Merhaba,
Emeğin Sanatı olarak çalışmalarımız sürüyor. Son 2 şiir e–kitabıyla (Bahara Gebe Düşlerim / SEVGİNAZ İNAL, Dene ve Yenil/UYSAL HİMMET ASLAN ) birlikte Emeğin Sanatı E-Yayınevi 14 e-kitabı okurlarıyla buluşturdu.
Etkinlik alanımızı genişletmek, okurlarla interaktif ilişkiye geçmek için düzenlediğimiz eleştiri etkinliği ne yazık ki, okurlarımızda ve yazarlarımızda yeterince yankı uyandırmadı. Bu gerek bizim, gerek okurlarımızın, gerekse şair ve yazarlarımızın eksikliğidir.
Şiirin dar sokaklarında özgürce ilerlemeyi başarabilen şairler; ne yazık ki düz yazının bulvarlarında tökezliyorlar galiba… Bu bir eksikliktir…
Hayata müdahil olmak adına şiir yazan şairler, şiire müdahil olmak adına şiir yazısı da yazabilmelidirler. Bu alanı burjuva şair ve yazarlarına terk edecek olursak, bu konuda şikâyetçi olmanın da bir yararın olmayacaktır.
Kendi şiirimizi, Anadolu’nun içinden fışkırarak büyüyen şiiri yazarken, bu şiirin manifestosunu da yazmak gene bizlere düşecektir. Bunu burjuva şair ve yazarlarından bekleyemeyiz…
Not: İnternet sorunu nedeniyle dergimizin tamamını 15 Şubatın ilk saatlerinde yayına sokamadık. Okurlarımızdan özür dileriz.
Ürünlerini Emeğin Sanatı e-yayınevi aracılığıyla e-kitaba dönüştürmek isteyenler, e-posta adresimize başvuruda bulunabilir. E-Kitapların tamamını http://issuu.com/emeginsanati adresinden okumanız mümkündür.
Ali Ziya Çamur
BU SAYININ SAVSÖZÜ
Şiir, hayatla bir hesaplaşmadır. Tarihi ilerletmenin dinamizmi hesaplaşmadan geçer. Kendi kendisiyle hesaplaşmayan birey, kendi geçmişiyle hesaplaşmayan toplum, kendi geleceğini bulamaz. Bunun için, şiir, hem bireyin kendisiyle hem de toplumun kendisiyle hesaplaşmasının - yüzleşmesinin bir aracıdır.
Şiiri terbiye etmek zordur. Şiir hayata rağmen bir gürültüdür çünkü. Hayatın saldırısına direnebilmek için, hayatı içine alan bir gürültüdür şiir. Kendi içinde döver o gürültüyü, terbiye eder. Şiirin bağımsız bir varlığı, bir tözü yoktur. Bir şiir, ancak, okuma eylemi içinde varolur.
Şair, kırılgan ve naif bir öykücüdür. Şair, hayatın kırılgan ve naif yanlarına karşı, dalgakıran vazifesi gören bir düş gezginidir. Hayata ait şeylerin şairi sürüklediği yerde, şair, kendi tedirginliğinin gölgesini de gezdirir. Şairin kendi tedirgin gölgesini gezdirdiği yerde, yaşadığı "hikaye" hayata şiir olarak yansır.
Şair, hayatın belasına yakalanmamak için, kendisi bela aramaya giden kişidir. Şair, hayatın içinde sorun çıkaran kişidir ve o sorunu şiirin içine alır. Kendi güvencelerini hep tehlikeye atar, güzelliğin yücelik haline gelmesi için sakillikten vazgeçer. Şiir bir kavgadır çünkü. Verili hayata karşı açılmış bir kavgadır ve kesinlikle bir uzlaşma imgesine dönüşmez / dönüştürülemez. BAYRAM BALCI
YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ
TYS DİYOR Kİ; “YARIN BUGÜNDÜR!”
Türkiye Yazarlar Sendikası, içinden geçtiğimiz döneme ilişkin olarak "Yarın Bugündür!" başlıklı bir basın duyurusu yayımladı:
"Yarın Bugündür
En büyük acılar, kaygılara döndü
Ölüm çanları kimin için çalıyor soran yok
Doğru insanların ömrü tükeniyor
Başına takılan çiçeklerden daha çabuk
Hasta olmadan ölüveriyor insanlar.
