Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Eylül 2013 Cumartesi

EMEĞİN SANATI'NDAN 146. MERHABA





Merhaba,

Dünyamızın en büyük özlemi, en önemli gereksinmesi nedir? Bu soruya farklı bakış açılarıyla farklı yanıtlar bulabiliriz: Gözünü para bürüyenler için insana rağmen paradır. Gözünde kendini büyütenler için ün ve şandır.  Gözünü kan bürüyenler için her ne pahasına olursa olsun saltanattır, başka insan ve ulusların hatta dünyanın üzerinde hükümranlık kurmaktır.

Bu yanıtlar, kuşkusuz kişiliği yeterince gelişmemiş, tatminsiz, ruhbilimcilerin inceleme alanına giren kişilere aittir.  Çevresinde olup bitenleri doğru değerlendirip algılayabilen, düşünebilen ve düşündüklerini yorumlamasını bilen insanlar için dünyanın tek bir şeye gereksinmesi var: BARIŞ! Çünkü BARIŞ gelince zenginlik, ün,  şan ve egemenlik tüm insanlar tarafından buğusu üstünde sıcak bir ekmek gibi kardeşçe paylaşılabilecektir.

Sorun, bu  gereksinimi dünyanın ortak özlemi olarak görmekte ortaya çıkıyor. Bugün dünyanın her yanında insanlar  ırk, din ve para uğruna  birbirine kırdırılıyor. Bu kırımda, tuzu kuru silâh tüccarları ya da dünyanın patronluğuna soyunan ülkeler baş rolleri oynuyor. Kara politika, dünyaya kan barut ve kin kokan kendi türküsünü söyletmek istiyor.

Burada en büyük görev, barışın sancağını evrenin burçlarına dikme görevi sanatçılara ve bilim insanlarına düşüyor. Onların yapıtları tanklardan, bombalardan daha güçlü değil midir? Evrenin geleceğini onlar biçimlendirmeyecek mi? Bugün geçmiş uygarlıklardan bir iz aradığımızda sanatçıların yapıtlarıyla karşılaşmıyor muyuz. Eski uygarlıklardan kalan örenlere, kalıntılara baktığımızda hangi silâh yapımcısının ya da tacirinin izini görebiliriz? Onlardan kalan tek iz, yaktıklarından, yok ettiklerinden çağımıza dek gelmeyi başaran sanat yapıtlarının yıkıntılarıdır. Öyleyse geleceğe giden en kısa yol savaş değil barıştır. Bunun için de tüm dünyanın bir an önce barış bilincine ulaştırılması gerekmektedir. Bunu başaracak olan da ancak sanatçılar ve bilim insanlarıdır.

Şair, yazar Afşar Timuçin’e göre, “Barış bilinci gerçek anlamda demokrasi bilincidir. Hırslarını yenmiş olmak, kıskançlıklarını adam etmiş olmak, hayvanlıklarını evcilleştirmiş olmak, bireyci olmayı düşünmeyecek ölçüde birey olabilmek, insanın bilinci üzerine, insanın geçmişi üzerine belli bir bilgi birikimine sahip olmak...” kısaca adam olmaktır. Gerçek barışçı, bu tür özellikleri kişiliğinde taşıyan insandır. Yoksa savaşın kötülüklerini görüp takım tutar gibi barıştan yana çıkmak, boş bir peygamberlik görevine ücretsiz talip olmaktan başka bir şey değildir. Gerçek barışçılar, artık savaşmasına gerek kalmamış bir insanlığın  yaratılması yolunda karınca kararınca değil, kesin etkili bir biçimde mücadele edebilen kişilerdir.
Ali Ziya Çamur


BU SAYININ SAVSÖZÜ

“Şairin Özgürlüğü ve Tutsaklığı...   

Şair, çevresinde değişip duran mevsimlerin, yıldızların durumlarının, birbirlerini çeken ve iten binlerce evrensel gücün, yakın ve uzak gökcisimlerinin saldığı ışınların ve bu cisimlerdeki lekelerin, hem iyi hem kem bakışları, horgörünün ve hayranlığın, (zanaatin ayrılmaz yol arkadaşları olan) inatçı karşı koyuşun ve utanç verici tapının, küçüklerin kıskançlığının ve bu dünyanın büyüklerinin tumturaklı umursamazlığının, her zaman ve her yerde onu tehdit eden ve olağanüstü bir hafiflikle kötüyü iyiye ya da iyiyi kötüye çeviren anlayışsızlığın, düşündaşlarının ihanetinin ve başka türlü düşünenlerin kuşkularının, kötülüğe dönüşen aptallık ya da aptallığa dönüşen kötülüğün zehirleyici iğnelerinin, kitaplarının yazgısını etkileyebilecek sayısız rastlantılar riskinin, dindarların gerçeğinde düş kırıklığına uğrama ve yalancıların yalanına kanma olasılığının; kentinde, ülkesinde ve dünyadaki tüm çekişmelerin ve çelişkilerin, halkının tüm önyargılarının, yakınlarının anlayışsızlığının, ailesinin ve çocuklarının yabancılaşmasının, dostların vefasızlığının, aşık olduklarının bencilliğinin, yakındakilerin umursamazlığı ve uzaktakilerin unutuşunun, aptallıkla karışık erkek fitnesiyle, fitneyle karışık kadın aptallığının, çoğunlukla güzel ve akıllı çocukların zamanla yetişkin ve ahmak olmaya doğru onulmaz eğilimlerinin; yaşamın sonsuzca bayağı, sonsuzca kaba, sonsuzca acımasız yasalarının; birbirlerini kemirmekte olan insanların yiyip içme, çiftleşme ve egemen olma konularındaki açgözlülüğünün.. egemenliği altındadır. (Tüm varlıklar gibi o da açgözlülük iğnesiyle doğdu, fakat başkalarını sokmak için değil de kendisini soksunlar diye ve günün birinde bir yara açtıysa bile, ölen kendisi oldu yine; tıpkı birini soktuğunda kendi yaşamını ve iğnesini kurban eden bir arı gibi.)

Şair, başkalarının gücünün ve güçsüzlüğünün nefretin ve aşkın inanılmaz geriliminin ve hepsinden daha önemli olarak da onu her zaman ve her yerde tehdit eden ölümün dehşetinin egemenliği altındadır.

Ve ayrılıp gider şair, toprağından, göğünün altından; sürünerek çıkar vücudundan ve derisinden, atomdan ayrıştırır her şeyi ve her şeyi atomdan atoma yaratır.

Ve o zaman ayak basar özgürlük toprağına
Çünkü özgürlük olanaklıdır, eğer şair
Güçsüzlükten gücü yaratacaksa, döverek örsünde.
Silahsızlıktan, silahı
Ürkütücü boşbeyinlikten, aklı

Başkaldıran rastlantısallıktan, yasayı
Yaşama saldıran başıboşluktan, düzeni
Karmaşık belirsizlikten, yazgıyı
Süprüntüden, değeri
Ve ideali yaratacaksa, döverek örsünde, kurnazca ve
Buram buram tüten maddeden

Tutsağım, şairim çünkü-böyle başladı bu
Hizmet ediyorum, çünkü şairim-böyle sürmekte.

Tutsaklığım yaptığım hizmettir.

