Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

30 Nisan 2013 Salı

EMEĞİN SANATI'NDAN 139. MERHABA





Merhaba,
Selâm 1 Mayıs’a, 1 Mayıs’ı kutlayanlara.
Selâm meydanlarda özgürlük türküleri söyleyenlere…
Alın terinin yüceliğine selam durana…
Selam!
Emperyalizme…
Sömürüye…
Kahrolsun diyene selam!
Kahrolsun nasırlı yürekler,
Ve yaşasın nasırlı eller diye bağırana selam.
Ve meydanlardaki bayramın toplumda bayramlaşacağı günlere şimdiden selâm!
Fabrikalarda, barikatlarda direnen işçi sınıfına bin selâm!
Kürtlere yönelik ağır tehdit ve baskıları direnerek püskürten, Kürdistan’ın her yanını sivil itaatsizlik ağıyla direniş meydanına dönüştüren Kürt halkına bin selam!
Mahpushanelerin demir parmaklıkları arasından onursuzluğa ve tecride direnen devrimci tutsaklara bin selam!
Reformist, ulusalcı, liberal sarı 1 Mayıs’lar için değil, kızıl 1 Mayıs’lar için mücadele edenlere selâm!
Kabuk çatlıyor, paslı zincirler ağır ağır sarsılmaya başlıyor. Gün kapkara bulutları aralayıp aydınlatıyor dünyayı, hayat coşkuyla doluyor.
1 Mayıs, bir heyecandır; ya yeleleri rüzgârda uçuşan bir at, ya sevgimizi tutuşturan bir murat.
1 Mayıs bir özlemdir; ya barışın saçaklandığı kırmızının yalnızca gül, karanfil ve gelincikte renk bulduğu bir dünya, ya kirletilmemiş, yeşilin yeşil, mavinin mavi, karanın ancak sobamızdaki kömürde renk bulduğu bir doğa.
1 Mayıs bir rüzgârdır; ya bahar kokan bir meltem, ya da esen, savuran bir bora... Boraya göğüs germeli, bahar basılmalı bağra.
1 Mayıs bir çığlıktır; ya denizlerin ak köpüklü ufuklarından, ya karlı dağ doruklarından yüreğimizde yankısını bulur. Ya barış kokar ya çile. Barış kokanı bizim olsun!
1 Mayıs güneşi,
Umudu ve öfkeyi taş duvarların ardında yiğitçe koruyanların;
100 yıl önce kurulan darağaçlarına karşın birlik, mücadele ve dayanışmayı elden bırakmayanların;
Yaşamın her alanında üreten ve yönetecek olanların yüreklerini, yüreklerimizi ısıtsın!...
Yaşasın 1 Mayıs!
Biji 1 Gulan!

Delerken çiçekler
_____________toprağın karanlığını
Aydınlığın dudağında evren
_____________uyandı uykusundan.
Kuşlar kanatlarıyla
_____________dağıtırken sisini karanlığın
terkisinde güneşin ışığını
_____________saçtı dört yana,
________________________dört nala atlar.


Bir mayıs sabahında
___aynı çarka asıldı binlerce yürek,
___aynı saza mızrap vurdu binlerce parmak,
___aynı sevdayı haykırdı binlerce ağız,
___aynı özlem için sıkıldı binlerce yumruk,
__________________ baskıya, zulme,
_________________________sömürüye karşı!


Öfkeli boğazlardan çıkan sesle
_____gürledi ağızlarda Bir Mayıs Marşı.
Bu ses, titretirken yürekleri,
_____adımlar sarsarken kaldırımları
Tüm yurtta yankılandı,
__________________ köy köy,
_________________________kent kent,
________________________________çarşı çarşı...


Ali Ziya Çamur


BU SAYININ SAVSÖZÜ


"Sanatçının gündemi ülke emekçilerinin gündemi ile aynılaşmıştır. Tüm padişah höykürmelerine, faşist dayatmalarına karşı; bağımsızlık, özgürlük, eşitlik ve bu çerçevenin hayatlarımıza tek tek dokunan ayrıştırma, ötekileştirme ve muhafazakârlık adıyla servis edilen gericilik, Kürt halkının ve komşu ülkelerinin  üstündeki ırkçı düşmanlık, savaş kışkırtıcılığı, ülkemin bir NATO karargâhı hâline getiriliyor olması temel meselemizdir. Eğitim-sağlık-çalışma yaşamımız iç edilmiş, tüm ortak değerlerimiz özelleştirme adıyla peşkeş çekilmiş, kentlerimiz, meydanlarımız ve kültürel dokularımız talan edilmiştir. Sıra üniversitelerimize, sanat alanlarına gelmiştir.

Günün özgürlük sanatçısı; tüm bu dayatmalara karşı üreterek insanlıkla arasındaki köprüyü büyütebilir. Akıl zenginliğinin çoğaltılması, aydınlanmanın kanallarının açılmasına katkı sunacaktır. Sanatın görevi de bu olsa gerek. Barışı, kardeşliği kışkırtan, uşak etme ve biat etme geriliğini yenen, insan olma erdemini yücelten bu duyarlılık bugün en fazla gereksinmesi olandır.
......
Bitirilmiş, iç edilmiş bir sistemin bekçisi değil, geleceğin yaratıcısı olmayı bu anlamda sistem ve yandaşlarının safında değil emekçilerin yanında saf olmayı, geçmişe sarılıp ağlaşmayı  değil geleceği kurmayı yeniden düşünmeliyiz.”  ORHAN AYDIN  (22 Ocak 2013 / sol.org.tr)


YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ


1 MAYIS’TA ALANLARI DOLDURANLARA SELÂM!

1 Mayıs, geçmişle gelecek arasında  insan emeğinin ve insanlığın değerini, emeğin ve insanın yenilmez gücünü ortaya koyan tarihsel bir gündür.

1 Mayıs, sefalet çekenlerin, sefahat sürenlerin  tahtını salladıkları, egemenliklerini kırdıkları bir gündür.

1 Mayıs, damlalarca buluştuklarında emeğinin selleşen gücünü ortaya çıkaran bir gündür.

1 Mayıs, dünyanın gelirlerini paylaşan birkaç yüz kişiye karşı, birleşerek devleşen emekçilerin, onların yüreğine korku saldığı gündür.

1 Mayıs, geçmişten bugüne kazanımlar için bir zafer günü, gelecekteki kazanımlar için birlik ve mücadele günüdür.

1 Mayıs, bir heyecandır; ya yeleleri rüzgârda uçuşan bir at, ya sevgimizi tutuşturan bir murat.

1 Mayıs bir özlemdir; ya barışın saçaklandığı kırmızının yalnızca gül, karanfil ve gelincikte renk bulduğu bir dünya, ya kirletilmemiş, yeşilin yeşil, mavinin mavi, karanın ancak sobamızdaki kömürde renk bulduğu bir doğa.

1 Mayıs bir rüzgârdır; ya bahar kokan bir meltem, ya da esen, savuran bir bora... Boraya göğüs germeli, bahar basılmalı bağra.

1 Mayıs bir çığlıktır; ya denizlerin ak köpüklü ufuklarından, ya karlı dağ doruklarından yüreğimizde yankısını bulur. Ya barış kokar ya çile. Barış kokanı bizim olsun!

1 Mayıs güneşi, umudu ve öfkeyi taş duvarların ardında yiğitçe koruyanların; 126  yıl önce kurulan darağaçlarına karşın birlik, mücadele ve dayanışmayı elden bırakmayanları unutturmama, yaşama, yaşatma günüdür.

Selam 1 Mayıs’a, 1 Mayıs’ta alanlara koşanlara!..

