Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

30 Nisan 2012 Pazartesi

Emeğin Sanatı'ndan 117. Merhaba


Merhaba,

Mayıs ayına girdik. Mayıs ayına Anadolu’nun kimi yörelerinde “gelin ayı” kimi yörelerinde de “kiraz ayı” derler. Her iki yönüyle de mayıs ayı, yüreklerimizdeki sevinçlerin göverdiği, umutsuzluk zincirinin halkalarının parçalanmaya başladığı aydır.

Öncelikle 1 MAYIS dendi mi yürek gözelerimizin bir yanı şavkarır, ağarır; bir yanı da kanamaya devam eder. Emeğin ve alın terinin doruklara çıkartıldığı gündür. Bu iki kavramdan daha yüce ve değerli ne vardır ki... Onur, erdem, adalet kavramları, ancak emekle birlikte değerine ulaşmaz mı?

1 MAYIS gelince, delerek çiçekler toprağın karanlığını, aydınlığın dudağında, uyandırır uykusundan günü. Kuşlar kanatlarıyla dağıtırken sisini, karanlığın terkisinde güneşin ışığını saçılır dört yana, dört nala atlar.

1 MAYIS sabahında aynı çarka asılır binlerce yürek... Aynı saza mızrap vurur binlerce parmak... Aynı sevdayı haykırır binlerce ağız... Aynı özlem için sıkılır binlerce yumruk... Gürler boğazlardan fışkıran marşlar, türküler... Bu sesler titretirken yürekleri, adımlar sarsarken kaldırımları... Bağlamadan dökülen nağme, zurnadan yükselen ses, davuldan patlayan fırtına tüm yurtta yankılanır. Bu sesin yankısında köy köy, kent kent, çarşı çarşı tüm yurt halaya durur....

1 MAYIS deyince eller gelir aklıma. İri iri, yumuk yumuk, boğum boğum nasırlı eller... Eldir tezgâhı çalıştıran, hammaddeyi ustalıkla işler gibi hayatın çarklarını ustalıkla çeviren... Mekik izlerinde hayatı dokuyan... Eldir bir yanıyla nakış nakış işler dostluğu, kardeşliği, sevdayı... Bir yanıyla ilmek ilmek dokur insanoğlunun acılarını, özlemlerini, umutlarını alın terinin su verdiği bilinçte.

Mayıs deyince bir yanımızda hep Denizler dalgalanır..... 6 Mayıs 1972'den bu yana İnanla Aslanca dalgalanır Denizler, yürek gözelerimizin en derininde....... Her 18 Mayıs'ta Vartinik'in Mirik mezrasından alırız acı haberlerini Ali Haydar'ın, Diyarbekir zindanlarından ser verip sır vermeyen İbo'nun... Onları her anışımız, yaşantımıza hız, inancımıza yıldız ışıltısı katar......

Gelin isterseniz mayıs ayının şanlı başlangıcına dönelim. Seyyit Nezir’in dizeleriyle:

“Bıçak deriyi yardı.
Oluk oluk aktı
Newyork’ta proletarya.
Koparca dağların doruklarından meydana art arda vardı.
Newyork’ta sekiz saatlik iş günü,
ekmek ve hürriyet için
karanlığın yuvasını sardı proletarya.
Ocaklardan getirdiği madenin döküyor sözlerine güllelerini.
Ayıklanıyor mezbelelerden kıvılcım çiçeği köleliğin..."

EMEĞİN SANATI

BU SAYININ SAVSÖZÜ
“9.Sosyalist sanatçı, insana doğaya ve tüm evrensel olgulara karşı duyarlılığını her koşulda sürdürür. Duygusallıkla duyarlılığın farklı olduğunu bilmelidir sosyalist sanatçı. Aklını duygusallığın emrine veren insan, zayıf ve kırılgandır, boyun eğicidir ve bu ruh hali kolayca nefreti ve küfrü kucaklar. Edebiyat ve sanat dünyasında; “edep” dışı yaklaşımların yoğun biçimde var olmasının; burjuva sanatçının bu ruh haliyle yakın ilintisi vardır.

10.Sanat eseri yaratım faaliyetine ilk adımlarını atan devrimci sosyalist bir insana aktarılacak temel kural şudur;

Yolunu çiz ve yürü. Kalabalığın küfrüne olduğu kadar alkışına da güvenme. Çünkü kendisi için var olma savaşı vermeyen kalabalığın, egemenlerin soluğu ile yaşam enerjisi bulan alkışı da saldırısı da egemen ideolojinin bir veçhesidir. İdeolojik ve siyasî saldırı; devrimci sosyalist insanın, sermaye sisteminden ideolojik, siyasî ve dolayısıyla entelektüel kopuşunun öcünü almak için, bazen güler yüzlü, bazen acındırıcı, bazen sinsi, bazen vahşi yüzüyle, her gün yenileyerek “binbir surat” kimliğiyle savaş alanına girer. Sosyalist insan, kendi direniş kimliğine güveni artırmak ve yenilemek için gereken donanımı edinmekle yükümlüdür. Çünkü bu uzun yolda donanımsız yürümek zordur. Tarih kalabalıkların alkışlarıyla kanatlanan, ama Zümrüdü Anka kuşu olmadığı fark edildiğinde ise acımasız sözlerle yuhalanarak, hayal dünyasındaki uçuşu sona erdirilen ve yere çakılan insanların mevtaları ile tıka basa doludur. Sosyalist sanatçı, insan olduğunu ve kanatlarının olmadığını unutmamalıdır. Devrimci; uçmaya yeltenmez, ama kanatları yok diye de hayıflanmaz; çünkü ancak uçarak gidilebileceği söylenen Kaf Dağına, “imkânsızı isteyebilme” azmi ve cesareti olan insanların yürüyerek ulaştığı da bir gerçektir.

Tanrılarına sırtını yaslayan soyluların “kanatlarım var” sözlerinin yaratacağı yanılsama, “özgür köleyi” varlığından kuşku duymaya sürükleyecek ve zayıf düşürecektir. Efendilerin kanatlarının olmadığını da “kral çıplak” diyenler gösterdiler. Devrim zamanı, erkin parlak foyası döküldü. Ezilenlerin örgütlü fiskesi ile efendiler iktidarının nasıl darmadağın olduğunu da tarih yazdı. Devrimci sosyalist sanatçı, eserini, bu gerçeklikten kopmadan yaratmalıdır. Ruh yorgunluğunun dizlerini bükmesine izin vermeyen devrimci sanatçı, ayaklarını sağlam basarak yürüme olanağına ulaşır.

Toprağa sağlam basmayı sağlayan bilinç; insanın yaratısına ve kimliğine verebileceği en büyük armağandır.” BABÜR PINAR (Sanat ve Sanat Eylemi Üzerine Notlar – (Sanat Cephesi Sayı:9)


YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ

1 MAYIS’TA ALANLARI DOLDURANLARA SELÂM!

İşçi sınıfının 1890'dan bu yana dünya çapında kutladığı birlik, dayanışma ve mücadele gününü kutluyoruz.

Türkiye İşçi sınıfı ve bileşenler, 1 Mayıs’ta alanlara koşarken sömürücü sınıf da boş durmuyor. Bir yandan Ergenekon, Karargâh, KCK gibi torba davalarla liberal politikaların karşısında duran bütün odakları sindiriyor, bir yandan da emperyalizmin Ortadoğu’daki kanlı işgal planlarında görev almak istiyor. Burjuvazinin ve emperyalizmin hizmetkârları olan iktidar ve diğer burjuva partileri de işçi sınıfı ve emekçileri kandırmak, sömürü düzenini devam ettirmek için kolları sıvamış durumdalar.

Onların programlarında işçileri güvencesiz çalıştırmak var.
Onların programlarında patronlar ucuz işgücü bulsun diye milyonları işsizliğe sürüklemek var.
Onların programlarında HES, inşaatlarıyla doğayı talan etmek var.
Onların programlarında 2B yasası ile orman arazilerini sermayeye peşkeş çekmek var.
Onların programlarında doğayı tehdit eden termik ve nükleer santraller var.
Onların programlarında taşeronlaştırma var.
Onların programlarında Kürt Halkına yönelik yoğun saldırılar var.
Onların programlarında emperyalizmin ortadoğuya yönelik kanlı senaryolarına ortaklık etmek var.
Onların programlarında, hak arayan üniversite öğrencilerini polis copuyla susturmak, üniversitelerden attırmak var.
Onların programlarında, sağlık hizmetlerini paralı hâle getirmek var.
Onların programlarında, şifreli sınavlar var.
Onların programlarında, emek düşmanı yasalar var.
Onların programlarında, cinsiyetçilik ve kadın düşmanlığı var.
Onların programlarında, sanata ve sanatçıya düşmanlık var.
Onların programında, gerçek sanat değil, naylon, kalıpçı, taklitçi, “evet efendim”ci muhafazakâr sanat var.

Bir tarafta burjuvazinin uşaklarının bu programları varken, diğer tarafta yükselmeye başlayan bir mücadele var.
Bu mücadele, kendisini irili ufaklı işçi direnişi ile gösteriyor.
Bu mücadele kendisini parasız, bilimsel, anadilde eğitim talebi ile alanları dolduran üniversite gençliği ile gösteriyor.
Bu mücadele, kendisini HES'lere karşı on binlerin bir araya geldiği eylemlerle gösteriyor.
Bu mücadele, kendisini kapitalizmin enerji politikalarına karşı her geçen gün yükselen iradeyle yükseliyor.
Bu mücadele kendisini panzerlere, tanklara karşı dilini, kültürünü, tarihini savunan Kürt halkı ile gösteriyor.
Bu mücadele, kendisini emperyalizmin ortadoğu’da sahneye koyduğu kanlı oyunu bozmak için barış için sokağa çıkan binlerle gösteriyor.
Bu mücadele, kendisini, kentsel dönüşüm rantına karşı duran gecekonduların öfkesi ile gösteriyor.
Bu mücadele, kendisini kadın cinayetlerine, baskıya, şiddete karşı sokağa çıkan emekçi kadınlarda gösteriyor.
Bu mücadele, kendisini, devrimci sanatçıların sahte sanata ve sanata yönelik faşizan baskılara karşı ürettikleri yapıtlarında ve ortaya koydukları direnişte gösteriyor.
Bütün bu mücadeleleri, sorunun kaynağı olan kapitalizme karşı tek bir yürek olarak toplamak gerekiyor.

Bu 1 Mayıs'ta öfkeyi birleştirmek, eşitlik, özgürlük ve sosyalizm için ülkemizde ve dünyada 1 Mayıs Alanlarındayız

Yaşasın 1 Mayıs!
Bıji Yek Gulan!


YAŞAMI UMUDA UYARLAMA USTASI’
GÜNGÖR GENÇAY’I SONSUZLUĞA UĞURLADIK…

Sosyalizm mücadelesinde örgütlü olarak yerini almış olan, sosyalist gerçekçi şiirin önemli temsilcilerinden Güngör Gençay, 23 Nisan’da yaşamını yitirdi. 

Gençay, Türkiye Yazarlar Sendikası önüne kızıl bayrağa sarılı tabutla getirildi. Törende, yakınları, dostları, mücadele arkadaşları ve yazarlar Gençay'ı anlatan kısa birer konuşma yaptılar. Sosyalizm mücadelesine duyduğu inançtan, toplumcu gerçekçi edebiyata dair yaptığı üretimlerden söz edilen Gençay için yapılan törenin ardından "Neye yarar ölmek / Yaşamak neye? / Yürek kovanımızdan / Binlerce işçi arı / uçuramadıktan sonra" dizeleriyle uğurlandı. 

