Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Mayıs 2013 Cuma

EMEĞİN SANATI'NDAN 141. MERHABA





Merhaba,
Sunu yazımızı, konun güncelliği ve taşıdığı önem nedeniyle, Serkan Engin arkadaşımızın Emeğin Sanatı E-yayınevi ile ilgili yazısına ayırıyoruz.
Emeğin Sanatı

YAYINCILIK DEVRİMİNİN ANATOMİSİ

Türkiye'de bir şiir kitabını 10.000 kişi okuyabilir mi? “Şiir kitabı” diyorum ama, şiir taklidi yapan, ergenlerin aşk bunalımlarını sömüren ucubeleri demiyorum, Kahraman Tazeoğlu, İkbal Aydın, Cezmi Ersöz, Ceyhun Yılmaz, Sunay Akın, İkbal Gürpınar, İbrahim Sadri, Şebnem Kısaparmak gibi pop kültür ikonu sahne esnaflarının piyasaya sürdükleri “mal”ları kastetmiyorum.

Sanat tarihi kronolojisinde özgün ve yetkin biçemiyle yer edinen ve/veya edinmesi olası sanat eserlerinden bahsediyorum, Ece Ayhan, Nazım Hikmet, Hüseyin Alemdar, Şükrü Erbaş, Cemal Süreya, Ersan Erçelik, Özkan Mert, Yılmaz Odabaşı... gibi has şairlerin ürettikleri.

Bu isimlerden ancak Nazım Hikmet ve Yılmaz Odabaşı'nın şiir kitapları binlerle ifade edilen satış oranlarını aşabiliyor, diğerleri ise senede bin tane bile satmıyor maalesef.

Komik bir paradoks yaşanıyor bu ülkede, başka herhangi bir ülkede yaşanıyor mu bilemiyorum, şiir okuru sayısıyla şairlerin ve şair geçinenlerin sayısı ters orantılı. Şiir okumayı sevmeyen şairlerin cirit attığı gülünç ve hazin bir coğrafya burası.

Şiir okumayı sevmiyorlar, ama şiir kitabı çıkartmaya bayılıyorlar. Hal böyle paradoksal olunca serbest piyasa ekonomisi talebe uygun arzı realize ediyor ve vampir yayıncılık türüyor, yani yayınevinin şairin sırtından para kazandığı, akabinde kitabı satıp satmamayı umursamadığı yayıncılık anlayışı.

Şairden kitabın basım maliyeti artı en az yüzde yüz kâr peşin alınıyor, “marka değeri” yüksek yayınevlerinde bu oran % 300-400 gibi rakamlara kadar çıkabiliyor.  Topu topu 500 tane basılıyor bir şiir kitabı, onu da dağıtımcı istemiyor, kitapçı kabul etmiyor satmadığı için. Bir kısmı şairin ve yayınevinin arşivine konuyor, bir kısmı kişisel bağlantılarla kütüphanelere “kakalanıyor”, bir kısmı da “dostlar alışverişte görsün” misali diğer şairlere postalanıyor. Bir kısmı kapı kapı dolaşılıp dilenciliğe payanda ediliyor. Yolda sizi çevirip “Falanca derneğe yardım etmek ister misiniz” diyen neo-dilencilerin yaptığı gibi elde çanta kapılar aşındırılıp rica minnet kitap satmaya, kitabı bahane ederek dilenmeye çalışılıyor. Aynı dilencilik mekanizmasının vitrini olan ve kolay kolay kimsenin getirilemediği “imza günlerinde” ve “kitap fuarları standlarında” kazara gelenlere ve eşe dosta zorla birkaç -sadece birkaç- kitap dilenerek satılıyor.

Yakın zamana kadar bu denli sefil durumdaydı şiir kitaplarının seyir rotası, şimdi çok mu değişti, elbette hayır. Çoğunluk gene aynı bataklıkta debelenmeye devam ediyor, ama birileri, bizler, Emeğin Sanatı Kolektifi üyeleri, kendi alternatifimizi yarattık ve epey verimli sonuçlar elde ettik.

Öncelikle asli sorun iyi belirlendi, yani OKUR YARATMA zorunluluğu. Cemal Süreya'nın 1974'te TRT'de konuk olduğu bir programda, kamera önü heyecanıyla sigarasından hızlı nefesler alırken bahsettiği bir realite vardı, “okur yaratma sorunu”. O yıllardan bu yana okur sayısı daha da azaldı ve paradoksal şekilde şair geçinenlerin sayısı aynı oranda arttı. Emeğin Sanatı Kolektifi üyeleri ise vampir yayıncılık sistemindeki gibi şairden para talep etmeden, kendi ideolojik ve poetik algılarına koşut kitapları, sıfır basım, dağıtım, tanıtım maliyetiyle yayımlamak için internetin sonsuz olanaklarını verimli kullandılar.

Şairden para talep edilmediği gibi okurdan da para talep edilmiyordu, hazin imza günlerinde ya da elde çanta kapı kapı dolanarak zorla kitap satmaya çalışılmıyordu, şiir kitabı maddi ve sosyal rant dilenciliğine payanda edilmiyordu. Üstelik internetin olanakları sayesinde, okur evinden çıkmadan ve hiç para ödemeden iki tuşla bilgisayarına şiir kitabını indirebiliyor ve beğendiklerini de gene hiç evden çıkmadan iki tuşla dostlarına iletebiliyordu. Tabi, bu tip yayıncılık anlayışında, şairler uyduruk imza günlerinde, kimsenin uğramadığı kitap fuarı standlarında ellerindeki kitapların kapağını objektiflere sokarak dostlarıyla poz veremiyor, bu pozları sosyal medyada teşhir edemiyorlardı, kitap bahanesiyle şiir sanatı dilenciliğe alet edilemiyordu, vampir yayıncıya para kaptırılmıyor, dağıtım şirketlerine, kitapçılara yalvar yakar olunmuyor, sadece saf “şiir okuma talebi” ile “has şiir kitabı” buluşturuluyordu. N'oldu peki sonuç, 16 ay önce ilk yayımlanan şiir e-kitapları 10.000'den fazla kişi tarafından okundu, OKUR YARATILDI, yani potansiyel şiir okuru şiir e-kitaplara çekildi, çirkin yayın ve tanıtım çarklarına bulaşmadan matbu şiir kitaplarından kat kat fazla oranda şiir okuruna ulaşıldı, ŞİİR OKUTULDU.

ŞİİR SATMAZ BU ÜLKEDE, AMA OKUTULABİLİR, OKUTTUK, OKUTACAĞIZ!


SERKAN ENGİN
Emeğin Sanatı Kolektifi Üyesi
Mayıs 2013
Emeğin Sanatı E-Yayınevi:

Emeğin Sanatı E-Yayınevi, Emeğin Sanatı Kolektifi'nin yan kuruluşudur. Emeğin Sanatı Kolektifi'nin yayın organı, 6 yıldan beri 15 günlük periyotla yayınlanan EMEĞİN SANATI E-DERGİ'dir...

Blog: emeginsanatie-yayinevi.blogspot.com/
Website: emeginsanati.blogspot.com/
Issuu: issuu.com/emeginsanati



BU SAYININ SAVSÖZÜ


" Sosyalistler faşizm koşulları altında yürütülen sosyalizm mücadelesinin kendileri üzerinde yarattığı bazı sapmalar gösterebiliyorlar. Bu, estetik anlayışlarına da yansıyor sanatçılara, bakış açılarına da... Estetik alanda çok kabalaştırılmış sloganist eserler, sosyalizmin sanat anlayışı olarak algılanabiliyor. Aynı şekilde ‘sanat toplum içindir’ demeyen tüm sanatçıları da burjuvazinin hizmetinde ve güdümünde sanatçılar olarak görme eğilimindedirler. Oysa bugün, ‘sanat kendisi içindir’ deyip sanatsal alanda gerçekten yetkin eserler ortaya koyan, ancak sosyalist olmayan, namuslu pek çok unsur vardır. Kaldı ki sanat, eğer kendi kendini yetiştirecek yetkinlikte, kendini aşacak nitelikte olmadığı sürece, yani kendisi için olmadığı sürece gelişmez. Gelişmeye kapalı, önü tıkalı sanat da zaten sanat değildir, sosyalist sanat hiç değildir. Önemli olan, bu kendi kendini yeniden üretebilen sanat anlayışının sınıf mücadelesiyle bağlarını tarif edebilmektir.