Selam meydanlarda özgürlük ve barış türküleri söyleyenlere!..

Alınterinin yüceliğine selam duranlara selam!..

Emperyalizme,  sömürüye, yoksunluğa ve yoksulluğa karşı, nasırlı elleriyle dik duranlara selam!..

Kabuk çatlıyor, paslı zincirler ağır ağır sarsılmaya başlıyor. 1 Mayıs güneşi, kapkara bulutları aralayıp aydınlatıyor dünyayı.

1927 yılında Amele Teali Cemiyeti’nin merkezinde yapılan kutlamalarda, “Bir Mayıs, Bir Mayıs ilk dileğimiz / Yaşatacak seni tunç bileğimiz” diye biten ilk 1 Mayıs marşından 1976’dan bugüne gelen “1 Mayıs 1 Mayıs işçinin, emekçinin bayramı” sözleriyle başlayan 1 Mayıs marşı alanlardan alanlara hep bir ağızdan gür seslerle çınlatsın evreni.

Yaşasın 1 Mayıs!


“ARKADAŞ Z. ÖZGER ŞİİR ÖDÜLÜ” SONUÇLANDI...

Mayıs Yayınları‘nca bu yıl onsekizincisi düzenlenen ”Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü” nün sonuçları açıklandı.

2013 yılında “Bir Şiiri İnceleme” disiplininde verilen ödül, Şerif Mehmet Uğurlu’nun “Turgut Uyar’ın ‘Geyikli Gece’ Şiiri Üzerine Bir İnceleme” adlı çalışmasına verildi.

Ödüle katılanlar arasından yayımlanmaya değer görülen; Gamze Akbaş, Onur Akyıl, Melih Elhan, Seçil Özcan ve Aslıhan Tüylüoğlu’nun çalışmaları da ödülü alan incelemeyle birlikte, yayımlanacak kitapta yer alacak.

2012 yılı içinde yayımlanan ilk şiir kitapları arasından sorgu yöntemiyle tespit edilen “İlk Kitap Özel Ödülü”nün, Issız  ile Cenk Gündoğdu ve yayıncısı Kırmızı Kedi Yayınları’na verilmesine karar verildi.


M. SUNULLAH ARISOY 2013 ŞİİR ÖDÜLÜ ERGÜL ÇETİN'İN!

Kuşadası Eğitim ve Geliştirme Vakfı tarafından düzenlenen M. Sunullah Arısoy 2013 Şiir Ödülü “ALDANIŞLAR”  adlı yapıtıyla Ergül Çetin’in oldu. Ayrıca Hilal Karahan’ın “ATEŞİ BÖLEN GECE” adlı yapıtına, ödüle büyük emek veren ve 21 Aralık 2012’de yaşamını yitiren seçici kurul üyesi Burhan Günel‘in anısına KEGEV özel ödülünün verilmesi uygun görüldü.

Hidayet Karakuş, Ayten Mutlu, Ahmet Özer,Çiğdem Sezer ve Halim Yazıcı’dan oluşan seçici kurulun da katılacağı ödül töreni 10 Mayıs Cuma günü Kuşadası’nda yapılacaktır.


KARABÜK SANAT GÜNLERİ GERÇEKLEŞTİRİLDİ...

Karabük Kültür ve Sanat Derneğinin öncülüğünde Karabük Sanat Günleri, 25-29 Nisan günleri arasında  Karabük ve Safranbolu’da gerçekleştirildi.

Karabük Sanat Günleri’nde; müzik dinletileri, sergiler, konuşma ve söyleşiler, imza günleri halkk oyunları ve belgesel film gösterileri yanı sıra sportif etkinlikler de düzenledi.

Karabük Kültür Sanat Derneği, TAY Kültür ve Sanat Dergisiyle Anadolu’nun her yanına yıllardır kültür ve sanat güneşini yaymaya devam ediyor.


ANKARA ÖYKÜ GÜNLERİ 1-5 MAYIS TARİHLERİNDE GERÇEKLEŞİYOR!

01-05 Mayıs tarihleri arasında 13. Uluslararası Ankara öykü günleri gerçekleştirilecek.

Geçenlerde yitirdiğimiz Hugo Chavez anısına düzenlenen etkinlikte, Pınar Kür onur ödülü alacak. Etkinliğe, onur konukları olarak; Füruzan, Venezuela’dan Maria Alejandra Rojas Sanchez ve Juan Manul Parada Serrano, Bulgaristan’dan Kristin Dimotrova, Rusya’dan Yelena Tverdislova ve Çingiz Gazonaviç, Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’nde  Christos Hadjipapas, KKTC!den Mehmet Kansu, Suriye’den Hatip Badle ve Abdülkadir Abdelli, İtalya’dan Giuseppe Goffredo katılacaklar.


OĞUZ TANSEL 2013 ŞİİR ÖDÜLÜ İHSAN TOPÇU’NUN

Oğuz Tansel’i anılarda yaşatmak, kişiliğini, düşüncelerini ve yapıtlarını gelecek kuşaklara aktarmak, genç kuşakların dil duyarlılığını artırmak, yazınsal becerilerini değerlendirmek amacıyla verilen Oğuz Tansel Yazın Ödülü bu yıl şiir alanında bir dosyaya verildi; ödülü Şair İhsan Topçu “Kalbinden Kanıyor Zaman” adlı dosyası ile kazandı.

Eray Canberk, Refik Durbaş, Prof. Dr. Cevat Geray, İlhan Gülek ve Metin Turan’dan oluşan seçici kurul, Topçu’nun eserini oy çokluğu ile ödüle değer buldu. Bu öneride sayın Topçu'nun bunca zamandır şiire verdiği emek, değerli şairimiz Oğuz Tansel'in izini sürerek halk şiirinden de yararlanması etkili oldu.

Oğuz Tansel Şiir Ödülü Töreni 30 Mayıs 2013 Perşembe günü saat 18.00’de, Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezinde yapılacak bir törenle verilecektir.

SEVDANIN VE KAVGANIN ŞAİRİ
ARKADAŞ Z. ÖZGER ŞİİRLERİNDE YAŞIYOR…

Edebiyatımızda hep genç kalan şairlerindendir Arkadaş Z. Özger. 5 Mayıs 1973’te 25 yaşında onu yitireli 38 yıl oldu. 1 Mayıs 1973’te 1 Mayıs için yaptıkları gösteride polis eşliğinde faşistlerin saldırısına uğramışlardı. Bu arbedede başına bir cop darbesi alan Arkadaş Z. Özger, beyin kanaması geçirdiğinin farkına varılmadan tedavi için gittiği sağlık kurumundan tahliye edildi. 5 Mayıs’ta sokakta ölü bulundu. Yapılan otopsi’de beyin kanaması sonucu öldüğü belirtildi.

Şiirleri Forum, Soyut, Yansıma, Yeni Eylem ve Yordam gibi dergilerde yayımlandı. Başlangıçta verili ortamdaki egemen söylemlerin, özellikle ikinci yeni akımı esintisini duyumsatır şiirleri; yaşama bilincinin, topluma ve insana bakışının gelişimi ile birlikte toplumcu gerçekçi çizgide, lirik, kırgın ve buruk bir sesle, ama inatla umudunu haykıran, konuşma diline yaslanarak çarpıcı bir akışkanlık kazandıran imge örgüsü ile özgün şiirler yazdı.