W. Shakespeare (Macbeth’ten)
En büyük acılar, kaygılara döndü
Ölüm çanları kimin için çalıyor soran yok
Doğru insanların ömrü tükeniyor
Başına takılan çiçeklerden daha çabuk
Hasta olmadan ölüveriyor insanlar.
W. Shakespeare (Macbeth’ten)
Hitler’in propaganda subayı Joseph Goebbels, yakmak için Berlin meydanlarına yüzlerce kitap yığmıştı. Kitaplarının bu dağ yığınında olmadığını gören bir yazar şöyle haykırıyordu: “Benim kitaplarımı neden yakmıyorsunuz?” O kitaplar içinde olmak her yazar için bir onurdu. Çünkü kara propaganda, Nazi Almanyasında Faşizme karşı direnmeyi öğretmişti onurlu aydınlara.
Diktatörel her iktidar, kendi kara, kanlı egemenliğinin sözcüsü bir Goebbels yaratmıştır. Siyasal-toplumsal esenliğimizi sağladığını savlayan bu sözcüler, toplumsal-siyasal-kültürel yaşamın her alanına karışmayı “geleceklerinin bekası” için zorunlu görürler. Heykelleri yıkarlar, filmleri yakarlar, kitapları yasaklarlar.
Böylesi günlerden geçiyoruz. İktidarın kültüre saldırısı, geçtiğimiz günlerde bir bakanının sözleriyle görülmüştü. Bir cunta generalinin ağzıyla konuşan bakanın sözleri, bugünün kara siyasetinin gerici “kültür terörü”nün de göstergesiydi.
Sanata, kültüre yönelik saldırıların yeni olmadığını biliyoruz. Kendileri gibi düşünmeyen herkesi susturmak istiyorlar. Tehditle ya da ölümle. “Köpeklerin bırakılıp taşların bağlandığı” bir ülkede yaşıyoruz.
Hrant Dink’in beş yıldır süren davasından çıkan kararla da bir kez daha gördük bu oyunu. Derin devlet, derin nimete çevirdi katillerin geleceklerini ve vicdanlarımızı yaralayan bir “yargı terörü”yle siyasallaşan adaleti ülke tarihine armağan etti.
Öte yandan da ülkenin başbakanı, kendi düşüncelerinin taşıyıcısı bir gazetenin yıldönümü gecesinde tüm muhalif basını yeniden karşısına aldı. Onları “darbecilikle, tacizcilikle, polis katilliği” ile suçladı. Basın, ifade ve düşünce özgürlüğünün başbakanın siyasal öfkesine kurban edilmesi bizleri bir kez daha yaraladı.
Yurttaşını düşman bilen bir yargının, siyasal iktidarların eli kandan asla kurtulamaz. Uludere’deki halk kıyımı, Diyarbakır İçkale’de derin devletin JİTEM toplu mezarları, Mutki’deki ölüm çukurları da böyle söylüyor. Dersim kırımından özür dileyen bugünün iktidarı, 1915 Nisan belleğini ve seksenlerin, doksanların yargısız infazlarını, gözaltında kayıplarını silmiş görünüyor.
Halkın iradesiyle yönetime gelen belediye başkanlarını, onurlu gazetecileri, avukatları, aydınları kendi rejimi için tehdit gören bir iktidarın ülkeyi götüreceği, götürdüğü yer, diktatörlük değil midir?
Biz yazarlar; bu siyasal, yargısal, toplumsal baskıların ülkemizin kara yazgısı olmadığına inanıyor ve bu kuşatmaya karşı yazarak, düşünerek direneceğimizi bir kez daha kamuoyuna duyuruyoruz.”
PEN: “TÜRKİYE'DE FAŞİZAN SÜREÇ GÜÇLENİYOR”
PEN Uluslararası Yönetim Kurulu Üyesi Tarık Günersel, 3 Şubat’ta PEN adına bir açıklama yaptı: Açıklamanın metni aşağıda:
“Basın özgürlüğü bakımından Türkiye 178 ülke arasında 148. sıraya düştü. Eleştirel düşünen yazarlar, gazeteciler, çevirmenler üstünde artan baskı dünya çapında tepkiye yol açıyor. Evrim teorisine düşmanlık güçleniyor. "Toplum değerlerine aykırı" gibi faşistçe gerekçelerle sanat eserleri kaldırılabiliyor. "Dinî değerler" öne sürülerek soruşturma açılabiliyor. Oysa "dinî değerler" elbette eleştirilebilir.