Güngör Gençay, 24 Temmuz 1934'te İstanbul'da doğdu. Tavşanlı İlkokulu, Uşak Lisesi (1955) ve İstanbul Matbaacılık Okulunu bitirdi. Çeşitli işler (1957-60) yaptıktan sonra, Yapı ve Kredi Bankası Asmaaltı ve Beyazıt şubelerinde müdür yardımcısı olarak çalıştı (1960-72). Özel bir şirkette yöneticilik yaptıktan sonra emekli oldu. Gerçek Sanat Yayınlarını yönetti. Şiir ve yazıları Yeditepe, Türk Düşüncesi, Yaba Edebiyat, A. Kadir, Rıfat Ilgaz ile çıkardığı Gelecek dergilerinde yayımlandı.

Yılmaz Odabaşı, onun hakkında şu sözleri yazıyor: “Bir sevdayı, iliklerinize, atardamarlarınıza kadar duyumsayarak, gerçek bir kararlılık ve inançla ve zorlamasız yazdığınız şiirlerdeki ideolojik perspektifi bu aşamada bir başka güzel kazanım olarak niteliyor, sizi bir kavganın-sevdanın şairi olarak selâmlıyorum.”
Yapıtları: Genç Şairler Antolojisi -1 (1954), Genç Şairler Antolojisi – 2 (1955), Genç Şairler Antolojisi – 3 (1960), Cahit Sıtkı Tarancı (1956), Sabah Rıhtımı, Şiirler (1965), Oğul, Şiirler (1967), Balıklar Ovası, Şiirler (1967), Dövülü Yürek, Şiirler (1968), Vurgunsuz Sabahlara Uyanmak, Şiirler (1988), Barut Yüklü Yıldızlar, Şiirler (1988), Annem Beni Yetiştirdi, Şiirler (1989), Kısacalar, Şiirler (1990), Sataşmalar, Şiirler (1993), Ağmalar, Şiirler (1995), Denize Akan Yangın, Şiirler (1995), Askercilik, Anı-öykü (1994), Düşüncenin Musluğundan, Özdeyişler (1997), Kuşatılmış Günler, Yazılar (1998), Yaşam Umuda Uyarlı, Şiirler (2000), Buruk Anmalar Defteri, Anma Yazıları (2002) gibi kitapların yanı sıra Alevler İnsan Sesi / Sivas Kıyımı Şiirleri, 1 Mayıs / Birlik Mücadele ve Dayanışma Şiirleri, Zalim Titreme / Deprem Şiirleri gibi seçkiler de yayınladı.

“Gün gelecek,
Ekmekte ve katıkta yapılan
Hakça paylaşımlar gibi
Ortak bir kavgayı özümleyecekler
Ayni paralelde,
Ayni meridyende olmasa da yaşamları,
Gülüşün ılıman bölgesinde buluşup
Beş kıtanın çocukları
Akşam serpeledikleri gökyüzüne
Yıldızları bir-bir
Sabah sevinçle toplayacaklar.
Kanatlanmış bir salıncak mutluluğunda
Göz kırpmasında barutsuz yıldızların
Ya da fizikten ve kimyadan
Çıkarılıp kurulmuş bir ihanette
Ortak acılara tutunacaklar.” 
Barut Yüklü Yıldızlar’dan


ÜMÜŞ EYLÜL CEZAEVİ DERGİSİNİN 3. SAYISI YAYINLANDI…

Tekirdağ cezaevinde devrimci tutsaklar tarafından el yazılarıyla çıkarıp mektuplarla dağıtılan kültür ve edebiyat dergisi ÜMÜŞ EYLÜL'ün 3. Sayısı çıktı.




“CIMBIZ-LA-MA!” KAMPANYASI…

Edebiyatta ve sanatta sözcük cımbızlayarak kitapların gençlerin hayatından dışlanmasına karşı bir imza kampanyası düzenlendi.

Kampanyanın amacıyla ilgili şu açıklama yapıldı:
“Sanat yapıtını, içinden birkaç cümle ya da kelime cımbızlayarak hakikatinden, bağlamından soyutlayarak hedef tahtasına koymak, artık vaka-i adiyeden oldu. Sanatın, edebiyatın, geleneğin bekçisi olduğunu düşünenler, o dillerinden düşürmedikleri ahlakın sadece kendilerine has, kendi tarifleriyle belirlenmiş bir mülk olduğunu sanıyorlarsa yanılıyorlar. Düşünmeye, yazmaya, sanata, kitaba ve tüm değerleri mümkün kılan farklılığa düşmanca tutumları kınıyoruz. Düşünce ancak düşünceyle çürütülebilir, ahlakın sınandığı yerse insanlararası ilişkiler, yani hayattır. Yaşama hakkı, düşünce ve ifade özgürlüğü ve inanç özgürlüğü evrensel değerlerdir, şu ya da bu grubun tekelindeki değerler değil. Bu evrensel hakları kendi tanımları içine hapsederek başkalarına karşı saldırı aracı haline getirmeye dönük tüm girişimleri kınıyoruz.”

İmza kampanyasına 120 sanatçı imza attı.


MELİH CEVDET ANDAY ŞİİR ÖDÜLÜ’NÜN 7.Sİ VERİLECEK

Şiirimizin büyük ustası Melih Cevdet Anday’ın anısına, Türkiye Yazarlar Sendikası ve Ören Belediyesi’nin işbirliğiyle düzenlenen ödülün bu yıl yedincisi veriliyor.

Melih Cevdet Anday, 1985 yılından itibaren yaz aylarını eşiyle birlikte Milas-Ören’deki yazlığında geçirmiş, 1999 yılında anıtı, Ören Belediye Başkanı Kâzım Turan tarafından Ören sahilinde, bugün onun adını taşıyan parka diktirilmişti.

Seçici kurulu Doğan Hızlan, Sennur Sezer, Eray Canberk, Egemen Berköz, Refik Durbaş, Leylâ Şahin ve Enver Ercan’dan oluşan ödül, sahibine temmuz ayında Ören’de düzenlenecek “VII. Ören Melih Cevdet Anday Şiir Günleri ve Kültür Şenliği”nde sunulacak. Plaket ve 3.000 YTL’den oluşan ödüle 1 Mayıs 2011-1 Haziran 2012 tarihleri arasında yayımlanmış kitaplar katılabiliyor. Son katılma tarihi ise 10 Haziran 2012. 

Katılmak ya da kitap önermek isteyen yayınevi, kurum ve kuruluşların 8 adet yapıtı, başvuru dilekçesiyle birlikte “TYS Edebiyat Müzesi, Aysel Tezer-Yıldız Sarayı, Dış Karakol binası, Barbaros Bulvarı, Beşiktaş, İstanbul” adresine göndermeleri gerekiyor.(EDEBİYATHABER.NET) 


''ARKADAŞ Z. ÖZGER ŞİİR ÖDÜLÜ'' MURAT ACAR’IN

Mayıs Yayınları'nca bu yıl on yedincisi düzenlenen ''Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü''  Sina Akyol, Orhan Alkaya, Murat Çakır, Suat Çelebi ve Gökben Derviş’ten oluşan seçici kurul, 54 dosya arasında yaptığı değerlendirme sonucunda ''Evham Alyansı'' adlı dosyasıyla Murat Acar’a verildi.

Jüri Özel Ödülü ise, Barış Yıldırım’ın ''Aslım ve Suretleri'' ve Ercan Y. Yılmaz’ın “Yürüyen Siyah” adlı dosyalarına verildi.. Seçici Kurul, ödül alan dosyaların yanı sıra; Ramazan Aydın, Müslüm Çizmeci, Veli Düdükçü, Ozan Kaçar, Bilal Nergizli, Çağrı Çığ Sığırcı, Mehmet Sümer ve Rahman Yıldız’ın adlarının anılmasını kararlaştırdı.

2011 yılı içinde yayımlanan ilk şiir kitapları arasından sorgu yöntemiyle tespit edilen “İlk Kitap Özel Ödülü”nün, “Kusurlu Bahçe” ile Mehmet Said Aydın ve yayımcısı 160. Kilometre Yayınları’na verilmesine karar verildi.


SEVDANIN VE KAVGANIN ŞAİRİ
ARKADAŞ Z. ÖZGER ŞİİRLERİNDE YAŞIYOR…

Edebiyatımızda hep genç kalan şairlerindendir Arkadaş Z. Özger. 5 Mayıs 1973’te 25 yaşında onu yitireli 38 yıl oldu. 1 Mayıs 1973’te 1 Mayıs için yaptıkları gösteride polis eşliğinde faşistlerin saldırısına uğramışlardı. Bu arbedede başına bir cop darbesi alan Arkadaş Z. Özger, beyin kanaması geçirdiğinin farkına varılmadan tedavi için gittiği sağlık kurumundan tahliye edildi. 5 Mayıs’ta sokakta ölü bulundu. Yapılan otopsi’de beyin kanaması sonucu öldüğü belirtildi.

Şiirleri Forum, Soyut, Yansıma, Yeni Eylem ve Yordam gibi dergilerde yayımlandı. Başlangıçta verili ortamdaki egemen söylemlerin, özellikle ikinci yeni akımı esintisini duyumsatır şiirleri; yaşama bilincinin, topluma ve insana bakışının gelişimi ile birlikte toplumcu gerçekçi çizgide, lirik, kırgın ve buruk bir sesle, ama inatla umudunu haykıran, konuşma diline yaslanarak çarpıcı bir akışkanlık kazandıran imge örgüsü ile özgün şiirler yazdı.

"beni umutsuz koma
tarihle avutma beni
çünki aşkla sınanmışım sana
sana yangınla, suyla, ateşle
ölümle, yaprakla, şiirle sınanmışım
ey yaşarken kanayan acı
şimşekli gök, tufan, kan fırtınası
uçurum kıyısında hızla büyüyen ot
yapraksız bir ölümün anısı için
körpecik kuzuların derisi için
beni tarihle avutma
umutsuz koma beni"

(AŞKLA SANA'dan)


EDEBİYATIMIZIN ÖZGÜN VE ÖZGÜR SESİ: S.F.ABASIYANIK

11 Temmuz 1954’te yitirdiğimiz durum ve kesit öyküsünün öncüsü Sait Faik Abasıyanık, öyküleriyle aramızda soluk alıp vermeye devam ediyor hâlâ.

Uçurtmalar ve İpekli Mendil adlı yoksulları konu alan ilk öykülerinden sonra kendisini tamamen öykü yazmaya verir. Sait Faik, öykülerinde işçi ve emekçileri, kimsesiz çocukları, köşe başındaki dilenciyi ve bankta pineklik eden ayyaşı konu eder. İlk yapıtları Semaver, Sarnıç ve Şahmerdan’da çocukluk ve gençlik yıllarının hatıraları, Fransa’da kaldığı yıllarda yabancı çevreye olan yabancılaşması ve insan ilişkilerine dayanan tutumu yer alıyordu. Kimi zaman İstanbul’un kenar semtlerini, yoksul insanları, küçük insanların serüvenlerini ve en önemlisi insan sevgisini anlattı. Züppe burjuva insanlarına kızdığı bu dönem öykülerinde yoksulları yüceltir ve yaşama sevinci ağır basar. İkinci dönem öykülerinde ise insanları bireyler olarak ayrı ayrı değerlendirmeye ve eleştirmeye başladığını görürüz. Bunu takip eden üçüncü dönemde ise yazarın yaşama sevinci yavaş yavaş solar ve yerini hüzne bırakır. Asıl ününü, bu dönemde kaleme aldığı, yaşadığı Burgaz adasından ve çevresinden kaynaklanan, Rum balıkçıları, denizi, deniz kuşlarını, balıkları, doğayı konu edinen Lüzumsuz Adam, Mahalle Kahvesi, Son Kuşlar, Kumpanya ve Havuz Başı hikâyeleriyle yaptı. Uzun öykülerinin yer aldığı ilk kitabı Havada Bulut’ta Sait Faik, tamamen yalnızlığı, hüznü, çaresizliği, kaçıp gitmeyi anlatır.