"şuramızda birşey var
acıya benzer
umuda benzer
böyle günlerde hayat
hem acıya, hem acıya benzer
gün ölümle başlatıyor hayatı
her şafak taze bir ölünün üstünde doğuyor
her sabah ölümü anlatıyor gazeteler
sol köşede ölümü kutsallaştıran bir fotoğraf
yeni bir cinayetin röntgenini çıkartıyor gövdeme
beynim sabırla keskin
iğdişliyor haber bültenlerini, yorumları, sahte ölüm ilanlarını
bizim ilanlarımız çoktan verilmiştir"


EDEBİYATIMIZIN ÖZGÜN VE ÖZGÜR SESİ: S.F.ABASIYANIK

11 Temmuz 1954’te yitirdiğimiz durum ve kesit öyküsünün öncüsü Sait Faik Abasıyanık, öyküleriyle aramızda soluk alıp vermeye devam ediyor hâlâ.

Uçurtmalar ve İpekli Mendil adlı yoksulları konu alan ilk öykülerinden sonra kendisini tamamen öykü yazmaya verir. Sait Faik, öykülerinde işçi ve emekçileri, kimsesiz çocukları, köşe başındaki dilenciyi ve bankta pineklik eden ayyaşı konu eder. İlk yapıtları Semaver, Sarnıç ve Şahmerdan’da çocukluk ve gençlik yıllarının hatıraları, Fransa’da kaldığı yıllarda yabancı çevreye olan yabancılaşması ve insan ilişkilerine dayanan tutumu yer alıyordu. Kimi zaman İstanbul’un kenar semtlerini, yoksul insanları, küçük insanların serüvenlerini ve en önemlisi insan sevgisini anlattı. Züppe burjuva insanlarına kızdığı bu dönem öykülerinde yoksulları yüceltir ve yaşama sevinci ağır basar. İkinci dönem öykülerinde ise insanları bireyler olarak ayrı ayrı değerlendirmeye ve eleştirmeye başladığını görürüz. Bunu takip eden üçüncü dönemde ise yazarın yaşama sevinci yavaş yavaş solar ve yerini hüzne bırakır. Asıl ününü, bu dönemde kaleme aldığı, yaşadığı Burgaz adasından ve çevresinden kaynaklanan, Rum balıkçıları, denizi, deniz kuşlarını, balıkları, doğayı konu edinen Lüzumsuz Adam, Mahalle Kahvesi, Son Kuşlar, Kumpanya ve Havuz Başı hikâyeleriyle yaptı. Uzun öykülerinin yer aldığı ilk kitabı Havada Bulut’ta Sait Faik, tamamen yalnızlığı, hüznü, çaresizliği, kaçıp gitmeyi anlatır.

Sait Faik’in çevresi ve arkadaşları ilerici, devrimci şair-yazarlardan oluşuyordu. Ancak, bir burjuva ailesinin çocuğu olarak, baba malından gelen gelirlerle yaşayan yazar, yaşamının her anında politik etkinliklerden uzak durdu. Ama bu uzak duruş, toplumsal sorunlara duyarsız kalmak değildi. Hep bir arada yaşadığı işçileri, balıkçıları, yaşamını emeğiyle geçinen insanları yazdı. Bir işçiye karşı yapılan haksızlığa dayanamayıp kalemini sivrilten Sait Faik’in bu bakışı bile hangi saflarda olduğunu vurgulamaktadır:

“Semaver, ne güzel kaynardı. Ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de kaza olan bir fabrikaya benzetirdi. Ondan yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi. Sabahleyin Ali'nin bir semaver, bir de fabrikanın önünde bekleyen salep güğümü hoşuna giderdi. Sonra sesler. Halıcıoğlu'ndaki askeri mektebin borazanı, fabrikanın uzun ve bütün Haliç'i çınlatan düdüğü, onda arzular uyandırır; arzular söndürürdü. Demek ki, Ali’miz biraz şairce idi. Büyük değirmende bir elektrik amelesi için hassasiyet, Haliç'e büyük transatlantikler sokmaya benzerse de, biz, Ali, Mehmet, Hasan biraz böyleyizdir. Hepimizin gönlünde bir aslan yatar.”


İDAM EDİLİŞLERİNİN 39. YILDÖNÜMÜNDE DEVRİMCİ YAŞANTIMIZA KATTIKLARI BİLİNÇ VE COŞKUYLA HER ALTI MAYISLARDA ONLARI YAŞAMAYI VE YAŞATMAYI SÜRDÜRECEĞİZ!.


YAŞADIĞIMIZ ÇAĞIN HER YERİ VE HER KAVRAMI KİRLETEN ANLAYIŞINA KARŞI, ONLAR BİZE HEP DEVRİMCİ İNANÇ VE TUTARLILIĞIN PİSLİKLERDEN ARINMIŞ ŞAFAĞINI GÖSTERECEKLER!






NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanatiGoogle Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.comFacebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati


MEHMET SÖĞÜT:Yverdon’un Gökgülleri




YVERDON’UN GÖKGÜLLERİ







Koşar adımlarla gölün kıyısına doğru yol aldı. Gölün kıyısına nefes nefese vardığında bir banka oturdu. Suyun yüzeyinde kristal bir parıltı vardı. Güneşin ışıklarıyla gölün suları oynaşıyorlardı. Hafiften esen yel, ağaçların yaprakları üzerinde ezgisini söylüyordu. İçtendi bu şarkı. Samimiydi. İnsanı alıp güzelliklerin dünyasına  uçuruyordu. Gözü bir papatyaya ilişti. Rüzgar vurdukça usuldan sallanıyordu papatya. Dünyanın güzellikleri henüz ilgisini çekmiyordu. Yaşadığı olaylar bir mengene gibi içini sıkıyordu.

 İşsizlik kurumundaki görevlinin yüzünü düşündü. Köylerini yakan komutana ne kadar da çok benziyordu; sivri yüzü, patlak gözleri, çatık kaşlarıyla. Oydu sanki. Biraz önceki tartışmaları kafasında uğuldamaya başladı.

“Sen kiosklarda imza toplamışsın. Bunu kabul etmiyorum. Ve size ceza vereceğim.” “Anlamadım. Peki, nerelerde toplamam gerekiyor?”

Görevlinin boğuk sesi yankılandı kulaklarında,

“Bilemem. Bir de restoranlarda da imza almışsın, iş olmadığına dair. Onu da kabul etmiyorum. Unutmayınız, burası İsviçre.” 
“Beyefendi benimle dalga mı geçiyorsunuz? Hem ben de biliyorum, burası İsviçre. Ev kiramı nasıl ödeyeceğim? Açlıktan mı öleyim. Bana gönderilmeyen faturaları hacize yollamışlar. Nasıl çıkabilirim bunca şeyin altında.”
Görevli,
“Hayır, sizinle dalga geçmiyorum. Ev kiranız ve ne yeyip içtiğiniz beni ilgilendirmiyor. Hem Sosyal Kuruluş var ve hiçbir şeyiniz beni alakadar etmez.”

Kafasının içi karmakarışıktı. Sıkıntılıydı. Zordaydı. ‘’Neden dünyaya geldim,’’ diye düşündü. İçinde bir lav denizi birikmişti. O lav en ince dokusuna kadar sirayet ediyordu. Bir gün ansızın patlayacağını düşündü. İşte o zaman paramparça olacaktı.

Geçmişte yaşadığı olaylar birbir gözlerinin önünden geçiyordu. Yverdon’un göğüne baktı. Gökyüzü pırıl pırıldı. Bahardı. Hafif bir yel esiyordu. Çimenler yelle birlikte sallanıp duruyorlardı. Kuşlar dünyanın en güzel orkestrasına taş çıkarırcasına ahenkle ötüşüyorlardı. Güneşin ışıkları çiçeklerin üzerinde ipildiyordu. Bir baharla başlamıştı hayatının en unutulmaz anısı. Güneş ışıklarını salmaya devam ederken, o geçmişteki anılarına doğru yol almaya başlamıştı bile.

