Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

30 Haziran 2012 Cumartesi

Emeğin Sanatı'dan 121. Merhaba




Merhaba,

Demek isterdik sizlere; çocukların tepesinde uçurtmalar uçuyor, insanlığın çiçek bahçesinde her dilde, her renkte, her cinste, her türden çiçekler özgürce boy atıyor, insanlığın özlemi olan sevgi, barış, özgürlük kokularını saçıyor…

Ama böyle değil işte. Sivas'tan, Madımak'tan bugüne kara ellerin, kara yüreklerin yakma, yok etme eylemleri devam ediyor. Uludere-Roboski katliamının ateşi yanmaya, yakmaya devam ediyor. Cezaevlerinde birazcık nefes için insanlar yakılıyor. Savaş tacirleri ellerini ovuşturmada… Kara yüreklerin elleri tetikte… Kışkırtıcılar, goygoycular iş başında… Gerçek demokrasiyle alakası olmayanlar, Roboski’de “Parasını verdik” diyenler, hapishane cinayetinde “kendileri isyan etti” diyenler,  iş cinayetlerine “kaderdir” diyenler, en doğal haklarını savunan öğrencilere, diğer öğrencilerin de gözlerini yıldırmak için uzun süreli hapis cezalarını layık görenler, yüzlerce gazeteciyi uydurdukları gerekçelerle içeride tutanlar, dinamik ve eylemci sendikacılık yapanları uyduruk sıfatlar bularak tutuklatanlar, dünya klasiklerini suç kanıtı olarak sunanlar, ne yazık ki,  başkalarını demokrat olmamakla suçlama gücünü kendilerinde bulmaktadırlar.

Üniversitelerde öğretim üyelerine yönelik akademik ve insanî hak ihlalleri de üst boyuta tırmanmış durumda. Türkiye’de Araştırma Ve Öğretim Özgürlüğü Uluslararası Çalışma Grubu(GITTürkiye)’nin hazırladığı dosyayı da iki bölüm halinde yayınlayacağız. 

Bu dönemde, her zamankinden daha fazla barışı savunmak, birer barış eylemcisi olmak da en çok sanatçılara düşüyor. Edilgen değil etkin barış eylemcisi olmak gerekiyor artık… Çünkü barışı savunmak, insanlık onurunu savunmaktır. Barışı savunmak, “halkların kardeşliği” sözünün içini doldurarak laftan eyleme geçirmektir.  Barışı savunmak, her tür canlının hayat hakkını savunmaktır…

Bugünlerde, her zamankinden daha çok barış yazmalıyız şiirlerimizde, öykülerimizde, yazılarımızda v.b… İsteyen sanatçılar yaz tatillerinin şiirini, öyküsünü, resmini yapabilir. Biz emeğin sanatçıları bu yaz, her zamankinden daha fazla barış yazacağız, barış diyeceğiz, barış çizeceğiz, barış çalıp, barış söyleyeceğiz…

Barış tutkusuyla, emekle açıversin barış gülleri. Umut tezgâhında kardeş ve dost emeğiyle gelişsin, büyüsün. Barış bir türkü olsun, yürekten yüreğe, umuttan umuda, düşten düşe yankılansın. Dağ doruklarının karlı gözelerinden sıcak denizlerin ince kumlu kıyılarına akıversin. Barış bir coşku olsun, halay halay kabartsın duyguları. El ele, omuz omuza, yürek yüreğe verirken insanlar,  barikatları aşıp, sellercesine koşsunlar barışın ışıttığı ve ısıttığı bir dünya özlemine.

Bütün bu mücadele içinde EMEĞİN SANATI E-YAYINEVİ emeğin sanatçılarının e-kitaplarını yayınlamaya devam ediyor...  19 şiir, 3 anlatı 2 düşün-eleştiri e-kitabı yayınladık. Yayın sırası bekleyen kitaplarla, burjuvazinin yayın düzeninin tuzaklarına düşmeden yazdıklarımızı okurla buluşturmayı sürdüreceğiz. Geleceğe önemli bir damga vuracak bu imeceyi okuyalım, okutalım, dostlarınıza önerelim, onlarla paylaşalım... 

Bu konuda yoldaşımız Serkan Engin'in şu sözleri, e-yayın mücadelemizin önemini en somut biçimde ortaya koyuyor: "E-yayınevini anlamlı ve işlevsel bulduğumuz için örgütlenip bu e-yayınevine omuz verdik ve giderek artan bir ilgiyle okur ve yazar-şair sayımız çoğalıyor... Artık arkaik duruma düşen, tarihin gerisinde kalmaya başlayan matbu yayın fetişizmiyle mücadele edelim!"

Ali Ziya Çamur

NOT: EMEĞİN SANATI E-DERGİ, TEMMUZ – AĞUSTOS AYLARINDA AYLIK OLARAK YAYINLANACAKTIR.


BU SAYININ SAVSÖZÜ


Sanatın işlevi, metropol ülkeler tarafından, kendilerine uygun ideolojik, felsefî ve siyasî görüngüyü tanıtlarken, bağımlı-geri-bıraktırılmış ülkelerin sanatsal eylemleri de uluslar arası platformda ortak sorunların ortak işleyimsel ve çözümsel içeriğini vurgulamaktadır.
Toplumcu gerçekçi sanatın evrenselliği, uluslar arası düzeyde üretici güçlerin en etkin süreçlerden birini oluşturtan üretim süreci ve sınıf savaşımı sürecinin tamı tamına içinde yer olmasıyla özdeştir. İşte bu niteliğinden dolayı, toplumcu gerçekçi sanat ve yazın, özgürlükçü özlemleri işleyen, insanların doğal ve tarihsel insansı istemlerini vurgulayan demokratik sanat ve yazınla olduğu kadar; ulusal bağımsızlık tutkusunun direnimiyle dikelen halkın direnişçi sanatıyla da örtüşerek, evrensel bir içerik ve boyut kazanır. Toplumcu gerçekçi sanatın nedensellik, tarihsellik ve doğal nesnenin fenomenal konumuyla değil… ama doğal öğenin iç-özellikleriyle bir bütünlük hâlinde, üretim sürecinin global ve gerçekçi tarzda işlenimi, gerçekçi sanatçı, kaçınılmaz olarak dinginlikten ve kalıplaşmış durağanlıktan sıyrıltır. Çünkü, toplumcu gerçekçi sanat, insan unsurunun tüm toplumsal işlevinin etkin süreçler biçiminde bilimsel bir soyutlama dolayımından somuta ulaşımı tarzında konuyu ele alır ve burjuva modernist sanatının biçimci ve öznel karakteristiğinin kökensel ve sınıfsal antogonizmini oluşturur.İLHAN ÖZAY(Yazko Sanat Ortak Kitap, 1984)        

YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ

YAYINCILAR BİRLİĞİ: KİTAP YASAKLAMALARIVE YAZARA BASKILAR ÇOĞALIYOR

Yayıncılar Birliği Başkanı Metin Celal, Türkiye Yayıncılar Birliği Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödül Töreni açılış konuşmasında yayıncılığımız üzerindeki tehlikeyi anlattı:

“Düşünce ve ifade özgürlüğü alanında birbirinden iç yakıcı gelişmelerle geçti yıl. Yazarlara, yayıncılara, gazetecilere ve aydınlara yönelik tutuklamalar, yayınlama özgürlüğüne yönelik yasaklamalar, sansür anlamına gelebilecek uygulamalar, oto sansürü kökleştirecek baskılar daha önce görülmemiş boyutlara ulaştı.
12 Eylül Darbesi günlerindeki gibi hakkında yasal bir karar olmayan kitapların suç delili olarak silahlarla birlikte sergilendiğini gördük. Daha da ileri gidilerek yayınlanmamış kitap ve çeviri taslakları örgüt dokümanı olarak sunuldu. Hatta kitap listeleri bile suç delili olarak gösterildi. Hiçbir yasada yer almamasına rağmen bastığı kitaptan dolayı hapis cezası alan matbaacı, yayınevinin ajandasının sayfa düzenini yaptı diye yargılanan grafikerler var.
Halil Gündoğan’ın cezaevinde yazdığı “Metris’ten Munzur’a Bir Firarinin Öyküsü” adlı kitabın ikinci cildinin taslağı “sakıncalı mektup” olarak değerlendirilip imhasına karar verildi. Gazeteci Zeynep Kuray’ın evinden çıkan flaş bellekte bulunan çeviri taslağı iddianameye delil olarak girdi. Berdan Matbaası'nın sahibi Sadık Daşdöğen'e, 'matbaacının yazarın yerine geçtiği' varsayımıyla, “örgüt propagandası”ndan 1 yıl hapis ve 782 TL para cezası verildi. Birçok üniversite öğrencisinin evlerinde, bazı derneklerin kitaplıklarında bulunan ve haklarında hiçbir yasal karar bulunmayan kitaplar örgütsel döküman olarak gösterilerek terör örgütü üyesi olmakla suçlandı. Kitap bulamadıklarında kitap listesi bile suç delili olabilmiş. Metis Yayınları’nın “inanmama hakkı” konulu “2010 İllallah Ajandası” hakkında açılan davada yayınevi yönetmeni, editörler, grafiker ve düzeltmen yargılanıyor. Herhangi bir yasa maddesinde yeri olmadığı gibi dünyada hiç görülmemiş bir uygulama. Tüm bu davalarda yargılanan kişilere ve onların konumunda olanlara bildirilen mesaj; “kitap okumayın, evinizde kitap bulundurmayın, okunacak kitaplar listesi bile yapmayın”, “yargılanacağından çekindiğiniz kitapları çevirmeyin, editörlüğünü, grafikerliğini yapmayın ve tabii basmayın”, “çünkü yasalarda yeri olmasa da yargılanırsınız!” Yani oto sansür uygulamaları isteniyor. Kitaba dokunursan yanarsın, deniyor. 
Terörle Mücadele Yasası’nın 6 ve 7. Maddeleri en geniş yorumlarla uygulandı ve tüm muhalifleri kapsar hale getirildi, tutuklanan gazetecilerin sayısı yüzü, partili, akademisyen, öğrenci ve avukatların sayısı binleri aştı. Gazeteciler için “basın suçundan değil teröristlik, hırsızlık, tecavüz gibi suçlardan yargılanıyorlar” dendi, sayı azaltılmaya çalışıldı. Oysa o listelerde Ergenekon, KCK, Devrimci Karargâh gibi davalarda yargılanan birçok yazar yer almıyordu, yani liste eksikti.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin aleyhte kararlarına rağmen Türk Ceza Kanunu’nun birçok maddesi düşünce özgürlüğünü engelleyici bir biçimde uygulanmaya devam ediyor. 301. Maddeden yargılamalar sürmekte. Türk Ceza Kanunu’nun müstehcenlik suçunu düzenleyen 226. Maddesi ile Dünyanın en ünlü yazarlarından William S. Burroughs ve Chuck Palahniuk’un kitaplarının edebiyat eseri olup olmadığı sorgulanmakta. Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu Başkanlığı 110 bin internet sitesini sahiplerine haber vermek gereği bile görmeden yasakladığını açıklıyor. Sanatı da terörün bir parçası sayan açıklaması ile dikkati çeken İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, 1952’den bugüne çeşitli mahkemeler tarafından haklarında toplatma, yasaklama ve yayın durdurma kararı verilen yayın sayısının 22 bin 601 olduğunu, toplama kararı kaldırılan yayın sayısının ise 529’da kaldığını bildiriyor. Basın davalarındaki artış ve eleştirilerin hakaret olarak kabul edilip dava açılmasının bizzat başbakan ve hükümet üyeleri tarafından özendirilmesi dikkati çekici boyutlarda. Cumhuriyet yazarı Bekir Coşkun’un “Paşa” başlıklı yazısı üzerine Başbakan “O zatın kaleminde pislik akıyor” diyerek “Tüm paşalar dava açmalıdır” diye çağrıda bulundu ve Genelkurmay da dava açtı (bkz. haber7.com).
Terörle Mücadele ve Basın Kanunları yanında Türk Ceza Kanunu düşünce ve ifade özgürlüğünü engelleyecek onlarca madde ile dolu. Geçtiğimiz yıl yazarların, yayıncıların, gazetecilerin ve akademisyenlerin sadece Türk Ceza Kanunu’ndaki bazı maddelere dayanarak hangi gerekçelerle yargılandıklarına bakarsak düşünceyi ifade etmenin yolunun kalmadığını da görürüz. “Onur, şeref ve saygınlığı rencide etme, İntihara teşvik ve yardım (Madde: 84), Kamu görevlisine hakaret (Madde: 125), Haberleşmenin gizliliğini ihlali (Madde: 132), Özel hayatın gizliliği (Madde: 134), Suçu ve suçluyu övme (Madde: 215), Halkı kin ve düşmanlığa tahrik (Madde: 216), Basın yoluyla kamu barışına karşı işlenen suçlar (Madde: 218), Soruşturmanın gizliliğini ihlali (Madde: 285), Soruşturma ve kovuşturma işlemlerinde ses ve görüntü kaydı (Madde: 286), Adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs (Madde: 288), Cumhurbaşkanına hakaret (Madde: 299), Temel milli yararlara karşı faaliyette bulunmak için yarar sağlama (Madde: 305), Halkı kanunlara uymamaya alenen tahrik (Madde: 217), Kanunun suç saydığı fiilleri işlemek amacıyla örgüt kurmak ve örgütün propagandasını yapmak (Madde: 220), Şapka ve Türk harfleri hakkındaki kanunlara aykırı davranış (Madde: 222), Müstehcenlik (Madde: 226), Görevi kötüye kullanma (Madde: 257), İftira (Madde: 267), Yalan tanıklıkta bulunma (Madde: 273), Suçluyu kayırma (Madde: 283), Uygulama örneklerine bakarak silahlı örgüt üyesi olmak (Madde: 314), Devletin güvenliğine ilişkin bilgileri temin etme (Madde: 327), Devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklama (Madde: 329), Yasaklanan bilgileri temin (Madde: 334), Yasaklanan bilgileri açıklama (Madde: 336).” (Kaynak; Hüsnü Öndül, İHOP 2012 Raporu).
Diyorlar ki; “Ne var, yargılanırsınız, aklanırsınız!” Mevcut sistemimizde yargılanmak da, aklanmak da pek kolay değil. Birçok yazar, yayıncı, gazeteci, aydın ve yüzlerce öğrenci neyle suçlandıklarını bilmeden, aylarca, yıllarca hapiste yargılanmayı bekliyor. Uzun yargılanma sürelerinin, cezaevlerinde, mahkeme koridorlarında geçirilen sürelerin yargılanmadan cezalandırılmak olduğu ortada. Yayıncı, yazar Ragıp Zarakolu’nun yaşadıkları, Ergenekon, KCK, Devrimci Karargâh örgütü gibi içine hemen herkesin dâhil edildiği ve insanların neyle suçlandığını bilmeden yıllarca hapis yattığı davalar çarpıcı örnekler.
Düşünce özgürlüğünün engellenmesi sadece yasal yollardan değil toplumun her kesiminde yaygın olarak uygulanan bir alışkanlık haline getirilmeye çalışılmakta. İstanbul Metrosu’nda Zülfü Livaneli’nin Livaneli’nin “Engereğin Gözündeki Kamaşma”sının çizgi roman uyarlaması “Harem”in tanıtım afişlerini kitabın kapağını “müstehcen” bulduğu için sansürleyen müdürden, Samsun 19 Mayıs Üniversitesi'nde "kitap takas standı" açan 7 öğrenci hakkında soruşturma açtıran rektörden,  inançlarına aykırı bulduğu Bahadır Baruter’in karikatürünü yayınlayan Penguen dergisini kundaklayan okura, beğenmediği kitabı satan kitapçıyı basıp tehdit eden partiliye kadar geniş bir yelpaze var. Muhalif hatta yandaş gazetecilerin, köşe yazarlarının hükümetin politikalarını eleştiren yazı ve haberlerinden dolayı işlerinden çıkartılmaları, hedef gösterilmeleri gündelik bir olay halini aldı. Nuray Mert, Banu Güven, Mehmet Altan, Cüneyt Ülsever, Ece Temelkuran, Özdemir İnce, Can Dündar ve Ruşen Çakır ve son olarak Yeni Şafak’tan Ali Akel iktidarın tepkisini aldıktan sonra baskıya uğrayan, işten ayrılmaya zorlanan, programları durdurulan, köşelerinden olan gazetecilerin sadece birkaçı.
Türkiye’deki tepkilere, açıklanan raporlara kulaklar tıkandığı gibi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin aldığı aleyhte kararlara, Avrupa Birliği’nin, ABD’nin yöneticilerinin, Dünya çapındaki Düşünce Özgürlüğü kuruluşlarının verdikleri demeçlerdeki, yayınladıkları raporlardaki çağrılarına da karşılık verilmemekte, uluslararası yükümlülüklere uyulmamakta ve verilen sözler tutulmamaktadır. Paul Auster gibi boş bulunup bu konuda fikir beyan edenlerin sonu da sıkı bir fırça yemektir. Uzun tutuklama sürelerini önleyecek, adil yargılamayı sağlayacak yasa değişiklikleri halen yapılmamıştır. Terörle Mücadele Yasası’nın kaldırılması bir yana düşünce özgürlüğünü açıkça engelleyen maddelerinin değiştirilmesi bile telaffuz edilmemektedir. Bu durum da düşünce ve ifade özgürlüğünü engelleyici uygulamaların artarak süreceğini, gelecek yıllarda daha çok yazarın, yayıncının, gazetecinin, akademisyenin ve öğrencinin tutuklanacağını düşündürmektedir.
Gerçek demokrasinin karşıt fikirlerin serbestçe ifade edildiği, insanların beğenmeseler dahi bu görüşleri hoşgörü ile karşıladıkları bir rejim olduğuna inanıyoruz. Hükümeti, hâkimleri, savcıları ve emniyet kuvvetlerini bir kez daha uluslar arası anlaşmaların, Anayasa'nın düşünce özgürlüğüne ilişkin getirdiği hükümlere uymaya; tüm siyasi partilerimizi ve TBMM'ni TCK, TMY, Basın Kanunu ve ilgili diğer yasalarda ifade özgürlüğünün önünü tıkayan tüm maddelerinin acilen değiştirilmesi için göreve çağırıyoruz.”