Sait Faik’in çevresi ve arkadaşları ilerici, devrimci şair-yazarlardan oluşuyordu. Ancak, bir burjuva ailesinin çocuğu olarak, baba malından gelen gelirlerle yaşayan yazar, yaşamının her anında politik etkinliklerden uzak durdu. Ama bu uzak duruş, toplumsal sorunlara duyarsız kalmak değildi. Hep bir arada yaşadığı işçileri, balıkçıları, yaşamını emeğiyle geçinen insanları yazdı. Bir işçiye karşı yapılan haksızlığa dayanamayıp kalemini sivrilten Sait Faik’in bu bakışı bile hangi saflarda olduğunu vurgulamaktadır:

“Semaver, ne güzel kaynardı. Ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de kaza olan bir fabrikaya benzetirdi. Ondan yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi. Sabahleyin Ali'nin bir semaver, bir de fabrikanın önünde bekleyen salep güğümü hoşuna giderdi. Sonra sesler. Halıcıoğlu'ndaki askeri mektebin borazanı, fabrikanın uzun ve bütün Haliç'i çınlatan düdüğü, onda arzular uyandırır; arzular söndürürdü. Demek ki, Ali’miz biraz şairce idi. Büyük değirmende bir elektrik amelesi için hassasiyet, Haliç'e büyük transatlantikler sokmaya benzerse de, biz, Ali, Mehmet, Hasan biraz böyleyizdir. Hepimizin gönlünde bir aslan yatar.”



İDAM EDİLİŞLERİNİN 39. YILDÖNÜMÜNDE DEVRİMCİ YAŞANTIMIZA KATTIKLARI BİLİNÇ VE COŞKUYLA HER ALTI MAYISLARDA ONLARI
YAŞAMAYI VE YAŞATMAYI SÜRDÜRECEĞİZ…
.


YAŞADIĞIMIZ ÇAĞIN HER YERİ VE HER KAVRAMI KİRLETEN ANLAYIŞINA KARŞI, ONLAR BİZE HEP DEVRİMCİ İNANÇ VE TUTARLILIĞIN PİSLİKLERDEN ARINMIŞ ŞAFAĞINI GÖSTERECEKLER!



NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler. Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati

İRFAN SARİ: Islak Alevler



ISLAK ALEVLER





Sinemadayım. Şehir Türkiye’nin herhangi bir şehri, başı göğsümde bir kadın, ben ağlarken kadınlar duymamalı. Ama yaşadığım hayatın öyküsünü izliyorum filmde.

Çıplak ayaklı çocukluğum kalbimin duvarına çarpıyor, sevdiğime yazdığım mektup aklıma düşüyordu. Misket oynarken yüzüme bulanan toz ve dizime denk yırtık puntolunum hayal hayal dolaşıyordu sinemanın havasında.

Burnuma bir kadının kokusu düşüyordu.

Bir yandan da dağları taşları ıskalayan mermilerden düşen barut yanığı ve ormanların boynu bükük duruşu? Dalların çatırdayışı ve alevlerin ıslak ıslak yanışına şahit olan gözlerimin ağlayışı?

Sonra şehrin en vahşi doğasında, serçe gibi cıvıldaşan çocukların o en masum hallerine dikildim?

Ağaca dokundum, ateşe, suya ve ömrüme?

Ay doğdu karadan daha kara gecelere, yetim ve öksüz kaldı o vakitlerde çocuklar. Kadınlar kocalarının gidip gelmeyen hayaliyle soğuk yorgan altında akıttılar gözyaşlarını.

Oyuncaklarım geldi aklıma.

Ateşte kor kor yanan ve ilk nefretimi duyduğum an gelip oturmuştu o filme.

Sinema koltuklarında başı göğsümde bir kadın, türküler koynunda terli, içinde bir devrin aşk masalı.

Oysa oyuncaklarımı tekmeliyordu potinleriyle biri, evimizin saçaklarından duman yükseliyordu, kerpiç duvarların yandığını kimse görmemiştir ama duvarların vatan gibi diri kaldığına tanıklık etmiştir mutlaka görenler. Duvarlar vatanını ifade eder insanın, sınırlarını?

Ve sınırlarını kimse yakamaz insanın.

Sefalet, yokluk, yoksulluk güneşin önüne geçen kara bulutlara benzer ama özgürse insan hiçbir sefalet boyundan aşkın durmaz, hiçbir yoksulluk ciğerlerine sinsice yuva kuramaz. Film yaşadıklarımı şehirlerden diğer şehirlere ekmek kokusu gibi taşımıştı, inanmazsak ve ağlamazsak ekmek çarpar adamı.

Kan kokusu dolaşır havada sonra, baldıran otu boy verir.

Ağlıyordum. Oysa hiçbir kadın ağladığımı duymamalıydı. Çünkü biz iki bin metrenin çok üstünde solumuşuz havayı. Yani çocuklara göre tanrı yurdudur orası. Tanrı erkeği ve kadını yarattığı günden beridir sevişmez rüzgar yükseklerde çünkü tutunacağı bir beden yoktur.

Merhametsizdir bizim orda aşk. Türküler söyler bunu.

“Daha yeni düştüm derde
Yem olurum kuşa kurda
Yüce dağlar oldu perde
Neredesin nazlı yarim
Nerdesin nerdesin nerdesin
Akşam oldu karagözlüm nerdesin
Off off nerdesin
Bunca çile bu canıma
Yoksulluk ocağıma”

Sinemadayım filmin içinden yüreğime kör bir bıçak, göğsümün üzerinde bir kadının aşk öyküsü.

En acısı çocukluğumu tekmeleyen bir acımasızlık, gençliğimi derin bir vadide boğan koyu bir kin.

İşte bu hallerde dokunamıyorum sana, ağlıyorum sensizliğe özgürlük. Bir avuç toprağı, bir dilim ekmeği, bir yumruk dolusu kini feda ediyorum sana. Sen olursan özgürlük, sen olursan aşk, sen olursan kadın?

Yoksa bütün filmler, bütün sinemalarda parayla izlenir.

Ama seni seyretmenin karşılığı aşktır.


İRFAN SARİ

ADNAN DURMAZ: Çılgın Ankalar Gazeli


ÇILGIN ANKALAR GAZELİ

ADNAN DURMAZ


öfke çıvgınlarıyla-dinç adımlarla-zamanı sarsan kasırga gibi geldik
yürek kattık şarkılara-bulut kattık yüreklere-dallara rüzgar gibi geldik 

genceciktik-goncacıktık-ağustos yanığı gülüşlerimiz pür aydınlık
bakışı metalik külüstür kalabalığa çiçek sağnağı bahar gibi geldik 

çekilmiş hançer gibiydik damarlarımızda ateş selleri akarcasına deli
sevdayı kuşandık çığsilah-bu kudurmuş karanlığı yıkar gibi geldik 

dövüştük akın akın
biçildik ekin ekin
kıvılcımlar gibi yayıldık bütün dağlara
ne bu son kavgaydı
ne de ilk kırılan dalıydık
on bin yıllık bir zulmün işgal ettiği kahredilmiş insanlığın
bazan yalın ayaklarımız paramparça
ellerimiz kösele
sıska yüzlerimizden sökülmüş gülüşlerle
ormanları yakılmış dağlar gibi geldik 

bazan... tank paletlerinin önünde yığın yığın ezilerek
açlık kıtlık kıran talan içinden
katar katar karıncalar gibi geldik 

aşk kuşandık
umut dokuduk zından tezgahlarında
bütün kıyımların öfkesiyle donandık
sevdalar kurtulsun diye
gülüşler yarası sarılsın diye
zincirler kırılsın diye
zındanlar yıkılsın diye
göz altında boğazlandık
sehpalarda kanatlandık zamana
ateşe vurduk da yüreği zifiri karanlıkta
yandık 

zaman hüzün koydu adını şarkımızın
yeniden doğduk küllerimizden
yeniden
yeniden
çılgın ankalar gibi geldik 


ADNAN DURMAZ 

ALİ ZİYA ÇAMUR: Kara Perçin— MEHMET RAYMAN:1 Mayıs


KARA PERÇİN





Mahyalara döktüler mahsus martavalları
Okkasız ölçüp biçtiler omurgasız okuntuları
Nadasta zihinleri nalladılar narsis hezeyanlarla
Götürü gururlarına heder ederken heveslerini
Döküldüler arım dürüm sanat drenajına

Kosinüssüz hesaplar kornere düştü
Bilimden bihaber bisküvi korsanları
Birdirbir oynaya dursun kendi bahçelerinde
Orlon oktavlarda araya dursunlar kırkbirinci ada’yı
Kopçası kopuk konsomasyon aslanları,
Bir sis sardı ağlarıyla özlemlerin şavkını

Ufka kar yağıyor donuyor çağrısız aşklar
Kısık sesli bahçelerde ıslıklar yasak
Hoyratça bellenmede cehennemde belleklerimiz
An geldi puhular dadandı gül bahçesine
Sloganlar silindi yaşlı taş duvarlardan
Yılanyastıkları doldurdu dört yanı dört köşeyi
Yüzler buruştu, yumruklar gevşedi zamanın iğlerinde
Çöktü çökecekken kara geceden kara pus
Zımbalanırken ucun ucun tan yeri
Bilinir, alanlar ve dağlar barındırmaz ürküyü
Bu perçini söker dudaklarında marşlarla emekçiler
1 Mayıs’ta söyleriz bir ağızdan aynı türküyü


ALİ ZİYA ÇAMUR


BİR MAYIS




bir sokum daha
onca açlığın yerine geçer
bir öğün olur sana
yediğin her lokma

yutkunduğun zamanları getir
sonra bir suskunluğa uyarla
emekten yemeğe geçemediğin
günlerin hatırına
katılalım bir mayıslara

bir gün gelir
açarlar bohçanı
akşam güneşini sar sarmala
öyle çık yola

yüzüne bulaşan kara
senin aydınlığındır
bin metre yerin altında.