Sivri yüzlü komutanın gürleştirmeye çalıştığı sesiyle ve babasının ahenkli sesi yankılandı kulaklarında.
“Nereye gidebiliriz,” demişti babası.
“Cehennemin dibine,”
“Komutan, bize biraz müsaade edin. Evlerimizi yakmayın. Sonra kendimiz çıkar gideriz.”
“Hayır, hemen şimdi çıkıp gideceksiniz. Teröristlere yemek verirken bilmeliydiniz başınıza nelerin geleceğini.”
“Komutan!”
“Sus ulan!”

Köyün üzerinde dumanlar yükselmeye başlamıştı. Yanık bir koku dolmuştu burnuna. Yakılan köylerinin insan çığlıkları ayukaya çıkmıştı. Anasının donuk yüzünü hatırladı. Yağmura hasret bir çöl gibi kurumuştu annesinin yüzü. Evleri yanıyordu. Acının yurduna yine çığlıklar dolmuştu. Anası çığlık çığlığa yanan evlerine doğru hamle ediyordu. Saçı darmadağındı. Baş örtüsü kayıp gitmişti. Saçları savruluyordu rüzgarda. O ise ateşe koşuyordu, ateşe aşık bir pervane gibi. Omzundan yediği bir dipçik darbesiyle bel üstü yere düşmüştü. Babası kendisini anasının üstüne atmıştı. Birkaç dipçik patlamıştı babasının sırtında. Kıvranmıştı acıdan babası. Selim, yalnızca seyretmişti. Küçüktü. Bir şey yapamaz bir haldeydi. Bu badire, hiç çıkmamacasına bilinç altına yerleşmişti. Nereye gitse, o görüntüleri ve sesleri kendisiyle götürüyordu.

Ateş bir yılandı sanki, her şeyi yalayıp yutuyordu. Karanlık çökmek üzereydi. Belirsizliğe doğru kayıp gideceklerdi. Yapabilecekleri pek bir şey kalmamıştı. Birkaç sefer yanan evlerine doğru hamle etmişse de, dipçik darbesiyle yere kapaklanmıştı babası. Bu sefer de anası babasına kendisini siper etmişti. Bunları hatırlarken acı bir gülümseme belirdi yüzünde.

Pos bıyıklı erkekler ağlıyorlardu. İlk defa erkeklerin ağladığına tanık olmuştu. Birkaç parça eşyayla dışarıda kalmışlardı. Yere düşen tesbih taneleri gibi dört bir yana savrulacaklardı. Kimisi yakın köylerdeki akrabalarına gitmeyi düşünüyordu. Kimisi de değişik şehirlere gideceklerdi. ''Çatalca da akrabalarımız var,'' diyordu Selimin babası. Çatalca’ya gittiklerinde, akrabaları karşıcı gelmişlerdi.

Sonra üniversite yıllarını ve düşüncelerini beyan ettiği için aldığı cezayı düşündü. Kaçak gezerken yaşadığı zorlukları anımsadı. Dönebileceği hiçbir yer yoktu. “Keşke şimdi teyzemin köyünde olsaydım,” diye düşündü.

Fırsat buldukça memleketine yani yakılan köylerine yakın bir köyde kalan teyzesine giderdi. Orada da saatlerce doğayı izlerdi. Sığınağıydı. Ana kucağı gibiydi doğa, sıkıştıkça kendini kollarına attığı...

Şimdi de sığınağı Nuşatel gölü olmuştu. Gölün suları onu karanlık dehlizlerinde çıkarıp ahenkli bir dünyaya doğru sürüklerdi.

Nuşatel gölüne baktı uzun uzun. Gölün dalgaları bir kelebek gibi kıyıya çarpıp dağılıyordu. Köpükleri ak bir örtüydü sanki. Kabarıp tekrardan sönüyorladı. Kabaran gölün yüzeyi kırış kırıştı. Göl öylesine mavilenmişti ki, insanın yüreğine sevgi dolduruyordu. Bir martı göle kanatlarını değdirircesine kayıp gitti. Martılar avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı. Çiçekler şavkıyordu dört bir yanında gölün. Gölün öylesine ahenkli bir görünüşü vardı ki, Yverdon'un hepsi gözlerine şirin görünmeye başladı. Unuttu bir an yaşadıklarını. Ülkesinde yaşadıklarını ve İşsizlik Kurumu'nun görevlisini unuttu. Şimdi sadece göl vardı.

Acının çöreklendiği yüreğine, batmaya hazırlanan güneşin altınımsı ışıkları düştü. Nuşatel gölün öbür ucundaydı. Gölün ismini aldığı o şehir zorlukla görülebiliniyordu. Ne yapacağım sorusu, gölün diplerine doğru batmaya başlamıştı. Suyun yüzüne çıkmasını hiç, ama hiç istemiyordu.

Zamanı bile unutmuştu. Kendisine geldiği zaman akşam olmuştu. Göğe baktı. Gökte yıldızlar parıldıyordu. “İyi ki varsınız gökgülleri,” dedi yıldızlara. “Siz olmasaydınız ben ne yapardım.”

Kalktı ayağa. Çiçeklerin kokusunu ve yaprakların hışırtısını duyumsadı yine.  “Her inişin bir de çıkışı vardır,” dedi kendine. Yüreğindeki ülke hasretiyle gülümseyerek yürüdü şehre...




MEHMET SÖĞÜT


ADNAN DURMAZ: Devrim Güzeli





DEVRİM GÜZELİ









sırmalanmış sıram sıram turaçlar
gözleri türkü göğüm
dinlemeye doyamam…
papatyanın taç yaprağı parmaklarını
tutsam incinir
kıyamam…
yeller ipek dokunur
şakağına dökülen kehribar bulutlara…
gövel gök zından olur kirpikleri susarsa
bin ömürde bir gördüğüm
bakışının alkımından cayamam…
gece mavilerinden ay dökülmüş yüzüne
iflahsız aşka durmuşuz…

ardımdan dağlar savrulur
binyıllar tepmişim geçitsiz 
zincir-pranga -duvar-dar
kum kavimler
göz gözü görmez zamanlar
çağlar devrilir
sabır cehennemde sınanmış çelik
umut çarmıha gerilir
öfke kan ile yoğrulur
durula durula doğrulur
taş suskunu-bozkır yüzlü kaç kavim
karanlığın zincirine vurulur

dikildik yangınlarda
yumruk olduk tezgâhta
ateş yedik - diklendik
çifte su verilmiş direncimize
dünya zından içinde
tüm zamanlar içinde
ayak izlerinde kan
surları yıkan isyan
kölelik aman diler
cellâtlar ölüm bilerdi
yüzümüzün haritasına yontulmuş patikalar
gönlümüzde kapanmayan yaralara giderdi
devran bezirgân iken
yamyam hükümran iken
içimizde göğ biçilmiş başaklar
yine de özleme pervaz vuran kardelen
uçurumlar içinde
yolumuz kılıçtan keskince
uçsuz bucaksız ıssız
kavruk bir gök göğsümüzde
ayak yalın-dudakları yarılmış
onu koruyalım diye
yangınlara can germişiz…

gülüş dallarında ışkınlar çiçek patlar
kalbin giz sayfalarında adı yazardı
hangi ufka yürüsem
ılgım salgım o vardı
devrim güzeli yardi…

ki yarini ilk görüşte tanırdı insan
dudak kıvrımlarında turna kanadı hüzün
hülyalar bulut bulut akar bakışlarından
eylüller dökülür ağlasa
gülse haziran…

hey aşkı güneş kılan umut
hey başağı öpen özgürlük
buğdayı türkü pişiren emek
bukağısız  kösteksiz bir dünya için
karanlık çağlardan çağlayan devrim
bilirdik beklerdi direnerek
türküler – ağıtlar-destanlar ona
varlığı can içre kan
yokluğu ateşte can
yardi
serçe masumu –sokulgan
bir öpse karanlıklar çatırdar
koştukça varılmayan
vardıkça uzaklaşan
aşikarım-gönül evim-yoldaşım
düş kadar gerçek
gülüşten yalan…

sulara gömülür çıktığımız adalar
her kıyıda gemimizi yaktılar
hangi yola düşsek baykuş kahkahaları
umut  surlarının önüne vardık
çaldığımız kapıları kalbimize çarptılar
yorgun düştük-yıkıldık-yara sardık
çökerip de kanamaya
diz çöküp de ağlamaya  durmuşuz

aşk saralı bir rüzgar mı
eser gelir eser gider
ömrümüze yalım yağmış
azaltır mı çoğaltır mı
hayat dikenli tel olmuş
nere baksak ah u zar mı
ne kanasak nazlı yar mi
ne söylesek kül efkar mı
saltanatlar göçürmeye kelle koymuşuz
söyle başka bir yol var mı

tutsaklık soluyan mazlum insanlık
kalbimizi taşa tuttu
biz ipe verildik beton kesildi
kurşun sağnağı meydanlar
ceset yağmaladılar
kanımızı yağmur sildi
düş düşleyeni unuttu
ama birileri ağıtlar dokudu gözyaşlarından
bizim destanımızı çağlara taşıdılar

hele kalkıp gidelim
dağları mesken edelim
şakiliğe soyunup
yeniden umudu giyinelim
hüzünler kuşanalım
yanalım
sevdadır neyleyelim
söyle başka nidelim

gayri başka çare yok
kıyıya vurmuşuz kaptan




ADNAN DURMAZ
Ocak-Şubat 2013

MEHMET RAYMAN: Dr.Pancaroğlu— ABDULLAH ORAL: Omzundan İndir Yüreğine Öfkeyi




DR. PANCAROĞLU






kuşseslerinden geçirdim
bozkıra doğru kısalan söğütleri
belleğim çın çın bir ayna
dilimle süpürdüm denizin kıyısını

hep birden uçtuğumuz zaman
sığırcık bulutlarına dönüyor
göğsümden kopan kırmızı gül

öğrencisine…
aldığından fazlasını
vermeli bir öğretmen
bir düşün bayrağı
çocukların elinde

dağların eseni
suyun akışına bıraktı kendini
doktor pancaroğlu sorusu bana
gökbelen yaylasından geçiyor gülnara

taşucu denizi gösteriyor
evet dağlar esiyor dedim
ondan sonra dokundu yarama


          

  MEHMET RAYMAN










OMZUNDAN İNDİR YÜREĞİNE ÖFKEYİ








Çağlayarak alanlarda karışıyor insanlığın özü, sözüne.
O gün geldiğine göğsümü yakan bu sızıyı
Dolduracağım emperyalizmin ağzına kan revan içinde.

Şimdi şakaklarıma düşen kırağılar üşütür ellerimi
Nefesime uzat nefesini ki__
__omuzdaşından indirsin yüreğine öfkeyi.
Haydi uzat boynunu sonbahar rüzgârlarına, okşasın içindeki isyanı..

Vakit hayli geçkin, tam başımın üstünde ıslık çalıyor bir baykuş.
Ansızın çığlığı geceyi yırtılıyor / dudaklarının orta yerinde isyan.

Tanımadığım sesler vuruyor belleğime balyoz gibi,/ ürperiyorum...
Belki de kendi sesimdi, / uçuruma düştüğü an, parçalanan,

Mum alevlerinin en ateşli dansında firari duygular
Yarım kalmış bir türküyü tamamlamaya hazırlanmakta gece
Denizlere karışan dingin ırmaklarda _____
____serinliyor emekçinin pembe duyguları.

Ki mavi sularda hesapsız sevişen / bahar rüzgârları içimden geçen,

Çok uzaklardan en güzel şarkılarıyla sesleniyor kardeşim.
İndim maden ocağına
Kara elmas diyarına
Yeryüzü sıcak olsun diye dost..

Bir kar tanesinin eriyişinden var ediyorum / alanlara dökülen insan selini.
Ki korkuyorlar kasalarını vatan sayanlar
Yokluğun varlığı alt edişinin korkularıyla­­__
_____ salıyorlar üzerimize öfkeyi, kurşun, kurşun bir mayıslarda,

Makine millerindeki pervanenin, ölüme kanatlanışında
Bir ipek böceğinin kozadan çıkışı misali uyanıyor ezilenler
Şimdi gül kokan emekçi ellerimizde___
____ kızıl bir sevda balyozlaşır yoksul mayıs günlerine,

Gün olur sağ kalır da o günleri görürsem eğer
Dilimde fazla söz olmayacak / ay ışığı serince inerken sulara
Nefesime omuz başımdan yükselecek ilkbahar rüzgârları misali
Ve seni o gün bulacağım dağlarında yurdumun, ey özgürlük..



ABDULLAH ORAL



BEKİR KOÇAK: 1 Mayıs Orda Menzili Emeğin





1 MAYIS ORDA MENZİLİ EMEĞİN








    elinde ihanet zinciri
    gücenmiş gibi alanlara çağıran ses
    çağıran ses güvercin kadar hassas
    bulutlar kadar dolu
    bundan habersiz ekselansları
    gözünde gözlük beyni bulanık
    ola ki bir anlık
    hükmederse üretime emek
    düşünün bir kere bu ne demek
    emek cephesinde adil paylaşım
    sermayede azıcık aşım ağrımaz başım
    değil herhalde

    1 mayıs emeğin dünyası
    umudu insanlığın
    suların coşkusu
    çiçeğin kokusu
    özgürlük işte
    geç barışı matmazel
    sofrada ekmek kırıntısı
    ağudur kaynayan tencerede
    dağlanıyoruz yüzlerce yıldır
    ellerimiz bizim bedende
    gücü tutsak, sizde
    durmasam o köşe başında vuracak mısın
    dişin tırnağın kan izi
    belleğin çığırtkan
    bütünü sarmış ayva sende nar sende
    bize kalmış masalı
    aynan da pek güzel matmazel
    sihri korkutmasın seni
    eline batmasın kaktüs
    ordusunu kurmada emeğin spartaküs
    ağırlığın bize sökmez
    ne kadar zor ne kadar tez canlı
    üreten ve yaratan
    eşyanın doğasında ruhumuz
    size avakado size muz
    vardiya azığında sefertası
    ve bir kere daha dünyanın ucu ortası
    orta yerinden yarılacak
    orda menzili emeğin
    alın teri orda
    kuşkunuz olmasın bayanlar baylar
    kararlıyız o menzile varılacak

    bu beden
    bu ter
    bu göz
    bu söz
    kim duracak önümüzde kim
    1 mayıs'a hazır taksim
    kutlu ola ''işçinin emekçinin bayramı''
    oynatmayacağız o dramı
    emeğin tarihinde yetmiş yedi
    belleğimizde kazılı
    1 mayıs'ta
    alanlardayız alanlardayız velhasılı

  

BEKİR KOÇAK




MEHMET GİRGİN : Afrika—MAHMUDİYE DÜZKAYA: Savaşın Renginde Ölüm Ölümün Renginde Savaş