Sosyalistler için sanat, elbette sınıf içindir. Ancak sosyalistler bu ifadeyi radikalliklerinin bir ifadesi olarak kullanmazlar. Bu ifadeyi, sosyalizm mücadelesinin sanat alanında sürdürlmesinin bilince çıkardığı bir nesnel yargı olarak görürler. Sosyalist sanatçılar, “sanat sınıf içindir” derlerken bunu asla sanatı sınıflar mücadelesinin bir “aracı” olarak gördüklerinden söylemezler. Sanat, sınıflar mücadlesinin bir aracı değildir. Sanat, sınıflar mücadlesinin bir alanıdır. Eğer onu sadece bir “araç” olarak tarif edersek, bugüne kadarki pek çok örneğinde gördüğümüz gibi, sanatçı sadece bir propaganda malzemesi  olarak algılayabiliriz. Estetik bir takım kaygıları bir kenara atabiliriz.” AYDIN DEMİR(Sosyalist Gençlik/Ekim-Kasım 1990)


YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ


ABİDİN DİNO’NUN HAYAT YOLDAŞI
GÜZİN DİNO SONSUZLUĞA UĞURLANDI


Ressam Abidin Dino’nun eşi dilbilimci, çevirmen, yazar Güzin Dino Paris’te 103 yaşındayken hayata gözlerin yumdu.


1910 doğumlu Güzin Dino, 1942’de Adana’da sürgünde bulunan Abidin Dino ile evlendi. 1946 yılında Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nde doçent olarak göreve başlayan Dino, Türkiye Komünist Partisi üyesi Abidin Dino 1952’de baskılar ve kovuşturmalar nedeniyle Paris’e yerleşmek zorunda kaldığında kendisi de1954 yılında temelli olarak eşinin yanına gitti.

Paris'te Ulusal Bilim Merkezi'nde çalışan yazar Güzin Dino, Doğu Dilleri Enstitüsü'nde öğretim üyeliği yaptı. Nazım Hikmet ve Yaşar Kemal’in eserlerini Fransızcaya çeviren Dino Türk edebiyatını tanıtırken, çevirileri, birçok büyük yayınevinde, denemeleri, Fransız ve Amerikan dergilerinde yayımlanmıştır.

1993’te Abidin Dino’nun hayatını kaybetmesinin ardından, 102 yaşına kadar eşiyle paylaştıkları evde dinç bir şekilde yaşayan Dino, son dönemde şuuru açık olmasına karşın yaşlanan vücudu fazla dayanamadı.(SOL)


ELEŞTİRMEN, ŞAİR MUSTAFA ŞERİF ONARAN HAYATINI KAYBETTİ


Eleştirmen, şair  Dr. Mustafa Şerif Onaran 23 Mayıs günü sonsuzluğa göçtü.


Onaran, günümüzün öne çıkan edebiyat eleştirmenlerinden biriydi. 12 Eylül öncesi  TDK yönetiminde bulunduğu dönemde, sosyalist şair ve yazarları (Örneğin Hasan Hüseyin) TDK’ya sokmamakla öğündü. Onları savunan ve TDK’ya üye olmaları için mücadele veren Asım Bezirci de üyelikten atıldı.

Türk Dil Kurumu Yönetim Kurulu üyeliği ile Yayın ve Tanıtma Kolu başkanlığı görevlerinde bulunan Onaran, Edebiyatçılar Derneği Genel Başkanlığı yaptı. İlk şiirleri İstanbul dergisinde 1944 yılında yayımlanan şairin Fikirler, Varlık, Yücel, Türk Dili dergilerinde de şiirleri yayımlandı. Onaran Cumhuriyet gazetesinde çeşitli yazılar kaleme aldı.


SANATÇILAR, SANATA SAHİP ÇIKMAK İÇİN BULUŞTU


Kültür Sanat ve Turizm Emekçileri Sendikası'nın çağrısıyla, 25 Mayıs’ta saat 13.00'te sanatçılar Taksim Heykeli önünde buluşup, halkın da desteği ile Atatürk Kültür Merkezi önüne yürüdü. Eyleme farklı illerden gelen Devlet Tiyatrosu sanatçıları da destek verdi.


AKP’nin, sanat kurumlarını “Türkiye Sanat Kurumu” adı altında kendi bürokratlarının yönettiği bir yapı altında birleştirerek dönüştürmek istediğini ortaya koyan bir yasa taslağı ortaya çıkmıştı. Taslakla ilgili Kültür Sanat-Sen önceki gün, “AKP iktidarı, sosyal devletin tüm kurumlarından elini çekerek, halkın kurumlarını rant kapısına dönüştürmektedir. Sanat kurumlarına da kendi ideolojisini dayatarak sanat üzerinden ‘kâr’ ve ‘kazanç’ hesapları yapmaktan, halkın kütüphanelerini, müzelerini ve sanat kurumlarını piyasaya açmaktan çekinmemektedir” şeklinde bir açıklama yaparak eylem çağrısında bulunmuştu.

Sanatçılar “Sanat kurumlarına sahip çıkmak için Taksim’deyiz” çağrısıyla düzenlenen eylem için dün saat 13.00’da Taksim Heykeli önünde buluşup, halkın da desteği ile Atatürk Kültür Merkezi önüne yürüdü. Eyleme farklı illerden gelen Devlet Tiyatrosu oyuncuları, opera ve bale sanatçıları, İstanbul Şehir Tiyatrosu Sanatçıları Derneği (İŞTİSAN), Nâzım Hikmet Kültür Merkezi ve Sanatçılar Girişimi de destek verdi.

Yürüyüş esnasında “AKP elini sanatımdan çek”, “Sanat kurumları kapatılamaz”, “Savaşa değil, sanata bütçe”, “Karanlığa karşı, yaşasın sanat” sloganları atıldı. AKM önünde okunan basın açıklamasının ardından, sanatçılar da söz aldı.


Basın açıklamasını okuyan Kültür-Sanat Sen Başkanı Yavuz Demirkaya, “AKP hükümeti, tüm kamu hizmetlerinde olduğu gibi, bir süredir siyasi ve ideolojik baskılarla yeniden biçimlendirmeye çalıştığı kültür ve sanatı ticarileştirmek, kültür sanat kurumlarının toplumsal özünü ortadan kaldırmak istemektedir. 657’de yapılması düşünülen değişikliklerle, kamuya özel sektörden CEO tarzı yönetici atanabilmesinin sağlanması, üst düzey devlet memurlarının iktidarlar gelip gitmesi için düzenlemeler yapılması hedeflenmektedir. AKP’nin yapmak istediği ‘hükümet memurları’ yaratmaktır. Bir benzeri ise sanat kurumlarında yapılmak istenmektedir. Bu yasa taslağı sanat kurumlarını yok etmeyi amaçlamaktadır. Yerine getirilmesi düşünülen ucube yapı kesinlikle kabul edilemez. Halkın ucuz ve nitelikli sanat hakkı kesinlikle gasp edilemez” dedi. Demirkaya’nın konuşmasının ardından “Hükümetin sanatçısı olmayacağız” sloganları atıldı. Ardından İŞTİSAN Başkanı Levent Üzümcü söz alarak, AKP tarafından sanat kurumlarında yapılmak istenenlerin tüm halka duyurulması, bu kurumların halk için var olan kurumlar olduğunun halka iyi anlatılması gerektiğini söyledi.


Sanatçılar girişimi adına söz alan Ataol Behramoğlu ise; “Şu anda Türkiye’de yaşanan dinci faşizm, Almanya’daki Nazizmden daha sinsidir. Çünkü yaşamımızın özüne müdahale ediyorlar. Köle olmamızı isteyip, nasıl yaşamamız gerektiğini dayatıyorlar. Onlar modern insanlığın değerlerine karşı ve insanlık düşmanıdırlar. Bizler AKM’yi yıkamayacaklarını söyledik. Onlar AKM’yi yıkamadılar ama biz de AKP’yi yıkamadık. AKP’yi yıkana kadar omuz omuza mücadele edeceğiz” dedi. Konuşmaların ardından Kültür Sanat-Sen Genel Başkanı Yavuz Demirkaya, önümüzdeki hafta Aspendos’ta düzenlenecek olan opera festivalinde eylemin devam edeceğini, AKP niyetinde ısrarcı olursa 5 Haziran’da tüm kurumlarda iş bırakma ve Ankara’da bir büyük buluşma gerçekleştirmek gibi gündemlerinin olduğunu duyurdu.

AKP’nin sanat kurumlarına gerçekleştirmeyi düşündüğü saldırı niteliğindeki düzenlemeyle ilgili eylemde sunuculuk da yapan tiyatrocu Orhan Aydın, yaşanmakta olan sürecin İspanya’daki Franco, Almanya’daki Nazi, İtalya’daki faşizm rejimlerini anımsattığını söyledi.  İngiltere’de benzer bir uygulama olduğu teziyle savunulan yasa tasarısının herhangi bir gerçekliği olmadığını vurgulayan Aydın, tüm sanatçıların bu dönemde sokağa çıkmalarının gerektiğini söyledi (SOL)


TİYATRO ELEŞTİRMENLERİ: “DURUM VAHİM!”


