Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Ekim 2013 Perşembe

EMEĞİN SANATI'NDAN 149. MERHABA!






Emeğin Sanatı İçin, Emeğin Sanatçılarına Öneriler:

Kolay değil, 1Aralık 2006‘dan bu yana internet üzerinden bir sanat dergisi çıkarmak. Aradan yıllar geçti. Bu bakışla uzun soluklu Sosyalist bir sanat dergisi olarak değerlendirilmesi gerekiyor. Birçok insanın yazıları yer aldı Emeğin Sanatı Dergisinde. Başka sitelerde kıvılcımlanarak alevlendi, iletişim olanağının arttığı sitelerde büyüme çabası verdi. Geriye dönük olarak, kendimizle hesaplaşmak, devrimci diyalektiğin olmazsa olmazıdır doğal olarak. Devrimci Sanat, zor olan yollarlı seçenlerin sanatıdır; popülarite peşinde koşmak gibi bir niyeti olmaz. Oysa aynı zamanda daha geniş kitlelere ulaşmak gibi bir amacı daima vardır. Bizim her zaman eleştirdiğimiz, ahbapçavuş ilişkileriyle ortaya çıkan ve ağızlarından “devrim”, “sosyalizm”, “aykırılık”,”muhaliflik” gibi söylemler düşmeyen; işin aslında küçükburjuva duyarlılıklarının ürünlerini pohpohlayarak tatmin olan grupçu, sen-ben-bizimoğlan üçlemindeki dergiler ancak bir süre ayakta kalabilir. Sözümona, o dergilerin geçmişten bu yana tepelerinde oturan bir allame-i cihan vardır: o her şeyi bilir, başkalarının üzerine bir çırpıda çizgi çekebilir veya beş para etmez karalamaları ön plana çıkartabilir. Demek oluyor ki, eleştiri kavramı çok önemlidir bizim için. Birbirinin eksiğini yanlışını göstermek önemlidir. İnternetle birlikte ortaya çıkmış, zaman zaman hepimizin içine düştüğü YORUM adı verilen şey, eleştiri değildir. Bilindiği gibi eleştiri de şiir gibi, roman gibi bir yazın türüdür ve çok önemlidir.

Sosyalist Gerçekçi sanatçı putlara karşı savaşmak zorundadır. Bu da ancak bilgi birikimiyle olanaklı bir durum... Çağını devrimci bakışla tahlil edebilecek bilgi birikimi, bunun yanı sıra yazın dediğimiz yazma sanatını geçmişten bu güne, ulusaldan evrensele bilmek zorundadır. Sözcük labirentleri kurmak değildir şiir; kitlelere duyguları aktarmak zorundadır, kimsenin anlamadığı bulmacalar yazarak kendini bir şey sanmak da değildir. Devrimci sanatçı her türlü iletişim aracıyla kitlelere sanatçı diye yutturulan ünlü(!) zatlardan daha iyi bilenmiş bir kaleme sahip olmalıdır. Bu bakımdan, başkalarıyla yarışmaz, bütün çabası, kendi özgün sesini yaratarak kendini sürekli aşmak olmalıdır.

İnternet ortamında aklına esenin şiir diye yazdığı sayısız saçmalık ve bu saçmalıklara alkış tutan sayısız şakşakçı varken, bizim anlayışımız, çalakalem yazılmış ürünleri dergiye iletmekten çok, gerçekten yapabileceğimizin en iyisini yapmak, olmalıdır. Daha geniş kitlelere ulaşmaksa, ancak, bu dergiyle bağı olan dostların, feysbuk, tvitır ve e mail listeleriyle her sayıyı paylaşmaları ilk aklıma gelen öneri olmaktadır. Bizim gibi düşünen, özgün üretimlerde bulunan ancak bizden haberi olmayan kalemlere rastlayınca onlara dergimizi önermek olmalıdır. Tamamen kişisel görüşüm şudur ki, kalitesiz, yüz sayfadansa kaliteli iki sayfa dergi olmak evladır.

Emeğin Sanatı dergisi olarak, her sayıda yabancı bir yazar ya da şairin paylaşılmasını öneriyorum. Hatta kimi zaman, ek bir dosya olarak Lorca, Neruda, Ritsos, Aragon, Mayakovski gibi ozanların daha geniş yer alması gerektiğini düşünüyorum. Doğal olarak, bunu burada yazan arkadaşlar yapacak, Bir Mayakovski incelemek ve kaleme almak, bir şaire çok şey kazandıracaktır. Beş dakikada yazılmış bir şiiri göndermek, işin kolayına kaçmak değil mi biraz da. Emeğin Sanatı olarak, bilgi birikimi olan arkadaşlar belli konularda, örneğin sosyalist resim, sosyalist mimari, müzik vb konularda yazı yazabilirler diye düşünüyorum. Kesinlikle de bu yapılmalıdır. Derginin bakış açısı nettir; Bu bakımdan eleştirilmeyecek şair de şiir de yoktur, eleştiri, ne yerle bir etmek, ne de göklere çıkarmak... Ancak, devrimci sanatın asıl işlevi, egemen ideolojinin ipliğini pazara çıkartmak; ancak bunu yaparken slogana ve söz kuruluğuna düşmemektir. Burada kastettiğim, tabii ki, , burjuva sanatının ve sanatçılarının ipliğinin pazara çıkartılması… Emeğin sanatı uzun soluklu oluşunu Ali Ziya Dostumuza borçlu, ancak kendisine yardımcı olmak gerekiyor. Popülarite peşinde koşan ve bizim dünyaya bakışımıza uzak, her yerde kendini yazarak, bir yere varacağını sanan insanlarla dolu bu internet ortamında, bu tür insanların, şiir atölyelerinde (!),ordövr tabaklı şiir gecelerinde şiiri meze yapanların bu sayfalarda yer almaması gerekiyor... Arkadaşlarımızdan birileri de arada sırada aramızdan değer bulunacak dostlarla şiir üzerine, sanat üzerine söyleşi yaparak katkıda bulunmalıdır. Bütün bunları tek bir insandan ya da bir kaç insandan beklemek olmaz tabii ki...

Sizlere,  Emeğin Sanatı 148. sayının başındaki sunum ve "Bu Sayının Savsözü" bölümlerini mutlaka okumanızı da öneririm.

Emeğin Sanatı Oluşumunun başından bu yana içinde olmuş birisi olarak, Bizim bir özelliğimiz de birbirimizi tanımamamız. Bu yanıyla, aklıma Nazım’ın o dizeleri geliyor hep; sözlerimi o dizelerle tamamlıyorum. Sevgi ve dostlukla…

 ( ...)
Dostlar ki bir kere bile selamlaşmadık.
aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz.
Benim kuvvetim,
bu büyük dünyada yalnız olmayışımdır.
 Dünya ve insanları, yüreğimde sır,
 ilmimde muamma değildir.
 Büyük kavgada
     açık ve endişesiz
           girdim safıma.



ADNAN DURMAZ



BU SAYININ SAVSÖZÜ


"Şiir, çok genel anlamda, dağınık duran somut gerçekliğin soyutlanarak denetlenmiş bir somut gerçekliğe dönüştürülmesi işi ise, bu işi yapan şairin de, etkin ve dönüştürücü bir güce sahip olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz. O zaman kendisinde böyle bir güç taşıyan şairin; sıkıcılığından, ucuzluğundan, kısırlığından yakınarak, gündelik yaşamdan uzaklaşmasının, gözünü uzaya çevirerek, biricik dayanağı olan teleskopuna (şiirine) sığınıp şu ayrıntılar çağında hâlâ Galileo’lik yapmasının anlamı var mı?

Etkin ve dönüştürücü bir güce sahip olan şairin, kendisini gündelik yaşamın akışına bırakması edilgen bir davranış olarak kendisine ne denli ters düşen davranışsa, gündelik yaşamı yadsıyarak, psikiyatrik bir vak’a durumuna düşmesi de kendisine ters düşen bir davranıştır. Öyleyse şairin şu kirli havada soluk alabilmesi için etkin ve dönüştürücü gücünü sonuna değin kullanarak şunu yapması gerekir:Yaşamak istediğine, yaşadığının içersinde ulaşmak.

Kültür insanlığın bir birikimi olduğuna ve tarihi de insanlar yaptığına göre, her şey (yaşanılmak istenen de dahil) yaşananın içersinde saklıdır.” SALİH BOLAT(Duygusal Düşünceler, Gendaş Yay. 200)     


YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ


EDEBİYATIMIZIN TİTİZ EMEKÇİSİ  TUNCER UÇAROL ÖLDÜ...


Uzun süredir hastalıkla boğuşan eleştirmen, yazar Tuncer Uçarol, 26 Ekim’de hayatını kaybetti. Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı Ödülü’nün dağıtımına on yıldır emek vermiş bir yazar olan Tuncer Uçarol'un son kitap çalışması, "İşçi Edebiyatı" yarışma yazılarından seçip hazırladığı "Sonu Mutlu Biten İşçi Öyküleri" olmuştu. Uçarol, ayrıca Genel-İş Sendikası’nın katkılarıyla, Kadın İşçiler, Çocuk İşçiler, Hüzün Dolu İşçi Öyküleri gibi, işçilerin yaşamını anlatan öykü kitapları hazırlamıştı.


