Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Aralık 2012 Pazartesi

EMEĞİN SANATI'NDAN 131. MERHABA





2013’le Merhaba,

Ağır acılar ve sorunlar içinde tarihte yerini 2012, Roboski’nin gözyaşları arasında…

2013’le birlikte sorumluluklarımız da daha çok arttı. Özgürlük, adalet ve vicdan kavramlarına, 2012’de daha çok ihtiyaç duyulmaya başlandı… Egemenler, daha çok kâr uğruna tüm insanî değerleri silmeye, doğayı yıkmaya tüm güçleriyle devam ederken, artık koltıuklarımıza kurularak yazı, şiir, öykü... yazamayız. 

Bizlere  bu konuda daha fazla görev düşmektedir. Artık, salt bizim alanımıza dokunulduğunda değil, her alana dokunulduğunda sesimizi daha gür yükseltmeliyiz… ODTÜ öğrencilerinin direnişinden çıkarmamız gereken önemli sonuçlar var. Karanlığın üst üste pekişmesine karşın, cesaretin, egemenlere karşı pervasızlığın daha da çoğaldığını gördük Somurtmak için neden var ama yüzümüz güleç..

Anadolu’daki şair ve yazarlar, İstanbul’un taşraya duyarsızlığında şikâyetçiler. Aslında şikâyetçi olunacak fazla bir şey de yok. Çünkü İstanbul’un kanserli sanat çevresine daha çok sırt dönmeliyiz.  Halka, kitlelelere, emek mücadelesine daha çok yaklaşmalıyız. Oradan bize ilgi duyacak edebiyat simsarları, ancak devrimci ve gümrah özümüzü boşaltıp daha fazla yaşayabilmeleri için bize ilgi duyarlar… Bizim onların ilgilerine de, dergilerine de ihtiyacımız yok!

Biz, ancak kendi devrimci özümüz üzerinde kendimizi var edebiliriz. Devrimci sanatçılar,  burjuva ahlâkının ve sahte bilincinin bir enstrümanı olmamalıdır. Onlar, yaratıcı güçleriyle; eşitsizliğin, kirli paraların, sahte ünlerin, kurmaca ödüllerin olduğu bu dünyaya karşı durmalıdırlar.

Amacımız,   kapitalizm tarafından sterilize alanlarda sönümlenmek degil, devrimci mücadele içinde sorumluluklarımızı gerçekleştirmek olmalıdır. Burjuva çürümüşlüğü üzerine zaman harcayamayız,  daima insanların yaşam mücadelesinin merkezinde olmak zorundayız. İnsan yaratıcılığının nihai düşmanı olarak kapitalist sınıfın sanat alanına kurduğu tuzaklardan uzak durmasını bilmeliyiz..

Bizim, onların kirli ünlerine ve ödüllerine ihtiyacımız yoktur. Bizim ödülümüz,  devrim için sanat, özgürlük için sanat, insanlık için sanat adına kitlelerin nabzını tutabilmektir, kitlelerin kalbinde ve bilincinde yer alabilmektir.

Devrimci sanat, lüks salonlarda, kafelerde, galerilerde değil, sokaklarda, insanlar arasında büyür, kendi gerçekliğini yaratır. Bu bağlamda devrimci sanatçı da, soyutluğun girdaplarında boğulmaz; insan kalbinde direniş dalgaları karıştırarak halkı seferber edebilmenin sanatını iyi bilir.

Bizim için, kapitalist sanatın ve sanatçıların koyduğu başarı- başarısızlık ölçütleri umurumuzda değildir; biz sadece kendi devrimci hedeflerimize odaklanmalıyız.  Devrimci sanatçı için, dünyayı kötüye götürecek kapitalizmin acı ilaçlarının halkın gözüne çektiği perdeyi kaldırması şarttır.

Devrimci sanatçılar, sadece kapitalist hayatın olumsuz yönleri üzerinde odaklanmaz, aynı zamanda devrimci bir gelecek vizyonlarını da oluşturur. Yarına bakışını somutlaştırır. Belirsizliği ortadan kaldırmanın umudunu verir.

Yaşayışlarımızı yansıtmadan, kendimizin ve içinde yaşadığımız toplumun derinliklerine ışık tutmadan hiçbir çaba “sanat” sıfatını kazanmaktan uzaktır. Bu ölçütlerden uzak olan sanatın sürekliliği ancak moda kadardır. Geleceği yoktur. Onu bugün var eden, holding yayıncılığının reklam gücüdür. 

Kısacası, Gilles Gaultier’in vurgusuyla: “Sanat, dalavere, dolap, yaldız karıştırmaya değil, tehdit edicide, kıyıcıda, ezicide, yaygın mutsuzlukta, belirsizlikte gedikler açmaya dayanır.”



EMEĞİN SANATI


BU SAYININ SAVSÖZÜ

“Sanat ve edebiyat parçalanmış, sanat ürünü ulusal özelliğinden, dolaysıyla toplumsal formasyonundan soyutlanmıştır. Sanatçı tüm toplumsal değerini, itibarını kaybetmiştir. Yukarıda özetlemeye çalıştığımız sistemin yaşadığımız tarihsel kesitinde sanat ve sanatçının düştüğü çukur çok pistir. Oysa bu sisteme en radikal darbeleri vurabilecek tek güç sanatçı ve yazarlardır. Sistem ise bunu çok iyi bilmektedir ve geniş kitleleri, Mallarme’nin deyimiyle “büyük bir sürü”ye çevirmiştir. Yazar ve sanatçı bu sürünün içinde, yani popüler kültür denen olgunun merkezine yerleşmek de dahil bu “büyük sürü”nün içinde kaybolup gitmemeli, sahte yazarların iktidarını yarmalı ve bize gerçek diye yutturulmaya çalışılan bütünü parçalayıp Osip Mandelştam’ın deyişiyle zamanın gürültüsünün dışına çıkabilmeli ve toplum adına insanlığın geleceği ve bugünü hakkında ilk karnı ağıran öncü kişi olması gerektiğini bilmelidir. Sanat biraz da bu karın ağrılarının toplamıdır.

Bir yazarın kendi tatlı çıkarları için ya da kişisel hırsları için kalem oynatması en ayıp şeydir. Pazarın, edebiyat bürokrasisin içinde kabul edilme çabası, yanlışa bu küçük hesapları için yanlış demekten kaçınması o kendisini bu kirli piyasada var ediyorum sanırken aslında yok eder. Sanatçı kendi içini, yüreğini alaya alıp kesip açarak bütün toplumun önüne koyan kişidir. Bunun için Baudelaire’in deyimiyle mutlu olmaya hakkı yoktur. Halk ozanlarımıza yalvaç denmesi boşuna değildir.

Bu adaletsiz dünyaya, hele günümüzde yaşanan vahşiliğe insan aklına aykırı duruma tepki duymayan, geniş kitlelerden yana değil de kendi konforu ve zavallı ismi için yontan bir yazarın tarih karşısında bir değeri yoktur. İnanmayan büyük yazar ve şairlere bakmalıdır.

Sanatçı/yazar elbette ki yukarıda yaptığımız tespitleri yapıtlarında yapacak değildir. Sanatçı toplumsal değişmeyi ve çözülüşü kişisel edimlerde ve olaylarda somutlaşan “tekil olaylar” biçiminde yapıtlarına taşır. Yazar bir sosyologun ya da politik kuramcının teorik tespitlerine vakıf olması gereken bir kişilik değildir. O bilim adamlarının deney ve bilgiyle yaptığını sezgileriyle yapmayı başardığında büyük sanatçıdır. Sanatçının makbulü, sezgilerindeki isabet ve toplumsal dürtünün insan ruhuna ve trajedisine eğilimindeki yaratıcılığının başarısıdır.” AHMET YILDIZ (Günümüz Edebiyatının Ekonomipolitiği!)


YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ


“AŞKIN VE ATEŞİN SÖZCÜSÜ”
ŞAİR-YAZAR BURHAN GÜNEL’İ YİTİRDİK…

"Şiir benim ilk aşkımdır; vazgeçemediğim aşkım"diyen ve doğruluktan ve güzellikten ödün vermeyen, genç kuşakların yanında olan, elinden tutan, "Şiiri düzyazıyla kuşatan yazar" güzel insan Burhan Günel’i sonsuzluğa uğurladık.

1947'de Antakya’da doğan Burhan Günel, ortaöğrenim hayatını parasız yatılı okullarda tamamladıktan sonra 1967'de Hava Harp Okulu’ndan mezun oldu. Havacılık mesleğinin deneyimlerini Baraka (1991) adlı romanında ustaca kullanan ve ABD’nin İncirlik üssündeki dümenlerini roman diliyle deşifre eden Burhan Günel, 1971'den itibaren öyküyle başlayan yayın hayatını da birkaç ay önce hastalığının ağırlaşmasına kadar sürdürdü.

İlk romanı Ökse 1972'de, ilk öykü kitabı Sevgi Bağı ise 1974'te yayımlanan Burhan Günel’in yapıtları arasında, Antakya’nın Fransızlar tarafından işgal sürecini ve buna karşı yerel yurtsever güçlerin direnişini konu edinen Acının Askerleri(1981 Mehmet Ali Yalçın Roman Ödülü), 12 Mart darbesinin aydınlara ve ilerici askerlere uyguladığı baskıyı konu edinen Ahtapot ve Sivas katliamını anlattığı Ateş Uykusu (1996 Yunus Nadi Roman Ödülü) romanları, onun aynı zamanda politik duruşunu da yansıtan yapıtlarıdır.

Çok sayıda öykü ve romanı yanında “Benzer Romanlar” (1986) ve “Karşı Yazılar” (1995) adlı inceleme kitaplarıyla çok sayıda çocuklarla ilgili kitapları bulunan Burhan Günel uzun süre Karşı Edebiyat adıyla bir dergi de çıkarmıştı.  Bir süredir dergilerde ressamlar ve resim sergileriyle ilgili yazılar da kaleme alan Burhan Günel, resim de yapıyordu. Merkezi Ankara’da bulunan Edebiyatçılar Derneği’nin iki dönem Genel Başkanlığını da yapan Burhan Günel’in en verimli döneminde ölümü, Türk edebiyatı açısından büyük kayıp olarak görülmektedir.