İnsanlık soylulaşıyor benim acımda; dünyanın tüm başkaldırıcılığını, tüm utancını onun, yıkılabilirliğini ve utkusunu keşfediyor.” SANDOR RAKOS (Türkçesi: Ataol Behramoğlu)


YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ


ERHAN SÖNMEZ’İ KAYBETTİK...


Devrimci sanatçı ve aydın kişiliği ve kimliği ile tanınan Erhan Sönmez’i 13-14. Eylül 2013’te zamansız kaybettik... Erhan Sönmez’in ölümü üzerine Adil Okay, aşağıdaki yazıyı kaleme aldı:7

“Erhan'ı kaybettik... Haksızlık bu... daha yapacak çok işimiz vardı. dün 12 Eylül mitinginden sonra oturup birlikte yemek yemiş ve geleceğe dair projeler yapmıştık. Erhan Sönmez i kaybettik. dostumdu, yoldaşımdı küçük kardeşimdi. daha dün tiyatrodan sinemadan söz etmiştik. "Hocam, demişti, senin yazdığın oyunun turnesiyle onlarca kent gezdim, 70 kez sahneye çıktım, şimdi sıra yeni oyununda demişti. Erhan'ı kaybettik. O ki Tiyatro Agon'un kurucusuydu. O ki Mer-Sinema Derneği'nin kurucusuydu. O heryerdeydi. Anlamıyorlar derdi. Arkadaşlar, yoldaşlar, hevaller anlamıyor sanatın gücünü. Sanatın sağaltan ve sorgulatan gücünü, Erhan'ı kaybettik.

Haksızlık bu. O daha 30 yaşındaydı. Gençti, yakışıklıydı. On parmağında on marifet vardı. Erhan'ı kaybettik. Daha bir kaç gün önce 1 Eylül'de arkadaşlarıyla barış mitinginde hazırladıkları oyunu sokak gösterisinde izlemiştim. Sıra senin son oyunlarından Cumartesi Anneleri'nde “Hocam” diyordu.  Bakmayın "hocam" demesine. Ben daha yaşlıyım diye “hocam” derdi. Ki o da benim hocamdı. Erhan'ı kaybettik. Yeter daha fazla yazamıyorum. Gözlerim kapanıyor yaştan. Yarın sabah doğduğu topraklara gidiyoruz Erhan'ın. Diyar-ı Bekir'e... Ergani'ye... Orada vedalaşağız Erhan'la... Erhan'ı kaybettik. haksızlık bu... “


SERKAN ENGİN MİRACLE MAGAZİNE’DE

Uluslararası arenada aylık olarak yayımlanan Miracle Magazine adlı edebiyat dergisi, Ekim ayında matbu dergi olarak yayımlanacak 7. sayısında, Türkiye’den Serkan Engin’e ait “Samurai with butterfly epaulet” (Kelebekli Samuray) adlı şiiri yayımlama kararı aldı. Şiirin özgün Türkçe hali (Kelebekli Samuray), 2011 yılında Kum Edebiyat Dergisi’nde yayımlanmıştı. Serkan Engin, uluslararası edebiyat arenasında istikrarlı ve kararlı şekilde Türkçe Şiir’i temsil etmeye devam ediyor.

Serkan Engin'e ait "Children of Homelessness" adlı şiir, uluslararası edebiyat dergisi "The Criterion"un son sayısında yer almıştır.


ANKARA AYAKTA – DİREN ANKARA
HAZİRAN DİRENİŞİ FOTOĞRAF SERGİSİ

 Ankara Çağdaş Sanatlar Merkezinde “ANKARA AYAKTA – DİREN ANKARA” konulu Haziran Direnişi Fotoğraf Sergisi düzenlendi.

Sergi 10 – 22 Eylül 2013 tarihleri arasında Çağdaş Sanatlar Merkezinde düzenlenecek. Devrimci 78’liler Federasyonunun Düzenlediği Eylül Müzesi kapsamında açılacak olan sergiyi savunma hakkı için ÇHD’li avukatlara ve direnme hakkı için Gezi direnişçilerine armağan ediliyor.

Fotoğraflar 1x1.5 metre boyutlarında 35 panodan oluşmaktadır. Panolarda Ankara direnişi kitle örgütlerinin çağrı ve açıklamları ile birlikte sunulmaktadır.

Sergiye katılan sanatçılar; sergiyi düzenleyen Toplumcu Gerçekçi Belgesel Fotoğrafçılar Atölyesi eğitmeni: Mehmet Özer, Atölye Fotoğrafçıları: Ahmet Yeşil, Ali Yıldız, Aygün Doğan, Beril Türkoğlu, Çınar Livane Özer, Erol Aslan, Gökhan Eren Kamer, Kadir Celep, Şerife Yavuz, Türkan Namlucu, Ünal Çam..  Fotoğraflarını Paylaşanlar: Aykut Tölegen, Foto Emsan, Oktay Etiman...


RENKLERİ  VE ŞİİRİ ŞAHSINDA BULUŞTURAN
HALK SANATÇISI: BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU

Resimlerdeki gibi, şiirlerinde de, halk sanatlarının zenginliğini, duyarlılığını bir birleşime ulaştırdı. Anadolu topraklarındaki kültürün sürekliliğini ve bütüncüllüğünü hepimizin kılan Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu sonsuzluğa uğurlayalı 38 yıl oldu. 21 Eylül 1975 günü 62 yaşında ayrılmıştı aramızdan.

Bedri Rahmi daha orta okulda şiire ilgi duymuştur. 1928'de Lise öğrencisiyken şiir yazmaya başladı. Şiirlerine, 1933'ten sonra Yeditepe, Ses, Güney, İnsan, Inkılapçı Gençlik ve Varlık dergilerinde yer verildi. 1941'den başlayarak çeşitli şiir kitapları yayımlandı. Halk edebiyatının masal, şiir, deyiş gibi her türüne karşı duyduğu hayranlık, şiirlerine de yansıdı. Halk dilinden ve şiirinden aldığı öğeleri kendine özgü bir biçimde kullanarak halk diline yaklaşma çabasını sonuna dek götürdü. Bu nitelikleriyle şiirleri, resimleriyle büyük bir benzerlik gösterir.

Akıcı, rahat bir dille kaleme aldığı gezi ve deneme yazılarında ise sürekli gündeminde olan halk kültürü, halk sanatı konularındaki görüşlerini sergilemiştir. Bedri Rahmi Atölyesinde yetişen Fikret Otyam, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu şu sözlerle anlatıyor:  "Bedri Rahmi dostumuzdu, arkadaşımızdı, hocamızdı. Bir kere halk ile bir olduk. hocamız bizi halkın içine attı. Onun için ben bir halk ressamı oldum. Bir ressamdan cok bir sevgi adamı, anadolu çocuğu ve güzel bir yürekti".

Onun eserlerindeki renklilik, canlılık, somutluk ve coşku en çok göze çarpan öğelerken, onun şiire dokunduğu gibi bir de Sait Faik hikayeye dokunur ve aynı renkleri, somutluğu kullanır öykülerinde denilmektedir. Hem şair hem de ressam oluşuyla tam bir sanat adamıdır.