Tuncer Uçarol, 1941 yılında Adana’da doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesini 1964 yılında bitiren Uçarol, Ticaret Bakanlığında maliye müfettişi olarak çalıştı. “Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı Ödülleri”nin kurumsallaşmasında büyük emeği olan Uçarol, Dil Derneği Çağdaş Türk Dili dergisi yazı kurulunda görev aldı. Birçok dergide, özellikle de şiir üzerine günce/eleştiri yazdı.

Attila Aşut, Uçarolu’nu ölümüne dair  yayınlanan mesajında şunları ifade etti: “Tuncer Uçarol'un ölümüyle, Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı Ödülü de öksüz kaldı. Tam on yıldır büyük emek vermişti bu ödülü yaşatmak için. Orhan Kemal'in Adanalı hemşerisi olarak, günümüzde unutulmaya yüz tutmuş "emek" kavramını yeniden yazınımızın gündemine sokmuştu. Salt bu hizmeti bile Tuncer Uçarol'u, has edebiyatçıların gözünde değerli kılmaya yeter.”

Yazarın hayatını kaybetmesi üzerine Genel-İş Genel Yönetim Kurulu adına yapılan açıklamadaysa şunlar ifade edildi: “İşçi sınıfı üzerindeki baskı ve sömürünün giderek arttığı bir dönemde ‘işçi edebiyatı’ aracılığıyla işçi sınıfı mücadelesine güç veren bu özel insanı elbette işçi sınıfı da şükranla daima anacaktır. 

Aydın ve emekçi kişiliğine büyük değer verdiğimiz bu güzel yoldaşımızın anısı önünde saygıyla eğiliyor, başta Sevgili Eşi Aytül Uçarol olmak üzere ailesine; dost ve arkadaşlarına; edebiyat dünyasına başsağlığı diliyoruz.

1969 yılında emekliye ayrıldıktan sonra kendini tümüyle yazıya adamış, özellikle yazın eleştirmenliği alanında yetkinleşmişti… Deneme ağırlıklı yazılar yazmayı severdi. Kendine özgü bir “günce” türü yaratmıştı. “Günce Eleştiri” olarak nitelendiriyordu yazdıklarını. “Denemesel Eleştiriler” ve “İncelemesel Eleştiriler” de, eleştiri yazıları için yeğlediği tanımlamalardı… Ayrıntı ustasıydı. “Müfettişlik” mesleğinin kazandırdığı sıkıdüzen ve titizlik açıkça görülürdü yazılarında. Yine bu alışkanlıkla, sayısal verileri de sıklıkla kullanırdı yazın incelemelerinde. Nasıl da sabırla, sevgiyle, ama serinkanlılıkla irdelerdi çok katmanlı dizeleri! İncelemelerinde eleştirel bir yöntem izlerdi. Ele aldığı sorunları enine boyuna didikler; beğenmediği, yanlış bulduğu şeyleri incelikle ama açıklıkla belirtirdi. “Aykırı düşüncelerle, tersinlemelerle yazmayı da severim” demişti bir söyleşisinde. Titiz çalışmak, konulara eleştirel yaklaşmak ve de dilde özenli olmak, Tuncer’le ortak özelliğimizdi…

Çok iyi bir dergi izleyicisiydi. Türkiye’nin dört bir yanında yayımlanan irili ufaklı kültür-sanat dergilerinin çetelesini tutar, bu yayınların künyelerine ve içeriklerine göre dökümünü çıkarırdı. Zengin bir dergi koleksiyonu vardı. Elindeki fazla sayıları zaman zaman bana aktarırdı. Düşünsel paylaşımlarımızı da sıklıkla sürdürürdük. Yazılarımı okuduğunda ya telefon açar ya da ileti gönderir, görüşünü aktarırdı.
Şiirle yatıp kalkan bir eleştirmendi. Saat saat, dakika dakika tutardı okuduğu şiirlerin günlüklerini. Şiirin tutanakçısıydı o! İşini aşkla yapardı! Ama hepsinin ötesinde candı, insandı o!

Saygındı, saygılıydı, içtendi, sevgi doluydu. Bürokrasiden gelmiş olmasına karşın klasik bürokrat soğukluğu, üsttenciliği yoktu onda. Her daim gülerdi yüzü. Onu hep gülümseyen aydınlık yüzüyle anımsayacağız


NÂZIM HİKMET'İN BİLİNMEYEN İKİ ŞİİRİ BULUNDU


"Nâzım Hikmet uzmanı" M. Melih Güneş tarafından Nazım Hikmet’in iki şiiri daha bulundu. Asıl mesleği mimarlık olan M. Melih Güneş, Nâzım'ın eşi Vera Tulyakova ve onun kızı Anna Stepanova ile güçlü bir dostluk kurdu. Ve bu dostluğu, Nâzım'ın yaratıcı mirasının adım adım açılmasına, kültürel servetimize katılmasına başarıyla dönüştürdü. Nâzım Hikmet’in Türkçe'de yayımlanmamış ve/veya yitik sanılan eserlerinin bulunması ve yayımlanması, onunen değerli çabalarından.


Ankara'da, Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Merkezi'nin büyük şairin 50. ölüm yıldönümü dolayısıyla düzenlediği “Vatan, Dünya ve İnsanlık Şairi Nâzım Hikmet'in Türk ve Dünya Edebiyatındaki Yeri” başlıklı uluslararası sempozyumda Melih Güneş, Nâzım'ın başka eserlerinin yanı sıra, biri kayıp, öteki unutulmuş olan iki şiirini okudu:

İlk şiir ilk Türkçe ve Azeri dilindeki kitaplarda ve bazı çevirilerde olmasına karşın, toplu eserlere girememiştir.

Sana fevkalâde mühim
bir fikir söyliyeyim:
Yerine göre değişiyor insanın huyu.
Ben burada dehşetli seviyorum
Kapımın sürgüsünü açıp
duvarlarımı yıkan uykuyu.
Sanki bir dost elinin itişiyle
-hani o beylik benzetişiyle-
girer gibi rahat
ılık bir suya
bırakıyorum kendimi uykuya.
Rüyalarım mükemmel:
Hep dışardayım.
Kâinat güneşli, kâinat güzel.
Rüyalarımda daha bir kerre bile hapis olmadım,
bir kerre bile dağdan?
yuvarlanmadım uçuruma.
“Uyanışların korkunç oluyor ama”
diyeceksin.
Hayır, karıcığım,
rüyanın payını rüyaya verecek kadar
cesaretim var.

2. şiir, “Henri Martin'in Sesi”. Şiir kayıp. Yani Türkçesi yok. Lev Oşanin'in çevirisiyle Rusçası 21 Ağustos 1951 yılında bir Sovyet gazetesinde (Literaturnaya Gazeta, yani Edebiyat Gazetesi) yayımlanmış. M. Melih Güneş, Vera Tulyakova Hikmet Arşivi’ndeki 60 yıllık gazete küpürleri arasında rastlamış şiire. Nâzım'ın Dünya Gençler ve Öğrenciler Festivali’ne katılmak üzere Berlin’e yaptığı ziyarette, Fransa ve destekçilerinin, Vietnam ve destekçilerine karşı savaş açtığı Birinci Hindiçini Savaşı kahramanlarından, o yıllarda tutuklu bulunan ve Picasso, Sartre gibi isimlerin de destek verdiği Henri Martin için yazdığı bir şiir bu. Melih Güneş'in "anlamsal çevirisi" ile sunuyoruz:

HENRİ MARTİN’İN SESİ

Sen buradasın Henri Martin
Türkülerle ve bayraklarla karşıladık seni
Arkamızda bütün Berlin
Türkülerimiz gençliğin türküsüydü
yaşamın türküsü
barışın türküsü
alnına çizgi, saçına ak düşmemişlerin türküsü.
Güvercinler havalandı bayraklarımızın gösterdiği yoldan gökyüzüne.

Sen önümüzdeydin, yakışıklı ve yürekli,
Deniz gibiydin, deniz misali güneşin ışıltısında
Bizse kıyıydık, dağlardık,
fırtınalı ve güçlü bir rüzgâr gibi haykıran
sesinle gürleyen bir ormandık.

Konuştun bizimle.
Biliriz sesini biz senin.
Yüzünü bildiğimiz gibi en yakın dostumuzun,
biliriz sesini Henri Martin.
Sesin dedi ki bize:
“Fırsat vermeyin kardeşlerimizi öldürmelerine,
Çekip çıkarın onları hapisane duvarlarından”

Biliriz sesini biz senin kardeşim,
O ses...
O ses öyle bir şeydi ki...
ölüm hakimlerinin yüzüne inen bir tokat gibiydi.

Ve hükümden sonra sevdalın senin
bir tüy gibi narin,
başladı ağlamaya.
Senin erkekçe sesin
okşadı onu şefkatli bir sitemle
süngülerin arasından,
demirden çember örmüş olan süngülerin...
Dedi ki sesin senin:
“Tut gözyaşlarını asker karısı
gösterme düşmana”

Biliriz sesini biz senin Henri Martin.
Biz ki doğruya kulak verenlerdeniz
biz ki hakkımız var sevdalanmaya, çocuklar doğurmaya, yaşlanmaya,
huzurlu bir ihtiyarlığa,
yanıbaşımızda oynayan torunlarla...
Biz ki, ne öldürmek ne öldürülmek isteriz
Biliriz sesini biz senin Henri Martin, avcumuzun içi gibi.