MEHMET RAYMAN

YAŞAR DOĞAN: Pişmanlık Gowendi


PİŞMANLIK GOWENDİ

ADNAN DURMAZ

    Giden de pişman kalan da
    Herkesin içinde bir garip pişmanlık
    Ben ne gittim ne de kaldım oracıkta
    Ne geldim ne de ayrıldım

    Ama sadece bağlı olan elim kolum değildi

    Mantaliteler mantal baskı altında
    Tek-tek özünden kopup gittiler
    Kimi korkudan kimi de cüretten
    Cennet kuşlarının şarkısı altında

    Oysa o yıl o hazan
    Geçmişten ziyade geleceğimiz olabilirdi
    Şimdi kim ödeyecek o ağır bedeli
    Ben giderken de kalırken de ödedim
    Önümde ki her şey tek başına yetiyordu
    Beni yeryüzünde ki en büyük cani etmeye

    Ama olmadım

    Sırt geniştir hele bir deveninkiyse
    Dündül’ü duymuşsunuzdur
    Hani öteki adı Peygamberdevesi
    Kendiyle sevişeni yer bitirir
    Ansızın Sevgisiz bir yurdun
    Lanetli çocukları olup çıktık
    Tıpkı Deniz Gezmişler gibi
    Birilerin suratsız suratına tükürdüğümüz için

    Ve ayrı maskeler aynı şeyin Global tekrarı
    Neden hala bu talana hala o kadar minnettarsınız
    Madem Allahtan Başkasına kul olmak yok bu kitapta
    Sağduyunuz nerde ve siz neredesiniz

    Hani kulağı ve zarını anlatıyor ya Mülakat’ta
    Hacı-Bektaşi-Veli
    Okusaydınız o oku
    Bu kadar sağır kalabilirmiydiniz hayata/ yaşama
    Bu KÖR gecenin ortasında

    

YAŞAR DOĞAN /LOLAN

ERCAN CENGİZ: Rüzgâra Karşı—ABDULLAH ORAL: Her Mayıs Sabahı


RÜZGÂRA KARŞI



arka arkaya aksi yönde akınca bulutlar
mevsim değişir uçuşur gider yapraklar
tepeyi süpüren tipi çukura doldurur
üst üste vurunca dalda kalır dikeni
gün doğsa ne çıkar sararıp düşen yaprağa

vuran vurmuştur boynu bükük gelincik
uçup giden kuşlar dönüp geri mi bakar

zoraki soğuk nefesiyle tanışır insan
her fırtına bir başka havada silkelerken adamı
boğazına düğümlenen söz kalır düşen canın ardından

yokluk yapmıştır yapacağını entarisini sürüklediği yollarda
sessiz sedasız örtülür üstü ekşi yüzlü kadının

rüzgar kendini gösterir, fırtına konuşturur adını
zamansız gelen zamana karşı
ayakta durmak mı direniş, kazanmak mı mevziyi

kenger tanır rüzgarı, kenger ki arsızdır
usanmadan meydan okurken derindedir damarı
fırtınanın eliyle tohum eker toprağa
bundandır fırtınanın hıncını saptan çıkarması


ERCAN CENGİZ




HER MAYIS SABAHI

ADNAN DURMAZ


Her mayıs sabahına uyanan gözler
Kışkırtır içimdeki açlık ordusunu
Dalga kıranları yıkarak gel git ler
Denizin türküleriyle düşer yollara

İçimde kök salan umut başlar yürümeye
Deniz olur taşar caddeler
Kıyılara vurur köpek balıkları
Kaçmak için emeğin sıcak sularından

Her mayıs sabahı kapımı yoklar dalgalar
Bir deniz türküsü düşer dilime ki
Kendi sesime kendim- erir karışırım sulara
Yusufçuklar kanat çırpar penceremde.

Ve her mayıs sabahı üç karanfil koklarım
Salarım sevdamı göklere güvercin kanadında
Haykırırım öfkemi her solukta çığlık çığlığa
Her mayıs sabahı-
Çığlıklara tutunarak yükselir denizlerin adı göklere


ABDULLAH ORAL

MELİH COŞKUN: Çevirdim Başımı Sol Yanıma



ÇEVİRDİM BAŞIMI SOL YANIMA


ADNAN DURMAZ

Çevirdim başımı sol yanıma
Gülümsüyordu duvarımda
En yakışıklı fotoğrafı devrimin
Bir sonbahar şafağında doğuşumdandır belki
Böyle dişlerimi sıkarak okumam bütün türküleri

Rüzgarsız göçen her kahramanın
Aydınlık izi düşer karanlık sokaklara
Ve her sesin yankısı vardır
Her düşüşün yarattığı bir deprem vardır mutlaka

Martın, Eylülün çocuklarıdır onlar
Kimse sormamıştır onlara
Karartırken gökyüzünün mavisini
Çalarken beyazını
Kanla, emekle yaratılmış cennetlerin
Ve kanunları yapanlar
Hiç şiir okumamışlardır belki hayatlarında
Yüceliği üzerine insanlığın
Yaratmanın ve yaratılmanın
Yani onuru üzerine insan olmanın
Kanunları yapanlar güçlüler midir o zaman
Türküleri yaratanlar kadar

Halkının kaderini kanla yazarken tarih
Yumruklaşan bir heyecanla
Kırılıyor paslı zincirleri sessizliğin
Koşuyor güzel kızları
Ve yakışıklı çocukları devrimin
Düşüşlerinde depremler saklıyorlar
Ve güneşten ödünç almışçasına
Alev gözlerini
Öyle güzel bakıyorlar hâlâ

O alev gözleriyle
Gülümsüyor hala duvarımda
En yakışıklı fotoğrafı devrimin
Bir sonbahar şafağında doğmuş olduğumdan mıdır bilinmez
Ne zaman bir marş dinlesem sıkıyorum dişlerimi...


MELİH COŞKUN

ŞERİF TEMURTAŞ:Hasretin Fırtına—HAKAN KAYA:Öfke—BÜLENT AYDINEL:Ne O Dağlar Eskidi Ne De O Eşkiyalar



HASRETİN FIRTINA



Bilemezsin hasretin fırtınadan kopardın
Ranzanda ay ışığı gül suratın
Sınanmış sevdaları yaşamak
Bize özgü bilirsin
Alnımın en gergin telinde
Kardeşim ol.
Aynı rahimden yeniden doğalım dünyaya
Mor menevşeler toplayalım
Savrulsun umudumuz dünyaya
Varlığın direncim olsun
Bitimsiz sevdalarla.

Aşk olsun adı şiirimizin
Bir demet çiçek bırakalım yanına
Aynı rahimden yeniden doğalım dünyaya.


ŞERİF TEMURTAŞ




ÖFKE




sevecenliğim,
kızgın bir tabana eşit 

çünkü öfke dönüp dolaşıp
çocuğun ağlaması olur 

siz beni bilmezsiniz saatlerce
ağıran işçi nefesinde ben 

kayıp mıyım dır sizce
burjuva medyada yokken .

Aklı ermez burjuvanın
düşüncelerime .

Çünkü korkunç gelir bilimim onlara
aklım bilinmez kıyımlarda harelenir .

Yinede direnen bir halk olur bilimim.
Yenilmez bir güç olur .

Birgün bakarsınız ki
dünya işçi bir güneşle kendini bulur .



HAKAN KAYA



NE O DAĞLAR ESKİDİ NE DE O EŞKİYALAR

ADNAN DURMAZ

- söz kalleşe dönüşmeyince büyür
göz yaşı da gamze de bunun farkındadır – 

Gözleri ıslak ve yabani
Saçları dağınık ve kirli sakallıydılar
Rüzgar biriktiren bir çift kıvılcımla kanatlandılar
Aşkın yalnızlığı hangi gökyüzüne sığar
Hangi uçurum ağırlar özleme çıkan yolcunun konukluğunu
Yüreği dalgalanan dağların gözleri durulur mu
Yangına ad koymuş göğsünde taşıyorsun ey yar
Bundandır işte
Ne o dağlar eskidi ne de o eşkiyalar


BÜLENT AYDINEL


YAVUZ AKÖZEL: Sovyetler Birliğinde Kültür ve Sanat Yansımaları -II


LENİN VE STALİN DÖNEMİNDE
SOVYETLER BİRLİĞİNDE KÜLTÜR VE SANAT YANSIMALARI – II




Kentleşme olsun, ulaşım olsun tüm planlamalar ve yaratılanlar ayrıcalıklı bir azınlık için değil, Sovyet toplumunu oluşturan milyonları gözeterek yapılıyordu. Bugün bile burjuva toplumlarda geniş halk kitlelerine sunulan ile sömürücüleri oluşturan ve milyonların yanında sivrisinek kadar kalan burjuvaziye sunulanlar arasında kıyaslanamayacak farklılıklar vardır. Bu farklılık giderek daha da büyümekte ve hatta toplumsal hizmetlerden yararlanma hakkı bile giderek sömürülenlerin elinden alınmaktadır.
   
Sovyetler Birliğinde kültür ve sanat alanında yapılan ve yukarda açımlamaya çalıştığımız, görkemli başarıların yanı sıra (ufak-tefek) imiş gibi görünen ama aslında hiç de önemsenmiyecek bir (ufak-tefek)lik olmayan, hatta,Sovyetler Birliği’nin çöküşüne değin ulaşan bir son’un ilk çekirdeklerinin çimlenmeye bırakılması olarak da değerlendirilebilecek hatalı uygulama ve anlayışlar olmuştur.

Nedir bu hatalı uygulama ve anlayışlar ?

Yukarıda da Büyük Sovyet Ansiklopedisi’nden alıntılamıştık,1918’de Lenin ve Stalin’in de imzalarını taşıyan “Sovyetler İktidarı Kararnameleri” o anki somut durum göz önüne getirildiğinde anlaşılır bir şeydir. Sözgelimi bu kararnameye göre, Çar ve uşaklarının onuruna yapılan ve tarihsel ya da sanatsal değeri olmayan anıtlar, resimler vb. depolara kaldırılacak veya kullanılacak, bunların yerine; Çarlık döneminde bırakın bir büstlerinin olmasını, çoğunun adlarını dahi cahil bırakılmış Rusya halklarının duymadıkları; filozof, bilim adamı, devrimci, müzisyen, yazar, ressam heykeltıraş, artist vb.değerlerin anıtlarının yapılmasını karara bağlıyordu.

Alınan bu kararda hangi adlar var?

Devrimciler ve Halk Adamları:
Spartaküs,Tiberius Sempronius Gracchus, Brutus, Babeuf, Marx, Engels, Bebel, Lasalle, Jaurés, Lafargue, Vaillant, Marat, Robespierre, Danton, Garibaldi, Stenka Razin, Pestel, Rilef, Herzen, Bakunin, Lavrof, Khalturin, Plehanof, Kalyaef, VolodarsKi, Fourier, Saint-Simon, Robert Owen, Jelyabof, Sofia Perevskaya, Kibalçiç

Yazar ve Şairler:
Tolstoy, Dostoyoyevski, Lermentof, Puşkin, Gogol, Radişçef, Biyelinski, Ogaref, Çernişevski, Mihaylovski, Dobrolyubof, Pisaref, Glep Uspenski, Saltkof-Sçedrin, Nekrasof, Şevçenko, Tyufşef, Nikitin, Novikof,Koltzof

Düşünür ve Bilginler:
Skovoroda, Lomonossof, Mendelyef

Ressamlar:
Rublef, Kiprenski, Aleksey İvanof, Vrubel, Şhubin, Kozlovski, Kazakof

Besteciler:
Musorski, Scriabin, Chopin

Artistler:
Kommiserhevskaya, Motşalof

Tüm Sovyetler Birliği’nde önemle okuma-yazma oranının %3’lere dek düştüğü kenar bölgeler başta olmak üzere afişleme ve grafik-resim ile anlatma çalışmaları yapılmış hem sosyalist devrim anlatılmaya çalışılmış hem de güzel Sanatlar dünyada ilk kez bu kadar somut bir tarzda cehaletle savaşımda bir araç olarak başarıyla kullanılmıştır.