Şiirlerinde Anadolu'yu ön plana çıkarmıştır. Faruk Nafiz in hece ölçüsüyle işlediklerini Bedri Rahmi serbest ölçüyle ve kendine has sımsıcak üslubuyla ortaya koymuştur. Aşk şiirleri de yazmıştır.

Onun resimlerine baktığınızda şiirlerini görürsünüz ve şiirlerinde de resimlerini... O, hem resim dünyasında yaşadı, hem de şiir dünyasında... Ama en çok, en çok bu ülkenin toprağında, suyunda, havasında yaşadı. Doğaya tutkundu. Yaşama tutkundu. Anadolu'ya tutkundu. En çok tutkularında yaşadı. Yaşamının her anını, dolu dizgin yaşamaya, soluk soluğa yaşamaya adamıştı. yaşamı coşkuyla sevmeye, tutkuyla sevmeye adamıştı.

Anadolu masallarından, türkülerden, el işlerinden, nakışlarından oyalarından; toprağında açan çiçekten; Akdeniz'in sularından kıyılarından; en çok, en çok insan yaşamından ürettiği, çoğalttığı renklerle, çizgilerle, lekelerle resim yaptı. Kilimler, yemeniler, nakışlar, yazmalar, çarşılar pazarlar, Anadolu toprağı, kokusu, ovaları, suları, balıkları, takaları, kayıkları, yıldızları, geceleri, evleri, bin bir yöresi, en çok da insanları ve renkleri onun kalemiyle, fırçasıyla bir cümbüşe dönüştü.

Bir Anadolu yazması gibi yazdı şiirlerini Bedri Rahmi, kilim gibi dokudu: çok sevdiği kirazları, narları, dutları, işledi kağıtlara... Yiğitliği, mertliği, aşkı, sevdayı, özlemi işledi. Evrenin gizemini tek bir nar tanesinden çözmeye çalıştı o. Bilgeliği, ılık, insan sıcağını bir gölün yüzeyinden akseder gibi ulaştı bize, öyle naif, öyle pürüzsüz, öyle derin. Bedri Rahmi'nin şiirlerinde dolu dolu yaşayan bu kocaman adam, bakın çok tartışılan şairlik ve ressamlık ikilemini nasıl açıklıyor:

“Bir elinde dolmakalem, öteki elinde fırça ile dolaştığı için elleri daima boya içerisindedir. Resimden yorulunca yazı yazmaya başlar. kendini ressamlara sorarsanız: ‘ressamlığı şöyle böyle, ama iyi şiir yazar’, derler. Muharrirlere sorarsanız: ‘muharrirliği şöyle böyle, fakat iyi resim yapar’, derler. El Greco’ya, rus romanlarına, pastırmaya ve halk türkülerine bayılır. Gündüzleri resim yaptığı, geceleri yazı yazdığı söylenir. Bunlardan hangisini daha çok sevdiğini kestirmek güçtür.”

Bedri Rahmi’nin bu konuda en önemli sözlerinden biri de şudur:
"Ey sanat! Seni bana musallat ettiler. Eğer ben de seni başkalarına musallat etmezsem, yuf olsun!!!"

Şiir kitapları: Yaradana Mektuplar-1941, Karadut-1948, Tuz-1952, Üçü Birden-1953, Dördü Birden-1956, Karadut 69-1969, Dol Karabakır Dol-1974, Yaşadım-1977,  7 Tane Erik Ağacı, Türküler Dolusu... Gezi ve deneme: Cânım Anadolu- 1956, Tezek-1975, Delifişek-1975, Resme Başlarken- 1977 (ölümünden sonra)

MARİFET

Marifet hiç ezilmemek bu dünyada
Ama biçimine getirip ezerlerse
Güzel kokmak
Kekik misali
Lavanta çiçeği misali
Fesleğen misali
Itır misali
İsâ misali
Yunus misali
Tonguç misali
Nâzım misali

BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU


KÜRT HALKININ KİMLİK MÜCADELESİNİN ÖNCÜLERİNDEN
GAZETECİ-YAZAR MUSA ANTER’İ ANIYORUZ…

Musa Anter, Kürt halkının haklı özgürlük kavgasına değer katan bir Kürt aydınıydı. Kürt halkının kölelikten kurtulma kavgasına hayatını adamış, hem ağır bedel ödemiş hem de çok şey üretmiş bir dava adamıydı. O, hayatın ve kavganın içinde kendine has duruşu olan bir Kürt bilgesiydi. Bu yüzden 20 Eylül 1992’de Diyarbakır’da JİTEM tarafından katledildi

Musa Anter, sadece duygusallığa değil, akla da dayalı bir mizah ustası ve bir gazeteciydi... Can Yücel, “Musa Beğ İçin” şiirinde onu şöyle tanımlıyor:


Musa Anter Çağımızda
Yeni bir Selahaddin-i Eyubiydi
Onun ipek kesen kılıcı varsa
Musa Beğin Türkçesi
Ve de o güzelim Kırmancası vardı
Herkesin yaya gittiği yerde
O filinta bacaklarıyla koşardı
Musa Peygamberin Kızıldeniz'in
dalgaları arasından nasıl ulaştıysa
O da kardaşlıkla
dünya kardaşlığıyla
ulaştı karşı kıyıya
Musa Beğ için akan göz yaşları
yediveren mermilerdir
birer birer

(CAN YÜCEL - Portreler)


RUHİ SU’NUN SESİNDEN
YANKILANMAYA DEVAM EDİYOR HAYAT!

Türkülere ve sosyalizme ömrünü veren Ruhi Su’yu ölüm yıldönümünde selâmlıyoruz. Onun dilinden ve telinden atmosfere saçılan türkülerde, özlemlerimiz ve özlemlerimize ulaşmada direncimiz dile gelmeye devam ediyor.

Bizlere sanatın arınmışlığına, damıtılmışlığına denk düşen bir içtenlik ve yalınlıkla türkülerini söyledi, yaşamın güzelliklerini dinleyenleriyle paylaştı, büyüttü, geliştirdi.

12 Eylül faşizminin kurbanlarından olan Ruhi Su, son yıllarda kansere yakalanmıştı ama gerekli müdahale için pasaport vermediler, yurt dışına çıkmasına izin vermediler. 20 Eylül 1985’te dünyaya bilincini ve seslerini bırakarak ışıklar okyanusuna göçtü.

Devrim umudu ve sosyalizm savaşımı olan her yerde direniş türküleri olarak dünyada çınlamaya devam edecek Ruhi Su türküleri…

BAŞLASIN

Dünyaya gel
İnsan başlasın
Tanrıyı bul
Korku başlasın
Ağalık, beylik
Bir bir başlasın
Bin yıl, on bin yıl
Bunca emek bunca yıl
Nemrut bitirsin
Süleyman başlasın!
Sen ki dünyayı cennete çevirdin
Dünyaya hükmün başlasın.

RUHİ SU


ŞİİRİMİZİN YOL GÖSTERİCİSİ,  HALKLARIN DİNMEYEN SESİ
VEYSEL ÖNGÖREN YOL GÖSTERİYOR…


Sürgünlerden sürgünlere savrulan yaşantısında, şiirleriyle ve şiir üzerinde düşündükleriyle, her zaman kendisini var etmeyi bilmiş usta şairlerimizdendir Veysel Öngören. Onun şiirlerini antolojilerde, yıllıklarda bulamazsınız. Çocukluğunda ailesiyle birlikte Afyon’a sürülen şair, son yıllarını Diyarbakır’da Bismil’in Kürthacı köyünde geçirdi. 30 Eylül 1997’de, 66 yaşında sonsuzluğa göçtü.