YANIK KIRLARA DOĞRU

Azık torbam boynumda
gidiyorum uzaklara
bu yolculuk da biter
eskidir özlemin tortusu
katık olsun diye doldurdum
içinde uzaklık duygusu
adsız denizler yeni doğan adalar

Gidiyorum
yelkenimde korkular
çözülmekte acının buz uykusu
yakılmış buğdaylardan bağlardan
kanımı donduran ateş bozumu
şiirlerle şairlerle tutuşan
o uzak Anadolu
torbama doluştular
ihanet dikenleri
isli beyaz kuğular

Gidiyorum
yalın ayak yalın yürek
yanık imgeler esmişti çölden
şiirin prensleri geçmişti
filiz mavisi çocuklar
kelebeğin semahı
bal ağızlı çiçekten uçup gelen

Gidiyorum
yıldızsız göğün yorgunu
çam sakızı son kıyımdan armağan
yeniden tutuşturdum dirimi
gidiyorum İki Temmuz'a doğru
biri onmaz kırığı bileğimin
öteki onur göçüren

Öfkeliyim başkaldırı çağrısı
nice zaman susmuştu
parlattım acıyı gözlerim buğulu
gidiyorum yeniden
yanık kırlara doğru

            BURHAN GÜNEL


ROBOSKİ'DE ONBİNLER 34 CANI ANDI

Şırnak'ın Uludere ilçesindeki Ortasu/Roboski ve Gülyazı/Bujeh köylerinden, 28'i aynı aileden 34 kişi savaş uçaklarının bombardımanıyla 28 Aralık 2011'de katledilmişti. Roboski'de yaşanan katliamın ardından bugün binler Roboski'de buluştu. Başta BDP milletvekilleri olmak üzere diğer sol hareketlerinde katıldığı anmada sıkça "Katil Erdoğan" sloganları atıldı.
Anma’da,  özetle aşağıdaki konuşmalar yapıldı: Ahmet Türk: "Kürtler istikrar ve istikrarsızlığın gerekçesidir" Demirtaş: "Gün gelecek halk, Erdoğan'ın dokunulmazlığını kaldıracak" Ertuğrul Kürkçü: "Onlarla beraberiz. Biz Türkler olarak, Türkiye'de demokrasi mücadelesini Kürtlerin sırtına yükledik. Türkiye'nin batısı da artık zulme ve katliama karşı ayağa kalkmalıdır ve kalkacaktır. Kürtler asla yalnız yürümeyecektir. Biz onlarla beraberiz"  Ferhat Tunç: "Hiçbir özür bu acıyı dindirmez"

Roboski’de katledilenler, ülkenin her yanında  da anıldı, iktidara yönelik protesto yürüyüşleri düzenlendi…


ŞAİR, SİYASAL EYLEMCİ SERVET ZİYA ÇORAKLI ANISINA
YOLDAŞLARI ANMA ETKİNLİĞİ DÜZENLEDİ

Şair Servet Ziya Çoraklı, 29-30.12.2010 tarihlerinde Almanya’da Hamburg’da önce mezarı başında anıldı. Daha sonra da dostları onunla ilgili bir etkinlik düzenledi…

Etkinlikte, Ferit Edgü’nün “İbram” adlı oyunu Tuncay Akçay yönetiminde sahnelendi.  Sezai Sarıoğlu, "Ölümün poetikası ve politikası üzerine" üzerine bir konuşma yaptı. Doğan Akhanlı, Danyal Nacarlı, Zeynel Taşyapan şiirlerini okudular. Toplantı çeşitli sanatçı ve toplulukların müzik dinletileriyle sona erdi. Etkinliğin yanı sıra,  “Servetin Hayatından Kesitler”(Aynur Tunova, “Kürt Giysilerinden Örnekler(İnci Hakbilen” sergileri de düzenlendi.

Aşağıda, etkinlikte Aynur Turan’ın iz bırakan konuşması yer alıyor:
“Teşekkürler, Snorhakel yem, Taudi, Sıpasdıkım, Berhuder be, Danke!!
Bir yazı var, bir tura.. Bir dağ var, bir ova.. Bir emek var, bir de sömürü.. Yaşam böylesi çelişkiyle dolu. Bir çoğunu görsek de, bazılarını görmemek için gözlerimizi kaparız.... Bazılarını da görmememiz için gözümüzü kapatırlar... Kışın o soğuğunda Ağrı dağının yamacında 1 Subat 1946' da doğan Servet Ziya Çoraklı, bir çoğunun aksine o çelişkiyi küçüklüğünde yakalamış, bu çelişkiyi gidermek için mücadele yolunu seçmiş biri..

Ögretmendi, "Hoca’ydı", Sinemacıydı, kardeşti, amcaydı, arkadaştı, dosttu, yoldaştı, ama en cok da “Sosyalistim, komünistim, Devrimciyim, Şairim, Okur-Yazarım” derdi.. Mücadeleciydi, sürgündeydi, hapisteydi, uzaklardan bakmanın hüznünü, kederini yaşamış biriydi... Servet Ziya Çoraklı Dev-Genç ve TKP-B davalarından yargılandı ve uzun süre cezaevinde kaldı.. Bu hüznü, özlemi, sevdasını anlatırdı dizeleri, yazıları... Dizelerine yansıyan duyarlılığı, insana ve sosyalizme inancı, direnci, şahlanan öfkesi arkadaşları, yoldaşları ve dostları tarafından da bilinirdi.. Evi ve yüreği hep açıktır, sıcak bir gülümsemeyle açtığı kapıdan, neredeyse tüm dertlerinizi bırakıp girersiniz, insan sıcağı ve sevgisi kokan evine.. Açlığınızı, susuzluğunuzu gidermek icin -artk ne varsa- paylaşır sizinle.. İçilen çayların da eşliğinde, bilgi ve deneyimler de paylaşılır sıcak sohbetler de… Daha lise yıllarında gördüğü yaman çelişki sürgünde geldiği İstanbul’da ivme kazanır.. O yaman çelişkiyle mücadelesi de... Artık her yer mücadele alanıdır...

O da hiç çekinmeksizin dalar kavgaya, sömürüsüz, yasamın eşitçe paylaşıldığı bir dünya özlemiyle.. 1974 TSİP-İstanbul yöneticiliği yaptı, TÖB-DER İstanbul üyesiydi. .Silahların konuştuğu sokaklara, sinemayla da götürür mücadelesini.. 1977-1980 yıllarında Sinema-Tek başkanlığı ve Pen-Klüp üyeliği, bunların göstergesidir.. O grev çadırlarının dili olsa da konuşsa, o sokaklar bir bir anlatsa, o fabrika önlerindeki ağaçlar dile gelse, insanların nasıl güzel bir yaşam savaşımı verdiklerini anlatsa.... Oysa kan akmaktadır sokaklarda, dağlarda, ovalarda.. Her gün onlarca insan katledilmektedir faşist namluların ucunda, sokağa çıkmak bile hünerdir tam da o günlerde.. Servet Ziya Çoraklı,  yılmadan, bıkmadan, usanmadan iyiyi, güzeli,doğruyu.. En cok da emeği, sömürüsüz bir dünyayı ve onu sağlayacak Sosyalizmi anlatır her yerde, her fırsatta.. Her gün yeniden anlatır, her gün yeniden anlatır, her gün yeniden anlatır....

Bir gün egemenler (ister burjuvazi, ister oligarşi, isterseniz faşist devlet deyin adına) "bizim çocuklar" dedikleri askerlerle yaşama darbe indirirler.. Hayat darmadağın olur.. Yapılanlar ve yapılmak istenenler geride kalır.. Türkiye ve Kürdistan potin sesleri altında inlemektedir.. Umutlar bir başka bahara saklanır.. O umudunu hiç yitirmez.. Çünkü, onun için umudunu yitirenin yaşamı da farksızdır ottan ya da taştan... Kızı Umut, tam da bu sıralar ayrılır yaşamdan.. O "Umut"u kendi benliğine ekler ve daha bir bilenir öfkesi ve mücadelesi..

Sürgün yine yeniden gelir yapışır yakasına.. Kaçaklığın ve şartların artk dayanılmaz olduğu bir dönemde yürüyerek geçer sınırı.. Filistin’de, Suriye’de kalıcı izler ve dostluklar bırakarak 1981'de Almanya'ya Berlin'e gelir... Sürgündeki yaşama, dışarının hapishanesine, "merhaba" der Şiirle ve söyle yazar Şiirle olan bağını ve sevdasını: "Hapishanede de şiir vardı, dışarının hapishanesinde de, dağlarda da, sürgünde de, o çok sevilen kadına itirazda da.. Zorda ya da yalnız kaldığım her yerde, çocukluğumdaki ala tayla hep şiir gelip beni aldı; kanat kanat doğduğum ülkenin o cok tanık, o çok şiir saklar, o başı karlı dost dağına, dağlarına götürdü"

Kolay değildir sürgünde de yaşam.. Zorlukları farklı da olsa, özünde sürgünlük vardır... Durmaksızın, bıkmazsızın, inançla, aşkla yeni arkadaşlar, yeni yoldaşlar, yeni dostluklarla büyümenin, çoğalmanın hazzını yasar... Sürgün yüzünden gülümsemeyi erteleyen gözleri, aldığı kararla tekrar ışıldar.. Zamanı gelmiştir, işkenceye, güneş görmez zindanlara inat yaşamı savunmaktır bütün mesele der ve 1986' da ülkeye geri döner... 22 Subat 1986' da Türk-İş'in Izmir'de yaptığı "Ekmek, Barış, Özgürlük".Mitinginde, şeker olarak sarılan bildiriler, yeni bir umuttur herkese, yeni bir müjdedir gelecek güzel günlere... Servet Ziya Çoraklı bu mitingde tutuklanır... "Yedi numaralı hücrede/ kırıktı kolum kanadım/ sevdiklerimle yüreğimde/ ulaşılmaz sıcaklıklar yaşadım" diye yazar dizelerinde..