PEN Türkiye Merkezi'nin altı üyesi farklı gerekçelerle tutuklu: Mustafa Balbay, Muharrem Erbey, Nedim Şener, Ahmet Şık, Halim Yazıcı, Ragıp Zarakolu. Onur Üyemiz Dr. İsmail Beşikçi bir makalesinden ötürü 1 yıl 3 aya mahkûm edildi.
Şiddete daima karşı çıkan Beşikçi, Kürtlerin hakları ilgili görüşlerini yazmıştı. Nobel Ödül Töreni'ndeki Türkçe konuşması ile milyarlarca insanın ilk kez Türkçe duymasını sağlayan üyemiz Orhan Pamuk mahkûm edildi -"Türklüğe hakaret" suçlamasıyla. PEN Onur Üyesi Hrant Dink'in katli ve sonrasındaki rezaletler zinciri ortada. Maraş Kıyımı kitabı ile önemli bir katkı yapan Aziz Tunç tutuklandı.
Türkiye'de on yıllardır beyinsizleştirme operasyonları yapılıyor, yapılmakta. Sayısız aydın, bilim insanı tutuklu ya da tehdit altında. Eleştirel siyasetçiler hapiste ya da hapse yaklaşıyor.
Dünya demokrat kamuoyu Türkiye'yi böyle görüyor. PEN bütün dünyada demokratikleşmeyi edebiyatın özgürce gelişmesi bakımından hayati sayar. Birey terörü ya da örgüt terörü devlet terörü için mazeret olamaz.
Laik ve demokratik bir Türkiye ifade özgürlüğü için gerekli. Oysa her iki boyutta da gelişme değil, gerileme var. Çözüm laik ve
demokratik bir ülkede yaşamak isteyenlerin güç birliği ile mümkün. Türkiye'nin laiklik yanlısı demokratları yalnız değil.”
ANKARA ÖYKÜ GÜNLERİ, KALDIĞI YERDEN DEVAM EDİYOR...
Ankara'nın kültür-sanat hayatında önemli bir yer tutan Anka Öykü Günleri'nin 12'ncisi, 5 yıl aradan sonra 10 Şubat Cuma günü başladı. 50'yi aşkın yazar 5 gün boyunca öyküseverlerle buluştu.
1997 yılında öykücü Özcan Karabulut’un girişimiyle temeli atılan ve aralıksız olarak 11 yıl süren Ankara Öykü Günleri, 5 yıllık bir aradan sonra yeniden Ankaralı öykü ve edebiyatseverlerle buluştular. 10 Şubat Cuma günü başlayan etkinlik 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nde sona erdi.
CEZAEVİNDE ELLE HAZIRLANAN
ÜMÜŞ EYLÜL DERGİSİNİN 2. SAYISI ÇIKTI
ÜMÜŞ EYLÜL DERGİSİNİN 2. SAYISI ÇIKTI
Tekirdağ Cezaevindeki devrimci tutsaklar tarafından elle hazırlanan 3 aylık ÜMÜŞ EYLÜL Kültür Ve Sanat Dergisinin 2. sayısı çıktı.
Derginin sunu yazısında dergiyle ilgili şu açıklamalara yer veriliyor:
“Mart ayına henüz var; fakat derginin üç aylık olması dolayısıyla mart ayını da kapsaması nedeniyle kadınlarımızın 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü ile Kürt halkı şahsında, tüm halklarımızın Newroz Bayramını en içten dileklerimizle kutluyoruz.
Bu özel-güzel, anlamlı günlerin; yaşam gereklerinin mülk edinilmemiş olduğu, her yerde üretim-tüketim/yaşam ortaklığının hüküm sürdüğü, üretim ve tüketimin yeryüzündeki tüm birey ve halkların ihtiyaçlarına göre planlı bir şekilde gerçekleştirildiği bir dünyanın habercisi olmasını diliyoruz.
İnsanların; duvarlar, demir parmaklar arkasına kapatılmadığı, hapishanelerin bulunmadığı; insanın insan eliyle ölmediği bir dünyanın…”
Meraklısı için not: Derginin adında bulunan Ümüş, cezaevinde ölüm orucunda ölen bir kadın devrimcinin adıdır.
