Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Aralık 2011 Çarşamba

EMEĞİN SANATI'NDAN 108. MERHABA


Merhaba,

Yeni bir yıl daha geliyor. Her ne kadar “eskisinden ne gördük yenisinden ne göreceğiz” desek de, umut her zaman yüreğimizin bir kıyısında tomurcuklanmaya devam ediyor.  Ancak son tutuklamalar, yazarlara, kitaplara yönelik yasaklar; kadına şiddet, polis şiddeti geleceğe dair ışıklı bir iz göstermiyor.

Eski yıl, dünyamıza, ülkemize kan ve gözyaşı, zulüm, baskı üstüne baskı, bunalım üstüne bunalım, zam üstüne zam getirdi. Ama götürdükleri de önemli… İnsan haklarını sildi götürdü, adalet kavramını üstünü çizdi. Bir önceki yıllarda azalan özgürlüğü tümden götürdü.

2011’de anlaşılıyor ki, yeni yıl ülkemizde ve dünyada devrimci mücadelenin yükseleceği, barış, demokrasi ve insan hakları istemlerine karşı daha fazla baskının, zorbalığın, tutuklamaların geleceği bir yıl olacak. Dileğimiz gelen, gideni aratmasın!

31 Aralık günü, umutlarımızı, dileklerimizi, arzularımızı düşlerimizin kervanına yükleyip, taşınıyoruz yeni yıla. Dağarcığımızda şiir çiçekleri, terkimizde sevdalar ve umutlar; rotamızda barış ve dostluk...

Nihat Behram’ın dizeleri ile hareket başlıyor:”Usanma hayata yaraşan sesi aramaktan/ Her kuşun palazlandığı bir yuva vardır.”

Sevgi ile direnç ile yollanırken yeni yıla; Salim Çelimli’nin dizeleri bir havai fişeği gibi çıkıyor ufkumuza: ”Sevda ile patlarken tohum/yeni aydınlıklar doğurur şafak.”  Hasan Hüseyin de, sevgiyi karanlıktan çıkış yolu olarak gösteriyor: “dostlarım direnin karanlığa/sevmek yapabilir bu dünyayı/yeni baştan”

Şiirler, yeni bir yıl için umudun yolunu da açıyor:
“Önce yürek, önce inanç, önce kavga/Sonra yüzün, sonra elin, saçların/Güzel olan halklarladır yalnız halklarla/Yoksa ne bir gül kalır bahçemizden ne bir iz yarına”derken Turgay Gönenç; Ahmet Telli şiir ve yaşamak adına kesin yargısını dizelerine kazıyor:”Deli bir ırmak gibi akmalı/adına yaşamak dediğimiz,/sarsıntılar kalmalı anılar diye/ve ölüm bir gök gürültüsü /gibi gelmeli gelecekse.”

Kemal Bayrakçı yeni bir yıl için şu soruyu dillendiriyor: “Gün ışığı sütüyle emzirilen yaşamak / Niçin varmasın halkla ışıklı bir şafağa” Refik Durbaş da yeni bir sabaha özlemlerini şöyle dile getirir: “acı böylesine kararmaz yürekte/umut açar yediveren güllerini/sevinç açar aydınlığımın dağlarında/sevda açar şafağımın bahçelerinde.”

Şükrü Erbaş, karanlıktan çıkış yolunu şiirde buluyor: “Gece, yalnızlığımıza çekilen gökperdeyse /     Şiir içerdeki aydınlığımızdır.”  Yaşar Miraç ise, nihai gerçeği daha çarpıcı biçimde dile getiriyor: “bilinç türkü olmadıkça/gürül gürül çınmadıkça,/doğmaz kurtuluş günleri.”

Yeni yılın, ülkemiz ve tüm dünya halklarına daha çok özgürlük, daha çok adalet, daha çok barış daha çok esenlik ve geçim bolluğu getirmesini; sanatın aydınlığının yaşamımıza renk katmasını diler; değerli okurlarımızın yeni yılını kutlarız.

Ali Ziya Çamur


BU SAYININ SAVSÖZÜ

Ozan ki ağıt yakıyor, toplum canevinden vurulmuş demektir. Çünkü ağıt, ortak bir ezgiye katılmadır. Toplumun yürek damarına seslenmedir. Toplumun ozanlaşması, ozanın toplumlaşmasıdır. Alnında namlu gölgesini duydu mu ağıt yakar ozan. Gücü dilidir ozanın. Kolda güç, yürekte bilinçtir bu dil.  “Kurt izi”nin,  “sırtlan kokusu”nu ozanlar duyar toplum adına. Analara, harlı yanan gevrek tezekten el çektirir ozanın dili. Kara kıyma gözlü gelinlerin gözlerine yaş yürütür. Bebeleri ezgiye katar. Ozanın yaktığı ağıt, bir hançer ağzı gibi biler insanın yüreğini. “Güçlülerin düşmanlığı”nı onlar duyurur. Alıçları, söğütleri onlar dile getirir.

… Ozan ağıt yakıcı olunca Christopher Caudwell’in şu görüşü daha da doğruluk kazanır: “Şiirin kaynakları üzerine yapılacak bir inceleme toplumun incelenmesinden ayrı düşünülemez.” Ozanın ağıtıyla toplumun  ağıtı da birdir. Ozan ağıt yakıyorsa, toplum da ağıta durmuştur. Çünkü bizim insanımızın en büyük sığıntı yeridir ağıt, güçlülüğünü gösteren bir anlatım biçimidir. Ozan, bireysel ağıtı toplumsallaştıran bir dil bilinçlenmesidir.

…İnsanımız ağıta mı sığınıyor, ağıtımız ozanlarda mı dile geliyor, yüreğimizde bir sızı başlamıştır. Biz yürek toplumuyuz. Yüreğimizi sızlatmasınlar… Toplumun türküsü, insanımızla, ozanımızla toplumun türküsü dağ ardlarından, tüm acıları aşarak gelir. Bu türkü, türkü olmaktan çıkar, keskin bir bilinç hançerine dönüşür. ADNAN BİNYAZAR (Ağıt Toplumu, May Yay.1979)


YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ

DELİ DALGALAR DER Kİ:
“KAMPANYAMIZ SONA ERDİ, AMA DELİLİK SÜRECEK!”

Dışarıda Deli Dalgalar inisiyatifi,1 Temmuz 2011 tarihinde, “Dışarıdan İçeriye Kitap Köprüsü Kuruyoruz”  sloganıyla başlattıkları kitap kampanyası 6 Aralık 2011 itibariyle sona erdi. Kampanya, yoğun talep üzerine 1 ay daha uzatıldı.

Bu konuda Dışarıda Deli Dalgalar inisiyatifi’nden şu açıklama geldi:
“Dışarıda Deli Dalgalar, 4 yıldır hapishanelerdeki siyasi tutsaklarla birlikte. Dolayısıyla kampanyanın bitmesi, çalışmanın bitmesi anlamına gelmiyor. 4 senedir yaptığımız “delilik”, kampanyanın bitimi sonrasında da, daha büyük bir coşku ve enerjiyle sürecek. Kampanya, zaten senelerdir yapılagelen çalışmanın kamuoyuyla, vatandaşlarla paylaşılmasına dönük özel bir süreçti. Hapishanelerde yaşanan hak gasplarını, insan hakları ihlallerini, belki bunlardan da önemlisi “içeride” siyasi duruş ve düşüncelerinden dolayı “ceza”larındırılan binlerce insanın olduğunu gündemleştirmek, F tipleriyle birlikte yaratılmaya çalışılan tecrit politikalarına bir karşı duruş yaratmaktı. İnsanlar bir kitap verdiklerinde, üçüncü sayfa haberlerinde bile yer bulmayan hapishane haberlerini daha dikkatli izleyecek, kayıtsızlığı sorgulayacak, “içeri” ile bağ kurmuş olacaktı. Kısacası amaç, “Dışarıdan içeriye kitaplar üzerinden bir köprü kurmak”tı.

Kadınlar, erkekler, duyarlı insanlar beklemediğimiz kadar kitap bağışladı. Kitap yağdı desek yeridir. Hummalı bir çalışma, tatlı bir yorgunluk ama şenlikli bir süreç oldu. Kitap bağışlayan, paketlemeye gelen, hatıra kalsın diye ayraç tasarlayan, siyah çöp poşetlerini sırtlarına vurup postaneye götüren, mektuplara cevap yazan “deli”ler   “mektuplar, yüzlerce kitapları aldık”, “Sizi seviyoruz”, “İyi ki varsınız” diyen, mektuplar aldılar bizim “içerideki deliler”den?

 Kitaplar dalgalar halinde gitti hücrelere, koğuşlara? Kamuoyunun kulağı deliktir “dalgalar”a. Ama bu kez “dalgalar” sevinç dalgalarıydı, coşku seliydi, duvarlara rağmen birlikte çekilen güzelim bir deli halaydı. Tam on bir dalga ulaştı içeriye. Saydık gönderdiklerimizi, 9634 kitap göndermişiz duvarların ötesine. “On bin tutsağa on bin kitap” demiştik, hissesine düşen kitapları almadı diye üzülen, öfkelenen içerideki deliler bizden umut kesmesinler. Ansızın açılır mazgal, girer içeriye sonbahar yaprakları gibi bir sürü deli düş?

 Kitaplarına kıyan herkese teşekkürler.  Hep birlikte başardık.

Büyük bir iş değildi yaptığımız, fakat bize iyi gelen, bizi çoğaltan, içerideki arkadaşlarımızı çoğaltan, tecrit politikalarını boşa çıkarmayı amaçlayan bir çalışmaydı. Katılan, destek veren herkese yürekten teşekkürler? (E. S.)

KADIN YAZARLAR: “ŞİDDETİ BEN DOĞURMADIM”

Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi yazarlar, son zamanlarda artan kadına yönelik şiddete ilişkin bir basın açıklaması yaptı. Kadıköy İskelesi’nde toplanan özellikle kadın yazarlardan oluşan topluluk, bu toplumsal yaraya dikkat çekmek için ilginç bir eyleme de imza attı.

Kadın yazarlar, şiddete uğramış kadın görüntüsü verilen makyajlı yüzleriyle ve gelinlikli bir çocuk gelinle, “Şiddeti Ben Doğurmadım “ pankartını açarak Kadıköy İskelesi’nden vapura bindiler. Vapurda sendikanın bu konudaki sonuç bildirgesini ve basın açıklamasını dağıtan yazarlar, halkın yoğun ilgisiyle karşılaştılar.

Kadıköy’den Karaköy’e, oradan da Taksim’e doğru yola çıktılar. Galatasaray Lisesi’nin önünde basın açıklaması yapan sendikalı yazarlar, “Şiddeti ben doğurmadım”, “Acı çiçek açmaz”, “Acıyı bal eylemeyelim”, “Kadın intiharı cinayettir” gibi sloganlarla Taksim Meydanı’na geldiler. Meydanda Nâzım Hikmet, Melih Cevdet Anday gibi şairlerin kadın temalı şiirlerini okudular. 

