Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Mayıs 2012 Perşembe

Emeğin Sanatı'ndan 119. Merhaba



Merhaba,

Hiç ritmini düşürmeyen faşizan baskı ortamında, iktidar sahibinin dil atmadığı, söz söylemediği bir konu kalmadı. Geçmişten bugüne kalan burjuva kökenli kazanımlar birer birer iktidar tarafında sökülüp atıyor.

Roboski(Uludere) katliamı karşısında önce bir yutkunuldu, sonra Roboskili anaların acısını parayla kıyaslamaya kadar indirildi düzey. Bakıldı ki, herkes bu konuyu konuşuyor; hemen gündem değiştirme çabasıyla “Kürtaj Uluderedir!” gibi mantıkları parçalayan, dümdüz eden bir iddia ileri sürüldü.

Arkadaşımız Lütfiye Bozdağ,  —sanat özlü olmasa da— gündemin gereği olarak kadınların tepkisini dile getirdi.

Kimi söylemleriyle özellikle gerici çevrelerden tepki gören Fazıl Say, özrü kabahatinden büyük söylemlerle aslında sözleriyle hedef aldığı kitlelerden çok da bir adım önde olamadığı görüldü. Elbette bir sanatçının gerici – faşist çevrelerce hakarete uğramasına ve bu nedenle ülkeden ayrılmasına karşıyız.

Ama bir sanatçının da seslendiği insanlara, topluma sorumluluğu vardır. Ama Say, “Müzik son derece bireysel (individual) bir şeydir. (...) Benim hiçbir misyonum yok, müziğimi yapmaktan başka” diyerek gerçek bir sanatçı kimliğinden çok uzak olduğu görülüyor.  SOL sitesi yazarlarından Mehmet Yavuzkan, Fazıl Say’ın sanata bakışını eleştiriyor. Bu eleştirinin bir kısmını “Bu Sayının Savsözü” bölümünde okuyabilirsiniz.

Geçen üç sayımızda, üç bölüm hâlinde “Lenin Ve Stalin döneminde Sovyetler birliğinde Kültür ve sanat yansımaları” yazısını okumuştuk Yavuz Aközel’in. Yavuz Aközel, birkaç sayı sürecek olan yeni yazısı: “Dostoyevski, Yaşamı, Sanatı, Yapıtları”  ile Dostoyevski’yi her yönüyle bize tanıtmaya devam edecek.

Yeni bir sayıyı daha yüreğimizin potasından emeğin tezgâhına döktük... Dileriz, yaşadığımız sisli puslu günler içinde gözlerinizde birer umut kıvılcımı canlandırsın, bu sayıdaki ürünlerimiz. Bu kıvılcımlar da inanç ve coşkuları alevlendirsin...

Eleştiri ve görüşleriniz bizim için değerlidir. Çünkü Göz her şeyi görür ama bir kendini göremez.

                                               

EMEĞİN SANATI


BU SAYININ SAVSÖZÜ



Sermaye sınıfının büyük bir özlemi olan AKP iktidarı, hiçbir adımı gelişigüzel atmamaktadır! Neoliberal politikaların ülkemizdeki otuz yıllık seyrine bakıldığında, sermaye egemenliği yeniden örgütlenmiş ve bu doğrultuda toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel büyük dönüşümler gerçekleştirilmişken, AKP'nin sanat alanını ve sanatçıları rahat bırakacağı düşünülebilir mi?

“Karanlığa karşı özgür tiyatro” ve “İstanbul uyuma, tiyatrona sahip çık” sloganları atan tiyatro emekçileri, KİT'ler özelleştirilirken, İstanbul yağmalanırken neden ses çıkarmadıklarını tartışamazlar mı? Sanatçı, piyasacılık ve gericilik sarmalında, kendisini siyaset karşısında neden bağımsız ve “özgür” görmek ister?

Piyasacılığın sanat ve edebiyat alanında son otuz yıldır giderek artan baskısı, sanat alanını çürütmemiş midir? Bu ilişki, sanatçının durduğu ve konuştuğu yerin ayarını bozmamış mıdır? Siyaset karşısında “özgürlüğünü” tercih eden sanatçı, piyasa ilişkileri içinde duruşunu kaybetmeyi neden göze almıştır? Piyasa terimi olan “dükkan” sözcüğünü kullanmak, sadece talihsiz bir benzetme olarak görülebilir mi?

Sanat dendiğinde, insanlık tarihinin büyük mirası ve birikiminden söz eden sanatçı, bu tarihin en özel örnekleri olan aydın ve sanatçılarımıza neden öykünme isteği duymaz? “Yıkılan Rönesans'ın (Cumhuriyet) çocuğu olduğunu” belirten Fazıl Say, bu ülkenin tarihinde Namık Kemal, Tevfik Fikret, Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Ruhi Su gibi değerlerin “Sanat ve edebiyat, son derece bireysel (individual) bir şeydir. Benim hiçbir misyonum yok, sanatımı veya edebiyatımı yapmaktan başka.” dediğini ve böyle yaşadığını duymuş mudur? İnsanlığın tarihi ile sanatçının tarihi arasında mutlak bir bağ yok mudur? Fazıl Say, bu bağdan bağımsız bir şekilde mi Fazıl Say olmuştur, tartışılmalıdır. MEHMET YAVUZKAN (SOL, 30.06.2012)


YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ


MEKSİKALI YAZAR CARLOS FUENTES HAYATINI KAYBETTİ...

Meksika’nın önde gelen edebiyatçılarından Carlos Fuentes, 16 Mayıs günü 83 yaşında hayata veda etti. Uluslararası çapta birçok ödülün sahibi ünlü yazarın ölüm haberini, Meksika Devlet Başkanı Felipe Calderon twitter hesabından duyurdu.

Eserleri İspanyolca konuşulan ülkelerin yanı sıra Amerika Birleşik Devletleri’nde çoğu kez en çok satanlar listesinde yer alan Fuentes, bir dönem Meksika’nın Fransa Büyükelçiliği görevinde de bulunmuştu. Hükümetleri sert bir üslupla eleştirmekten geri durmayan yazar, “Artemio Cruz’un Ölümü” ve “Koca Gringo” gibi eserleriyle edebiyat dünyasında bilinirliğini artırmıştı.

Kitapları 20’den fazla dile çevrilen Carlos Fuentes, ardında 30 kadar kitap, çok sayıda deneme ve senaryonun yanı sıra; önemli bir akademik kariyer bıraktı. (T24)


MERSİN’DE A. OSMAN ABALI’DAN
“BEN, SEN, O” FOTOĞRAF SERGİSİ

Mersin merkez ilçe Akdeniz Belediyesi’nin organize ettiği 3. Sanat park etkinliği başladı; üç gün sürecek etkinlikte sanatın değişik kollarından kişiler gruplar ürünlerini sergileme olanağı bulacak.  Etkinliğin açılısını yapan Akdeniz Belediyesi Başkanı M. Fazıl Türk, sanatçılığın herkese nasip olmayacağını belirterek, herkesin siyasetçi olabileceğini ancak, sanatçı olamayacağının altını çizdi. Türkiye’de sanata daha fazla önem verilmesi gerektiğini vurguladı. Türkiye’de siyasilerin sanatçıya hiç destek vermediğini söyledi. Türk, “Destek vermeyi bırakın, sanatı kendilerine benzetmeye, sanatı engellemeye, kendi siyasi otoritelerine bağlamaya çalışıyorlar. Bu da sanata yapılan bir yanılıştır, ihanettir” Mersin’de yaşayan yazar, tiyatrocu, müzisyen, ressam, fotoğraf sanatçılarının halkla buluştuğu bu etkinlik Akdeniz Belediyesi tarafından geleneksel hale getirildi. Etkinlik, Mersin’de kültür sanat adına Akdeniz Belediyesi’nin iyi şeyler yapmaya çalıştığını ortaya koyuyor.

 Fotoğrafçı Ali Osman Abalı “Ben, Sen, O” adlı ilk kişisel sergisini Mersin Sanat Parkta açtı. Belgesel fotoğrafçılık ağırlıklı sokak fotoğrafçığıyla uğraşan Ali Osman Abalı, sergisiyle ilgili yaptığı değerlendirmede;  “Öncelikle Akdeniz Belediyesi’nin bize bu olanağı sağladığı için başta başkanımız sayın M. Fazıl Türk’e ve belediye çalışanı arkadaşlara teşekkür ediyorum. Sergide daha çok belgesel ağırlıklı sokak fotoğrafçılığından temalar var. Sokak fotoğrafçılığı yapmanın güzel olan yanı bir sürü değişik insanla tanışıyorsunuz onları gözlemliyorsunuz birçoğuyla sohbet ediyor arkadaş oluyorsunuz. Sergide kullandığım fotoğraflardaki insanların birçoğu beni tanıyor yolda gördüğü zaman selam veriyor hâl hatır soruyor. Bize de onların duygularını, sorunlarını insanlara anlatmanın mutluluğu yetiyor. Sergide işçilerin, kadınların çocukların, ezilenlerin, sömürülenlerin, yok sayılanların, dilsizlerin, ötekilerin yani bizim olan benim senin onun fotoğraflarını görüyoruz serginin adı da o yüzden Ben, Sen, O”

25-28 Mayıs tarihleri arasında düzenlenen Sanat Park Etkinliğinde müzik dinletisi, fotoğraf ve heykel sergileri, halk oyunları, tiyatro, söyleşi, konser ve öykü dinletisi gibi etkinlikler yer verildi.


