİN...




RESİM: ADNAN DURMAZ



anlaşılabilmek için
anlayabilmekle başlamalı işe
bulanık demeden önce
dibini hayal etmeli bir suyun

gülen gözlerimin ardına
kaç yangın sığdırdım da
üşürmüş gibi ovuşturdum ellerimi
kaç kez aldandım
yavrusuna düzmece ağıtlar yakan
timsah bakışlarınıza…

çocuk kahkahalarının ardına saklanmış
birer çığlıktınız
dilinizden dökülen kırık dökük bir şarkıydı belki
konuşurken sustuklarınız…

kendi yüreğinin karanlığından korkup da
çocukluğuna kaçan bir adam gibi
yabancıydınız kendinize bile…

anlaşılmak için
anlamakla başlamalı işe
karanlık demeden önce
kapının ardındaki gün ışığını düşlemeli…


www.melihcoskun.com
MELİH COŞKUN







KANAR



RESİM: ADNAN DURMAZ



Dağılır hecenin duraklarına hüznün şiiri
Gül susar bülbül yanar divanda aruzlar kanar

Sağır iklimlere açılırken yelkenli düşlerin
Mavi kendinden habersiz çaresiz anlar kanar

Meskeni cumhuriyetsiz tarlalarda oturur buğday bakışlı çocuklar
Sizi evrende bir ayrıntı olarak tanımlayanlar kanar

Şehre sis çöker güller teslim alınır
Mesnevilerde güneşler çatağında sular kanar

Bir sonsuz serüvendir şiirin kapısından çıkmak
O yolculuğu anmayan günlük duygular kanar

Uzaklar reddedilir aşklar iltica eder
Serçesiz pencerelerde karlar aşksız duvarlar kanar

Tutuşmak yanmaktan usanır yangın külüne küser
Mavide emanetsiz sarı dumanlar kanar

Alır toplar götürürsün suskun bir yolculuğu
Caddeler sırtını döner çıkmaz sokaklar kanar

Örneğin leylaksındır marş ikliminde açarsın
Meydanlar alkışlarken yalnız odalar kanar

Özür dileseniz de bu bir sınıf kavgasıdır
Mülk edinilmiş diyarlar Taksimsiz mayıslar kanar

Spartaküsler ölür Bedrettin asileşir
İspanyalar yakılırken Guernicalar kanar

Sen Asyasındır Ortadoğusundur biraz
Medeniyet ikramında zulanda namuslar kanar




BÜLENT AYDINEL


SERKAN ENGİN: Harf Harf Seviyorum Sizi



HARF HARF SEVİYORUM SİZİ



RESİM: ADNAN DURMAZ


“Ben savaşçı değil gül yetiştiricisiyim” Özkan Mert


Kürtçe güller derledim düşlerimin ince yerinden
Lazca şakıyor umudumun haylaz serçeleri, hayatın omzunda
Islak tümcelerini Rumca öpüyorum gecenin, ay altında
Bahara Zazaca sarılıyorum en nazlı yerinden belinin



Kalbime taş atan çocukların kelepçelerinden öpüyorum acılarını
Koğuşlarında Ermenice bir ağıttır ela gözlerim, kırık dökük
Kederlerinin röntgenini çekmeye yetmiyor buruk harflerim



Kızıl bir Laz takasıyım Kürdistan dağlarında yüzen
Kürt ve Türk canlarım yanıyor orada, hece hece düşerek toprağa
Dolar dolar üstüne haince yükselirken
Firavun silah şirketlerinin kâr marjı piramitleri
Koltukları, apoletleri  palazlanırken obur bencilliğin