TÜYAP Kitap Fuarı’nda da kadına yönelik şiddete ilişkin bir basın açıklaması yapan TYS, 27 Aralık’ta Marmara Üniversitesi Haydarpaşa Yerleşkesi’nde kadın yazarlarının konuşmacı olacağı bir panel de düzenledi.

Öte yandan da İstanbul’un iki yakasında gecekondu mahallelerinde halkla “alan çalışmaları” yapan TYS’li kadın yazarlar, çalışma ve eylem sonuçlarını düzenleyecekleri bir geceyle kamuoyuyla paylaşacak. Daha sonraysa talep ve önerilerini Meclis’e taşıyacak.

Türkiye Yazarlar Sendikası Kadına Yönelik Şiddete Karşı Sonuç Bildirgesi

“Kadınlara acımasızca zarar veren saldırıların engellenmesi, öncelikle bir yasa ve yasanın uygulanması sorunudur.  Aile içi ve aile dışı şiddeti ancak yasalar caydırıcı kılabilir. Yasalarda kadını korumaya ilişkin düzenlemeler ivedilikle yapılmalıdır. İkinci adım ise bu yasaların denetimi olmalıdır. Şiddet gördüğünü ilgili mercilere bildiren kadın, daha kısa bürokratik süreçlerle korunmalıdır.  Yargı da kendi süreçlerinde koruma önlemlerini arttırmalı ve şiddet gören kadının beyanını yargılamada esas almalıdır.

Şiddetin önlenmesi için basına da önemli görevler düşmektedir. Görsel ve yazılı basın, kadına yönelik şiddet haberlerinin kullanımını gözden geçirmelidir.  Haberlerin veriliş ve ayrıntılandırma şeklini kışkırtıcı, teşhirci yapıdan arındırmalıdır. Çünkü medya, tiraja dayalı teşhirin ayrıntılarını yok ederse kadını cinsel bir özne olmaktan uzaklaştıracaktır. Kadının cinsellikle, cinselliğin de şiddetle bu denli ilişkilendirilmesinin şiddeti kanıksattığını düşünüyoruz.

Biz yazarlar,” kadın-yazın atölyeleri” açıp kadınları uğradıkları şiddeti ve onu ele alış biçimlerini ifade etmeye yönlendireceğiz. Basın açıklamaları, bültenler, paneller ve “alan çalışmaları”yla bu soruna çözümler arayacağız. Böylesi çalışmalarda her türlü işbirliğine de açık olacağız. Çünkü toplumun şiddete karşı duyarlılığının arttırılmasını ve kadınların uğradıkları saldırıların ve namus, töre, kıskançlık cinayetlerinin olağanlaştırılmamasını istiyoruz.

Biliyoruz ki kadının uğradığı fiziksel şiddet, buzdağının yalnızca görünen kısmıdır. Kadının hâlâ kimlik sorunlarıyla cebelleştiğinin, ikinci cins olmayı sürdürdüğünün elbette farkındayız. Bu ülkede her gün en az beş on kadın, kadın olduğu için can veriyor. Kız çocukları alınıp satılıyor. Çocuklar, ağır koşullarda çalıştırılıyor.

Biz TYS’li yazarlar; bu köleleştirmeyi, kadına yönelik şiddetin artışını endişeyle izliyoruz ve bu toplumsal yıkımın önlenmesi için sürekli eylem kararlılığımızı kamuoyuna bildiriyoruz.

ÖLDÜRÜN, ÖLDÜRÜN / DOLSUN ALTIN TASLARINIZA O ZALİM MUTLULUK

Ölümü bilmeyen ilk insan, Habil’di, ölümü son bilen insan, kadın.
Her gün üç kadın öldürülüyor,
her gün beş kadın öldürülüyor
ölümün, öldürülmenin korkusu ölümden de kötü
her gün bu korkuyla yüz yüze kadınlarımız
töre, namus, tahrik, taciz, vahşet, cinnet ve  cehalet…
“Dünyanın en tehlikeli hâli, cahilliğin örgütlenmesidir.”  diyordu Goethe.
Eylemli cahillik yönetiyor ülkeyi,
çıkmayan yasalar, çıkan tahrik indirimleri, her eve üç çocuk buyruğu
hangi cahillik yıkayabilir bunca kanı, hangi cahillik onarabilir örselenmiş saf onuru?
Annelerimizin, kız kardeşlerimizin, sevgililerimizin kanları dolduruyor
kör inançların, tüzelerin, göreneklerin, iktidarların boşalttığı beyinleri
sonsuz bir sürek avıyla öldürülüyor kadınlarımız
gazeteler, radyolar, televizyonlar kurbanı katil, katili kurban gösteriyor
şiddetin dili onların da dili, onların da taş vicdanı
çözümsüzlük onların ar kapıları değil, kâr kapıları
dağları öfke ve kin bekliyor, kuzu kurdun ağzında, sürününse gözü yılmış cellattan
zorbanın, kıyıcının değirmenlerine su taşıyor celladın yasaları, borsaları, plazaları
Biz yazarlar, 
Okulda,  sokakta, fabrikalarda, bulvarlarda, yatak odalarında akan bu yoksul kanın bizim kanımız olduğunu, kadınlarımız özgürleşmedikçe özgürleşemeyeceğimizi söylüyoruz.
Kadının evde, erkeğin avda olmadığı eşit, özgür bir dünyaya inancımızı yineliyoruz.
Ağıt ve savaş şiirleri değil, aşk şiirleri yazmak istiyoruz.”
(TYS)

2012 NECATİGİL ŞİİR ÖDÜLÜ BAŞVURULARI SÜRÜYOR...

13 Aralık 1979 perşembe günü yitirdiğimiz şair Behçet Necatigil adına,  yılda bir kez verilmek koşuluyla, ailesi tarafından bir şiir ödülü konuldu. Ödül, seçiciler kurulunun yapacağı değerlendirme sonucunda, çoğunluk oyuyla kazanan kişiye, şairin doğum günü olan 16 nisan  veya bu tarihi izleyen uygun bir günde düzenlenecek anma toplantısında sunulacak.

Verilecek ödül, kazanan kişinin adını, eserini ve kazandığı yılı belirleyen bir plaketle, 2012  yılı için 2.000,- TL'dir.  Seçiciler Kurulu'nda ilke olarak edebiyat eleştirmenleri,  şairler, roman ve/veya öykü yazarları ile Necatigil ailesinin bir temsilcisi yer alır. 2012 yılı seçiciler kurulunda yer alan üyeler: Cevat Çapan, Refik Durbaş, Turgay Fişekçi, Doğan Hızlan,  Mehmet Taner, Tahsin Yücel ve Necatigil ailesini temsilen Selma Necatigil. Seçiciler Kurulu'nda yer alanların eserleri, ödüle aday olamaz.

Her yılın mart-aralık aylarında ve takip eden yılın ocak-şubat aylarında yayımlanmış bütün şiir kitapları ödülün doğal adayı olabilir. Adaylığın geçerliliği için; yazarı veya yayınevi tarafından sekiz adedinin "Necatigil Şiir Ödülü Seçiciler Kurulu Sekreterliği, P.K.109, Beşiktaş-İstanbul" adresine gönderilmesi ya da seçiciler kurulunun kendi içinde görevlendireceği saptama komitesince kurula aday olarak önerilmesi gerekmektedir. Ancak hangi yolla olursa olsun; aday olan eserlerin adları açıklanmayacaktır.

Ödül sunulacak eser, seçiciler kurulunun kanı ve yargılarıyla yılın en iyi şiir kitabı sayılmaya hak kazanacaktır. Bu açıdan, ödülü bir kez kazanmış olmak, başka yıllarda da aynı başarıya ulaşmaya engel değildir. (NECATİGİL.COM)

AHMET NECDET ŞİİR ÖDÜLÜ DÜZENLENDİ…

Ailesi, 4 Mayıs 2010’da yaşamını yitiren şair Ahmet Necdet adına bir şiir ödülü düzenledi.  Ödül için son başvuru tarihi 30 Eylül 2012, ödül töreni ise 2012 TÜYAP Kitap Fuarı’nda gerçekleştirilecek.

Türkiye edebiyatına şiir, çeviri, deneme kitapları, günlükler ve hazırladığı antolojilerle önemli katkılarda bulunan Prof. Dr. Ahmet Necdet Sözer’in ailesi, 4 Mayıs 2010’da yaşamını yitiren şair adına bir şiir ödülü verecek.

Ödül için Ekim 2011 – Ekim 2012 arasında yayınlanan şiir kitapları, 30 Eylül 2012’ye dek başvuruda bulunabilecek. Ayrıca jüri başkanı ve jüri üyeleri, herhangi bir nedenle başvuruda bulunmayan kitapları aday gösterebilecek. 3 bin TL tutarındaki ödül, tek bir kitaba verilecek ve paylaştırılmayacak. 

Jüri başkanlığını Leylâ Şahin’in yaptığı ödülün jüri üyeleri: Eray Canberk, Prof. Dr. Cevat Çapan, Prof. Dr. Gertrude Durusoy, Prof. Dr. Nejat Gacar, Tarık Günersel, Tuğrul Keskin, Leyla Şahin.

Ödüle aday kitapların 8 adet olarak,Batı Karadeniz Caddesi Filizkent Sitesi, Karasu / Sakarya adresine gönderilmesi gerekiyor.  Bilgi ve iletişim için: nilgundemirag@hotmail.com, (EDEBİYAT HABER)


EĞİTİM SEN KIRIKKALE ŞUBESİ
2. ÇOCUK ÖYKÜ YARIŞMASI...

Eğitim Sen Kırıkkale Şubesi tarafından çocuklarda kitap okuma alışkanlığını kazandırmak için ülke genelinde ödüllü öykü yarışması düzenliyor.

İlki 1997 yılında gerçekleşen ödüllü öykü yarışmasının ikincisi 2012 yılı içerisinde gerçekleşecek. ‘Çocuk okuru olmayan bir toplumun büyük okuru olmaz’ adı ile başlatılan projenin sorumluluğunu Eğitim Sen Kırıkkale Şube Başkanı Yüksel Şahin yürütecek. Başvurular son olarak 31 Mart 2012 tarihinde sonlanacak. Jüri üyelerinin belirleyeceği 3 ödül 1 Eylül 2011 tarihinde basın yolu ile duyurulacak. Ödül sahipleri 15 Eylül 2012 tarihinde Kırıkkale’de gerçekleşecek tören ile ödüllerini alacak.  Yarışma sonunda birinciye 5 bin, ikinciye 3 bin, üçüncüye ise 2 bin TL para ödülü ile 500’er TL jüri özel ödülü olmak üzere ödüller  verilecek.