Sen buradaydın Henri Martin,
burada, Berlin’de, herkesin gözü önünde.
Ağustos’un beşinde bu bin dokuz yüz elli bir yılının.
Biz siyahı, sarısı, beyazı, yüz dört ülkeden delikanlı ve kız,
dinmeyen alkışlarla karşıladık seni
türküler ve yükselen bayraklarla,
sana çiçekler sunduk.

Ve iki kat daha fazla sevdik biz Fransa’yı
anaların nice bahadırlar doğurduğu
senin gibi...

NAZIM HİKMET


 VAHİTTİN BOZGEYİK 2013 4’NCÜ ŞİİR ÖDÜLÜ...


Gaziantepli Şair Vahittin Bozgeyik anısına, arkadaşları tarafından ölümünden bu yana her yıl düzenlenen şiir yarışması bazı nedenlerle 2013 yılında zamanında yapılamamıştı. Her yıl 1 Nisanda dağıtılan ödüllerin sıralacında 2013 yılının boş kalmaması amacıyla yarışmaların 4’ncüsü gecikmeli de olsa düzenlenmiştir. Kazananlar, 2014, 5. Vahittin Bozgeyik ödülü kazananlarıyla birlikte 1 Nisan 2014’te onurlandırılacaklar.


Yarışmaya katılmak isteyenler, şiirini e-posta ile “sair bozgeyikdostlari@mynet.com” adresine yollayabilecekler. Yarışmanın son başvuru tarihi 1 Aralık 2013’tür.  Yarışmacılar yarışmaya tek şiirle katılabilecektir. Şiirler serbest tarzda yazılmış olacaktır. Yaş sınırı yoktur, konu serbesttir.

Gönderilen şiirlerde kişinin adı, soyadı, bir adet fotoğrafı, kısa özgeçmişi ve iletişim bilgileri açık (adres, telefon) olarak belirtilmiş olmalıdır. Yarışma sonuçları 15 Aralık 2013 tarihinde internet ve basın yoluyla duyurulacaktır. Yarışmada, yaşanan bazı sıkıntılar nedeniyle maddi ödül verilemeyecek, kazananlar bröve ile taltif edileceklerdir.

Bu yıl ödül töreni yapılamayacak, 2013 Yılı ödülünü kazananların bröveleri 1 Nisan 2014 tarihinde yapılacak olan 5’inci “Vahittin Bozgeyik 2014 Ödülü Kazananları için düzenlenecek olan töreninde verilecek, törene katılamayan şairlerin bröveleri adreslerine gönderilecektir. İleti adresi: sairvahittinbozgeyik@mynet.com,  fev27@mynet.com

Ödüller birinci, ikinci, üçüncü, 10 mansiyon ve bir de jüri özel ödülü olmak üzere dört kişiye verilecektir. Jüri Özel Ödülü Seçiciler kurulunun ortak kararıyla, aday başvurusu yapılmaksızın saptanacaktır. Seçici Kurul: Tamer Abuşoğlu, Ahmet Ayaz, Mehmet Ali Diyarbakırlıoğlu, Fevzi Günenç, Murat Güreş, Muammer Karadeniz, Süleyman Kılıç, Behiye Köksel, Aktten Köylüoğlu, Hüseyin Toprak, Meral Can Uludağ, Gazi Yıldırım’dan oluşmaktadır.

Geçmiş yıllarda yapılan Vahittin Bozgeyik Ödülleriyle ilgili bilgiler: Vahittin Bozgeyik 2010, 1’nci Şiir Ödülünde Onur Ödülü Ülkü Tamer’e layık görülmüştü. O yıl birinciliği Rahime Kaya ile Metin Tandoğan, ikinciliği Hülya Ekmekçi ile Erhan Erbil paylaşmıştı, Yarışmada üçüncülük ödülü Başak Tarım ile Aslı Özpolat’a verilmişti. 2011 Yılında düzenlenen 2’nci Vahittin Bozgeyik Ödüllerinde Onur Ödülü Prof. Dr. Erdal Ceyhan’a verilmiş. Birincilik ödülünü Ali Ziya Çamur, ikincilik ödülünü Mustafa Özke, Üçüncülük ödülünü ise M. Bedir Bozkurt almıştı. 2012 Ödülünün Gaziantepli onur Şairi Oğuz Tümbaş olmuştu. Yarışmada birincilik ödülünü Haluk Işık, ikincilik ödülünü Nevin Koçoğlu, üçüncülük ödülünü ise Mazlum Cihangir kazanmıştı. Bu yarışmada Murat Güreş de övgüye değer şairler arasında yer almış bulunuyordu.


GEZİ PARKI EYLEMLERİ ÇOK-DİLLİ EDEBİYAT DERGİSİNDE


Genel yayın yönetmenliğini Volkan Hacıoğlu’nun yaptığı, uluslararası çok-dilli karşılaştırmalı edebiyat dergisi Rosetta World Literatura’nın 3’üncü sayısı özel bir dosya olarak yayımlandı: “Dünya Genelindeki Edebi ve Entelektüel Yansımalarıyla Gezi Parkı Direnişi Özel Sayısı.”


Bu sayı, Gezi Parkı eylemlerinin edebi, kültürel, estetik ve felsefi boyutlarını tartışan, irdeleyen, araştıran yazılardan ve şiirlerden oluşan bir sayı.

Yazıların ve şiirlerin İngilizce ve Türkçe olarak iki dilde yayımlanması hem yerli hem yabancı okurlar için büyük bir avantaj sağlıyor. Bir olaya farklı bir dilden ve dolayısıyla farklı bir kültürden bakmak, o olayın farklı bir perspektiften değerlendirilmesini kolaylaştırıyor.

Gezi Parkı eylemlerinin çağdaş ve tarihsel birçok olayla eklemlenmesi, “Rosetta” gibi kültürlerarası köprü oluşturan karşılaştırmalı ve çok-dilli bir dergi açısından önemli rol oynuyor. Rosetta bu “misyon”unu, yeni sayısındaki yazı ve şiirlerde sürdürmeye çalışıyor. (DEMOKRAT HABER)


KÜRT ŞAİR ARJEN ARİ DİYARBAKIR'DA ANILDI


Yaşamını yitirişinin birinci yılında anılan Ari için, 'diliyle Kürt halkına devrim yarattı' denildi …


Kürt Yazarlar Derneği, geçtiğimiz yıl yaşamını yitiren Kürt Şair Arjen Ari'nin ölüm yıldönümüne ilişkin Cigerxwîn Gençlik, Kültür ve Sanat Merkezi'nde anma etkinliği organize etti.

Demokrasi mücadelesinde yaşamını yitirenler için yapılan saygı duruşunun ardından konuşan, Arjen Ari'nin kardeşi Necla Akay Ari, kardeşinin her zaman Kürt halkının yüreğinde yaşayacağını belirterek, Arjen Ari'nin Kürt diline aşık olduğunu söyledi.

Akay'ın ardından konuşan Kürt Yazarlar Derneği Başkanı Mehmet Yılmaz da, Arjen Ari'nin yaşamında çok özel bir insan olduğunu ifade ederek, Ari'nin ayrıca çok inatçı olduğunu söyledi. Ari'nin mücadelesiyle Kürt dilini yaşatmaya çalıştığını söyleyen Yılmaz, "Ari, Kürt dilimizin aşığıydı. Toplum içinde merhametliydi. Ari'nin şiirleri bizi bugünlere getirdi" diye konuştu.

Kürt Yazar Berken Bereh ise, yaşamını yitiren Arjen Ari'yi çok özlediklerini belirterek, "Ari, Kürt halkının direnişini kaleme alan bir şairdir. Kürt halkının içinde ve kendi topraklarında direnişe büyük destekler verdi. Ari her konuşmasında Kürt Şair Cegerxwin'i esas alıyordu. Ben Cegerxwin'in torunuyum diyordu. Eğer Kürt halkı Cegerxwin'i anlarsa onun torunu olur diyordu. Biz yaşamımızda ne kadar özgürlük için yer açarsak, Arjen Ari'nin şiirlerine de açtık" ifadesini kullandı.

Bereh'in ardından konuşan DTK Daimi Meclis üyesi Osman Özçelik de Ari için, "Ari diliyle, edebiyatıyla Kürt halkına devrim yarattı. Sanatçılar ve şairler bizim için değerlidir. Kürt edebiyatında bir sözlüktürler" dedi.

Konuşmanın ardından Kürt Yazar Hogir Berbir, İstanbul'da yaşayan Kürt Yazar Çiya Mazi'nin Arjen Ari'ye yazdığı şiiri okurken Kürt genç yazarlarından, Nuroj Munzur, Rédur Dijle ve Rovjen Rojbin, Arjen Ari'nin şiirlerini okudu. Okunan şiirlerin ardından Arjen Ari'nin "Ramusan mın weşartın lı geliyeki" adlı kitabı dağıtılırken etkinlik kokteyl ile sona erdi. (ANF)


EMEĞİN SANATI E-YAYINEVİ  45. E-KİTABINI YAYINLADI!..


Ocak 2012’de internet üzerinden issuu.com aracılığıyla yayına başlayan, şairi ve yazarı gerçek okuruyla buluşturan Emeğin Sanatı E-Yayınevinin yayınladığı kitaplar bir sene içinde on bin okunma oranını aştı.   Gerek internetten okuma, gerekse bilgisayarına indirme yoluyla geniş bir okur kitlesini kendine çekti.


E-Yayınevinin yayınladığı yeni kitaplar: Vildan Sevil-Düşselin Gerçeğinde Gerçeğin Düşselinde(öykü), Abdullah Karabağ-Tartıya Kalan Düşler (Şiir), Özer Genç-Sen Yağmur Ol(şiir), Bülent Aydınel-Her Şiir Bir Aşka Temelli Gelir(şiir)

Kitaplara ulaşım adresleri:
Vildan Sevil - Düşselin Gerçeğinde Gerçeğin Düşselinde:
Abdullah Karabağ -Tartıya Kalan Düşler:
http://issuu.com/emeginsanati/docs/tartiyakaland____ler-abdullahkarabahttp://issuu.com/emeginsanati/docs/tartiyakaland____ler-abdullahkaraba
Özer Genç -Sen Yağmur Ol:
http://issuu.com/emeginsanati/docs/sen_ya__murol-__zer_gen__http://issuu.com/emeginsanati/docs/sen_ya__murol-__zer_gen__
Bülent Aydınel -  Her Şiir Bir Aşka Temelli Gelir:

10.000 okunma oranını aşan aşağıdaki kitapların da 2. Baskılarını yeniden yayınladı:
DİPLERİN ZİRVELERE UÇURUMLARDIR YOLU -(2 .Baskı) ADNAN DURMAZ
ÖFKEYE TUTUNMAK (2. Baskı) -ERCAN CENGİZ
YILDIZLI GECE KANAMALARI(2. Baskı)- İRFAN SARİ
GÖLGE BOKSU (2. Baskı) - SERKAN ENGİN
ARSIZ AKROSTİŞ(2. Baskı) - SERKAN ENGİN
Emeğin Sanatı E-Yayınevi adresi: issuu.com/emeginsanatiissuu.com/emeginsanati
Emeğin Sanatı E-Yayınevi adresi: emeginsanatie-yayinevi.blogspot.com
Emeğin Sanatı E-Yayınevi iletişim adresi: emeginsanati@gmail.com


12 EYLÜL FAŞİZMİNİN KATLETTİĞİ İLHAN ERDOST,
FAŞİZME KARŞI DİRENCİMİZDEYAŞIYOR!


12 Faşizminin aramızdan aldığı değerlerden, yayıncı, yazar İlhan Erdost, aradan geçen 31 yıla karşın unutulmadı hiç. Hep onurla, sevgiyle, hasretle, özlemle anıldı. İlhan ve ağabeyi Muzaffer Erdost’un adını, Türkiye’de az çok devrimci, demokrat, sol literatürle tanışan herkes biliyor. Sol aydınlanmanın oluşumunda, sosyalist klasiklerin yayınlanıp geniş okur kitlesine ulaştırılmasında büyük emeği geçen İlhan Erdost’u, ölümünün 32. yıldönümünde saygıyla anıyoruz


Düşünceye vurulan kelepçeyle, ortaokul yıllarında, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’ne konulan ağabeyi Muzaffer İlhan Erdost’un başına gelenler ile tanıştı. Lise eğitiminin ardından Ankara Üniversitesi Hukuk Bölümü’ne girdi. Muzaffer Erdost’un kurduğu Sol Yayınları’nın başına geçen İlhan Erdost, fakültedeki tek dersini yayneviyle yakından ilgilenmekten dolayı veremedi. Ağabeyi Muzaffer İlhan Erdost 12 Mart 1971 askeri darbesinin hemen ardından tutuklanıp hüküm giyince, Sol ve Onur yayınlarının yönetimini üstlendi. 12 Eylül 1980 sonrası yasak yayın bulundurmak iddiasıyla gözaltına alınan İlhan Erdost, Ankara Mamak Askeri Cezaevi’nde 7 Kasım 1980’de faşist cuntanın işkencecileri tarafından dövülerek katledildi.

Ağabeyi M. İ. Erdost’un ona yazdığı şiirden:

"İlhan'ı gördüm yaralı
Gözleri kandan hareli
Yüzü güllere çevrili

İlhan'ın paltosu kanlı
Alazlanmış tüter canı
Düşmüş omuzdan kolları

İlhan İlhan, İlhan İlhan
Sular çavlan kuşlar pervan
Gittin mi can gittin mi can"


KAVGANIN VE BİLİNCİN DEVRİMCİŞAİRİ: AYDIN HATİPOĞLU


Yaşamı boyunca devrimci şiirin izini süren sosyalist şair Aydın Hatipoğlu’nu 11 Kasım 2010 günü sonsuzluğa uğurlamıştık.  Onun şiirleri, kavgamızda pankart olmaya devam ediyor hâlâ…


Behçet Necatigil’in “Kavganın ve bilincin etkili şiiri” sözleriyle tanımlar Aydın Hatipoğlu’nun şiirini. Hatipoğlu, 1960 Kuşağı şairlerinin ilk habercilerindendir ve şiirleri en erken yayımlananlarındandır.

Şükran Kurdakul’un yönettiği Yelken dergisinde 1958’de şiirleri yayımlanmaya başladığında henüz 18 yaşında bir lise öğrencisiydi. Ülkenin toplumsal ve siyasal sorunlarından haberli olan bir kuşağın içinden geliyordu. Bu yüzden sosyalist gerçekçi dünya görüşünü benimsedi. Şiirinin ilk döneminde ya da başlangıç döneminde İkinci Yeni izleri görülmekle birlikte Tevfik Fikret’in, 1940 Toplumcu Gerçekçi kuşağının yolunu izlemiştir. Şiirini değerlendirirken “halk duyarlığı, toplumsal çelişkiler, beklenmedik yerlerde beliren duygusal ağırlık, şiirinin en belirgin yanlarıdır” der yazar Eray Canberk ve devam eder:

“Şiirde ustalık döneminin ürünü olan “Yalnız Karanfil Sokağı” (Evrensel Basım Yayın, 2003) adlı kitabına bakıyorum: Hatipoğlu’nun şiirlerinde başlangıçta olduğu gibi yine gerçekçilik, toplumsalcılık ve siyasal olaylar var ama bütün bunlar sanki bir şiir süzgecinden geçirilmiş gibi. Şiirleştirmek kolaylığı yerini şiir kılma ustalığına bırakmış. Kitaplarından birinin adı olan “Beynim Yüreğim” onun şiirde gözettiği düşünce ile duygu dengesinin en kısa ve en çarpıcı anlatımıdır bence.”

1960 Kuşağı içinde, sosyalist şiirdeki gücü üçüncü kitabıyla belirginleşti. İmge örgüsündeki sıkı doku, inançlı bir kararlılık, beklenmedik yerlerde beliren duygusal ağırlık, neyi nasıl, ne ölçüde söyleyeceğini bilişi, tüketmek bilmez yarın umudu, yöresel özellikleri çağdaşlık potasında eritme, anlamı ve sesi şiirin bütününe yayma özellikleri şiirinin en belirgin yanları oldu.

Kuşaktaşı Sennur Sezer’de onu şu sözlerle anlatıyor: “Aydın Hatipoğlu ise bizim 1960 kuşağı toplumcu şairleri arasında imge örgüsündeki sıkı doku, inançlı bir kararlılık, tükenmek bilmez yarın umudu kadar anlamı ve sesi şiirin bütününe yayma özellikleriyle öne çıkan şiirler yazmayı sürdürdü.”

“YAŞAMAK BİZİM HAKKIMIZDIR”  şiirinden:

Dünyayı kucaklıyoruz
Bilge bir doğanın ırmaklarıdır kollarımız
Daha küçücükken yüreğim
Anam daha saçlarımda denerken nefesini
Yaşamak etle tırnak arasındayken
Kocaman sevgilerdi tutuşturduğumuz
Uçurtmalarıonı kuşlarla yarıştıran çocuklarla
Kanla ve ateşle yoğurduk duyarlığımızı
Hiçbir zaman ve hiçbir durumda
Ben demedik
Ben demedik
Ben demedik

Çünkü biz
Acının hüznün ve kavganın yoldaşları
Sade sözcüklere sığdırmayı biliriz
Yüreklerimizi göğsümüzden taşıran fırtınaları
....

            AYDIN HATİPOĞLU


SOSYALİST EDEBİYATIMIZIN ADSIZ ÖNCÜLERİNDEN
FAHRİ ERDİNÇ’İ UNUTMAYACAĞIZ!


1940 sosyalist yazarlar kuşağının adı çok öne çıkarılmamış şair ve öykücülerindendir Fahri Erdinç. İnönü faşizminin baskıları karşısında, iki arkadaşıyla birlikte Bulgaristan’a kaçtı. “Kardeş Evi” dediği Bulgaristan’dan yazmayı sürdürdü. 11 Kasım 1986'da Sofya'da öldü.


Erdinç, 1938-39 ders yılında baba mesleğini bırakarak, sınavını kazandığı Ankara Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü'nde öğrenci oldu. Bu bölümde öğretim üyesi olan Sabahattin Ali ile tanıştı. Aynı yıl yazmaya başladığı ilk öykülerinde, onun öğütlerinden çok yararlandı. Orhan Kemal’in 1. olduğu yarışmada 2. oldu.  Erdinç, Konservatuardaki katı yönetime ve bazı ayrıcalıklara itirazları yüzünden, biraz da geçim sıkıntılarının zorlamasıyla, öğrenimini bırakmak zorunda kaldı. Yeniden mesleğine döndü. Ama arada yedek subaylığını yaptıktan sonra, 1943'te mesleğinden tamamen ayrıldı. Bir süre yapı yerlerinde (taşeron kâtibi ve puantör olarak) çalıştı.  Böylece, daha ilk yazı denemelerinde toplumun tabanındaki insanların yazgısını konu edinen Erdinç, onları köyde, kışlada ve kentte, iş yaşamında yakından tanımış oluyor, gözlem ve izlenimlerini arttırıyordu.

1946'da Ankara'da bir yapı yerinden, sınavını kazandığı devlet radyosuna geçti. Temsil kolunda üç yıl çalıştı. Bu arada Şen Olasın Halep Şehri (İstanbul-1945) adlı şiir kitabından sonra Ankara'da "Seçilmiş Hikâyeler Dergisi" (1948, sayı 8) onun öyküleriyle özel sayı çıkardı.  Başkentte ilerici sanatçıların çevresinde görünmesiyle, bazı dergilerde yayınladığı öyküleriyle zamanın faşist çevrelerinin dikkatini çeken Erdinç, 1947'de kendisini devlet başkanına dille hakaret etmiş durumuna düşüren bir çatışma yüzünden tutuklandı ve aklanmayla sonuçlanan yargılaması boyunca cezaevinde kaldı. Ankara cezaevinde yazgılarını konu edindiği insanların kimilerini daha yakından tanıma fırsatını buldu. Bazı komünistlerle de ilk önce burada ilişki kurdu. Cezaevinden çıktıktan sonra da Erdinç dirlik bulamadı. 1948'de çok sevdiği Sabahattin Ali'nin Bulgaristan sınırında öldürülmesi Erdinç'i büyük acılara boğdu. Bu acı olay bir yandan da onu esinledi. Kısa bir süre sonra, 1949 Eylül'ünde, Erdinç, iki arkadaşıyla (Ziya Yamaç ve Tuğrul Deliorman) birlikte, gizlice Bulgaristan'a geçti.  Bulgaristan'da Erdinç ve arkadaşlarına politik göçmen olarak sığınma hakkı verildi (1949 Ekim). Böylece, onun, yurt dışında ölümüne kadar sürecek olan göçmenlik dönemi başladı.

Erdinç, yazınsal çalışmasına yetecek ölçüde Bulgarca, pratik olarak da Almanca ve Rusça öğrendi. 1965'te Bulgaristan vatandaşı, 1973'te Bulgaristan Yazarlar Birliği üyesi oldu.  Yurt dışına çıkışından 1969'a kadar, yapıtları kendi ülkesinde okura ulaşamadı. 1970'li yıllarda Türkiye'deki dergilerin şiir ve öykülerine yer vermesiyle yeniden okur önüne çıktı. Bu yıllardan ölümüne değin kimi yapıtları kitap olarak da yayınlanma fırsatı buldu. Ama bu girişimler süreklilik göstermediği gibi, son yirmi yılda yine kesintiye uğradı.

Kemal Özer,  “Sökmüş ve sökecek bütün şafakların habercisi” olarak nitelendirdiği Fahri Erdinç’in sanat anlayışını şöyle belirtiyor:
“Sanatsal ve siyasal yönleriyle bir yazgı adamının kimliği var karşımızda. Onu tanımak,  aynı zamanda, o kimliği oluşturan ve direniş diye niteleyebileceğimiz temel öğeyi tanımak anlamına geliyor. Kökleri 1940’lara giden, kendisine odak aldığı Sabahattin Ali ve Nâzım Hikmet’in sanat anlayışlarıyla yoğrulmuş bir toplumcu geleneğin halkası. Kendi yaşamındaki zorluklara yenik düşmeden üretimini sürdüren ödünsüz bir yazar ve ozan. Yapıtları, hem yazıldığı döneme göre, işlenişiyle, ele aldığı sorunlarla bir ileri aşamayı gündeme getiriyor, hem de kendinden sonrasına dil ve anlatım bakımından bir düzey hazırlıyor. Kitaplarını, 1980 sonrası koşullarının edebiyata getirdiği genel görünüm açısından bakıldığında, yaşamdan beslenen bir edebiyatın geçmişine ilişkin örnekler olarak okuyabileceğimiz gibi, onlarda yaşanan koşulların aşılması doğrultusunda önemli ipuçları da görebiliriz.”

PANORAMA –II

“Sen hangi gövdenin
Yaralı başısın şaşkın dünya?
Çatık kaşların var resimlerinde
Beyninin yüzüne vurmuş humması;
Karaların, kırmızı lekelere
Denizlerin, pembe mendillere dönmüş.
Çelik kuşlar pislemiş kafana
En sonunda Atom’u…
O bir fiske olmuş
Sen, “Bin ah duyulan kâsei fağfur”
İster keramet, ister selamet say bunu!
Sersemce dönüşünden artık uyan,
Yaklaş güneşe doğru
Pervaneler gibi yan!”

FAHRİ ERDİNÇ


ŞİİRİMİZİN ÖZGÜN VE NAİF SESİ: NAHİT ULVİ AKGÜN


Şiirimizde taşralı naif şiirin  özgün temsilcilerinden olan Şair Nahit Ulvi Akgün’ü, 12 Kasım 1996’da yitirmiştik.


Nahit Ulvi Akgün, yalın bir dille yazdığı şiirlerinde kent insanlarının günlük kaygılarını dile getirdi.  Garip şiiriyle paralel ama kendine özgülüklerle yazdığı şiirlerle öne çıktı. Yetenekleri ile şiiri arasında bir denge kurmayı başardıktan sonra dilini, şiir yapısını rahatsız eden engellerden korumasını bildi. Toplumsal çevre içinde bireyin türlü hallerini, üstüne düşülmemiş izlenimini veren, kendiliğinden bir biçimsel titizlikle yansıttı.

Şükran Kurdakul’a göre: bireyin Hallerini yansıtmayı denedikçe küçük burjuva insanının toplum karşısında duya geldiği tepkileri içtenlikle yansıttı.  Şiirini geliştirdiği dönemde doğa ve evren sorunlarına bağlı durumları  işleyen deneylere girişti. Bu evresinde de belli bir başarı çizgisinin altına düşmedi.

Nahit Ulvi'nin şiiri, bağırışın çarpıcılığına bağlı değildir. Dili yalındır ve konuşma diline yakın bir yalınlık bulunur onun şiirinde. O  doğanın ve doğa içindeki insanla bitkilerin ve öbür yaratıkların şiirini verir. “Ağaçlar Uyanınca” kitabında olduğu gibi bazı şiirlerinde insanı toplum içinde yakalar. Bazen ise toplum içinde yakaladığı kişileri, toplumsal dengesizliğin içinde karşı karşıya buluruz. O, çevremizde olup bitiveren, apansız yitiveren olayların, görüntülerin, duyguların bir avcısıdır. 1966’da yayınladığı “Evren Türküsü” adlı kitabıyla 1967 TDK şiir ödülünü kazandı.

Eserleri: Sebep (1945), Birisi (1955, 1962), Karanlıkta Bir Ağaç (1960), Gerçek Düş (1965),    Evren Türküsü (1966 - 1968), Ağaçlar Uyanınca (1977), Eksilen Gökyüzü (1980), Güneş Açınca(1984),   Yolunuzun Üstünde Bir Adam Birisi (Bütün şiirleri toplu basım)..

ÇAĞLAR BETİĞİ

Bir yaprak açtım çağlar betiğinden
Baktım sömürü yazılı buyruk yazılı
Bir yaprak açtım çağlar betiğinden
Baktım yıldırma yazılı, kulluk yazılı

Bir yaprak daha açtım çağlar betiğinden
Baktım aydınlanmalar akkâğıtlara yazılı
Bir yaprak daha açtım çağlar betiğinden
Baktım bütün direnişler anıtlara yazılı

NAHİT ULVİ AKGÜN


SOSYALİST ÖYKÜ VE ROMANCILIĞIN
ÖNCÜSÜ: SADRİ ERTEM


12 Kasım 1943'te yitirdiğimiz Sadri Ertem, sosyalist edebiyatımızın çok bilinmeyen ama Sabahattin Ali, Orhan Kemal gibi sosyalist öykücü ve romancıların yolunu açan önemli bir yazardır.


Konularını toplumsal sorunlardan alan; işçilerin yaşamlarını, sömürülmelerini, kapitalizmin rekabetçi döneminin üretim ilişkilerini, bunun sonucunda küçük üreticinin zor duruma düşmesini anlattığı "Bacayı İndir Bacayı Kaldır" adlı kitabı yazarın edebiyata bakışının da yansımasıdır aynı zamanda. Sosyalist gerçekçilik akımının önde gelen yazarları arasında yerini alan Sadri Ertem, yazılarında edebiyatın çeşitli sorunlarını maddeci felsefenin etkisinde ve sosyalist gerçekçi bir sanat anlayışı doğrultusunda kuramsallaştırmaya yöneldi.

1940 kuşağı şair ve yazarlarından Ömer Faruk Toprak, Ertem'in “Çıkrıklar Durunca” kitabını 'Cumhuriyet'in en önemli 10 romanından biri' olarak değerlendirmişti. Toprak, Sadri Ertem’in romanı hakkında şu değerlendirmede bulunuyor: “Fabrika malı satanlarla, dokumacılar arasındaki mücadeleyi belirten bu kitabı, 'sosyal roman' nev'ine ait ilk tecrübe olarak görüyoruz. Eser, bu mücadelede kadına ve paraya duyulan hırs ile, o sıralarda isyanların açtığı yaraları, bir bir anlatan canlı sayfalarla doludur. Memleketimizi iktisaden sarsan fabrika asrının, ne gibi reaksiyonlar uyandırdığı; ve anadolu'da dal budak salan eski inanışların ne müşkül şartlarda terk edileceği 'Çıkrıklar Durunca'nın başlıca hüvviyetini teşkil eder...”

Atilla İlhan da Ertem'i Cumhuriyet Dönemi'nin, sosyalist ve gerçekçi, ilk yazarları arasında kabul ediyor. Asıl mesleği gazetecilik olduğu için gözlemlerini keskin, öykülemelerini ise çarpıcı olarak niteliyor. Yazı tarzını ise biraz 'röportaj'a benzetiyor. Feridun Andaç ise Ertem'i Nabizade Nazım ile başlayan gerçekçilik akımının Ömer Seyfettin ile Sabahattin Ali arasında yer alan boşluktaki temsilcisi olarak görüyor.

Ertem’in “Bacayı İndir Bacayı Kaldır” öyküsü, ölümünden 68 yıl sonra bugün Dil Ovası çevre kirliliğine, Nükleer ve Termik Santrallere direnen Anadolu halkının başına gelenleri büyük bir öngörüyle anlatıyor: http://emeginsanati.blogspot.com/2011/10/sadri-ertem-bacay-indir-bacay-kaldr.html


İNCE DUYARLIKLARIN SOSYALİST GERÇEKÇİ ŞAİRİ:
NEVZAT ÜSTÜN…


Edebiyatımızın gözden uzakta bırakılmış şair ve yazarı Nevzat Üstün’ü 32. ölüm yıldönümünde sevgiyle selamlıyoruz.


Geleneksel Türk ve çağdaş Batı şiirlerinin özelliklerinden yararlanarak özgün bir anlatım geliştirdi. Öykülerinde gözleme, yalın bir anlatıma önem verdi, çoğunlukla Kayseri yöresi ve Güneydoğu Anadolu insanının kaygılar ve yoksulluklar içindeki yaşamını anlattı. Kent ile köy arasında sıkışıp kalmış olan çıkmaz hayatların içine giriverir. Büyük kentlerin gölgesinde kalmış köylerin ve kasabaların hayatlarına tanıklık ettiğinde kaldığı ikilemler aslında bir bakıma onun şairliğini beslemekte olan en önemli destek oldu.

Toplum sorunlarıyla hep ilgilenen, sanatını siyasal düşüncelerini savunmak, yaymak için kullanan toplumsalcı bir şairdi. Ama serbest nazım akımında değil de, daha yeni bir şiir olduğuna inandığı Garip akımından yola çıktı. Seçtiği tarzın etkisiyle önceleri pek belirginleşemeyen toplumsalcı eğilimleri, giderek şiirinin temel ereği oldu.

Köylerde ve taşrada yaşayan insanların ahlaki çatışmalarını,  kaygılarını ve yoksulluklar içindeki yaşamlarını gözlemleyip kaleme alarak toplumcu şairler arasında anılan Nevzat Üstün, Türk Dili dergisinde yazan Salâh Birsel’e yazdığı mektupta toplumcu gerçekçilikle ilgili şunları yazar: “Dört beş kez okudum Haydar Haydar‘ı. Güzel yazmışsın doğrusu. Eline sağlık. Belki seni yadırgatacak ama Haydar Haydar bana kargaşa günlerinin Fransa’sını getirdi. Villon gibi, acı bir mizah dolu. Senin şiirlerinde var olan aklın duyguya üstünlüğü iyice belirginleşiyor bu kitapta. Değinme yoluyla güç kazanan gerçek daha etkili oluyor. Bana sorsalar Salâh Birsel toplumcu ozan derim kızarlar biliyorum olmadık sözler ederler ama nedir toplumcu olmak? Gereksinimleri bağırma yolu ile söylemek mi? Bu kısa cümleleri bir yazıya dönüştürmek istiyorum.”

Salâh Birsel ise bu mektuba yanıt olarak şu satırları kaleme alır: “… Ben elbet toplumcu, yergici bir ozanım. Bunu eski kitaplarım da koyar ortaya. Ama artık şiir kitaplarının okunduğunu, şiirin sevildiğini sanmıyorum ben. Şiir yazanlarda şiir yazmak için kendilerini sıkıya sokmuyorlar. Bir iki uyduruk sözü yan yana getirdiler mi işi oldu bitti sanıyorlar. Nedir, kendilerini ‘toplumcu ozan’ diye ilan etmeyi yeterli buluyorlar. Okurlarda buna eyvallah diyor. Çünkü onlarında şiir okumaya vakti yok. Şiire bakıp bir ozanın toplumcu mu değil mi olduğunu araştırmadan ‘ben toplumcu ozanım’ diyen sahtecilerin ardından gidiyorlar. Güzeldir toplumcu ozan olmak, şiirini toplumun sesine göre ayarlamak ama her şeyden önce şiir yazmak gerekir. Diyeceğim bir ozanın ‘toplumcu ozan’ adına ulaşabilmesi için ilkin ‘ozan’ adına ulaşması gerekir. Yoksa Bekçi Memo, Makasçı Rafet, Sucu Metin, Kahveci Tekin, Lostromocu Hasan da toplumcudur. Bunların ozan diye anılması için ‘ozan’ olması gerekir.”

VURMA

Senin görevin
Doğrudan yana olmaktır
İnsansa güzeli
En güzeli
İnsandan yana olmaktır
Açsa çıplaksa
Büyüyüp gidiyorsa bir çığlık
Sömürülüyorsa çıplak ayakların çektiği
Sen de onlarla büyüdün
                                   Vurma

Vurma
On sekiz yaşın sevincidir vurduğun
On sekiz yaşın içtenliğidir
Varışıdır usul usul
                                   İnsan olmaya

Vurma

........

NEVZAT ÜSTÜN


KERİM KORCAN: CESARETİN VE BAŞKALDIRININ ÖYKÜCÜSÜ...


Devrimci edebiyatımızın cesur yüreklerinden Kerim Korcan, öykü ve romanlarında sınıfsal bilinci öne çıkardı hep. Tüm engellemelere rağmen, içinden çıktığı sınıfın sesi oldu. Yaşamında da örgütlü devrimci savaşım içinde oldu.


Döneminin birçok edebiyatçısı gibi zor günler geçiren Kerim Korcan cezaevlerinde ağır koşullarda 12 yıl geçirdi. İçinde bulunduğu koşulları estetize eden Kerim Korcan yaşadıklarını birer sanat yapıtına dönüştürür. Eserlerinin çoğunda cezaevi gerçeğini anlattığından ezilenler, başkaldıranlar, idamlıklar kitaplarının kahramanı olmuştur.  Kerim Korcan’ın yazın tarzında “Halk Hikâyeciliği” niteliklerine sıkça rastlanır, eserlerinin genelinde kahramanlarının şivesiyle sade anlatımlarla okuru sıkmaz, kolay okunan bir tarza sahiptir.

Kerim Korcan'ın okurları, çelişkilerin siyah beyaz çizgileri kalınlaştırılmış bir dünyada bulurlar kendilerini. Yaşadıkları dünyanın, yazarın aynasından böyle yansıyabileceğini sezseler de neden böyle bir dünyada yaşandığının, yaşanmak zorunda olduğunun sorusunu edinirler okuduklarıyla. Kısacası Kerim Korcan'ın anlatıları, Şükran Kurdakul'un da vurguladığı gibi, çağdaş bir bakış açısından destek alır “Yayımladığı roman ve öykülerinde diri, canlı, doğal bir anlatım içinde, yer yer kişilerin iç hesaplaşmalarını yansıtarak sosyalist gerçekçi akımın başarılı örneklerini verdi."