Auschwitz’de milyonlarca kez yakıldık vicdanın öldüğü yerden
Yetmiş iki bin kere süngülendi düşlerimiz Dersim’de, arsız sırıtışıyla vahşetin
Irak’ta hamburger üstü tatlı niyetine işkence oyuncağı olduk Amerikanca
Maraş’ta, Çorum’da sokak sokak vurulduk uygarlığın kalbinden
Kosova’da görmezden gelindi yakamızda katledilen çiçekler
Filistin’de taşla kırdılar özgürlüğümüzün kollarını
Bir milyon kere yok edildi Ermenice ninnilerimiz, Ararat’ın kollarındaki
Hakkari’de çocukluğumuzun kafasına dipçikle vurdular
Ruanda’da palalarla kestiler en çocuk heveslerimizi
Dolar dolar üstüne haince yükselirken
Firavun silah şirketlerinin kâr marjı piramitleri
Koltukları, apoletleri palazlanırken obur bencilliğin



Bilmediğimiz dillerde de öpebilsek ya birbirimizi
Başka dinlerde susabilsek usulca, dingin
Diğer coğrafyalarda ağlayabilsek koşar adım
Bir harf bile eklemesek savaş çığırtkanı tümcelerin kuyruğuna
Kalbimizi asla yaslamasak vahşet çığlıklarının çağrısına
Neresinden ölmeye başlar acep savaş ve kapitalizm
Vahşet neresinden lâl olur barış senfonilerimizin önünde



: Harf harf seviyorum dünyanın tüm renklerini



SERKAN ENGİN


*********************************************


Dar dar gı sirem tsez


“Yes mardig çem, vart hastsnoğ mın yem” Eozkan Mert 


Krderen varter badrasdetsi tsez yeraznerus nurp değen
Lazeren gı taylayli papaknerus sriga cncğugnerı, geankin userun vra
Hunaren gı hampurem kişeruin tats nahatasutyunnerı, lusnin dag
Karnan zaza gı pattuim meçkit amenen kmahac değen

Tsavert gı hampurem srdis kar nedoğ dğots tserkagaberen
Şakanagakuyn açkerıs  Hayeren voğp mın yen vorahnerut meç, godruadz
Volorvadz darerıs çen paver tsaverut reontgenı kaşelu hamar

Posor arakasdanav mın yem Kırdistan’i lernerun vra loğatsoğ
Kurd yev Turk hokiners gı tsavin hon, dar dar hoğin vra tapuelov
Vran Dolar dolar tavacan gerbov gı partsarana
Gı harsdana şadager yersabaşdutyan tignatornerı, usanotsnerı
Paravonneru zenk ıngerutyan şahi purkerı

Hazar ankam Auschwitz’i meç ayruetsank srdin meradz değen
Yotanasun hazar yergu ankam suinuetsan Dersim’i meç, vayrakutyan çar jbdumov
Amerigyan lezvov Irak’i meç anuşeğeni değ çarçaranki ğağalik yeğank
Maraş’i, Çorum’i meç poğots poğots zarnuetstank kağakagrtutyan srden
Kosova’yi meç çdesnuetsan mer kovı mertsuov dzağignerı
Filistin’i meç karerov godretsin azadutyan teverı
Meg milyon ankam voçnçatsan  Hayeren orornernis , Ararad’i teverı
Çulamerg’i meç mer mangutyan kluhnerun zenkerov zargetsan
Ruanda’yi meç gdrestin gor turerov mer mangutyan papaknerı
Vran Dolar dolar tavacan gerbov gı partsarana
Gı harsdana şadager yersabaşdutyan tignatornerı, usanotsnerı
Paravonneru zenk ıngerutyan şahi purkerı
Yerani te hampuerink mer çkidtsadz lezunerov inkzinknis
Darper gronknerov lur genayink antsaynoren, hantard
Uriş değeru meç layink vazvzoğ kaylerov
Baderazmı taylayloğ nahatasutyunnerun verçı dar mı ankam çı tıneink
Mer sirdı çıgırtıneink  vayreni ciçerun
Arteok ur değen mernelu gı sgsi baderazm u tramadirutyunı
Vayrakutyunı ur değen  lur gılla mer hahağutyan hamanuaki arçeven