10. ABDULLAH BAŞTÜRK İŞÇİ EDEBİYATI
ÖDÜLLERİNE BAŞVURULAR BAŞLADI…

GENEL-İŞ ve DİSK eski Genel Başkanı Abdullah Baştürk (1929-1991) anısına,  ailesi ve Genel-İş’le birlikte, bu yıl da işçi edebiyatı ödülü verilecektir.

Ödüle aday kitaplar, işçiler ya da diğer emekçiler hakkında olmalıdır. Bu kitaplar; şiir, öykü, roman, masal, anı, günce, yaşamöyküsü, röportaj, oyun türünde olabileceği gibi, bu türlerdeki yapıtlarla ilgili inceleme, eleştiri, makale, deneme, antoloji, yıllık, kendi kitaplarından seçmeler ve benzeri türlerde de olabilir. Ancak ödül dağıtımında, tür değil, yapıtın değeri göz önüne alınacaktır.

Şiir, öykü, deneme gibi türlerde, kitabın ağırlıkla işçiler ya da emeğiyle geçinenler hakkında olması, yeterli sayılabilecektir.  Ödüle 1 Ocak 2011’den bu yana basılmış kitaplar katılabilir. Son başvuru tarihi 14 Eylül 2012’dir. Postadaki gecikmeler kabul edilmez. Ödüle tek yapıtla aday olunabilir. Ödülün seçici kurulunda; Remzi İnanç, Özgen Seçkin, Vecihi Timuroğlu, Tuncer Uçarol, Şiir Erkök Yılmaz bulunmaktadır.

 Ödüller en çok üç kitaba verilir. Aralarında sıralama yapılmayacaktır. Ödül tutarları her bir  kitap için 2.000 TL’dir. Ödül kazananlar ayrıca GENEL-İŞ’in Ören (Burhaniye)’de bulunan “Abdullah Baştürk Eğitim ve Dinlenme Tesisleri”nde bir hafta konuk edilecektir. Sonuçlar, gerekçesiyle birlikte, 14 Kasım 2012 günü aşağıda belirtilen GENEL-İŞ sitesinde açıklanacak; ödül töreni, Abdullah Baştürk’ün ölüm yıldönümü olan 21 Aralık  2012 gününü izleyen tarihler içinde yapılacaktır.

GENEL-İŞ, ödül kazanan ve yarışmaya katılan kitaplardan bazı bölümleri, telif ücreti ödeyerek kitaplaştırabilir. Bunları yayın organlarında da kullanabilir. Ödüle aday kitaplar; adres, telefon, özgeçmiş yazılı imzalı bir başvuru dilekçesiyle, yazarın kendisince ya da izin belgesiyle birlikte yayınevince, yedi adet olarak şu adrese gönderilecek ya da imza karşılığı teslim edilecektir: “Genel-İş Sendikası Basın Bürosu, Abdullah Baştürk Ödülü,
  Çankırı Cad. 28/8, Ulus-Ankara” 

İletişim: 0312 / 309 15 47,  basin@genel-is.org.tr  ya da tunol@ttmail.com … Bilgi için (ödül sonuçları, tarihçe, yarışma kitapları, yankılar): www.genel-is.org.tr adresinden izlenebilir. (EDEBİYATHABER.NET )


2012 CEMAL SÜREYA ŞİİR ÖDÜLLERİ…

Bu yılki yarışma iki dalda düzenlenmekte; A)Ekim 2011 başı ile Eylül 2012 sonu arasında Yayımlanmış şiir kitabı. B)Bir kitap oylumunda olan şiir dosyası.

Yarışmaya son katılım günü16 Ekim 2012’dir.  Ödül, her dalda tek yapıta verilecek. Egemen Berköz, Enver Ercan, Mustafa Öneş, Müslim Çelik ve Leyla Şahin’den oluşan Seçici Kurul, gerek görürse, ayrıca Özendirme Ödülü de verebilecektir..

Cemal Süreya’nın 24.ölüm yıldönümü olan 9 Ocak 2013 Çarşamba günü düzenlenecek törende, ödüller kazananlara sunulacak.. 6 adet yapıt, her birine şairin özgeçmiş yazısı ile Adres ve telefon numarası eklenerek, 16 Ekim 2012 tarihine kadar Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği’ne iletilecektir. Yapıtlar geri verilmeyecektir…

Sorularınız için: csureyagenclikyonetimi@gmail.com , Adres: Bostancı Bağdat Cad. Hatay Restourant  Kadıköy –İstanbul Tel:(0 542 ) 506 96 58  Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği


ORHAN KEMAL ÖDÜLÜ YİĞİT BENER’İN OLDU

41. Orhan Kemal Roman Armağanı, Yiğit Bener'in ''Heyulanın Dönüşü'' romanına verildi.

Orhan Kemal Kültür Merkezi'nden yapılan yazılı açıklamaya göre, Tahsin Yücel, Osman Şahin, İnci Aral, Özdemir İnce, Erol Erdinç, Turhan Günay ve Nazım Öğütçü'den oluşan kurul, ''41. Orhan Kemal Roman Armağanı''nın, Yiğit Bener'in Can Yayınları tarafından yayımlanan ''Heyulanın Dönüşü'' romanına verilmesini uygun buldu.

Ödül töreni, 1 Haziran'da Orhan Kemal Kütüphanesi Konferans Salonu'nda gerçekleştirilecek olan Orhan Kemal'i anma etkinliğinde yapılacak. (EDEBİYATHABER.NET)


12 EYLÜL KARANLIĞINA KARŞI
'AYDINLAR DİLEKÇESİ' GÜNCELLİĞİNİ KORUYOR

15 Mayıs 1984 tarihinde Aydınlar Dilekçesini Cumhurbaşkanlığı Köşküne sunan heyette Prof. Fehmi Yavuz, sözcü Prof. Hüsnü Göksel, Bilgesu Erenus, Aziz Nesin, Esin Afşar ve Prof. Bahri Savcı yer alıyordu. 

12 Eylül darbesi karanlığı döneminde bir grup aydının öncülüğünde hazırlanan ve binlerce aydının imzasıyla 15 Mayıs 1984 günü sunulan “Aydınlar Dilekçesi” boyun eğmemenin mirası olarak güncelliğini koruyor.

12 Eylül darbesi karanlığı döneminde bir grup aydının öncülüğünde hazırlanan ve binlerce aydının imzasıyla 15 Mayıs 1984 günü yayınlanan “Aydınlar Dilekçesi” boyun eğmemenin mirası olarak güncelliğini koruyor. 12 Eylül darbesi döneminde yaşanan hak gasplarına ve faşizmin ağırlığına karşı bir araya gelen aydınlar, yaşananlar karşısında taleplerini sıraladıkları bir dilekçe hazırladılar. Aralarında Aziz Nesin, Uğur Mumcu, Halit Çelenk, Yalçın Küçük, Erdal Öz gibi aydınların bir araya gelerek oluşturdukları ve yaklaşık 1300 imzayla desteklenen dilekçe, 5 Mart 1984 tarihinde Altındağ 1 no.lu Noterliği’ne sunulmasının ardından 15 Mayıs 1984’te Cumhurbaşkanlığı ve TBMM Başkanlığı’na verildi.

 “Aydınlar Dilekçesi” olarak bilinen girişim, çok sayıda aydının katıldığı çeşitli toplantılarda belirlenen görüşlerin yazmanlar kurulu tarafından kaleme alınmasıyla dilekçe haline getirildi. “Türkiye’de Demokratik Düzene İlişkin Gözlem ve İstemler” başlığıyla hazırlanan dilekçe, Cumhurbaşkanlığı ve TBMM Başkanlığı’na verildiği gün Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından yasaklandı. Aydınlar Dilekçesi’ni hazırlayan ve imzalayan bazı isimler hakkında Kenan Evren’in “vatan hainliği” suçlamasıyla da dilekçenin yayınlandığı tarihten 5 gün sonra dava açıldı. 20 Mayıs 1984’te Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’nın Sıkıyönetim Askeri Savcılığı’nca açılan dava sonrası dilekçe ve imzalara el konuldu.

Aydınlar Dilekçesi’ni hazırlayanlar arasında Aziz Nesin, Yalçın Küçük, Halit Çelenk, Uğur Mumcu, İlhan Selçuk, İlhan Tekeli, Mete Tunçay, Haluk Gerger gibi birçok isim bulundu. Ahmet Taner Kışlalı, Vedat Türkali, Hikmet Çetin, Mustafa Balbay, Emil Galip Sandalcı, Erdal Öz, Esin Afşar, Bilgesu Erenus gibi isimlerle birlikte 1300’ü bulan imzayla desteklenen dilekçe hakkında açılan davada 59 kişi yargılandı. “Sıkıyönetim yasaklarına aykırı olarak bildiri dağıtmak” suçundan Ankara 1 no.lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nde görülen, 18 Ağustos 1984 tarihinde ilk duruşması yapılan dava, 7 Şubat 1986'da tüm sanıkların lehine sonuçlandı.