Hem Devlet Tiyatroları’nı hem de Devlet Opera ve Balesi’ni kapatırken, sanatla ilgili tüm konularda yetkiyi bakanlar kurulu tarafından atanacak 11 kişilik “Türkiye Sanat Kurumu”na veren yasa taslağının kamuya sızması üzerine bir açıklama yapan Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Başkanı (TEB) ve Sahne Sanatları Eleştirmeni Üstün Akmen  “Durum vahim” dedi.


Taslakta, ödenekli tiyatrolara bundan böyle kadrolu oyuncu alınmayacağının, emekliliği gelenlerin emekli olmaya özendirileceğinin, mevcut kadrolu oyuncuların da bir havuzda toplanacağının anlaşıldığını söyleyen Üstün Akmen, kadrosu olmayan kurumun tasfiye halindeki kurum olacağını iddia etti.

“Amaç ödenekli tiyatroların, operanın, balenin tasfiyesi” diyen Akmen, emekliliğe özendirmeyle yıllar içinde oluşmuş olan mesleki birikimin, deneyim ve usta çırak ilişkisinin ortadan kalkacağını da söyledi. “Her ödenekli sanat dedi.

kurumu prodüksiyon tiyatrosuna dönüşecek, olacak iş mi bu” diyen TEB Başkanı: “Oyunculuk sanatı, akademik tiyatro anlayışından uzaklaşacak, sanatçılarımız taşeronlaştırılacak. Diğer taraftan, Devlet Tiyatroları’na bağlı bölgelerin özel idarelere ya da belediyelere devredilmesi söylentileri var. Bu bir trajedi”

“Muhafazakâr sanat oluşturmalıyız” diyenlerin bugüne değin sinemada, ana akım kitaplarda, dizilerde, tiyatroda, plastik sanatlarda, psikolojide, reklamcılıkta olmadıklarını anlatan Üstün Akmen açıklamasında: “Bunlar Kültür-sanatın insanlığın bir bütün olarak tarihi birikiminin ifadesi olduğunu hâlâ anlayamadılar, bilmiyorlar. Bu gerçeği sanatçılar, sanat profesyonelleri ve sanatseverler olarak anlatmalıyız. Bu yasa, özelleştirme adı altında, devlete bağlı sanat kurumlarına karşı başlatılan toptan imha harekâtıdır. “İktidar güdümlü sanat' anlayışına karşı güç birliği oluşturmalı, ortak tavır almalıyız. Bugünkü sistemin revize edilip güncellenmesi gerektiğine itirazımız yok, ama tutulacak yol bu değil ve olmamalı” ifadesini kullandı. (TÜRKİYE TİYATRO ELEŞTİRMENLERİ BİRLİĞİ) 


KÜRT PEN'DEN KÜRTÇE'Yİ GELİŞTİRME ÇAĞRISI YAPTI...


Dünyanın dört bir yanındaki Kürt yazar ve şairleri bir araya getiren Kürt Pen’in Diyarbakır’daki kongresinde yeni yönetim seçilirken “Dili olan her toplum kendi dilini resmi olarak kullanma hakkına sahiptir” ilkesini içeren Girona Manifestosu’ndaki dillerle ilgili prensibin Kürt PEN tarafından şair edilmesi istendi.


Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Tiyatro Salonu’nda 18-19 Mayıs tarihlerinde 8. Kürt PEN Kongresi, “Girona Manifestosu’nun dil ile ilgili ilkelerini ülkemizde de istiyoruz” sloganıyla gerçekleşti.

Kongrenin sonuç bildirgesini Sümerpark Mehmed Uzun Kent Kütüphanesi önünde yeni başkan Şeyhmus Sefer tarafından açıklandı. Kürt PEN’in 8 asil 7 yedekten oluşan yeni yönetim kurulunun da seçildiği kongrede Bêrîvan Doskî başkan yardımcısı, Kakşar Oremar Genel Sekreter olarak belirlendi. Mem Mîrxan’ın Mali Sorumlu olarak seçildiği kurulda Dilşa Yusif, Perî Şêx Salih ile Salih Kevirbirî yönetim kurulunun asil üyesi olarak belirlendi. İrfan Babaoğlu ve Ömer Fidan da yedek üyeler olarak açıklandı.

3’ü kadın her bölgedeki Kürtlerin yönetime seçildiği kongrede kuruluşundan bu yana 23 yılını ülke dışında geçiren Kürt PEN bundan böyle kendi topraklarıyla buluştuğu belirtildi.

Uluslararası PEN Genel Başkanı John Ralston da bir mesajda Kürt PEN’e desteğini sunduğu kongrede yazar İsmail Beşikçi, Uluslararası PEN Genel Başkan Yardımcısı Lucina Kathman ile Çek Cumhuriyeti PEN Başkanı Jiri Dedeçek’in kongreye katıldığının altı çizildi.

İki gün boyunca önemli tartışmaların gerçekleştirildiği  kongrede “Uluslararası PEN’de bulunan her dört komite Kürt PEN için de aktif hale getirildi. Bir Kürt PEN Merkezi’nin olması yönünde karar alındı ve karar alma yetkisi yönetime bırakıldı” denildi.

Kongrede Girona Manifestosu’ndaki dillerle ilgili prensibin Kürt PEN tarafından şiar edinildiğinin açıklandığı kongrede “Buna göre, dili olan her toplum kendi dilini resmi olarak kullanma hakkına sahiptir. Çok dillilik insanlık kültürünün zenginliğidir. Bunun korunması ve savunuulması lazım. Tüm dil ve kültürlere saygı barış ve diyalogun güvencesidir” vurgusu yapıldı.

Kongrede Uluslararası PEN ve onun Dil ve Kültürler Komitesine Girona Manifestosu’nun Kürdistan’da hayata geçmesi için çağrıda bulunuldu. Ayrıca Kürt PEN’in Kürdistan’daki tüm yazarlara da kendi çatıları altında edebi çalışmalarını yürütme ve Kürtçeyi geliştirme çağrısı yaptı.


JAPONYA’DA TÜRKÇE BİR SAMURAY...


Japonya’nın önde gelen şiir ve felsefe dergilerinden Shi to Shisou, 317. sayısında Türkiyeli Laz Şair Serkan Engin’i konuk etti. Derginin her sayısında farklı bir ülke şairinin konuk edildiği “Dünya Şairleri El Ele” adlı bölümünde, Serkan Engin’e ait 6 şiir (Evsizliğin Çocukluğu, Kırık Çırak, Peralı Güzele Gazel, Her Dilde Aşk, Halklar ve Aşklar, Gecenin G Noktası) Japonca çevirileriyle yayınlandı. (BİRGÜN)



MEHMET SÖĞÜT’ÜN  ÖYKÜ KİTABI “MUCİZEVÎ HAYATLAR” YAYINLANDI...


Emeğin Sanatı’nda da öyküleri yayınlanan Mehmet Söğüt’ün köy yakmalardan, katliamlardan gurbete uzanan bir hayattan süzdüğü öykülerini Sınırsız Kitap ve yayıncılık tarafından yayınlandı.


Mehmet Söğüt’ün öykülerinde; yakın bir zaman dilimi içinde Kürt topraklarında katliamlardan, yakılan köylerden ve sürgünlerden derin ve trajedik izler yer almaktadır.  Anlatılanlar bizden uzak ama bize çok yakın bir zulmün ayak izleridir...

Kitağla ilgili olarak İsmail Güner, şu değerlendirmede bulunuyor:

“Yazar olayları anlatırken anlatım tarzıyla okuyucunun olayı kafasında canlandırabilmeyi sağlayabilmektedir.  Günümüz anti sosyal çağın hükümran olduğu bu zaman tüneli içinde, bir hikâye, iki satır yazı çok önemlidir. Sürgünde yazı yazmak, biliyorum ki acı vericidir, hüzün vericidir. Yazarı toplumunda koparmadığı için umut vericidir.



Sürgün yerinde göçmen yaşamı sürdüren Mehmet Söğüt, yeni olan şiirsel ve edebi çalışmasını öykülerle taçlandırarak bu ürünüyle edebiyat dünyasının kapılarını da bir kez daha aralamış oldu. Kitabın içeriği, yazım biçimi ustaca ve zengin bir kelime hazinesiyle oluşturulmuş; deneyimli bir yazar adabıyla kaleme alındığı ilk sayfaları okunur okunmaz yalın ve sade bir dille öykülerini perçinlediği anlaşılıyor.