Dar dar gı sirem yergnki polor kuynerı

Serkan Engin
Ermenice’ye çeviren: Mayro Kuyrik



***************************************



Hərf Hərf Sevirəm Sizi



 "Mən döyüşçü deyil gül yetişdiricisiyəm" Özkan Mərt

Kürdcəgüllər yığdım xülyalarımın incəyerindən
Lazca şakıyor ümidimin tənbəl sərçələri, həyatın çiyinində
Yaş cümlələrini Yunanca öpürəm gecənin, ay altında
Bahara Zazaca sarılıram ən nazlı yerindən belinin

Ürəyimədaş atan uşaqların qandallarından öpürəm ağrılarını
Kayutlarında Ermənicəbir mersiyedir əla gözlərim, qırıq dökük
Kədərlərinin rontgenini çəkməyəçatmır buruk hərflərim

Qırmızı bir Laz takasıyam Kürdüstan dağlarında üzən
Kürd vəTürk canlarım yanır orada, heca heca düşərək torpağa
Dollar dollar üstünəxaincəyüksəlirkən
Firon silah şirkətlərinin qazanc marjı piramidaları
Kresloları, apoletleri  palazlanırken gonbul eqoizmin

Auschwitzdəmilyonlarla dəfəyandırıldıq vicdanın öldüyü yerdən
Yetmiş iki min dəfəsüngüləndi xülyalarımız Dərsimdə, arsız sırıtışıyla vəhşiliyin
İraqda hamburger üstü dadli niyyətinəişgəncəoyuncağı olduq Amerikanca
Maraşda, Çorumda küçəküçəvurulduq sivilizasiyanın ürəyindən
Kosovada görməməzlikdən gəlindi yaxamızda qətl edilən çiçəklər
Fələstindədaşla qırdılar azadlığımızın qollarını
Bir milyon dəfəyox edildi Ermənicəninnilərimiz, Araratın qollarındakı
Hakkaridəuşaqlığımızın başına qundaqla vurdular
Ruandada palalarla kəsdilər ən uşaq həvəslərimizi
Dollar dollar üstünəxaincəyüksələrkən
Firon silah şirkətlərinin qazanc marjı piramidaları
Kresloları, apoletleri palazlanırken gonbul eqoizmin

Bilmədiyimiz dillərdədəöpəbilsək ya bir-birimizi
Başqa dinlərdəsusa bilsək yavaşca, dinc
Digər coğrafiyalarda ağlaya bilsək qaçar addım
Bir hərf beləəlavəetməsək döyüş çığırtkanı cümlələrin quyruğuna
Ürəyimizi əsla yaslamasak vəhşilik qışqırıqlarının çağırışına
Harandan ölməyəbaşlar acep döyüş vəkapitalizm
Vəhşilik harandan lal olar barış simfoniyalarımızın qarşısında

: Hərf hərf sevirəm dünyanın bütün rənglərini

Serkan Əngin
Azerice’ye Çeviren: Can Pelit







AHMET TAHSİN ÇINAR: Bir Daha Sınamak Bahtımızı—VEDAT KOPARAN: Dostlara




BİR DAHA SINAMAK BAHTIMIZI






Kirli sel suları sarmışken hayatı
Gövermiş dallara bakıp da şaşmamak
İnanmak
Akla gelmez şeylere,
Samur kedi gibi okşamak
Sevilerin saltanatını.

Baharı beklemeden
Çiçeğe dururken kiraz ağacı
Ağır aksak bozlaklarda
Goşalaşmak*

Karanlık kapalı kapılara dönüp sırtımızı
Coşmak ışığında gözlerin
Ve güvencesinde
Verilmemiş sözlerin
Bir daha sınamak bahtımızı.