1930’lara gelindiğinde cehalet, sadece merkezi bölgelerde değil kenar bölgelerde de nerdeyse sorun olmaktan çıkarılmıştır. Buna karşın 1918’ler de alınan bir karara sadık kalınarak ve hatta ilk devrim yıllarına kıyasla çok çok abartılarak yaşama geçirilmesi ve bunu da yaparken ağırlığın sadece Lenin ve Stalin’in şahsında yoğunlaştırılması, sonraları “kişiye tapma” olarak  “Gizli Rapor”da kullanılmış ve Stalin dönemindeki görkemli ileriye fırlayışın, anti-propagandası olarak kullanılmış, önemsenecek ölçüde de taraftar bulmuştur. Hatta bu taraftarlar arasında Mao Zedung, Nazım Hikmet bile vardır. 1930 sonrası Lenin ve Stalin’e ilişkin resim ve heykellerin olmadığı kenar-bucak kalmamış, hatta bu heykelleri yapan bir endüstri bile ortaya çıkmıştır. Artık halkın ezici çoğunluğunun cahil olmadığı, okullara serbestçe gittiği, gidebildiği bir ülkede yazınsal ideolojik çalışmaya ağırlık verilmesi gerekiyorken her tarafın heykel ve resimlerle donatılması gerçekten akıl kârı değildir ve bunun acı sonuçlarını dünya proleteryası bizzat yaşamıştır. Nasıl mı?

 20.P.K.ile Kruşçev revizyonizmi iş başına geldiğinde,  belirgin bir tepki ile karşılaşmamış, Kruşçev’in 20.P.Kongre kararlarına olsun, Stalin’e yönelttiği dedikodu temelindeki eleştirilere olsun  bırakın bir başkaldırıyı, itiraz dahi olmamıştır! Hatta Stalin’e önce övgüler düzen N. Hikmet bile, o öldükten yıllar sonra, çoğunluğun korosuna katılmış ve Stalin’i yeren, Stalin karşıtları tarafından kullanılan  o meşhur (! ! !) şiirini yazmıştır:


taştandı, tunçtandı, alçıdandı, kâğıttandı, iki santim
-den yedi metreye kadar
taştan tunçtan alçıdan ve kâğıttan çizmeleri dibin
-deydik şehrin bütün meydanlarında parklarda ağaçlarımızın üstündeydi
taştan tunç
-tan alçıdan ve kağıttan bıyıkları lokan
-talarda içindeydi çorbamızın
odalarımızda taşdan tunçdan alçıdan ve kâğıttan
gözleri önündeydik
yok oldu bir sabahyok oldu çizmesi meydanlardan
gölgesi ağaçlarımızın üstünden
çorbamızdan bıyığıodalarımızdan gözleri
ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce ton taşın
tuncun alçının ve kâğıdın

Nazım Hikmet 1961,Moskova 

    

“Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı”

Üzerinde, en çok tartışılan ve daha çok uzun süre de tartışılmasına devam edilecek olan, Lenin’in 1905’de yazdığı “Parti Örgütü Ve Parti Edebiyatı“ makalesi var. Stalin döneminde de Lenin’in bu makalesi bir ‘baz’, bir ‘ilke’ olarak ele alınmış, bazen de bu ‘ilke’nin kalkanına sığınılarak yanlış, gereksiz uygulamalar yapılmıştır. Lenin’in, ‘Parti Örgütü Ve Parti Edebiyatı‘ makalesini daha iyi anlayabilmek, daha iyi özümleyebilmek için aydın ve birey, aydın ve kollektivizm üzerine oluşturduğu birikimlerin esas kaynaklarına ve bunlardan nasıl sonuçlar çıkardığına bakmak gerekiyor!
   
Karl Kautsky henüz dönekleşmemişken ‘aydınlar‘ üzerine bir yazı yazıyor. Bu yazıda ‘aydın bireyciliğini’ ‘üstün insan‘ felsefesini irdeliyor. (Anımsayınız, Lenin’in P. örgütü ve P. Edebiyatında yazdığı “kahrolsun partisiz edebiyatçılar, kahrolsun edebiyatın üstün (a.b.ç) insanları!”) Lenin, 1904’de “Bir Adım İleri İki Adım Geri”yi yazıyor. Yani, “Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı” makalesini kaleme almadan aşağı-yukarı bir yıl önce. Ve “Bir Adım İleri İki Adım Geri”de, K. Kautsky’nin bu yazısına atıfta bulunarak, ondan uzun bir alıntı aktarıyor. İlgili bölüm şöyle:

 “Bununla ilgili olarak, insan, Karl Kautsky’nin bu tür kişileri, toplumsal ve psikolojik açıdan nasıl parlak bir biçimde tanımladığını anımsamadan edemiyor. Çeşitli ülkelerin sosyal demokrat partileri, benzer hastalıkların acısını,şimdiler de hiç de seyrek duymuyor.Bu hastalıkların doğru teşhisini ve doğru tedavisini,daha deneyimli yoldaşlardan öğrenmek, bizim için çok yararlıdır. Bu yüzden, Karl Kautsky’nin, bazı aydınları tanımlayışı, konumuzun dışında görülmemelidir.
 Bugün bizi yakından ilgilendiren sorun.... aydınlar tabakasıyla(1) (intelligentsia) proleterya arasındaki uzlaşmaz karşıtlıktır. Bu karşıtlığı itiraf ettiğim için arkadaşlarımın çoğu (Kautsky’nin kendisi de bir aydın, bir yazar ve bir editördür) öfkelenecektir. Ama bu uzlaşmaz karşıtlık gerçekten vardır ve başka konularda olduğu gibi, gerçeği yadsıyarak yenmeye çalışmak çok yersiz bir taktik olur. Bu uzlaşmaz karşıtlık toplumsaldır. Kişilere değil sınıflara ilişkindir. Birey olarak aydın, kapitalist birey gibi, kendisini, sınıf savaşımında proleteryayla özdeşleştirebilir. Böyle yaptığı zaman, o kişi karakterini de değiştirmiş olur. Aşağıda üzerinde duracağımız aydın tipi, henüz kendi safında bir istisna olan bu tür aydın değildir. Aksini belirtmedikçe, ben aydın sözcüğünü, burjuva toplumunun tarafını tutan sıradan aydını, bir sınıf olarak aydınlar tabakasının karakteristliğini taşıyan aydını ifade etmek için kullanacağım. Bu sınıf proleteryayla belli   bir uzlaşmaz karşıtlık içindedir.

Ancak bu uzlaşmaz karşıtlık emekle sermaye arasındaki uzlaşmaz karşıtlıktan farklıdır. Aydın kapitalist değildir. Gerçi onun yaşam düzeyi burjuvacadır ve eğer bir yoksul haline gelmeyi istemiyorsa o düzeyi sürdürmelidir, ama aynı zaman da kendi emeğinin ürününü ve çoğu zaman emek gücünü satmak zorundadır ve kendisi de çoğu zaman kapitalist tarafından sömürülür ve aşağılanır. Görüldüğü gibi, aydınla proleterya arasında herhangi bir iktisadi karşıtlık yoktur. Ama aydının yaşam durumu ve çalışma koşulları proleterce değildir. Duygularda ve düşüncelerde belli bir karşıtlığa yol açan da budur.

Proleter, tek başına bir birey olarak hiç bir şey değildir. Onun bütün gücü, bütün gelişmesi, bütün umutları ve bekleyişleri, örgütten, arkadaşlarıyla birlikte yürüttüğü sistemli eylemden gelir. O kendini, büyük ve güçlü bir organizmanın parçası olduğu zaman büyük ve güçlü hisseder. Bu organizma, onun için temeldir; bu organizmaya oranla birey, pek az şey ifade eder. Proleter adsız kitlenin bir parçası olarak, herhangi bir kişisel çıkar ya da ün sağlamayı düşünmeksizin, nerede görevlendirilirse orada ve bütün benliğini ve düşüncesini saran gönüllü bir disiplinle, tam bir bağlılıkla savaşır.

Aydına gelince, durum oldukça değişiktir. O,bileğinin gücüyle değil, kafasıyla savaşır. Onun silahları, kişisel bilgisi, kişisel yetenekleri, kişisel inançlarıdır. Herhangi bir yere, ancak kendi kişisel nitelikleriyle erişebilir. Bu yüzden bireyselliğini en özgür biçimde kullanabilmesi, ona, başarılı çalışmasının temel koşulu olarak görünür. Bir bütüne bağlı bir parça olmaya güçlükle razı olur, o zaman da bu eğilimden ötürü değil, zorunluktan ötürüdür. Disiplin gereğini seçkin kafalar için değil, yalnızca yığınlar için kabul eder.Ve kuşkusuz,kendini birinciler arasında sayar...

Nietzche’nin, kendi öz bireyciliğinin gereğini yapmayı her şey sayan ve bu bireyciliğin büyük bir toplumsal amaca, şu ya da bu biçimde bağımlılığını, aşağılık, bayağı bir şey gören üstün insan(a.b.ç.) felsefesi, gerçek bir aydın felsefesidir; ve bu felsefe, proleteryanın sınıf savaşımına o aydının katılmasını tümden olanaksızlaştırır.

Nietzche’nin yanı sıra, aydınlar tabakasının duygularına yanıt veren felsefenin en önemli parçalarından biri İbsen’dir. Onun (Bir Halk Düşmanı’ndaki) Doktor Stockmann’ı, birçok kişinin sandığı gibi bir sosyalist değil, ama içinde çalışma girişiminde bulunduğu proleterya hareketiyle ve genel olarak herhangi bir halk hareketiyle, eninde sonunda çatışma zorunda bulunan bir aydın tipidir. Her demokratik hareketin temelinde olduğu gibi proletarya hareketinin temelinde de kişinin, arkadaşlarının çoğunluğuna saygı duyması gereği yatar. Oysa Stockmann türünden tipik aydın (Der typische Literat) (ben), ‘kaynaşık çoğunluğa ‘, alaşağı edilmesi gereken bir canavar gözüyle bakar..


Proleterya duygularıyla dolup taşan ve parlak bir yazar olmasına karşın, özgür aydın anlayışını büyük ölçüde terkeden, parti kadrosuyla birlikte coşkuyla yürüyen, atandığı her görevde çalışan, kendini bütün yüreğiyle amacımıza bağlayan, azınlıkta kaldığında İbsen ve Nietzche’den eğitilmiş aydının boynu büküklüğü içerisinde kişiliğinin ezilmesine ağlayıp sızlamayı(weichliches Gewinsel) aşağılayan ideal aydın örneği -sosyalist hareketin gerektirdiği aydın türünün ideal örneği- Liebknecht’ti. Aynı biçimde, kendini hiç bir zaman ön safta olmak için zorlamayan ve sık sık azınlıkta kaldığı Enternasyonaldeki parti disiplini örnek alınacak olan Marx’ı da örnek sayabiliriz.“
 (Lenin,Bir Adım İleri,İki Adım Geri, Sol yay. S.156,157,158) (Lenin,Ausgewaehlte werke-1-Dietz Verlag,1972,S,718)

Yazıyı yorumlamaya geçmeden önce, K.Kautsky’nin dönek olmadığı dönemde hayranlık uyandıracak derecede Marksist bakış açısıyla yazdığını görüyoruz. Nitekim bu olgu Lenin’i de etkilemiş, yansımaları 1905’de kaleme aldığı “parti örgütü ve parti edebiyatı“ makalesine dek ulaşmıştır.   