GITTÜRKİYE, “BÜŞRA ERSANLI'YA ÖZGÜRLÜK!
ÜNİVERSİTEYE ÖZGÜRLÜK!” DİYOR…

GITTürkiye (Türkiye’de Araştırma ve Öğretim Özgürlüğü Uluslararası Çalışma Grubu) 26 Haziran 2012 tarihinde Taksim Hill Otel’de düzenlediği “Türkiye’de Akademik hak ihlalleri ve "Büşra Ersanlı'ya özgürlük, üniversiteye özgürlük!" başlıklı bir toplantı düzenledi. Toplantıya çok sayıda akademisyen katıldı. Prof. Dr. Zeynep Gambetti, Koray Çalışkan, Prof. Dr. Füsun Üstel, Dr. Onur Hamzaoğlu, Yrd. Doç. Dr. Lütfiye Bozdağ, Dr. Tülin Ural, Dr. Nesrin Uçarlar, araştırma görevlisi Bahar Şahin Fırat ve Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu’nun konuşmacı olarak katıldığı basın toplantısında İsmail Beşikçi, Taner Timur, Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği başkanı Tahsin Yeşildere, Nuray Mert ve Eğitim Sen destek verdiler. Toplantıya katılamayan Prof. Dr. Nermin Abadan Unat, Prof. Dr. Şerif Mardin ve Prof. Dr. Binnaz toprak ise GİTTürkiye’nin mücadelesini desteklediklerine dair mesajları ilettiler. Toplantıda ayrıca GITTürkiye'nin derlediği "Akademide Hak İhlalleri" başlıklı dosyanın tanıtımı yapıldı. Dosyada yer alan örnek ihlal vakalarını anlatmak üzere Nesrin Uçarlar, Onur Hamzaoğlu, Lütfiye Bozdağ, Tülin Ural ve Bahar Şahin Fırat birer konuşma yaptı.

Konuyla ilgili olarak Emeğin Sanatı yazarlarından Lütfiye Bozdağ şu açıklamayı yaptı:

Siyasi iktidar, kendisine muhalif her sesi, baskı ve şiddet politikalarıyla susturmaya çalışıyor. Kendisi gibi düşünmeyen hiç kimseye yaşam hakkı tanımak istemeyen hükümet, iki gün önce Kask, Eğitim Sen üye ve yöneticilerinden oluşan 71 kişiyi gözaltına alarak baskıcı ve tehditkâr tutumunu sürdürmekte ve toplumsal gerginliği hızla tırmandırmaktadır. Son habere göre, KESK ve Eğitim-Sen’le ilgili soruşturmada 28 Eğitimci tutuklanmıştır.
Hükümetin kendisi gibi düşünmeyen ve haksızlıklar karşısında sesini yükseltenleri “bertaraf” etmek isteyen antidemokratik tavrı endişe vericidir. Eğitim Sen, özellikle hükümetin 4+4+4 düzenlemesine karşı yürüttüğü mücadele ile hedef haline gelmiştir.
Siyasal ve toplumsal iktidar odaklarının baskısının hayatın her alanında kaygı verici boyutlarda artmış olduğunu görüyoruz. Sendika yöneticilerinin ve üyelerinin, öğrencilerin, öğretim elemanlarının, gazeteci ve yayıncıların gözaltına alınması ve tutuklanması endişelerimizi haklı çıkartıyor.
Üniversitelerde; öğretim elemanlarına yönelik idari soruşturmalar; araştırmacılara yönelik doğrudan veya dolaylı engellemeler bilimsel özerkliğe karşı da tehdit oluşturuyor.
2007 yılında üniversiteden atıldığım zaman açtığım infaz sergisinin manifestosundan bir bölüm okumak istiyorum. “Nitelikten yoksun niceliğin hegomanyası karşısında akademi, akademi olma özelliğini yitirmiş, itibarsızlaştırılmıştır. Bu yapılanmaya karşı duran akademisyenler her türlü şiddet ve baskı altında sistematik yıldırma politikaları ile cezalandırılmakta, infaz edilmektedir. İnfaz edilen muhalif akademisyenler değildir. Bilimsel bilginin üretildiği ve kamuyla paylaşıldığı yer olan akademi de piyasalaştırılarak, ticarethaneye dönüştürülerek, öz niteliğinden uzaklaştırılarak infaz edilmektedir. Bu aynı zamanda bilimsel eleştirel düşüncenin infazıdır.
12 Eylül cuntasının yarattığı YÖK imparatorluğunda, akademisyenlere uygulanan her türlü yıldırma, sindirme ve baskılarla yaratılan korku kültürü, tahakkümü sürekli kılmaktadır. YÖK’ün fetvalarına karşı çıkanlar sorgusuz sualsiz derhal infaz edilmekte diğer karşı çıkanların gözü korkutulmakta, caydırılmakta böylece başka karşı çıkışların önü peşinen kesilmektedir.
Bu sergi ile
•YÖK’ün bilimsel, eğitsel ve sanatsal özgürlükleri yok eden tahakkümüne,
•Bu tahakkümün uygulayıcısı yöneticilere ve bu tahakküme boyun eğen akademisyen tipine,
•Akademinin bağımsızlığını kaybetmesine ve gericileşme sürecine
•Üniversitenin kamusal hizmet yükümlülüğünden uzaklaştırılarak piyasalaştırılmasına
•Üniversite yönetimlerinin yapmış olduğu akademisyenlerin özlük hakkı ihlallerine,
•Kendini yeniden üreterek yeni varoluşlar ortaya koymak isteyen akademisyenin kendini ifade etme hakkını gasp eden zihniyete,
•Üniversiteye hâkim olan korku kültürüne
•Eleştirel akla ve özgür bilime tahammülleri olmayan dayatılmış sistemlere ve politikalara bir karşı koyuş sergilemek istedim.
2007 yılında ortaya çıkan bu tablo günümüzde ağırlaşarak devam ediyor.
YÖK mevzuatından ötürü üniversitelerde yönetsel kadrolarının her türlü dış müdahalelere maruz kaldığını, katılımcı demokrasinin uygulanmadığını biliyoruz. YÖK mevzuatına göre yapılan rektörlük seçimleri ve atamaları demokratik olmayan yollarla yapılmakta vesayet düzenini pekiştirmeye devam etmektedir.
İktidara gelirken 12 Eylül militarizminin kurduğu YÖK’ü kaldıracağız vaadinde bulunan ama kaldırmayan hükümet, YÖK mevzuatından yararlanarak öğrencilere ve akademisyenlere baskı yapmaya devam ediyor.
Piyasalaşan, sektörleşen eğitim sadece meta üretmekle kalmaz aynı zamanda toplum mühendisliği yaparak yeni insan tipleri de üretir. Üniversiteler, toplumun karakterini belirleyecek potansiyeli de elinde bulundurmaktadırlar. Bu yüzden eğitim alanında oluşturulan ideolojik yapılandırmalar ile toplumsal dönüşümün kaderi, siyasi iktidarın kapitalist-gerici ideolojisine bırakılamayacak kadar önemlidir.
Bu yüzden bilimsel ve sanatsal üretimleriyle iktidara ve statükoya boyun eğmeyen üniversite, eleştirel olmakla yükümlü. Bunun için üniversiteler, dinden, devletten ve sermayeden bağımsız olmalı. Üniversite özgür düşüncenin, farklılıkların kendisini ifade edebildiği, demokrasinin en gelişkin olduğu eğitim ve bilim kurumlarıdır. Bu nedenle üniversitelerin özgür, demokratik, bilimsel ve özerk ve de parasız olması talebi çok önemlidir ve bu varoluşsal bir talep.
Türkiye’de Araştırma ve Öğretim Özgürlüğü Uluslararası Çalışma Grubu (GITTürkiye) Eğitim ve araştırma faaliyeti kısıtlanarak benzer baskılara maruz kalan öğrenciler, çevirmenler, editörler ve gazetecilerle dayanışma içinde, Türkiye’deki düşünce insanlarının karşı karşıya kaldığı tahakküme karşı mücadele etmeye devam edeceğiz.
Çünkü; Adorno’nun da söylediği gibi  ‘Bilim itaatsiz olana ihtiyaç duyar!’... ”


PEN ULUSLARARASI ÖYKÜ ÖDÜLÜ KEBEDE’NİN…


2012 PEN Türkiye Uluslararası Öykü Ödülü Etiyopyalı Yazar Aschalew Kebede’ye verildi. 29 Haziran 1971’de doğan Aschalew Kebede öykü, roman ve makale yazarı. Ayrıca Almanca’dan öykü çevirileri de yapıyor.