Kerim Korcan, kendi yazarlığını şöyle anlatır:
“Ben üniversite kürsülerinde vatandaşların hak ve hukuk eşitliği için ağlayan ama içeride insanların anasını ağlatan adaleti, tekmil ters uygulamalarıyla mahpushanede cürmü meşut ettim, suçüstü yakaladım. Madem ki adalet mülkün temelidir, ben de toplum sorunlarına, başlangıç olarak oradan yaklaşmayı uygun buldum. Başkaları ne düşünür bilmem. İyi bir giriş yaptığım inancındayım ve devam etmek isterim. Tatar Ramazan’ın benim ilk eserim Linç’ten evvel kaleme alındığını açıklayabilirim. Dil konusunda tartışmaya girmek istemem. Hem birazda bineceğim dalı kesmek gibi olur bu. Dilde arınmaya gitmeye çalışıyorum ve bu gayreti sürdürenlerle esasta mutabıkım. Ancak zorlamaya kaçmaktan da sakınırım”

Bir eserinden:
Gözyaşı dökeceksin düşmanlara göstermeden, ter damla damla, kan avuç avuç, uzun yıllar mahpus da olacaksın. Dola kardaşım kolların demir parmaklıklara, mehtapları ağlatan yanık türküler çağır, bil ki sevdiklerine mevsimlerce hasret kalacaksın! Zaman mı aşınır? Yoksa insan mı? Düşün bakalım düşün. Şu var ki paslanmayan zincir, aşınmayan lale, kırılmayan demir kapı yoktur...”


BÜYÜK EKİM DEVRİMİ YOLUMUZU AYDINLATIYOR!



İnsanlık tarihinin akışını değiştiren Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’nin 94. yılını kutlamak; anmak, anlamak geleceğe ışık tutmasına karınca kararınca katkı koymaktır.

Büyük Sosyalist Ekim Devrimi, emperyalist burjuvazinin korkulu rüyası olan devrim düşüncesinin gerçekleşmesinin adıdır.

Ekim Devrimi Lenin’in deyimiyle "buzu kıran, yolu açan ve gösteren" devrimdir. Büyük Sosyalist Ekim Devrimi ile emperyalist zincir en büyük kapitalist, emperyalist ülkelerden birinde, proletaryanın iktidarı ele geçirmesi ile ilk kez parçalandı; emperyalizm çağının ilk proleter devrimi olarak, yeni bir çağı, ‘emperyalizm ve proleter devrimleri çağı’nı başlattı.

Sınıflı toplumların ortaya çıkışı kadar eskidir, sınıflar mücadelesi. Tarih bu mücadelenin dinamikleri üzerinde yükselir. Karanlık ve ışığın mücadelesidir bu. Baskının, zulmün, sömürünün sahipleriyle buna hayır diyen isyancıların mücadelesidir. Ve sınıflar tarihi kadar eskidir sömürüsüz, eşit özgür bir dünya düşü. Bu düşle başkaldırır “tarihin ilk gerillası” ilk isyancısı Spartaküs. Bu düşle uzatırlar başlarını korkusuzca Bedrettin ve Börklüce. Bu düş türkü olur dillerde pir sultanca. Sınıflı toplumların son durağıdır kapitalizm ve sömürücü sınıfların son temsilcisidir burjuvazi. Sömürülenlerin tarihindeki son sözü söyleyecek, düşü gerçeğe dönüştürüp burjuvaziyi mezara koyacak olandır proletarya. Lyon’da dokuma işçilerinin barikat savaşlarıyla daha manifaktür özellikler taşıyan el işçileri olarak. İngiltere’de nispetten gelişmiş sanayinin örgütlü Cartistleri olarak.

Almanya’da “kulübelere barış, saraylara savaş” diye haykırarak çıkar mücadele alanlarına. Geçici zaferlere ağır yenilgiler eşlik eder. Her ileri sıçrayışının ardından ağır yenilgilerle yeniden geri düşer. Ama her yenilgiden öğrenir ve inatla haykırır özgürlük diye. Ve tarih 1871’ i gösterirken Paris ellerindeydi proletaryanın. Bu tarihsel düşün, gerçekliğin somutuna ilk iz düşümünün adıydı, bu Marks’ın işte proletarya diktatörlüğü dediği Paris komünü idi.74 gün. Sosyalizmin, proletarya diktatörlüğünün, sosyalist demokrasinin ilk ön sözlerinin yazıldığı onlarca yıla bedel 74 gün. Onlar da yenildiler, çünkü nesnel şartlar daha kapitalizmin ortadan kaldırılmasına denk düşmüyordu. Yenildiler çünkü hiçbir toplumsal sistem gelişebileceği en üst seviyeye ulaşmadan tarih sahnesindeki yerini terk etmiyordu.

Tarih 20 yüzyılın başlarını gösterirken, “Emperyalizm kapitalizmin en yüksek aşamasıdır dedi Lenin… Devam etti; “Emperyalizm çan çekişen kapitalizmdir” Ve son noktayı koydu: “ Emperyalizm proleter devrimler çağıdır”

Yenilgilerle dolu tarihi içinde en son büyük zaferini ve yenilgisini yaşadığı Paris komününden sonra proletarya tarihsel rolünü yerine getirmek için harekete geçerken artık koşullar ondan yanaydı. Sözün bittiği yerdi artık. Milyonlarca topraksız köylünün, yarı proleter emekçilerin proletaryanın öncülüğündeki eylemiyle yıkmak, parçalamak ve yeniden kurma zamanıydı. Tarihin ebesi zor işbaşındaydı, durmak cinayetti, durmak ihanetti. Durmadılar. “Onlar ki bir kez yorgun dizlerinin üstünde doğrularak ayağa kalkmışlardı” Durmadılar ve tarih 24 Ekim 1917'yi (Bugünkü takvimle 07 Kasım 1917) gösterirken devrim ve sosyalizm bir düş değildi artık.

Ekim Devrimi ezilenlerle ezenlerin arasındaki tarihsel mücadelede gerçekleşen ilk toplumsal devrim olarak tarihsel bir dönüm noktasıdır.21. yüzyılın sosyalizminden söz ederken başka limanlara kulaç atanların unutmak ama en çokta unutturmak istedikleri bir gerçektir.

Ekim devrimi; insanlığı sömürüye ve kapitalizmin yarattığı karanlığa mahkûm etmeye çalışanların en büyük korkusudur. Çünkü Ekim Devriminin 20. yüzyıldan 21. yüzyıla yansıyan ışığı kapitalizmin yıkılabileceğini, yeni ve sömürüsüz bir dünyanın yani sosyalizmin gerçekleşebileceğini gösterir. Ekim Devrimi; “elveda proletarya” ve “tarihin sonu” sahtekârlıklarının suratına vurulan bir tokat gibidir.

Sınıflar mücadelesini proletarya diktatörlüğüne kadar götürme gerçeğini inkâr edenlere karşı her gün kendini yeniden ortaya koyan bir gerçektir ve gerçekler inatçıdır… Sivil toplumculuk projelerine, “kitle partisi” karikatürlerine karşı proletaryanın öncü savaşçı partisinin hayati önemini yaşadığımız dönemin özellikleri bakımından bu günde yakıcı bir yanıt ortaya koyar. Bu gün Ekim Devrimini böyle bir perspektifle sahiplenmek, Paris Komününden Ekim Devrimine oradan da günümüze uzanan komünizm mücadelesinin ve Komünist olmanın temel ölçütlerinden biridir.

Ekim Devriminden çıkarmamız gereken bir diğer derste iktidarı ele geçirmenin devrimin başlangıcı olduğunu ve sınıfsız topluma giden yolda yapılacak hataların geri dönüşü de beraberinde getirebileceğini göstermiş olmasıdır. Bu anlamıyla Ekim Devrimi başarıları kadar başarısızlıklarıyla da elimizdeki zengin bir deney birikimidir.

Ekim devrimi, sınıflı toplumlarına hâkim olan düşünsel normların yıkılarak; komünal emek/dayanışma fikirlerinin yeşerten “Yeni/Özgür İnsana” ulaşma çabasıdır.

Mayakovski’nin devrimi destanlaştıran “150.000.000” adlı kitabından:

Vur davula!
                        Davula, davula!
Kulunuz değil,
                        köleydiler!
Daahavvur!
                        Daavul!
                                   Daavula!
Hey çelik göğüslü!
                        Dayanıklı hey!
Vur, davula!
                        Davula, vur!
Ya da, ya da
Ortadan kaybol pan!
Dövüşeceğiz!
                        Dövüşeceğiz!
                                               Döğüştük!
Davulda!
                        Davul!
                                               Davul!

Devrim
            çarı yoksun bırakıyor kızının ziyafetinden
Devrim
            palangayı attırıyor aç halka.
..............

MAYAKOVSKİ





Not: e-dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Facebook grup adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107twitter adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati

VİLDAN SEVİL: Aşksız Bıraktın Bizi Hera...





AŞKSIZ  BIRAKTIN BİZİ HERA,  
AŞKSIZ BIRAKTIN BİZİ…









“Zeus ile Hera’nın el ele,  göz göze geri döndüğünü gören Olimpos sakinleri sevinçle el çırpmaya başladılar. Tanrılar, tanrıçalar, peri kızları, satirler,  cinler, velhasıl tüm doğaüstü varlıklar onları tebrik ediyorlardı. “Pek yakında düğünümüz olacak!”  diye bağırdı Zeus elini kaldırarak. “Hepiniz davetlisiniz! Kimse düğünüme gelmemezlik etmesin.”( Robert  Krugman –Evliliğin koruyucusu Hera)


Ey   Hera!  Homeros’un “İnek gözlü” güzel ler güzeli  kadını!  Kendi kendine  karar verdin bir çocuk yaptın,  Hepaistos’u  doğurdun.  Zeus’un ihanetlerinden bıkmıştın  ama neslin sürmesi  görevinden  vazgeçemedin. Yalnız başına yaratıp doğurduğun  o  çocuk, çirkin mi çirkindi. Erkeksiz  var ettiğin o  çocuğu sevmedin  beğenmedin, Olimpos’un uçurumlarına attın. Ölmedi Hepaistos, büyüdü. Geldi, öcünü aldı.   Altın tahtla kandırdı, önce gözlerini kamaştırdı, oturttu;  sonra da  kelepçeledi altın tahta seni.