Türkçe’nin Kürt şairi Öngören, halkından aldığı bilinci, gene onlara taşıdı. Hiçbir şeye boyun eğmedi. TRT Dış Haberler Servisi’nde çalışırken düşüncelerinden dolayı görevine son verildiğinde şiirlerine şöyle yansıyordu direnci:“Silindiğin bordroya inat bir çeteledir özgürlük / ister fabrikada ister firarda”

80’li yıllar, onun şiir alanında en verimli olduğu yıllardır. Dergilerde hem üst üste şiirleri, hem de şiir üzerine yazıları çıktı. Şiirimizin emekçi damarını yakalayan ve savunan yazıları şiir baronlarını sarstı… Bu nedenle şiir baronları tarafından görülmemeye başlandı. Burjuva edebiyatçılar, ne yazılarından ne de şiirlerinden iki satır söz edebildiler… O yaşarken zaten söz edebilme güçleri de yoktu onun karşısında..

O dönemde peş peşe “Remo ve Salo”(1980)”, “Vay Gözüm”(1981), ”Remtelebe”(1982), “Koca Ülke” (1983) ve “Arif’in Kızı” (1987) şiir kitaplarını çıkardı. Şiir üzerine yazdığı uzun yazı ve denemeleri ölümünden sonra “Şiir ve Yenilik” adıyla kitaplaştırıldı..  Şükran Kurdakul’un saptamasıyla, yöresel deyişlerden ustaca bileşimler çıkardı ve edebiyata yeni bir ülke duyarlığı getirdi.

Öngören, memleketine döndüğünde Diyarbakırlı şairlere öğretmenlik yaptı. Diyarbakır Belediyesi’nin Şehir Tiyatrosu’nda yönetmenlik yaptı.

“Ölüm silâhlarla geldiği zaman
Kalktık onu karşıladık
Günü saati sorduk söylemediler
Günü hiç öğrenemedik ama gölgeye baktık
Öğlendi abdest aldık helâllaştık
Ölüm silâhlarla geldiği zaman gençtik
Elimizi çabuk tuttuk yaşlandık
Kendimize yakıştırmak için onu
Onu kendimize yakıştırmak için
Höykürdükçe üç el silâh sıktık
Ölüm silâhlarla geldiği zamandı
Ölüm utanmasın diye dövüştük
Ne yaptıksa onun için yaptık, bir tek
Avuçlarımızın sıcaklığı kabzasındadır
Silâhlarımızın hâlâ
Silâhlarla geldiği zamandı, bir de
Küstü gün
Yüreklerimizi ülkemizi ışıtsın diye bıraktık”


VİCTOR JARA’NIN SESİ ÇINLAR HÂLÂ AND DAĞLARINDA!..

Victor Jara, Şili’de 11 Eylül 1973’te gerçekleştirilen askeri darbede katledilen 30 bin insandan biri. Muhtemelen 16 Eylül 1973’te Santiago de Chile’nin stadında biten bu yaşam öyküsü 28 Eylül 1932’de Santiago yakınlarındaki Lonquen kentinde başlar. Çiftçi ve yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir.  Jara okuma-yazmayı da, gitar çalmayı da, geleneksel Şili folklorünü de güzel bir sese sahip annesinden öğrenir.

Kilisenin korosunda teknik anlamda müziği öğrenir, ancak tanrı inancını kaybedince okulu bırakır ve Lonquen’e döner. Burada arkadaşlarıyla Şili folklorunu araştırmaya başlar, tiyatroya ilgisi sonucu Şili Üniversitesi’nde tiyatro bölümünde okur. O dönemde çok sayıda tiyatro oyununda yer alan Jara, 1960’lı yılların başında geleneksel Şili halk danslarına hayranlık duyan şarkıcı Violetta Parra ile tanıştıktan sonra müziğe yönelir. Onun şarkıcı olmaya karar verdiği olay, tiyatro grubuyla Sovyetler Birliği’ne yaptığı turda yaşanır. Programın bir parçası olarak oyunculardan birinin şarkı söylemesi gerekiyordu, ancak o oyuncu hastalanınca Jara gitarıyla sahneye çıkıp, şarkı söyler. Rus seyirciler büyülenir ve sahneye çiçekler atarak, beğenilerini ifade ederler. Victor da buradan aldığı motivasyon ile Moskova’nın bir otel odasında ilk şarkısı olan ‘El Cigarrito’yu yazar. Müzik, artık onun yaşamının ve kavgasını8n en önemli aracı olmuştur: “Kendimizi ve başkalarını her zaman daha iyiye götürmek için gerçeği anlatıyoruz. Yollarını bizden ayrı sürdürenlerin önünde bizimkilerle bütünleşerek şarkı söylemek istiyorum… Yapmakta olduğumuz şeylerin kıtasal değeri olduğuna, kitleleri sürüklediğine inanıyorum. Devrimci şarkı, devrimci bir güçtür. Bütün üçüncü dünya ülkelerinde sözü geçen güçlü bir silah...”

4 Eylül 1970’de Allende seçimleri kazanır ve La Nueva Cancion hareketinin müzikal olarak ağırlık verdiği konular da değişir. Jara da bu en yaratıcı döneminde en iyimser şarkılarını yazar. Jara ve harekette yer alan başka sanatçılar Halk Birliği’nin gayrıresmi kültür elçileri olarak Latin Amerika ülkelerine gidip, sahne alırlar; sahne almadan önce kapsamlı bir şekilde ülkedeki siyasi durum hakkında değerlendirmeler yaparlar. Böylece konserlere siyasi bir boyut katarlar.  Geleneksel halk şarkılarına özel ilgi duyan ve başta Pablo Neruda olmak üzere birçok şairin şiirlerini besteleyen Jara’nın şarkıları siyasi atmosferin sertleşmesiyle birlikte daha düşünceli bir nitelik kazanır.

11 Eylül 1973’te General Augusto Pinochet liderliğinde ABD’nin desteğiyle Allende hükümetine karşı askeri darbe gerçekleştirilir. O an, öğretim görevlisi olduğu Santiago Teknik Üniversitesi’nde olan Jara, radyodan olup bitenleri dinler. Sokağa çıkma yasağından dolayı geceyi öğretmen arkadaşlarıyla üniversitede bekleyerek geçiren Jara, ertesi gün üniversitenin avlusunda askerlerce yakalanıp, binlerce insanın tutulduğu Santiago stadyumuna götürülür. Günler geçer, onbinlerce insanla dolan stadyum önce bir işkencehaneye, ardından toplu mezara dönüşür. Tutuklandığında gitarı yanında olan Jara, insanlara moral vermek için gitar çalıp, şarkı söyler. Buna sert tepki gösteren askerler müzik yapmayı kesmesini söylerler, ancak Jara devam eder. Bunun üzerine ellerini kıran askerler, kendisine işkence ederken ‘Şimdi şarkı söyle yapabiliyorsan, domuz!’ derler, Jara da ‘Venceremos’ şarkısını söyleyerek cevap verir. Jara’nın morali ve kararlılığı karşısında çaresiz kalan askerler onu katlederler.

Victor Jara öldürülmeden önce silah ve işkence sesleri arasında ufak bir kurşun kalemi ile bir çaput kağıda o günlerde - daha sonra kendi adını alacak olan - stadyumda yaşanılan vahşeti son bir şarkı olarak yazar:

BEŞ BİN KİŞİYİZ BURADA

Beş bin kişiyiz burada
kentin bu küçük parçasında.
Beş bin kişiyiz.
Ne kadar olacağız bilemem
kentlerde ve tüm ülkede?
Burada yapayalnız
on bin el, tohum eken
ve fabrikaları çalıştıran.
İnsanlığın ne kadarı
açlıkla, soğukla, korkuyla, acıyla,
baskıyla, terör ve cinnetle karşı karşıya?
Yitip gitti aramızdan altısı
karıştı yıldızlara.
Biri öldü, diğerini vurdular asla inanmazdım
bir insanın bir başkasına böyle vuracağına.
Öbür dördü sona erdirmek istedi bu dehşeti
biri boşluğa attı kendini,
diğeri vuruyordu başını duvarlara
ama ölümün işareti var hepsinin bakışlarında.
Nasıl dehşet saçıyor faşizmin yüzü!
......

VİCTOR JARA


  PABLO NERUDA ŞİİRLERİYLE KAVGAMIZA SES VERİYOR!..

Pablo Neruda, bir demiryolu emekçisinin oğlu ve Şili’nin Paris büyükelçisi… Yaşamında tezat gibi görülen bu farklılık, onun hiçbir zaman diktatörlük, acı, katliam ve yoksulluklar ülkesi Şili’nin şairi olmasına engel olmamıştır. Onun için "Latin Amerikan’ın büyük yüreği" diyenler de yanılmamıştır. O’na göre “şiir hem isyandır, hem de isyankârdır.”

Şiir devrimcidir, çünkü toplumsal duyarlığın sesidir o. Ozanın muhalif kimliğinin doğuştan gelmesinin temel nedenlerinden biri de budur. Kavganın nabzını hep elinde tutan Neruda’nın şu cümlesi, onun tüm savaşımını ve şiirlerini özetlemektedir: “Şiir kimliğini ve itibarını ezilenlerin safında buldu.”

HALK

Halkım ben,
hani şu sayılamayan,
hani şu çok halk.
Soluğumun öyle bir gücü var ki
sessizliği deler geçerim, dinlemem,
filiz verir, boy atarım,
zifiri karanlık demem.
Zulüm, acı, ölüm, şu bu
bir anda gizlerse de tohumu,
ölmüş gibi görünürse de halk,
döner gelir elbet bir gün nisan ayı,
kavuşur baharına toprak,
kızgın eller dağıtır atar ağır havayı.
Ölümün içinden yeşerir yaşamak.

PABLO NERUDA
Çeviren : A. KADİR


ULUCANLAR KATLİAMI BELLEĞİMİZDEN SİLİNMEYECEK HİÇ!..

25 Eylül'ü 26 Eylül'e bağlayan gecenin sonunda alacakaranlığında gelmişlerdi... Koğuşun tavanındaki mazgallardan, gözetleme kulelerinden gaz bombalarıyla, mermilerle saldırıyorlardı. Bir yandan da; Habiiip!.. İsmeeet!.. Cemaaaal!.. Sadıııık!.. Enveeer!.. nidalarıyla alacakaranlığın sessizliğini yırtarak öldürecekleri insanların ismini okuyorlardı!.. Devletin elinde, dört duvar arasındaki devrimci sosyalist tutsaklara karşı planlı, programlı, tasarlanarak hazırlanan bu devlet katliamını; sabahın erken saatlerinden, hatta operasyonun başladığı alacakaranlıktan itibaren televizyon kanalları; 'Ankara Ulucanlar Cezaevi'nde İsyan!..' diye duyuruyorlardı!..

Oysa 'isyan' dedikleri şey 19 Eylül'de başlamış, 25 Eylül'de (her zaman olduğu gibi arkasından ihlal ettikleri) 'anlaşma' ile sonuçlanmıştı. Yıllardır 20-30 kişi kapasiteli; 'devletin at ahırından bozma' koğuşlarda balık istifi 80-90-100 kişi kalan devrimci siyasi tutsaklar; 'nefes alamıyoruz, bize bir koğuş daha açın' diye cezaevi idaresine, Adalet Bakanlığı'na dilekçe üstüne dilekçe vermişlerdi. Her seferinde de; 'tamam bu sefer çözeceğiz, Adalet Bakanlığı'ndan onay bekliyoruz...' diye oyalanmışlardı. Her şey baş-göz üstüne ama cezaevinde de olsa insan her zaman insandı. Balık istifi tıkıldıkları koğuşlarda fareler gibi havasızlıktan ölmek yerine nefes alabilecekleri bir koğuş istemişlerdi ve istemekle kalmayıp yan taraflarında bomboş duran olanağı fiilen kullanmışlardı. Bu son derece masum ve insani talepleri karşılandığında da kimsenin burnu kanamadan 1 hafta süren direnişlerine son vermişlerdi.

En son sayı 120'ye çıktığında artık tahammül sınırları çoktan aşılmıştı ve hala olumlu bir gelişme yoktu. Onlar da bir gün havalandırmanın duvarında eskiden açık olup sonradan tuğla ile örülen kapıyı yeniden açarak yan tarafta 15-20 adli tutuklunun bulunduğu 7. koğuşa geçerek 'nefes alabilecekleri bir ikinci koğuş' sorununu yine cezaevi içinde fiilen çözmüşlerdi. Cezaevi idaresinden de bu durumu onaylamalarını ve yeni geçtikleri koğuşun boya ve badanasını yapmak üzere kireç-fırça ve boya istiyorlardı.

'İsyan' dedikleri buydu! Tıpkı Yılmaz Güney'in ünlü 'Duvar' filmine konu olan 'Sübyan koğuşundaki isyan' gibi idi. Onlar da kışın zemheri soğuğunda sobasızlıktan, kırık camlar nedeniyle kar, yağmur ve rüzgârda titremekten ve kişi başına günde verilen bir ekmekle doymadıklarından 'soba, pencere camı ve iki ekmek' talebiyle 'isyan' etmişlerdi.