 Bu yılki PEN Türkiye Uluslararası Öykü Ödülü, Prof. Dr. Aysu Erden başkanlığındaki Çeviri ve Dil Hakları Komitesinin ön araştırması ve Etiyopya PEN Yönetim Kurulunun katkısıyla belirlendi. PEN Türkiye açıklamasında, Etiyopya edebiyatının Türkiye’de ve gezegenin başka yerlerinde daha iyi tanınmasına yardımcı olacağını vurguladı. Kebede, PEN Türkiye Merkezinin gönderdiği ödül iletisini “Bu ödülü almak benim için büyük bir şeref ve mutluluk. Kültürümde şöyle bir deyiş var: ‘İnsan, en çok, çocuğu hararetle selamlanınca sevinir.’ Dünyada daha iyi bir şey var mı? Size teşekkür ederim, PEN Türkiye” diye yanıtladı. (EVRENSEL)


SİVAS KATLİAMI, TOPLUMSAL BİLİNCİMİZDE  KORLAŞMAYA DEVAM EDİYOR…


2 Temmuz 1993 günü Sivas'ta faşist ve şeriatçı güçlerin gerçekleştirdikleri katliam sonucunda 33’ü kutlamaya giden demokrat, yurtsever ve devrimci; 2’si otel emekçisi, 2’si ise saldırganlardan 37 insan katledildiler.

Sivas Katliamı'nın üzerinden 16 yıl geçmesine rağmen olayın gerçek failleri için hiçbir şey yapılmamıştır. Bu da, Sivas Katliamı'nın devletin bilgisi dâhilinde gerçekleştirildiğinin bir göstergesi olmaktadır. Ortaya çıkan tüm veriler, katliamın çok önceden planlandığını ortaya koymaktadır. Son yıllarda Sivas'ta gerçekleştirilen Pir Sultan Şenlikleri'nin başlangıç gününün katliama sahne olması, gerici güçlerin hazırlıklarını önceden yaptıklarını göstermektedir. Böylece devlet, faşist ve şeriatçıların katliam yapmalarını engelleyebilmek için gerekli "önlemleri" alabilecek zamana sahip olduğu ortadadır. Ancak bu yapılmamış, tersine katliam için gerekli koşullar sağlanmıştır.

Sivas Katliamı, devletin, en küçük bir devrimci ya da ilerici bir faaliyete karşı nasıl bir yok etme politikası izlediğini açıkça ortaya koymuştur. Sivas Katliamı'nda yaşamını yitiren Asım Bezirci’yi, Behçet Aysan’ı, Metin Altıok’u, Uğur Kaynar’ı, Hasret Gültekin’i, Âşık Nesimi’yi, Muhlis Akarsu’yu ve diğerlerini bilincimize kazıdık; unutmayacağız, unutturmayacağız!


BEHÇET AYSAN’IN ŞİİRLERİ
ALEVLER ARASINDAN TÜTÜYOR HÂLÂ…


Şiirimizin ince örgücüsü Behçet Aysan’ın 1949 yılında Ankara’da başlayan yaşamı 1993 yılında Sivas’ta, Madımak Otelinde son buldu. Yakılarak öldürülen 33 aydından biriydi. Askeri lise mezunu olan Aysan, tıp ve psikiyatri eğitimi aldı. Şairliğin yanında doktorluk da yapmaktaydı. Giritli bir şairin oğlu olan Behçet Aysan 30’lu yaşlarından itibaren kitaplaştırdığı şiirleri yayımlamaya başladı. Sesler ve Küller (1984) adlı kitabıyla Yaşar Nabi Nayır, Eylül (1986) ile Ceyhun Atıf Kansu, Deniz Feneri adlı kitabı ile ise Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü kazandı. Ölümünden sonra tüm şiirleri Düello adlı kitapta toplanarak yayımlandı.

Behçet Aysan’ın dizelerinde hem bireysel yaşantının duygulu ve hüzünlü sesini hem de toplumcu bir duruşun karalı, duyarlı anlatımını bulabilirsiniz. Çok az şair aşkı Aysan'da olduğu kadar insani, umudu ve umarsızlığıyla birlikte ve dilin estetiğini en güzel biçimde kullanarak anlatabilmiştir. Aysan şiirinde imge zenginliği, özgün iğretilemeler dikkat çekicidir. Dilin anlatım olanaklarını şiirsel zemine iyi taşımıştır. Karşımıza çıkan üretim, içten, doğal fakat güçlü bir şiirdir. Kendi üslubunu yaratabilmiş ustalardandır Behçet Aysan.

Tüm çekilen acıya, yaşantıya bir anlam yükleme sancısına, eşitsizliklere, insanlık tarihindeki kara lekelere rağmen umut’ sözcüğü Aysan şiirinde vardır ve belki de bu varoluştur ona umutsuzluğun şiirini dahi yazdıran. Elbette ki onun da umudu, gülen yüzler, sağlıklı çocuklar, özgürlük ve güzel günlerdi. Aysan, ancak ayrıntıları biriktirerek duyarlığını, çok sevdiği diliyle dışarıya taşıyabilen usta bir şairdi. .

Sesi, şiirleriyle kulaklarımızda çınlamaya devam edecek:

SEVMEYİ UNUTANLAR İÇİN

sevmeyi unutmuşsunuz kardeşler
yalan her şey gibi
aşklarınız da.

yaşamı ölüm
diye anlatıyorlar size
yalanı gerçek diye.

ne leylakların
tomurundan
haberiniz var

ne önünüzden
kara bir tabut
gibi geçen geceden.

sevmeyi unutmuşsunuz kardeşler
yalan aşklarınız
da.

BEHÇET AYSAN


METİN ALTIOK, SÖZCÜKLER EVRENİNE
IŞIKLI PENCERELER AÇIYOR HÂLÂ…

Harflerini "rüzgârın yırtık yeri"nden göğe bırakan ve günün birinde aynı yırtık yerden göğe karışan şair Metin Altıok'u yitireli 17 yıl oldu. 33 yazar, ozan ve aydının yakılarak katledilmesi ve 2 otel emekçisi ile oteli ateşe verenlerden de ikisinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan Sivas katliamı sonrası komadan çıkamayarak, 9 Temmuz 1993’de hayatını kaybetti.

Şair olarak kavramları katışıksız anlamlarıyla, korkusuzca kullanmıştır. O acıdan söz ettiğinde, acıyı en etkili biçimiyle ifade etti. Arılık en belirgin özelliği idi. Peş peşe okunduğunda bile, her şiiri insanı şaşırtmayı başarır. 'hesap işi şiirler', şiirin matematikle ilişkisine nefis örnekler sunar. Ancak, şiiri bir zekâ gösterisi gibi anlamadı ve asla bir sözcük cambazı olmadı.

Metin Altıok kendini şiire adamıştı. Sair olmanın günün tehlikesini bir sis çanı gibi duyurmak olduğunu vurgulayan bir şairdi Altıok. 13 Ocak 1991 tarihinde Cemal Süreya Şiir Ödülünü aldığı gün, "Ben hayatla tam anlamıyla karşı karşıyayım. Aydın olmak muhalif olmayı gerektirir. Aydın karşı koyan insandır, kafa sallayan insan değil" diyordu.

Şiirleri duygularımız dalgalandırmaya devam edecek hep:

KANA GAZEL
kandır can veren kan dökenin de gövdesine
delik deşiktir uykusu, kan damlar döşeğine

sofrasında ekmek kanar bölününce sımsıcak
kan sızar su testisinden, ince ince dibine

kan döken kurtulamaz eline bulaşan kandan
sinekler üşüşür bıraktığı parmak izlerine

silinmez hiç bir şeyle, akan insan kanıdır
toprak bile içemez, sindiremez onu kendine

sen söyle altıok metin, dökülen sıcak kanı
ki kan sıçrasın senin de incinmiş şiirine
METİN ALTIOK


ŞİİRİMİZİN ÖLÜMSÜZ GERİLLASI ADNAN YÜCEL
KAVGAMIZDA YAŞIYOR!


O, kavgalara sözlenen bir sevdanın izinde, yeryüzünü aşkın yüzü yapma çabasındaki ateşin ve güneşin çocuklarından biriydi. Temmuz sıcağının doğayı kavurduğu bir günde Çukurova’da toprak çatlarken yitirdik Adnan Yücel’i. Binlerce yürek titredi göçüp giderken. Birdenbire dağ gibi mısraları kaldı acılı yüreklere. Şair, yazar, araştırmacı ve öğretmendi.

Kâh Cudi’nin gözleriyle Cizre’ye bakar, kâh bir kavalın inceliğinde bir çiçeği okşardı. Soframda Kaval Sesinde peyniri zeytini ve biberi okşamıştı. Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’te koca bir tarihe tanıklık etmişti. Toprağın ilk kez nasıl çitlerle çevrildiğini, topraklıların tanrılaşırken topraksızların nasıl köleleştiğini öğrenmiştik mısralarında. Sonra umudu kaybetmemeyi öğreterek hepimize yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek dedirtmişti. Ateşin ve güneşin çocuklarında bin yılın ağıtını yaktı. Âdem’den öncede akan o iki nehrin köpüklerine bindirip okuyucuyu koca bir tarihe tanıklık ettirdi. Munzur’un sesini dinletti. Laç deresinin leş deresine dönüşmesinin hüznüyle sızlattı yüreklerimizi sonra… İşçi direnişlerinde, “Tariş denilince durulur birgün / Tarişin hesabı sorulur bir gün” diye direniş türküleri yazdı, söyledi.