Ümüş Eylül’ün 2. sayısını aşağıdaki adresten e-dergi olarak okuyabilirsiniz:
ADNAN YÜCEL ŞİİR VE ÖYKÜ FESTİVALİ DÜZENLENİYOR
Yapı Sanatevi; ölümünün 10. yıldönümü dolayısı ile sosyalist şiirimizin önemli isimlerinden Adnan Yücel’i genç kuşaklara tanıtmak, onu ve eserlerini geniş kesimlere solutmak, kişiliğini, düşüncelerini ve yapıtlarını gelecek kuşaklara aktarmak hedefiyle, Adnan Yücel Edebiyat ve Sanat Festivali düzenliyor. 8-9-10 Haziran 2012 tarihlerinde düzenlenecek festivalde; şiir kitabı, şiir ve öykü yarışması yapılacak.
Her dalda, kazanan üç şair ve yazara plaketin yanı sıra Adnan Yücel kitap seti armağan edilecek. Şiir ve öykü dalında seçici kurulun uygun gördüğü on şiir ve öykü de bir kitapta birleştirilerek, yayımlanacak. Kitap yayımlandıktan sonra içinde ürünü olan şair ve yazarlara 10'ar adet telif olarak verilecek. Yarışma, her yıl Adnan Yücel Şiir Festivali kapsamında şiir kitabı dalının yanı sıra, yazının öteki dallarını kapsayacak biçimde dönüşümlü olarak yapılacak.
Yarışmaya gönderilecek yapıtların, 30 Nisan 2012'ye kadar, dijital ortamda, disket veya CD ile gönderilmesi gerekiyor. Yarışmaya katılacak kişilerin 40 yaşın altında olması gerekirken, şiir kitabı dalında, daha önce kitabı yayımlanmış şairler, 1 Ocak 2011 ile 1 Ocak 2012 tarihleri arasında yayımlanmış bir kitabıyla ya da kitap bütünlüğünü içeren dosyayla katılabilecek. Kitapları yayımlanmamış şairler de 5 şiirle başvuruda bulunabilecek. Kitabı yayımlanmamış yazarlar ise, 3 öyküyle yarışmaya katılabilecek. Yarışmaya gönderilecek yayımların, başvuru tarihine kadar hiçbir yerde yayımlanmamış olması gerekiyor.
Seçici kurulun değerlendirme sonuçları 10 Haziran 2012 tarihinde açıklanacağı yarışma ile ilgili detaylı bilgiyi Yapı Sanat Merkezinin İnternet sitesinde http://www.yapisanatevi.org ve http://adnanyucelfestival.blogspot.com öğrenilebilinir.
Yarışmanın şiir jürisinde, Gülsüm Cengiz, Sennur Sezer, Cezmi Ersöz, Mehmet Özer, Ali Öztürk yer alırken; öykü jürisinde Adnan Özyalçıner, Zafer Doruk, Adil Okay, Serhan Yıldız bulunuyor. (EVRENSEL)
PEN 2012 ŞİİR ÖDÜLÜ SENNUR SEZER'E,
ÖYKÜ ÖDÜLÜ TAHSİN YÜCEL'E…
ÖYKÜ ÖDÜLÜ TAHSİN YÜCEL'E…
Pen 2012 Şiir Ödülü Sennur Sezer’e veriliyor. Yapılan açıklamada ödülün gerekçesi şöyle belirtildi:
“Sennur Sezer hem özgün bir şiir kurmuş hem de dünyadaki haksızlıklara, sömürüye karşı çok yönlü mücadeleden yana olmuş bir aydınımızdır. Geleceğe yönelik kurucu yaklaşımı onun çocuk edebiyatı alanında eserler vermesinde de görülür. İnsan haklarının birer parçası olarak kadın hakları, emek hakları ve dil hakları özellikle üzerinde durduğu değerler arasında olmuştur. Laiklik olmadan demokratikleşmenin sağlıklı ve hatta mümkün olmadığı görüşündedir. Yazarların örgütlü yaşamasına verdiği önem gerek Türkiye Yazarlar Sendikası'na verdiği emeklerde ve gerekse 12 Eylül darbesi üzerine kapanmış olan PEN Türkiye Merkezi'nin 1988'de hayata dönmesine katkıda bulunmasında görülebilir.
Sennur Sezer kararlı mücadelenin güler yüzlü bir insan sıcaklığı ile birlikte nasıl yürütülebileceğinin kişileşmiş bir halidir. Usta şairimize eserleri ve örnek mücadeleciliği için teşekkür eder, daha nice eserlerini okumak istediğimizi belirtmek isteriz.