Yapılan açıklamaya göre; yarışma yapıtlarında çağcıl değerleri, çocuğa göreliliği, evrensel eğitbilim ilkelerini ve çağdaş bir dil bilincini gözeten amatör- profesyonel tüm yazarlara ve Eğitim Sen üyelerine açıktır. Katılımcılar için yaş; yapıtlar için konu sınırlaması yoktur. Yapıtlar, 9-12 yaş çocuklarına yönelik olmalıdır. Katılımcılar, diledikleri sayıda yapıtla katılabilirler. Yapıtların daha önceden kitap halinde yayımlanmamış ve ödül almamış olması gerekir. Yapıtlar, bilgisayar ortamında arial karakteri ile çift aralıklı yazılmış, en az kırk sayfa uzunluğunda ve tek öykü bütünlüğünde olmalıdır. Yapıtlar, 9 kopya olarak, CD'si ile birlikte gönderilmelidir; katılımcılar bu gönderilerine, imzalı bir başvuru yazısıyla birlikte, özgeçmişlerini ve bir fotoğraflarını eklemeli; başvurularına açık adres, telefon ve e-posta adreslerini yazmalıdırlar.

Başvuru adresi Eğitim Sen Kırıkkale Şubesi, Yenidoğan Mah. Barbaros Hayrettin Cad. 29. Sok. Kutay Apt. Nor:1/23 Kırıkkale. Tel: 318 2242432, kirikkale @egitimsen.org.tr

SOSYALİST ŞAİR SERVET ZİYA ÇORAKLI
KAVGAMIZDA YAŞIYOR!

12 Eylül öncesi Sinematek başkanlığını yapan, 12 Eylül sonrası Almanya’da sürgün yaşamı süren  Şair Servet Ziya Çoraklı, 60 yaşında, 29 Aralık’ta Hamburg’da aramızdan ayrılmıştı.

1 Şubat 1946 Ağrı doğumlu olan Çoraklı,  İlk sürgünlüğünü daha lise yıllarında yaşadı. Ağrı Lisesi’nden Trabzon Lisesi’ne komünistlik yaptığı gerekçesiyle sürgüne gönderildi. Dev-Genç, TKP-B hareketlerinde yer aldı. 12 Eylül cunta döneminde ağır işkencelere maruz kaldı. 1981’de yurt dışına çıktı. 1985’te tekrar döndü. Mücadeleye atıldı. O zaman basında çok meşhur olan Türk-İş İzmir mitinginde işçilere şekerli bildiri eyleminin içinde yer aldı. Bu mücadele dönemi bir operasyonda yakalanmasıyla sona erdi. Mücadeleyi işkencede, zindanda sürdürdü.  Zindan yılları biter bitmez devrimci mücadeleye devam etti.  Parti kongresi nedeniyle yeniden yurtdışına çıkan Servet Ziya için bu ikinci mültecilik dönemi oldu. Bu defa Hamburg’a yerleşti. Son nefesini verene kadar da orada yaşadı. Hem şiirlerine hem de devrimci mücadelesine orada devam etti.  Barış için sanat girişimi imzacılarındandı. Bir yoldaşı onu tanımlarken, “O gerçek bir komünistti” dedi. “İşçilerle işçi, Kürtlerle Kürt, Ermenilerle Ermeni, kadınlarla kadın, Alevilerle Alevi idi. Yani bütün ezilenlerle birlikte olmak, onların mücadelesinde yer almak onun göreviydi.”

Bu mücadele içinde onu ve eşini en çok yaralayan herhalde biricik kızları UMUT’un amansız hastalığı oldu. Tam da bunun üstüne 12 Eylül faşizmi gelince hem kaçaklık hem parasızlıkla boğuşa boğuşa Servet Ziya kızı UMUT’u kaybetti. Ama devrime ve devrimci mücadeleye olan UMUT’u hiç azalmadı. 1981 sonlarında iyice bastıran polis operasyonlarından sonra örgüt kararıyla sürgün dönemi başladı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Hatay’dan sınırı yürüyerek geçip Şam’a ulaştılar. Oradan da bir yıl sonra Berlin’e... Açlık ve yokluklar içinde sürgün macerası başladı. Yoldaşlarının ve devrimci çevrelerdeki emekçilerin sahiplenmesiyle mücadeleyi sürdürdü.

Çevresinde “Servet Hoca” olarak tanınan Çoraklı, zaman zaman çeşitli dergi ve  gazetelere makaleler yazdı. Sosyalistlerin hak mücadelesi ve Kürt halkının özgürlük mücadelesinin birçok etkinliğinde yer alan Çoraklı, ‘Düşler-Trâume’ adlı Türkçe ve Almanca şiir kitabının önsözünde şunları yazmıştı: “İnsanlık çok şeyler borçlu düşçülere/düşlere... Düşçüler düşleriyle yeninin yenisini aramasaydı, insanlık belki de var olanla yetinip karınca adımlarla yollar katedecekti... Genel olarak sanat, özel olarak şiirin kısaca tanımını yapmak kolaycılığına düşmeden sanatın başeğmez çocuğu şiirin önemli yanlarından olan; daima muhalefette kalışını, gerçeğin gerçeğini, yeninin yenisini aramasını, var olanla barışık olmaması yanlarının altını çizmek gerek diye düşünüyorum. Bu bağlamda şiir asidir, kalıpları reddeder, resmi olanla sürekli kavgalıdır.”

Servet Ziya Çoraklı, son konuşmalarından birinde, bize şu sözleriyle yol gösteriyordu: “Yoldaşlar, faşistlerin işkence merkezlerinde direnmek yetmiyor, namuslu olmak gerekir. Ezilen halkların yanında olmak, hayatın her alanında direnişler örgütlemek gerekir. Biz aydınız. Faşistlere boyun eğmek bize yakışmaz. Bizim tarihsel görevlerimiz vardır. Aydın demek, halkının öncüsü, yol göstericisi demektir. Kürt aydınları bunu başardı. Türk aydınlarının da başarmasını istiyoruz…..Gün ülkesini sevenlerin ülkesinin özgürlüğünü, halkların özgürlüğünü savunma günüdür. Gün faşizmin ülkemizdeki kalelerini yıkma günüdür.”  
Anılarını kavgamızda yaşatacağız.

SONBAHAR

Sonbahar kuşlarını gördüm
uçuyorlardı
Soğuk rüzgarlar yaladı yüzümü
Bulutlar vardı
beyaz olmayan
Ve düşlerim yirmiye
Otuz adımlık havalandırmada
Bahara
sevdalara
ve de çocuklara dair
büyüyorlardı...“

SERVET ZİYA ÇORAKLI

EMEĞİN VE DİRENCİN ŞAİRİ ŞÜKRAN KURDAKUL'U ANIYORUZ!


 Şükran Kurdakul için ilk söylenecek şey, onun bir “kararlılık ve direnç anıtı” olduğudur. Yaşamıyla ve yüreğiyle direnen bir anıt... Düşünceleri doğrultusunda yaşayan, düşüncelerinden ödün vermeyen, düşüncelerinin eyleme ve yaşama geçirilmesi için örgütlü savaşımlarla dolu bir anıt…  O, acıyla, dirençle, sevgiyle, coşkuyla ve bilinçle yükselen bir anıttır. O’nu tanımak için, genç yazarların, şairlerin örnek alması gereken yaşamından yola çıkmak en doğru yoldur. Şükran Kurdakul, devrimci, sınıf bilincini yaşamı ve yapıtlarıyla içselleştiren bir insandı.

Bu şairliği, öykücülüğü, edebiyat tarihçiliği ağır basan bir yaşam ustasının kimliğine baktığımızda gördüğümüz şunlardır: 1927 doğumlu Şükran Kurdakul,  “Kırk Karanlığı” içinde, “Fedailer Mangası”nın bir genç savaşçısı olarak henüz 19 yaşındayken (1946’da) TCK’nın ünlü 142. maddesinden tutuklanır.  Şükran Kurdakul’un bu tutuklanması belki de yarım yüzyıllık bir onur ve direnmenin habercisidir. Bir yıl sonra tahliye edilir ve öğrencisi olduğu İzmir Karşıyaka Lisesi’nden Bakanlık kararıyla çıkarılır.  Genç Kurdakul’un “Mahpushane saksılarındaki baharı benden sor” dediği bu günlerden sonra yaşamındaki zorluklar başlar. Zorlukla ve zorbalıkla savaştır bu aynı zamanda.  1948’den 1950’ye kadar Maraş “sürgün alayı”nda askerdir. 1953’te 141. maddeden yargılanır ve 1955’e kadar Harbiye cezaevinde tutuklu kalır: “Acıların sütüyle büyüttüğü umutlar/Mahpushane avlularında boy verir...” der, 1956’da aklanır.

Şükran Kurdakul’un yaşamını anlamada bu özetleme yetmez elbette. Bir başka açıdan baktığımızda onun örgütçülüğünü görürüz. Onun örgütçü bir edebiyat adamı olarak tanınmasının başlangıcı 1964’te “Türkiye İşçi Partisi” (TİP) üyeliğiyledir. İki yıl sonra partinin Balıkesir il başkanlığına ve Genel Yönetim Kurulu yedek üyeliğine, ardından da 1967’de Merkez Yürütme üyeliğine seçilir. Örgütçülüğünü edebiyat örgütlerinde sürdürür ve 1964’te “Türk Edebiyatçılar Birliği” Genel Sekreterliği’ne seçilir. 1976’dan sonra, “Türkiye Yazarlar Sendikası” (TYS) ikinci başkanıdır ve 12 Eylül döneminde yine 141. maddeden TYS davasından yargılanır. “PEN Yazarlar Derneği”nin kuruculuğu (1988), ikinci başkanlığı ve genel başkanlığı (1991-1997 arasında), “Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı” yöneticiliği, 1995’ten itibaren “Özerk Sanat Konseyi” ile “Ulusal Sanat Kurulu”nun da kuruculuğu ve ilk başkanlığı da Şükran Kurdakul’un yaşamının dönemeçlerindendir.

Şükran Kurdakul’un yaşamında süren yalnızca bunlar değil elbette. Öncelikle bir şair yaşamı vardır onun. Üstelik, şiire çok erken yaşta başlar. 1943’te 16 yaşında bir lise öğrencisiyken Tomurcuk adlı ilk şiir kitabını çıkarır. Şiire yeniden yoğunlaşması 1950’li yılların başındadır. Bu dönem yazdığı şiirlerin çoğu içine sinen bir yapıda değildir. Daha sonra, bu şiirleri için, “toplumsal duyarlılıkları olan dizelerin yer aldığı şiirlerde kendi sesini bulduğu...” söylenince çok sevinir. Cezaevi yıllarındaki çalışmalarının bir kısmı Giderayak’ta (1956) yer alır.  Kurdakul’da şiir, sanki özgürlük, doğa, dostluk, sevgi özlemiyle kuşatılmıştır ve bu kuşatmaya karşı bir direniş boy vermektedir sürekli.