Çok verimli olabilecekken genç sayılabilecek bir yaşta, 49 yaşında akciğer kanserine yenik düşerek aramızdan ayrılan Adnan Yücel, anılarını zihnimizde her dem taze kılan şiirleriyle kavgamızda yaşamaya devam edecek.


TARİŞ TÜRKÜSÜ’NDEN…

“Kavganın nişanı düşmüş sulara
Denizler küskün gökyüzü sancılı
Buyruklar mı geldi gecelerden
İşçiler mi vuruldu
Yağ yerine
Kan mı üretildi fabrikalarda
Ki dalgalar çığlık çığlığa
Böyle hırçın koşar
Böyle yorgun düşer kıyılarda

Zeytine damlayan kanlı gözyaşı
Ayçiçeğine dökülen tuzlu ter
Karışıp akmadan kan sellerinde
Susar mı hiç tarişli emekçiler

İşçiler işçiler tariş gözlüler
Bir mayıs günleri bayram yüzlüler
Devrim türkülerde devrim yollarda
Sizleri bekleyip sizleri söyler”

ADNAN YÜCEL


ÖLÜMÜN YOK EDEMEDİĞİ GERÇEK:
SANATÇI VE BİLİM İNSANI BEDRETTİN CÖMERT

Bedrettin Cömert’i hatırlıyor musunuz? 11 Temmuz 1978'de görev yaptığı Hacettepe Üniversitesinde sağ terör olaylarını soruşturmak için kurulan bir komitede yer aldığı için, 11 Temmuz 1978 günü, en verimli çağında demokrasi ve insanlık düşmanı katiller tarafından otomobili içinde kurşunlanarak öldürülen Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim üyesiydi.

1960–1970 yılları arasında doktora çalışmaları nedeniyle İtalya’da bulunmuştu. 1967'de Roma Üniversitesi İtalyan Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Aynı yıl döndüğünde, Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü'ne asistan olarak girmişti. 1971 yılında Roma Üniversitesi Felsefe Enstitüsünde, “Son Elli Yılda Türkiye’de Sanat Eleştirisi” konulu tezi ile doktorasını tamamladı. 1972’de Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümünde öğretim görevliliğine atanan Cömert, ikinci doktorasını da burada verdi. “Giotto ve San Francesco Geleneği” konusundaki tezi ile Sanat Tarihi doktoru da oldu. Yoğun bir yazı ve çeviri etkinliğinin içinde bulunan Cömert, 1960’lı ve 70’li yıllarda dönemin belli başlı dergilerinde ürünleriyle yer alır. Bu dergiler arasında Forum başta olmak üzere, Yansıma, Gelecek, Varlık, Soyut, Yeni Ufuklar, Yeni Ortam sayılabilir. Ancak 1970’ten itibaren şiir yayınlamaktan vazgeçerek, eleştiri çalışmalarına daha ağırlık verir. Şiir konusundaki tutumunu 4 Mart 1969 tarihli mektubunda Hasan Hüseyin’e şöyle açıklamıştır: “…Fakat ben şiirlerime güvenmiyorum artık. Şiirdeki duyarlığımı eleştiriye uygulayınca daha verimli, daha yararlı oluyorum. Kendimi ozan saymıyorum senin anlayacağın.(…) Gençliğimin ilk yapmacık heyecanlarından sıyrıldım artık.”

Cömert, 1950’lerde şiirle girdiği edebiyat-sanat dünyasında, adını daha çok eleştiri çalışmalarıyla duyurdu. Önemli çeviriler de yaptı. Gombrich’in ünlü kitabı Sanatın Öyküsü’nün çevirisiyle 1977 Çeviri Ödülü'nü kazanandı. Kalmasın Ellerim Sizlerden Uzak adlı şiir kitabı ise 1979 yılında çıktı. Cömert’in daha sonra yayınlanan kitapları arasında şunlar sayılabilir: Giotto'nun Sanatı, Croce'nin Estetiği ve Mitoloji ve İkonografi. Eleştiriye Beş Kala, kendisinin ölümünden sonra yayınlandı. Hasan Hüseyin’in yayına hazırladığını belirttiği diğer iki kitabı ise yayınlanamadı sanıyorum. Bunlardan biri, Dil ve Sanat adını taşıyan makaleler toplamı, diğeri ise Dili Dille Seviştirmek adlı çeviriler toplamı. 1980 yılında yayınlanan Bedrettin Cömert’e Armağan ise, Sanat Tarihi Bölümü tarafından 3–7 Haziran 1979 tarihinde düzenlenmiş Sanat Tarihi ve Sanat Sorunları Semineri'ne verilen bildirilerden oluşmaktadır.

Çok yönlü bir kişi olan Cömert’i tanımlamanın zorluğu hakkında Hasan Hüseyin şunları söyler: “Doğrusunu isterseniz, Bedrettin Cömert’i, ozandı, eleştirmendi, sanat tarihi ve estetik öğretmeniydi, dilciydi, felsefeciydi, çevirmendi, polemikçiydi, babaydı, dosttu, insandı… diye parçalara ayırmak istemiyorum! Onu böyle, parça parça anlatmak yanlış olur; çünkü o, bunların hepsiydi, bütün bunların oluşturduğu bir bütündü o. Şu yandan bakılınca eleştirmen olarak görünürdü; bu yandan bakılınca ozan, o yandan bakılınca sanat tarihçisi, ne bileyim, dilci, estetikçi, felsefeci vb…”

Bedrettin Cömert, eleştirileriyle de devrimci sanatçılara ufuklar açma çabasındaydı:

“Sanatla, edebiyatla uğraşan kişinin, hele de toplumcu, devrimci bir görüşü benimsiyorsa, yalnızca dünya görüşünü oluşturan genel doğrultularla yetinmemesi, özel olarak sanat sorunlarının en ince ayrıntısına kadar eğilmesi zorunludur.”

Onun “Eleştiriye Beş Kala”, adını taşıyan eleştirilerinin, “Sanat-Edebiyat Üzerine” yazdıklarının kolay kolay aşılacağını sanmıyoruz. Bedrettin Cömert kullandığı dil, üslup ve yaklaşımı ile -o çalkantılı dönemi düşünürseniz- çağdaşlarını bile etkileyecek bir tutum sergilemiştir. Onun sanata, estetiğe katkısı asla azımsanamaz. Örümcek ağı tutmuş beyinleri dahi düşünmeye, araştırmaya teşvik etmiştir. Çevirisini yaptığı meşhur ve hâlâ elimden düşüremediğim, yıllarca eskimeyecek bir başvuru kaynağı olan Sanatın Öyküsü adlı kitaba yazmış olduğu önsöz bile onun düşüncesini, kişiliğini ele verir. Şöyle der: “Sanatın Öyküsü, alışageldiğimiz sanat tarihi kitaplarının, hele de ülkemizdekilerin, tümünün dışına çıkıyor. Bu kitabı okumak, gereksiz ayrıntıların öğrenilmesi için bir ‘katlanma’ değildir. Tersine, ayrıntıların, genel bir dünya ve beğeni görüşü içinde, anlaşılır bir dil ve anlatım biçimiyle verildiğinde nasıl çekici olduğunu kanıtlamaktadır…” Sanatın Öyküsü o dönem sanatseverlerin taptığı ve gençlere sanatı sevdiren kitap olarak geçecektir tarihe.

Gencecik yaşamında 7 yıla sığdırdığı onca eserlerinin yanında yaşasaydı/yaşatılsaydı kim bilir daha ne eserlere imza atacaktı. Çünkü “Daha yapacak çok işi” vardı, Bedrettin Cömert’in. Ölümünün 34. yıldönümünde sevgi ve saygıyla anıyoruz.

TARİHİN AKIŞI

ufkun kıyısındayım
orda bulutlar konuşuyor,
orda düşlerin elleri-ayakları var
ve denizkızları denizi baştan çıkarıyor

masalın gerçek olduğu yerdeyim
orada ay, güneşe ışık sunuyor
orada müzik günlük ekmektir
ve çocuk çiçeklere öğüt sorar

orada erkek ve kadın tek bir
varlıktır, orada kılıçlar ve kurşunlar
sapana dönüşmüştür
orada söz ve eylem tek bir şeydir

BEDRETTİN CÖMERT


KAVGADA ŞİİRİ, ŞİİRDE KAVGAYI
SEÇEN ŞAİR: VAPTSAROV 

Nikolay Vapstsarov, makine teknisyeni, şair ve Bulgaristan Komünist Partisi üyesidir. Şiirlerinde işçi sınıfının ağır koşullarını, parti-sınıf ilişkileri içinde ele aldı. Bu tavır, O’nu Bulgar ve dünya insanlığı karşısında onurlu bir yere taşıdı. 1940 yılında tek kitabı “Motor Türküleri” yayınlandı.

1942 yılında alman faşizmine karşı silahlı eylemlerinden dolayı tutuklandı. Vaptsarov’a aylarca işkence yapıldı. İşkenceler, komünist Vaptsarov’u çözemezken, faşizm acil tarafından yargılayıp, idam cezasına çarptırdı. 23 Temmuz 1942'de faşist rejim tarafından kurşuna dizildi. O ve beş yoldaşı, idam mangası önünde, Hristo Botev'in, "özgürlük uğruna düşen ölmez!” şarkısını söylediler. Yeni, demokratik ve devrimci Bulgar şiirinin en önemli temsilcilerindendi. 

AYDIN ATEŞÇİNİN ŞARKISI

Uykulu uykulu traklıyor
gece karanlığında raylar
Yorgunluktan
ağrı sızı içinde kaslar
Üzülebilir biri bu an:
“Beklemiyorum…”
Hayır! Bekliyorum!
Beni bekliyor tüm dünya.
Bellidir
hayatta yerim.
Sanmayın, boş yere
kendimi öldüreceğim.
Namusluca yaşayıp
şu dünyamızda
işçi gibi düşeceğim
ekmek ve özgürlük kavgamızda.

VAPTSAROV


SOSYALİST EDEBİYATIMIZIN ÜÇ ULU ÇINARINI ANIYORUZ!



ASIM BEZİRCİ

Edebiyatımızda nesnel eleştirinin öncülüğünü yapan; eleştiri ve yazılarıyla 70 kuşağına yol gösteren Asım Bezirciyi 2 Temmuz Sivas Katliamında yitirdik.  Yazılarında ve yaşamında “Halktan Yana/Sosyalizme Doğru”  tavrını her zaman sürdüren Bezirci 40 kuşağının sonrasında onlara öykünerek girdi edebiyata. Önce şiirler yazdı. Sonradan eleştiri alanına girdi. Nurullah Ataç’ın öznel eleştiri anlayışını yıktı.

Üniversite yıllarında, siyasal durum, doğal olarak Bezirci'yi de etkilemişti. Dünyada yaşanan devrimlerin etkisi hissediliyor, sosyalist düşünce tartışılıyordu. Bezirci de Türkiye Sosyalist Partisi'nin düşüncelerini benimsedi ve Gerçek Dergisi’nde o süreçte yazıları çıkmaya başladı. Bu yazıları nedeniyle de birçok soruşturmaya maruz kaldı ve daha sonra tutuklandı. Altı ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldı. 6–7 Eylül olayları nedeniyle hakkında bir soruşturma daha açıldı ve tekrar tutuklanıp beş ay daha hapishaneye atıldı.

Birçok aydının, yazarın dile getirmekten kaçındığı doğruları asım bezirci çekinmeden dile getirdi. Ülkemize emek veren ve sosyalist düşüncelerinden dolayı tutuklanıp, sürgün edilen, ya da katledilen aydınların yaşamını araştırdı, yazdı ve hak ettikleri yere koydu. Edebiyatın ve edebiyatçının bir ülkenin geleceğinde, kültürünü geliştirip yaygınlaşmasında büyük rol üstlenmesi gerektiğini bildiği için özelikle bu konu üstünde durdu:

“Devrimci yazar, bireysel ve toplumsal gerçekliği, çelişkileri ve ilişkileriyle bütünselliği ve evrimiyle içerden canlandırmalıdır. Gerçeklikteki doğruyu(hakikati), geleceğin tohumu ile ereğini ortaya çıkarmalı ve onun yanında yer almalıdır. Şimdiye geleceğin gözüyle —çağımızda işçi sınıfının bilimiyle— bakarak bugünü yarına bağlamalıdır. Ancak bu yöntemle gerçekliğin yüzeyinde dolaşmaktan kurtulur, derine, temel etkenlere inebilir, geleceği hazırlayan güçleri (sınıfları, kuruluşları, insanları) yakalayabilir, toplumdaki çatışmalı oluşumu devrimci gelişmesi içinde hakkıyla gösterebilir. Giderek, bu oluşumun izleyeceği yola, şimdideki geleceğe ışık tutabilir, geleceği sezdirebilir. Böylece, yalnızca olmakta olanı değil, olması gerekeni de belirtmiş olur.”      


RIFAT ILGAZ

1940 Fedailer kuşağının en önemli şairlerindendir. Yaşamı bir yandan ciğerlerine çöreklenen tüberküloz mikrobu ile diğer yandan ülkeye çöreklenen faşizm mikrobu ile savaşmakla geçti. Üzerlerinde dönüp duran faşist tehdit, yapıtlarını yayınlamasına da engel oldu. Sosyalist bir Türkçe öğretmeni duyarlığıyla yazdığı Sınıf şiiri ve kitabına Sınıf adını koyması nedeniyle kitabı toplatıldı. Kendisi hapse atıldı.

Hapisten çıktıktan sonra İlhan-Turhan Selçuk kardeşlerin çıkardıkları Dolmuş mizah dergisine Stepne yakma adıyla mizah öyküleri yazdı. Adını en çok duyuran Hababam Sınıfını stepne adıyla yayımladı. Kendisine para değil ama ün kazandıran bu romanı ancak 60 sonrası kendi adıyla bastırabilecektir. Şiirlerinde de toplumsal yaşamdan izlere ve kesitlere yer veren Ilgaz, Sivas katliamında A. Bezirci’nin ölüm haberini aldıktan sonra kalp krizi geçirerek hastaneye kaldırıldı. 7 Temmuz 1993’te aramızdan ayrıldı. Rıfat Ilgaz bizim için, her zaman direngen umutların şairi olarak kalacaktır. Rıfat Ilgaz, şiirleriyle insancıl bir dünyanın sıcaklığını, yalınlığını ve özlemini geleceğe taşımaya devam edecektir hep.

BİR SINAVSA EĞER

Girdiğim çıktığım yerler tanığımdır
Kapımı çalanlar gece yarılarında
Okunan kararlar yüzüme karşı
Korkmuyorum duygusal bitişlerden
Tükenen kurşun kalemler tanığımdır

Ölümle burun buruna bir gençlik boyu
Sıtmasında vereminde Anadolu'nun
Dönülmez bekleme kamplarında
Suçsa suç, sorguysa sorgu, hapisse hapis
Yaşamak gezin gözün arpacığın ucunda
Elimde hep böyle tükenen bardak

Yaşamak bir yürek işçiliği günümüzde
Ölümün anlamı değişti birden
Eskiden yataklarda beklerdik
Ders mi sınav mı görev mi belli değil
Gelecekse ayakta bulsun dimdik
Açılan bir sorumsuz yaylım ateş
Bir top karanfildir göğsümüzde

RIFAT ILGAZ


AZİZ NESİN

Aziz Nesin; ülkemizin en korkusuz, en gözü pek yazarlarından, aydınlarından biri olarak anımsanacak hep. Çünkü ne CHP diktasına, ne menderes diktasına ne de 12 Eylül diktatörlerine boyun eğdi. İnsanların en umutsuzluğa düştüğü günlerde, cuntaya verdiği muhtıra gibi aydınlar dilekçesi ve bunun ardından yıllar süren davasıyla hiç geri adım atmadan mücadele etti.

İnsanların günlük yaşamlarından devşirdiği ölümsüz öyküleri ve romanlarıyla da her kuşak ve görüşten insanın gönlüne yerleşti. Öykülerindeki gerçeklik ve vuruculukla, yıllar sonra dahi bir olay karşısında “tam Aziz Nesinlik”  sözü deyim olarak halkın bağrına yerleşti. 12 Eylül sonrası duyarlılığını şiire de dökmeye başladı.

Sivas katliamında öldürülmek istenen Aziz Nesin, bu katliamdan 2 yıl sonra 6 Temmuzda aramızdan ayrıldı. Toplumumuzun yaşadığı büyük dram, Aziz Nesin’in yapıtlarında evrensel bir anlama varmıştır.

BİTKİ OLACAKSAM

Bitki Olacaksam
Çayır çimen olayım
Aman baldıran değil
Yol altında kalacaksam
Gelin arabaları geçsin üstümden
Çelik paletler değil
Üstümde çocuklar koşuşsun
Ne kaçan ne kovalayan
Askerler değil
Kerpiç yapacaksanız beni
Okullarda kullanın
Ceza evlerinde değil
Soluğum tükenmez de kalırsa
Islık öttürsünler
Aman ha düdük değil
Kalem yapın beni kalem
Şiirler yazın sevgi üstüne
Ölüm kararı değil
Ölünce yaşamalıyım defne yapraklarında
Sakın ola ki
Silahlarda değil.

 AZİZ NESİN


NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati

ÖZLEM KESKİN: Ana Oğul Diyaloglarımız




ANA OĞUL DİYALOGLARIMIZ





Çocuk öyle bir çocuk. Bütün çocuklar gibi… Gözü mavi, yüreği daha mavi… Elleri her çocuk gibi; tombul, tırnak içleri kirli. Yaşı altı, küçücük ağzı. Dili bal…

Çocuk öyle bir çocuk. Öyle sıradan, öyle sınırsız…

Çocuk öyle telaşlı; içi pır pır. Okuma bilmiyor çocuk, yazma da. Halen eksik sözcükleri. Eksik ve yuvarlak. Bazı dişleri yok. Çıkıyorlar bir bir. Üzülüyor her gidenin ardından.

Okuyup, yazıyor anne. Çok sözcükle, çok ve düzgün konuşuyor. Dişleri tam.  Üzülmüyor gidenlere; yenisini yaptırıyor hemen. Öğretmen, şair kendince… Ondandır; çocuk dize dize…
Anne hayatı seviyor. Çocuk da… Hem de çok, ikisi de.  Anne meşgul; işi çok. Çocuk ondan da…

Kendine bir gelecek telaşında çocuk. Anne de. Modern tıbbın ağrısız bitirdiği doğum sürecini sancılı bir büyüme süreci izlemiş. İkisi de şaşkın. Çocuk ustaca, bir o kadar da doğaca istiyor her istediğini. Anne acemi…  

Annenin de ustalıkları var tabi; uzun uzadıya okuyup yazdıkları… Çocuk başka bir şey istiyor ama kitaplardan okunmamış ve yazılmamış bir şey. Bir tane şey. Pazarı, piyasası olmayan, vitrinlere çıkmamış bir şey. Küçücük bir şey istiyor çocuk:

Bütün dünyalılara ölmek ve öldürmek, aç kalmak korkusunun olmadığı bir hayat istiyor. Çırpınıyorlar ana oğul. Annenin çıraklığı tutuyor;  çalıyor diyaloglarının birazını. Hepsini değil ama birazını. Çocuğun ustalığına dokunmadan yazıyor işte böyle. Çocuk dili çoğunlukla düzeltilmiş, cümle köklerine ve söylenmeye çalışılanlara dokunulmamıştır. Hatalı sözcükler annenin yazmadaki acemiliğinden değil, çocuğun yalnızca altı yıldır var olduğu hayata karşı ustalığındandır.



                                        
 DİYALOG 1


— Anneeeeeee…
— Hı.
— Hı deme. Önemli bir şey…
— Söyle çabuk. Hadi. 
— Ben çiçek filan olmam.
— Öyle değil. Çiçek, ağaç filan olmam. Adam olurum, baba olurum; ormanda çiçek olmam.
— İyi canım o çok çok yaşlanınca olunuyor.
— Bazen yaşlanmadan da olunuyor; ben olmam.
— Olmazsın oğlum.
— Olmazsın; deme. Ben askere gitmem.
— İyi gitme.
— İyi gitme; deme. Ben gitmem.
— Çok okursan gitmezsin ya da gider az kalırsın. Herkes gidiyor. Bak; dayıların, baban gittiler, geldiler.
— Ben gitmem. Ben az da kalmam. Ben ölmem.
— Onlar gittiler, geldiler. Ölmediler.
— O zaman öldürmüşlerdir. Belki de birinin babasını. Ben ölmem de öldürmem de.
— İyi işte; üniversite okursun, kariyer yaparsın gitmezsin. Ya da geç gider, az kalırsın.
— Ya kazanmazsam.
— Bilmiyorum.
— Herkes kazanmıyor. Parayla mı yollarsın?
— Bilmem.
— Bilmem; deme yollamazsın. Paran yok. Sürpriz yumurtadan iki tane almıyorsun. Hem ben kar yemem.
— Oğlum ne karı, ne yemesi…
— Kar da yemem, gitmem de. Bir şey deeeee.
— Ne? Şimdi ne yapayım oğlum? Şimdi çok küçüksün; sonra konuşuruz.
— Sonra, deme. Yap işte bir şeyler. Şiir yazma. Yazı yaz, başvuru yaz, —— Nereye oğlum? Ne diyorsun sen?
— Nereyesini sen bil. Mahkemeye filan, askerliğe yaz işte bir yerlere.
— Hadi git artık.
— Bana ne.
— Ne istiyorsun şimdi? Yoruldum bak; acelem var.
— Boş boş durma anne. Bak beni almaya gelince sakın gönderme. Ben çiçek olmam; anladın mı? Kimseyi de çiçek yapmam. Ben gönderemem, de. Zor doğurdum, de. Ayrı kaldık biz, de. Mama almak için köyde çalıştım, de. Ayrılınca ağladık hep, de.
— Oldu.
— Anne geçtirme.
— ………………
— Herkes mi zor doğurur anne?
— Evet.
— Hem herkeslerin annesine söyle; onlar da göndermesin. Zor doğurdunuz, de. Herkesler gitmezse kimse çiçek olmaz. İnsan çiçeği olmaz, toprak çiçeği olur.
— Tamam oğlum.
— Anne bak beni geçtirme. Akıllı ol;  tamam mı? Bak durma. Sonra gelip beni alırlar, bakar kalırsın. Sonra çok ağlarsın bak. Gözyaşlarından göl olur. Kocaman göl. Boğulursun. Kimse de seni kurtarmaz. Kardeşimin de annesi olmaz.  O zaman onu da hemen çiçek yaparlar. Göndermezsen mutlu mutlu yaşarız. Tamam mı?
— İyi hadi; tamam.
— Anne geçtirme. Gitmem bak; anlaştık. Çiçek  de olmam, kimseyi çiçek de yapmam. Baba, dede, doktor öyle şeyler olurum. Tamam mı?
— ……………..
— Anneeee.
— ……………..
— Tamam mı?
— ……………..
— Çok mu zor şey? Çok şey mi istedim anne? Kardeşim var diye güvenme, onu da alırlar anne. Hem bensiz yaşayamazsın. Zor mu diyorum, yapamaz mısın? Anneeee…
— Yo, kolay.
— İyi o zaman, yap bir şeyler. Hadi ben kaçtım




  DİYALOG 2


— Çocuklar muz mu yer anne?
— Yerler.
— Hepsi mi?
— İsterlerse yerler.
— Dişleri yok diye mi?
— Bilmem; sanırım.
— Her yerde mi yerler?
— Neyi?
— Muzu.
— Hıı.
— Nasıl her yerde?
— Ne nasıl?
— Anne dinlemiyorsun.
— Dinliyorum; söyle.
— Çocuklar her yerde muz yerler mi?
— İsterlerse yerler.
— Saçmalama atıyorsun.
— ……
— Yiyemezler anne.
— Neden?
— Muz ağaçları yok. Bomba gelir, toprağa çarpar. Toprak yanar. Muz ağacı olmaz. Ekmek ağacı, süt ineği de olmaz. Sonra anneler kafayı yer.
— Neden yer anneler kafayı?
— Sen dün yiyordun ya.
— Nasıl?
— Hani ben muzdan kardeşime vermeden yiyince kardeşim çok ağladı ya.
— Hıı.
— İşte muz olmayınca yer anneler kafayı.
— Yok canım başka şeyler yedirirler çocuklara.
— Anneeee! Savaş olursa başka şey de olmaz. Ekmek bile olmaz.
— Onu diyorsun sen. Evet olmaz da, nereden takıldın yine?
— Anne savaşta su bile bulunmaz.
— …..
—Susma saçma saçma. Savaşta askerler ölmüş çocukların üstüne basarlar.
—Nereden çıktı yine bunlar?
—Ben çıkarmadım anne. Ben savaş çıkarmıyorum. Çıkaranlara söyle.
—İyi tamam.
—Kapıda bomba mı patlasın?
—Patlamaz.
— Anne geçtirme beni. Boş boş konuşmuyorum. Seni uyarıyorum.
— Ne için uyarıyorsun?
— Bir şey yap diye.
— Ne?
— Ne olacak anne. Balkona muz dikecek değilsin tabi. Ağaçlara bir şey olmasın, bahçelere bomba patlamasın, çocuklar ölmesin diye bir şey yap.
— Tamam.
— Tamam de geçtir. Ne zaman yapacaksın? Ben ölünce, kardeşim muzsuz kalınca mı?
— …..
— …..
— …..


Sen ne yana, nasıl dönersen dön dünya; biz başarıyoruz galiba… Ekmek gibi, su gibi, memede süt gibi istiyor ya çocuklar hayatı; hem de sadece kendileri için değil, hayatından haberdar oldukları herkes için… Tıkıp ağızlarına memeyi, balkonlarımıza muz ağacı dikerek beklemeyeceğiz kapımızın önünde patlayacak bombaları… Biz de onlar kadar biliyoruz çünkü milyonlarca dişsiz ağız açlıktan, milyonlarca emeklemeyi bile beceremeyen bünye kıyımdan kıvrılıp ölüveriyorlar analarının koynuna. Ve korkunç oluyor ölmüş çocuklar. Beklemeyiz, değil mi? Çocuklardan çalınabilecek tek şeydir çünkü diyaloglar…

Yaptım işte! Oldu mu oğlum?