Ödül Töreni 21 Mart Çarşamba 19.00-20.30 İstanbul Fransız Kültür Merkezi'ndeki Dünya Şiir Günü etkinliğinde yapılacaktır.
2012 PEN Öykü Ödülü de edebiyatımızın seçkin ustası olan Tahsin Yücel'e verildi. Ödül gerekçesiyle ilgili şu açıklama yapıldı:
“ Prof.Dr. Tahsin Yücel öykü, roman, deneme, inceleme ve eleştiri alanlarında etkili eserler vermiş uluslararası bir değerimizdir. Çeviri alanındaki katkıları da önemlidir. Aynı zamanda, yaratıcılık ile akademik disiplini birlikte sürdürmek bakımından parlak bir örnektir. Tahsin Yücel titiz verimliliği ile bir esin kaynağıdır.”
Ödül Töreni, Dünya Öykü Günü bağlamında 14 Şubat Salı 19.00-20.30'da İstanbul Fransız Kültür Merkezi'nde düzenlenen etkinlikte yapıldı.
21 ŞUBAT ANA DİL GÜNÜNDE
DİLLER YOK OLMAYA YA DA YOK SAYILMAYA DEVAM EDİYOR...
DİLLER YOK OLMAYA YA DA YOK SAYILMAYA DEVAM EDİYOR...
Günümüzde egemen dillerin azınlık dilleri üzerindeki baskıları sürüyor. Ülkemizde Başta Kürtçe olmak üzere diğer azınlıktaki halkların dilleri de var olma kavgası veriyorlar. Her yıl, dünyada bir dil son kullananı ile birlikte ölüyor.
Kürtçe gibi kimi diller yok sayılarak “bilinmeyen dil” gibi acayip sıfatlarla görmezden gelinmektedir. Her ne kadar, görünürde Kürtçe’nin üstündeki baskılar kaldırılmış gibi görünse de yaşanılanlar, durumun hiç de böyle olmadığını gösteriyor. Kürtçe, belli bir mücadele ile sıfırın üstüne çıkmış ve çabalarını sürdürmekte ise de, diğer diller yerel ağız durumuna ötelenmektedirler. Çerkezce ve Lazca’da yeni başlayan uyanış ve çalışmalar, şovenbaskılarla durdurulmak istenmektedir.
UNESCO’nun yayınladığı atlasa göre Dünyada 2500 dil tehlikede. Türkiye’de tehlikede olan (100 yıl içinde bir dili konuşacak çocuk kalmayacak ise dil tehlikede kabul edilir-bir dili konuşan hiç çocuk kalmamışsa dil ölü kabul edilir) dil sayısı ise 18:
“...kaybolma tehlikesini en az hisseden diller “güvensiz” (unsafe) olarak nitelendiriliyor. Bir dilin bu kategoride yer alması “çocuklar tarafından da konuşulmasına rağmen bazı alanlarda kısıtlanması” anlamına geliyor. UNESCO’nun çalışmasında Abhazca, Adığece, Çerkesçe (Kabartayca) ve Zazaca Türkiye’de “güvensiz” olarak nitelendirilen diller; “Açıkça tehlikede” (definitely endangered) seviyesinde değerlendirilen ikinci grupta Abazaca, Hemşince, Lazca, Pontus Yunancası, Romanca, Süryanice ve Ermenice (Batı) yer alıyor. Bu dillerin kaybolma tehlikesine gerekçe olarak “çocuklar tarafından anadili olarak öğrenilmemesi” gösteriliyor; “Ciddi anlamda tehlikede” (severely endangered) kategorisi genelde toplumun en yaşlı nesli tarafından konuşulan, orta nesil tarafından anlaşılabilen ancak kullanılmayan ve çocuklara öğretilmeyen dilleri içeriyor. Gagauzca, Ladino ve Turoyo bu kategoride değerlendiriliyor; “Son derece tehlikede” (critically endangered) kategorisine Türkiye’den giren tek dil Hertevin. Bu dilin sadece en yaşlılar tarafından, nadiren kullanıldığı kabul ediliyor; “Kaybolmuş” (extinct) diller Kapadokya Yunancası ve Ubıhça, adı üzerinde, dünyada tek bir kişi tarafından bile konuşulmuyor”
Dilbilimciler, bugün dünyada 5 bin ile 6700 arasında dilin konuşulduğunu söylüyor. Bunların en az yarısı, belki de daha çoğu gelecek yüzyılda ortadan kalkmış olacak. UNESCO yöneticisi Koichiro Matsuura "Bir dilin kaybı birçok kültürel kayba da yol açar, şiirlerden efsanelere, özdeyişlerden fıkralara kadar. Dillerin kaybı insanlık için biyoçeşitliliğin de kaybıdır, çünkü diller doğa ve evren hakkında birçok bilgi taşır" diyor.