Uzun süren işkence ve hapis günlerinde yine umudu üzmez, kendi renklerine boyayarak büyütür, çoğaltır direncini, onurunu, güzel günlere olan inancını... 1989'da ülkeyi tekrar terk etmek zorunda kalır ve Almanya'ya geri döner.. Bu sefer 20 yıllık yaşam sürecini Hamburg'a yerleşerek, bu şehirde de izler bırakarak yaşar… Sürgünden örülü yaşamı bir kez daha savurur, sararan yapraklar misali.. Keskin yol ayrımlarındadır.. Dışı gülse de icindeki yangın yalnız bırakmaz... Kavrulmaktansa bir seyler yapamamanın hüznüyle kağıda, kaleme serilmeyi tercih eder... Yeni şiirler, yeni düşler, yeni umutlar doğurur ak kağıtlar  üzerinde.. Paylaşır iki kitapla her birini.. “Düsler/Träume”yi iki dilde çıkarır..Şiire bakışını da bu kitapta şöyle anlatır kendi kalemiyle:
"İnsanlık çok şeyler borçlu düşçülere, düşlere.. Düşçüler düşleriyle yeninin yenisini aramasaydı, insanlık belki de var olanla yetinip, karınca adımlarla yollar kat edecekti.. Genel olarak sanat, özel olarak da şiirin kısaca tanımını yapmak kolaycılığına düşmeden, sanatın baş eğmez çocuğu şiirin önemli yanlarından olan; daima muhalefette kalışını, gerçeğin gerçeğini, yeninin yenisini aramasını, var olanla barışık olmaması yanlarının altını çizmek gerek diye düşünüyorum.. Bu bağlamda şiir asidir, kalıpları red eder, resmi olanla sürekli kavgalıdır" der..

İkinci kitabı "Al Yaralarına Sevdamı Sar"ı da keskin yol ayrımlarından sonra kalan dostlara" adar... Zaman zaman çeşitli dergi ve gazetelerde de makaleleri ve deneme yazıları yayınlanır.. (Hedef, Pencere, Kuşluk, Köprü, Dünya Kitap eki, İşçi Gerçeği, Özgür Politika, bunlardan bazılarıdır ) Servet Ziya Çoraklı'nın "Turna Çığlığı" isimli şiiri Fuat Saka, "Potin sesleri" isimli şiiri Sıddık Doğan ve "Bir öğlen üzeri" isimli şiiri, Alper Öktem, tarafından bestelenmiştir de...

Sosyalistlerin emek ve haktan yana olan mücadelesinin yani sıra, Kürdistanlıların özgürlük mücadelesinin bir çok etkinliğinde de yer alan Servet Ziya Çoraklı, Abdullah Öcalan'ın özgürlüğü icin Nisan 2007'de Strausburg'ta yapılan açlık grevine de katılmıştır.. Yani, "öteki"leri de gören, bilen, tanıyan, savunandır... Ezilenlerin yanında, omuz omuzadır... Fabrikada isçiyi, okulda öğrenciyi, mahallede Alevi'yi, kentte eşcinseli, katliamları, soykırımları söyleyendir, anlatandır, çözüm yollarını gösterenler arasındadır Servet Ziya Corakli...

Dostlar!
Dövüşçülerin düşleri bitmez.. Servet Ziya Çoraklı'nın da düşleri yasamda yol alırken, yeni dizelerin de peşindeyken, yine soğuk bir kıs günü bizlere el salladı ve toprak ananın kucağına, "Güle daye" diye sevgiyle dillendirdiği anasının kucağını bırakarak, sonsuz uykusuna yattı Servet'imiz... 1.Ağustos 2009' da not defterine, söyle satırlar düşüyordu:
"Ölüme hiç de mutlak yok oluş diye bakmadım.. Bir başka şeyde var olmaya devam diye düşündüm.. Hani doğada var olan şey yok olmaz, başka bir şeye dönüşür; Ne bileyim, gülün kırmızısında, papatyanın sarısında, belki de lavantanın morunda, bir sineğin enerjisinde, bir kuşun kanat çırpışında ki güçte, ya da bir yılanın deviniminde.."

Servet Ziya Çoraklı, Lavanta çiçeklerinin kokusunu, basakların esen rüzgârdaki nazlı sallanışlarını, gelinciklerin narinliğini, engin mavilikte pamuk bulutlarının koşturmasını, soğuk kar sularının çağıl çağıl akışını, demet demet gülleri, altın hızmaları, Sarıgelinleri, filizleri, kiraz çiçeklerinin duvarları asan coşkusunu, gülüşleri, çocukların sevimli koşuşturmalarını, karanfillerin kızılını...  1915'leri, 1938'leri, 1 Eylül'leri, 1 Mayısları, 8 Martları,1968'leri, 1978'leri, 12 Martları, 12 Eylülleri, Sivasları, Çorumları, Maraşları, Diyarbekir zindanlarını, Metrisleri, Bucaları, Bayrampaşaları, Halepçeleri, Haziranları... Devrimleri.. Bir de düşleri ve düşbazları, sosyalizmi, özgürlüğü, barışı, umutları, geleceğe güveni, ışığı ve ışığın karanlığı delen azmini, coşkuyu, mutluluğu, dizelerini ve askın bayrağını 29.12.2009' da bizlere, sizlere, hepimize teslim etti sessizce...

Seninleyiz yoldaş, seninleyiz kardeş, seninleyiz amca, seninleyiz baba-can, seninleyiz Hoca’m, seninleyiz güzel, onurlu, dost insan Servet Ziya Çoraklı..  Aşkla yüreğimize sakladık seni, bir de inancımıza.......
Snorhakel yem, Spasdıkım, Taudi, Berhuder be, Tesekkürler, Danke!!”

                   
BİR GRUP AYDIN, SANATÇI, YAZAR VE ŞAİR
EMPERYALİSTLERİN SURİYE SALDIRISINI PROTESTO ETTİ!

Emperyalizmin Suriye’ye saldırılarını protesto etmek amacıyla aralarında Ahmet Telli, Aydın Çubukçu, Şükrü Erbaş, Sibel Özbudun, Temel Demirer, Oktay Etiman , Adil Okay’ın da olduğu sanatçı ve aydınlar, Suriye’nin yeni mezbaha olmasına suskun kalmayacaklarını belirterek ortak bir açıklama yaptılar.  Sibel ÖZBUDUN tarafından okunan Barış Bildirimi metni aşağıdadır:

Çakal Zihniyeti, İnsanlığı Vahşet Çağına Sürüklüyor!

Emperyalistler eliyle mezbahaya dönüştürülen dünyanın yeni sahnesi bu kez Suriye. Saldırı için her türlü savaş hazırlığı yanı sıra toplumsal ve medyatik hazırlık da hızla yapılmakta. Emperyalistlerin savaş hazırlığına, yandaşı kimi “itibarlı” yazarları da katmış olması, yağmanın akıl ve vicdan ötesi boyutunu göstermekte. Tek sözcükle tiksinç!
Artık herkesin zihninde savaş nedeni apaçık: Ortadoğu’nun petrol yatakları. Tükenen son petrol kalıntısının paylaşımında asıl payı almaya çalışan emperyalistler, aralarında ganimet planında şimdilik anlaştılar. Diplomasi bitti; artık yeni görev savaş tamtamlarının.  Tamtamlara nakarat yazmak, savaş oyunu akılcılaştırmak yazarlık değil, bayağılıktır. Tek sözcükle tiksinç!
Ama durum bu kez dünkünden de vahim: Kendisini Napolyon sanan masum deliler değil bunlar; kitle imha silahlarının tetiğine hükmeden devlet başkanları bu kez kendini Napolyon sanıyor ve savaş sonrasındaki taht törenleri için ellerini ovuşturuyorlar.

Dünya, yakın geçmişte, Irak’ta ve Libya’da “özgürlük ve demokrasi” tuzağının nasıl bir “av tuzağı” olduğunu tarihinin kanlı hafızasına kaydetti. Kimin ganimet çakalı, kimin özgürlükçü, kimin yeni diktatörlük taraftarı olduğunu apaçık biliyor halklar.

Deccal Ortadoğu halklarının kapısını çalıyor.
Türkiye’de bu vahşet ya bir kurşun atımı ya da bir füze atımı uzaklıkta.
Kimse bu savaşa kayıtsız kalamaz artık.
Çünkü iki seçenek bıraktılar herkese: Ya hayır diyeceğiz;
ya da bu kanlı leş paylaşımında, binlerce ölü beden üzerinde
kan ve salya akıtarak pay bekleyen çakallardan olacağız.
Aşağıda imzası olan bizler, ilan ederiz ki;
Emperyalist çakallığa çanak tutmak ya da ona boyun eğmek, alçak bir kölelik zihniyetidir.
Suriye’nin yeni mezbaha olmasına suskun kalmayacağız.”


BEHZAT AY ÖDÜLLERİ 2013 “ŞİİR İNCELEME YARIŞMASI”

İki yılda bir değişik bir yazın türüne ayrılan Behzat Ay Yazın Ödülü, bu yıl “eleştiri-inceleme” türüne ayrılmış olup, ödül, “Şiir Eleştirisi-incelemesi”ne verilecektir.

Seçici Kurulun Mustafa Öneş, Eray Canberk, Veysel Çolak, Öner Yağcı ve Elgiz Pamir’den oluştuğu ödüle katılacak ürünlerde Behzat Ay’ın yazınsal kimliği göz önüne alınarak Dil Devrimiyle gerçek kimliğini bulan Çağdaş Türkçenin yetkin kullanımı, toplumcu dünya görüşü, ilgili yazınsal türün temel özelliklerini taşıma, özgünlük gibi özellikler aranmaktadır.

Cumhuriyet Dönemi Türk şiirinden seçilecek iki şiir içerik ve şiir san’atı açılarından incelenecektir. Şiir ve şair seçiminde sınırlama yoktur. Yapılacak çalışmalar için sayfa sınırlaması yoktur. Çalışmalar çift aralıklı A4 kâğıda yazılmalıdır. Jüri, gerekli gördüğünde ödülü bölüştürebilir. Ödül tutarı 1000 (bin) liradır. Özgeçmiş, adresler, e-mail ve telefon bilgilerini içeren başvuru dilekçe eşliğinde 6 nüsha gönderilecektir.