ÖZLEM KESKİN


ADNAN DURMAZ: Yaşamak Budur Çocuk



YAŞAMAK BUDUR ÇOCUK




SADIK VARER

her zirvenin bir uçurumu olduğunu unutmuş
yamaçlara
yokuşlara
sarplara
akıyorsun
bir düşsüzlük fırtınası sayıyorsun geriye dönüşleri
hangi adaya çıksan gemini yakıyorsun
içindeki uçurumlar daha da büyüyor çocuk
geçtiğin limanlan kan içinde bırakıyorsun

yüreğin bu kadar mı hançer ormanı
aşkların bu kadar mı yargısız infazlarda
bundan mı
kasırgalar içinde severken
her şeyi yıkıyorsun çocuk

biliyorum
sana göre değil durgun sular
biliyorum
nerede olursan ol yabancı kalacaksın
suskunluğun sustası olacak hoyratlığının
içindeki su bilmemiş çoraklar
her kentten sürülüşünde isyan harmanlayacak
gülüşünden gökyüzü yırtılacak çocuk
zaman paralanacak
bulutlar aralanacak
bakışından hep o sürgün güneş doğacak
yalnızca güzelliğin hükmettiği yüreğinde
ceylanlar suya inip
göçmen kuşlar havalanacak
anılamayacaklar
dalgın duruşlarında
bir çift pars boğuşacak

herkesin kârı değil anlamayacaklar
bir avuçluk yaşamda
senin kuraldışılığın doğrudur
sen bildiğin gibi kanat
yasaları
ölçüleri
suskunlukları

elbette gözü kesmez herkesin
ama yaşamak budur işte
direnmektir
acıdır
savaşmaktır
coşkudur
yaşamak budur...


ADNAN DURMAZ

YAŞAR DOĞAN: Tükeniş—MEHMET RAYMAN: Temmuz İşleme




TÜKENİŞ



—A. Ziya Çamur'un "Tükenmek" şiirine çağcıl taştir—


Onurun ışığı da aranır havsalda
Batırılmış şafakların ayazında
Kıvrılıp kırılmamak
Gammazlık çukuru oy anan Oy

Kaptırılmış sevinçler boran boran
Yokuşta kaypak yürüyüş
Düz yolda ölesi bir üveyiş ki
Çürümek bile kıran kırana

Kehribar inanç saçlarında uçan şu kuş
Başına istediğin tacı koy da gör
Gün gelir hınca hiç elinden alırlar
Kıstaslara sığmasan iki gözün kör

Ama biz asla bu kıstaslar sığmak için
Doğmadık ki hemen kölesi olalım sistemin
Sislerin ötesinde yaşamak ahdimize düştü
Tersle elinin tersiyle yeryüzünü
Ötekiyle silerken yüzünü

Yeryüzü gözlerinde görsün yükselişini.



YAŞAR DOĞAN






TEMMUZ İŞLEME





tuz kırıkları dökülmüş
zamansız ağladığın belli
temmuz işleme hepsi

gözlerin bir gün öncesi
ne güzel bakardı bana
dumanlı dağların ışıltısına
benzetirdim ikisini birden

aramızdan geçen dere
kaynağına göre bulur yolunu
göz göze geldiğimizden beri
perde arkasından yenildik kinimize

saz asılı duvarda
kırk çeşit yemek yapar
öyle sunardı oğluna
meryem ana

ateşin soyundan gelen
külün yıllanması bile yetmiyor
durmadan püsküren yanardağ
kendi dumanıyla kapkara.


MEHMET RAYMAN
 

İRFAN SARİ: Çığlık




ÇIĞLIK



ADNAN DURMAZ
ben
on yedisinde doğdum
tek tek barut yanığı dağları gezmişim çünkü
gözlerini bulmuşum bir kentin gün doğumunda

sevda
uğuldayan bir tipinin tanıklığında yaşam
su örtün üstüne
kimseler duymasın

su örtün üstüne ve saklı tutun ergenliğini
parmak uçlarından havalanan kuşlar
ve dudaklarında yakılan bir şehir kalsın
körkuyular susasın
çatlasın rüyaları
tırnaklarını yerken bir kız

erken bir şafakta eylem elindeyim
sırtları mermi çekirdeği ağırlığında geçiyorum
dağlar arkamda kaldıkça
gözyaşlarını nehirler taşıyor görüyorum

ekmeğe yemin eden bir sevda bu
çığlığını tut
pelesenk bir doğru doğur
öyle bahar havası gibi

şayet duyamasam bu bahar korusundan şarkısını gözlerinin
çınlayan rengini hayatın
unutacağım

ve
bu son kezdir
gözlerinin uykusunu intiharıma taşıyorum.

süt beyaz elbiselerden bir bando takımı geçiyor resmi adımlarla
artık beni vuramayacaksın
ölmüşüm

velev ki gözlerinin ormanındayım


İRFAN SARİ

HASİBE AYTEN: Gün Yolunuyor— ÖZER GENÇ: Ağaç




GÜN YOLUNUYOR




Susam gelinim iğde gelinim
'Ağlayan nar gülen ayvamsın'
Acıyı başaklamaktasın gün ortasında

Susam gelinim iğde gelinim
Güpegündüz vuruluyor sevdan
Düşüyor acıların bağrına

Susam gelinim iğde gelinim
Acım sevdam gül yüzlüm
Aç duvağını artık gün yolunuyor


HASİBE AYTEN





AĞAÇ





Betonarme binaların arasında
gölgede
Sövgü gibi yaşamaya bırakılmış
yalnız bir ağaç
Kesseler daha iyi
Sanki kahırlı bir ressamın çizimi 

Betonu bilmem ama
Ağaçlar birbiriyle haberleşirmiş 

Kim bilir
nefesinlerinin
menzilini 

Kırılmış aile yadigarını saklar gibi
Ulaşılması yasak
gizemli sandıklarda
Gönüllerin bir köşesinde
yatar mı hala
Yabancılaşmamış
insanlığın
düşleri 

Her akşam aynı köşede yolları kesişen
karamsar şair
çöp toplayan esmer çocuk
siyah kravatıyla üşüyen ünsüz müzisyen
ve kulağına zımbalanmış belediye etiketiyle
kısır sokak köpeği
O ağaçla paylaşırlar
aynı kaderi
aynı kederi 

Şairi müzisyeni çocuğu bilmem de
Ağacı kesmezlerse eğer
Ya da kurutmazlarsa kökünü 

Uzayıp gidecektir
betondan çok yukarıya 

Duyurmak için sesini
öteki yalnız ağaçlara



ÖZER GENÇ
 

ERCAN CENGİZ: Yine Bir Bahar Günü




YİNE BİR BAHAR GÜNÜ





-ı-

-vakitsiz gidersem eğer
kalbim beni af etsin
yine bir bahar günüdür
çağırır durur toprak-

kamburum yük olmasın
ötekiler isyandayken

-ıı-

hey ölüm, yüzün var mı ki
yalansız, hilesiz
gözlerine bakmaya insanın
söyle, nasıl kıyarsın cana
kundaktaki bebeğe

erkekçe, çocukça, kadınca
göz göze, diş dişeyiz
hesabına yaz
süren bir kavganın içindeyiz
alacağın olsun zulüm senin

-ııı-

bir insan seviniyorsa eğer
kemiklerini buldu diye
kardeşinin, oğlunun, kızının
orda ölmelisin zulüm
ölmelisin dört ayak
şanın şöhretin rütbenle

gireceğin toprak bu toprak değil
seni yaratana, yürütene seni
meydana gelir, meydan okuruz
her bahar yanan ana yüreğidir
güne dipnotunu düşeriz

-ıv-

direne direne büyür çocuklar
vakitsiz gidersem bu ara
kalbim beni af etsin
kamburum yük olmasın kimseye

kemik çıkarırlar topraktan
ellerinde hijyenik eldivenle
ölçüp biçerler kafatasını
ellerim yaralı ve çırıl çıplak
kuru kemiği öpüp böğrüme basarım

yüreğinden ses gelir toprağın kalbine
ordayım, en derin dalgasında denizin
kara bulutlar yığılmış üst üste
koyun koyuna yatarız

bir bilseniz nasıl sızlar yüreğim
nasıl bakar gözlerim
çığlıkları su almış
kim bilir nerden çıkarır

-v-

bir ağaç düşende toprağa
bir çiçek bir gül bir haykırış
altından beşer onar, küme küme
fidanlar kalkardı ayağa
bense bir insanım
dokuz ay anne karnında
tepeden tırnağa tanınan
ve yürüyen iki ayak üstü

ağaca adını veren de bendim
dikene, meyveye, çiçeğe
suya, havaya, toprağa
güneşe duran da bendim
günü okuyan yazan da seviyi
bendim bal ile zehri ayırt eden
ve haykırırken kekelemeyen

bendim sırrını toprağa gömen
düşmanla göz göze gelende
korkak sofralarda ucuza satılan
ondandır kuduran bir kavga
yürüyen bir mavzerim

-vı-

kemiklerimi buldular bugün
söyle, yüreğim nerde atar şimdi
külüm nerde ey korkaklar soyu
ey soyuna yönelen ihanet
nereye aktı kanım
hangi zebani biçti boynumu
dilim nerde
kulağım
kırılan dişlerim
acıya sıktığım o yumruk
düşmanı ininde vuran o gözler
ve haykırdığım son heceler
söyle nerde

-vıı-

kimse üzülmesin bir eksildik diye
henüz doğuyor güneş
henüz yıldızlarda ışık
ve özgür dalgalar yükselir
ve küme kümedir sesleri
bu güne zulüm dayanmaz
bahar kokuyor toprak 




ERCAN CENGİZ