Anılarını belleğimize kazacağız…



NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanatiGoogle Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.comFacebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati

MUHAMMET GÜZEL: Gökkuşağının Şarkısı Masalı




GÖKKUŞAĞININ ŞARKISI MASALI





FOTOĞRAF:ADNAN DURMAZ



Evvel zamanda Şamanlar varmış. Ağaçların, taşların, suyun, ateşin, çayırın, çimenin,  kısaca doğadaki her varlığın bir canı ve ruhu olduğuna inanırlarmış. Günlerden bir gün bu şamanlardan birinin yolu, göklere uzanan duvarların toprağa gün ışığı değmesini engellediği bir kente düşmüş. Güneşin göründüğü açıklıklarda ise duvarlardan yansıyan sıcaklık nefes almayı bile zorlaştırıyormuş. Ne açık havada topraktan yansıyan bir gün alazı çalınırmış insanın yüzüne, ne de güneş ısısı insanı zorlayınca gölgesine sığınacak rüzgarlı bir yeşillik gölgesi varmış çevrede. Şaman rüzgarsız, gölgesiz bunalmış. Kıvrana kıvrana gezinirken dev binaların arasına sıkışmış bir avuç ağacı görüp kendisine seslendiklerini duyuvermiş. Ağaçlar “Gel konuğumuz ol biraz nefeslen. Gölgemizde dinlen, gezin” diye çağırıyorlarmış. Şaman aşkla ağaçlara bakmış, sevinçle onlara koşmuş. Varıp gölgelerinde gezinmeye başlamış. Öyle mutlu olmuş, öyle sevmiş ki ağaçları, “gölgeniz gökkuşağı, meyveniz umut olsun,” diye dualar etmiş her birine. Şaman o ağaç kümesiyle helalleşmiş, sonra da yürümüş gitmiş ışıklar içindeki çadırına.

Ağaçlar şamanın öğüdünü yerine getirmek için hep gülümsemişler yanlarında, gölgelerinde gezinen çocuklara. Çocuklar da ağaçlara. Şamanla konuştukları o gizemli dil ile ağaçlar, çocuklarla konuşmaya başlamışlar. Gitgide çocuklar da çocuk yürekleriyle anlamışlar bu dili. Su ile, ışık ile, toprak ile gölgelerinde konuk olan insanlar ile ağaçların ne çok mutlu olacağını öğretiyorlarmış çocuklara.  En çok yönü belli, özgür rüzgarları özlediklerini anlatıyorlarmış. Çocuklar da kaygıdan arınmış bir özgürlüğü ne çok istediklerini anlatıyormuş ağaçlara.

O ağaçların ülkesinde elbette başka ağaçlar, ormanlar da varmış. Devasa duvarların arasında yolunu yönünü kaybedip, o ağaçlara rastlayınca kanatları yeniden güçlenen rüzgarlar, ormanlara haber götürmüş. Diğer ağaçlar da, gölgesine sığınan çocuklara şiirler, şarkılar fısıldayıp, gülümsemenin,  değerini anlatmaya başlamış. Başlamış başlamasına ama gülümsemeyi yasaklayan egemenleri varmış o ülkenin. Onlar ağaçların gölgesindeki gökkuşağını, dallarındaki umudu değil, sökülüp atıldıklarında açılacak alanlara kuracakları yeni dev binalardan alışveriş merkezlerinden kazanacakları paraları seviyorlarmış. Onlar doğa ve insan özgürlüğünü değil, kaygıyı beslemeyi alışkanlık haline getirmiş insan türleriymiş. Böylece diğer insanlar daha mutsuz, güçsüz olacağı için bağlanacak yer arayınca kendilerine tutunacaklar diye düşünüyorlarmış. Gülümsemeyi değil korkuyu büyüterek, onları yönetmenin daha kolay olacağına, egemenliklerini sonsuza kadar sürdüreceklerine inanıyorlarmış.

Gülümsemenin yasaklandığı ilan edilip o anda dağdevirenler salınmış ülkenin diğer yerlerindeki ormanlara selamlar yollayan o ağaçları söküp atmaya. Ağaçların bazıları çocuk olmuş yürümüş, bazıları da dallarındaki çiçeklerinde gökkuşağı çocukları açarak şarkılar söylemeye başlamış. Öyle yürümüşler, öyle şarkılar söylemişler ki; yer sallanmış, zehirli sular, dumanlar, kurşunlar fışkırmış, ürkmüş egemenlerin, insanları korkutmak için kullandıkları ölümcül aletlerden. Ağaçların dallarında çocukların bazıları vurulmuş. Vurulmuş ya, düşmemiş hiç biri yere. Süzülüp ışığa doğru kanat çırpmışlar. Uçarken kanatlarından öyle güçlü fırtınalar yayılmış ki, korkunun saraylarını kaplayan toz savruluvermiş, Granitle örülmüş sanılan yapılarının sırçadan olduğu anlaşılıvermiş o anda. O anda tüm evler, sokaklar, meydanlar bir gökkuşağı şarkısı tutturmuşlar. En has çalgılardan çakıl taşlarına kadar. Hepsinin sesi, bir yanı siyah bir yanı beyaz, uçsuz uzamsız gökkuşağında büyüyüp bütün dünyayı saran bir koroya çığlık olmuşlar.

Onca zehirli su, zehirli duman, zehirli sözler yetmeyip kurşunlarla canlar alınıp, çocuklar ağaçların dallarından birer ikişer devşirilip, üstlerine demir kapılar kilitlenerek ezildi sanılan bir anda, korkunun o gökkuşağı ormanından uçup, egemenlerin sırça saraylarının damına konduğunu görmüş tüm insanlar ve tüm ağaçlar.

Artık öyle çok korkuyorlarmış ki korkutanlar; bir meydana konmuş ve hiç hareket etmeyen rengaren bir gökkuşağı kuşu, göz kapaklarını hareket ettirse, deprem oldu sanıyorlarmış.

Masalın burasında, en baştaki Şaman meydana gelmiş ve demiş ki:
Çocukluğumda dinlediğim masalların çoğunda ‘onlar ermiş muradına’ dense de masalın aslında sonu olmadığını bilirdim. Ama masal sandığım öykülerdeki kahramanların, aslında masal olmadığını çok sonraları öğrendim.

Şimdi göğe bakıp, uçuşan elmaları sayabilirsin…



MUHAMMET GÜZEL



ADNAN DURMAZ:Aşk Seni Bakışlarından Tanır




AŞK SENİ BAKIŞLARINDAN TANIR




RESİM: ADNAN DURMAZ


  
gecedir
tekinsiz ışıklar düşer sulara
bir sonbahar ağacına benzer eşkalin
kırık bir karanfil dudağının kıyısında
çalmasın durup dururken koygun havalar
bulutlar gürleyip çarpmasın göğsüne sağanaklarla
gönlünün sarplarında şakiler hüzün çatmış
firari düşer gönlün yamaçlara vurursun
yaralı bir dağdır hayat bir başına kaldığın
nere gitsen bellisin ayrıksı duruşundan
yaban yalnızlığını öfkeli eşkıyanın
hiçbir şey silememiş dalgın bakışlarından

plastik suratlara-kokusuz karanfile alışamadın
ürkek bir kuş nere konsa gözlerin
nefesi bir adımlık ilişkiler
kaç paramparça etti güven mendireğini
nere gitsen dikiş tutmaz yüreğin

bu yalancı aynasına gözlerin
çakal iklimlerine- yalak sırıtışlara alışamadın
bu sırtlan sabahlara bu dönek akşamlara
alacası içinde saklı sözlere bukelemun suratlara
alışamadın

kederinin sahillerine çarpan dalgalar
yaralı bir yürek vurur diye avuçlarına
o asılmış serüvencinin gözünden kalan yıldız
kaldıramaz diye o işkilli karanlığı
her yenilgiden sonra
vazgeçmedin gitti
geçirimsiz dostluklarda umudu sınamaktan