Son başvuru tarihi 20 Mart 2013’tür. Sonuçlar 25 Nisan 2013 tarihinde açıklanacak, Ayvalık İsmet İnönü Kültür merkezinde düzenlenecek törenle sahiplerine verilecektir. Çalışmalar elden, APS, TAAHÜTLÜ, ya da KARGO ile Ayvalık Belediyesi, Vehbi Bey Mahallesi, Gazinocular Caddesi, 1. Sokak, No:1 AYVALIK- adresine teslim edilecektir.   Ödül Koyucu: Ayvalık Belediyesi desteğiyle Elgiz Pamir…


YILMAZ BİR BASIN EMEKÇİSİ: METİN GÖKTEPE

2Metin Göktepe'nin 8 Ocak 1996 günü  "faili malûm" bir cinayete kurban gitmesi olayı,  onun Ümraniye Cezaevi olaylarında öldürülen Rıza Boydaş ile Orhan Özen adlı iki tutuklunun cenaze töreni ile başlar. Metin'in izleyeceği cenaze töreni "olay çıkmaması" için polis tarafından ailelerinden bile kaçırılır. Alibeyköy Mezarlığı gazetecilerden arındırılmış bölge haline getirililir. Cumhuriyet'ten Kerem Ilgaz, UBA'dan Satı Kaya, Yeni Yüzyıl'dan Murat İnceoğlu ve Evrensel'den Metin Göktepe mezarlığa girmek için ısrar edince komiser muavini "Sen fazla konuştun" diyerek Metin'i gözaltına alır. Ardından da Kerem Ilgaz'ın kollarını arkaya kıvırarak tutuklar.

İki gazeteciye kimlikler sorulur. Kerem'in Cumhuriyet'te olması, faili meçhule karşı "caydırıcı" etki yapar: "Onu bırakın başınıza iş alırsınız!" Metin, muhalif basından olduğu için güvenlik kuvvetleri kendilerini alabildiğine özgür hisseder. Metin'i son gören Murat ve Kerem olur. Ancak ertesi gün ölü olarak bulunan Metin Göktepe için devlet adına İstanbul Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar, Göktepe'nin sandalyeden düşerek öldüğünü açıklar. İçişleri Bakanı Teoman Ünüsan ise sandalyenin yüksekliği konusunda kuşku duyduğundan olsa gerek, "Metin Göktepe duvardan düşerek öldü, bize gelen bilgiler bu şekilde" diyordu.

Metin Göktepe'nin yaşamını yitirdiği cehennem Eyüp Spor Salonu'nda kurulmuştu. Toplam bin 52 kişi gözaltına alınmıştı. Metin "Ben Evrensel muhabiriyim, gazeteciyim" diyordu.  Gözaltına alınanlar arasında bulunan Deniz Özcan, "özel muameleyi" şöyle anlatıyordu: "O sırada Metin getirildi. Amirlerden biri "özel muamele"  dedi. On kişi Metin'in üzerine çullandılar. Cop ve kazma sapına benzeyen şeylerle vuruyorlardı. Metin bayıldı. Su döküp ayılttılar. Tekrar dövmeye başladılar. Çok kan kaybediyordu. Tuvalete götürüp yıkadılar. Metin yığıldı kaldı. Polislerden biri "Ölecek, hastaneye götürelim" dedi. Diğerleri "ölürse ölsün" diyerek dövmeye başladılar. Metin hareket etmiyordu.”

Bir de polislerin anlattıkları vardı. Polis Başmüfettişi Birinci Sınıf Emniyet Müdürü Yaşar Gökışık'a verdikleri ifadelerde Çevik Kuvvet Grup Amirliği'nde görevli Şuayip Mutluer anlatıyordu: "Ben salona döndüğümde yerde yatan şahsı (Metin Göktepe) sordum, polis memuru Metin Kuşat bana gazeteci olduğunu İstiklal Marşı'nı bilmediğini söyledi. Ben de boş ver dedim, bir tekme de ben attım. Bir süre sonra polis memuru Saffet Hızarcı'nın yerde bulunan şahsa "Bu Ali için, bu Rüştü için, bu da Süleyman için" diyerek vurduğunu gördüm. Görev bittikten sonra Hızarcı copunu göstererek "Bu akşam iyi çalıştı" dedi. Sonradan adam dövmekten copunun kırıldığını arkadaşlarımdan öğrendim.”

Metin Göktepe'yi yukarıda anlatılan şekilde döverek öldürenler, "Kastı aşan müessir fiil"den yani istemeden öldürmekten yargılandılar. Bir de öldürücü darbe hangi polisin elindeki kalastan çıktığı belirlenemedi. Oysa her şey avukat Fikret İlkiz'in Afyon Ağır Ceza Mahkemesi'nde söylediği gibi netti: "Eğer istemiyorsanız, bir kere vurduktan sonra geri çekilirsiniz. İstemeden bir insanın kafasına kalasla 40 kere vurmazsınız! Metin Göktepe seçilerek alınmış, Evrensel muhabiri olması nedeniyle bilinçli olarak dövülmüş ve isteyerek öldürülmüştür."

Sanık polislerin yargılanacakları yer sorun oldu. Adalet Bakanı Mehmet Ağar, güvenlik gerekçesiyle Göktepe Davası'nı 25 bin polisin görev yaptığı İstanbul'dan Aydın'a aldırttı. Susurluk Davası'nda mahkûm olan Korkut Eken, Göktepe yargılamaları sırasında Afyon'dan geçti. Duruşmalardan bir gece önce kente gelip konakladı. 12 Mart döneminin tanınmış işkencecileri arasında adı geçen Necdet Küçüktaşkıner sanık polislerin savunmasını üstlendi.Sanık polis avukatlarından Ahmet Ülger, ilk duruşmada şöyle diyordu: "Bu dava, basınla devlet arasındadır!"

Can Yücel, Metin Göktepe'nin katledilmesinin ardından yazdığı şiirde, acısını şöyle dile getiriyordu:

METİN'E METİN BİR METİN

Metin'in kafasında bir darp var
Polis karakolundan morga kadar
Mosmor
Bir darbe var
yüreğimizde beynimizde
Soruyor bir işaret fişeği
Biz ölerek mi yaşamayı
öğreneceğiz hâlâ... 

CAN YÜCEL


OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E
BİR EDEBİYAT EMEKÇİSİ: OSMAN CEMAL KAYGILI

Osman Cemal Kaygılı, Türk Edebiyatının ismi, ancak yapıtlarından uyarlanan film ve dizilerle anımsanan gerçek bir edebiyat emekçisidir.  Öykü ve romanlarında İstanbul’un kenar mahallelerinde, sur dışında yaşayan halkın günlük hayatına yer verdi. O, yaşadığı dönemde de belirli bir çevrede ilgi görmüştü. Sait Faik, bir sohbet esnasında, onun için “En beğendiğim yazar” demişti. Sait Faik, kısa zamanda bu romanın yüzüncü baskısını yapacağını ummuştu.

10 Ocak 1945’te yitirdiğimiz Osman Cemal'in ve yapıtlarının layık olduğu yere ulaşamaması ya da yıllar sonra ulaşacak olmasının bir nedeni de, Sait Faik'in tanımıyla “yarı meçhul”lüğünden gelmekte. Dönemin çeşitli dergi ve gazetelerinde yazmış olmasına karşın Osman Cemal, “matbuat alemi” için yarı meçhul birisidir. Matbuat ve edebiyat âleminin dışında bir hayat sürmek zorunda kalmıştır. Döneminin ünlü yazarları, gündüzleri Cağaloğlu'nda, akşamları Beyoğlu'nda bir araya gelirken, o gündüzleri bambaşka işler yapmıştır: İnekçilik, sütçülük, tuluatçılık, öğretmenlik gibi, her biri ayrı bir yaşam biçimi gerektiren mesleklerle uğraşmış, hatta bir dönem bu işlerin hepsini birlikte yürütmüştür.

Geceleri de kafayı Fener'deki Rum meyhanelerinde, Vidos köyündeki çingene çadırlarında çekmiştir. Matbuat ve edebiyat âleminin gözü önünde yaşamayan yazarın bu “dışarıda” duruşu, bu âlemi daha farklı görmesini sağlamıştır. Gazete ve dergilerinde kalmış yazılarında bu entelektüel ve siyasi âlemle uğraşmış, ama roman ve öykülerinde başka bir âlemi anlatmıştır. Osman Cemal, bambaşka bir âlemin insanıdır ve o âlemi yazmıştır. Çingeneler, Sur dışındaki hayat gibi o yıllarda edebiyata konu olmayan yaşam biçimlerini kaleme almış, döneminin giderek yok olmakta olan sözlü kültürünün öğelerini, semai kahvelerini, tuluatçıları, meddahları, İstanbul argosunu tanımış ve yazılı kültüre geçirmiştir. Bu yanıyla, tam bir “dışarıdan” bakış kazanmıştır. Eserlerindeki sivri cümleleri yazarkenki cesaretini de bu dışarlıklığından almıştır.

Onun dışarlıklığı, bir anlamdaki “lanetliliği” gençliğinde başlamış bir şeydir. 1912'de, 22 yaşındayken İttihat ve Terakki aleyhine Tepebaşı Tiyatrosunda yapılan bir gösteriye katıldığı için 1913'te, Sinop'a sürgüne gönderilir. Osman Cemal, bir arkadaşına gönderdiği fotoğrafın arkasına, “siyaset mezarlığına destursuz abdest bozduğu” için sürgüne gönderildiği yazmıştır. Bu alaylı ve alaycı yazar, yalnız siyaset mezarlığına değil, matbuat ve edebiyat âlemine de destursuz abdest bozmuştur. Cumhuriyet'in İttihat ve Terakki ideolojisinden pek de uzak olmadığını o zaman vurgulama cesaretini göstermiştir.  Cumhuriyet aydınının resmi ideolojiden kopamadığı dikkate alındığında hem İttihat ve Terakki'ye karşı çıkmış, hem Cumhuriyet'in gösterdiği “muasır medeni” yaşam biçimi yerine, eski İstanbul'un kenar mahallelerini, alt tabakalarını, Çingeneler gibi modernizmin görüldüğü yerde yok etmekten çekinmediği bir kesimi anlatmış yazarın “lanetliliği” daha iyi anlaşılabilir.