YAVUZ AKÖZEL

DEVAM EDECEK…

TEMEL DEMİRER: Zulme Karşı 1 Mayıs’a



ZULME KARŞI 1 MAYIS’A [*]



“Görünen, gerçek olsaydı
bilime gerek kalmazdı!”[1]

“Yine de dönüyor!”[2]

1 Mayıs 2012’ye giderken…

İşçi sınıf ve emekçi yığınlar için çok şey, “Sana senden büyük düşman yok,” diyen Sidonie-Gabrielle Colette’in ifade ettiği üzere…

* * * * *

1 Mayıs 2012’ye giderken…

İnsan(lık) sürdürülemez kapitalizmin hızla sınırlarına doğru ilerlediği bir tekelleşme, kriz, açlık ve yoksunlukla yüzyüze…

Örneğin nüfusu 9 milyon olan Somali’de 20 yıllık süre zarfında, 1 milyon insan hayatını kaybederken; ülkenin 400 en zenginin 1.53 trilyon dolar servetleriyle 150 milyon Amerikalı’dan daha fazla gelir-mülk-rant sahibi olduğu; buna karşın, 50 milyon kişinin yoksulluk sınırlarında yaşıyor olması ya da doğru dürüst barınacak bir yerinin olmaması paradoksu ABD’yi sarsıyor…

Küresel kriz, düne kadar “refah bölgesi” sayılan AB coğrafyasında yoksulluk terimini günlük hayata taşıdı. 2010 yılı için saptanan yoksul, dışlanmış Avrupalı sayısını, Eurostat’ın 8 Şubat 2012 tarihli bülteni, 115 milyon olarak açıkladı.

Bir yanda açlık büyürken; öte yanda da sömürü büyüyüp, derinleşiyor…

Ekim 2011 sonunda sonuçları ‘New Scientist’de de aktarılan araştırmaya göre ulus ötesi şirketlerin yüzde biri, tüm ulus ötesi şirketler ağının yüzde 40’ını denetleyebiliyor.[3]

David Rothkopf’a göre de, tüm mali piyasalardaki işlemlerin yüzde 95’ini 14 büyük firma (aile) denetliyor. Bu 14 aileyi de içeren 50 büyük yapılanmanın toplam varlıkları 50 trilyon doları geçiyor. Açıyı biraz genişletirsek bu süper sınıfın “yerleşkesi” en büyük 2 bin şirket, 500 milyon insan çalıştırıyor, 100 trilyon varlığı kontrol ediyor.

Rothkopf, bu “süper sınıfın” üyelerinden Blackstone grubunun CEO’su Stephen Scwarzman’ın, “dünyada hemen her sanayi dalında veya sektörde, 20-30 insan gelişmeleri belirliyor” dediğini de aktarıyor ve 1970-2008 arasında ABD’de CEO gelirlerinin en az 10 kat arttığına dikkat çekiyor.

‘Forbes’in ‘Dünyadaki Dolar Milyarderleri’ listesi, 2012 senesinde 1226 kişiyle rekor kırıyor! Carlos Slim Helu’nun 69, Bill Gates’in 61, Warren Buffet’in 44, Bernard Arnault’nun 41, Larry Ellison’un 39, Amancio Ortega’nın 37.5, Eika Batista’nın 30, Stefan Persson’un 26, Li Ka-Shing’in 25.5, Karl Albrecht’in 25.4 milyar dolar servetinden söz ediliyor…

Hem de yerkürede yarım milyar çocuk açken ve yine 500 milyon çocuk da yeterli beslenemezken…

* * * * *

1 Mayıs 2012’ye giderken…

Kriz içindeki kapitalizm, yerküreyi ve elbette Türkiye’yi de kasıp, kavuruyor…

BM’nin ‘2012 Dünya Ekonomik Görünümü ve Beklentileri Raporu’nda Türkiye, “Kırılgan ülkelerden biri” olarak nitelenirken; OECD’nin raporunda da, “Türkiye’de gelir dağılımındaki uçurum hâlâ çok büyük” olduğuna dikkat çekildi.

Kolay mı? Türkiye’de her dört çocuktan biri yoksul bir ailede yetişiyor. Çocuk yoksulluğunda OECD ortalaması yüzde 12.6 düzeyinde! Türkiye’de ise bunun iki katı!

Türkiye Kamu-Sen’e göre memurların yüzde 7’si açlık, yüzde 80’i yoksulluk sınırının altında ücret alıyorken; 3 milyon 26 bin kişinin kazancı da 295 TL’nin altında!

Türkiye’de egemen medya ekonomide her şeyi tozpembe sunmaya kalkışsa da Adana’da eşi bir yılı aşkın süre işsiz kalan 26 yaşındaki Emine Akçay, 8 aydır kirasını ödeyemediği evde iki çocuğunun ısınması için saç kurutma makinesini çalıştırıp, diğer odada kendini tavana asarak intihar ediyor!

Türkiye’de hanehalkının, gelirinden fazla harcama yaptığına dikkat çeken Ali Babacan, Türk halkının 2010-2011 yıllarında henüz kazanmadığı 95 milyar lirayı harcadığına da işaret etti.

TÜİK’in araştırmasına göre, 2011’de halkın yüzde 55.7’si daha ucuz ürün tüketmeye başladı, yüzde 32.3 ise borçlandı!

Öte yandan yoksul yurttaşların para karşılığında denek olarak kullanılmayı kabullenmek zorunda kalıyor. Sağlık Bakanlığı, Türkiye’de “gönüllü kobaylık uygulaması”na izin verilmesinin ardından uluslararası ilaç firmalarının işsiz ve yoksul yurttaşları para karşılığı kobay olmaya zorladığını kabul etti...

Bunun yanında Türkiye’de bankalar 2011’de mevduata 37.3 milyar liralık faiz ödedi. Bu paranın yarısı milyon liralık mevduat hesabı bulunan 45 bin 608 kişinin cebine girdi. Milyonluk hesapların çoğu banka ve sanayi şirketlerinin ortak yöneticilerine ait!

Evet, zenginleri da zenginleştiren, yoksulları da açlığa mahkûm eden bir sistem bu!

Nihayet ‘Forbes’ dergisinin ‘En Zengin 100 Türk’ sıralamasına göre, 2011’de 39 olan dolar milyarderi sayısı, 2012’de 35’e indi. Listede yer alan ilk 10 isimle, son 10’unda yer alanlar arasındaki servet farkı 6.4 kattan 7.2 kata yükseldi. Toplam servetin yüzde 73’ünü, listenin zirvesinde yer alan 50 isim, kalan yüzde 27’yi listenin son 50 sırasında yer alanlar paylaştı.

‘En Zengin 100 Türk’ listesinde, Türkiye’nin en zengin ismi 3 milyar dolarlık servetiyle Fiba Holding Yönetim Kurulu Başkanı Hüsnü Özyeğin oldu. 2011 yılında 4 milyar dolarlık servetiyle ilk sırada yer alan Çukurova Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Emin Karamehmet ise 2012’de 2.9 milyar dolarlık servetiyle ikinci sırada yer alırken, Yıldız Holding Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker de iki sıra yükselerek listede 2.8 milyar dolarlık servetle üçüncü oldu.

* * * * *

1 Mayıs 2012’ye giderken…

Gözaltılar, polis harekâtları, özel yetkili savcılar/ yargıçlar, tutuklama furyaları, tıka basa dolu hapishaneler, sınır tanımaz bir saldırganlık vd’leri…

Bu kadar da değil; öldürmeler, kaza denilen “iş cinayetleri”, kavgalar, yaralılar…

Sonra küçük yaştaki çocuklara tecavüzler, toplu tecavüzler, erişkin tecavüzcü listeleri…

Kadın cinayetleri…

Yolsuzluklar, çalmalar, çırpmalar…

Ruh sağlığı bozulan toplum…

Yaygınlaşan kaygı, anksiyete…

İnsan(lar)ın içine sinen korku ile iç içe geçen depresyon, ruhsal çöküntünün gündelikleşmesi…

Güvenin yerine paranoya ve kuşkuculuğun ikamesi…

Şizofreninin, akıl yarılmasının, insan(lar)ın kişisel sığınağına dönüşmesi söz konusu…

* * * * *

İş bununla da sınırlı değil…

Yine 1 Mayıs 2012’ye giderken…

Etienne Copeaux, Türkiye’deki sosyal ve siyasi yaşamın “sıradan faşizm”e dönüştüğünü, insanların özellikle de aydınların hiç görülmemiş, sürekli bir endişe ve korkuyla yaşadıklarını ifade ederken; Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu’nun eski Eşbaşkanı Joost Lagendijk tabloyu, “Türk olsaydım delirirdim. Bir sürü konu çözümsüz bırakılıyor. Sonrasında hasara bakılmıyor. Ülkenin nereye gittiği, nasıl bir polarizasyondan geçtiği görülmüyor,” diye betimliyor…

Öte yandan ‘The Newsweek, “Türkiye 1980’lerin otoriter askeri yönetimine doğru geri gidiyor” notunu düşerek ekliyor: “Söz konusu coğrafya Basın Özgürlüğü Endeksi’nde 148 sırada.

AİHM Türkiye’yi 2011 yılında 174 defa insan hakları ihlâlinden mahkûm etti. İkinci sıradaki Rusya ise 133 davayı kaybetti…

3 bin 500 Kürt siyasetçi ve aktivist, suçlamaları ‘trajikomik’ diye değerlendiren eski genelkurmay başkanı dahil 249 üst düzey askeri görevli ve 100’ün üzerinde gazeteci tutuklu. Erdoğan’ın bu tutuklamaları doğrudan emrettiği ya da soruşturmaları siyasi amaçlarına uyan aşırı heyecanlı savcılarla ne kadar beraber hareket ettiği konusunda kimsenin kesin bir fikri yok…”

Ayrıca Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in açıkladığı üzere, cezaevindeki çocuk siyasi tutsak sayısı 2005’te 17 iken siyasi hükümlü çocuk sayısı 2010’da yüzde bin artarak 1023’e yükseldi.

Özellikle 2009 yılında “KCK operasyonları” adıyla başlatılan tutuklama furyasından sonra siyasi mahkûmiyetlerin sayısı neredeyse katlanmış. Buna göre; 2005’te 14 bin 35 erkek ve 2 bin 205 kadın hakkında dava açılırken, 2006’da 20 bin 308 erkek, 2 bin 511 kadın, 2007’de 25 bin 671 erkek ve 3 bin 684 kadın, 2008’de 26 bin erkek ve 3 bin 941 kadın, 2009’da 47 bin 693 erkek ve 5 bin 593 kadın, 2010’da ise 56 bin 237 erkek ve 6 bin 880 kadın hakkında dava açıldı.

Tam da bu noktada “AKP hükümeti, KCK’nin ne olduğunu, temsilcilerinin kimler olduğunu bilmiyor değil, sadece büyük bir projenin parçası olarak sivil alanı da tasfiye etmek istiyor,” vurgusuyla BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş ekliyor: “KCK’dan tutuklu olanlar: 6 milletvekili; 94 gazeteci ve 30 gazete dağıtımcısı; 36 avukat; 31 belediye başkanı; 7 belediye başkan yardımcısı; 5 belediye başkan vekili; 183 parti yöneticisi; 28 Parti Meclisi üyesi; 6 MYK üyesi; 2 eşgenel başkan yardımcısı; 400’e yakın öğrenci...

Öte yandan, 140 sendikacı gözaltına alındı; 49’u hâlen savcılıkta ifadelerini veriyor. Gözaltına alınan ve tutuklananların bir bölümü ise parti üyeleri, sempatizanlar ya da bizimle hiçbir örgütsel bağı olmayan vatandaşlar... Toplam tutuklu ve gözaltı sayısı: 6300 kişi…”[4]

* * * * *

Bunların yanında yine 1 Mayıs 2012’ye giderken ya işçilerin hâli mi?