AFRİKA






Sabah vakti su taşısan şenliğe
Anlatsan eşsiz iniltilerini tek başına
Düşlesen siyah küllerini direncin
Karalasan yıldızları
Değiştirsen ne varsa




MEHMET GİRGİN










SAVAŞIN RENGİNDE ÖLÜM 
ÖLÜMÜN RENGİNDE SAVAŞ





 ADNAN DURMAZ



Savaşın iblisleri kan renginde
Gözleri mermer
Ruhları
Ruhları yoktur
Yokluğun tabutunda
Kan ren_ gin_ de_ ler

Ve gölge gibi süzülür
Yanı başımıza
Ölümle yaşam arsındadır çizgimiz
Ya bir bombanın ucunda
ölüm
ya bir çocuğun
yanağında süzülen hüzün

Savaşın çocukları
Ya yetimdir ya da öksüz
onlar savaşın çiçekleri
buram buram barut
barut kokuludur gülüşleri
onlar savaşın kardelenleri

Dön bir bak aynaya
Ruhun irkilecek mi gördüklerinden
Çünkü ben seni gölge gibi izleyeceğim
Ve ahım seni izleyecek adım adım

Savaşın renginde ölüm
ölümün renginde savaş
ve çocuklar ölüyor
Hep yavaş yavaş
uyan ey dünya uyan kan uykusundan
Ve kendi kanında boğulacaksın
Çünkü yetimlerin ahı ilmektir boynunda




MAHMUDİYE DÜZKAYA


ERCAN CENGİZ: Hoşça Kal Yarın




HOŞÇA KAL YARIN






    hoşça kal güneş, toprak, su, gökyüzü
    demeye zamanın olursa eğer hoş çakal
    resmin son karesine sığdırdığın yüzünle
    gidiyorsun işte, gidiyorsun sancını yüreğinde saklayıp
    aşkı, nefreti, hüzünlerini, özlemlerini de alıp
    dakika, saat, gün, ay, yıl hesabını yapmadan
    baharın ve kışın

    bebekken, oynamak isterdin bir çocuk gibi
    dizini kanatıp ağlardın
    kucak kucak gülerdin ağrısını unutunca

    çocukluğuna geldiğindeyse bıyıklılara özendin
    ve sakalını kestirmeyi ilçenin biricik berberinde
    aynanın karşısında yayıla yayıla berber koltuğuna
    enseni görmeyi ne çok isterdin
    hayallerinin peşinde koşturmaktan
    ölümün o donuk yüzünü kestiremezdin

    gençliğine geldiğinde çocuktun hâlâ
    hem enine, hem boyuna büyürken
    bundandır belki inatçılığın, kim bilir
    okul yolunda yalnızlaştığın, kıkırdayıp gülmediğin bundan
    çılgınlığın peşinde koşarken gözlerinin önünde yaşıtların
    sorumluluklar biniyordu omzuna boyundan büyük
    ve dünyanın bitmez tükenmez o kara derdi
    tepeden tırnağa sarıp sarmalıyordu seni

    dünyayı sarsacak adımları öğrendiğinde
    etrafında oynaşan yaşıtlarına öğretirdin
    ne kadar da çocukçaydı yaşananlar
    şiirleri tarardın bu yüzden, romanları
    direniş türkülerini dinlerdin gün doğarken
    ve bir halkın destanını yaratan elleri okurdun
    hikayelerini dinlerdin tarumar edilmiş
    yaşlı kimsesiz insanların kendi dillerinden

    var-yok bir kaç kürsü olurdu sobanın etrafında
    bir de minder dururdu odanın başköşesinde
    varsa evin bir gelini yüzü tülbentliydi tanrı misafirine
    erine karşı el pençe, dili yok gibiydi
    yer sofrasındaki tepsiye dizili bardaklara çayı doldurduğunda
    küçücük kaynına gelinlik ederken
    kaynanasıyla yarışırdı arka odada
    bin bir türlü haline bu dünyanın,
    bu nasıl bir dünya diye sızlanırdın kendi kendine

    saç, sakalın aklaşınca tümden kopar oldun gençlerden
    içindeki çocuğu eze eze ne de çabuk büyüdün
    çok sonradan anladın ki çocuklarla oynadığında
    yetişkinler katıla katıla gülerlermiş haline
    oysa sen masumane seni sevdiklerine yorardın
    onlarınsa kızlarını uzak tutmak için bile olsa
    özel bir çabaları olmazmış sırf bu yüzden
    kızlar olgun adam istermiş köy yerinde

    büyüdüm olgunlaştım derken
    belin bükülmüş de haberin bile yoktu senin
    fark etmemişsindir devranın ağırlığını
    kimin aklına gelirdi ki
    durmak tükenmek bilmeyen zamanın
    yaşamını da beraberinde götüreceğini
    ikide bir dönüp de sırtını mı yoklardı insan
    ne de olsa görmüş geçmişlerdi diyordun
    laf dinletmesini de bilirlerdi diye
    peşlerine takılıp gittin
    hem sonrası da vardı bu gidişin
    saça, sakala, bıyığa dokunmamak için
    çıkarıp attığında tarağını sağ arka cebinden

    hoşça kal yağmur, hoşça kal bulut, hoşça kal su
    göğün efendisi şimşekler hoşça kalın
    dolu, kar, çiçekler... hoşça kalın
    meyveler, ekinler, dağ - taş
    ve bugün de çiseleyen yağmur
    ortadan ikiye ayrılan ay parçasındaki
    karanlık ve aydınlık yüzler, hoşça kalın
    tomurcuğu yeni patlamış meşe
    ince yapraklı salkım söğüt ağacı
    ve kumsala vuran çam kokusu...

    hoşça kalın edepliler, edepsizler
    konuşanlar, yazanlar, çizenler
    bilenler, bilmeyenler güçlüler- zayıflar
    haklılar- haksızlar
    hakkını yedirdikten sonra sızlananlar
    oturanlar, koşanlar, anarşistler hoşça kalın
    hoşça kalın demeye zamanın olursa eğer
    gidiyorsun işte, gidiyorsun
    arkanda bir ömür, yarım yamalak bir hayatı alıp
    gidiyorsun demek

    ilk durakta kimleri göreceksin acaba
    tanıdıkların mı olacak yoksa yeni yüzler mi
    eşkali belirlenenler mi, maskeliler mi yine
    bazılarına dosttuk, bazılarına düşman
    gözlerine baka baka
    diyemeden gidiyorsun demek
    diğer duraklarda sen yoksun
    her şey sil baştan olacak anlayacağın

    ama sen bir daha da gelmeyeceksin
    ve bunu bile bile gidiyorsun açık kalmış gözlerle
    yaşamının hiçbir evresini kendine has yaşamadan
    bırakıp da gidiyorsun, öyle mi
    git öyleyse, git, gidebiliyorsan





    ERCAN CENGİZ


İ. ŞİMŞEK: Bir Türkü Tutturmuştuk— H. İ.ÖNDER:Yağmalamayın!..— Ş.H.SİZER: 'Hoşçakal'..




BİR TÜRKÜ TUTTURMUŞTUK




RESİM: ADNAN DURMAZ





İSMAİL ŞİMŞEK









YAĞMALAMAYIN!..








Ey esrik akşamların koynuna girmiş gece
Ey vurgun yemiş sevdâlar
Ey paryalaşmış aşklar
Kan bulaştı zamana
Kentler, ölümcül hasta!..

Ne Hiroşimalar, ne Nagazakiler yaşanıyor da
Kılı kıpırdamıyor kimsenin, kılı kıpırdamıyor
Ve tüyü bitmemiş bebelerin katilleri çoğalıyor
Utanıyorum insanlığımdan, utanıyorum!..