Aziz Nesin, dava savunmasının bir bölümünde şu ifadeleri kullandı:

"Bizler bu dilekçeyi yazar ve imzalarken bunun karşılığında aydın olduğumuz için bir minnet beklemiyorduk ve aydın olmanın ayrıcalıklarından yararlanmaya kalkmış değildik. Emekli olduktan sonra holdinglerin yönetim kurullarında ve büyük sermayeli ticaret kuruluşlarında ve bankalarda ve benzeri büyük sermaye gruplarında ve özel girişim kuruluşlarında ve dış alım- satım firmalarında, yüksek çıkarlar karşılığında hiç anlamadıkları işlerde ve hiç çalışmadan görev alan ve aç gözleri hiç doymayan yaşlı kişilerin aydın olduklarını söylemelerinden utanmaları nasıl gerekirse, bu dilekçeyi yazıp imzalamak karşılığında bugünkü yönetimin tutumunu bildiğimizden nimet değil külfet, ödül değil ceza bekleyen bizler de kendimizi aydın sanmaktan onur duymaktayız.

Bu dilekçeyi imzalayanlar arasında salt ulusal düzeyde değil uluslararası düzeyde sanatçılar, yazarlar, gazeteciler, bilimciler, hukukçular, eski bakanlar vardır. Bunlar aydın değillerse, Türkiye’de Aydın ilinden başka aydın kalmaz."

 “Türkiye’de Demokratik Düzene İlişkin Gözlem ve İstemler” başlığıyla 6 sayfa olarak hazırlanan dilekçe, Türkiye’de yaşanan ağır bunalım sürecine değinilerek, “Biz Türk aydınları, eksiklerimizin ve sorumluluğumuzun öneminin ve önceliğinin bilincindeyiz. Bu bilinç, bize toplumumuzun sağlıklı ve güvenli bir düzene geçişiyle ilgili görüşlerimizi açıklama görev ve hakkını vermektedir. Bizler toplumumuzun akılcı yöntemler kullanarak aydınlık bir geleceğe ulaşacağına coşkuyla inanıyoruz” ifadeleriyle de şu şekilde sunuldu:

“Halkımız, çağdaş toplumlarda geçerli insan haklarının tümüne layıktır ve bunlara eksiksiz olarak sahip olmalıdır. Ülkemizin, insan haklarının güvenceleri yurt dışında tartışılır bir ülke durumuna düşürülmüş olmasını onur kırıcı buluyoruz. Yaşam hakkı ve insanca yaşama, örgütlü ve toplumsal varolmanın çağımızda hiçbir gerekçe ile ortadan kaldırılamayacak baş amacıdır; doğal ve kutsal bir haktır. Bu hakkın anlam kazanması, düşünceyi özgürce açıklamaya, geliştirmeye ve etrafında örgütlenmeye bağlıdır. Bireylerimizin yeni ve değişik düşünce üretmelerini, gösterilmeye çalışıldığı gibi, bunalımların nedeni değil, toplumsal canlılığın gereği sayıyoruz.”

“İnsanların son sığınağı olan adalet, insanca yaşamın da başlıca dayanağıdır”denilen dilekçede, yargı kararı olmaksızın yurttaşların haklarının kısılması, siyasal hakların ellerden alınmasının toplumsal yıkımlara yol açacağı belirtildi. İşkencenin ise insanlığa karşı işlenen suç olduğu vurgulanan metinde şu ifadeler yer aldı:

“Varlığı yasal kararlarla da kanıtlanan işkence insanlığa karşı suçtur. İşkencenin yargısız, peşin ve ilkel bir cezalandırma alışkanlığına dönüştürülmüş olmasından endişe ediyoruz. Ayrıca, özgürlüğü sınırlama amacını aşan cezaevi koşullarını da eziyet ve işkence sayıyoruz. İşkencenin büsbütün ortadan kaldırılması için gerekli önlemler alınmalıdır.”

Ölüm cezalarının kaldırılması gereğine inandıklarını ve görülmekte olan davaların bir an önce sonuçlandırılması gerektiği görüşü paylaşılan dilekçede, “Suçları oluşturan, toplumsal ve siyasal koşullardır. Türkiye'nin içinde yaşadığı çalkantılı dönemin topluma yüklediği sorumluluk unutulmamalıdır. Bu nedenlerden ötürü ve sosyal barışa katkıda bulunmak için kapsamlı bir affı kaçınılmaz görüyoruz” talebi de yer aldı.

Siyasi partiler, sendikalar, mesleki kuruluşlar ve derneklerle birlikte birey ve grupların demokratik özgürlüklerini korumak, örgütlenme ve katılım haklarını güvencelere kavuşturmak gerektiği belirtilen dilekçede, çok yönlü kamuoyunun oluşması ve TRT’nin özerkliğinin sağlanması gerektiği de ifade edildi. Ayrıca eğitimin temel amacının özgür düşünceli, bilgili, becerili ve üretici insan yetiştirmek olduğunu belirten aydınlar, eğitime ilişkin görüşlerini de şu şekilde açıkladı:

“Bütün yüksek öğretim kurumlarının, atamalarla oluşturulan aşırı yetkili bir kurulun buyruğuna verilmesi, hem gençlerin iyi yetiştirilmesini, hem de bilim yapılmasını şimdiden engellediği gibi ülkenin geleceği için büyük kaygılar da doğurmaktadır. Bu nedenle, YÖK düzeninin bir an önce seçim ilkesine dayalı özerklik yönünde değiştirilmesini gerekli görüyoruz.”

Dilekçede, her türlü sanat yapıtlarının üretiminde ve yayımında özgürlüğü, kültürel yaratıyı sınırlayan sansürün toptan kaldırılması ve ceza sorumluluğunun yalnız olağan yargı mercilerince saptanması gerektiği kanaati de belirtildi. “Aydınlar dilekçesi” şu şekilde sonlandırdı:

“Bütün bunlarıın ışığında, topluma karşı sorumluluklarının bilincinde olan bizler, çağdaş demokrasinin, ayrı ayrı ülkelerin özel koşullarına göre uygulamadaki değişikliklere karşın, değişmeyen bir özü olduğuna bu özü oluşturan kurum ve ilkelerin bizim ulusumuzca da benimsenmiş bulunduğuna, bunlara aykırı düşen yasal düzenleme ve uygulamaların demokratik yöntemlerle ortadan kaldırılması gerektiğine, yaşadığımız bunalımdan, böylelikle, sağlıklı ve güvenli olarak çıkılacağına olanca içtenliğimizle inanmaktayız.”  (SOL)


AHMET ARİF’İN ŞİİRİ
DAĞLARDAN OVALARA TAŞIYOR KAVGAMIZI…

Dağların yankısını şiire döken, cesaretin, yiğitliğin sel çağlayışında, pınar saflığındaki şairi Ahmed Arif’i 2 Haziran 1991’de yitirmiştik.  Yaşadığı coğrafyanın duyarlılığı ve halk kaynağındaki sesini hiç yitirmeden, lirik, epik ve koçaklama tarzını kusursuz bir kurguyla kullanarak, özgün, tutkulu, müthiş ezgili çağdaş şiirler yazdı Ahmed Arif.

Ahmed Arif, sevme ile meydan okumanın doğru bağlantısını çok iyi kurmuş, halk seslenişini popülizme ve öykünmeciliğe düşmeden kendi ses ve soluğuyla destansı bir üslûp yaratmıştır.  Cemal Süreyya’nın deyişiyle “Ahmed Arif’in şiiri,  bir bakıma Nazım Hikmet çizgisinde, daha doğrusu Nazım Hikmet'in de bulunduğu çizgide gelişmiştir. Ama iki şair arasında büyük ayrılıklar var. Nazım Hikmet şehirlerin şairidir, ovadan seslenir insanlara. Büyük düzlüklerden, ovadan akan "büyük ve bereketli bir ırmak" gibidir. Ahmed Arif ise dağları söylüyor. Uyrukluk tanımayan, yaşsız dağları, "âsı" dağları.  Uzun ve tek ağıt gibidir onun şiiri. "daha deniz görmemiş" çocuklara adanmıştır. Kurdun kuşun arasında, yaban çiçekleri arasında söylenmiştir, bir hançer kabzasına işlenmiştir. Ama o ağıtta bir yerde, birdenbire bir zafer şarkısına dönüşecekmiş gibi bir umut (bir sanrı, daha doğrusu bir hırs), keskin bir parıltı vardır. Türkü söyleyerek çarpışan, yaralıyken de, arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı ihmal etmeyen bir gerillacının şiiridir. Karşı koymaktan çok boyun eğmeyen bir doğa içinde büyük zenginliği ilkel bir katkısızlık olan atıcı, avcı bir doğa içinde.”