Zampara Zeus’un  vazgeçilmeziydin nedense.  Güç, beceri, güven, üreme ve  cesaret’tin.  Ama ne öfken terbiye eğitti  o  zampara  Zeus’u  ne de cezaların. İhanetini gördüğünde boğaya çevirmen bile yetmedi,  o hep bildiğini okudu. Hep aldatıldın Hera, aldatmaya  karşı  olduğun  için.

Sözümona, en güçlüsüydün  Tanrıçaların.  Ve  Afrodit’ten sonra  en güzeli… Ve salt  SADAKAT’tin.  Çevrende  dört  dönen erkeklerin, aşk dolu bakışlarını,  kul köle oluşlarını hep reddettin.

Kelepçelendin  o altın tahta, oturdun.  Oysa  ben biliyorum,  o  altın tahtı hiç ama hiç sevmedin.

Neydi derdin Hera, neydi derdin?  Tanrılar tanrısı Zeus’u  çok mu yücelttin?  Oysa sen de tanrıçalar tanrıçasıydın.

Neydi derdin Hera, neydi?  Gerçekten neydi derdin?   Koruduğun o kutsal aile miydi sana göre,  ölümsüzleri  ve ölümlüleri kurtaracak olan?

Çok zekiydin  Hera, çok zekiydin.  Yoksa çok aptal mıydın Hera?  Erişilmez bir  umudu mu yücelttin?  Binlerce yıldır yanıldın, yanılttın… Hem kendini hem bizleri kandırdın Hera.  Kurnaz ve hilekâr olamayan ölümlü ölümsüz  nice kadın ve erkeği ,  aşksız bıraktın.  Hilekâr ve kurnazlarla,  sinsiler ve  riyakârlar zaten anlamazdı ki  AŞK’tan.

Aşksız bıraktın Hera,  aşksız bıraktın bizi…  Gömülü  kaldı  aşk  ateşi,  Hades’e yakın bir yerlerde.  Ne Hades’i  boylayabildi, ne gün yüzüne çıkabildi. Kimsesiz, yapa  yalnız , ancak  acıların en derininde,  umutsuzlukların en kuytusunda   kapkaranlık kaldı o Ateş, söndü  o  Ateş…  Tanrılar, tanrıçalar, yarı tanrılar, satirler, sirenler, Pan’ın flütü…  Ormanların perileri  Musalar,  Nympha'lar, Dionysos…Elbette ölümlüler… Tümü,  aşkı aradı döne dolana yeryüzünde. Ekho,  kara sevdaya düşüp öldü, ona yüz  vermeyen Narkissos yüzünden, tüm kemikleri darmadağın dolup kayalara yapıştı,  eko  oldu, kayalardan çağırdı aşkı.

Kibirli Narkissos ise suya bakakalıp yalnızca  kendini severek öldü yapayalnız.  Vücudu, Nergis çiçeğinde, o asla bulunamayan  aşkın, buram buram yayılan güzelim  kokusu  oldu, her ilkbaharda yayıldı yeryüzüne… Doğaüstü ve doğadaki  tüm  yaratıklar, AŞK’ın  kokusunu  ve kayalıklardan yansıyan çığlığını duydu yalnızca. Duydukça umutlandı, duydukça umutlandı.

O zampara  Zeus,  o sözümona  en güçlü tanrı, o sözümona   en güçlü erkek…  Tenden tene konan o   kanatlı böcek…  Sen,  altın tahtın tutsağıyken salt  tenden tene gezerken  elbette  beceremezdi  aşkı kutsamayı.

Ah  AŞK…  Tümünüzü yaratan  evrenin aklı, evrenin ruhu, evrenin bedeni,  aynı anda, sarılıp birbirine dolaşmasa,  aşk, AŞK  olur muydu hiç? Aşkın  olmazsa olmaz  Teslis’i  yani üçbirliği  vardı evrende.  Ne sen anladın  Hera  ne de o  tenden  tene konan  kanatlı böcek, o  zampara Zeus…

Siz ki Olimpos’un sahipleri… Siz ki yüve tanrılarla tanrıçalar  kavrayamazsa  bu gerçeği,   biz ölümlülerin suçu ne Hera, suçu ne?

Benim suçum ne Hera, benim suçum ne?



22.10.2013


VİLDAN SEVİL 

ADNAN DURMAZ: Bizim Oraların Kaba Yelleri





BİZİM ORALARIN KABA YELLERİ






RESİM: ADNAN DURMAZ




tomurcuk bilmemiş
çiçek gülmemiş
kızamık gibi vurmuş bozkırın yüzüne
özlemi türkü olmamış
ikindi günü kadar bir gün görmemiş
ne yeşili
ne de bahar selleri

yelkovan dikenim
öksüz anam
gülüşü düşsüz anam
yaşamak dedikleri
cümle gurbet elleri

boz toprağında hayatın
savrulan toz
sürükler gazel ömrünü
bir boşluk uğultusu
bir hiçlik soluması
yaşayan ölümün ürküten soluğu
bizim oraların kaba yelleri

boz
kır
kül...
acının sarı coğrafyasında
yalın
yayvan
ayaklarınla
bir fani yeldime ömür
kuru bağrın
insafsız zemheriler görmüş
ve orağı kızartan ağustoslar
yanık aşkların narından
yıkılmış yurtlarda kalan ocak külleri

ne kadın olmayı bilmiş
ne insan
varı yoğu
bir zayıf can
ayak değil dikenler taşlar içinde yaşayan
başka
ve yaban
bir dünyadan gelmiş
hiçliğe koşarak dolaşan
efsanevi bir hayvan
el değil
acıdan başkasına tutunamayan
çiçek nedir bilmeyen
çile dalları

işte öyle geldin
hep böyle gittin
hep çerden çöpten evlerde
çerden çöpten hayatlarda
tozdan külden yaşadın
saban
kerpiç
yalın
ağıt
sürgün
yoksul
yalnız
kaçkın
bitmeyen bekleyişlerde
kıtlıklarda kıranlarda
kuruldu ömür tezgahın

hep ağladın
hep yalvardın
çiğnendin hep
kırıldın hep
sürüldün

senin tanrın olmadı
hovarda aristokrat Zeus
fırtına tanrısı Telepnu
sana vurdu kırbacını
kana kafalı halkların tanrısı denilen Utu
Alanus Anus Kumarbı
Uranus Kronos Zeus
bütün tanrıların öksüz koyduğu
doğuştan günahkar geldin
elin ekmek bilmeden
başın tokmak
yüzün tükrük
yılan çiyan deliğine
soka soka ellerimi
yetimler büyüttün hep
öksüz yaşadın
ve sonsuz azabında bozkırların
bir diken olarak kaldın
köksüz

akarken bağrının heyelanından
binyılların ağıt selleri
savurur düş
gülüşü
savurur
ölümcül soluğu hiçliğin
bizim oraların kaba yelleri

oralarda akşamları
mühürlenirdi toprak
gecenin koyakları tekinsiz
umutlar bin yerinden yamalı
gözleri kurak
yamalı yaşamları
her dağın ardında korku
gayrı nere gidersen git
ey toprağı göçmüş hayat
ey hançeri aşk
kaç bin yıldır
çerden çöpten evlerde
geldin geldin talanladın
ezim ezim ezdin beni
yazgım ettin zından ömrü
ölümlere vurdun beni
zulümlere sürdün beni
burnumdan getirdin kuru ekmeği
sevdayı zehir ettin kalbime
kavala kan bulaştı
uzun havalar
ırmaklar gibi
acının yazılmamış destanı
kaç bin yıldır
yalın ayak dolaştım
diken tarlası hayatta
ey zalim

ne zaman sevda dense
varıp ölmeyi bildim
ve sana ipotekli kuru can
çıkınca kurtuldum
tutsaklığından
zulümler terzisisin
muhannete sürdün beni
vurdun vurdun kırdın beni
saldın dönülmez yollara
bana günah bana yasak ne varsa
sana sevap sana mubah kesildi
cehennem dediğin benim ömrümdü
cennetin yaşasın diye
ey zalim

azrail tipilerde yol yitirmişim
tırpan vurmuş da ölmüşüm
yılan sokmuş da ölmüşüm
kurtlar kapmış da ölmüşüm
ölünmez ne varsa ölmüşüm
toprağım verimsiz
havam yağmursuz
ağa paşa çizmesinde
kaç bin yıldır
yelkovan dikeniyim
savrulan acılarda

savurur un ufak eder
ben kader deyip susarım
bizim oraların kaba yelleri...






ADNAN DURMAZ