Yazar hikâyeler kümesinde daha derin, daha toparlayıcı, karakterleri daha belirgin kılan anlatım imgesiyle, okuyucuyu çeşitli mekanlarda yaşanan olaylar örgüsüyle tanıştırıyor.



AHMET ARİF’İN ŞİİRİNDE
DAĞLARDAN OVALARA TAŞIYOR KAVGAMIZ…


Dağların yankısını şiire döken, cesaretin, yiğitliğin sel çağlayışında, pınar saflığındaki şairi Ahmed Arif’i 2 Haziran 1991’de yitirmiştik.  Yaşadığı coğrafyanın duyarlılığı ve halk kaynağındaki sesini hiç yitirmeden, lirik, epik ve koçaklama tarzını kusursuz bir kurguyla kullanarak, özgün, tutkulu, müthiş ezgili çağdaş şiirler yazdı Ahmed Arif.


Ahmed Arif, sevme ile meydan okumanın doğru bağlantısını çok iyi kurmuş, halk seslenişini popülizme ve öykünmeciliğe düşmeden kendi ses ve soluğuyla destansı bir üslûp yaratmıştır.  Cemal Süreyya’nın deyişiyle “Ahmed Arif’in şiiri,  bir bakıma Nazım Hikmet çizgisinde, daha doğrusu Nazım Hikmet'in de bulunduğu çizgide gelişmiştir. Ama iki şair arasında büyük ayrılıklar var. Nazım Hikmet şehirlerin şairidir, ovadan seslenir insanlara. Büyük düzlüklerden, ovadan akan "büyük ve bereketli bir ırmak" gibidir. Ahmed Arif ise dağları söylüyor. Uyrukluk tanımayan, yaşsız dağları, "âsı" dağları.  Uzun ve tek ağıt gibidir onun şiiri. "daha deniz görmemiş" çocuklara adanmıştır. Kurdun kuşun arasında, yaban çiçekleri arasında söylenmiştir, bir hançer kabzasına işlenmiştir. Ama o ağıtta bir yerde, birdenbire bir zafer şarkısına dönüşecekmiş gibi bir umut (bir sanrı, daha doğrusu bir hırs), keskin bir parıltı vardır. Türkü söyleyerek çarpışan, yaralıyken de, arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı ihmal etmeyen bir gerillacının şiiridir. Karşı koymaktan çok boyun eğmeyen bir doğa içinde büyük zenginliği ilkel bir katkısızlık olan atıcı, avcı bir doğa içinde.”

Cemal Süreyya, Ahmed Arif şiirinin dokusunu şu sözlerle çözümler: “Ahmed Arif için ise ritm sadece bir olanak olarak önemlidir. Ama aralarındaki asıl ayrım şurda sanırsam; Mayakovski ritmi, bir bakıma, şiirin dışında bir yerdedir, anonim bir tekniktir. Bunun için sık sık düşey ya da yatay ses benzerliklerine, bağdaşımlarına başvurur. Daha özetlersek: Mayakovski ritmi ses'te aramaktadır. Ahmed Arif ise söz'de arar. Bunun için onun şiiri bir noktada "oral" niteliğini bırakır, çok ötelere gider. Bu yanıyla çağdaş şiirin en yeni yönsemelerine karışır. Özellikle imge konusunda yaptığı sıçrama onu bugünkü şiirin hazırlayanlardan biri yapmıştır. Zaten birçok yeni şairin onun etkisinden geçmesi de bunu gösteriyor. Sadece bu bakımdan bile hasretinden prangalar eskittim, geç kalmış bir kitap değildir”

Ahmed Arif, bir başkalığı, yereyselliği en çok taşıyan; doğanın, dağların kokularını, inançlarını, havasını en çok duyuran bir şair olarak öne çıkmıştır hep. Kentleri, kent sokaklarını anlatırken bile bir kopukluğa varmaz. Kişiliğini oturtmuştur, bütünüyle kurmuştur devrimci sanatını:



EMEĞİN BÜYÜK YAZARI ORHAN KEMAL
EMEĞİN KAVGASINDA YAŞIYOR…


Edebiyatımızda, öykü, roman adına hayata müdahil olan emeğin sanatçısı Orhan Kemal’i 2 Haziran 1970’te ölüşünün 43. yıldönümünde saygıyla selamlıyoruz.


Orhan Kemal, kurulu düzeni zorlayan insanların öfke ve neşelerine, daha iyi yarın isteklerine sanatıyla katkıda bulunma çabasını hiçbir zaman göz ardı etmedi. Yapıtlarının ana dokusunu oluşturan insan sevgisiyle; sanatçı olarak sorumluluk bilincini ve halkının geleceğine için sanatını oluşturma çabasını hiçbir zaman arka plana bırakmadı. Vedat Günyol’un deyişiyle, Orhan Kemal bize üç şey getirdi: Kinsiz, herkese açık cömert yüreğinde insan sıcaklığı; hayat serüveninden sonra da kafasının ışığından bilinç; insana olan sonsuz güveninde umut.

 Ömer Türkeş’in yaptığı vurguyla: “1950’li yılların Türkiye’sinde yoksulluk ve zenginliğin ifade ettiği anlam ve karşıtlıkları kimi zaman mekânda, kimi zaman tarlalarda, bazen fabrikalarda, hapishanelerde, Yeşilçam kapılarında ve yüksek tahsil etrafında, bireysel dramların ardındaki ekonomik, siyasal ve toplumsal dönüşümleri ihmal etmeden ve fukaralık edebiyatına kaçmadan kolaylıkla özetleyiverir Orhan Kemal. Maddi sorunlardan söz edilmesi doğrudan açlıktan, sefaletten dem vurulması demek değildir; sosyal dengesizlik ve onun yarattığı acılar, karakterlerin bireysel kaderleri ve tutkularında çıkar ortaya. Kurtulmayı düşledikleri bu hayatın sıkıntıları içinde bile bütün insani özellikleriyle yaşar onun romanlarındaki kahramanlar ve o dönem romanlarından bu yönüyle ayrılır.”

Sınıfsal bakışından hiç kopmayan yüreği sosyalizm ve TKP için çarpan Orhan Kemal, daima yoksul ve dürüst insanların yazarı oldu. Ona göre sanatçı, insanı anlayacak, savaşını anlayacak, buna katılacak;  kolaylıkla aldatılan kişilerin aldanmalarına karşı duracaktı. Her zaman bakışını belirleyen sanat, “İnsanlığın, insanlık tarafından, insanlık için yönetilme çabası adına sanat” oldu.

Orhan Kemal’in sanatını ve kişiliğini dostu Nurer Uğurlu anlatıyor:

“Orhan Kemal’de insan sevgisi, iyilik ve kötülük ya da aydınlık ve karanlık olmak üzere, iki ana kavram olarak belirmiştir, denebilir. Ona göre iyilik bir başka deyişle aydınlık; bu, insanın özünde ve mayasında var olan, nerede, hangi koşullar altında olursa olsun yok olmayan, ne kadar kötü yaşarsa yaşasın kaybolmayan; her zaman yüreğinin bir yerinde var olan, insan sevgisi’dir.

Kimdir Orhan Kemal’in insanı ya da insanları? Bunlar, hiç kuşkusuz çalışan Türkiye’nin, çalışan insanlarıdır. Sıradan, her gün, her yerde gördüğümüz, bildiğimiz ve tanıdığımız küçük adamlardır. Gün ışığıyla birlikte, hatta gün ışığından çok önce, ekmek ardında koşan, alın teri döken işçiler, köylüler, ırgatlar, küçük memurlar, tezgâhtar kızlar, fabrikada ve tarlada çalışan kadınlardır. O, bütün sanat hayatında, yazdığı en küçük hikâyeden, bir birini izleyen cilt cilt romanlarına kadar, bu acı çeken, ezilmiş ve ezilen insanların dramını, umudunu, küçük sevinçlerini vermiş, onlara sevgiyle, gerçek insan sevgisiyle yaklaşmıştır.”

Yazarlığının gizlerini de şu tümcelerde vermişti: “Yazmak için yaşamak, duymak, halkı algılamak gerekir... Bir yazar için çok gereklidir halkın içinde kalabilmek... Ve halkın değişimini algılamak... eskimemek için.”  Orhan Kemal, dünya halklarıyla da buluşarak, yapıtlarıyla halkın içinde soluk alıp vermeye devam ediyor.