Eserleri:  Roman;  Çingeneler (1939), Aygır Fatma (1944), Bekri Mustafa (1944); Öykü;  Eşkıya Güzeli (1925), Sandalım Geliyor Varda (1938), Altın Babası (1923), Bir Kış Gecesi (1923), Çingene Kavgası (1925), Goncanın İntiharı (1925), Oyun; Mezarlık Kızı (1927), Üfürükçü (1925), İstanbul Revüsü (1925),  ARAŞTIRMA-FOLKLOR:  İstanbul’un Semai Kahveleri Meydan Şairleri (1937), Argo Lügati...

“Osman Cemal’in Çingâneler’i muhakkak bir şaheserdir. Osman Cemal şimdiden sonra bir tek yazı yazmasa, Türk edebiyatına kazandırdığı bu şaheserle gene mahzun ve gene yarı meçhul aramızda dolaşsa, bu, hiçbir zaman değeri birdenbire, bir çığlık halinde meydana çıkarmayı unutmayan edebiyat denilen şey ona bu şaheserinin layık olduğu mevkii vermekte gecikmeyecektir. Okudukça şaşırıyorum. Sayfaları çevirdikçe içim hüzün, sevinç ile dolu karmakarışık bir âleme giriyor.

Gâvur Etem kitaptan fırlıyor, karşımda Apokor Çorbacı’nın kim olduğunu izah ediyor. Akman Baba’yı arabasını sürerken, yaz yağmurlarını, çadırı, böğürtlen dolu sepeti, ayaklarını köpekler dalamış tirşe gözlü Gülüzar’ı, Büyükdere köylerine giden musiki ve avantür delisi delikanlıyı, yılanları, Nazlı’yı görüyorum, duyuyorum. Bir reel âlemini bu kadar masala ve destana yakın şekilde bir de Alain Fournier’de okudum.

Osman Cemil’in bu kitabı için biraz röportaj kokuyor demişlerdi. Kokladım. Mis gibi bir şaheser, bir hakiki roman davantaj avantür romanı kokuyor. Fazla olarak bir de hakiki bir örf ve âdet romanı. Bu iki janrı birleştirerek bize Türk edebiyatının en güzel eserini veren Osman Cemal’e, beni okuyanlar birer tane o kitaptan edinerek hayran olsunlar.

Bazen bizi inandırmak, bizi sürüklemek için o kadar ustalık ve tabiilikle bulduğu entrikler bize Osman Cemal’in hakikaten harikulade ve anadan doğma olan artist kıymetine bir de ustalık, olmuşluk ifadesi veriyor. Osman Cemal’i bu kitabıyla ben daha yeni tanıyorum. Fakat başkaları hiç tanımıyorlar. Bu kitap hakkında bir iki yazı okudum. Bir tanesi hiç okumadığını ayan beyan gösteriyor. Bir diğeri de ancak şöyle böyle hakiki kıymetine temas ediyordu. Ben o kadar yakın bir istikbalde Osman Cemal’in bu kitabının yüzüncü tab’ı yapılacağına ve Türk edebiyatının ilk avantür roman tarzının bir şaheser numunesi olduğu anlaşılacağına yüzde yüz eminim.”(Vakit gazetesi, 23 Haziran 1939) Sait Faik Abasıyanık


EDEBİYATIMIZIN ÇOK YÖNLÜ EMEKÇİSİ: NECATİ CUMALI

10 Ocak 2001’de yitirdiğimiz Necati Cumalı, edebiyatın birçok dalında ustalıkla önemli yapıtlar vermiş üretken bir yazardı.  Onun en belirleyici özellikleri, dili çok sade ama çok etkileyici kullanabilmesi, hayatı ve gerçek insanları eserlerinin içine oldukları gibi yansıtabilmesiydi.

Necati Cumalı, Garip şairleriyle aynı yıllarda şiire başlamasına ve Garipçilerle yakın dost olmasına karşın, şiirde onlardan farklı bir yönde ilerledi. Şiirlerinde duruluk ve hayata içten ve sıcak bakış öne çıktı. Sürekli umudu besleyen insanlık çizgisi ekseninde, Garip ve 1940 kuşağı etkilerini yalın ve aydınlık bir duyarlık potasında eriterek kendine özgü lirik şiirler yazdı. Şiirlerindeki konular bireyin güncel kaygıları, sevileri, sevinç ve özlemleri, ayrılık ve acıları, barış, doğa sevgisi ile birlikte çağın sorunları oldu.  Necati Cumalı, gerek tek insanın(yalnızlık) gerek ikili ilişkilerin (aşk, dostluk), gerek toplum içindeki insanın çeşitli durum ve konumunu şiirde başarıyla işlemiş, konularında renkli, dilini canlı, işlek tutabilmiştir.

Üretken bir yazar olan Cumalı’nın öykü ve romanlarında Roman ve öykülerinde çoğunlukla Ege Bölgesi'ndeki kasaba ve kırsal kesim insanlarının sorunlarını, çıplak gerçekliği öne çıkarmadan işledi. Yoksul, köylü insanları idealize ederek öne çıkardı. Sonraları kadın-erkek ilişkilerini işlediği öyküleri yazmaya başladı. Bunların dışında çocukluk yıllarında Rumeli göçmeni büyüklerinden duyduklarına ve araştırmalarına dayanarak Makedonya kökenlerine dönüp epik bir romancılık anlayışıyla  “Makedonya 1900” ve “Viran Dağlar”  romanlarını yazdı.

Necati Cumalı’nın bir edebiyat adamı olarak belki de en ilginç yönü tiyatro yazarlığıdır. “Bir yazar halkının sosyal, ekonomik sorunlarına, mutluluk arayışına yaklaştığı, kendini aralarından biri olarak gördüğü oranda ulusallaşır” diyen Necati Cumalı, diğer eserlerinde olduğu gibi oyunlarını yazarken de bu anlayışa bağlı kaldı. Konularını yerli kaynaklardan alarak tamamen yerli unsurları kullandı.. Tiyatromuzda yabancı oyunların egemenliği karşısında durarak tiyatromuzun gelişimine emek verdi.

TAŞRADA KÜÇÜK BİR YER

Bu yeri senelerdir bilirim
Senelerdir hiç değişmemiştir
Halk daima yokluk içinde yaşar
Bir lokma ekmek için didinir
31 den önce üzümler para ederdi
Fakat kaç kişinin elindeydi toprak
Sonra 31 felaketi geldi çattı
Bağlar söküldü, tütün ekildi
Harp başladı, harp bitti
Derken ardından 7 eylül kararları
Bu düzen böyle kurulmuş, böyle gider
Her yıl ağustos veresi yer içer
Mahsul mevsimine bel bağlarlar
Her yıl bağlar bozulur, tütün satılır
Uzar gider harpler, felaketler, kıtlıklar
Onlar hiç gelmiyecek bir bolluk yılını bekler.

NECATİ CUMALI


ONAT KUTLAR’IN KÜLTÜRÜMÜZE VE SANATIMIZA
KATKILARI UNUTULMAYACAK!...

11 Ocak 1995’te yitirdiğimiz Onat Kutlar'ı;  kendi kültürüne, dünya uygarlığına katkı yapmış, çok satmak ve izlenmek üzerinden oluşturulmaya çalışılan yeni değerler sistemini temelden eleştiren bu sanat ve düşün adamını ölümünün 16. yılında bir kez daha saygı ve sevgiyle selamlıyoruz.

Bir yaşam boyu, yılmadan, yabancılaşmadan edebiyatın hemen her alanında birbirinden nitelikli ürünler verdi Onat Kutlar. Şiir, öykü, sinema, deneme alanlarında günümüzde önemi giderek artan yapıtlar üretti. Her yapıtında, savunduğu insanlığın yok edilemeyen kültür birikimine dayandı. Kendi kültürüne, dünya uygarlığına katkı yapmış aydın, sanatçı, bilim adamlarına sırtını dönüp yaygınlık, çok satmak ve izlenmek üzerinden oluşturulmaya çalışılan yeni değerler sistemini temelden eleştirdi. Anadolu insanına bakışı o imbikten süzülen ince duyarlılıklarının ve algılarının ürünüdür. Popüler ve yaygın olana itirazı, tekelleşmeyi reddetme, emperyalizmin kültürsüzleştirme ve tek tipleştirme operasyonuna bir karşı çıkış niteliğindedir.

Bu değerli kültür adamı, bütün ömrünü sahteliklere, ikiyüzlülüklere, halkı kültürsüzleştirici, ortalama beğeniye hapseden tekelli medyaya karşı çıkmaya adamıştı. Ne yazık tekelli düzenin ve yarattığı insanın en tiksindirici ürünlerinden terör bu yetişmesi güç aydını çok zamansız şekilde bizden alır. Son yazılarından birinde "Herkesin kaybettiği tek oyundur terör, korkunç bir oyundur. Evet her öldürülenle bir evren yok edilir." derken ne yazık ki kendi ölümünü de yazar sanki.

Onat Kutlar, tam bir kültür adamıydı. Sinemanın edebiyatla, şiirin güzel sanatlarla kesiştiği yerde durdu, öykülerini böyle bir imbikten geçirerek kağıda düştü. Duyarlı, ayrıntılara inen, açık bir söylemle yazdığı şiirlerinde toplumsal durumlar ve konumlar öne çıkmaktaydı.

SAVAŞ VE BARIŞ

Yamaçta bir ev evin üstünde
Kocaman bir tavuskuşu oturmuş
Dar pencerede ufacık bir kız
Elinde paket taşı kadar bir çikolata
Bir tüy ormanının ardında kalan
Güneş içindeki çin'e bakıyor

Bahçeye kurulmuş üç arsız keman
Renkli şeritlerin bayrağıyla
Çivi yazısından bir karıncayı
Tam iki saattir oynatıyor
Çaldıkları parça da Chopin

Mor renkli ispirto içtiği için
Çiroz olduğuna inanıyor dede
Merkezkaç gücüyle karadenizin
Balkonuna yaslanmış bıyık altından
Gülerek küçük kıza bakıyor
Dede çiroz değil bir hinoğlu hin

O anda duyuldu arka tarafta
Ovaya bakarak gözcülük eden
Arap oğlanın sesi ve bembeyaz
uğultusu pusudaki ölümün:

Tanklar geliyor

ONAT KUTLAR


ÇAĞDAŞ ŞİİRİMİZİN YAPI USTALARINDAN
CEMAL SÜREYA’YI ANIYORUZ

İkinci yeni şiirinin en önemli adlarından olan Cemal Süreya’yı 9 Ocak 1990’da yitirmiştik. Kendine özgü söyleyiş biçimi ve şaşırtıcı buluşlarıyla, zengin birikimi ile duyarlı, çarpıcı, yoğun, diri imgeleriyle şiirimize yeni soluk aldıran bir şairdi Cemal Süreya. Geleneğe karşı olmasına rağmen geleneği şiirinde en güzel kullandı. Şiiri bütün fazlalıklardan kurtararak, aklın özgürlüğünden ne güzellikler doğabileceğini göstermeyi amaçladı.

Bu özellikleriyle bireysel bir “kaçış” şairi olarak görülse de, şiir duyarlığımıza kattığı tatlarla ve şiir dışındaki toplumsal duruşuyla bizim için önem taşımaktadır. Cemal Süreya’yı iyi tanınmak için yaşamına göz atmak gerekir.

Cemal Süreya,  sürgünün acı tadını çocukluğunda tatmıştır. Bir gece yarısı ailesiyle birlikte Bilecik tren istasyonuna indirilmişti. Nereye gideceklerini bilmeden vagonlara yüklenmişlerdi. Çaresizdiler. Bilecikliler onlara sahip çıktılar. Yemekler getirdiler. 20 yıl Bilecik dışına çıkmaları yasaktı. Annesini bu ilk sürgün günlerinde yitirdi. Okumak istiyordu. Babası da kız kardeşlerini alarak İstanbul’a çalışmaya geldi. “Sürgün” kararı peşlerindeydi. Evleri polis tarafından basıldı. Dönemin işkenceleriyle ünlü İstanbul’un Sansaryan Hanı’nda gözaltına alınıp ailecek yeniden “paket halinde” Bilecik’e geri gönderildiler. Cemal Süreya, henüz 11 yaşındaydı.

Kendi anadili serüvenine iki defa soyunur Süreya. İlkinde 12 Eylül gelir, ikincisinde ölüm. İnsanın anadilini bilememesine acı sayıklamalarıyla anadili acısını içinde taşıyarak ölür. Gerçek yaşamında Kürtlüğünü ön plana alacaktır. Bazil Nikitin'in “Kürtler” adlı kitabını Türkçe’ye çevirir. Her yerde Kürt ve sürgün olduğunu anımsatacak, oğlunun nüfus kaydında adı  ''Memo'' olarak yazılan tek Kürt olmasıyla övünecektir.

Şöyle anlatır sürgün olmanın acısını, şiirindeki yerini: “Gülümsemeyle hüzün yan yana gider benim şiirimde. Özgürlük ve kendine güven durumu beni hep lirizme, sıkıntı ve bunalım ise hep humor’a atmış.”  Ölümü de humour’la tiye almıştı şair: “Ölüyorum tanrım/Bu da oldu işte/Her ölüm erken ölümdür/Biliyorum tanrım/Ama, ayrıca, aldığın şu hayat/Fena değildir./Üstü kalsın...”

ONLARIN YANI SİZİN

Onların, yani sizin hayatınıza
Şarkılar girmiş, şarkısız edemiyorsunuz
Şarkılar, yani barış, yani gökyüzü
Yani bazan burun buruna geldiğiniz köşebaşlarında
Sonra usul usul, yavaş yavaş kaybettiğimiz
Yani dost geldi gelecek, sevgili sevdi sevecek
Yani yaşamak adına güzel düştüğü olan
Şarkılar, yani yanıldığımız...

Sizin, yani onların hayatlarına
Allahlar girmiş, Allahlardan kurtulamıyorlar
Allahlar, yani çarşıda, pazarda, yani evde
Yani arabalarına taş koydukları caddelerde
Bir dilim jandarma ekmeği kürekte, kürek denizde
Yani sızlayageldiği şey öbür taraflarının
Yani gölgesinden ölümü görmüş gibi korkulan
Allahlar, yani yine yanıldıkları...

CEMAL SÜREYA


SOSYALİST GERÇEKÇİ ROMANIN ÖNCÜSÜ
REŞAT ENİS AYGEN EMEĞİN SAFLARINDA YAŞAYACAK HEP!

Sosyalist gerçekçi edebiyatın romandaki ilk öncülerindendir Reşat Enis.   1940 kuşağının romanda öne çıkan adıdır. Unutulmaz sosyalist gerçekçi romanlar yazmış ve 1980'lerin başından günümüze kadar birçok önemli eserlerinin yeni baskılarının mevcut olmadığı, adeta suskunluk komplosuna maruz kalan, unutturulmaya çalışılan, görmezden gelinen, mütevaziliği, çalışkanlığı, aydın sorumluluğu ve cesaretiyle birbirinden değerli toplumcu eserlere imza atmış büyük bir yazarımızdır.

Ünlü şairimiz Nazım Hikmet tarafından “Türk edebiyatının temel taşı" olarak takdir edilen Afrodit Buhurdanında Bir Kadın (1939) genel ahlaka aykırı olduğu iddiasıyla basıldıktan kısa bir süre sonra toplatılmıştır. Bu eserinde yazar, çalışan ve yoksul bir kadının yaşadığı çifte sömürüyü çarpıcı bir şekilde tasvir etmiştir.

En önemli eserlerinden biri sayılan ve yayınlanır yayınlanmaz toprak ağalarının yoğun baskısı nedeniyle toplatılan Toprak Kokusu (1944) adlı başyapıtı, daha sonra ancak 1969'da o da bazı bölümleri sansürlenerek “Kara Toprak” adıyla tekrar yayınlanabilecektir.  Reşat Enis'in romanlarında her zaman ekonomik olarak görünmeyen çelişkiler, fiziksel güçler arasındaki uyumsuzluklar ağır basar.  Kadının sömürülmesi sorununu da ilk ele alan romancıdır Reşat Enis.

1996 yılında Mavi Dergisi'nde yayınlanan söyleşisinde Yazarın oğlu Gökçe Enis şu değerli bilgileri verir:  “Babamın vefatından sonra Milliyet Sanat’ta Yaşar Kemal’in övgülerle dolu güzel bir yazısı çıkmıştı. Fakat bir sürü övgünün içinde bir de eleştirisi vardı Yaşar Kemal’in: Reşat Enis’i gazetenin önünden her geçişimizde camın önünde oturur görürdük. Sonra da kitap (Toprak Kokusu) çıkınca şaşırmışlar. Bu nasıl oturduğu yerden Çukurova romanı yazar ki, bize sorsaydı biz onu bazı yerlere götürür, birtakım insanlarla tanıştırırdık. Oysa o oturduğu yerden yazmamış ki. Onun çalıştığı gazete, ağanın gazetesi ve oraya işçiler, topraksız köylüler, yoksul, çaresiz insanlar geliyor. Babam bir gazeteci gibi onlarla konuşup malzeme topluyor. Gezmesine gerek kalmıyor, yazacağı her şey bir bakıma ayağına geliyor. Gerçektende romanlarına bakarsanız, insanın oturduğu yerden yazacağı şeyler değil. Tarzı da öyleydi zaten. Balıkçıları anlatmak için (Ekmek Kavgamız) teknelerle Karadeniz’e açılmıştır. O insanlarla fırtınada, yağmurda ölümle burun buruna yaşamıştır. Keza Sendikacıları anlattığı “Sarı İt”te gene öyle. Sendikacıların içine girip çıkmış, yani insanların içine girip, malzemeyi bizzat onların içinden toplamış.” [Unutturamadıkları Romancı Reşat Enis (Dosya) - Hazırlayan: Aydan Gündüz, Mavi Dergisi s.7, İstanbul (Kasım 1996).]

1947'de yayınlanan Ekmek Kavgamız adlı eserinde balıkçıların hayatını yansıtmıştır. 1949'da Ağlama Duvarı ile yazar 2.Dünya Savaşı İstanbul'unda birçok çevreyi, olayı ve kişiyi okuyucuya aktarır. 1951'de yayınlanan Yolgeçen Hanı ise okurun Anadolu'yu karış karış dolaşan gezici tiyatrolar vasıtasıyla, politikacılar ve ağalar tarafından sömürülen, aşağılanan köylülerle yüzleşmesini sağlar. 1957'de yayınlanan Despot adlı bir diğer şaheserinde ise Kurtuluş Savaşı döneminde kendi çıkarlarını korumak için düşmanla bile işbirliği yapan Davut Ağa'nın öyküsü anlatılır. Roman yayınlanmadan önce Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilirken, roman aleyhine açılan dava beraatla sonuçlanmasına rağmen Cumhuriyet gazetesi işine son verir. 1968'de Anadolu Ajansı'nın İstanbul Bürosu yazı işleri sekreterliğinden emekli oldu. Aynı yıl yayınlanan Sarı İt ise Türk Edebiyatında işçi-sendika ilişkilerini ele alan ilk romandır. Sarı sendikacılık olarak tarif edilen ve işçi sınıfına düşman bir anlayış bu romanın eleştiri konusunu meydana getirir.

Bu önemli sosyalist gerçekçi yazarımız 1968’den sonra herhangi bir üretimde bulunmaz, yazmaktan vazgeçer. Bu susuşu, “ona yönelik baskılara nedeniyle küstü” olarak algılanır.  Son romanı olan 1981'de tamamladığı ve vasiyetinde yayınlanmasını arzuladığı Kırmızı Karanfil ise ancak ölümünden 25 yıl sonra Yordam Kitap'ın desteğiyle gün ışığına çıkabilecektir.

Tıpkı Emile Zola, Maksim Gorki ve Orhan Kemal gibi Reşat Enis de keskin gözlem gücüyle kenar mahallelerdeki yoksul ve dışlanmış insanları, onların gündelik ayakta kalma mücadelelerini eserlerinde işlemiştir. Romanlarında fabrikalarda ve madenlerde yaşanan vahşi ve gaddar sömürü bütün açıklığıyla dile getirilir.  Eserleri, yaşadığı döneme çarpıcı bir tanıklık olarak her zaman güncelliğini, anlam ve önemini muhafaza edecektir. Eserlerinde İstanbul’un kenar mahalleleri, gecekonduları, Beyoğlu ve Galata’nın fuhuş ve sefahat âlemleri realist bir biçimde anlatılır. İyi bir gözlemcidir. Olaylar arasında bağların gevşekliği, kahramanlarını iyi işleyemeyişi tasvire fazla yer vermesi gibi kusurlarından dolayı ikinci sınıf bir sanatkâr olmuştur. Son romanlarında Anadolu insanının problemleri le işçi meselelerini işlemiştir.

Halkın üzerindeki dinin uyuşturucu gerçekliğini en zor zamanlarda açıkça dile getirir. Bugünün de en önemli gerçekliğinin saptamasını yapar:
"Kahramanlıklara, cü'retlere sevkeden din, insanların damarlarına enjekte edilmiş, coşturan, taşıran bir kimyevi formüldür öyleyse... Uğrunda canlarını fedaya kışkırttığı insanlara cennet vaat ettiğine göre, işin içine menfaat de karışıyor! Sürünürcesine yaşadığı bir dünyaya karşı huriler gılmanlarla türlü yiyecek ve içecekle dolu bir başka âlem!"



NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati

YAVUZ AKÖZEL: Bir Türkiyeli Göçmenin Notları





BİR TÜRKİYELİ GÖÇMENİN NOTLARI-I






Yağan yağmuru karanlık gecenin içerisinde dinleyerek Türkiye’ye götürmek için ayırdığım eşyaları çıkış kapısının yanına yığdım. Küçük bir dağ silsilesi oldu. Ufacık arabama sığdırmam gerekli o kadar çok şey var ki! Evi boşalttım, işte bu kalan son eşyalar… Duvarda August Renoir’e ait iki tane tablo var. Onları almıyorum. Benden sonra gelecek kiracılara hediyem olsun… Hem arabamda da yer yok. İster istemez bırakacağım tabloları. ’Aldı‘ adındaki süper marketten almıştım.

Yağmur giderek şiddetlendi. Çam ve gürgen ormanlarının derinliklerinden ıssızlığın kahredici uğultusu, bu yarı boş odanın içerisine adeta doluyor. Her şeyi bir yana bırakıp pencerenin önünde oturup karanlığın dipsiz derinliğini ve bu derinliğe yağan yağmuru gözlemeye dalıyorum. Saat gecenin 01’ini çoktan geçti. Tam 38 yıl Almanya’da göçmen yaşamı sürdürmüşüm. Çocuklarım olmuş, büyümüşler, evlenmişler; onlar çocuk, biz de torun sahibi olmuşuz. Göçmen çocuklar-göçmen torunlar anlayacağınız.

Karşı komşum Sonyalar’ın evinde yine kavga başladı. Holger sağı-solu tekmeleyip bas bas bağırıyor. Sonya’nın iniltili çığlığını duyuyorum; “Yapma! Kırma…” diye çaresizce yalvarıyor… Ardından şangırtı kopuyor. Küçük Steffi’nin hıçkırıklarla karmaşık feryadı  “Mamaaa“ diye karanlıkları yırtıp, yağmurun o gizemli, ürkünç sesiyle vokalleşiyor… Tüylerim diken diken oluyor.

Gözlerime uyku girmiyor… Yere serdiğim ve yatak-yorgan olarak kullandığım battaniyelerin üzerine uzanıp Sonya ve küçük Steffi’nin giderek hafifleşen iç çekişlerini, hıçkırıklarını dinliyorum. Sonra gözlerimi yumup uyumaya çalışıyorum. Bir araba gidiyor… Dağları, azgın nehirleri, sisler içerisinde görüleşen hüzünlü köy ve kasabaları, yüzü gülmeyen memurların beklediği gümrükleri aşıyor. Bir araba gidiyor... gidiyor... Sonu olmayan bir yolmuş gibi… Bir kaçışmış gibi, bir ulaşamamakmış gibi…
Gidiyor, gidiyor...

Uyuyamıyorum.

Kalkıp boş odayı kolaçanlıyorum. Elimi gözlerime siper edip pencereden dışarıdaki zifir karanlığı gözlüyorum. Korkulu bir uğultu ormanların derinliklerinden kopup geliyor ve hüzünle yağan yağmurla adeta bir tümlük oluşturuyor.

Çay suyu koyuyorum ocağa.

Giriş kapısına bantladığım Ozan’ın, Matilda’nın, Ayten ve Nermin’in resimlerine önce uzun uzun bakıyorum… Ozan ve Matilda’yı artık hiç göremeyeceğim duygusuna kapılıyorum. “Elveda” diye fısıldıyorum. Elveda… Elveda... Ellerimi itina ile resimlerin üzerinde gezdiriyorum. Oğlumu ve torunumu seviyorum...  Sonra resimleri söküp evrak çantasına yerleştiriyorum.

Arabayı tıka–basa yükledim. Küçük bir araba, 1998 model VW Polo. Önce bagajın çukur kısmına kitapları yerleştirdim. Bavul yer kaplar diye elbiseleri öylece kitapların üzerine yaydım. Sonra alet-edavatları, kompüter yazıcısını, kaynak makinesini daha bir sürü şey. Araba tıka-basa doldu anlayacağınız. Ataman ağabey 78 yaşında ve birlikte yolculuk yapacağız. Bir bavul da onun var. Araba öylesine dolu ki, artık en ufak bir şey almaya cesaret edemiyorum. 1 Eylül günü, öğlene doğru komşularım Kaut ailesi, İngo ve birlikte yaşadığı arkadaşı Tina, ayaklarının dibinde sessizce dolanıp duran kedileri bana hüzünlü bir ‘veda‘ merasimi hazırlamışlardı. Teker teker sarıldık, Sonya’nın gözleri dolmuştu… Birlikte iyi-kötü günlerimiz oldu. Bay Holger Kaut işsizdi. Ara sıra kaçak işlerde çalıştığı olurdu ama çalışsa da çalışmasa da o sürekli sarhoştu. Kıt kanat geçinirlerdi. Bitişiğimde otururdu. Uyuşturucu da kullanıyordu üstelik. Bazı geceler evi adeta yıkar, kırıp geçirirdi. Bağırtısı, sövmeleri gecenin içerisinde yankılanır, 5 yaşındaki küçük kızı Steffi’nin acı feryatları Holge’nin sövgülerinin, bağırtılarının arasına karışırdı. Arada da karısı Sonja’nın hıçkırıkları karanlık gecenin içerisinde acı bir yankıya dönüşürdü. Bu sesleri dinlerdim. İçim acılarla dolardı. Kapılarına gider “Sonja... Sonja” diye seslenirdim. Kapılarını yumruklardım. Ama Sonja kapıyı açmazdı, açamazdı, yanıt da veremezdi… Ertesi gün “her şey yolunda” diye gülümser, titrek elleriyle omzuma bir ‘dost’ yumruğu sallardı… Ben de küçük Steffi’yi tuttuğum gibi havalara kaldırır, onu kahkahalara boğardım… Sonra… Sonra elinden tutar parka, çocuk bahçesine götürür, gezdirirdim. Salıncağa bindirir, kaydıraçta kaydırırdım. Boğazımı doyuracak kadar gelirim olduğu için de ancak aylığı aldığım zamanlar alışveriş merkezine götürür, ucuzlamış oyuncaklardan, dondurma, çikolata vb. şeyler alırdım. Steffi, benim evimden ayrılmak istemezdi. Kendi başına oynar, boyalı kalemlerle bana güzel resimler çizerdi. Sonra bu resimleri kapıya, duvarlara bantlardı. Bazen de saklambaç oynardık. Çok hoşlanırdı saklambaç oynamaktan.

Diğer komşum Ingo… 30 yaş civarında ve o da işsiz takımından... İş ve İşçi Bulma Kurumuna(Arbeitsamt)  defalarca gitmiş, onu aracı firmaya(Leihfirmen) havale etmişler. Aracı firma 6-7 euro saat ücretiyle en ağır işlerde çalıştırmak üzere oraya-buraya gönderiyor. İngo kabul etmiyor bu acımasız sömürüyü, çalışmıyor! Metal-hurda topluyor, onları götürüp satarak geçimini temin etmeye çalışıyor; kaçak iş bulduğu zamanlar da gidip kaçak çalışıyor. Ama Ingo uçan kuşa borçlu olduğu için kimseye kapısını açmaz. Polisler, çantalı memurlar gelip boşuna kapısını çalar, pencerelerini dinler, bir ses almaya çalışırlar. Ingo'dan ve bayan arkadaşı Tina’dan ses çıkmaz, ev bir gömüt sessizliğindedir. Ümitleri kesilen memurlar, serseriler(penner) boşuna dakikalarca bekledikten sonra çekip giderler. Bazen bana rastlayıp Ingo'yu sorarlar... “Hiç görmedim” diye yanıt verir, saklanan Ingo’ya bir nebze de olsa yardımcı olurum.

Pennerler'in neden aradıklarını az çok bilirim. Ingo onlardan kesinlikle veresiye uyuşturucu almıştır. Uyuşturucuyu çekip tüm gün boyu uyur, el-ayak çekildikten ve artık onu rahatsız edecek bir tehlikenin kalmadığına emin olduktan sonra yani gece yarısına doğru, cep telefonuyla arkadaşlarını çağırır, evden kadınlı-erkekli kahkaha sesleri yükselmeye başlar. Metal müziğin sersemletici ritmi gecenin içerisinde rahatsızlık verici boyutlarda yankılandığı zaman evlerine gidip pencereden kafamı uzatır, bağırtılı-çağırtılı sarhoş olmuş kalabalığı müziği kısmaları için ikna etmeye çalışırım. Hani ikna da olurlar. Çünkü beni çok severler! Onların biricik ‘opa’larıyımdır(Büyük babalarıyımdır). Steffi bana “Opa opa!” dediği için adım ‘opa’ olarak kaldı. Müziğin sesini kısarlar, bana gece yarısından sonra bira ikram ederler. Bazen içerim de hatırları kalmasın diye… İyice sarhoş olmuş gençler arasında yok yerden kavga çıktığı da olur. Gecenin derinliklerinde yankılanan metal müziğinin yerini bu kez çığlıklar, bağırışlar, küfürler, kadın ağlayışları doldurur. İş yine bana düşer… Her neyse...

Hüzünlü oldu ayrılık… Ardım sıra su dökmediler ama Steffi’nin küçücük elleriyle ardım sıra salladığı el, annesinin gözlerinden usulca akan gizlenmiş gözyaşları beni can evimden vurdu… Belki de bir daha oralara hiç geri dönmemek üzere yola çıkmıştım. Arabanın gazına iyice yüklendim. Biran önce uzaklaşmak, uzaklaşmak… Bir şeyleri orada bırakarak uzaklaşmak…

Yeni taşınan yaşlı Alman Bayan Renate’nin sesi hâlâ kulaklarımda çınlıyor: “Yalnızlığımdan kaçıyorum ama o beni her kaçtığım yerde gelip yakalıyor...”

Gaza iyice yükleniyorum yeniden… Araba Ördekli parkın(Kurpark) yanından hışımla, son sürat geçip Giessen’e doğru kıvrılıyor. Bir şeyleri bir yerlerde bırakmak... Gaza daha da yükleniyorum. Araba bas bas bağırıyor! Bu olanaklı mı acaba? Kederi ve yalnızlığımızı, bu çekilen acıları, bu gözyaşlarını, bu sefaletimizi, acımasızlıkları, cehaletimizi, ihanetlerimizi bir yerlerde bırakmak…

Gaza iyice yükleniyorum.

Sonra uzaktan Giessen görünüyor.

Sonra kalabalık caddeler, koşuşan insanlar, vızır vızır arabalar.

Sonra Krofdorf’un görkemli kalesi ve Ataman Abilerin evi...


  
   Giessen(Krofdorf-Gleiberg)


Arabayı caddenin kenarında park edip evin bahçe kapısından girdim. Tam Türkiye’nin gecekondularına özgü bir samimiyet, iç rahatlığı, ferahlık beni karşıladı. Evin avlusunda teneke kutu, kırık saksılarda gülümseyen boy boy sardunya, sarmaşık, ortanca, kırmızılı-pembeli güller, yılbaşı çiçekleri, begonya, hercai menekşe, zambak, sümbül, melisa çiçeği(oğul otu), Bad Endbachtan yüklendiğim tüm acı ve isyanları bir çırpıda sildi süpürdü. İçimde coşkulu bir çağlayanın ritimle akmaya başladığını duyumsadım.  Garajın yan tarafındaki bahçede mürdüm eriği, kiraz, armut, ceviz, incir ağacı ve çardaktan sallanan salkım saçak üzümler bana çok eski zamanlarımı, çocukluk yıllarımın o özlenen anlarını çağrımlaştırıyordu. Bahçenin en çok güneş alan arka kısmında kıvırcıklar, karnabaharlar, domates ve patlıcanlar eşsiz bir şöleni sergiliyordu. Türkiye gibi bir yerdi burası, Türkiye gibi sıcacık, sevimli bir yer!.. Evin garaj bölümü oldukça dağınık, alet-edevat, hurdalarla doluydu. Yine hurdaya dönmüş küçük bir televizyondan Türk bayan spiker bir şeyler konuşuyordu.

Yağmur yağmıyordu. Güneş bulutların arasından başını uzatmış göz kırpıp duruyordu. Sırtımda beni rahatlatan bir sıcaklık duydum. İzmir’in varoşlarında, gecekondumuzdaymışım gibi bir duygu içimi doldurdu. Bazı saksıların üzerinde güneş enerjisiyle çalışan(Çin malı olsa gerek)rengârenk kelebekler, çakılı sopalarının etrafında uçuşup duruyorlardı. Her şey Türkiye’ydi burada. İzmir’deki kenar mahallem gibiydi…

Seslendim…

Bekliyorlarmış...

Kahvaltı sofrası kurulmuş, çay demlenmişti…

Uzun sürmedi. ’Yolcu yolunda gerek’ti. Tıka basa dolu eşyaların üzerine Ataman Abi’nin valizini de yükledikten sonra sıra vedalaşmaya geldi.

Saniye hanım ayrılırken Ataman Abi’ye kendini öptürmedi.

“Öyle yağması yok tekrar geri gelmen gerek” dedi, “Öpersem geri gelmezsin, yollarda, oralarda-buralarda kalırsın.”

‘Ölümü’ anlatmak istiyordu sanırım. Tekrar buluşamamaları, kavuşamamaları...

Batıl düşünceleri önemsemem ama arabaya yüklediğim yükten defalarca ağır basıyordu bu batıl düşüncedeki sevgi. O ağır yükü bu küçük araba imkânsız taşıyamazdı.

Gaza bastım yeniden.

Önce Krofdorf, sonra da Giessen kenti giderek gözden yitti.

Ataman Ağabey bir naneli şeker uzattı bana.




YAVUZ AKÖZEL

25.12.2012/ Urla



ADNAN DURMAZ: Seni Anımsa





SENİ ANIMSA




RESİM: ADNAN DURMAZ




bir yaradan bir yaraya alevler harlanır
yamandır ayrılık rüzgarı
gözyaşı sessizliğinde savrulan gecenin kumu
döver denizsiz yalıyarları
hüzündesin yüzünde ay yağmuru
başaklar koklaşır kıraçlarda
ve kuğu ak boynuna dolanmış samanyolu
uzak gözlüm küheylandır ömrümüz
sökülmüş kalbimizin yamaçlarında
koşar uçurumlardan çatlarcasına
sırtına kapaklanmış yaralı yolcuyuz biz
aşamaz deli yeller- yama yama çığlıklar
çözülmüş parmakların açtığı uçurumu
yıkılmış evler gibi dökülür bakışlardan
yara düşmüş aşkların şifasız duyguları
kan ve köpük içinde koşan şahan at
en derin uçurumda ölüme atlar

yüzün sevda bahçesiydi bir zaman
kaç ömür geçti rüzgarın kesileli
suskunlukta susuz kalmış türküler
bekleyişin göğü kara yıldızı taş mevsimi kış
isterdim ki
mehtabı saran bulut
çöllerde ılgım olarak
ak
sayısız kır çiçeği sarışsın birbirine
sarsılsın acının surları
saçlarının esintisi serinlikler dokunsun
çatlamış bir yüreğin susuzluğuna


bütün sevdalarda yenik düşmüşüm
haklı kavgalarda düşmüş militan
şavkın ve umudumdu beni ayakta tutan
geceleri ılgarlayan senin yaralın
öyküleri hançerlenmiş kalanın
uzanıp da tutamayan
koşup koşup varamayan kimsesizindim senin
bir ölüymüş gibi unutursan yüzünü
arada bir ırmak giyin gök kuşan
dalgın sularca suskun
çalkalanarak bazan
ve kendi şavkınla yakamozlanarak
gönlünce ak
seni anımsa

kabilem kılıçtan geçirilmiş
yakılıp yıkılmış oymağımın çadırları
aşretimden geriye savrulan kül ve duman
en eski ağıttır yaram
zamanın sır kâsesinde saklanan
yıldızların gözkapakları içine yazılmış acı
kellesi vurulmuş aşklardan artakalan
ve durmadan uğuldayan
nere gitsen kaçılmayan
kan çığlıkları…

bombalanmış meydanlarda siren sesleri
göğ biçilmiş ekin gibi düşenler
işte o günden beri
yurtsuz ve yaralıyız- sürgünde ve firari
ey eski ay beni de bilirsin sabaha kavuşmak kadar
esaretin özgürlüğün aşkın tanığı seni
zulumlar içinde unuttun mu gözlerimi
boynumdaki urganlar içimde kan göleti
saba makamında ezanlar sökülen şafak
dökülen çan ve hazan
ve allahsız kitapsız makinalaşmak
civatadan bobinden dişli çarklardan insan

gözleri aşklardan bin daha güzel
hiç tanımadığı birilerine yağan
işte ben o yanaklara dökülen damla
hadi sen sarıl sımsıkı sarıl
dünyanın en öksüz ağacına
yıllardır görmediğine
nasıl sarılırsa yol bekleyenler
özlemi tomurcuklarla göğsünde patlatarak
ki bütün yaprakları kanatlansın coşkudan
sarıl umudun çınarına
sarsılsın tüm kökleri
ve ört kirpiklerini
seni anımsa

beni saymayın
dedi o tarihi yaralarla yazılı olan
kabileden sağ kalan
ve işinden atılmış çaresiz emekçi
dağlarda kendini yitirmiş deli çoban
çok oldu sürüden ayrılmaya baş koydum
çok oldu ben göçeli
ölmüşüm ki gayri öldüremezler beni
isyanların ortasına doğmuşum
zindanları yurt bilmişim
varlıkla yokluk
açlık ve tokluk
fark etmez benim için
geldiğim - gittiğim bilinmesin
kurşuna dizilmişim- urgana verilmişim
ama bir yerlerde var olduğum kesindir
ne apoletler umurum
ne kalbime doğrultulmuş namlular
yağlı ilmiklerle soyum kurumaz
varın zincirimle gömün her defasında
gayri beni tutsak edemezsiniz

bir yaprak savruldu dalından
uçtu bulutlara değdi
belki asıl yurdunu aramaktaydı şimdi
o senin kalbimdeki gözlerindi
olur ya maviliğe daldığın bir an
silme gökyüzünü doldur bakışlarına
seni anımsa

akşam ebrulanır kentin alnında
çiçek sağanağı kuşlar
guruba yasladığı kimin yürek yarası
ufku kızıla boyamakta
geçip giden kaçıncı göçmen ki o
tepeden tırnağa isyan
isyanı som ateşle yazılmış şiir
gider
gelir
belki saçlarına değiyor o sırada bulutlar
olur ya akşam sana hazırlanmakta
bulutlara bak
ak sonsuzlara
karışarak
dalga dalga
gözlerinle yıldızların kandilini yak
ve seni anımsa

değilse ben yolumu bulamam karanlıkta





ADNAN DURMAZ
 2010-2012