İçerikle biçimin bütünleşmesinin Şükran Kurdakul şiirindeki ilk örnekleridir ve kendi şiirine doğru önemli adımlar atmaktadır. Kurdakul, 1942-52 dönemini kendisi şiirinin çıraklık dönemi olarak tanımlar.  İyimserlikle, aydınlıkla dolu Nice Kaygılardan Sonra (1963) adlı kitabıyla ise şair kimliğini doğurmaya başlar. Onun şirinin doruğuna çıkmaya başlaması, bir şair duyarlılığının ve inadının olanca görkemiyle ortaya çıkması, 1970’lerden sonraki şiirlerindedir. Usta şair ürünlerini, örneğin “Sözcüklerle büyüdük, ezgiler yarattık/Düşlerle saltanat kurduk, benzetiler yarattık/ Kurtuldum sandığın gün Pir Sultan’dan/Sevdamızla Yunus, hüznümüzle Fuzuliler yarattık.” dizeleriyle karşımıza getirmeye başlar: Acılar Dönemi (1977).   Şükran Kurdakul, daha sonra çıkardığı ve 1983 Nevzat Üstün Şiir Ödülü’nü alan Bir Yürekten Bir Yaşamdan (1982)’da “Al Beni Sevecenliğine” der ve yine kendini koyar ortaya: “Ben sevdayım, al beni sevecenliğine/Ben gülüm, dallarına aşıla beni/Çocuğum ben, göğsünde büyüt/Umudum ben, düşüncende geliştir./Acıyım, gerçeği ararsan bende/İnancım, coşkuyu ararsan bende.”

Şiirle anlatamadığı temaları öykülerde işler. Toplumdaki adaletsizlik ve yargının sorunları, hapislikler, Kurtuluş Savaşı’nın insanları, beyaz yakalılar dediği kafa emekçileri onun öykülerinde işlediği konulardır. Şükran Kurdakul’un edebiyat tarihçiliği de bir başka özelliğidir. Onun bu kimliği araştırıcı bir edebiyat adamını çıkarır toplumun karşısına. 12 şiir kitabı ve beş öykü kitabının sahibi olan bir şair ve öykücü olmaktan başka özgün bir edebiyat tarihçisi ve düşün adamı olarak da devrimci kültürümüze ışık tutmaya devam ediyor.

ARMAĞAN

Bunca yıl çok ışık birikti avuçlarımda
Senin olsun
Esinlen sevgi dokuyan ellerimden
Bunca yıl şiirin, kardeşliğin, kavganın
Has bahçelerinde yarattım bu gerçeği,
Sabrım senin olsun.
Aşkım senin olsun.
Acıların sütüyle büyüttüğüm umutlar
Mahpushane avlularında boy verdi,
Dolunay menekşelendi kirli kara camlarda.
Her görüşte yeniden vurulduğumuz ana evren
Özgürlüğe boyadık saksıdaki çiçeği
Senin olsun.
Biz ki acılar döneminden
Ellerimizi kirletmeden geçtik.
Direncim senin olsun,
Sevgim senin olsun.

ŞÜKRAN KURDAKUL

19 ARALIK KATLİAMI UNUTULMADI, UNUTULMAYACAK!

11  yıl önce 19 Aralık 2000’de en vahşi hapishane  katliamlarından biri yaşandı. Katliamın hemen ertesinde bu dört yıllık zaman diliminde hapishanelerde, tecrit ve izolasyona karşı direnişlerde, ölüm oruçlarında 117 devrimci yaşamını yitirdi, yüzlercesi sakat kaldı.

Ama devrimcilerin savaşım azmini kıramadı bu katliam... Onur ve siyasi kimlik mücadelesinde son derece zengin bir savaşım geleneğine sahip olan devrimciler bu saldırıya karşı da ölümüne direndiler. 100’ü aşkın şehit, yüzlerce sakat verildi bu uğurda. Binlerce tutsak F tipi cezaevlerinde ölüm hücrelerine kapatıldı ama yine de teslim alamadılar devrimci iradeyi. Direniş bugün farklı biçimlerde de olsa sürüyor, sürecek de.

19 Aralık 2000... Bu tarihi zihnimize iyi belletmemiz gerekir... Bu tarih nasıl bir zamanın üzerine kıvranıp uyuduğumuzun çıplak gerçekliğidir. Bu tarih tek bir zaman kesitinden geçmişimizin bize adeta ispatıdır... Bu tarih bu coğrafyada yaşayanların miladıdır.. Bu tarih koyaklarımıza ölüm rüzgârlarını savuranların pervasızlıklarının resmidir. Bu tarih yaşadıkça öğretecek olan bilge bir andır.....

19 Aralık 2000, bu ülkede an gelince adaletimizden, güvenliğimizden, haber alma özgürlüğümüzden sorumlu bulunanların yekvücut olarak, koro halinde yalanlarıyla bizi karşıtları olarak dışarı atabileceklerinin tarihidir.

19 aralık 2000, tarihi devlet şefkati ile karşılaşmamızın ürkütücü kesişmesidir..

19 aralık 2000 tarihi, belleğimizin zaman ayracında soluyarak her an kendini bize hatırlatan vicdanımızdır....

19 Aralık 2000 tarihi, zihnimizin sokaklarını kan ile yıkayanların cellat takvimidir.

19 aralık 2000 tarihi içimizin şiarıdır: ''Unutma, unutturma!''....

33. YILINDA MARAŞ KATLİAMINI
UNUTMADIK, UNUTTURMAYACAĞIZ…

Yakın tarihimizin en acımasız, insanlık adına en utanç verici kitlesel katliamı olan Maraş Katliamı’nın üzerinden 32 yıl geçti. Katliamda, resmi rakamlara göre 114 insan katledilmiş, 1000’nin üzerinde kişi yaralanmış, 552 ev, 289 işyeri yakılıp tahrip edilmişti. Katliamdan sonra Alevilerin yüzde sekseni kenti terk etmişti. 

Maraş Katliamı neydi? Katliamdan bir hafta önce görevli olduklarını söyleyen bir takım kişiler, bir tür nüfus sayımı yaptıklarını söyleyerekten konutları dolaşıp evde kaç kişinin oturduğunu tespit edip, kapıları kırmızı boyayla işaretlediler. 19 Aralık günü Çiçek Sinemasında, ÜGD tarafından getirilen filmin gösterimi sırasında patlama olur. 20 Aralıkta Alevilerin kahvesi bombalanır. Polis olaya el koyar, bombalamaların ülkücüler tarafından yapıldığı ortaya çıkarılır. Yine ifadeler sonucu İstasyon Caddesi üzerindeki bir caminin avlusunda gömülmüş, patlamaya hazır beş adet dinamit de ortaya çıkarılır. Tutuklananlar arasında MHP milletvekilinin oğlu da vardır. Gelişmelerden kaygı duyan halk, sol Partiler ve demokratik kitle örgütlerinin temsilcileri aynı gün valiye, emniyet müdürüne ve jandarma alay komutanına endişelerini belirtip, önlem alınmasını isterler. Alınan cevap; “Devlet güçlüdür, önlemler alınmıştır. Vatandaşlar emin olsunlar” olmuştur.

1 Aralıkta iki TÖB-DER’li öğretmen öldürülür. Cenazelerin kaldırılması sivil faşistlerce engellenir. Alevilere ait işyerleri tahrip edilir. 22 Aralık günü üç insan daha öldürülür, aynı gün sokağa çıkma yasağı ilan edilir. Polis, can güvenliğini gerekçe göstererek kenti terk eder. Çevre illerden gelen sivil faşistlerce tam bir katliama girişilir. Alevilerin yoğun yaşadığı mahallelere saldırılar yapılır. Sonuç; insanlık adına utanç vericidir. Tablo; Maraş’ta devletin gözü önünde insanlık suçu işlenmiştir. Devlete güvenmek hatasına düşenlerin cesetleri sokaklarda kokuşuyordur. İnsanlar yaralı, aç ve sefil durumda kalmışlardır.

Maraş’ta olan bir iç savaş değildir, bir katliamdır. Bu, Alevi-Sünni çatışması da değildir. Bu planlı ve örgütlü bir faşist saldırıdır. Çevre illerden Maraş’a getirilen katil çetelerine belli hedefler gösterilerek, her şeyi hesaplanan bir planla yürürlüğe konan faşist bir eylemdir. Kin ekip, kan çiçeği büyütenlerin, “Milli direnme hakkı doğmuştur” diye bildiri dağıtanların eseridir. Maraş Katliamı, “Müslüman Türkiye, Milliyetçi Türkiye, Allah İçin Cihad Başına” sloganlarıyla kadın demeden, çocuk demeden katliam yapanların, “Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezseniz” diyenlerin ve bundan destek görenlerin eseridir. Maraş Katliamını yaratan zihniyet ve destekleyicileri bugün de iş başındadır. O gün “devlete yardımcı güçler” olarak desteklenenler, bugün de “duyarlı vatandaş” olarak sahnededirler. Yine katliamlarına ve linç girişimlerine devam etmektedirler. 

Maraş Katliamı ve sonrasında yaşanılan katliamları unutmadığımızı ve unutturmayacağımızı belirtmek istiyoruz. Maraş Katliamının 32. Yılında yaşamını yitiren canlarımızı saygıyla anıyor, katilleri, koruyucularını ve onları yönlendiren insanlık dışı gerici faşist ideolojilerini nefretle kınıyoruz.


ERDAL EREN KAVGAMIZIN YÜREĞİNDE YAŞIYOR...

Sadece Türkiye tarihine değil, dünya tarihine de kara bir leke olarak geçen 12 Eylül askeri cuntası, 17 yaşında idam sehpasına yolladığı Erdal Eren adıyla da lanetlenmeye devam ediliyor. Bir askeri öldürdüğü iddiasıyla, “jet hızıyla” yapılan göstermelik yargılama sonucu idam edilen erdal eren, idamının 31. yılında tüm devrimciler ve kavga arkadaşları tarafından anılıyor.

Askeri Yargıtay 3. dairesi’nin, önce “delillerin noksanlığı” nedeniyle esastan, ardından da, idamın müebbet hapse çevrilmesini gerektiren “TCK’nın 59’uncu maddesinin uygulanmaması” nedeniyle usulden bozmasına rağmen, daireler kurulu iki kararı da reddetti. red kararlarıyla yargılamanın yeniden yapılmasının yolu kapatılırken, Eren’in avukatı Nihat toktay, kararı, “yargıtay içinde bitirildi” diye değerlendirdi. Güvenlik konseyi tarafından onaylanan karar, dünya çapında yürütülen “idamı engelleyelim, Erdal Eren idam edilemez” kampanyalarına rağmen 13 aralık 1980’de ankara merkez cezaevi’nde infaz edilirken, faşist cuntanın başı Kenan Evren’in, “asmayalım da besleyelim mi?” sözleri zihniyetlerini özetledi.

17’sinde yiğit, genç devrimci Erdal Eren’in idamını, basit bir hukuksuzluktan çok, sınıf mücadelesinde önemli bir uğrak, durak, nokta olarak görüp, öyle değerlendirmek gerekir. Zira, o işçi sınıfının bu mücadelede en önde çarpışan, çarpıştırılan ve her türlü yiğitlik, kahramanlığı hak etmiş bir militanıdır. Sınıf mücadelesinin ne kadar keskinleştiğini gösteren bir tanıktır. Mahkemelerdeki, işkencehanelerdeki, mahpushanedeki duruşu bunu gerektiriyor. O bir mazlum olmaktan çok, sınıf mücadelesinin keskinleştiği bir dönemde saflarda yerini almış, devrimci, yiğit bir gençtir. Böyle anılmayı hak ediyor. Erdal da mahkemede söylediği şu sözlerle bu savı doğruluyor: "Bir gün, mutlaka sizin yerinizde halkımız olacak, sizi ve koruduğunuz düzeni yargılayacak ve doğru kararı verecektir!"

Ailesine gönderdiği son mektuptan:
“Cezaevinde yapılan (Neler olduğunu ayrıntılı bir biçimde öğrenirsiniz sanırım) insanlık dışı zulüm altında inletildik. O kadar aşağılık, o kadar canice şeyler gördüm ki, bugünlerde yaşamak bir işkence haline geldi. İşte bu durumda Ölüm korkulacak bir şey değil, şiddetle arzulanan bir olay, bir kurtuluş haline geldi. Böyle bir durumda insanın intihar ederek yaşamına son vermesi işten bile değildir. Ancak ben bu durumda irademi kullanarak, ne pahasına olursa olsun yaşamımı sürdürdüm. Hem de ileride bir gün öldürüleceğimi bile bile. Sizlere bunları anlatmamın nedeni yaşamaktan bıktığım ya da meselenin önemini, ciddiyetini kavramadığım gibi yanlış bir düşünceye kapılmamanız içindir. Bütün bu yapılanlar, başımdan geçenler, kinimi binlerce kez daha arttırdı ve mücadele azmimi körükledi. Halka ve devrime olan inancımı yok edemedi. Mücadeleyi sonuna kadar, en iyi bir şekilde yürütmek ve yükseltmekten başka amacım yoktur."

           


NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati

ÖZLEM KESKİN: Çarp(ıl)ma


ÇARP(IL)MA



Yok, hayır; kızmıyorum. Hayır, hiç bozulmadım. Ne olmuş çarpıp geçmişsen koluma. Ömrüme değil ya; koluma. Acıdı, acıttın biraz. Halsizim, canım yanıyor. Senden değil ama, hastayım diye geldim.

“Pardon” “Üzgünüm” filan demedin. Desen ne değişirdi; kestiremiyorum şimdi ama sanırım gülümserdim ben. Ilınırdık ikimiz de.

Geçti artık. Astım yüzümü. Soğuk soğuk bekliyoruz. Boş ver. Zaten benim gülümsemem zor yeterdi bizi ılıtmaya. Aynı doktorun atmış yedi, atmış sekizinci hastalarıyız. Doktorun karşısında on saniye kalıp, “Neyin var?” sorusunu duyabilmek için maaşımdan ne kadar kesileceğini, ek dersimin ne kadar eksileceğini hesaplıyordum demin. Zaten ek dersin ne olduğunu da anlayabilmiş değilim. Hangi dersler ana ders, hangileri ekleme bilemiyorum. Dün de doktordaydım da ben. Bitmedi işim. Kesiliyor o zaman. Gerçi sen bunları nereden bileceksin. Sana ne değil mi? Yok ben düşünecek çok şeyim var onu açıklıyorum sana. Acıyacak çok yerim var…

Senin on dört yıllık bedenin ki çok çocuk, gelip bana çarpmış; hiç de takmam.

Yok, kızdığımdan bakmıyorum. Kinlendiğimi sanma. Öyle ilkel kinlerim yoktur benim. Belki tanımak istersin diye söylüyorum.

Bakıyorum; kafama resmini çiziyorum. Ressam değilim ben, hiç resim yapmadım daha önce. Çiziyorum yine de kafama resmini; bir gün bir öyküme katarım belki seni. Kahramanım olursun. Neden olmasın.

Bilmem; sen beni bir daha anımsar mısın? Yok canım biliyorum; biraz sonra aklına bile gelmeyeceğim. Kaza işte. Küçücük bir kazayı mı hatırlayacaksın. İnsan her gün kaç tane kadının koluna çarpıyor değil mi? Ya da çarpmıyor?

Peki ya; insan her gün kaç tane on dört yaşında oğlana rastlıyor?

Olsun; sen başka. Sana ben rastladım. Seninle karşılaştık. Kesişti bir şekilde yollarımız. Sen yanımdan hızlıca geçip, koluma çarptın. Başkasına değil, bana; başkası değil, sen çarptın. Ben takılıp kaldım. Çarpmana değil; çarpman umurumda bile değil. Sana takıldım.

Büyük ihtimal civar yatılı okullardan birinde öğrencisin. Tanırım ben yatılı okul öğrencisini. Belli ki hasta da değilsin.

“Çattık” deme sakın çatmadın, çarptın.

Borularından lağım sularının damladığı bir yemekhanede demir kaplarda buz gibi yemeğini yedin. Öğleden sonraki derslerden birinin öğretmeni bir önceki ders canını sıktı. Hastaneye kaçıverdin.

Vahim olan sonrası…

Hiç kimse sana eşlik etmemiş. Hatta bu kimsenin aklına bile gelmemiş. Yasalarda var mı bilmiyorum ama olması gerektiğini düşünüyorum. Yolda bir arabaya çarpılabilirdin. Şanslısın çarpılmamışsın. Kaybolabilirdin. Kaybolmadan gelmişsin. Bunlar giderken çarpılmayacağın ya da kaybolmayacağın anlamına gelmiyor. Sizin köyde trafik çift şerit akmıyor, yollar dört sokağa ayrılmıyordu tabi.

Hem bütün bunları kadınca kuruntular saysan da; hadi bu ders yırttın diyelim, yine karşılaşacaksın aynı öğretmenle. Sen bir derse tavırlandın, girmedin diye işi bırakacak değil. Zaten bunu yapacak olsa; ödevini yapmadın diye yakandan tutup sürümezdi seni. Kaçış yok anlayacağın. Gitmemişsin, girmemişsin hiçbir şey değişmez. Değişmez dediysem, hiç değişmez değil. Böyle değişmez.

Hem bu böyle sürecek değil; seneye artık bedava kitap vermeyecekler. Kitap vermedikleri gibi belki payına bir lise bile düşmeyecek. Liseye gidemezsen çıraklık yaşın çoktan geçmiş olacak. Liseye gidebilirsen daha beter, korkunç bir yarışın ortasında bulacaksın kendini. Adaletsiz bir yarışın. Gelecek vaat etmeyen üniversitelerin birine girebilmek için en yakın arkadaşının girememesini istiyor olacaksın. Paran kadar başarı, paran kadar gelecek. Paranın yetmediği yerde tıkanacak, işsizler ordusuna katılacaksın. İşsiz dediysem karamsar olmayalım. Çok ucuz paralara çok ağır işlerde çalışabilirsin istersen. Karnını doyurmaya bile yetmez aldığın para. Açlıktan ve soğuktan ölebilirsin bir saçak altında. Ya da ufak tefek bir iş ayarlayıp kendine, kendi çapında çalışırken bir kız seversin. Evlenmenin yolunu bulamayıp kendini öldürebilirsin.

Ya da; olmaz bunlar, her şey yolunda gider. Hani seninle beraber okulsuz, geleceksiz kalanlar vardı ya onların bazılarının oluşturduğu bir çete bir bıçak darbesiyle yere serer seni. Ya da sen öyle bir gruba katılıp, bıçaklarsın birini. Cezaevine girersin. Yürümeyi bile unuttururlar. O kısmı anlatmadan geçiyorum. Çünkü +18

Sen bütün bu aşamaları atlatabilir de yirmi yaşına varabilirsen ki ben sadece birazını anlattım. Yirmi yaşında askere alırlar. Kimse geriye dönük hiçbir şey sormaz. Kendini soyunur, karnını doyurursun. Yıllardır süren savaşı yeni fark edersin. Ölmek de öldürmek de vatan borcudur. İkisini de niye yaptığını bilemezsin. Ölürsen iyi; ölmezsen kendine inanamazsın. Yaptıklarını unutamazsın. Hep yarım kalır insanlığın. Soğuk bir iklimde gerçeklik kar altındayken sümüklü bir Kürt oğlana sımsıkı sarılmak istersin. Kaçar gider. Bu kaybolduğundur. Bulunamazsın.

Bu sürecin sonunda borç işi tamamdır, alacak verecek kalmaz. Ayrılır artık vatanla yollarınız. Vatandaşlık seçimden seçime…

Bu kez başka borçlar başlar. Bakkal borcu, banka borcu, vb…  Hele bir de bir yolunu bulup evlenirsen; babandan beter olursun. Borçlardan intihar eden adamlardan olmaktan yırtarsan eğer, inşaatta dalgın çalışırken kafana bir tuğla düşer ölürsün. Ya da fabrikada borçları pay ederken bir makine kolunu kapar. Bütün hastanelerin acilleri dolu olur. Hiçbiri kabul etmez seni; bu kez kıvrana kıvrana ölürsün.

Ölürsün dediysem şansın vardır ölmeden kurtarırsın paçayı. Ölseydin iyiydi aslında. Çocukların olur. Onlara ekmek, onlara okul, onlara sağlık... Hepsi paran kadar... Sen geceleri hesaba dalıp uyuklarken karın zavallının biri çıkar, adamın biriyle kaçar. Sen televizyonların bir kanalından diğerine koşarsın dönsün diye. Çünkü çocuklar ortada kalmıştır. Sarsılmıştır alışkanlıkların. Çaresizlik illeti onura galip gelmiştir. Üstelik bütün bunlar olurken milyon tane izleyici iğrenç bir şaşkınlık geçirip yüzlerine izler seni.
Ya da; yaptığın hesapların içinden çıkamazsın gider komşu kadınla kaçarsın. Çocukları ve çocukların ortada kalırlar.

Yok canım; hep böyle olacak diye bir şey yok. Aklı başında bir kadınla dingin bir yuva da kurabilirsin. Minik bir kızınız olur birkaç yıl sonra. Karı koca çalışırsınız bir fabrikada. Gece gündüz. Çocuk böbrek yetmezliğiyle doğmuştur. Tedavi olmaktadır ama. Sonra kafanızı kullanıp sendikaya girdiniz diye işten atılıverirsiniz. Çünkü patron kafanızın yalnızca yastığa koyup yatmak için olmasını istemektedir. Başka türlü kullanmamalıdır. Tedavi yarım kalır. Bir süre sonra çocuk ölür. Dünya darmadağın olur. Her şey anlamsız… “ Gençsiniz” derler “Yenileri olur.”İçine tükürmek istersiniz gençliğinizin. Yumurtasından civciv çıkaran tavuklar gibi içgüdüsel çoğalamazsınız çünkü.

Çok uzaklara gittim değil mi? Kestirmeden dönebilirim istersen bak dönüyorum:

Seneye artık bedava kitap gelmez, payına bir lise düşmez olunca köye dönersin. Baban gibi abanırsın tütün tarlasına. Ömrün parmak uçlarında tükenir. Tütünde çalışabilsen iyi; tütünden anlamazsın. Koyunların başına çoban olursun daha ziller çalarken kafanda. Bir akşamüzeri yıldırım düşer ölürsün kavrularak. Bak şu kadarcık ölürsün:

“ Dün saat…..sularında…….. bölgesine düşen yıldırım bir çobanın ölümüne yol açtı.”

Köye dönmek zorunda değilsin tabi. İnatçı olabilirsin. Hadi bütün engelleri aştın diyelim. Kurtlar sofrasından bir lise, bir üniversite kapabilirsin.. Çalışır, tamamlarsın. Sonra bir sınav var ki çırpına çırpına yaşlanırsın.

Olmaz diye bir şey yok. Gazeteci, yazar filan da olabilirsin. O zaman birilerinin canını sıkarsın. Vurdururlar sokak ortasında. Ayakkabının altı delik kalır. En çok bu yakar babasız kalmış çocuklarının canını.

Yok; daha fazla anlatmayacağım. Bu ikimiz için de iyi değil. Sıramız geldi. Onar saniyemiz var derdimizi anlatmaya. Hadi bakalım kolay gelsin.

Zaten ben yazar filan da değilim. Öykü de yazmıyorum. Hiç heveslenme yani; kahramanım filan olamazsın. Çünkü sen bütün bir ömür o çok ve unutulmuş olan yardımcı karakterlerden kalacaksın kendi yarattığın bir öyküde.

Boş ver gitsin. Çarptığın benim kolum olsun. Canın sağ olsun. Sonra her şey sana çok çarpacak.

Korkma canım. Kötü kalpli bir cadı filan değilim ben. Korkunç kehanetlerimi sıralamıyorum. Çok severim çocukları. Ama korkarım onlardan. Korkarım ülkemde çocuk olandan.

Hem ben yakana iliştirilmiş, hiç de kader olmayan bu geleceksizlikten kurtulmanın yolunu da biliyorum.

Gerçekten…
Gel, kulağına söyleyeyim:
…………………………………………

ÖZLEM KESKİN

ADNAN DURMAZ:Fısıltılarla da Olsa Söyle


FISILTILARLA DA OLSA SÖYLE
 KOLAJ:ADNAN DURMAZ

Gülüşleri buz sarkıtı
Dürüstlükleri cilalanmış
Kör ıssız dostluklar artığısın
Sirenler gözelenir göğsünün çatalında
Kuduz köpekler uluşur
Yalınkat sevdalar bıkkınısın
Tarazlanmış yanılgılar bezgini
Kırılmış düşler ezginisin...
Karanlığın altından
Korkak sular akar /çağıltısız
Sen yalancı aynalarda bir hâyal
İşin başkalarını yaşamak gün boyu
Belki de hiç olmadın - ne gerçek ne de masal
Ve her akşam
Doğarsın sancılı yalnızlıklara yeniden
Gözlerin bir çift ölü balık keder denizlerinde
Bütün bastırılmış isyanların
Sabır taşlarını keser
Param parça gecelerde...

Yüzlerce yıl çağıltıyla beslenen çatal göğsün
Karanlık kuyularda diken büyütür şimdi
Seni irinli sevdaların sokaklarında
Kör düğüm kıvrandıran yalnızlık
Köreltir kırk gözeli pınarlarını
Sığlaşır gidersin kristal aynalarda
Geride bir hayal kalır senden
Kanar ılgıt ılgıt en derin uykularda...
Gün gelir bir başkası olduğunu sanırsın
Oysa bu sokaklar
Pas bağlamış namusların mezarı
Karanlığın kaleleri korkuyu korur
İşkenceler
Duvarları çatlamış adaletler
Beyninde örümcek besleyen yetkililer
Tüm bu irinli yaralar içinde
Ağlamasını yeniden öğren
Gerekirse isyan isyan gözyaşlarınla diren
Ve sancılar içinde bir hayal olmamak için
Kristal aynaları kırmayı
Öfkeyle bağırmayı öğren...
Sözüm şu sana gözüm
Soyun yılgınlığın kanlı kürkünü
Nerede ve ne zaman olursa olsun
Zulmü saltanat kılanın tükür yüzüne
Fısıltılarla da olsa söyle türkünü


ADNAN DURMAZ

İRFAN SARİ:Bir an kargaşası}{ADİL OKAY: Gereği Düşünüldü

BİR AN KARGAŞASI


eylüle sayarsam
bütün yapraklarını dökmüş olurum bahçemizin
yitirir sonra kendini yüreklere sinmişlik
elimizde eski bir tutku izi
gazete kağıdında gibi adımız
kibrit kuruluğunda bir ateşin habercisi
kalbimizin pimini çeker

yakar aynada kendini bakışın derinliği
sokağa sol adımla sol yanın şimşeği düşer
pencerenin ardında yırtılan bir hıçkırık
sokağın yüzünü yırtar
karanlığın ayraçları ışıklardan geçer gidersin
sırtında kırılmış kızıl ışıkların tekmesi
yüreğinde ağarmış bir aptal şiir nedeni
eylüle sayarsam
ıslık yokluğuna gömülür sokak
göğsün kafesinde kelepçeli olur aşk
oyy
paramparça bir an kargaşası
kırılmış taşların keskin uçlarına kesiniriz

dilsiz ay
gözyaşlarına boğulur bulutların arkasından
trenler vagon vagon akar rayların izinden
hüzünlerin tanesi olur yağmur
ölünür
sürtünür duvarlara acı
eylüle sayarsam
çürür gider yaprağın hışırtısı
çırılçıplak bir kavganın sesine bürünür şehir
benzin kokar bütün yangınlar
uzar suya düşer
sönmez bir daha

tadına yılan zehriyle tükürür
bakamaz geriye

İRFAN SARİ


GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ

 SANATÇISI SAPTANAMADI

“son noktayı koydu yaşlı kadın
kapattı daktilosunu
postaya verdikten sonra yazdıklarını
uzun bir yolculuk zamanı diye düşündü
gürültüyle çalındı kapı
hadi teyze hanım dedi kibar polisler
hazır mı valizleriniz
hakkınızda tatil müzekkeresi var

gereği düşünülünce
konuştu ak saçlı yazar
pişman değilim baylar
yarın yine imzalarım yazdıklarımı
son sözüm bu dedi…
kırıldı kalem…”

ADİL OKAY

SERKAN ENGİN: Kırık Çırak (Yedi Dilde)


KIRIK   ÇIRAK


FOTOĞRAF: KEMAL VURAL

kalbimi çekiç yaptım da düzeltemedim
hayatımın eğri büğrü kaportasını
ezikliğini bana kusuyor ustam
üstüpü gibi harcıyor çocukluğumu

kaynak tutmuyor heveslerim
dünden yarına kırılmışım
’senin failin devlettir’ diyorlar
’üreme bonkörü ailen bir de’

- sahi devlet’e nasıl gidilir abi?

dövüyorlar düşlerimin misket mavisini
küfre ve tütüne bulandı masumiyetim
bir işbaşı bile almadılar
abimin küçüklüğüdür giydiğim

egzoz dumanı siniyor umutlarımın körpeliğine
tebeşir tozu ağartacağına aklımı
acının çelik dikenleri batıyor kalbime
avuçlarım zaten nasır tarlası

- doğru söyle abi bana yakışırdı di’mi ?
okul önlüğü mavisiyle kırmızı sırt çantası


SERKAN ENGİN
Ünlem Temmuz 2005
2005 Şiir Yıllığı (Eski Broy Dergisi )
******************************

Το παράπονο του παραγιού

Με την καρδιά τις σφυρηλάτησα... δεν έφτιαξαν οι δίπλες της ζωής.
Το αφεντικό, στα παιδικά μου χρόνια ξερνάει την κακομοιριά του.
Η φλόγα της συγκόλλησης δεν πιάνει στα όνειρά μου... αποκομμένα, μέλλον
– παρελθόν. ‘Το κράτος’ φταίει μου λένε...
κι η οικογένεια, που αράδιασε αλόγιστα παιδιά!
Αλήθεια μπάρμπα, που βρίσκεται ‘το κράτος’;
Αλύπητα χτυπάει το σφυρί στο στρογγυλό γαλάζιο των ονείρων.
Πνίγουν την αθωότητα, μεσ’ στις βρισιές και στα τσιγάρα...
Μήτε τουλούμι της δουλειάς δεν μου αγόρασαν,
φοράω το παλιό του αδελφού μου.
Αντί της κιμωλίας το λευκό, το καυσαέριο βαφεί μαύρα τα όνειρά μου
Τ’ ατσάλινα του πόνου αγκάθια μου τρυπάνε την καρδιά,
κι από καιρό, κάλοι σπαρμένοι στην παλάμη...
Πες μου αλήθεια μπάρμπα:Πιότερο δεν θα μου ταίριαζε
γαλάζια σχολική ποδιά και σάκα κόκκινη στην πλάτη;


Serkan Engin
Rumca’ya çeviren: Mihail Vasiliadis
Apoyevmatini Gazetesi Kasım 2010
*******************************

Şagirtê Şkestî



Min dilê xwe kirê çakuç jî serast nekir
Kaporta jîyana xwe yî xahr û xûdûr
Hostad eciqîn xwe li min vedireşê
Zarokîya min wekî ûstûpî xerc dikir

Hewesê min qeynax ne digirtin
Duhû da ji sibêra şkestîm
Dibêjin kiryarkerê te dewlet e
Yek ji malbata te yî bonkorî hilberîn

- Rast çawa diçin dewletê keko?

Li xeyalê minê xarê şîn dixine
Çêr û titûn e şêle bûn bêgunehîya min
Dest bi karkirine ke jî ne standin
Zarokîya bira e mine a min li xwe kirî

Dûman a egzozê melisî ser jikele min e hêvî
Hewcî toza gêç e spî dikê hiş êmin
Eş a polê histirîyan di dilê minra darin
Kefa destê min bi xwe zevî ye bizmarene

- Ji min ra rast bêje bira, l imin dihat ne?
Berkoşa dibistanê şîn û çente sorî piştê


Serkan Engîn
 Kürtçe’ye Çeviren/ Werger: Mehmet Caymaz
Güney Dergisi Sayı 50/2009  

*******************************

The Broken Apprentice 

i couldn’t repair the bonnet of my life
as i have made my heart a hammer
my master disgorges his feeling lowly to me
he expends my youth as oakum

my desires couldn’t being welded anymore
i have been broken from yesterday to tomorrow
they say “your offender is the government”
“and your procreation generous family”

- really how can I go to the government my lady?

they beat the mig blue of my dreams continuously
my innocence has been nauseated to abuse and tobacco
even though they didn’t buy overalls to me
i have worn the childhood of my big brother instead of it

the exhaust smoke reeks to the freshness of my hopes
as the chalk dust have to whitens my mind
the steel prickles of the pain prick to my heart
moreover my palms are callus field

- tell me the truth my lady, is it suitable for me
the blue of the school uniform and a red backpack

Serkan Engin
İngilizce’ye Çeviren: Serkan Engin
**************************************

Der verletzte Lehrling

Ich habe mein Herz zum Hammer gemacht,
konnte aber die schräge schiefe
Motorhaube meines Lebens nicht gerade biegen.
Mein Meister lässt sein Versagen an mir aus,
er nutzt meine Kindheit gnadenlos aus.

Meine Lüste können sich nicht binden,
bin verletzt von gestern auf morgen,
´dein Schuldiger ist der Staat´ sagen sie
und auch deine viele Kinder erzeugende Familie

-Wie kommt man denn eigentlich zum Staat, Bruder?

Sie schlagen das murmel blaue meiner Träume nieder
Meine Unschuldigkeit ist getränkt in Beleidigungen
und Tabak
Sie haben mir noch nicht einmal eine Arbeit gegeben
Ich bin stecken geblieben in der Kindheit meines Bruders

Der Rauch des Auspuffs drückt sich in das frische meiner
Hoffnungen hinein
Anstatt das Kreidenpulver mein Verstand säubert
Die Stahl Dorne dringen in mein Herz
Meine Handfläche ist bedeckt von Hühneraugen

- Sei ehrlich Bruder, es würde mir stehen oder?
Schuluniform Blau und ein roter Rucksack


Serkan Engin
Almanca’ya Çeviren: Funda Yasa
Ortanca Dergisi Aralık 2009
*****************************************

Qırıq Çömez

Yüreyimi çekiç yaptım da düzéltemedim
Dirimimiŋ eyri büyrü qapmalasıŋı
Ezikliyiŋi baŋa qusuyor uzum


Qaynaq tutmuyor eyléntilerim
Dündén yarına qırılmışın
"Seniŋ qıyıcıŋ éldir" diyorlar
"Üreme elibolu oğuşuŋ" bir de


- Gérçektén, él'e necé gidilir ağabey?


Dövüyorlar düşlerimiŋ misket gökçesiŋi
Sövgü ile tütüne bulandı suçsuzluğum
Bir işbaşı bile almadılar
Ağabeyimiŋ küçüklüyüdür giydiyin


Egzoz dumanı siŋiyor umutlarımıŋ körpeliyine
Ağdaş tozu ağartacağına usumu
Acınıŋ çelik dikénleri batıyor yüreyime
Avuçlarım öŋcüleyin qayıraq tarlası


- Doğru söyle ağabey baŋa yaqışırdı deyil mi?
Okul öŋlüyü gökçesiyle qızıl sırt boğçası


Serkan Engin
Oğuzca’ya çeviren: Atakan Eryılmaz
**************************************

GodradzÇirağ


Sirdesçakuçayişidgelçgartsi
Omris geze kaportan
Acervutuneindzipesxaguustas
Serpuşibestomnagu im dağitunes

Pernelçiyaarhavasniyes
Eeganhekutsniusgodradzim “Kezisvonoğedovletna,” gasin
Şad dağa unnoğdoninokedmemal

-Şidag! Dovletniyusinçbesgerteviağpar?

Guttan im niyaznerunçaxalin
Hayhoyuşin umuxixarevetsavmaxksuzes
Megnorpanuusalarinoç
Medzağparisbidzigutunnahakazes

Egzozinmuxenebegigusebihavasis
Tabaşirin töze cermegatsnoğanaxerkes
Tsavinsartpüseremednuguserdsuyus
Tevis meçe zate nasiri arda

- Şidag asa ağpar, indziumişkukara?
Maktabinçaxalşabikovegarmilertiçontan


Serkan Engin

Hemşince’ye Çeviren: Suat Hayri Küçük
Not: Çeviriye katkısı için Mahir Özkan’a teşekkürler
**************************************


MEHMET RAYMAN: Çember}{AHMET TAHSİN: Ay Işığı Ağrısı




ÇEMBER

 SANATÇISI SAPTANAMADI


nereye getirdiler bizi
gözleri kapalı
üstelik gece

bu şehir nasıl kaldırır
bu kadar sessizliği
anlamadım gitti

duyduğuma göre
bu şehirin yağmuru
ince ince yağarmış
onu bile söylemediler

bu şehre
gelenle giden
birlikte yanarmış

bu şehirden geçerken
hep ekin yakanlar gelir aklıma

sokakların ışığını emiyor
kaldırım taşları
gölgemi gömenler
köyün girişinde

dalga dalgayı yutar
gölün kıyısı
benim göz çemberimdi.

MEHMET RAYMAN



AY IŞIĞI AĞRISI

  SANATÇISI SAPTANAMADI


Ne zaman sevda bitse,
Canımdan bir tel kopar.
Yeniden saymaya başlarım yıldızları,
Parlayıp kıpırdayan,
Sevgiyi bulana kadar.

Ne zaman sevda bitse,
Ellerim ayaklarım kaybolur.
Daha da belirginleşir nar tadında,
Yaşanmış, doyulmaz anlar.

Ne zaman sevda bitse,
Bende biterim birlikte.
Dünya bir kardeşliktir.
Aslında bitmeyen sevda,
İçimizde tükenen o sevinçli zamanlar.

Ne zaman sevda bitse,
Yerle bir olur gökler.
Anılar yaşamın yalancısıdır.
Ne melekler kalmıştır, ne cinler.
Artık yerde okunur ezanlar.

AHMET TAHSİN

ERCAN CENGİZ: Kanayan Yanımdır


KANAYAN YANIMDIR


-bu dağlar bizim dağlar
birbirine boy vermiş sıralı dağlar
nice padişahların fermanıdır ki
bu dağlara vurunca kırılır-

kanayan yanımdır, sancımdır
özgürlüğüm,
direncim, sevilerim
Ali Boğazı, Laç Deresi, Binboğalar
Alişer'den Zeynel'in kahkahasına değin
gürleyip gelen destanıdır toprağına düşenlerin

dağ başlarında seslerin buluşmasıdır
meşe diplerinden nehirlere uzanan çığlıklar
bugüne vasiyetidir eğilmeden kırılanların
ateşin rengidir vadilerin yamaçlarında
var olmanın kendi, adı kor içindedir
köklerinden gelen direngenliği
nice fermanlar eskitir atar karanlığa

kafeste keklik, tetik düşer sırtına
demektir hâlâ puşt uluyor kuytuluklarda
hâlâ dilini işgalcinin potininde gezdirir

nesiller boyu tanınmayanların payına
göç-sürgün, acı ve açlık kaldı
dillerinden tanınmadılar nesiller boyu
gözlerindeki ışığı yitirmeyen çocuklarsa
adı anılmayan toprağın,
adı konmayan ülkesinde parça parça.
zamansız rüzgarla savrulur

meşenin dibindedir kanayan yanım
tipiye-kara dayanır, acıya-açlığa dayanır
hor baktın mı ama... hor baktın mı yüzüne
iç çekmeleri çaresizlere bırakır.

kanayan dilimdir meşe dibinde
can cana bağdaş kurulur öteden beri
okşar gibidir yağmurun çiselemesi
inlemelerine derman, söküp atar kirini
dağların sesinde meşale, sürülmüş ateş topu
evleri oyulmuş kaya dipleri
kirişleri, kenetlenmiş dağlardır.

kanayan kalbimdir kazandığından beri insanlığını
elinde meşale babadan kalma mavzer
ve kızıl bayraklarıyla... bugün
ateşin çevresinde halaydadırlar
zamansız rüzgardan korurcasına
sıralı dağlar kenetlenmiş koyu yeşil vadilere
binlercesini barındırırken kolları,
kendini bildiğinden güzelleşir
bu dağlar
eksilmez yamacından al yüzlü karanfiller

kanayan yaramdır bu coğrafya
meşenin dalından çalısına kadar ardıcın
bu toprakta dört mevsim
iki mevsiminde kanatır yaramı
benzim sararır, üşürüm
diğer iki mevsimi siper olur
yol verir, gecenin meleklerine

kanayan yaramdır sürgünler
yol
kenarında aç-çıplak kalmış bedenler
beş paraya kul ettikleri

üzerinde dolanır dört mevsim
bir tarafında kış kıyameti varsa eğer
diğer tarafında rengarenk çiçektedir ağaçları
fırtına esiyorken bir tarafından
diğer tarafında kucaklaşan Munzurdur
acısını dindirip çiçeğe duran

çığlığımdır, bir yanım Zagroslara uzanır
çığlığıma çığlık katan Botandır diğer yanım
Koçgiriden bugünlere sancımdır
Karadeniz'den Toroslara uzanır
bahar olur filize durur elbet
kendi dillerinde oynar çocuklar

kanayan yaramdır Munzur, kanayan yaram
Dicle, Fırat öyle hırçın öyle mahzun
bir uçtan bir uca aşılırken sınırlar
kimyasal gazlarla dövülür uygarlık adına
artık ya dermanını sürecektir derdine
ya da boğacaktır zalimi zalimin zulmünde



ERCAN CENGİZ

VEYSEL KEBANLI: Dil}{ULAŞ DENİZ KESKİN: Gidersen




 DİL


BEYZA BOYNUDELİK

dil dargın
yorgun beden
kesilmiş kökünden baltayla
onunki ötekininki yok sayılmış
en güzel diye benimki
daha doğmadan önce
ananın memesini zorlayan dil
kuşdili değil
puşt dilide
önünü görecek kadar
kupkuru bir el lambası yok şimdi
vurur musun vurulur musun
ölür müsün öldürür müsün
gel çık işin içinden
hatırı için kardelenlerin
zemheriyi zora sokmadan
ölmek en iyisi arkadaş ıslıklarında
güvercinler özgür olsun yeter ki
bir zeytin ağacı ölür
binlerce doğacaktır yeniden
anadilde kardeşler


VEYSEL KEBANLI


GİDERSEN


Akacak ayrılık,
Yürekte
Durmayacak.

Yüzün,
Paramparça,
Parçalanacak.

Aşkın kanunu,
Ezberletecek,
Darağacı boyunu.
Sorgusuz,
Sualsiz,
Maşuklar,
Asılacak!

Sisli bulvarlara,
Akrepli yelkovanlarda,
Sevişler,
Yasaklanacak!

Gelin çeyizleri,
Divit ucuyla,
Mezarlık taşlarına,
Kazınacak!

Deniz,
Sessizlik sesinde,
Sensizlikle,
Boğulacak!

Sofralar,
Kurulacak,
Lâkin
Hızır Paşalar,
Kokacak!

Bu gidişin,
Yaz olan iklimin,
Kış mevsimi,
Olacak!