“Hükümet, düzenlemeleri uygulamaya geçirmek için kolları sıvadı: Kıdem tazminatı düzenlenecek… Esnek çalışma modeli yaygınlaştırılacak… Bölgelere göre asgari ücret uygulamasına geçilecek…”[5] haberleri eşliğinde işçilerin durumu mu?

‘Türkiye Kamu-Sen’in raporuna göre, taşeron işçisi olarak kamu hizmetlerinde çalıştırılanların sayısı daha önce 10 bini geçmezken, AKP döneminde 400 bini geçti. Sözleşmeli sayısı 40 bindi, 250 bine fırladı. Maaşlar sürekli eridi!
DİSK’in araştırmasına göre 2012 yılı başında zamlı ücret alan, asgari ücretli öğün başına 69 kuruşla karnını doyurmak, 226 liraya ısınmak ve barınmak zorunda. Asgari ücretli milyonlarca işçi, eğitim için çocuk başına ancak 2.5 lira harcama yapabiliyor!

Türk-İş’e göre, Türkiye’de 13 milyon civarındaki kişi sosyal güvenlik hakkından yoksun!

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, 2011-Haziran döneminde, istihdam edilen 24 milyon 901 bin kişiden 10 milyon 841 bininin kayıt dışı olduğu belirlendi!

İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası’nın ‘Türkiye Vergi Profili’ araştırmasına göre, Türkiye’de 10 ücretli bir şirketten daha fazla vergi ödüyor!

Türkiye gerek resmi-normal çalışma süreleri, gerekse de mesai saatleri bakımından Avrupa ülkeleri ile kıyaslandığında açık ara önde bulunuyor. DİSK’in hazırladığı ‘Çalışma Süreleri Raporu’na göre, ortalama haftalık resmi çalışma süresi Fransa’da 35, İngiltere’de 37, Norveç-Hollanda’da 37.5, Almanya’da 37.6, İtalya’da 38, Bulgaristan’da 40, Yunanistan’da 40 iken Türkiye’de 45 saat!

TÜİK’in açıkladığı ‘Sağlık Sorunları ve Faaliyet Güçlükleri Yaşayanların İşgücü Araştırması’na göre, 15 ve daha yukarı yaştaki 19 milyon 678 bin kişi (yüzde 36.8) süreğen hastalık veya sağlık sorunu, 12 milyon 11 bin kişi (yüzde 22.5) de faaliyet güçlüğü yaşıyor. Her iki sorunu birden yaşayanların sayısı 11 milyon 221 bin kişi. Herhangi bir süreğen hastalık, sağlık sorunu veya faaliyet güçlüğü yaşamayanların sayısı da 32 milyon 971 bin kişi. 2011’nin 2. döneminde işgücüne katılma oranı yüzde 50.5 iken herhangi bir süreğen hastalık veya sağlık sorunu olanların işgücüne katılma oranı yüzde 40, faaliyet güçlüğü çekenlerin işgücüne katılma oranı yüzde 34.8!

Ya sendikal haklar mı?

Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’nun (ITUC) ‘Sendikal Hakların İhlâli Raporu 2011’de, 2010 yılında 90 sendikacının öldürülüp, 75 sendikacının ölümle tehdit edildiği; sendikal faaliyetlerde bulunan 2 bin 500 kişinin tutuklanıp, 5 bin kişinin işten atıldığı ve “Türkiye’de, sendikal hakların yasal olarak hâlâ büyük oranda kısıtlandığı” belirtiliyor…

Kolay mı? 2.5 milyonu aşkın kamu görevlisi, grevsiz bir sendika rejimi ve göstermelik bir toplu sözleşme yasası ile yüz yüzeyken; ‘Üçlü Danışma Kurulu’nda DİSK ve Hak-İş yüzde 10 işkolu barajının kaldırılmasını isterken Türk İş ile TİSK küçük de barajın kalmasından yana tavır aldı. Grev yasakları konusunda da uzlaşma sağlanamadı!

Ayrıca anayasada grev yasakları kaldırılmasına karşın yasayla yeniden sınırlandırılıyorken; AKP’nin önerisi ile savunma ve petro kimya işkollarında yeniden grev yasağı getirildi.

Bu tabloda sendikal örgütlenme mi?

İstatistikler, Türkiye’de sendikal örgütlenmenin zayıf olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Sosyal Güvenlik Kurumu’nun (SGK) Nisan 2011 verileri dikkate alındığında Türkiye’de toplam 10 milyon 314 bin 95 kayıtlı işçi çalışıyor. Bu işçilerin 922 bin 188’i ise bir işçi sendikasına üye bulunuyor. Bu veriler çerçevesinde Türkiye’deki sendikalaşma oranı yüzde 8.94’e karşılık geliyor.

Ve nihayet iş (“kazası” denilen) cinayetleri!

Yani; WHO ve ILO raporuna göre, dünyada her yıl 250 milyon iş kazası meydana geliyor ve her gün 5 bin kişi bu kazalarda yaşamını yitiriyor. Türkiye’de ise her iş saatinde 32 iş kazası gerçekleşirken, her 80 dakikada bir işçi sürekli iş göremez duruma geliyor, bunun yanı sıra her 2 saat 40 dakikada bir işçi iş kazası sonucu yaşamını yitiriyor…

Yani; Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, Türkiye’de her gün 172 iş kazası, 4 ölüm ve 6 sürekli iş göremezlik yaşandığını söyledi… İş sağlığının tüm dünyanın sorunu olduğunu belirten Çelik, dünyada 3 milyar işgücünün olduğunu, her gün 1 milyon iş kazasının yaşandığını, her yıl 2.3 milyon insanın iş kazası ve meslek hastalıkları sonucunda hayatını kaybettiğini belirtti…

Devamla: Her ay ortalama 50-60 işçi “iş kazaları”nda hayatını kaybediyor!

Türkiye, kazalarda Avrupa’da 1., dünyada El Salvador ve Cezayir’den sonra 3. ülke… 10 yılda 10 bin 723 işçi “iş kazası”na kurban gitti!

Türkiye’de iş kazalarında ölüm oranı 9 yılda yüzde 92 arttı!

2002-2011 yılları arasında meydana gelen 706 bin “iş kazası”nda, 16 bin işçi sürekli iş görmezlik raporu aldı… İş kazaları, çalışanı canından ediyor. Kazalar en çok kömür ve linyit çıkarılması, fabrikasyon metal ürünleri imalatı, ana sanayi ve bina inşaatında yaşanıyor!

Ölümlü iş kazalarında ILO ve AB istatistiklerine göre en kötü karnelerden birine sahip Türkiye’de ILO verilerine göre sanayide gerisinde kaldığımız ve nüfus olarak paralellik gösterdiğimiz Almanya, 2007’de, ölümcül olmayan, yaralanmalı, işgücü kayıplı ve tazminat ödediği vakaları 1.054.984 olarak bildirmiş. Bu rakam İngiltere’de 2006 için 145.857. İstatistikte Türkiye’ye bakıldığında 2009 için sadece 5739 iş kazası teftiş rakamı görülüyor. Yani istatistiksel anlamda gerçek verilere ulaşamıyoruz. Kıyas için bir pencere açabilirim; İngiltere’de 1 Nisan- 31Aralık 2010 yılı ölümlü iş kazası sayısı 173. 2009’da ülkemizde 1171 ölümlü iş kazası görülmüş. Bizde sadece tek bir servis kazasında 11 kişi birden aynı anda ölüyor, her sene tarım işçilerini taşıyan kamyonlar ve evsaf dışı iş araçları devriliyor ve belki de bunları iş kazası olarak istatistiklere koymuyoruz!

Özetle 1946 yılından 2010’a kadar ‘iş kazaları’ sonucu ölen işçi sayısı “59.300’e” ulaşmış durumda.

Bu rakamlar bir yıl içerisinde “1072 işçi”nin ölümüne denk düşüyor.

Elbette bu kadar insan savaşta ölmedi.

Sadece aç gözlü sermayenin işçileri kötü çalışma koşullarında, iş güvenliği önlemleri almadan çalıştığı için öldü(rüldü)ler!

* * * * *

1 Mayıs 2012’ye giderken, sürdürülemez kapitalizmin öne çıkardığı karanlık tablo bu!

Hani Guy Debord’un, ‘Gösteri Toplumu’ndaki ifadesiyle, “Metanın toplumsal yaşamı tümüyle işgal etmeye başardığı” anda, “Görülebilir olan sadece metalarla kurulan ilişki olmakla kalmaz, ondan başka bir şey görülemez: Görülen dünya meta dünyasıdır” diye betimlediği şey…

Ancak gerçek bununla sınırlı değil…

Söz konusu karanlıkta, tarihi kötü yanı üretirken, sürdürülemez kapitalizm mezar kazıcı kolektif proletaryayı, toplumsal işçi sınıfını tarihin sahnesine çağırıyor…

“Elveda” söylencelerine takılıp kalanlar dışında kimsenin şüphesi yok…

Karl Marx’ın teoriye en önemli katkısı, işçi sınıfının dünyayı değiştirme gücünde olduğunu belirlemesidir.

Marx, o güne kadar hâkim konumda olan ve işçileri sadece sistemin kurbanı, ya da medeniyeti tehdit eden bir güruh olarak gören anlayışa karşı, işçilerin kolektif özgürlük mücadelesinin, kapitalizme karşı sosyalist bir alternatif potansiyeli taşıdığını ortaya koymuştur.

Sınıf kavramını kapitalizmin ve sömürünün karmaşık süreci içerisinde düşündüğümüzde, emeğin üretkenliğinin artmasının, işçi sınıfının yapısı üzerindeki kalıcı etkilerini de görebiliriz.

Sınıf mücadelesinin, kapitalizmin merkezinde yer alan sömürü ilişkilerinden kaynaklandığının farkına varırsak, işçi sınıfının kapitalizmde eşsiz bir güce sahip olduğunu da görürüz. Çünkü ücretli emeğin sömürüsüne dayanan sistemde, sadece işçiler bu sistemi alaşağı etme potansiyeline sahiptir.

Tüm emekçilerin işçileştiği, işçi sınıfının kolektif/ toplumsal özellikler kazandığı gidişatta, Haluk Yurtsever’in ifadesiyle, “Toplumsal proletarya, geniş, büyük, çok katmanlı, kendi içinde bölünmüş bir sınıfsallıktır. İşçi sınıfından daha genel ve daha soyut, soyut emeğe denk gelen bir kavramdır… Sınıfsal aidiyet, bugün özellikle ‘toplumsaldır’...”

“Toplumsal proletarya, ancak ‘politik proletarya’ olduğu zaman tarihsel/ toplumsal özne olma yeteneği kazanıyor…”

“Proletaryanın kurtuluş için kendi sınıf varlığına karşı mücadele etmesi yalnızca ‘evrensel sınıf’ teorisinden çıkan bir zihinsel önerme değil, pratik mücadele tarihinin de kanıtladığı bir gerçekliktir…”
“Sınıf mücadelesinden söz etmek için, üreten-el koyan, mülk sahibi olan-olmayan biçimindeki karşıtlıkların varlığı ve hareketleri yeterlidir. Bu çerçevede, açık bir sınıf bilincinin, keskin bir siyasi çatışmanın, hatta herhangi bir çatışmanın olmadığı durumlarda bile sınıf mücadelesinin varlığından söz edebiliriz. Sınıf mücadelesi, sınıfların hareket biçimidir…”[6]

Ayrıca unutulmaması gereken bir şey daha var: Kapitalizm sermaye değildir, emek ve sermayenin çelişkili birliği, bu birliği oluşturan çok sayıda ilişkinin bütünlüğüdür. Devlet de, özel mülkiyeti koruma, mekân düzenleme, emek denetleme (disiplin ve ceza), kaynak sağlama süreçleriyle olan organik ilişkisinden dolayı bu bütünlüğün olmazsa olmaz bir parçasıdır, bu bütünlüğün kurulmasında belirleyici rol oynayan etkenlerden biridir. Kapitalizm var olduğu müddetçe, savaş, sömürgecilik, emperyalizm, devrim, isyan var olmaya devam edecektir. Devlet bu süreçlerin organik parçasıdır!