Diller, onu konuşan insanlarla yaşar. Bugün dünyada egemen güçlerin insanlar ve diller üzerindeki baskısı sürüyor. Zorunlu göçler, katliamlar, yasaklamalar, insanlarla birlikte dilleri de susturuyor. Gelecek yıllarda kim bilir kaç dilin daha yok oluşuna tanık olacağız. Bu yok oluşlar karşısında dünyadan toplu bir çığlık yükselmedikçe gezegenimizden daha çok sesler eksilecek.
UMUDUN VE KAVGANIN ŞAİRİ: HASAN HÜSEYİN…
Edebiyatımızda 1940 kuşağı sonrası sosyalist gerçekçi edebiyatımızın önemli gür seslerinden olan Hasan Hüseyin Korkmazgil’i, 26 Şubat 1984’te yitirmiştik. 28 yıl sonra da, çağımızın dayattığı ve pompaladığı bütün ezilmişlik, bütün tükenmişlik, bütün siniklik, bütün döneklik bombardımanlarına karşın onun şiirleri, dağlardan okyanuslara, kırlardan kentlere bir çağlayan gibi gürlemekte, yankılanmakta.....
Hasan Hüseyin, 1940 kuşağı ile 1960 kuşağı arasında şiir yazmaya, yayınlamaya başladı. Ama o dönemin parlak akımı 2.Yeniye bulaşmadı. Buna karşın 2. Yeniyle gelen dilin kullanım özgürlüğünü, anlamın akışını daraltmadan işledi... Şiirleri çok sesli bir koronun haykırışı gibidir. Şiirlerindeki bu nitelikler, onu çağdaş ve daha eskilerin içinde öne sürükledi... Bir dönem, Nâzımdan sonra en fazla satılan şiir kitapları onun kitapları oldu. Kitapları toplatıldı. Şair, zindanlarda kelepçelerinin karasında ak güvercinler gibi şiirler yazmaya devam etti. Edebiyatımız bugün de çelik mengeneye alan fildişi kule baronları önce onu görmezden geldiler... Ama baktılar ki, bir sel gibi önüne dikilen burjuva eleştirmenlerin bentlerini yara yara geliyor... O zaman yarı buçuk, Hasan Hüseyin’i kaale alma zorunluluğu duydular.... Artık kendileri eleştirmeye çekindiler.. Ama yanlarına çekerek özlerini boşalttıkları fildişi kule solcularına eleştiri yazdırdılar Hasan Hüseyin için.
Bugün de Hasan Hüseyin’in şiirlerine dudak bükenler, onun ölümü üzerinde geçen bunca zamana karşın şiirlerinin gençliğinden hiçbir şey yitirmeyişi karşısında şaşalamaktan başka bir şey yapamıyorlar. Onun şiirleri dünyanın bütün nehirlerinde “kızılırmak kızılırmak” akmayı sürdürüyor.
Eşi Azime Korkmazgil’in şu sözleri onu daha iyi anlatıyor: “Bu seslenişte, asla bezginlik yoktur, bunalmışlık yoktur; herhangi bir inancın yitirilişi ve davaya boşvermişlik yoktur. Umut, bir noktada öfkeye yenilirse, öte yandan çıkar günışığına. Ozan kendini, yaşamın orta yerinde bir görev yüklenmiş olarak bulmuştur; bundan caymak, buna sırt çevirmek, ölümle yenilgiyle yokoluşla eşanlamlıdır. O buna, ürettiği hiçbir yapıtta geçit vermez. Gözünün değdiği her alanda eleştirmen, düzeltmen ve eğiticidir. Şu yandan bakınca karanlık gördüğünü evirir çevirir, ışıklara yöneltir ve okuruna öyle sunar. Hem halkçocuğudur, hem de halkçıdır. Günün 24 saati ona yetmez; bir çığır, bir ipucu bir yolak bulmuştur, atlar zıplar gerilir atılır engeli aşar, gözünü diktiği ışığa kavuşturur bilinci. Yenik düşse, kanter içinde kalsa, kolu kanadı kırılsa da vazgeçmez: Onun için vargı bellidir, silkelenir, işini sürdürür. Felsefesi bu; mutluluk yorulmamakta, üretmekte, güzel bir şey yapmakta, yaptığını savunmaktadır. insancıdır; hem birey önemlidir onun şiirinde, hem toplum; ikisinde de gerçekçi, fakat kıyasıya eleştiricidir. Israr, en büyük özelliği; ozan ve yazar, halkın gözü ve kulağı olmalı, umut ve dayanıklılık aşılamalıdır. Züppelikten, çıtkırıldımlıktan ve gevezelikten tiksinir; onun gözünde aydın, aydın olmanın ciddiyetini ve sorumluluğunu taşımalıdır; değerleri, estetik beğençten süzmelidir, seçtiğine sahip çıkmalıdır. Kötümserlik, karamsarlık aşılamaya hakkı yoktur aydının!.."