“Yeryüzünde insanlar ve insanların uydurma hukuku, bu uydurma hukukun tapu senetleri yokken bu topraklar gene vardı. İnsanlardan çok önce var olan bu topraklar, insanlardan önce, şimdikinden çok daha şen ve esendiler herhalde. O zamanlar da topraklar üzerinde sert rüzgarlar eserdi. Kim bilir nerelerden aldıkları tohumları bu şen ve esen topraklara getirip saçar, şen ve esen topraklar da onları bağırlarına sımsıkı alarak, yağmur ve güneşin yardımıyla çimlendirirlerdi. Çimlenen tohum boy atar, toprağın yüzüne çıkar, ürününü vererek yeryüzünü mutlu bir kardeş sofrası halinde bezerlerdi.” (Kanlı Topraklar’dan)


TOPRAKTAN, ATEŞTEN, DEMİRDEN,
HAYATI YARATANLARIN ŞAİRİ
NÂZIM HİKMET’E BİN SELAM!


Dünya şiirinin en alevli meşalelerinden olan Nâzım Hikmet’i, 3 Haziran 1963’te sonsuzluğa göçüşünün 50. yıldönümünde bir kez daha şiirleriyle selamlıyoruz.


Sınıfsal tavrı ve kişiliğinden ödün vermeden umudumuzu ve özlemlerimizi yürek potasında eritti Nazım Hikmet.  Burjuvazinin içini boşaltma çabalarına karşı, biz sesimizde, sözlerimizde, bilincimizde onun Cahit Sıtkı’ya verdiği yanıtla, sevdalımızın komünist oluşunun farkında olacağız ve hep bunu haykıracağız.

Afşar Timuçin, Nâzım Hikmet’i ve şiirini şu sözlerle anlatıyor: "O hem bir sanatçı, hem gerçek anlamda bir düşünür olarak bize her şeyden önce insanın büyüklüğünü, insan olmanın değerini öğretir. Şiiri tepeden tırnağa insandır. Ondan öğrendiğimiz bir başka şey, sanatçının bilgili olma zorunluluğudur…..Salt duyarlılık, salt sezgi, salt öngörü yetkin sanat yapıtlarını oluşturmaya yetmeyecektir. Duyarlılık da, sezgi de, öngörü de ancak bilgiyle gelişebilen şeylerdir. Nâzım Hikmet bize ayrıca şunu öğretmiştir: Gerçek bilgi toplumun ve tarihin bilgisidir, insan yaşamı zorunlu olarak toplumsaldır ve tarihseldir, buna göre gerçek insan kendisini toplumsal bir varlık olarak duyan insandır. İnsan ancak başkalarıyla insandır. Bu bakış açısı doğal olarak Nâzım Hikmet'in estetiğine temel anlamını verir, ana özelliklerini kazandırır. Onun şiiri tekbiçim, tekyanlı, tekdüze, öğretici, bildirici, kafa açıcı, adam edici, kandırıcı, insanları doğru yola yöneltici bir şiir değildir; onun şiiri toplumda olduğu gibi, insan yaşamında olduğu gibi, değişik öğelerin, tam bir uyum içinde, hatta tam bir çatışkılı uyum içinde bir araya geldiği bir şiirdir. Onun bir yerinden baktınız mı koskoca bir dünyayı görürsünüz”

Nâzım, bir sosyalistti. Anma onun şiirlerinin kökü bu topraklarda, dalları ise diyalektiktedir. Şiirlerinde geçmişle gelecek, doğuyla batı, eskiyle yeni, sona erenle yeni başlayan, ölenle yaşayan, bütün bu karşıt, çelişik durumlar bir araya gelmekte ve geleceğe yönelik olarak kendi konumlarını bulabilmektedirler. Onun önemli bir niteliği de Onat Kutlar’ın deyişiyle, “Kendi oluşturduğu yapıyı, kendi oluşturduğu şiirsel dili yıkıp onun yerine yenisini koyabilen bir şair” olmasıdır.

Nâzım Hikmet şiirinin şiirin yerleşmiş düzenini yerle bir ettiği gençlik yıllarında, dönemin yaşlı yazarlar kuşağının en aydınlık adı Hüseyin Rahmi Gürpınar, Nâzım Hikmet’e yönelik umutlarını şöyle dile getiriyordu: “Bir ideal lâzım; ideal var mı bizde?..  Her şeyden evvel bu ideali tespit etmek gerekir; yoksa edebiyata girmeyen şey yoktur. Asıl mesele onu gösterecek kudrette… Zannedersem henüz daha aramakla meşgulüz. Nâzım Hikmet bunu belki buldu. Şüphe yok ki bize öyle şiirler lazım. Bugünün, yani yaşanılan hayatın istediği şiir odur.  Son zamanlarda yalnız onu beğeniyorum. Bizim yegâne kabahatimiz felsefesizlik ve kültürsüzlük.”

Halkının arasında kendini bulmuş ve kendini halkına kabul ettirmiş büyük şairin bu üstün özelliklerini Peter Hamm, şaşkınlıkla karşılıyordu: “Yüzde altmışı okuma-yazma bilmeyen  (bu yüzden ezberleyebilmek için bu şiirleri önce birisine okutan)  halk arasında elden ele dolaşmak üzere Nâzım Hikmet’in şiirlerinin hapishanelerden nasıl dışarı çıkarıldığı hiç bilinmeyecektir.  Tutuklu Hikmet, özgür bulunan diyalektikçi Brecht’in olmayı isteyip de bir türlü olamadığını; “Halkın Ozanı” olmayı başarmıştır. Üstelik sadece kendi halkının değil, tüm dünya halklarının ozanı olmuştur. Japon balıkçı kadınları yeniden silâhlanma yarışına karşı, onun şiirlerini bildiri olarak basıp dağıttılar; Amerikalı zenciler, yaptıkları yürüyüşlerde onun büyük boy resimlerini taşıdılar; Fransa işçileri ona teşekkür mektupları yazdılar; sayısız ülkelerdeki genç insanlar, onun şiirlerini yavuklularına sevda mektupları olarak gönderdiler. Ve o geçen yılın haziran ayının üçünde öldüğü zaman, kendi gözlerimle gördüm; insanlar uzun kuyruklara girmişler, gazete bayilerinin önünde suskun bekleşiyorlar, HİKMET’in son şiirlerini, onun anısına söylenen sözleri okumak, onun son resimlerini, bu resimlerde yılmaz, açık yürekli, temiz bakışlarını bir kez daha görmek istiyorlardı.”

Nâzım Hikmet, şiirini, kendi sözleriyle şöyle belirtiyor: “Şair oldum olalı, güzel sanatlardan beklediğim, istediğim şey, halka hizmetleri, halkı güzel günlere çağırmalarıdır. Halkın acısına, öfkesine, umuduna, sevincine, hasretine tercüman olmalarıdır. Sanat telakkimde değişmeyen işte budur. Geri yanı boyuna değişti, değişiyor, değişecek. Değişmeyeni en dokunaklı, en usta, en faydalı, en güzel, en mükemmel ifade edebilmek için durup dinlenmeden değiştim, değişeceğim.”

Nâzım, şiir ve ajitasyon ilişkisini de şöyle açıklıyor: “Şuna inanıyorum ki, şiirlerimi yaşama bağladığım takdirde, bizim için kutsal fikirlere daha iyi hizmet edersin. Ama bu bağlantı, iplik görülmeden yapılmalıdır…. Zaten ajitasyon yapanın ustalığı sonunda —ki her şair bir ajitasyoncudur— onun ajitasyoncu olduğunu kimse fark etmemelidir.”

Nâzım Hikmet,  şiir tarihimiz içinde bir karlı doruk gibi dikilmekte. Nâzım’ın şiirinin ötesine geçmek isteyenler, doruğa çıkmaktan çok çevresinden dolanarak kendi doruklarını oluşturmak zorundadırlar.  Kanını, canını sanatına koyan; sosyalizme olan inancını, tadına doyulmaz bir lezzet gibi sindiren şair, bir çoban ateşi gibi, bizlere yeni isyan ışıkları göstererek, göz kırpmaktadır.

“Onlara elleriniz dokunmuşsa eğer
yedi tas su dökün ellerinize.
Yırtarak bayramlık gömleğimi ben
peşkir yaparım size...
Biz
ayrı dillerde aynı şarkıyı okuyanlar,
Biz
aynı yastıkta yatar gibi
toprağa başlarını yan yana koyanlar,
Biz,
yüzümüzün derisi koyu açık yanmış diye,
saçlarımız ayrı ayrı boyanmış diye
barsaklarımızı birbirimizin avucuna dökerek
birbirimizin gırtlağını dişimizle sökerek
gebereceğiz...
Ve kadrolar
parlatarak
kara gömleklerinin beyaz kordonlarını
gömecekler kadife koltuklara
golf pantolonlarını...”


SOSYALİZM VE SOSYALİST GERÇEKÇİLİK KAVGAMIZDA
MAKSİM GORKİ YOL GÖSTERİYOR…


14 Haziran 1938’de yitirdiğimiz büyük yazarı 75. ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz. Maksim Gorki, kimi yapıtlarıyla, ölümsüz, eşsiz bir sanatçı; kimileriyle bir öncü, yol açıcı; düşünsel ve siyasal eylemiyle ilk gençliğinden ölümüne kadar emeğin ve emekçinin yanında yer almış ve bu uğurda akıl almaz genişlikte ve çeşitlilikte bir alanda mücadele etmiş bir eylem adamıdır.


Maksim Gorki’nin yaşamı, açlık, yoksulluk ve acılarla örülüdür. Çocukluğunda ve gençliğinde yaşadığı acılar; Gorki’yi yarının büyük yazarı, içinden çıktığı işçi sınıfının evrensel sesi yapar. Sosyalist gerçekçiliğin kurucusu olan Gorki, bugünleri görebilmişçesine, “Emekçilerin sanatı olur mu?” diye mızmızlananlara inat, ömrü boyunca bu sanat anlayışının insanlığın en yüce ideallerini kucaklamaya aday tek sanat anlayışı olduğunu savunmuştur.

Öykü ve romanlarında katı ve itici olmayan bir gerçekçilik, olağanüstü bir doğallık ve insanı yormayan tasvir ve tahliller vardır. Yapıtları,  bir yanıyla dinç bir umut, insanı sarıp sarmalayan bir sıcaklık içerirken, diğer yanıyla da içten içe gizli, özgün bir hüznü taşır. Kahramanları genellikle sıradan insanlardır. Toplumun en alt tabakalarına mensupturlar. Ezilmişliğin ve horlanmışlığın verdiği kısık gözlerle bakarlar dünyaya. Ama neşelidirler; bir yandan rutubetli bodrumlarda, en ağır şartlar altında, kentsoylular için ekmek pişirir bir yandan da türkü söyler ve sevgililerinin hayalini kurarlar. Öykü ve romanlarının sonu hep o tuhaf hüzünle biter. İnsanın içini acıtan ama duyguları sömürmeyen, soylu bir hüzünle...

Büyük sanatçı, Stephan Zweig’in deyişiyle, “Rusya, kendi etinden bir ağız yarattı kendisine, kendi dilinden, kendi sözcüsünü, kendi içinden bir adamı ve bu adam, bu yazar Maksim Gorki, Rus halkının yaşamını, horlanmış, ezilmiş, canını yitirmiş Rus emekçisini bütün insanlık bilip öğrensin diye ortaya çıktı Rusya’nın dev ana rahminden.”

Nazım Hikmet ise, Gorki’ye bakışını şu sözlerle somutluyor: "Maksim Gorki, yalnız kendi halkına değil, bütün halklara yurtlarını, hürriyeti, barışı ve birbirlerini sevmeyi öğretir. Çünkü o, insanın, insanlığın geleceğinden, güzel günler göreceğinden emindir. Çünkü o, emekçi insanı, koluyla, kafasıyla çalışan insanı, yeryüzünün, gerçek, biricik efendisi sayar. O, bu insanın bu efendiliğe kavuşması için savaşmıştır. O, bu savaşa, bu bahtiyarlık savaşına insanları çağırır... Düşünüyorum: gerçekçi, halkçı ileri edebiyatımız üstünde Maksim Gorki'nin en hayırlı bir tesiri olmuştur."

“Düşüncelerini önyargılar zincirinden kurtaranlar için hapishane diye bir şey yoktur. Örneğin biz, gerekirse taşları bile zorlarız ve taşlar, biz istediğimiz için dile gelirler"  diyen Gorki, insanlar yaşadıkça yaşayacaktır. Çünkü bir yeryüzü sanatçısı, şairidir o!

“Benim anladığım şu ki, yeryüzünün çocukları hareket halindeler. Tüm dünyada, her yönden aynı hedefe doğru yürüyorlar... En yüce gönüller, en namuslu kafalar, kararlı adımlarla kötü olan her şeyin üstüne yürüyorlar, yalanı çiğneyip geçiyorlar. Gençler, sağlam gençler, dizginlenmez güçlerini bir tek hedef için kullanıyorlar: Adalet için. İnsanların acılarını yenmek içi yürüyorlar. Dünyadaki felâketleri yok etmek için silaha sarılmışlar. Bayağılıkları, çirkinlikleri yenmek için savaşıyorlar. Ve zafer onların olacaktır. ‘Yeni bir güneş yakacağız!’ demişti bana onlardan biri; yakacaklar! ‘Bütün kırık yürekleri bir tek yürek halinde birleştireceğiz!’ demişti. Başaracaklar bunu!

“Kapitalist rejim, insanları, zulmedenler-zulüm görenler, uzlaştırılması mümkün olmayanı uzlaştıranlar diye bölümlere ayırır. Kaldı ki, ispat edilen bu itiraz edilmez şeyi anımsatmaya bile gerek yok. Yine de, anımsatmak ister. Çünkü, yaşamda çabucak rahat bir mevki sahibi olmak isteyen bir çok genç bu acelenin kendilerini geçmişe doğru sürüklediğini belki de anlamıyorlar. Yine anlamıyorlar ki, sürüklendikleri geçmiş kanlı bir cambazhane sahnesidir, kapitalist gerçek bu kanlı meydanda bütün revasızlığı ile gemi iyice azıya almıştır, hümanistler ve arabulucular, uzlaştırıcılar bu kanlı meydanda insanın içini titreten birer soytarı rolü oynarlar.” (Küçük Burjuva İdeolojisinin Eleştirisi)



NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanatiGoogle Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.comFacebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati


İRFAN SARİ:Zerdali Baharı





ZERDALİ BAHARI










Ezîya nene, bu yıl zerdali baharı olacak diyordu. Ama olmadı! O her sabah namazını kıldı ve duvardan Kuran-ı kerimi indirdi havaya kaldırdı! Zerdali baharını diledi.

Dualara medar bizde zerdali baharının gelmesini çok istedik?

Ama dışarıda alûk (Erik) ilk çiçeklerini açtı hep.

Zaman zehir gibi ölüm yayıyordu. Coğrafya baştan aşağı telaş, kaygı sarmalına dönmüştü.

“Şimdi bir mucize olsa da! Suyu çekilirken bile denizin, balıklar ölmeseydi.” Manasına gelirdi Ezîya nenenin duaları.

Zerdali baharını beklerken, zerdali sabahları Ezîya nenenin her gün aynı dualarının tekrarı oluyordu.

Bir gün anlattı;

“Oğul dedi! Torunum Sabah, 10 yıl oldu dağlara gideli.

O yıl zerdali dalları erkenden çiçek açmıştı, o gideli bir daha bahçemizin zerdalisi çiçek açmadı ve meyve vermedi.

Dileğimdir Allahtan. Bahar olsa, zerdali baharı! Yani erken bir bahar, ölmezse hiçbir torun, oğullar ölmezse?

Çünkü bir rüya gördüm, bir daha zerdali baharı oluyordu ve torunum Sabah eve dönüyordu. Bütün torunlarım, eve dönüyordu. Onlara yüreğimden derdiğim çiçekleri götürüyordum.” dedi.

Ezîya nene, konuştukça yüzündeki kırışıklar mutedil bir denizin dalgaları gibi bir açılıp bir örtündüler. Göz torbalarının üstüne, göz pınarlarından sızan nem ve konuşmanın heyecanına dayanamayıp akan ter ıslaklığı gelip oturmuştu.

Öyle inanarak anlatıyordu ki; yüreği göğüs sepetinden çıkıp çıkıp geri dönüyordu.

Birkaç yıl ömrü kalmıştı asırlık çınar olmaya Ezîya nenenin. Çok görüp geçirmiş, bir dünya birikimi vardı. Her ağzını açtığında torunu Sabah ile cümleye başlıyor ve ülkenin üzerinden kalkan dumanları ancak Torunu Sabahın gelişiyle dağılabileceğini anlatıyordu tüm birikimine rağmen.

Yani, en çok, asırlık ömrünün son çeyreğindeki bu yaşanmışlık öne çıkıyordu tüm konuşmalarında.

Bir Sabah sevdası vardı onda, kurşun sıkmaz ölmez. Bir Sabah sevdası ki, her an anlatsa doymaz.

Onun için her ilkbaharda, sabah saatleri onun için mucizenin gerçekleşeceği anlam içermekteydi. Kuş uykusu gibi uykusunun sabaha açılan gözleri ilkin bir zerdali çiçeği açılacak ve mucize tamamlanacak gibi gelirdi.

Uyanır uymaz perde aralanır, bahçeye bakılır, zerdali ağacı kontrol edilir ve sonra hayat başlardı.

Dedim ya! Namaza durur, ellerini havaya kaldırır ve saatlerce dudaklarının kıpırdatırdı. Duvarda duran kuran-i kerimi indirir (okumayı bilmediği için) havaya kaldırır, yalvarırdı?

Torunu Sabah’a ulaşmak için ve adını kendi koyduğu Zerdali Baharı gerçeğe dönsün diye, bütün bir ilkbahar boyunca hiç üşenmeden, sakınmadan, bıkmadan bu eylemi gerçekleştirdi yıllar boyunca.

Çiy tutan bahçe goncaları gibi, elmacık üstleri de her sabah çiy tuttu.

Saçlarının beyazlığı yalnızlığı bırakıp, çoğalmaya çoktan başlamıştı. Bazen, Sabah’ın babasına yani hafızasını yitiren oğluna giderdi aklı. Ciğerlerinde bir yanma oluşurdu. Bazen de Sabah’ın ölen annesi Şemsé konuk olurdu yürekçiğine, işte o vakit gök kubbe devrilirdi. Altında kalmamak için dua ettiği seccadeden kalkar bahçeye kaçardı.

Kaçışları bile, kapıyı açarken mucize olur umuduyla olurdu.

Umut kaçışları, bahçede su bekleyen ağaçlara, fidanlara su vermekle sürerdi. Onlarla konuşur, dertleşir sonra da eğilir, ağır aksak otururdu sedirde. Bedeni bir evin yalnızlığında hemencecik yorulurdu sonra.

Uyurken, oturduğu yerde, gördüğü düşleri çiçek çiçek açan zerdali ağacıydı. Sonra sürü sürü doru kısrak bayırlardan inerdi.

Bir özgürlük, bir toz bulutu yükselirdi gökyüzüne?

O, ellerini yüreğinden çiçek koparmaya yöneltirken, uyanırdı yeniden.

Düşleri, mısrasından düşerdi.

Dağların arasında aradığı Torunu, mezarlıkta yatmakta olan gelini ve evin koridorlarına bile çıkmayan bir oğul, yatıyordu o yaşlı yüreğin içinde?

Zerdali baharı olsa ve Sabah şafak olsa doğsa evlerine belki yorgun bedeniyle vicdanla ayrılır gider ölüm ülkesine?

Ama o Zerdali baharı olmazdan önce, ölmeyeceğini söylüyor durmadan?..




İRFAN SARİ


ADNAN DURMAZ: Sürgün





SÜRGÜN




RESİM: ADNAN DURMAZ




bir kentin kıyısındayım
akşam
kanlı bir gül saçlarımda
bütün yüzlerde o bildik taşralık
bir soluk öncesi ayrılık
bir soluk sonrası karanlık

yitik zamanların mültecisiyim
gece firarlarının faili
elim yüzüm tedirginlik
bir adım gerisi deprem
bir adım sonrası uçurum.,.

alanlarımı tanklar çiğnedi
kalabalıklar telaş içinde
gülüşlerde polisler dolaşıyor
bakışlarda zincir sesleri
her evin karşısında bir muhbir oturuyor
sevdalarda keynesçi ekonomi politika
mübadele mübadele dostluklar
arkadaşlık-markadaş! ık
has- zeamet- timar
hüzünler dileniyor eski gramofonlarda
şehitliklerde içki meclisleri
meclislerde muhterem cemaat-i kiram
bir yanda genelevlere düşmek helâl
bir yanda başını açmak haram...
taşa kesti ağaçlar kale kale
evler mahpus damı
yıllardır yaşadığım bu kentte yabancıyım
üstüme üstüme gelir karanlık
bir aşksızlık ormanında yitiğim
bıçaklar saplı sırtımda
bıçakların sırtında yol almaktayım
bir yanım muhbir sağnağı
bir yanım zaptiye deryası
kalsın sevdiceğim çok uzaklarda
bu kenti terk ettiğimi asla bilmesin
bilmediğim bir evde-yabancı bir sokakta
saksılarını sulasın- içkisini yudumlasın
içimde bir çatlak da ondan kalsın
ve her kentten ayrılırken tazelenip kanasın

ardımdan dostlukların iskelet parmakları
sallanır
parmağımda kelebeklerden kalan ışıksı bir toz
savrulur...
gülüşler yırtılır peşim sıra
nefretler akar
bir çift hasret kandili gözlerim ıssızlarda
bütün yol boylarında umuda yanar
mülteci bir akşam- sürgün bir rüzgar
bir adım öncesi taşra kentler
bir adım sonrası taşra insanlar

önüm sıra kovgunlara vatan olmuş sonsuzlar
zaten bir ayrılık mültecisini
ancak sürgünler anlar




ADNAN DURMAZ 




TAN DOĞAN: Kalan Zaman—VEDAT KOPARAN:Yitik Zaman Düşü






kalan zaman









her güne bir baykuş sesiyle uyanmalıyım
bir yudum su deymeli yanık ağzıma
titrek ellerimle eşemeliyim bir avuçluk toprağı
bir tohum ekmeliyim halimce
bir şiir okumalıyım güneş diye hava diye can diye
titremeliyim üzerine yaz-kış demeden
saçlarım dökülmeli bir bir ve ak
köz gözlerim buğulanmalı biraz daha
ölüm türküleri geçmeli arada bir aklımdan
arada bir bir tebessüm diye sızlatmalı ruhumu mavi anılar
denizi düşlemeliyim: denizleri
bir yaprak kadar sevinmeliyim kalan ömrümce
bir kuş kadar çırpınmalıyım zaman içre

sonra yaşlı sonra yorgun bedenim uyuklamalı bir sayrı rüya üzre
bir baykuş sesiyle uyanana dek




TAN DOĞAN










YİTİK ZAMAN DÜŞÜ






-Koptu Kızılca Tufan Ferman Boynumda-


Sağanak dökül ofların ağrısından
Sicim sicim yağ yunsun küskün gece
Çeksin kapaklarını kör gözleri kapansın
Aksın oflarımız kızılca sarı nehirlere

Yankısıyla kentler kasabalar inlesin
Yangın yüreklerimizin çılgın öpüşleriyle
Türkü boyu sıradağlar dinlensin
Uzansın düşlerin kaçak düşlerime

Yabancın değildir bir seninle sendir
Var sen boşalt bu limana yükünü
Yaşamımızın boynunda yağlı kendirlerdir

Ölüm sessizliği hükmünü sürdürse de
Biz ki hep o sese o ışığa yürüyenleriz
Sür sözün izini gece ışıldasın bizde

Geceyi kime yazsak uykusunda
Kimdir bu vakitte ayakta olan
Hangi kırık kapı çıkar karşımıza
Sorgular kovalarken uykusunu yakan
Gözleri kıpışık gece ateş deryasında
Suya yazılmayan olsun yaşanan

Sen kanatları bağlı kuş uçamazsın değil mi istesen de
Tutkuların koynunda tutuk kalmış hangi vurgun gündü
A canım bir kent böyle bürünür mü ölüm sessizliğine
Bu kalp ağrımı büyüten geçip giden yitik zaman düşü




VEDAT KOPARAN



ABDULLAH ORAL: Yüreğimde İbrahim’in Sesi Var





YÜREĞİMDE İBRAHİM’İN SESİ VAR





RESİM: ADNAN DURMAZ



Ben bu kavgaya yürek verenin sevdalısıyım.
Alanlarda yalnız bırakma beni ki
Büyümesin yalnızlığım.
Bil ki ben senin dirilişinin varlığıyım.
Ondandır işkencede yargısız katlolduğum..

Ben bu kavganın erguvanlı çiğdemli çiçeğiyim
Bak işte gelincikler açmış
İşkence darbeleriyle bedenimde
Ellerimde hürriyet baharının mor sümbüllü

Geldim eğilen başlar üzerine dikleşmeye
Düğün kınasıyla kınalayacağım yeryüzünü.
Ben öfkeyim zorbanın esaretine dikleşen!..

Özüm karanfillerin kızıl rengine vurulmuş
Güneşi çalınan ormanların özgürlüğüyüm.
Anadolu gibi bilenir dilimde sevdası hürriyetin
Bütün halkların sevdalısıyım yetmiş iki milletin!..

Saçarlımı rüzgara
Göğsümü hain kurşunlara açmışım
Başımda çıldıran bir kızıl bayrak düşlerinde
Ve sonra top. top gülücükler açacak
Çocukların yaralı kirli yüzlerinde!...

Boynumda zincir ayaklarım yalın çıplak
Parmaklarım buz kesiği!
Şehirlerde aç yatan
Köprü altı çocuklarını düşünüyorum!
İşkencede direncim oluyor çocukların çığlıkları
Biliyorum ben çözülürsen çocuklar ölecekler…

Yılmadı yıldıramadı İbrahim kaypak kayayı zulüm
Bedenindeki işkence darbelerine aldırmadan
Dudaklarından son sözlerle
O hala sevdayla aşkla umut devrediyor yarına!

Bedenim sizin mutluluğunuza açmış kızıl karanfil!
Gayrı yüreğimin kapılarını,
Karanlığın, açlığın, yalnızlığın,
Ve kimsesizliğin, bitişine açıyorum şimdi!.

Karaltında nasıl güçlenerek kalkıyorsa buğday taneleri!
Gün gelir benimde öylesine dikleşir başım
Ayaklanır kalkar düşüncelerim!
Ambarda buğday,
Testinizde su,
Tencerede aş,
Çıkınınızda ekmek olmak için!..........




ABDULLAH ORAL


HAMZA İNCE: Görüyor musun?—MAHMUDİYE DÜZKAYA: Elimde Kaderimin Zilli Tokmağı




GÖRÜYOR MUSUN?






Uzak bakan gözlerim
Ateşler ısıtıyor göğsümde
Sizde öte şimdilik
Sol yanım zülmün kalesinde
Acılarla zulamda gömülü
Yıldızlar aşkına

Dilimde bir türkü
Nehirleri sakinleştiriyor
Aşikar sevdamıza
Çağlayan bahar sularında
Kederli şiirimi
Kurban alarak

Bölümüş nimet ellerimde
Teklifsiz ateşe vurulu
Güneşin sofrasında
Sizde öteye ne varsa
Paylaşımda aşkım dışında
Görüyormusun



HAMZA İNCE










ELİMDE KADERİMİN ZİLLİ TOKMAĞI







Elimde kaderimin zilli tokmağı yüreğimde güm güm eder hacı yüreğimde güm güm eder

ah yıllar! sizden alacağım var,
yiten yok olan bir ömür
sahipsiz kaderim
tolasa tıkadın beni hacı tolasa,
yittim yitirildim ilmek ilmek çözüldüm hacı
ilmek ilmek çözüldüm

selentü tepesinde saksağan ömrüm saksağan
neyin karısı oldum ha söyle bana neyin
gurbet yolu gözleyen feri sönük gözlerim
üç bebem ve kaderim
dün yıllardan intikam aldım
elli beş yıllık evin çıkmasını yıktım
sıra eve geldi hacı eve ömrümü eskiten eve

dinle hacı dinle; sırtımda yük olan oğlun
köyü beğenmez oldu
şehre konuyor şehre
beni tükettikten sonra
ömrümü çürüttükten sonra
ben neyin karısı oldum? de bana neyin hacı

aha halım aha kılığım hacı de bana yol iz göster
çulsuz palansız kala kaldım hacı çulsuz
elde avuçta yokluk sırtımda yırtık urbam
kara lastik eskittiğim yollar küs bana
elimde kaderimin zilli tokmağı
yüreğimde güm güm eder hacı yüreğimde güm güm eder
ya da yad olmuş geçmişin iğneli sandığında
yüreğimi kaderimi sevdamı kilitler hacı
kadersiz kaderime ruhumu kilitler



MAHMUDİYE DÜZKAYA


BEKİR KOÇAK: Ölüm Soluksuz Maratondur



ÖLÜM SOLUKSUZ MARATONDUR






seni çok aradım sevda öykülerinde
uçup giden güvercinlerin peşinde
gökyüzünün yabancısı gibi
o mavilere alışkın gözlerim
düşer dağarcıklara şiircesine
ölüm soluksuz maratondur
anlayan anlar da
anlamayanın nesine

kar altında gölgesiz ağaçlar
mahzun ve masum
kedi gözlerinde bulut
kapımızın önüne kadar sisler
kapıyı açsam girdi girecek
küslüğümüz kendimize
sitem say güceniklik
senin sevdan hücre hücre yüreğinde
yanıbaşında yürüyenler
kainatın hüznünden bihaber

kaç gündür suskunum
durdu nutkum
kaç bininci ok geçti kader çizgisini
dingin olan hiçbir şey yok
sararan sayfalarıyla eski kitaplar
cengaver haykırışları
çığ altında hala bu çağda
unutulan bir sözcük masumiyet
bir eli yağda bir eli balda
gezgin ağırlayan taş avlular
yüzü asık gözü kapalı
bizden bilip her şeyi
için için ağlar

kaç gündür yokum
azraille karşılaştı bir yakınım
içinde düşsel ırmakların
kuru ağaç dallarında gözleri
özlemiyle güneş renginde ışıkların
el salladı belli belirsiz
sevdamızı allayıp pullasanız da siz
kafa karışıklığı ön safta
memleket ah memleket
bir yanı zifiri karanlık
bir yanı sis





BEKİR KOÇAK




Ö. GENÇ: Bina—İ. ŞİMŞEK: Bize Barış Lazım—H. İ. ÖNDER: Ey Hayat






BİNA







Bütün yüksek binaları biz inşa ettik
Hani geceleri rengarenk ışıklarla bezeli
Öderiz bedelini ne gam
Kredilerimiz de berdevam

Yüksekten bakarız tüm yapılara
Eski camilere kiliselere bile
- Bu konuyu fazla dillendirmeyiz ama-
Yüksek toplumuyuz biz bu küçük evrenin

Yok çevreymiş
siluetmiş
havaymış
denizmiş bunlar hikaye

Başta biz varız
sonra bizim anlattıklarımıza inanan bir yığın ahmak
Bir de
eşitlik uğruna canını ömrünü feda eden bir avuç enayi

Biz yeryüzünün
ve göklerin sahibinden icazetliyiz

Bunlar hakkımız değil mi yani?




ÖZER GENÇ











BİZE BARIŞ LAZIM






Bize barış lazım küçüğüm
Sözde değil gerçekte
Bölgede değil dünyada

Bize bir barış lazım küçüğüm
Aç bırakmayacak bir barış
Yetim bırakmayacak
Sevdasını aratmayacak bir barış...
Beni sana özletmeyecek
Seni bana hasret bırakmayacak bir barış

Bize bir barış lazım küçüğüm
Barışta sevmek daha başka olacak
ağlamak korkudan değil
Aşktan, sevdadan ve mutluluktan olacak.

Mesela iki çocuğumuz olsun
Biri erkek biri kız
Erkek olan Barış
Kız olan Bahar
Çünkü barışın diğer adıdır bahar
Bize bahar lazım küçüğüm
Bize barış lazım



İSMAİL ŞİMŞEK













EY HAYAT







Kendi kafama göre düşünebiliyorsam
Mücadele verebiliyorsam inandığım doğrular için
Para kazanabiliyorsam severek yaptığım işten
Karamsarlık, kararsızlık ve tembellik yoksa bende
Ey hayat özgürce yaşıyorum seni!..

Kendime gülebiliyorsam kendime
Ağlayabiliyorsam Filistinli çocuklarla
Bir dilim ekmeğimi üleşebiliyorsam yürekten
Başkaldırabiliyorsam eğer çağın zulmüne
Ey hayat özgürce yaşıyorum seni!..

Her istediğimi yapabiliyorsam kendi irademle
İzleyebiliyorsam güneşin doğuşunu, batışını sevgilimle
İçten ve dıştan gelen baskılara karşı direnebiliyorsam
Koşulsuz sevebiliyorsam bütün sevdiklerimi
Ey hayat özgürce yaşıyorum seni!..

Kendimi bağışlayabiliyorsam kendimi
Gereksiz buluyorsam kurulmuş ve kurulacak bütün darağaçlarını
Yargılayabiliyorsam katil giyotinleri; sorgulayabiliyorsam engizisyonları
Mazlumları her koşulda savunabiliyorsam bu acımasız dünyada
Ey hayat özgürce yaşıyorum seni!..

Kendimi olduğum gibi kabul edebiliyorsam
Ümitsizliğe düşmüyorsa “sürgün yüreğim”
Bütün olumsuz düşüncelerden arınabiliyorsam
Kendim yönetebiliyorsam yaşamımı her hâlükârda
Ey hayat özgürce yaşıyorum seni!..

Bana verilenlerle asla yetinmiyorsam
Yıkabiliyorsam bütün önyargılarını insanlığın
Aydınlatabiliyorsam “faili meçhul cinayetlerin” hepsini
Ve beni kelebekler dahi kıskanıyorsa, bil ki
Ey hayat özgürce yaşıyorum seni!..



HIZIR İRFAN ÖNDER