Okumadan âlim, yazmadan kâtip olunur olmuş artık
Yıllarca dirsek çürütmenin ne faydası var ki!..
Bak! Çalışmadan da zengin olmanın yolları bulunmuş
Çok çalışarak sürmenaj olmanın ne anlamı var ki!..

Bireyci takılmalıyım yaşama ben de!
Yan çizmeliyim kalıplaşmış antik değerlere
Hakikatleri haykırmalıyım artık, sağır sultanlara
“Anlaşılamamak” kaygısından uzak...

Sararmış/solmuş yıldızları parlatmalıyım
Şimşek olup ç/akmalıyım, yağmur olup y/ağmalıyım
Yeşertmeliyim çölleşen yürekleri, yeşertmeliyim
Ne olur siz de yağmalamayın  artık hayallerimi!..

Ey bulvarlarda katledilmiş masuniyet
Ey bekâretini yitirmiş âsî sözcükler
Rüya mı yoksa gerçek mi bu yaşananlar
Kim çekti ipini haysiyetin, söyleyin kim?..



HIZIR İRFAN ÖNDER





          


HOŞÇAKAL...



RESİM: ADNAN DURMAZ



Deniz Gezmiş'e

Geceye vedalıyım,
Güneş te doğacak birazdan,
Son kez bakışacağız onunlada..
Son kez..
Ve sonra,
Sonrası gitmek..
Elveda yoldaşlar,
Prangalarım,
Yarınlarım,
Devrim türküleri,
Annem,babam,kardeşim..
Elveda güzel halkım..
Şah damarım vatanım elveda..
Korkmadım,
Pişman olmadım asla..
Unutmayın!
Giderken,
Arkamızda bir devrimin ateşini bırakıyoruz..
Sakın sönmesin,
Söndürtmeyin,
Ve son olarak;
Yaşasın tam bağımsızlık,
Yaşasın kardeşlik,
Yaşasın insanlık..
Hoşçakalın..

Ve ebediyen yaşatacağız “Denizleri”


            ŞERWAV HAMZA SİZER



LÜTFİYE BOZDAĞ: Adil Okay Röportajı




“Ben çıkana kadar büyüme e mi…”
Hapishane Kapılarında Büyüyen Çocuklar





“Ben Çıkana Kadar Büyüme e mi”, diğer adıyla “Hapishane Kapılarında Büyüyen Çocuklar”, bu konuda yazılan ilk kitap olma özelliğini taşıyor. Çünkü bu güne kadar insan hakları örgütlerinin raporlarında yer alan istatistikî bilgiler bu kitapla canlanıp ete kemiğe bürünüyor. Kitapta ye alan mahpusların her biri bir filme yada romana konu olacak bir hayatın kahramanı. 32 yıldır hapishanede olan Tahir Canan, bebeğiyle birlikte hapishanede kalan Gazal Dülek, kanser hastası olduğu halde tahliye edilmeyen şair Erol Zavar, 20 yıldır çocuklarını göremeyen Mehmet Gök, eşiyle birlikte tutuklanan ve “bir yastıkta değil ama aynı infaz dosyasında kocadık” diyen Baki Yaş, “oğlumun doğumunu bile göremedim” diyen Resul Baltacı, “ben kızımın hep çocuk kalmasını isterdim” diyen Turan Demir, “çocuğum rüyalarımda hiç büyümüyor” diyen Ebedin Abi, soyadı tutmadığı için 18 yıldır oğluyla görüşemeyen Zeynel Karabulut, altı çocuğu da tutuklu olan bir anne, tutuklu gazeteci Füsun Erdoğan, Mustafa Balbay ve diğerleri…

LB: “Ben çıkana kadar büyüme e mi” adlı kitabınız cezaevleri ve mahpuslarla ilgili yazdığınız ilk kitap değil. Bu konuda yazmaya ne zaman başladınız ve kaç kitap oldu ve bu kitabın çıkış öyküsü nasıl oldu? ve kaç yıllık bir çalışmanın ürünü.

A.O: Daha önce “12 Eylül ve Filistin Günlüğü” adlı bir kitap hazırlamış ve orada 12 Eylül sürgünlerini, sürgünün Filistin kolunu anlatmıştım. O kitapta da 12 Eylül sürecinde hapishanede olan sol politik mahpusların mektuplarına yer vermiştim. Onlardan biri de babam şair Süleyman Okay’dı. Onun hapishaneden sürgündeki oğluna yani bana yazdığı mektuplar, 12 Eylül müzesinde de sergilendi. “Ben çıkana kadar büyüme e mi…” ise 4 yıllık bir çalışmanın ürünü. Aslında bu çalışma “kitap yazmak amacıyla” başlamadı. Doğal bir ödev gibi kendiliğinden gelişti. Kitabı hazırlarken elimde 4 yıllık mektuplaşma sonucu biriken devasa bir arşiv hazır bekliyordu. Ancak yıllardır yazıştığım politik mahpuslardan gelen bine yakın mektubu, şiir, karikatür ve resimleri bu çalışma gündeme gelince yeniden okumak, içlerinden “anne veya baba olanları” saptamak, ilgili olan bölümleri seçmek, ayrıca konuyla ilgili kitapları, dergi ve gazete haberlerini incelemek, alıntılar yapmak da kolay olmadı.

LB: Sizin siyasi kimliğiniz ve yaşadıklarınız bir yazar olarak konu seçiminizde belirleyici olmuş. Kısaca siyasi geçmişinizden ve yaşadıklarınızdan söz eder misiniz?

A.O: 78 kuşağındanım. 12 Eylül’de taraftım. Sol taraftaydım. 1978’te sivil faşist güçlerin silahlı saldırısında vuruldum. Bir ayağımda kısmi felç kaldı. 1980’de de polisin işkencesi sonucu bir kolum sakat kaldı. Kısa bir süre Adana ve Ankara cezaevlerinde kaldım. 12 Eylül darbesine birkaç ay kala Adana cezaevinden bir grup arkadaşımla beraber firar ettim. Arkasından 1981’in başında kaçak yollarla Lübnan’a geçtim. Filistin kamplarında kaldım. 1983’te ise Fransa’ya yerleştim. Ve uzun sürgün hayatım başladı. 20 yıl sürgünden sonra dosyalarda zaman aşımından faydalanıp ülkeye döndüm.

LB: Siz çok yönlü bir sanat emekçisisiniz. Bildiğim kadarıyla şair ve yazarsınız, ayrıca tiyatro oyunları yazdığınızı da biliyorum. Başka uğraşlarınız var mı?

A.O: “Ben çıkana kadar büyüme e mi” benim 15. Kitabım. Şiir, öykü, deneme kitaplarım var. Son yıllarda tiyatro oyunları yazdım. Yazdığım oyunlar sahneye konuldu. Fotoğraf sergisi açtım. Kişisel ve karma sergilerde yer aldım. Bazı sergilerde küratörlük yaptım. Ara sıra makale de yazıyorum. Birgün ve Gündem’de dönem dönem yazılarım yayınlandı. Sanat-edebiyat dergilerine yazıyorum. İnsan hakları mücadelesinde yer alıyorum.