* Goşalaşmak: iç Anadolu'nda türkü söyleyene eşlik etmek

AHMET TAHSİN ÇINAR










DOSTLARA






uzaklara düşer hep yolumuz
uzak yakınlıkların dostlarıyız
uzakları yakın kılmak içindir usumuz

dost örgüsü dost sıcağı yüreğimizin sesinde
dalga kıran nice gecelerdir yaşanan
benliğimizin titreşimlerinde
zaman sorgucudur esen bu rüzgar
bizi bizden alıp savuran

yıldızların şavkı vurur
yoksun gecede bile dost diye
aklımızın uçurumlarında
ay parıltılı gecelerde
unutulmazdır,gözümüzde tüter hep anılar
düşünün izini sürer dizelerde
güce güç katar büyür yücelir dostlar

bilincimizi yıkayan
her yağan yağmur
sevgi damlalarıdır dostların

her gidiş onlarladır
onlarla çoğalış onlarla bulunur anlam

kaygılar yürek atımıdır
dost cana
an gelir
yürünür düşe kalka
çekilmez buruk acılarda
kaygılar asılıdır karanlığa
vurulmuşuz kaç kez
güneşi doğurtmak adına
merhaba can dostum merhaba



VEDAT KOPARAN





BAYRAM ATAKUL: Toprak Karıncaları





TOPRAK KARINCALARI







Gelecek beladan
Görünmez kazadan
Korkar olmuşlar yitire yitire
Korkar olmuşlar Tanrı’nın verdiği candan
Korkar olmuşlar yarınlardan

Dere boylarında tek tek büyüyen
Ormansız kavaklar kadar yalnız
Meyveli ağaçlar kadar bereketli
“Milletin efendisi”köylülerim
Karıncalar gibi çalışıp
Ölmeyecek kadar yiyip
Kurumayacak kadar içerek
Karanlıklar elinde karalar giyip
Kara çalılar gibi
Kavruluyorlar bozkır güneşinde

/Efendisinin hali buysa
“Milletiin ki” nasıldır kimbilir! /

Toprak kokuyor nasırlı elleri
Yeşil kokuyor yamalı elbiseleri
Hamur yoğurur gibi yoğurup yeşerttikleri toprağın
Kuşkuları yok bire on vereceğinden
Ama
Habersizler ellerinin bereketinden
Habersizler damlalardan oluşan ırmağın gücünden
Orağın direncinden
Habersizler orakla çekicin kardeşliğinden

Güneşli bayırlar, sert rüzgarlar
Ve bu sam yeli yoksulluk kavurmuş yüzlerini de
Kavuramamış yüreklerini
Hiç kimse onlar gibi söyleyememiş bu toprağın türküsünü
Toprak kadar sevdalı, toprak kadar yanık türküler yakamamış hiç kimse

Otel ne gezer bozkırın ortasında
Köy odalarında ağırlamışlar
Yedi dağın ardından, selamünaleyküm diye çıkıp geleni
Kavruk yüzlerinden eksik olmamış gülücük
Komşunun derdini, dert bilmişler
Bayram sabahları paylaşmışlar sofralarını
İmece usulüyle çapalamışlar tarlaları
Toprak gülerken gülmüşler
Ağlarken ağlamışlar
Toprakla uyuyup, toprakla uyanmışlar

Doğa hem dostları olmuş
Hem düşmanları
Dağları, tepeleri, minareleri sevmişler
Tanrıya yakın diye
Susuzluktan yarılınca toprak
Kurbanlar kesip, adaklar adamışlar
Yükseklere çıkıp yalvarmışlar tanrıya
Yağdır diye
Topraklarını silip süpürürken azgın seller
Namazlara durup secdeye varmışlar
Gökyüzüne açıp avuçlarını
Yakarmışlar aynı Tanrı’ya
Durdur diye

Ne gökyüzü duymuş çığlıklarını
Ne de yeryüzü
Ne kaymakam duymuş, ne de bir vali
Karınlarını toprak doyurursa toprağı
Deniz doyurursa denizi sevmişler
“Denizden babam çıksa yerim” diyecek kadar
Sevmişler denizi ve bereketini