Cemal Süreyya, Ahmed Arif şiirinin dokusunu şu sözlerle çözümler: “Ahmed Arif için ise ritm sadece bir olanak olarak önemlidir. Ama aralarındaki asıl ayrım şurda sanırsam; Mayakovski ritmi, bir bakıma, şiirin dışında bir yerdedir, anonim bir tekniktir. Bunun için sık sık düşey ya da yatay ses benzerliklerine, bağdaşımlarına başvurur. Daha özetlersek: Mayakovski ritmi ses'te aramaktadır. Ahmed Arif ise söz'de arar. Bunun için onun şiiri bir noktada "oral" niteliğini bırakır, çok ötelere gider. Bu yanıyla çağdaş şiirin en yeni yönsemelerine karışır. Özellikle imge konusunda yaptığı sıçrama onu bugünkü şiirin hazırlayanlardan biri yapmıştır. Zaten birçok yeni şairin onun etkisinden geçmesi de bunu gösteriyor. Sadece bu bakımdan bile hasretinden prangalar eskittim, geç kalmış bir kitap değildir”

Ahmed Arif, bir başkalığı, yereyselliği en çok taşıyan; doğanın, dağların kokularını, inançlarını, havasını en çok duyuran bir şair olarak öne çıkmıştır hep. Kentleri, kent sokaklarını anlatırken bile bir kopukluğa varmaz. Kişiliğini oturtmuştur, bütünüyle kurmuştur devrimci sanatını:

“Ve güneş yasak
Duvarlar vardır
Ve korkunçtur yalnızlığı ranzaların
Sen yatağında yanüstü düşmüşsün
Dudaklarında dost cıgaran
Kaysılar belki bu gece çiçek açacaktır
Çalmış kışlaların yat boruları
Kalmışsın en güzel kavgaların haricinde
Kalbin, Zonguldak'ta çökmüş bir kuyu
Kafan, sokak çarpışmasıdır Çin'de”



EMEĞİN SANATÇISI ORHAN KEMAL
EMEĞİN KAVGASINDA YAŞIYOR…

Edebiyatımızda, öykü, roman adına hayata müdahil olan emeğin sanatçısı Orhan Kemal’i 2 Haziran 1970’te ölüşünün 41. yıldönümünde saygıyla selamlıyoruz.

Orhan Kemal, kurulu düzeni zorlayan insanların öfke ve neşelerine, daha iyi yarın isteklerine sanatıyla katkıda bulunma çabasını hiçbir zaman göz ardı etmedi. Yapıtlarının ana dokusunu oluşturan insan sevgisiyle; sanatçı olarak sorumluluk bilincini ve halkının geleceğine için sanatını oluşturma çabasını hiçbir zaman arka plana bırakmadı. Vedat Günyol’un deyişiyle, Orhan Kemal bize üç şey getirdi: Kinsiz, herkese açık cömert yüreğinde insan sıcaklığı; hayat serüveninden sonra da kafasının ışığından bilinç; insana olan sonsuz güveninde umut.

 Ömer Türkeş’in yaptığı vurguyla: “1950’li yılların Türkiye’sinde yoksulluk ve zenginliğin ifade ettiği anlam ve karşıtlıkları kimi zaman mekânda, kimi zaman tarlalarda, bazen fabrikalarda, hapishanelerde, Yeşilçam kapılarında ve yüksek tahsil etrafında, bireysel dramların ardındaki ekonomik, siyasal ve toplumsal dönüşümleri ihmal etmeden ve fukaralık edebiyatına kaçmadan kolaylıkla özetleyiverir Orhan Kemal. Maddi sorunlardan söz edilmesi doğrudan açlıktan, sefaletten dem vurulması demek değildir; sosyal dengesizlik ve onun yarattığı acılar, karakterlerin bireysel kaderleri ve tutkularında çıkar ortaya. Kurtulmayı düşledikleri bu hayatın sıkıntıları içinde bile bütün insani özellikleriyle yaşar onun romanlarındaki kahramanlar ve o dönem romanlarından bu yönüyle ayrılır.”

Sınıfsal bakışından hiç kopmayan yüreği sosyalizm ve TKP için çarpan Orhan Kemal, daima yoksul ve dürüst insanların yazarı oldu. Ona göre sanatçı, insanı anlayacak, savaşını anlayacak, buna katılacak;  kolaylıkla aldatılan kişilerin aldanmalarına karşı duracaktı. Her zaman bakışını belirleyen sanat, “İnsanlığın, insanlık tarafından, insanlık için yönetilme çabası adına sanat” oldu.

Orhan Kemal’in sanatını ve kişiliğini dostu Nurer Uğurlu anlatıyor:

“Orhan Kemal’de insan sevgisi, iyilik ve kötülük ya da aydınlık ve karanlık olmak üzere, iki ana kavram olarak belirmiştir, denebilir. Ona göre iyilik bir başka deyişle aydınlık; bu, insanın özünde ve mayasında var olan, nerede, hangi koşullar altında olursa olsun yok olmayan, ne kadar kötü yaşarsa yaşasın kaybolmayan; her zaman yüreğinin bir yerinde var olan, insan sevgisi’dir.

Kimdir Orhan Kemal’in insanı ya da insanları? Bunlar, hiç kuşkusuz çalışan Türkiye’nin, çalışan insanlarıdır. Sıradan, her gün, her yerde gördüğümüz, bildiğimiz ve tanıdığımız küçük adamlardır. Gün ışığıyla birlikte, hatta gün ışığından çok önce, ekmek ardında koşan, alın teri döken işçiler, köylüler, ırgatlar, küçük memurlar, tezgâhtar kızlar, fabrikada ve tarlada çalışan kadınlardır. O, bütün sanat hayatında, yazdığı en küçük hikâyeden, bir birini izleyen cilt cilt romanlarına kadar, bu acı çeken, ezilmiş ve ezilen insanların dramını, umudunu, küçük sevinçlerini vermiş, onlara sevgiyle, gerçek insan sevgisiyle yaklaşmıştır.”

Yazarlığının gizlerini de şu tümcelerde vermişti: “Yazmak için yaşamak, duymak, halkı algılamak gerekir... Bir yazar için çok gereklidir halkın içinde kalabilmek... Ve halkın değişimini algılamak... eskimemek için.”  Orhan Kemal, dünya halklarıyla da buluşarak, yapıtlarıyla halkın içinde soluk alıp vermeye devam ediyor.

“Yeryüzünde insanlar ve insanların uydurma hukuku, bu uydurma hukukun tapu senetleri yokken bu topraklar gene vardı. İnsanlardan çok önce var olan bu topraklar, insanlardan önce, şimdikinden çok daha şen ve esendiler herhalde. O zamanlar da topraklar üzerinde sert rüzgarlar eserdi. Kim bilir nerelerden aldıkları tohumları bu şen ve esen topraklara getirip saçar, şen ve esen topraklar da onları bağırlarına sımsıkı alarak, yağmur ve güneşin yardımıyla çimlendirirlerdi. Çimlenen tohum boy atar, toprağın yüzüne çıkar, ürününü vererek yeryüzünü mutlu bir kardeş sofrası halinde bezerlerdi.” (Kanlı Topraklar’dan)


TOPRAKTAN, ATEŞTEN, DEMİRDEN,
HAYATI YARATANLARIN ŞAİRİ
NÂZIM HİKMET’E BİN SELAM!

Dünya şiirinin en alevli meşalelerinden olan Nâzım Hikmet’i, 3 Haziran 1963’te sonsuzluğa göçüşünün 48. yıldönümünde bir kez daha şiirleriyle selamlıyoruz.

Sınıfsal tavrı ve kişiliğinden ödün vermeden umudumuzu ve özlemlerimizi yürek potasında eritti Nazım Hikmet.  Burjuvazinin içini boşaltma çabalarına karşı, biz sesimizde, sözlerimizde, bilincimizde onun Cahit Sıtkı’ya verdiği yanıtla, sevdalımızın komünist oluşunun farkında olacağız ve hep bunu haykıracağız.

Afşar Timuçin, Nâzım Hikmet’i ve şiirini şu sözlerle anlatıyor: "O hem bir sanatçı, hem gerçek anlamda bir düşünür olarak bize her şeyden önce insanın büyüklüğünü, insan olmanın değerini öğretir. Şiiri tepeden tırnağa insandır. Ondan öğrendiğimiz bir başka şey, sanatçının bilgili olma zorunluluğudur…..Salt duyarlılık, salt sezgi, salt öngörü yetkin sanat yapıtlarını oluşturmaya yetmeyecektir. Duyarlılık da, sezgi de, öngörü de ancak bilgiyle gelişebilen şeylerdir. Nâzım Hikmet bize ayrıca şunu öğretmiştir: Gerçek bilgi toplumun ve tarihin bilgisidir, insan yaşamı zorunlu olarak toplumsaldır ve tarihseldir, buna göre gerçek insan kendisini toplumsal bir varlık olarak duyan insandır. İnsan ancak başkalarıyla insandır. Bu bakış açısı doğal olarak Nâzım Hikmet'in estetiğine temel anlamını verir, ana özelliklerini kazandırır. Onun şiiri tekbiçim, tekyanlı, tekdüze, öğretici, bildirici, kafa açıcı, adam edici, kandırıcı, insanları doğru yola yöneltici bir şiir değildir; onun şiiri toplumda olduğu gibi, insan yaşamında olduğu gibi, değişik öğelerin, tam bir uyum içinde, hatta tam bir çatışkılı uyum içinde bir araya geldiği bir şiirdir. Onun bir yerinden baktınız mı koskoca bir dünyayı görürsünüz”

Nâzım, bir sosyalistti. Anma onun şiirlerinin kökü bu topraklarda, dalları ise diyalektiktedir. Şiirlerinde geçmişle gelecek, doğuyla batı, eskiyle yeni, sona erenle yeni başlayan, ölenle yaşayan, bütün bu karşıt, çelişik durumlar bir araya gelmekte ve geleceğe yönelik olarak kendi konumlarını bulabilmektedirler. Onun önemli bir niteliği de Onat Kutlar’ın deyişiyle, “Kendi oluşturduğu yapıyı, kendi oluşturduğu şiirsel dili yıkıp onun yerine yenisini koyabilen bir şair” olmasıdır.