LB: “görülmüştür.org” diye bir web sitesi kurdunuz. Bu sitenin kuruluş öyküsünden de söz eder misiniz?
A.O: Yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi uzun yıllardır yazıştığım tutsakların “dışarıdan” yeterince mektup alamadıklarından -dolaylı olarak- şikayetçi olduklarını fark etmiştik. Ayrıca yolladıkları mektuplarda anlatılan sorunların ve sanatsal ürünlerinin daha geniş bir kitleye ulaşabilmesi için bir web sitesi kurmaya karar verdik. Hem paylaşmak hem de mahpus ailelerine moral vermek ve de okuyucuları mektup yazmaya teşvik etmek amacıyla “gorulmustur.org” sitesini hazırladık. Yazar –müzisyen Serdar Türkmen ve bir grup arkadaşın kolektif çalışması olarak doğan bu site aynı zamanda bir arşiv merkezi haline geldi.
LB: Kitabınızda kimlerin mektuplarına yer verdiniz? Siyasi mahpuslar mı, adli mahpuslar mı? Kitabınızın içeriğinden kısaca söz eder misiniz?

A.O: Siyasi mahpuslar. Kitapta yer alan siyasi mahpuslar ve çocukları yani birinci dereceden tanıkların ifadeleri, hapishanelerdeki genel uygulamalar ve “mevzuat” hakkında ayrıntılı bilgi sunmaktadır. Bu uygulamalardan bir diğer deyişle “eza”dan tüm tutuklu ve hükümlüler etkilenmektedir. Bu örneklerden yola çıkarak bu gün itibariyle Türkiye cezaevlerinde yatan 140 bin tutuklu ve hükümlünün, (c)eza evlerinde yaşadıkları hakkında bir öngörüye sahip olmak mümkün olacaktır. Kitapta okuyucunun empati yapmasını amaçladım. İdealleri için, daha iyi bir ülke düşüyle mücadele eden insanların cezaevlerinde neler yaşadıklarını onların çocuklarının nasıl büyüdüğünü anlatmak istedim. Amacım ağlamak ve ağlatmak değildi. Öfkelendirmekti. İnsanlar kapalı kapılar ardında neler oluyor bilsin, öfkelensin ve itiraz etsin istedim. Sol- sosyalist ve yurtsever politik tutsakların yanı sıra aynı acılardan, görüş günleri çilelerinden, keyfi uygulama ve cezalardan tüm tutuklu ve hükümlülerin ve tabi adli mahkûmların da mağdur olduğunu göstermek istedim. Kitapta kullandığım resim, karikatür ve desenleri “hapishaneden” gelen ürünler arasından seçtim. Tutsakların yaratıcılığını ve tecrit içinde tecrit yaşamalarına rağmen üretmeye devam ettiklerini okuyucuya göstermek istedim.
LB: Kitapta da yer verdiğiniz 32 yıldır mahpus olan Tahir Canan var. Kitabınız yayınlandıktan sonra bir de eleştiri yazmıştı. Kedisinden ve yazdığı eleştiriden söz eder misiniz?

A.O: Evet. Tahir Canan, 32 yıldır tutsak. Önce anne ve çocuklar geliyor ziyarete. Yıllar yıllar boyu. Şimdi de torunlar. Çile, haksızlık devam ediyor. Üstelik Tahir Canan davası tam bir hukuksuzluk örneği. Bu gün itibariyle Türkiye’de 12 Eylül hukuksuzluğundan dolayı çeyrek asırdır hapishanede olan Canan gibi 11 sol siyasi tutsak var. Hasan Gülbahar, Halil Gündoğan, Cuma Özkan, Muzaffer Öztürk gibi. En uzun yatanı Canan. Diğerleri de az değil. 29 ve 30 yıldır hapishanedeler. Bu Türkiye’nin büyük ayıplarından biri. Defalarca yazıldı, çizildi. Mecliste duyarlı vekiller tarafından gündeme taşındı. Paketlerden yararlanan Hizbullahçılar çıktı, eli kanlı katil faşistler çıktı ama sözünü ettiğim bu 11 insan hâlâ içeride. Sorunuz üzerine Tahir Canan’ın mektubundan bir bölüm aktarmak istiyorum: Adil Okay’ın çalışması sadece sorunları göstermek olmuş. “Bu ülkede bunlar da yaşanıyor görün, duyun” denilmiş. Bir noktada araştırmacılara yol gösterilmiş, kaynakça sunulmuş. Ülkemizin karadeliklerinden bazıları deşilmiş. “Ey ülkemin aydınları, Emile Zola’ları buraya bakın” denilmiş. “Edebiyat mı, şiir mi, araştırma mı, inceleme mi, hukuk mu hepsi burada! Alın! İşleyin” denilmiş. Öncelikle yazarın eline sağlık demeliyim. Tarihe düştüğü notla ülkemizde karanlıkta kalan olaylar görünür kılınmış. Ama daha nice görünmeyen karanlıkların da olduğu hatırlatılarak… “

Tutsak yazar Muzaffer Tansu da kitap hakkında yazdığı yazıda bir çağrı yapmış: ““Kesinlikle herkese ulaşması ve mutlaka okunması gereken bir kitap bu. Okuyanların bakış açılarında, düşüncelerinde; kim olurlarsa olsunlar, neye inanırlarsa inansınlar, hangi ideolojiyi savunurlarsa savunsunlar, insan olabilme üst kimliğinde buluşarak çok pozitif değişimler olabileceği düşüncesindeyim..”

LB: Kitabın arka sayfasında “konuşmayan-konuşamayan” çocuklardan söz etmişsiniz. Kimdir onlar ve neden konuşmadılar.

A.O: Kitabı hazırlarken yaşadığım güçlüklerden biri. Elbette kitapta adı geçen her mahpustan izin ve ek bilgi almam gerekiyordu. Devletin yeni konsepti olan çoğu keyfi “3 aydan 20 aya varan mektup yasakları” işimi zorlaştırdı. Keza konuşmak istediğim çocuklar oldu. Onların bazıları kitaba yazarak katkıda bulundular ama bazıları da görüşmek istemediler. Ve öğrendim ki sadece benimle değil, hiç kimseyle görüşmek istemiyorlar. Zira sözünü ettiğim bu çocuklar sadece görüş günlerinde büyümenin travmasını değil daha fazlasını yaşamışlar. Anne veya babaları hapishanede hayatını kaybetmiş. Velhasıl zordu. Dinlemesi de, okuması da… yazması da zor oldu… Hâlâ bazı mektupları toplantılarda, TV programlarında okumakta zorlanıyorum.

LB: Mersin’de yaşıyorsunuz. Türkiye’nin tek kültür ve sanat merkezi kabul edilen İstanbul’un dışında yaşamak size avantaj sağlıyor mu? Ya da dezavantajları neler?

A.O: Evet taşrada yaşamanın dezavantajları var. Ancak ben uzun sürgünümü, Lübnan Filistin kamplarında, Paris gibi büyük kentlerde, metropollerde yaşadım. Dolayısıyla yeterinden fazla hatıra biriktirmiş oldum. Bir yazarın ihtiyacı olan malzemeler fazlasıyla var, sırtıma yapışık olan valizimde. Ancak buna rağmen dönem dönem dar geldiği oluyor Mersin’in. Avantajları da var. İlişkiler daha sıcak. Öğrenmek isteyen gençler var. Birikim aktarmak isterseniz ve verici olursanız her yerde size ihtiyaç var.

LB: Bundan sonra çalışmalarınız ne yönde devam edecek? Geleceğe ilişkin projelerinizden söz eder misiniz?

A.O: Sorunlar bitmiyor. Ülke ve dünya kaynıyor. Savaşlar, iş cinayetleri, çevre felaketleri, insan haksızlıkları, kadına şiddet hız kesmeden sürüyor… Dilerim bu gidişe dur diyen insanların sayısı artar ve toplumsal mücadele sonuç verir. Ve ben ancak o zaman farklı konularda oyunlar, öyküler, şiirler yazarım.



LÜTFİYE BOZDAĞ