Genç, yaşlı, çoluk çocuk demeden
Apansız vurmuş ölüm
Ne gece demiş, ne gündüz
Ne arife bilmiş, ne bayram
Azrail çıkıp gelmiş çat kapı
Toprak ve deniz hem ekmek kapıları
Hem mezarları

Denizin ve toprağın ölümcül öfkesi
Aldıkça koynuna sevdiklerini
İsyan ateşiyle yanarken yürekleri
Büküp boyunlarını
Sitem etmişler Tanrıya
Ey güzel Allahım
Yerlerin ve göklerin tek hakimi
Kulun kölen olduk, önünde secdeye durduk
Hikmetinden sual olunmaz ama
Deniz ve toprak ekmek kapımız
Neden savurursun ekmek kapımızı harman gibi
Gökyüzüne açıp ellerimizi, işte diz çöküyoruz önünde
Susuyorsun asırlardır
Nedir gazabın, suçumuz nedir, n’olur susma
Bir kez söyle

Sitemlerini ne gökyüzü duymuş, ne de yeryüzü
Ne Allah duymuş, ne de Allah’ın bir kulu
Camilere koşmuşlar anlamadıkları bir dilde ulu ulu ezanlar okunurken
Namazlara durup
Dua etmişler Tanrı’ya anlamadıkları bir dilde
Anlamadıkları dilin düşüp peşine
Huri kızlarını düşlemişler cennet cennet diye

Kutsal kitabın diliyle
“Yer ve gök paramparça edilip, maddesel evren yok olduğunda
Yer başka bir yere, gökler de başka göklere dönüştürüldüğünde'.
Mahşer gününde
Nasıl olsa hesabımız sorulacak tesellisiyle
Baş eğmişler zalimin zulmüne
Öbür dünyada iki elim yakandadır diye
Kıs kıs güldürmüşler zalimleri
Bu dünyada yakasından tutulmayan
Ağa gibi devletin ve devlet gibi ağanın zulmü
Katlandıkça katlanmış

Kemiğe dayanınca bıçak ve
Nüfus çoğalıp karınlarını doyurmaz olunca toprak
Muhtaç olmuşlar gavura
Dil bilmez, yol bilmez ellerde
Sokaklarını süpürüp, bulaşıklarını yıkamışlar
“El kapılarının”
Avuçlarında sıkıp damlayanı yalamışlar
Karayağız yüzlerinde alın teri
Pala bıyıklarında ülkelerinin hasreti

İçlerine sinmemiş bir türlü “gavurun” kültürü
Cehennemden korkar gibi korkmuşlar domuz etinden
Dine imana sarılmışlar dörtelle
Milleyçilik damarları kabardıkça kabarmış
Irmak olup taşmış, sel bürümüş düz ovayı
Sınırdan girer girmez öpmüşler
Kendilerini aç bırakan, yadellere gönderen toprağı
Vatanımız diye
Fötr şapkalarla, güneş gözlükleriyle
Radyolar, teyplerle dönmüşler köylerine

Dış göçü, iç göç izlemiş
El aman deyip aracı tefeci, tüccar sultasından
Şehirlere göçüp sığınmışlar varoşlara
Toprak yoksulları, karışmış kent yoksullarına
Simitçisi, ayakkabı boyacısı olmuşlar kentlerin
Fırında işçi, inşaatta amele, apartmanda kapıcı
İtilenler, dışlananlar, yok sayılanlara karışıp
Gecekondularla kuşatmışlar şehirleri
Kan kusmuş, kızılcık şerbeti içtik demişler
Gözyaşlarına karışmış terleri

Kolay mı kazanılır ekmek parası
Kolay mıdır yeşil bir dalı kanırtırcasına
Üç günlük gelini bırakıp düşmek yollara
Bir lokma, bir hırka uğruna