Hasan Hüseyin şiiri, şiirin gereklerini düşünceye feda ediş yanlışlarını düzeltmiş, böylece şiirin gereklerini yalnızca şairane söylemde arayan; teknik sonuçları, o tekniğin taşıdığı yüke göre değerlendiren ve bunun sonucu olarak da, beğeniyi kısırlıktan kurtaran bir şiir anlayışını ortaya çıkarmıştır. Hasan Hüseyin, şiiri; derin duyarlılığı, gür sesi, geniş soluğu, renkli hayali, işlek Türkçesiyle diyalektik bir görüş ve insancıl bir bakışa yaslanan hayat ve tabiat sevgisi, barış ve özgürlük tutkusu, devrim ve bağımsızlık özlemiyle kaynaşan bir şiir düzeyine yükseltmeyi başardı.
Dün Kavel Direnişini dalgalandıran şiirleri, bugün de grevci işçilerin, direnişçilerinin ağzında, bağlamanın, gitarın tellerinde daha güzel bir dünya özlemiyle çınlamaktadır:
“davul çaldım
davul çaldım duyan yok
anam anam anam anam anam
uzun ayak
kısa ayak
rap rap rap
bir ölçüde basmadıkça toprağa
akmadıkça denize nehirler gibi
atlasak da
sıçrasak da
yırtsak da bilmemnemizi
kurtuluş yok
kurtuluş yok
kurtuluş yok”
davul çaldım duyan yok
anam anam anam anam anam
uzun ayak
kısa ayak
rap rap rap
bir ölçüde basmadıkça toprağa
akmadıkça denize nehirler gibi
atlasak da
sıçrasak da
yırtsak da bilmemnemizi
kurtuluş yok
kurtuluş yok
kurtuluş yok”
(Her Yerde Birden Olmak şiirinden)
FAŞİZME DİRENİŞİN BAYRAKTARI ŞAİR: RENÉ CHAR...
Fransız şair René Char 14 Haziran 1907'de L'Îsle-en-Sorgue'da doğdu, 19 Şubat 1988'de Paris'te öldü. Avignon Lisesi ve d'Aix-en-Provence Üniversitesi'nde öğrenim gördü.İkinci Dünya Savaşı'nda Nazi işgaline karşı Direniş Hareketi'nde görev alarak Provence bölgesinde 'Yüzbaşı Alexander' takma adıyla bir taşra çetesinin komutanlığını yaptı. Savaştan sonra doğduğu yer olan L'Îsle-en-Sorgue'a yerleşti. René Char kendinden sonraki kuşakları hem biçem hem de içerik açısından etkilemiştir. Başlangıçta Gerçeküstücülüğü benimsemiş, sonradan uzaklaşmış; özdeyişler ve yoğun imgelerle gelişen kısa ve özlü şiirler yaratmış, mağrur ama gösterişsiz bir alay içeren, yer yer ahlaksal bir boyut taşıyan ekonomik ve son derece içe dönük kavramsal şiire yönelmiştir. Düzyazı şiirler de yazan Char, karşıt düşünceleri iç içe geçirişiyle Heraklitos-Heidegger esintileri de barındıran farklı ve özgün bir söyleyiş elde etmiştir. 1966'da tüm yapıtları için Eleştirmenler Ödülü'nü (Prix des Critiques) almıştır.
Şiire bakışını bir yazısında şöyle anlatır:
“Ozanım ben, ey aşkım, senin ufkunun doldurduğu kurumuş kuyuların yöneticisi.