kolay değil
yakılmış ormanlardan kalan bir ağaç olmak
yüreğin dağlarca hüzün
tırnakları ele batan bir yumruk
kınsız ve canına saplanan öfke
ansızın kıyılarına vuran fırtına
kolay değil

yaşamak yiten dostların
boşluğunu taşıyan ıssızları
kutsal bir emanet olarak
unutmamaya olan deli inadı
kalın yalnızlıkların dürüsünde saklamak
taşımak o yarayı
bir hamayıl gibi yar bergüzarı
kolay değil

bu pislik sultalarının yürek mezatlarında
sarhoş sofralarında devrim şarkıları
briç masalarında jakoben üç sanjato
yalakanın ruhu irin-döneğin onuru lal
bir sen kaldın koskoca gökyüzünde
gidecek yeri olmayan asi kartal

alışamadın
çünkü hiçbir şeyine alışamaz bir çocuk
kendi düşlerine uymayan dünyaların

bir lokmaya it olunan dünyanın meczubusun
ne de evlilikte düzen tutturdun
ne aşkı buldun
yenemedi insanlığın
küçük burjuva hayallerini sevdiğin kadınların
ve her seferinde
yüreğinden tekmelendin

çiçekler -çocuklar aşkına
yağmurlu eylüllerde kalkan binlerce yumruk
meydanlar dolusu biçilmiş ekin
bulutlar rüzgarlar alışkınındır senin
ve yüzünü yağmurlara yaslamayı bilirsin
bin defa vursunlar da
ölmeyeceksin

ihtiyar bir çocuksun artık
belki bin yaşındasın belki ölümden yaşlı
gökkuşağına astığın parkanı giy
üşürsün havalar soğuk
madem bir yari olmadı bin yaralı kalbinin
nazımın şiirinden aldığın
kırmızı boyun atkısını sar boğazına
senin şarkın
dudağının kıyısında kırık karanfil
yalnızlığının duldasında uyumayı
bulutlara basarak yürümeyi öğreneli çok oldu
kanarken gülümsemeyi öğreneli çok
sulardan yıldızlar toplayıp da geceleri
gündüzleri dağıtmayı yoksul çocuklara
çok oldu öğreneli

çağ bu
zamana yüzyıllarla bakmalı
sıkışınca darda kalmış sular gibi akmalı
elbette ezilenlerin düşü
o binveren bir çiçek sağanağı
kıyamet alametlerindendir zulmün

sırtını dayayacak kimsesi olmayanlar
en iyi türkülere sarınarak ısınır
iyi bak bu kargaşanın tam ortasında aşk
aşk ki seni bakışlarından tanır

hey çocuk kalan
hep çocuk kalacak olan
yazar ki tarihin yakılmış yerlerinde
zamandan zamana gider bütün serüvenciler
yalnızdır yaşadıkları kara çağlarda
yağmurlara sarınmayı
geceyi giyinmeyi
umudu kuşanmayı
ve bir sevda silahı kılmayı hüznü
en iyi onlar bilir



ADNAN DURMAZ 



SERKAN ENGİN: Küba Fatsa Arası—YAŞAR DOĞAN: Kendine Yetme




KÜBA FATSA ARASI







“Ben ne yaptıysam halkım için,
halkımla birlikte yaptım”
Fikri Sönmez


Kalbim Kübalıdır “abiler”,
Fidel ile Ernesto’nun
düşlerinden öptüğü çocuklarla yaşıt.
Memleketim, 79’daki Fatsa’dır,
bu şafaklarda Sönmez
Fikri’nin zamanında,
sosyalizmin en güzel terzisi.

“İşte bu yüzden dostlar
bu yüzden”,
Küba ile Fatsa arasında,
bir papatya sağanağıdır,
şu benim serçe ömrüm.



SERKAN ENGİN










KENDİNE YETME 
(AUTOSUFFISANCE)






Kuşkun varsa
Sil baştan yaşa
Yer ve zaman
Yön verir hayata

Gideceksen git keyif senin
Gideceksen git istek senin
Git suyla git
Git havayla git
Cehenneme gitme
Yargılanamaz tercih senin

Binlerce şekli var
Savaşmanın
Sevişmenin
Geleceği görmenin

Her şeyin gelecek olduğu
Ültim bir gelecek
Katılımcı kolektivizm
Kendi kendine hep yeten

Ne çoban ne patron ne yalnız
Yaşa yaşa yaşasın
Ortak mutluluk en iyisi




Fransızca:


AUTOSUFFISANCE

Si cela te tracasse
Efface et recommence
Les lieux et les distances
Déterminerons ton existence

Va si cela t’enchante
Va-la ou tu te plais
Va avec l’eau Va avec l’air
Ne t’en va pas en enfer
Plus rien peux condamner ton choix

Il y a des milliers façon
De faire la guerre
De faire l’amour
De voir l’avenir

Un avenir ultime
Ou toute est devenir
Collectivisme participative
Pour autosuffisance

Ni pâtre ni patron ni seul
Vivons vivons vivons
A l’unisson c’est mieux


YAŞAR DOĞAN /LOLAN

TAN DOĞAN: Dün Bir Şâir Öldü




 

dün bir şâir öldü




RESİM: ADNAN DURMAZ




dün bir şâir öldü
ün değil şi’rdi derdi

câmi cemaati kıldı namazını
ve üç beş dost arkadaş akraba…
yok ki çoluğu çocuğu sırtlasınlar cenâzesini
imam dedi “gömün”
uyduk imama

çok eskiden beri tanırdım
edebiyat dergilerinden
-mahlas kullanırdı zâten

mektuplaştık yıllar yılı
sonra inzivâya çekildi
dön gayr şi’re dedimse de dinletemedim
ömrünü kırılgan gönlünün
dehlizlerine adadı

olsaydı derdi ün
olur muydu bir şi’ri
karıştırdım eski dergileri
ağladıkça ağladım…

nasıl unutuluyorsa klasik sanat mûsikîsi
birkaç yaşlı okur hâricinde unutulacak belki
-onlar da ölünce…

gece:
hammâmîzâde ismâil dede efendi dinliyorum:
* “yine bir gülnihal aldı bu gönlümü”  ya da
** “ey büt-i nev-edâ olmuşum müptelâ”
ve dergilerde kalan şi’rlerini okuyorum

dün bir şâir öldü…

yavaş yavaş ben de ölüyorum
__________________________________________________________________
* rast semai
** hicaz semai


 TAN DOĞAN

ABDULLAH ORAL: Kurşun Çiçek Açar mı..—ÖZER GENÇ: Kavga






KURŞUN ÇİÇEK AÇAR MI BABA?










Anahtar deliğinde unutulmuş
Tanıdık bir yüzdür çocukluk
Hep o kapının ardında saklıdır
Sevecen masum gülüşler.

Derler ki ilmeğin düştüğü yerde
düğümlenir umut.
Kurşun çiçek açar mı Baba?

Çiğ tanesi gibi yanağıma düşen
Serin bir buğusuydu sabahın.

Yüreğim bazen hırçın bir nehir
Bazen deli dolu akış sonrası süt liman.

Dudaklarımdan
kanayan şarapnel dökülür
kuşluk vakti.
Kurşun çiçek açar mı Baba?

Bedenimi yitirdiğim sokaklara-
bir daha dönemem.