Nâzım Hikmet şiirinin şiirin yerleşmiş düzenini yerle bir ettiği gençlik yıllarında, dönemin yaşlı yazarlar kuşağının en aydınlık adı Hüseyin Rahmi Gürpınar, Nâzım Hikmet’e yönelik umutlarını şöyle dile getiriyordu: “Bir ideal lâzım; ideal var mı bizde?..  Her şeyden evvel bu ideali tespit etmek gerekir; yoksa edebiyata girmeyen şey yoktur. Asıl mesele onu gösterecek kudrette… Zannedersem henüz daha aramakla meşgulüz. Nâzım Hikmet bunu belki buldu. Şüphe yok ki bize öyle şiirler lazım. Bugünün, yani yaşanılan hayatın istediği şiir odur.  Son zamanlarda yalnız onu beğeniyorum. Bizim yegâne kabahatimiz felsefesizlik ve kültürsüzlük.”

Halkının arasında kendini bulmuş ve kendini halkına kabul ettirmiş büyük şairin bu üstün özelliklerini Peter Hamm, şaşkınlıkla karşılıyordu: “Yüzde altmışı okuma-yazma bilmeyen  (bu yüzden ezberleyebilmek için bu şiirleri önce birisine okutan)  halk arasında elden ele dolaşmak üzere Nâzım Hikmet’in şiirlerinin hapishanelerden nasıl dışarı çıkarıldığı hiç bilinmeyecektir.  Tutuklu Hikmet, özgür bulunan diyalektikçi Brecht’in olmayı isteyip de bir türlü olamadığını; “Halkın Ozanı” olmayı başarmıştır. Üstelik sadece kendi halkının değil, tüm dünya halklarının ozanı olmuştur. Japon balıkçı kadınları yeniden silâhlanma yarışına karşı, onun şiirlerini bildiri olarak basıp dağıttılar; Amerikalı zenciler, yaptıkları yürüyüşlerde onun büyük boy resimlerini taşıdılar; Fransa işçileri ona teşekkür mektupları yazdılar; sayısız ülkelerdeki genç insanlar, onun şiirlerini yavuklularına sevda mektupları olarak gönderdiler. Ve o geçen yılın haziran ayının üçünde öldüğü zaman, kendi gözlerimle gördüm; insanlar uzun kuyruklara girmişler, gazete bayilerinin önünde suskun bekleşiyorlar, HİKMET’in son şiirlerini, onun anısına söylenen sözleri okumak, onun son resimlerini, bu resimlerde yılmaz, açık yürekli, temiz bakışlarını bir kez daha görmek istiyorlardı.”

Nâzım Hikmet, şiirini, kendi sözleriyle şöyle belirtiyor: “Şair oldum olalı, güzel sanatlardan beklediğim, istediğim şey, halka hizmetleri, halkı güzel günlere çağırmalarıdır. Halkın acısına, öfkesine, umuduna, sevincine, hasretine tercüman olmalarıdır. Sanat telakkimde değişmeyen işte budur. Geri yanı boyuna değişti, değişiyor, değişecek. Değişmeyeni en dokunaklı, en usta, en faydalı, en güzel, en mükemmel ifade edebilmek için durup dinlenmeden değiştim, değişeceğim.”

Nâzım, şiir ve ajitasyon ilişkisini de şöyle açıklıyor: “Şuna inanıyorum ki, şiirlerimi yaşama bağladığım takdirde, bizim için kutsal fikirlere daha iyi hizmet edersin. Ama bu bağlantı, iplik görülmeden yapılmalıdır…. Zaten ajitasyon yapanın ustalığı sonunda —ki her şair bir ajitasyoncudur— onun ajitasyoncu olduğunu kimse fark etmemelidir.”

Nâzım Hikmet,  şiir tarihimiz içinde bir karlı doruk gibi dikilmekte. Nâzım’ın şiirinin ötesine geçmek isteyenler, doruğa çıkmaktan çok çevresinden dolanarak kendi doruklarını oluşturmak zorundadırlar.  Kanını, canını sanatına koyan; sosyalizme olan inancını, tadına doyulmaz bir lezzet gibi sindiren şair, bir çoban ateşi gibi, bizlere yeni isyan ışıkları göstererek, göz kırpmaktadır.

“Onlara elleriniz dokunmuşsa eğer
yedi tas su dökün ellerinize.
Yırtarak bayramlık gömleğimi ben
peşkir yaparım size...
Biz
ayrı dillerde aynı şarkıyı okuyanlar,
Biz
aynı yastıkta yatar gibi
toprağa başlarını yan yana koyanlar,
Biz,
yüzümüzün derisi koyu açık yanmış diye,
saçlarımız ayrı ayrı boyanmış diye
barsaklarımızı birbirimizin avucuna dökerek
birbirimizin gırtlağını dişimizle sökerek
gebereceğiz...
Ve kadrolar
parlatarak
kara gömleklerinin beyaz kordonlarını
gömecekler kadife koltuklara
golf pantolonlarını...”


SOSYALİZM VE SOSYALİST GERÇEKÇİLİK KAVGAMIZDA
MAKSİM GORKİ YOL GÖSTERİYOR…

14 Haziran 1938’de yitirdiğimiz büyük yazarı 73. ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz. Maksim Gorki, kimi yapıtlarıyla, ölümsüz, eşsiz bir sanatçı; kimileriyle bir öncü, yol açıcı; düşünsel ve siyasal eylemiyle ilk gençliğinden ölümüne kadar emeğin ve emekçinin yanında yer almış ve bu uğurda akıl almaz genişlikte ve çeşitlilikte bir alanda mücadele etmiş bir eylem adamıdır.

Maksim Gorki’nin yaşamı, açlık, yoksulluk ve acılarla örülüdür. Çocukluğunda ve gençliğinde yaşadığı acılar; Gorki’yi yarının büyük yazarı, içinden çıktığı işçi sınıfının evrensel sesi yapar. Sosyalist gerçekçiliğin kurucusu olan Gorki, bugünleri görebilmişçesine, “Emekçilerin sanatı olur mu?” diye mızmızlananlara inat, ömrü boyunca bu sanat anlayışının insanlığın en yüce ideallerini kucaklamaya aday tek sanat anlayışı olduğunu savunmuştur.

Öykü ve romanlarında katı ve itici olmayan bir gerçekçilik, olağanüstü bir doğallık ve insanı yormayan tasvir ve tahliller vardır. Yapıtları,  bir yanıyla dinç bir umut, insanı sarıp sarmalayan bir sıcaklık içerirken, diğer yanıyla da içten içe gizli, özgün bir hüznü taşır. Kahramanları genellikle sıradan insanlardır. Toplumun en alt tabakalarına mensupturlar. Ezilmişliğin ve horlanmışlığın verdiği kısık gözlerle bakarlar dünyaya. Ama neşelidirler; bir yandan rutubetli bodrumlarda, en ağır şartlar altında, kentsoylular için ekmek pişirir bir yandan da türkü söyler ve sevgililerinin hayalini kurarlar. Öykü ve romanlarının sonu hep o tuhaf hüzünle biter. İnsanın içini acıtan ama duyguları sömürmeyen, soylu bir hüzünle...

Büyük sanatçı, Stephan Zweig’in deyişiyle, “Rusya, kendi etinden bir ağız yarattı kendisine, kendi dilinden, kendi sözcüsünü, kendi içinden bir adamı ve bu adam, bu yazar Maksim Gorki, Rus halkının yaşamını, horlanmış, ezilmiş, canını yitirmiş Rus emekçisini bütün insanlık bilip öğrensin diye ortaya çıktı Rusya’nın dev ana rahminden.”

Nazım Hikmet ise, Gorki’ye bakışını şu sözlerle somutluyor: "Maksim Gorki, yalnız kendi halkına değil, bütün halklara yurtlarını, hürriyeti, barışı ve birbirlerini sevmeyi öğretir. Çünkü o, insanın, insanlığın geleceğinden, güzel günler göreceğinden emindir. Çünkü o, emekçi insanı, koluyla, kafasıyla çalışan insanı, yeryüzünün, gerçek, biricik efendisi sayar. O, bu insanın bu efendiliğe kavuşması için savaşmıştır. O, bu savaşa, bu bahtiyarlık savaşına insanları çağırır... Düşünüyorum: gerçekçi, halkçı ileri edebiyatımız üstünde Maksim Gorki'nin en hayırlı bir tesiri olmuştur."

“Düşüncelerini önyargılar zincirinden kurtaranlar için hapishane diye bir şey yoktur. Örneğin biz, gerekirse taşları bile zorlarız ve taşlar, biz istediğimiz için dile gelirler"  diyen Gorki, insanlar yaşadıkça yaşayacaktır. Çünkü bir yeryüzü sanatçısı, şairidir o!

“Benim anladığım şu ki, yeryüzünün çocukları hareket halindeler. Tüm dünyada, her yönden aynı hedefe doğru yürüyorlar... En yüce gönüller, en namuslu kafalar, kararlı adımlarla kötü olan her şeyin üstüne yürüyorlar, yalanı çiğneyip geçiyorlar. Gençler, sağlam gençler, dizginlenmez güçlerini bir tek hedef için kullanıyorlar: Adalet için. İnsanların acılarını yenmek içi yürüyorlar. Dünyadaki felâketleri yok etmek için silaha sarılmışlar. Bayağılıkları, çirkinlikleri yenmek için savaşıyorlar. Ve zafer onların olacaktır. ‘Yeni bir güneş yakacağız!’ demişti bana onlardan biri; yakacaklar! ‘Bütün kırık yürekleri bir tek yürek halinde birleştireceğiz!’ demişti. Başaracaklar bunu!

Adalet ve akıl yolundan ilerleyen çocuklar her şeye sevgilerini katıyorlar, ruhlarından taşan söndürülmesi olanaksız bir ateşle aydınlatıyorlar her şeyi. Çocuklarımızın tüm dünyaya karşı besledikleri yakıcı sevgi içinde yeni bir yaşam oluşuyor. Bu sevgiyi kim öldürecek, kim? Onu yenecek üstün bir güç var mı? Bu sevgiyi yaratan yeryüzüdür ve tüm yaşam onun zaferini bekliyor... Evet, tüm yaşam!”(ANA ROMANINDAN…)



NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati

ÖZLEM KESKİN:Öpersen Uyanır



ÖPERSEN UYANIR




—Havaş da tavşanlay da öley mi?
—Ölür.
—Kelebikley de öley mi?
—Ölür.
—Kuşlay?
—Ölür.
—O şaman kablumbolayla çocuklay keşin öley. İlk başta onlay öley. Hışlı koşanlayla uçanlay ölünce onlay hemen öley.
—Ölür. Herkes her şey ölebilir.
—Halak mısın havaşı öldüyhene o şaman.
—Oğlum saçmalama. Yeter!

Kendimi bile ürküten bir tonda çıkarıp sesimi püskürttüm. Derin bir oh çektim sonra; benim gördüklerimi görmüyor, benim bildiklerimi bilmiyor ve benim kadar sözcüğü yok diye. Yoksa bana daha neler yapabilirdi; düşünmesi bile felaket.

Yarım yamalak üç beş sözcüğünü öyle bir birleştirdi, beni tek hamlede devirip odanın benden en uzak köşesine gitti. Savaşı öldürmemi istedi sabah sabah benden. Korktu da öfkemden, gitti. Bakmıyor bile. Oyuncak cenderesi yaratmaya çalışırken tınısı yüksek bir mırıldanma boşaltıyor.

Bütün bir haftanın yorgunluğu omuzlarımdan kalkmamış daha. Benim miskinliğim yorgun düşüyor onun doludizgin telaşında. Öyle büyük bir gürültü ki varlığımız; tıka basa dolduruyoruz odamızı. Oysa ben pek konuşma taraftarı değilim ama o hiç susmadı kalktığımızdan beri. Odanın içinde sessizce gezinen ana oğulluğumuzu seyrediyorum ona hissettirmeden. Az önce birbirimizi öyle büyük acıttık ki; şaşkınlığımızın yanında küçük ve savunmasız duruyoruz ikimiz de.

İzin verseydi çayımı içecektim, hafta sonu dinginliğini yudumlayarak. Şimdi çayı düşünmek ne, bir kalkan arıyorum kendime. Kalabalık sözcüklerimi yokluyorum; onun sakin, dingin, eksik ama sağlam çarpan üç beş sözcüğüne yanıt olsun diye. Yorgunluk çöküyor üzerime. O mu bıraktı bana her yerime batıp çıkan bu dikenleri.

Bağırmayıp da ne deseydim ona:

“Savaşın canı yok oğlum, öldürülmez. Herkes bir parça savaş. Herkese biraz yutturuyorlar. Herkes giriyor işin içine. Herkes biliyor aslında. Ya da herkes, herkes, herkes…”

Yok toparlayamazdım. Yıkamazdım güçlü anne görüntümü. Ne derdim o zaman; “Rahat ol oğlum sen korkma. Öldürürüm ben o canavarı boş bir vaktimde.”

Bırakmazdı ki peşimi. Her gün sorardı. Her gün yoklardı. İnsanları kucak kucağa, kahkaha fırtınasında görmedikçe inanmazdı. Yürüyen, büyüyen, gülen, nefes alan bir barış isterdi benden.

Gök gürültüsü konusunda başıma gelenleri unutmadım henüz. Onu da öldürmemi istemişti. ”Öldürdüm” demiştim. Yeniden duyduğunda “Yalancı, yalancı” diye dönmüştü etrafımda. İsteklerinin peşini sürüyor o. Ayrılmıyor yanıtların ardından.

Yeni bir hamle planlıyor olmalı. Gözlerini dikmiş bana. Odanın ortasında çarpınıyor bakışlarımız. Tedirginim. Bekliyorum.

Sekerek geliyor yanıma. Az şişirilmiş bir balon yumuşaklığında değdiriyor elini yüzüme. Sanırım arayı düzeltmeye çalışacak.
—Anne. Şaykımı höyliyim mi hana?

 Neyse ki biliyorum bu sahneyi:
—Söyle oğlum sen. Dinliyorum ben seni.

Şarkı söylüyor bana. Mırıldanmıyormuş. Demek bozuştuğumuzdan bu yana dönüp dolaşıp aynı şarkıyı söylüyormuş:
“Elleyim tombih tombih,
Kiylenince çoh komik”

Sesi rahatlatıyor beni. Eşlik ediyorum şarkısına. Gülümsüyoruz birbirimize.
Rastlantısal bir ayrıcalığı bölüşüyoruz ikimiz. O bundan habersiz. 
—Höyliyim mi yine? Diyor.
—Söyle oğlum, diyorum.
Şarkı söylüyoruz.

—Anne, anne.
Ne zamandır dürtüyor bu parmaklar beni?
—Anne eymek vey.

Ekmek istiyor. Çoktan bitmiş şarkısı. Mutfağa yürüyoruz beraber. Büyükçe bir ekmek parçasına çikolata sürüp veriyorum. Seviniyor çikolatalı ekmeğine. Bana neler yaptığının farkında değil. Kocaman açmış gözlerini, kucaklıyor sanki beni. Ben ekmekle onu resimliyorum bir kerede.

İçeri geçiyoruz el ele. Onun yarım kalmış bir oyunu var belli. Hemen ayrılıyor yanımdan. Ben koltuğa oturur oturmaz ana olmazdan çok önce analığıma açılmış yaranın ekmekle anacağım acısını duyuyorum. Zilan’ın gülüşü gelip oturuyor karşıma. Benim bildiğim yerlerden çok uzakta başka bir toprakta yaşıtımdı Zilan. Dilimi bilmezdi ama su gibi, kuş gibi, aydınlık gibi bir sesi vardı. Kalabalığımdı o benim. Beni severdi. Çok uzaklardan geldiğimi, dilini bilmediğimi, onu hiç anlamadığımı bile bile. Hatta onun olmasa bile çocuklarının dilini değiştireceğimi bile bile severdi beni. Dillerinin ötesinde bir şey vardı onun gözlerinde. Candı, canımdı Zilan.

Yaşıtlarımız genç kızdı daha. O tam beş çocuk doğurmuştu on dördünden bu yana. Biri de karnındaydı onu tanıdığımda.

Bir gün düşüp yandı bir tandırda. Çocuklarına yavan ekmek yapmak adına... Burnumu sızlattı köye dolan yanmış Zilan kokusu. Canımı en yakanı, o akşam çocukları analarını yakan tandırda analarının pişirdiği ekmeği yediler. Anasız uyunuyordu. Uyunacaktı. Ama aç uyunmuyordu.

O günden sonra da gördüm, hep gördüm ben onları. “Katil” demediler yediler ekmeği.

Zilan analığa açılan yaram, Zilan yavan ekmek için ölen anam. Zilan gelmiş oturuyor karşımda. Gülüyor bana. Bakıyor. Gülmenin, bakmanın, sevmenin dili yok. Silinsin diye içimden yanık kokusu, gülüşünü kokluyorum.

Zilan’ın küçük oğlu; Şivan, benziyor muydu benim oğluma? Hatırlayamıyorum. Oysa ezberlemiştim ben onun yüzünü. Annesinin öldüğü gece sararken onu acemice “Nan bukhe mualim”[*] demişti durmadan. Yeni konuşuyordu. Benim oğlum yoktu o zaman. O büyümüştür şimdi. Unutulmuş köyünde patlayan bombalara anlam veremeden. Unutmuştur çoktan anasının dilini. Büyümüştür tabii; yarı kâbus uykularında her gece duyduğu silah seslerinden kendi içine sinerek Kim bilir baskın gelip silahlara, gök gürültüsü avutmuştur onu belki. Oysa yıllardır uyutuyorum ben oğlumu sessizce. Ne çok isterdim oğlumu Şivan’la yan yana görmeyi. Ama bu süreç yaşanırken korkutuyor beni onların yan yanalığı.

Ya bir gün birileri, bu lanet kıyımın bir parçası yaparsa oğlumu? Oğlum neden gittiğini bilmediği bir toprakta öldürürse Şivan’ı? Şivan vurursa oğlumu? Bilmezlerse analarının birbirini, konuşmadan gözleriyle nasıl sevdiğini?  Korkuyorum.

Ya bir gün insan bedeninin kopan parçalarından zevk almayı öğretirlerse oğluma? Parmak koleksiyonu yaparsa benim renkli ve küçük kâğıtları biriktirenim. Kendinin olmayan bir savaşta soyunursa oğlum ölü sayısına endeksli bir kahramanlığa?

Ya da; en az oğlum kadar umutla büyütülen başkalarına parçalatırlarsa oğlumu. Toplayıp parçalarını bir merasim tabutuyla gönderirlerse küçük kuğumu? Ya bozarlarsa bizim sevdayla düşlediğimiz oyunu. Ben oğlum Şivan’la hiç acemilik çekmeden oynasın istiyorum.

Nereden getiriyorum bütün bunları aklıma. Nefesim daralıyor. Oğlum gözümün önünde oynuyor. Caniye benzer bir yanı yok. Oynuyor pamuk yumuşaklığında.

Bu yetmiyor ama. Şimdilik benzemiyor caniye ve Şivan’dan habersizim hâlâ.  Zilan bu işi bana bırakıp gitti. Ondan devraldım ben çocuklarımıza öğreteceğim kardeşliği.

İçimi kendime sığdıramıyorum. Yapmam gereken bir şeyler var eksik kalan. Evin dağınıklığını, işi gücü, alışverişi bırakıp bir kenara, dışarı atmalıyım kendimi. İnsanları bir bir dürtüp haykırmalıyım:

 “Eğer hiç rahatsızlık duymuyorsanız olan bitenden, yılan size dokunmamışsa henüz; ninenizi bir mülteci kampında saydam gözleriyle bakınırken düşünün. Annenizi getirin aklınıza, alyansını bozdurup üstüne para vererek kendini insan tacirlerine satarken. Ya da bunları yapamadan her ikisinin de kıskıvrak öldüğünü. Sevdiğinizin güzel bedenini getirin aklınıza, içini organ soyucular boşaltmış. Sonra can parçanız çocuğunuzu düşünün; ölmüş varlığının başında onu içinizde saklayacak yer bulamadığınızı ve ellerinin ellerinizde soğuduğunu. Binbir renkli sesinin sustuğunu düşünün. İnanın o zaman bin yaşatamazsınız o yılanı.”

“Çocuklarımızı katil yapacaklar ya da kuytularda vuracaklar, oyunlarına kan bulaşacak”diye bağırmalıyım.

—Halaklay öldüyhenişe havaşı.

Akıl almaz bir titreme sarıyor bedenimi. Ana oğulluğumuz yok ortada. Korkup sinmiş bir kenara. Oğlumun gürültülü varlığı bile bulanık gözlerimde.

Bakıyorum sadece. Görmek işini beceremiyor gözlerim. Odamızın bir saat önceki dinginliğine dönmeye çalışıyorum. İplerim gerilmiş, elimde değil beceremiyorum.

Hayal meyal görüyorum oğlumu. Zeliş’i tutmuş elinden sürükleyerek getirip çarpıyor kafama. İlgi istiyor. Halen farkında değil nelere sebep olduğunun. “Ah bana neler yaptın çocuk? Ne acımasız sorguladın. Söyler misin içime ne batırdın? Acıya acıya eriyorum ben.”

Zelişli darbeler iyi geliyor biraz. Aydınlanıyor görüş alanım.

Kara derili oyuncak bir et bebek Zeliş. Doğduğunda babasıyla aldığımız ilk oyuncaktı. İnsanları renklerinin dışında sevsin, adı başka rengi başka insanlar var bilsin diye.

Zelişli bir oyun kuruyoruz hemen. Misafircilik oyununda çay içiyorlar şimdi.

Tam o anda dehşet bir patlama saldırıyor kulaklarıma. Duman ve barut kokusu kaplıyor her yanı. Akıl almaz bir ağırlık çarpıyor bedenime. Sıcacık bir şeyler akıp gidiyor içimden. Yavaşça açıyorum gözlerimi. Bir elinde tabanca diye kullandığı bir sopa, bir eli Zeliş’in kara eliyle el ele yıkılıyor ayaklarımın dibine. Filmlerde gördüklerini oynuyor şimdi.

Sanki çok uzaklardan koşarak geliyorum. Soluk soluğa varıyorum yanına. Sanki neden ve kimler arasında yapıldığını bilmediği bir savaşta biri vurmuş bebeğimi. Sanki kana karışmış yatıyor bebeğim elini tuttuğu kara derili bebekle.

Her yanı kan yatıyor bebeğim. Peki hangisi benim bebeğim? Hangi acı benim? Hangi cinayet? Ölmüş çocukların açık kalan gözleri hep aynı bakıyor. Seçemiyorum. Feryadım dili başka kadınların feryadına karışıyor.

 —Pomba geydi öydük. Öpeysen uyanıyış.

Öpüyorum, milyon kere öpüyorum. İkisini de öpüyorum. Bütün insanları, insanlığı, tüm dünyayı öpüyorum. Fotoğraflamak kaldırıyor mu acıyı? Hangi intihar bitirebilir utanca tanık olmanın ağırlığını? Kana kana emziriyorum Sudan’da akbaba tarafından ölümü kollanan kızı.

Yaşlar sel oluyor gözlerimde. Hıçkırığımda boğulmak üzereyim. Saldırıyorum acemi analığıma. “Neden?” diyorum. “Neden ölü doğurmaya devam ediyoruz sancılarda kıvrana kıvrana? Barışı mayalasa ya rahmine her ana.”

-Öşüy dileyim annecim. Şaka yaftım.Şaka.

Durduramıyorum kendimi. Korkarak bakıyor bana. Yaşadığı üç yılın sağlamlığıyla sımsıkı tutuyor elimi.

-Şiiy yaş hadi, güyütü yafmam, höş.

Payıma şiir düşüyor, şiir yazıyorum.

“İkimiz” diyorum.

“Geceleri gizlice kalkalım oğlum
Yeryüzündeki bütün silahları kukla yapalım
Renk renk boncuktan gözleri olsun
İplerden saçaklı saçlar takalım
Kocaman gülen ağızlar boyayalım
Öpmeler konduralım  herkese
Öpmeler uyandırsın sevgiyi”

Oğlum, şiirimin bittiği yerde başlıyor şarkısına:

“Elleyim tombih tombih,
Kiylenince çoh komik”
  
ÖZLEM KESKİN
_____________
[*] “Ekmek ye öğretmen”

ADNAN DURMAZ: Sahipsiz Mezarlıklarla Konuşma




SAHİPSİZ MEZARLIKLARLA KONUŞMA





Kurumuş kangallarda mecalsiz bir güneş
Rüzgarda zaman kırıkları savrulur
Kekiklerin saçlarında darmadağın sonbahar 

Onlar ki analarından günahkar doğdular
Süründüler sürüngenler gibi karın karın
Ödeyemediler bütün korkularıyla cezalarının kefaretini
Ey ki siz
Türkülerinin bir yanı yanık olanlar
Yüzlerinde kırış kırış acının tarihini taşıyanlar
anlatılmamış masalların kahramanları eyy
Hani o sarı dişlerinize benzeyen yosunlu taşların duldasında
Adı sanı belirsiz -esamesi silinmiş
Tutsak ömürlerinden ölümle kurtulanlar 

Akşam yorgun ırgatlar gibi gelince bozkıra
Çökerince mecalsiz bulutlarıyla imanı gevremiş
Sarı anızlar gibi savrulan ömrünüzden
Bozkırlar boyunca bitmez bir köleliği bırakarak
Gittiniz bu dünyadan ey ki siz eyy
Destanların kahramanı sevdaları binyıllara taşanlar
Ferhatça dağ delenler kerem kerem yananlar
Anasından zincirlerle doğanlar
Yılan sokmasından kızamıktan ve göçen damların altında ölenler 

Yetmez benim bu şair gözlerime yetmez
Ruhunuzu şad edip dönmek
Hititli bebeleri gördüm fyrigyalı genç kızları
Binyıllardan omuzları yanır olmuş bedenim
Saltanatlar yükseltenler kanla kararak canı
Kıran gibi yağma ordularıyla
Veba gibi geçenler canları talan edip
Hala oradalar işte hala oradalar
Kara yazgılar kör talihler
Aşkların katili zındanların zulumların faili
Yetmez benim delik deşik kalbim bu acıyı taşımaya
Ki ağlarım
Öfkeli bir güneş gibi
Yana yana
Kırılmış bir ay nasıl ağlarsa
Geceler ortasında 
Mechul kahramanlar oldunuz
Kayatı okumadan bildiniz ey yarenler
Teriniz satıldı ırgat pazarlarında
Üryan geldiniz
Üryan gittiniz 

Namus korudunuz canınızla
At pisliğinden arpa seçip yediniz savaş alanlarında
Görülmemiş direndiniz
Bilmediğiniz topraklarda kaldınız
Ki öyle
Ölümler şaşırdı inancınıza
Çünkü ölüm baka kaldı türkülerinize
Öldünüz öldünüz
Dirildiniz 

Kurumuş kangallarda ırzına geçilmiş akşam
Saralı bir rüzgar titriyor hazan yapraklarında
Ne dua ederim size
Ne de rahat uyuyun derim
Bilsem de cehennem yaşadınız bu dünyada
Gel gör ki
Zulme bırakıp gittiniz zulm altında yaşadığınız bozkırları 

Uğruna kelle koyduğunuz ne varsa
Talan edildi
Tecavüze uğradı uğruna öldüğünüz ne varsa 

Başka sözüm yok
Ağıtlarınızla türkülerinizle
Ve dünyalar kuran nasırlı avuçlarınızla
Ve dağlar deviren öfkelerinizle
Dua beklemeyin benden 


Elimden bir şey gelmiyor işte
Acı ve kan pahasına
Bırakıp gittiğiniz ne varsa
Öpüp ağlamaktan başka
Suskun
Ve akıtmadan tek bir damla
Yalnızca çürümüş parmaklarınızı
Öpmek isterdim mümkün olsa 


ADNAN DURMAZ


YAŞAR DOĞAN:Dizlerin Gowendi—MEHMET RAYMAN: Karam




DİZLERİN GOWENDİ



İBRAHİM BALABAN
Künh gözlerinde ruhi türkü
Işık gölünde yüreğimi söktü kökünden
Bir canım çölde çığ çılan
Öteki yalpalandı yalın ayak
His sandalların mafsalında ayaklanarak
Bayıldım da kendime geldim
Ahh ne kadar da uzakmışım kendimden! 