Anadolu toprağını buram buram türküler sarmış
Türkülerle gülüp, türkülerle ağlamışlar
Türkü olup çağlamışlar
“Yarim İstanbul’u mesken mi tuttun
Gördün güzelleri de beni mi unuttun”…

Kanat takıp uçmak istemişler turnalar gibi
Turnalarla göndermişler şekeri, kaymağı, balı
“Allı turnam bizim ele varırsan
Şeker söyle, kaymak söyle, bal söyle
Eğer bizi sual eden olursa
Benzi soluk, boynu bükük yar söyle”

Sebzesiyle meyvesiyle, buğdayıyla besleyenler onlardır şehirleri
Aşı, ekmeğidirler sofraların
Toprakta ırgat, şehirde amele
Gurbette yürek işçisi
Onlardır armağan eden bu topraklara
Gurbet gibi dertli, toprak gibi bereketli, dilden dile dolaşan köy türkülerini

Köylü için ormancıdan, jandarmadan ibarettir devlet dedikleri
Mehmetçiktir adları
Onlardır
Askerde ölüme en önde gidecek vatan bekçileri
Ve
Soyadlarından önce gelir, ömür boyu övündükleri çavuş rütbesi

Yakılıp yıkılan, boşaltılan Kürt köyleri
Ayrı bir kıyım, büyük bir yara
Kürtçe ağıtlar karışıyor Türkçe ağıtlara
Kara bir duman gibi acı tütüyor bacalardan
Döküldükçe kurutuyor toprağı emdiği kan

Böyle iken halleri ahvalleri
Devletin teröründen, yoksulluğun gazabından sığındıkları
İki göz oda, ağır makinalarla yıkılırken başlarına
Fırlarken yuvalarından
Analarının eteğine çaresizce sarılan çocukların gözleri
Yaşlılar gözyaşlarıyla feryat figan
Gençler damlara çıkıp isyan etmişler, kıyarız canımıza diye
Görmüşler ki
Kimse gözlerinin yaşına bakmıyor
Yoktur canlarının kıymeti harbiyesi
Dün tanrının gazabı süpürmüş topraklarını
Bugünse devletle içiçe inşaat şirketleri

Kıçlarındaki pantolonun yırtığına yama bile olamazken
“Köylünün efendisi” yaftası
Özgür bir birey edasıyla, basmışlar mühürü
Beslemişler, bellerini büken, omuzlarını çökerten
Analarını avratlarını belleyen partileri
Sırtlarının kamburunda oy sandıkları

Dalından düştü mü yaprak
Artık oyuncağıdır rüzgarın
Rüzgar nereye, yaprak oraya
Eller, yeller ve sellerin önünde
Sürüklenmiş ömürleri sonbahar yapraklar gibi
Babaların bıraktığı tek miras
Köşkler, hanlar, hamamlar değil
Yoksulluk olmuş çocuklarına
Bir de çalmamış çırpmamış
Hiç kimsenin alınterini satmamış
Analarının ak sütü kadar helal bir isim

Bu zulüm sürüp giderken
İçlerinden biri fırlayıp taze bir gecekondu yıkıntısının üzerine
Haykırmış!
Ey ahali, dinleyin beni
Sizler ki karıncayı bile ezmezsiniz ve ezdirmezsiniz
Niye ezdirirsiniz kendinizi
Kendi gözünüzde
Karınca kadar yok mudur değeriniz

Bakın tepenize
Gökyüzü yıldız yıldız
Kimi parlak, kimi cılız
Tek başına bir yıldız
Sadece bir yıldızdır
Güzeldir
Ama gökyüzü değildir

Gökyüzü gibi ışıldamak
Gökyüzü gibi özgür yaşamak istiyorsan
Çoğal yıldız yıldız
Tutuş elele, gir kolkola
Doğrult belini, dik tut başını
Halk ol
Örgütlen, gökyüzü ol




BAYRAM ATAKUL