On iki yaşında on üç kurşun
On üç yavru ağzı çiçeklenmişti
Uğur kaymazın bedeninde
Yarını olmayan sabahlarda.
Kurşun çiçek açar mı Baba?

Işık sızmaz derinliğine düştüm karanlığın
Sözcüklerin devinimini yitirdiği-
yerden geliyorum.

Kurşun çiçekler gördüm
Iraklı bebelerin bedeninde
Her biri kızıl bir karanfil
Papatya Menekşe Gül
Rüyamıydı bilmem
Kurşun çiçek açar mı Baba? .......




ABDULLAH ORAL











KAVGA







Gölgesiz kalasıca
betonperest toplumun böğründe
Yağmurlar ıslatır hüznünü
Yorgun adamlara aşık
genç kadınların
gözyaşlarıyla

Sen gene de çiçeklerin davetini kabul et
Dinle yeni rüzgarın sesini
Yeni doğmuş bebenin ilk nefesinden
çoğaltılmış gibi
yaşamaya eğilimli

Yalanları kim dinlerse dinlesin

Bak dört yanımız doğa
dört yanımız kavga



ÖZER GENÇ


BEKİR KOÇAK: Ölüm Soluksuz Maratondur





ÖLÜM SOLUKSUZ MARATONDUR









seni çok aradım sevda öykülerinde
uçup giden güvercinlerin peşinde
gökyüzünün yabancısı gibi
o mavilere alışkın gözlerim
düşer dağarcıklara şiircesine
ölüm soluksuz maratondur
anlayan anlar da
anlamayanın nesine

kar altında gölgesiz ağaçlar
mahzun ve masum
kedi gözlerinde bulut
kapımızın önüne kadar sisler
kapıyı açsam girdi girecek
küslüğümüz kendimize
sitem say güceniklik
senin sevdan hücre hücre yüreğinde
yanıbaşında yürüyenler
kainatın hüznünden bihaber

kaç gündür suskunum
durdu nutkum
kaç bininci ok geçti kader çizgisini
dingin olan hiçbir şey yok
sararan sayfalarıyla eski kitaplar
cengaver haykırışları
çığ altında hala bu çağda
unutulan bir sözcük masumiyet
bir eli yağda bir eli balda
gezgin ağırlayan taş avlular
yüzü asık gözü kapalı
bizden bilip her şeyi
için için ağlar

kaç gündür yokum
azraille karşılaştı bir yakınım
içinde düşsel ırmakların
kuru ağaç dallarında gözleri
özlemiyle güneş renginde ışıkların
el salladı belli belirsiz
sevdamızı allayıp pullasanız da siz
kafa karışıklığı ön safta
memleket ah memleket
bir yanı zifiri karanlık
bir yanı sis




BEKİR KOÇAK 


M.GİRGİN:Çimenli..—N.TIRPAN:Çal Şafa..—E.CENGİZ:Savaş ve Barış




ÇİMENLİ DAĞLAR, ÇİMENSİZ DAĞLAR







kızın koluna bir saat çizmiş adam. kızı sormuş baba saat kaç? saat sekiz. eyvah demiş kız. okula geç kaldım demiş. koşarak çıkmış evden. adam gazetelerine bakmış. birinde manşet: TÜRKİYE YÜRÜYOR. ikinci gazetesine bakmış. manşet: TÜRKİYE DURUYOR. şaşırmış ne oluyor ki demiş. KAOS MU BU demiş. kızının yaptığı resme bakmış. altında şu yazıyormuş: ÇİMENLİ DAĞLAR, ÇİMENSİZ DAĞLAR. kız sokağa çıkmış. kalabalığa karışmış. ağaç adamlar ve ağaç kızlar varmış. o kelebek olmuş bi dala konmuş. yürümüşler. ağacın yürüyüşüne ilk defa şahit olmuş. şehir durmuş. evler durmuş. çocuklar durmuş. ağaçlar yürümüş. DÜNYA BÜYÜMÜŞ. kız kuş olmuş. yalnız kuş. uçmuş diğer dala konmuş. kaotik kabarcıklar oluşmuş kanadında. kaotik adamlar yoluna çıkmış ağaçların. ağlatmış onları. almış götürmüş. betona hapsetmiş. akşam olmuş. adam kızını beklemiş. gelmemiş. biraz daha beklemiş. gelmemiş. kaotik adamları aramış. kızım orda mı demiş. hayır burada kız ağaçlar ve oğlan ağaçlar var demiş. bir de kelebeğe ve kuşa benzeyen yalnız biri var demiş. tamam demiş adam. ağaçları, kelebekleri ve kuşları evimde bekliyorum demiş. telefonu kapatmış. GELMEMİŞLER.

22 HAZİRAN 2013

MEHMET GİRGİN












ÇAL ŞAFAĞIN KAPISINI






Erken yürümeye başlar
Bu kentte karanlıklar
Boş bir gülümseme mi hüzün
Esneyip gerilen boşluk değildir
Dünden gelen sokaklar,
Kavganın emek direncini,
Dilsiz sokakların aydınlık dehlizlerinde
Dünü biriktirip saklar,
Bu güne taşır.
Uyuyan bir gecenin
Şafak çalar kapısını,
Ne duruyorsun,
kardelen gibi
vermeden boynunu
Çal şafağın kapısını



NECİP TIRPAN










SAVAŞ VE BARIŞ







üç kişiliktir savaş / tamı tamına üç kişilik
göz göre göre iki yoksul / karşı karşıya ölürüz
kitap fiyatına mermi
hastane fiyatına bombalar başımızda patlayan

kanımızla onlar / sırtımızdan onlar beslenir
onlar ki yeminle / elimize tutturunca silahı
bir masada kadehi / diğerinde göbekleri tokuşur
yatları katları köşkleri
itleri bitleri çitleri var onların

göz göre göre iki yoksul / sen ve ben
ölürüz dünyanın dört bir yanında
anneler ağlar küser ekmeğe
onlar soy atar kol atar büyürler
öyle soğuk ki gülüşleri
öyle kıytırık / öyle umarsız / öyle sinir bozucu

gülüyorlar / gülüyorlar yüz yüze
sırt sırta / kıç kıça / biz dövüştükçe onlar adına
biz gömüldükçe yan yana
gülüyorlar / amele pazarında eğilen başa
ödeyemediğin kiraya / tadını unuttuğun ete
binemediğin vapura / bekçiden yediğin dipçiğe
utanırım / utanırım ki / bu da doyurmaz onları
bebeğe kurşun / toprağa A-me-ri-kan bombası
yağdırırlar

derdimiz dert / ne bir fazla ne eksik
kol kola, yürek yüreğe durdurmalı savaşı
ne onlar için çalışmak ne de çarpışmak onlar için
toprağa giren tohumla / tarlaya vurulan su
ılık ılık esen rüzgarla çiçekten çiçeğe barış

bak tohumun sevdiği toprağa
toprağın sevdiği tohumla koyun koyuna
üçüncü yaprağını da çıkardı / yaprağın üçü de bizim
ayakta ve dimdik / dimdik içiyor güneşi
seninse baban / iki kefille senet’e imza çakıp
satın alır taşını toprağını mezarın



ERCAN CENGİZ