Artık arştan ödünç aldığım bu can
Burçlar gondolu altında sana bir borç
Hanı sevip öpsem seni
Bu ömrü törpüleyen köprülerde
Sevdam boynunun kolyesi
Taşıyabilir misin beni ardışık
İnsana inancım kaybolmuş
Dizlerimi hissetmediğimde
Sen ve ben bir halede karmakarışık! 



YAŞAR DOĞAN (Lolan)




KARAM




işçileri iniyor
yerin dibine
ellerinde kazma kürek
patlamaya hazır
içine çektiğin hava
balon yapıyor yüreğine

yol olur
karpit lambanın ışığı
damarın gidişine
kaptırır kendini
bir kıvılcımın
neye mal olacağını
düşünemez gayrı

onca ağırlığı taşır
soluk almadan yer kabuğu
dünyanın taşı toprağı üstünde
şafak sökmek üzere
sakın ipin ucunu kaçırma

yerin dibinden bile
el sallar kara tren yolcularına
ellerim kara üzüm yaprağı
mevsim meleziyim
dayanırım her güçlüğe


MEHMET RAYMAN

BEKİR KOÇAK: Değer Bilmezliğe Açık Pencereler




DEĞER BİLMEZLİĞE AÇIK PENCERELER






haykırıyor öksüzlüğü kimsesizliği ülkem
değer bilmezliğe açık pencereler kıskançlığa
gözden yüreğe mecburiyeti hüznün
aynı hikayenin bir çok yerinde
kesişen yollarımız
bıraktığımız sevgililer
yorgunuz acımızla
öfkemizle kırgın
ters giden bir şeyler var
gönlünde halkın
susan değerler
yaşamın olmazsa olmazı inkar
geçer akçe dalkavukluk
doldurur çok boşluğu
konuşur gülümser küfür gibi
ortak adların çekiminde ruhlar
döner ummadık zaman diliminde
ötelerden sürüp gelse de ayrıcalık
kapımız tan vaktidir çoğu zaman
küheylan soluğu yanık
oturur taş avlularda ikindi serinliği
acemi kuşluk
eşkiya yoklaması devri zaman
suyumuza ekmeğimize zoraki konuk


dağ adları vardır adına yüce
yiğidine dost
garibana korunak
insan kendine firari olunca ancak
yakışır düş akşamlarına
ince sızılarında ömrün
dönüp durmak
o dağlar işte kalbi tufan
devri devre bağlar
patlar günün birinde
soluğunu sesini arar
adı ne olursa olsun
üstünde fırtınalar kor ateş
genç sevdalılar
say ki ferhat şirin
yara kabuk tutmaz
kırılır namerdine gammazına
kini karıştırmaları yokmu sevdayla
kapı kapı pusu tutar gece kuşları
rengini sormaz insanın
dilinden anlamaz


satamam bakışlarımı
kalp atışlarımı
sevgisi eksik ülkeme küs
çekse ellerini ellerimizden
umarı bulunur kanayan yaralarımızın
onların beslemesi ''ben''ler
katlettiler ''biz''i utanca kül
sen ben dedikçe kolsuz kanatsız
biz siz tutsaktır onlara
bakıpta olanlara
böyle gelmiş böyle gider derseniz
küçülür coğrafyamız
kesilir sesimiz


ezberledim yönleri
ırmağımı dağımı denizimi
çocuklarıma miras aktan çok kara
birlikte çıkalım desem de yolculuklara
ömrüm vefa etmez
sözüm de geçmez umuda
öğüdüm o ki iyi belle bu toprağı
hitit'i friğ'i konar göçerleri
illaki yaratacaksan bir tanrı
baş köşeye koy insanı
ateşinle canları yakma
tenleri ısıt
ne karanlığın gözü ol
ne yalanın sözü
''ben'' diye başlayan başa
itibar etme haşa
o kendince tanrıdır
değilse de sanrıdır



BEKİR KOÇAK


HASİBE AYTEN: Deniz de Yanar—ERCAN CENGİZ: Beş Dilde Birden




DENİZ DE YANAR



acının cevheri
nar kabuğu gibi buruk
çöl kumu gibi yakıcı
panzehir mi zehir mi
ihanet mi sevgi mi
cam kırıkları doldu
gül ormanıydı yürek 

zehirli bıçağınız
kesemez usumuzu
nar ağaçları
dökmesin çiçeğini 

şiirim şiir olalı
böyle sevgi gördü mü
böyle zakkum yedi mi
kardelenler açarken 

masal düşten çıkmalı
girmeli romanlara
aşk da burdan gitmeli
denizleri yakmalı


HASİBE AYTEN




BEŞ DİLDE BİRDEN



yırtığını dikmeye geldi örümcek
evcil dağ keçisi kayaya diklensin hele
deremiz yeşil akardı eskiden
ve ormanlarımız daha da gür
patikalara bakardı
şafaktan şafağa kalkardı köylüler
elleri sıcak yüzleri güleç
güneş içilirdi gün boyu
şimdi devletin o kuru borusu
yürekten yüreğe oturur
kara mı kara yukarıdan aşağıya
parayı görünce mübarek
tek dil tek ırk bir yana
beş dilde birden öttürüyorlar 


ERCAN CENGİZ


ŞİYAR BUZCU: Şarapname…



ŞARAPNAME





Bütün yolların başlangıcına ve bitişine mendil ıslattığımız bir aşka aittik bir zamanlar
Kavurucu sıcaklarda akşam karanlıklarını bekleyen bir çift turnanın gözlerinde büyürdük
Zehir gibi özlemlerimiz,ekmek gibi,su gibi sevmelerimiz büyürdü ufuk çizgimizde
Zulümler habersiz gelmişti gözyaşı bulutlarıyla,sağanak sağanak yağıyordu üzerimize
Filize düşen ilk çiçekleriydik biz,iki sevdalı yüreğin bir milimlik teğetiydik
Vakur düşlerimiz büyürdü,senin işlemeli çeyiz sandığında,benim şiir defterimde

Ahşap bir pencerenin gözlerinden seyrederken geride bıraktığımız yaşamı
Kaldırımlar ıslanmış camdan düşüyordu aşağılara doğru her bir damlası
Zifiri karanlıkların döşünde bir yangın alevlenecek sonra gökyüzüne
Sevdamızın tanığı tanrılar şahitlik edecek, meleklere görev verecek
Bir cenneti bahşedecek, baş köşeye oturtacak ikimizi

Ey saçları ipekten olan sevgili;
Şehrin kızıl panjurları vurmuştu sokak başlarına
Aydınlatıyordur her bir yanı
Siyahın gölgesine aldanmıştı mor yüzlü kelebekler

Anlatması zor, dile getirmesi imkânsızdı bu sevdaya dair ne varsa
Şiirler yetmiyordu, türküler iştah kabartsa da suskun kalıyorlardı
Anlatması zor, zincirlere vurulmuş bir yüreğin gövdesinde saklıydı
Ağırdı, vebalini üstlenemezdi dudaklarım…

Negatif umutlara kan aranıyordu ölüm döşeklerinde
Bir tutam karalar çalınıyordu yârin yollarına
Ağıtlar yakılıyordu hasretine gurbet akşamlarında
Romatizma ağrıları düşmüştü dizlere
Dermansız düşlerin yurduna göç eylemişti
Geyik çığlıklarında yükseliyordu hoyratlar
Örgütleniyordu gülüşler
Eylem hazırlığında yürüyüşe geçerdi iki satır Şiir
Hüznün bayrağını taşıyordu gönül mavraları

Yasaklanmış mutlulukların ütopyasında ince bir sızı, bir çift göz, kurumuş dudak
İntihar uçurumlarında kurulu masada bir şişe şarap, iki dolu kadeh
Dini imanı aşktır lanet gönlümün
Sevdadır palazlanmış avuçlarımda
Sabahtan akşama içerim, içerimde sen / Yoksun oysaki sen
/
Sarhoşluk kar etmez uçurumun en diplerine düşmeye
Düşüyorum şişenin dibine, ayrılığına içiyorum
İnadına sarhoş oluyorum gözlerinde / Yoksun oysaki sen

Meğer, meğer sen hiç olmamışsın sevgili
Ben
Meğer ben… Neyse sevgili
Şaraba devam edeyim, paklarsa beni şarap paklar…


ŞİYAR BUZCU