* * * * *

1 Mayıs 2012’ye giderken altı çizilmesi gerekenlerin başında; insan(lık)ın tüm beşeri soru(n)larını omuzlarında taşıyan kolektif proletaryanın, toplumsal işçi sınıfının itirazları, isyanlarıyla tarihin sahnesindeki yerini almaya talip olduğu geliyor…

Unutulmasın, “Binbir ali cengiz oyunuyla zenginlik hayallerine yatırılmış geniş kitlelerin sürekli fakirleşmesi, toplumsal hareketleri de beraberinde getirir,” diyen Yunus Salış, tarihsel bir kaçınılmazlığın altını çizerken; başkaldırının Amerika’ya bile ulaştığı tabloda, “XXI. yüzyılın ilk on yılları, dünya ölçeğinde devrimler dalgasının on yılları olacak,” diyen Fikret Başkaya haksız değil…

Baharda Tahrir’den Akdeniz’i geçerek Madrid’e erişen, oradan Atina’ya sıçrayan; yaz aylarında Tel Aviv’i kapsama alanına alan, güz başında okyanusu kat edip New York’a ulaşan “öfke seli” nihayet “küresel” boyut kazandı ve bir pandemi gibi yerkürenin dört bir yanını sardı.

Kolay mı? Wall Street’i işgal eylemleri Avrupa’ya uzandı. Öfkeliler, Roma’dan Londra’ya, Berlin’den Madrid’e kapitalizmin dayattığı eşitsizlik, işsizlik ve yoksulluk karşısında meydanlara çıkıyor. Küreselleşmenin üzerinde Marx’ın hayaleti dolaşıyor. Marx’ın haklılığına ilişkin tezler güçleniyor.

Evet, evet “Zeitgeist/ Zamanın Ruhu” değişiyor, mali krizin etkisiyle başlayan değişiklik giderek hızlanıyor…

Zeitgeist’in değişmeye başlamasına yol açan, aynı zamanda bu değişiklikten beslenen toplumsal hareketler önce Avrupa’da başladı, sonra Kuzey Afrika ve Ortadoğu devrimci dalgasında kendini gösterdi…

‘The Telegraph’ta Alisdair Palmer, “Kapitalizm başarısız olursa alternatifi çok daha kötüdür” başlıklı yorumunda, Yunanistan’dan New York’a kadar “sokakları” aktardıktan sonra, “bunlar belki ne istediklerini tam olarak bilmiyorlar”... “ama neye karşı olduklarını biliyorlar”... “Bunları küçümsemek hata olur” diyordu.

Halk kitleleri açısından tarih yeniden başlıyor. Kendi kaderini eline almak isteyen “kitle”, XIX’uncu, XX’nci yüzyılın, yüzü yağlı, işçi tulumlu tipik örneklerinden (bunlar hâlâ varlığını korumaya devam ederken) farklı özellikler sergileyen yeni biçimleriyle birlikte, tarihe geri dönüyor! Hem de tüm insanlığın mutluluğunu amaçlayan, gezegenin geleceğine sahip çıkan taleplerle... “Başka bir dünya mümkündür” diyerek...

* * * * *

O hâlde şimdi Stephane Hessel’in, “Ya hep birlikte, ya da hep birlikte çıkacağız bu açmazdan. Bir koşulla! Direnişin ilk aşaması öfkelenmek, yaşanan haysiyetsizliklere kayıtsız kalmamak, infial duymaksa ikinci ve belirleyici aşaması eyleme geçmektir!”  

“Yaratmak direnmektir. Direnmek yaratmaktır”![7]

Malcolm X’in, “Eğer uğrunda ölmeye hazır değilseniz, ‘özgürlük’ kelimesini lûgatınızdan çıkarın”!

Chuck Palahniuk’in, “Medeniyeti alt üst edeceğiz. Dünyayı daha iyi bir yere çevireceğiz,” sözlerini haykırın!

Evet, başkaldırın; sosyalizm sorguladığınız kadar (her versiyonu ile) kapitalizmi, emperyalizmi, büyük krizini ve devreye soktuğu çürüme ve çöküşü sorgulayın…

Artık sorgulaması gereken, sürdürülemez kapitalist barbarlığa karşı neden daha şiddetle baş kaldırılmadığıdır…
Elbette her şey sorgulanmalı: Ama büyük kurtuluş için…

Kapitalizm çok boyutlu ve organik bir kriz içinde olduğu; Marx’ın “11. Tezi”nin de durumu gayet iyi özetlediğini hatırlayın…

Bunun içinde de anti-kapitalist konumlu yıkıcı hareketleri destekleyin…

Hatırlayın: Kapitalist süreç boyunca krizlerin derinleştiği, devrim ve karşı-devrim olasılıklarının gündeme geldiği kritik dönemeç noktaları yer alıyor. Böylesi tarihsel momentler günümüz açısından da yaşamsal önem taşıyan derslerle doludur.

Büyük kriz dönemleri işçi sınıfı açısından çeşitli devrimci fırsatlar yaratır.

Devrim olasılığını gerçekliğe dönüştürmek, günümüzde de, tarihin akışını insan toplumunun büyük çoğunluğunun çıkarına değişikliğe uğratabilmenin yegâne yolu olarak görünüyor.

İnsanlığın kaderini belirleyecek olması bakımından çok önemli ve muazzam ölçekte sarsıntılı bir tarihsel dönemden geçiyoruz.

Küreselleşme kavramıyla dile getirilen ekonomik gelişim, emperyalizm döneminin özelliklerinden aşinası olduğumuz gibi, kapitalist üretim ilişkilerinin dünya üzerinde tam bir eşitsizlik temelinde yayılıp pekişmesi anlamına gelir.

Devrim gerçeğine yakınlaşıyoruz… Günümüzde devrimin ayak sesleri henüz doğrudan biçimde hissedilmese de, toplumsal yaşamın derinlerinde devrimci bir mayalanma gerçekleşmektedir. Kapitalizm için kurtuluş yok. Kapitalist toplum yarattığı tüm zulüm, baskı, sömürü ve haksız savaşlarla birlikte tarihin çöplüğüne fırlatılıp atılmak için işçi sınıfının büyük devrimci eylemini bekliyor!

Devrim ve sosyalizmin sürekliliğinden yana saf bağlayın…

İnsan(lık)ın kurtuluş hep acil gündem maddesi olduğunu; yani sosyalizmin güncelliğini; tarihsel mirastan kopulmaması gerekliliğini; kurtuluşun çok çeşitli yüzleri olan, toplumsallaşmış işçi sınıfının/ kolektif proletaryanın geleceği(mizi) inşa edeceği bir hareket olacağını unutmamak gerek…

* * * * *

1 Mayıs 2012’ye giderken hâlâ, “Ne yapmalı?” diyorsunuz?

Aslında bu soru(n) pek eski, Çernişevski’den, Lenin’den bile eskidir.

Yanıt ise kısa ve nettir: Egemenlerin ve işbirlikçilerinin sizlere dayattığı zamanın ruhuna teslim olmayın, ona itiraz edin, statükocu olmayın, başkaldırın…

Hem de Şikago’nun 1 Mayıs 1886’ındaki -11 Kasım 1887’de idam edilen!- George Engel, Albert Parsons, Adolph Fischer, Agust Spies gibi…

1 Mayıs 1904’de V. İ. Lenin’in söylediklerinin hâlâ (devrim gibi) güncelliğini koruduğunu asla unutmadan:

“Yoldaş işçiler! 1 Mayıs geliyor, bütün ülkelerin işçilerinin sınıf-bilinçli bir hayata uyanışlarını, insanın insan üzerindeki her türlü zulüm ve baskısına karşı mücadelelerindeki dayanışmalarını, emekçi milyonların açlık, yoksulluk ve aşağılanmadan kurtulmak için yürüttükleri mücadelelerini kutladıkları gün. Bu büyük mücadelede iki dünya karşı karşıya duruyor: sermayenin dünyasına karşı emeğin dünyası; sömürünün ve köleliğin dünyasına karşı kardeşliğin ve özgürlüğün dünyası…

Bir yanda bir avuç kan emici zengin... Fabrikalara, iş aletlerine ve makinalarına el koydular; milyonlarca dönüm araziyi ve yığınla parayı kendi özel mülkiyetleri hâline getirdiler. Hükümeti ve orduyu kendilerine uşak yaptı, biriktirdikleri servetin sadık bekçi köpeği hâline getirdiler.

Diğer yanda, maldan mülkten yoksun milyonlar... İşe kabul edilmek için kalantorlara yalvarmaya zorlanıyorlar. Emekleriyle bütün zenginliği yaratırlar; ama bütün hayatları boyunca bir dilim ekmek için mücadele etmek, çalışmak için sadaka ister gibi dilenmek, bellerini büken işlerde sağlıklarını ve dirençlerini tüketmek zorundadırlar ve köylerdeki harap evlerinde ya da büyük şehirlerdeki bodrum katlarda ya da çatı katlarında açlıktan ölürler.

Ama şimdi maldan mülkten yoksun bu emekçiler kalantorlara ve sömürücülere karşı savaş ilan ettiler. Bütün ülkelerin işçileri emeği ücretli kölelikten, yoksulluktan ve yoksunluktan kurtarmak için savaşıyorlar. Ortak emekle yaratılan zenginliklerden bir avuç zenginin değil bütün çalışanların faydalandığı bir toplumsal sistem için savaşıyorlar. Toprağı, fabrikaları, atölyeleri ve makineleri bütün emekçilerin ortak mülkiyeti hâline getirmek istiyorlar. Toplumun zenginler ve yoksullar diye ikiye ayrılmasına son vermek istiyorlar. Emeğin meyvelerinin yine emekçilerin olmasını ve çalışma yoluyla sağlanan bütün gelişmelerin, insanlığın bütün kazanımlarının çalışan insanları baskı altında tutmanın bir aracı olarak değil, onların yararına kullanılmasını istiyorlar…”

İşte bunun için 2012’de de, zulme karşı kolektif proletarya ile 1 Mayıs’a gidiyoruz…


TEMEL DEMİRER

N O T L A R
[*] Kaldıraç, No:131, Nisan 2012…
[1] Karl Marx.
[2] Galileo Galilei.
[3] The New Scientist, 24 Ekim 2011.
[4] Hasan Cemal, “KCK’dan 6300 Kişi Hapiste!”, Milliyet, 17 Şubat 2012, s.19.
[5] Mustafa Çakır, “Vah Emekçiye”, Cumhuriyet, 11 Şubat 2012, s.4.
[6] Haluk Yurtsever, Kapitalizmin Sınırları ve Toplumsal Proletarya, Yordam Kitap, 2012.
[7] Stephane Hessel, Öfkelenin!, Çev: İsmail Yerguz, Cumhuriyet Kitapları, 2011