ULAŞ DENİZ KESKİN




MİRCAN KARAALİ: Adil Okay İle Yolculuk





M. Şehmus Güzel’in, “Adil Okay ile Geçerken” adlı kitabını yeni bitirdim ve kitap hakkında yazmam gerekir dedim. Geçmiş deneyimlerimden biliyorum ki, bu tür çalışmalar başkaları için anlamsız iken serüvencilerin yolculuklarında hoş anılardır. Öncelikle belirteyim ki: Adil Okay biyografi için erken olduğunu söyleyip, itiraz etse de Şehmus usta ısrar etmekte ve onu ikna edip yazmakta ne iyi etmiş. Ne biyografiler gördüm, gerçek hayatla ilgisi yok,  çölde kum tanesi kadardılar. Onlardan sonra M. Şehmus Güzel’in kitabını okumak, hayatın patikalarında gerçeğin anlamıyla doğru-güzel bir yolculuktu. Hele de hayatı hakkıyla yaşamak; onur için, insanlığın en yüce erdemleri için mücadele eden ve özgürlük aşığı bir devrimcinin hayatına tanık olmak ayrı bir anlam taşımakta.

Kitabın sohbet biçiminde olması kuru anlatımdan uzak olması insanı saran bir sıcaklık yaratıyor. Benim açımdan yıllardır görmediğim, haberlerini uzaktan aldığım bir yoldaşla randevu gibiydi. Uzun teknik cümleler yerine akla gelen her soruya samimi, içtenlikli cevaplarla çırılçıplak gördüm bir hayatı. Gizli saklı değildi, gün gibi açıktı ama yine de kod adlarında işaretlenmiş hayatları da yaşatıyordu.

Ve bu hayatların, Okay’ın yanıtlarının bendeki yansıması şunlar oldu:

Kamil Tosyalı, Yalçın Ergönül ve Süleyman Okay ile evlerinde düzenlenen şiir gecelerinde şiirimi dinledim. Dayanamadım ben de eşlik ettim.  Her biri bizi dağların ardına götürüyordu. Kendimle yüzleşmek için mi yoksa ‘ölümsüzlük’ düşüncesinden miydi, foto Numan’da fotoğraf çekildim. Acıktım sonra Adil’in ninesinin yaptığı zeytinyağlı patates kızartmasından ve şıhıl mehşi dedikleri dolmadan yedim. Alt dudağı yerde, üst dudağı gökte ejderhalar ve devlerin bulunduğu ama sonu mutlu biten fantastik masalları Okay’ın ninesinden ve halasından dinledim.

Büyüdüm biraz, büyük düşlerle nineye İnce Memed’i okudum. İnce Memed gibi sorgulayan, antik tanrılarla savaşmaya cüretliler gibi önde olan, onlar gibi ağır bedellerle örülmüş, kaç defa ölümün elinden çekilip alınmış, hakkıyla kazanılmış bir hayata tanıklık etmek benim için onurdur. Zira biliyorum ki bu hayat kardeş bir hayat. Çocukken kahramanlarına özendiğimiz Texas ve Tom Mix’ler gibi değil. Bir halkın özgürlüğü uğruna, onlarla birlikte yapılan yolculuğun, zorunluluğun koşulu onurlu bir hayat.

Kötüler iktidar olunca iyilere ya kölelik kalıyor ya da hep yolculuk, sürgünler, tutsaklık. Düşlerimiz büyük olduğundan Antakya’dan sürüldüm ben de. Okay’ın anılarından adlarını öğrendiğim Jozef, Michel, Nicola, Lizet uğurladılar beni. Yolda Safiye Sema’nın(baba Süleyman Okay’ın maslahı) şiirleriyle besledim düşlerimi.  Sesimi dostların sesine verdim. Mustafa Kuseyri’nin cenaze töreninde ‘devrimciler ölür, devrimler sürer’ yazılı pankartı taşıdım Okay’la.  Biraz künefeyle, Eskimo ve meyan suyuyla bedenimi sevindirdim. Ruhum kıskandı onu da, Ruhi, Su, Dede Efendi, Nuri Sesigüzel ile dindirdim. “Kahverengi Gözler, Yıldızların Altında, papatya gibisin beyaz ve ince, ismin dudaklarımı yakıyor neden, nedir bu çektiğim senin elinden…” Sevdiğim bütün kadınların sesleri hala kulaklarımda.  Halkımın yoksul hallerini duydum Aşık İhsani’nin sazında: “Bir tabut çaldım, soğuğa dayanamadım…”

Denizleri severim. Uzaklara bakarım hep, ötelere, taa ötelere. Uzak ülkeleri düşünürüm. Kimsenin gitmediği, bilmediğim ülkeler düşlerim. Gemileri seyrederim. Nereye gider gemiler. Hatay ‘Gülcihan’ plajında bu yüzden kamp kurdum.

Sırlar çözüldükçe ayaklarımın dibinde, hayat da bedeller istedi benden. Adana İ.T.İ.Akademisinde faşistlerden, polislerden çok dayak yedim. Kalabalık caddelerde vuruldum, ölmedim. Hastanede kanıma kızların kanı karıştı, feminist oldum. Kodesler, işkencehaneler, mapus damları mekân oldu bana. 30 yıllık etle yapılan haşlamasını, Ankara hapishanesinin “İzmir Caddesi” adını verdiğimiz koridorunda voltalarda hazmettim.

Az ölmedim ben. Beyler Deresi’nde üç kez öldürüldüm. Bu bedeller ağırdı. Kabulü zordu. Ama karşıya geçebilmek bunları koşulluyordu. Ama hep ölmedim ya. Baskınlar yediğimiz kadar baskınlar da yaptık. Yükselttik sesimizi. Duymayan kalmasın diye. Biline ki insanlık elbette mavi bir gökyüzü altında bire bin veren yemiş bahçesinde kardeş kabileyi er geç yaratacaktır.

Okudum insanlığın öyküsünü. Antik ağrıların mirasını yüklendim. Hayat nasıl örgütlenirdi ki? Steinbeck, Sholohov, Stendal, Sevgi Soysal, Tolstoy, Hugo… kitaplar arasında yüzler aradım. Çok insan tanıdım. Çok sözler duydum. İhanete uğradığımda “Dört yanım puşt zulası” diyen Ahmed Arif’e sığındım. Âşık olduğumda Nazım Hikmet’e. Muzur zamanlarımda ise Cemal Süreya yanı başımdaydı.

Bazen de yaşamak ne garip diyorum. İşkencehaneden ayakkabısız götürülüyorum öldürülmeye, öldüm sanılıyor. Öldü sanılmak ne garip. Ama en sıkı, ölmeme arzusunun kollarında buluyorum kendimi, bir apartmanın asansör boşluğuna atılırken. Hücrede ayakkabılarım kalmış. Öldüğüm sanılıyor. Yaşıyorum…

Yaşıyorum ve yeniden düşüyorum mapus damlarına. Mapusta gelecek günlerin prototipi bir komünde yoldaş kollarında yaralarımı onarıyorum. Acemi komün üyesiyim. Komün komün keser aratıyorlar gülüşmeler arasında. Şakayı gerçek kılıyorum devrimci iradeyle. Santim santim tünel kazıyoruz hayata, ışığa, yarına, özgürlüğe doğru. Erken patlıyor tünelimiz. Kesiliyor yolumuz. Parçalıyoruz bu kez bizi ayıran demir parmaklıkları; ziyaretçilerin arasında kucağıma verilen bir çocuk beni özgürlüğe götürüyor. O çocuğun gözlerinde kendimi okuyorum bir kez daha: devrimci irade teslim alınamaz.

Adım manşetlere çıkıyor, eşgalim soruluyor her yana. “Masum yüzlü Dörtyol canavarı”na çıkıyor adım. Aranıyorum. Ardımda polis, jandarma. Her yanım pusu. Kaçağım.

Ve artık sürgünüm yurdumdan. İki ülke arasında, ricat yolarında, bir teknede kuruyorum düşlerimi yeniden. Gitmek en var halimle kalmakmış. Anladım o zaman. Yunusların nümayişlerinde yeminlerimi kuşandım.

Lübnan’da dost halklarla omuz omuza savaştım. Eksik yanım sürgünde benimle. Hissettiğim en hakiki duygu: Geçicilik duygusu azığım gibi zulamda. Gitme özlemi ama gidememe…

Döndüm ama ülkeme. Gün devrilmekteydi sulara. Kararıyordu zaman. Bu defa olmadı ama kendi güneşimizi yaratmak da var alternatiflerde… Bu yüzden pes etmek, teslim olmak yaraşmaz bize. Çünkü bizler güzel insanlarız. Bir de öğrendim ki, gündelik tayından payımıza düşeni almayı en çok biz hak ediyoruz…

Sonuçta bir hayat daha tanıdım Adil Okay ile geçerken.  O yaşamdan çok şey gördüm. Öğrendim. Ben de beraber geçtim o hayattan. İnsanın yaşayabileceği en ağır bedelleri de, umudun Kevser suyunu da, en güzel, ağız dolusu gülmeleri, sevinçleri de onunla yaşadım, tanık oldum.

Akdeniz’in kucakladığı Antakya’nın ağzı sulandıran yemek kültürünü tanıdım. Farklı inanç ve etnik kökenden insanların davranış biçimlerini ve insan ilişkilerinin ipuçlarını buldum kitapta. Ayrıca dikkatli okunduğumda bölgedeki ekonomik yaşamı da gördüm. Dahası uğruna can verip, can aldığımız devrim sevdasında gidenleri, düşenleri, inatçı sevdalıları gördüm. Umudum tazelendi. Unutmak öldürmektir. Bir kez daha andım güneşe gömülenleri. Dönemin politik koşullarını Adil Okay sayesinde gördüğümde yanlışlarımızı, doğrularımızı gözden geçirme fırsatım oldu…

Evet, Adil Okay’ın biyografisine dair yazacaklarım bunlardır. Şehmus ustanın emeklerine sağlık. Kitap hakkında gözüme çarpan birkaç teknik meseleyi de yazmak istiyorum. Kitabın birçok yerinde italik ile normal yazı biçimi (soru-yanıt) karışmış. Ayrıca 52. Sayfadaki fotoğrafta yaş belirlemesinde yanılmışsınız.

Sonuç olarak Şehmus hocayı kıskandığımı da belirtmeliyim. Kitabın içerik bakımından sıra dışılığı, kronolojik biçimde ele alınışı, soru-cevap biçiminde fazla zorlanmadan okunuşu, iyi bir senaryo çıkarabilmeye olanak veriyor. Sinemaya olan ilgimle bir hayalimi de buraya yazayım. Gün olur da olanaklar elverirse bu eseri sinemaya aktarırız. Her ne kadar Adil Okay, “Ben daha yaşlanmadım kardeşim ne oluyor sizlere…” dese de, sorun hayatla alakalı.

Yolculuğumuz sürüyor. Sürecek. Bu yüzden geçmişte olanla, bu gün olanları gelecek açısından bilmek-sorgulamak önemli. Hatta zaruri. Geçmişte yaşananlar, geleceğe uzanan yoldaki bataklıkları kurutmak için döşeyeceğimiz taşlardır.

MİRCAN KARAALİ [*]

[*]Not: Halen Sincan cezaevinde olan yazar – şair Mircan Karaali (İbrahim Şahin)’nin  “Gorki’nin Gitarı” adlı romanı ile “Fulin” adlı şiir kitabı vardır.