Yaşamın yalanladığı, ozanın yeğlediği deneyim.
Şiirin merkezinde, bir çelişki bekliyor seni. Hükümdarındır o senin. Dürüstçe savaş onunla.
Şiirde, dönüşmek uzlaştırmaktır. Ozan gerçeği söylemez, onu yaşar; ve onu yaşayarak, yalana dönüşür. Musaların çelişkisi: şiirin doğruluğu.
Şiirin dokusundaki gizli tünellerin, uyum odalarının, aynı zamanda da gelecek öğelerinin, güneş siperlerinin, aldatıcı yolların ve birbirlerine seslenen varlıkların sayısı eşit olmalıdır. Ozan bir düzen oluşturan tüm bunların salcısıdır. Ve başkaldıran bir düzendir bu.
Ozanlar, alarm çanlarının çocukları.
Şiir ölümümü çalacak benden.
İnsanın kendisiyle ve dünyayla ilgili bir parçacık hata olmadan, ilk sözcüklerde bir tutam saflık olmadan şiire başlanamaz.
Şiir büyük bir sevinçle elimizde tuttuğumuz, bize göründüğü anda, kırağıyla kaplı sapının üstünde, çiçeğin çeneğinde, geleceği belirsizleşiveren o olgunlaşmış meyvedir.
Bak işte yine baş başayız, ey Şiir. Geri döndünse, bir kez daha seninle, genç düşmanlığınla, dingin uzam susuzluğunla boy ölçüşmem ve sahip olduğum o denge sağlayıcı yabancıyı senin sevincin için hazır etmem gerekiyor demek.”
Ozanlar
Şişelerin karanlığında okumamışların üzüntüsü
Gözle görülmez o kaygısı araba ustalarının
Derin balçıklarda ufak paralar
Gözle görülmez o kaygısı araba ustalarının
Derin balçıklarda ufak paralar
Örsün alt bölümlerinde
Ozan yaşar yapayalnız
Büyük temizlik arabası bataklıkların
Ozan yaşar yapayalnız
Büyük temizlik arabası bataklıkların
Rene Char
AYDINLIĞIN ÖNCÜSÜ GİARDANO BRUNO
KARANLIĞA KARŞI MÜCADELEDE YOL GÖSTERİYOR…
KARANLIĞA KARŞI MÜCADELEDE YOL GÖSTERİYOR…
"Pişmanlık duyacağım hiçbir düşünceyi benimsemedim. Siz karar verirken korkuyorsunuz. Ama ben onu dinlerken korkmuyorum."
Bu sözlerin sahibi Giardano Bruno, 17 Şubat 1600 günü odun yığınlarına doğru ilerlerken donuk ve solgundu, işkenceler yüzünden çok kan kaybetmişti. Güçsüz ve zayıftı. Etleri bazı yerlerden kemiğine kadar parçalanmıştı. Eklemleri tekerlek işkencesinden yırtılmıştı. Odun yığınına götürüldüğünde yüzüne öpmesi için İsa'nın çarmıhtaki yontusu tutuldu. O, küçümseyen bakışla kafasını çevirdi. Yüzlerce Romalının toplandığı çiçek meydanında odunlar tutuşturuldu. Yel ateşi körükledi. Alevler Bruno'nun ayaklarına yaklaştı. Elbisesini sardı. Papazlar dikkat kesilmişti. Bruno hiç olmazsa bu son dakikada pişman olup fikirlerinden döner miydi? Umutları boşunaydı, Bruno'nun ağzından ne bir söz, ne bir inilti çıkacaktı...
İnsanlık tarihi, özgürlük yürüyüşüdür. İnsan bilinçlendikçe özgürleşmiş, özgürleştikçe bilinçlenmiştir. Tarih boyunca mutluluğu ve özgürlüğü arayan insanoğlu, karşısında hep zorbalığı bulmuş, işkencelerle, ölümlerle, baskılarla dolu yolda ilerlemiştir. "Başkaldırıyoruz o halde varız" diye haykırıldığı zaman insanlık tarihi başlatılmış ve özgürlük yolu açılmıştır. Ölüm kararını Bruno'ya bildiren yargıç, ondan şu cevabı almıştır: "Ölümümü bildirirken siz benden daha çok korkuyorsunuz". Bruno’dan bize kalan önemli bir miras da şu sözde saklıdır:
"Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım."