Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Şubat 2012 Salı

EMEĞİN SANATI'NDAN 112. MERHABA



Merhaba,

Emeğin Sanatı olarak çalışmalarımız sürüyor. Son 2 şiir e–kitabıyla (Bahara Gebe Düşlerim / SEVGİNAZ İNAL, Dene ve Yenil/UYSAL HİMMET ASLAN ) birlikte  Emeğin Sanatı E-Yayınevi 14 e-kitabı okurlarıyla buluşturdu.

Etkinlik alanımızı genişletmek, okurlarla interaktif ilişkiye geçmek için düzenlediğimiz eleştiri etkinliği ne yazık ki, okurlarımızda ve yazarlarımızda yeterince yankı uyandırmadı. Bu gerek bizim, gerek okurlarımızın, gerekse şair ve yazarlarımızın eksikliğidir.

Şiirin dar sokaklarında özgürce ilerlemeyi başarabilen şairler; ne yazık ki düz yazının bulvarlarında tökezliyorlar galiba… Bu bir eksikliktir…

Hayata müdahil olmak adına şiir yazan şairler, şiire müdahil olmak adına şiir yazısı da yazabilmelidirler. Bu alanı burjuva şair ve yazarlarına terk edecek olursak, bu konuda şikâyetçi olmanın da bir yararın olmayacaktır.

Kendi şiirimizi, Anadolu’nun içinden fışkırarak büyüyen şiiri yazarken, bu şiirin manifestosunu da yazmak gene bizlere düşecektir. Bunu burjuva şair ve yazarlarından bekleyemeyiz…

Not: İnternet sorunu nedeniyle dergimizin tamamını 15 Şubatın ilk saatlerinde yayına sokamadık. Okurlarımızdan özür dileriz.

Ürünlerini Emeğin Sanatı e-yayınevi aracılığıyla e-kitaba dönüştürmek isteyenler, e-posta adresimize başvuruda bulunabilir. E-Kitapların tamamını http://issuu.com/emeginsanati adresinden okumanız mümkündür.

Ali Ziya Çamur


BU SAYININ SAVSÖZÜ

Şiir, hayatla bir hesaplaşmadır. Tarihi ilerletmenin dinamizmi hesaplaşmadan geçer. Kendi kendisiyle hesaplaşmayan birey, kendi geçmişiyle hesaplaşmayan toplum, kendi geleceğini bulamaz. Bunun için, şiir,  hem bireyin kendisiyle hem de toplumun kendisiyle hesaplaşmasının - yüzleşmesinin bir aracıdır.

Şiiri terbiye etmek zordur. Şiir hayata rağmen bir gürültüdür çünkü. Hayatın saldırısına direnebilmek için, hayatı içine alan bir gürültüdür şiir. Kendi içinde döver o gürültüyü, terbiye eder. Şiirin bağımsız bir varlığı, bir tözü yoktur. Bir şiir, ancak, okuma eylemi içinde varolur.

Şair, kırılgan ve naif bir öykücüdür. Şair, hayatın kırılgan ve naif yanlarına karşı, dalgakıran vazifesi gören bir düş gezginidir. Hayata ait şeylerin şairi sürüklediği yerde, şair, kendi tedirginliğinin gölgesini de gezdirir. Şairin kendi tedirgin gölgesini gezdirdiği yerde, yaşadığı "hikaye" hayata şiir olarak yansır.

Şair, hayatın belasına yakalanmamak için, kendisi bela aramaya giden kişidir. Şair, hayatın içinde sorun çıkaran kişidir ve o sorunu şiirin içine alır. Kendi güvencelerini hep tehlikeye atar, güzelliğin yücelik haline gelmesi için sakillikten vazgeçer. Şiir bir kavgadır çünkü. Verili hayata karşı açılmış bir kavgadır ve kesinlikle bir uzlaşma imgesine dönüşmez / dönüştürülemez. BAYRAM BALCI


YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ

TYS DİYOR Kİ; “YARIN BUGÜNDÜR!”

Türkiye Yazarlar Sendikası, içinden geçtiğimiz döneme ilişkin olarak "Yarın Bugündür!" başlıklı bir basın duyurusu yayımladı:

"Yarın Bugündür
En büyük acılar, kaygılara döndü
Ölüm çanları kimin için çalıyor soran yok
Doğru insanların ömrü tükeniyor
Başına takılan çiçeklerden daha çabuk
Hasta olmadan ölüveriyor insanlar.
W. Shakespeare (Macbeth’ten)

Hitler’in propaganda subayı Joseph Goebbels, yakmak için Berlin meydanlarına yüzlerce kitap yığmıştı. Kitaplarının bu dağ yığınında olmadığını gören bir yazar şöyle haykırıyordu: “Benim kitaplarımı neden yakmıyorsunuz?” O kitaplar içinde olmak her yazar için bir onurdu. Çünkü kara propaganda, Nazi Almanyasında Faşizme karşı direnmeyi öğretmişti onurlu aydınlara.

Diktatörel her iktidar, kendi kara, kanlı egemenliğinin sözcüsü bir Goebbels yaratmıştır. Siyasal-toplumsal esenliğimizi sağladığını savlayan bu sözcüler, toplumsal-siyasal-kültürel yaşamın her alanına karışmayı “geleceklerinin bekası” için zorunlu görürler. Heykelleri yıkarlar, filmleri yakarlar, kitapları yasaklarlar.

Böylesi günlerden geçiyoruz. İktidarın kültüre saldırısı, geçtiğimiz günlerde bir bakanının sözleriyle görülmüştü. Bir cunta generalinin ağzıyla konuşan bakanın sözleri, bugünün kara siyasetinin gerici “kültür terörü”nün de göstergesiydi.

Sanata, kültüre yönelik saldırıların yeni olmadığını biliyoruz. Kendileri gibi düşünmeyen herkesi susturmak istiyorlar. Tehditle ya da ölümle. “Köpeklerin bırakılıp taşların bağlandığı” bir ülkede yaşıyoruz.

 Hrant Dink’in beş yıldır süren davasından çıkan kararla da bir kez daha gördük bu oyunu. Derin devlet, derin nimete çevirdi katillerin geleceklerini ve vicdanlarımızı yaralayan bir “yargı terörü”yle siyasallaşan adaleti ülke tarihine armağan etti.

Öte yandan da ülkenin başbakanı, kendi düşüncelerinin taşıyıcısı bir gazetenin yıldönümü gecesinde tüm muhalif basını yeniden karşısına aldı. Onları “darbecilikle, tacizcilikle, polis katilliği” ile suçladı. Basın, ifade ve düşünce özgürlüğünün başbakanın siyasal öfkesine kurban edilmesi bizleri bir kez daha yaraladı.

Yurttaşını düşman bilen bir yargının, siyasal iktidarların eli kandan asla kurtulamaz. Uludere’deki halk kıyımı, Diyarbakır İçkale’de derin devletin JİTEM toplu mezarları, Mutki’deki ölüm çukurları da böyle söylüyor. Dersim kırımından özür dileyen bugünün iktidarı, 1915 Nisan belleğini ve seksenlerin, doksanların yargısız infazlarını, gözaltında kayıplarını silmiş görünüyor. 

Halkın iradesiyle yönetime gelen belediye başkanlarını, onurlu gazetecileri, avukatları, aydınları kendi rejimi için tehdit gören bir iktidarın ülkeyi götüreceği, götürdüğü yer, diktatörlük değil midir? 

Biz yazarlar; bu siyasal, yargısal, toplumsal baskıların ülkemizin kara yazgısı olmadığına inanıyor ve bu kuşatmaya karşı yazarak, düşünerek direneceğimizi bir kez daha kamuoyuna duyuruyoruz.”

PEN: “TÜRKİYE'DE FAŞİZAN SÜREÇ GÜÇLENİYOR”

PEN Uluslararası Yönetim Kurulu Üyesi Tarık Günersel, 3 Şubat’ta PEN adına bir açıklama yaptı: Açıklamanın metni aşağıda:

“Basın özgürlüğü bakımından Türkiye 178 ülke arasında 148. sıraya düştü. Eleştirel düşünen yazarlar, gazeteciler, çevirmenler üstünde artan baskı dünya çapında tepkiye yol açıyor. Evrim teorisine düşmanlık güçleniyor. "Toplum değerlerine aykırı" gibi faşistçe gerekçelerle sanat eserleri kaldırılabiliyor. "Dinî değerler" öne sürülerek soruşturma açılabiliyor. Oysa "dinî değerler"  elbette eleştirilebilir.

PEN Türkiye Merkezi'nin altı üyesi farklı gerekçelerle tutuklu: Mustafa Balbay, Muharrem Erbey, Nedim Şener, Ahmet Şık, Halim Yazıcı, Ragıp Zarakolu. Onur Üyemiz Dr. İsmail Beşikçi bir makalesinden ötürü 1 yıl 3 aya mahkûm edildi.

Şiddete daima karşı çıkan Beşikçi, Kürtlerin hakları ilgili görüşlerini yazmıştı. Nobel Ödül Töreni'ndeki Türkçe konuşması ile milyarlarca insanın ilk kez Türkçe duymasını sağlayan üyemiz Orhan Pamuk mahkûm edildi -"Türklüğe hakaret" suçlamasıyla. PEN Onur Üyesi Hrant Dink'in katli ve sonrasındaki rezaletler zinciri ortada. Maraş Kıyımı kitabı ile önemli bir katkı yapan Aziz Tunç tutuklandı.

Türkiye'de on yıllardır beyinsizleştirme operasyonları yapılıyor, yapılmakta. Sayısız aydın, bilim insanı tutuklu ya da tehdit altında. Eleştirel siyasetçiler hapiste ya da hapse yaklaşıyor.

Dünya demokrat kamuoyu Türkiye'yi böyle görüyor. PEN bütün dünyada demokratikleşmeyi edebiyatın özgürce gelişmesi bakımından hayati sayar. Birey terörü ya da örgüt terörü devlet terörü için mazeret olamaz.

Laik ve demokratik bir Türkiye ifade özgürlüğü için gerekli. Oysa her iki boyutta da gelişme değil, gerileme var. Çözüm laik ve
demokratik bir ülkede yaşamak isteyenlerin güç birliği ile mümkün. Türkiye'nin laiklik yanlısı demokratları yalnız değil.”

ANKARA ÖYKÜ GÜNLERİ, KALDIĞI YERDEN DEVAM EDİYOR...

Ankara'nın kültür-sanat hayatında önemli bir yer tutan Anka Öykü Günleri'nin 12'ncisi, 5 yıl aradan sonra 10 Şubat Cuma günü başladı. 50'yi aşkın yazar 5 gün boyunca öyküseverlerle buluştu.

1997 yılında öykücü Özcan Karabulut’un girişimiyle temeli atılan ve aralıksız olarak 11 yıl süren Ankara Öykü Günleri, 5 yıllık bir aradan sonra yeniden Ankaralı öykü ve edebiyatseverlerle buluştular. 10 Şubat Cuma günü başlayan etkinlik 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nde sona erdi.

CEZAEVİNDE ELLE HAZIRLANAN
ÜMÜŞ  EYLÜL  DERGİSİNİN 2. SAYISI ÇIKTI

Tekirdağ Cezaevindeki devrimci tutsaklar tarafından elle hazırlanan 3 aylık ÜMÜŞ EYLÜL Kültür Ve Sanat Dergisinin 2. sayısı çıktı.

Derginin sunu yazısında dergiyle ilgili şu açıklamalara yer veriliyor:
“Mart ayına henüz var; fakat derginin üç aylık olması dolayısıyla mart ayını da kapsaması nedeniyle kadınlarımızın 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü ile Kürt halkı şahsında, tüm halklarımızın Newroz Bayramını en içten dileklerimizle kutluyoruz.

Bu özel-güzel, anlamlı günlerin; yaşam gereklerinin mülk edinilmemiş olduğu, her yerde üretim-tüketim/yaşam ortaklığının hüküm sürdüğü, üretim ve tüketimin yeryüzündeki tüm birey ve halkların ihtiyaçlarına göre planlı bir şekilde gerçekleştirildiği bir dünyanın habercisi olmasını diliyoruz.

İnsanların; duvarlar, demir parmaklar arkasına kapatılmadığı, hapishanelerin bulunmadığı; insanın insan eliyle ölmediği  bir dünyanın…”

 Meraklısı için not: Derginin adında bulunan Ümüş, cezaevinde ölüm orucunda ölen bir kadın devrimcinin adıdır.
Ümüş Eylül’ün 2. sayısını aşağıdaki adresten e-dergi olarak okuyabilirsiniz:

ADNAN YÜCEL ŞİİR VE ÖYKÜ FESTİVALİ DÜZENLENİYOR

Yapı Sanatevi; ölümünün 10. yıldönümü dolayısı ile  sosyalist şiirimizin önemli isimlerinden Adnan Yücel’i genç kuşaklara tanıtmak, onu ve eserlerini geniş kesimlere solutmak, kişiliğini, düşüncelerini ve yapıtlarını gelecek kuşaklara aktarmak hedefiyle, Adnan Yücel Edebiyat ve Sanat Festivali düzenliyor. 8-9-10 Haziran 2012 tarihlerinde düzenlenecek festivalde; şiir kitabı, şiir ve öykü yarışması yapılacak.

Her dalda, kazanan üç şair ve yazara plaketin yanı sıra Adnan Yücel kitap seti armağan edilecek. Şiir ve öykü dalında seçici kurulun uygun gördüğü on şiir ve öykü de bir kitapta birleştirilerek, yayımlanacak. Kitap yayımlandıktan sonra içinde ürünü olan şair ve yazarlara 10'ar adet telif olarak verilecek. Yarışma, her yıl Adnan Yücel Şiir Festivali kapsamında şiir kitabı dalının yanı sıra, yazının öteki dallarını kapsayacak biçimde dönüşümlü olarak yapılacak.

Yarışmaya gönderilecek yapıtların, 30 Nisan 2012'ye kadar, dijital ortamda, disket veya CD ile gönderilmesi gerekiyor. Yarışmaya katılacak kişilerin 40 yaşın altında olması gerekirken, şiir kitabı dalında, daha önce kitabı yayımlanmış şairler, 1 Ocak 2011 ile 1 Ocak 2012 tarihleri arasında yayımlanmış bir kitabıyla ya da kitap bütünlüğünü içeren dosyayla katılabilecek. Kitapları yayımlanmamış şairler de 5 şiirle başvuruda bulunabilecek. Kitabı yayımlanmamış yazarlar ise, 3 öyküyle yarışmaya katılabilecek. Yarışmaya gönderilecek yayımların, başvuru tarihine kadar hiçbir yerde yayımlanmamış olması gerekiyor.

Seçici kurulun değerlendirme sonuçları 10 Haziran 2012 tarihinde açıklanacağı yarışma ile ilgili detaylı bilgiyi Yapı Sanat Merkezinin İnternet sitesinde http://www.yapisanatevi.org  ve http://adnanyucelfestival.blogspot.com  öğrenilebilinir.

Yarışmanın şiir jürisinde, Gülsüm Cengiz, Sennur Sezer, Cezmi Ersöz, Mehmet Özer, Ali Öztürk yer alırken; öykü jürisinde Adnan Özyalçıner, Zafer Doruk, Adil Okay, Serhan Yıldız bulunuyor. (EVRENSEL)

PEN  2012 ŞİİR ÖDÜLÜ SENNUR SEZER'E,
ÖYKÜ ÖDÜLÜ TAHSİN YÜCEL'E…

Pen 2012 Şiir Ödülü Sennur Sezer’e veriliyor.  Yapılan açıklamada ödülün gerekçesi şöyle belirtildi:
“Sennur Sezer hem özgün bir şiir kurmuş hem de dünyadaki haksızlıklara, sömürüye karşı çok yönlü mücadeleden yana olmuş bir aydınımızdır. Geleceğe yönelik kurucu yaklaşımı onun çocuk edebiyatı alanında eserler vermesinde de görülür. İnsan haklarının birer parçası olarak kadın hakları, emek hakları ve dil hakları özellikle üzerinde durduğu değerler arasında olmuştur. Laiklik olmadan demokratikleşmenin sağlıklı ve hatta mümkün olmadığı görüşündedir. Yazarların örgütlü yaşamasına verdiği önem gerek Türkiye Yazarlar Sendikası'na verdiği emeklerde ve gerekse 12 Eylül darbesi üzerine kapanmış olan PEN Türkiye Merkezi'nin 1988'de hayata dönmesine katkıda bulunmasında görülebilir.

Sennur Sezer kararlı mücadelenin güler yüzlü bir insan sıcaklığı ile birlikte nasıl yürütülebileceğinin kişileşmiş bir halidir. Usta şairimize eserleri ve örnek mücadeleciliği için teşekkür eder, daha nice eserlerini okumak istediğimizi belirtmek isteriz.

Ödül Töreni 21 Mart Çarşamba 19.00-20.30 İstanbul Fransız Kültür Merkezi'ndeki Dünya Şiir Günü etkinliğinde yapılacaktır.

2012 PEN Öykü Ödülü de  edebiyatımızın seçkin ustası olan Tahsin Yücel'e verildi. Ödül gerekçesiyle ilgili şu açıklama yapıldı:
“ Prof.Dr. Tahsin Yücel öykü, roman, deneme, inceleme ve eleştiri alanlarında etkili eserler vermiş uluslararası bir değerimizdir. Çeviri alanındaki katkıları da önemlidir. Aynı zamanda, yaratıcılık ile akademik disiplini birlikte sürdürmek bakımından parlak bir örnektir. Tahsin Yücel titiz verimliliği ile bir esin kaynağıdır.”

Ödül Töreni, Dünya Öykü Günü bağlamında 14 Şubat Salı 19.00-20.30'da İstanbul Fransız Kültür Merkezi'nde düzenlenen etkinlikte yapıldı.

21 ŞUBAT ANA DİL GÜNÜNDE
DİLLER YOK OLMAYA  YA DA YOK SAYILMAYA DEVAM EDİYOR...

Günümüzde egemen dillerin azınlık dilleri üzerindeki baskıları sürüyor. Ülkemizde Başta Kürtçe olmak üzere diğer azınlıktaki halkların dilleri de var olma kavgası veriyorlar. Her yıl, dünyada bir dil son kullananı ile birlikte ölüyor.

Kürtçe gibi kimi diller yok sayılarak “bilinmeyen dil” gibi acayip sıfatlarla görmezden gelinmektedir. Her ne kadar, görünürde Kürtçe’nin üstündeki baskılar kaldırılmış gibi görünse de yaşanılanlar, durumun hiç de böyle olmadığını gösteriyor. Kürtçe, belli bir mücadele ile sıfırın üstüne çıkmış ve çabalarını sürdürmekte ise de, diğer diller yerel ağız durumuna ötelenmektedirler. Çerkezce ve Lazca’da yeni başlayan uyanış ve çalışmalar, şovenbaskılarla durdurulmak istenmektedir.

UNESCO’nun yayınladığı atlasa göre Dünyada 2500 dil tehlikede. Türkiye’de tehlikede olan (100 yıl içinde bir dili konuşacak çocuk kalmayacak ise dil tehlikede kabul edilir-bir dili konuşan hiç çocuk kalmamışsa dil ölü kabul edilir)  dil sayısı ise 18:

    “...kaybolma tehlikesini en az hisseden diller “güvensiz” (unsafe) olarak nitelendiriliyor. Bir dilin bu kategoride yer alması “çocuklar tarafından da konuşulmasına rağmen bazı alanlarda kısıtlanması” anlamına geliyor. UNESCO’nun çalışmasında Abhazca, Adığece, Çerkesçe (Kabartayca) ve Zazaca Türkiye’de “güvensiz” olarak nitelendirilen diller; “Açıkça tehlikede” (definitely endangered) seviyesinde değerlendirilen ikinci grupta Abazaca, Hemşince, Lazca, Pontus Yunancası, Romanca, Süryanice ve Ermenice (Batı) yer alıyor. Bu dillerin kaybolma tehlikesine gerekçe olarak “çocuklar tarafından anadili olarak öğrenilmemesi” gösteriliyor; “Ciddi anlamda tehlikede” (severely endangered) kategorisi genelde toplumun en yaşlı nesli tarafından konuşulan, orta nesil tarafından anlaşılabilen ancak kullanılmayan ve çocuklara öğretilmeyen dilleri içeriyor. Gagauzca, Ladino ve Turoyo bu kategoride değerlendiriliyor; “Son derece tehlikede” (critically endangered) kategorisine Türkiye’den giren tek dil Hertevin. Bu dilin sadece en yaşlılar tarafından, nadiren kullanıldığı kabul ediliyor; “Kaybolmuş” (extinct) diller Kapadokya Yunancası ve Ubıhça, adı üzerinde, dünyada tek bir kişi tarafından bile konuşulmuyor”

Dilbilimciler, bugün dünyada 5 bin ile 6700 arasında dilin konuşulduğunu söylüyor. Bunların en az yarısı, belki de daha çoğu gelecek yüzyılda ortadan kalkmış olacak. UNESCO yöneticisi Koichiro Matsuura "Bir dilin kaybı birçok kültürel kayba da yol açar, şiirlerden efsanelere, özdeyişlerden fıkralara kadar. Dillerin kaybı insanlık için biyoçeşitliliğin de kaybıdır, çünkü diller doğa ve evren hakkında birçok bilgi taşır" diyor.

Diller, onu konuşan insanlarla yaşar. Bugün dünyada egemen güçlerin insanlar ve diller üzerindeki baskısı sürüyor. Zorunlu göçler, katliamlar, yasaklamalar, insanlarla birlikte dilleri de susturuyor. Gelecek yıllarda kim bilir kaç dilin daha yok oluşuna tanık olacağız. Bu yok oluşlar karşısında dünyadan toplu bir çığlık yükselmedikçe gezegenimizden daha çok sesler eksilecek.

UMUDUN VE KAVGANIN ŞAİRİ: HASAN HÜSEYİN…

Edebiyatımızda 1940 kuşağı sonrası sosyalist gerçekçi edebiyatımızın önemli gür seslerinden olan Hasan Hüseyin Korkmazgil’i, 26 Şubat 1984’te yitirmiştik. 28 yıl sonra da, çağımızın dayattığı ve pompaladığı bütün ezilmişlik,  bütün tükenmişlik, bütün siniklik, bütün döneklik bombardımanlarına karşın onun şiirleri, dağlardan okyanuslara, kırlardan kentlere bir çağlayan gibi gürlemekte, yankılanmakta.....

Hasan Hüseyin,  1940 kuşağı ile 1960 kuşağı arasında şiir yazmaya, yayınlamaya başladı. Ama  o dönemin parlak akımı 2.Yeniye bulaşmadı. Buna karşın 2. Yeniyle gelen dilin kullanım özgürlüğünü, anlamın akışını daraltmadan işledi... Şiirleri çok sesli bir koronun haykırışı gibidir.  Şiirlerindeki bu nitelikler, onu çağdaş ve daha eskilerin içinde öne sürükledi...  Bir dönem, Nâzımdan sonra en fazla satılan şiir kitapları onun kitapları oldu. Kitapları toplatıldı. Şair, zindanlarda kelepçelerinin karasında ak güvercinler gibi şiirler yazmaya devam etti.  Edebiyatımız bugün de çelik mengeneye alan fildişi kule baronları önce onu görmezden geldiler... Ama baktılar ki, bir sel gibi önüne dikilen burjuva eleştirmenlerin bentlerini yara yara geliyor... O zaman yarı buçuk, Hasan Hüseyin’i kaale alma zorunluluğu duydular....  Artık kendileri eleştirmeye çekindiler.. Ama  yanlarına çekerek özlerini boşalttıkları fildişi kule  solcularına eleştiri yazdırdılar Hasan Hüseyin için.

Bugün de Hasan Hüseyin’in şiirlerine dudak bükenler, onun ölümü üzerinde geçen bunca zamana karşın şiirlerinin gençliğinden hiçbir şey yitirmeyişi karşısında şaşalamaktan başka bir şey yapamıyorlar.  Onun şiirleri dünyanın bütün nehirlerinde “kızılırmak kızılırmak” akmayı sürdürüyor.

Eşi Azime Korkmazgil’in şu sözleri onu daha iyi anlatıyor: “Bu seslenişte, asla bezginlik yoktur, bunalmışlık yoktur; herhangi bir inancın yitirilişi ve davaya boşvermişlik yoktur. Umut, bir noktada öfkeye yenilirse, öte yandan çıkar günışığına. Ozan kendini, yaşamın orta yerinde bir görev yüklenmiş olarak bulmuştur; bundan caymak, buna sırt çevirmek, ölümle yenilgiyle yokoluşla eşanlamlıdır. O buna, ürettiği hiçbir yapıtta geçit vermez. Gözünün değdiği her alanda eleştirmen, düzeltmen ve eğiticidir. Şu yandan bakınca karanlık gördüğünü evirir çevirir, ışıklara yöneltir ve okuruna öyle sunar. Hem halkçocuğudur, hem de halkçıdır. Günün 24 saati ona yetmez; bir çığır, bir ipucu bir yolak bulmuştur, atlar zıplar gerilir atılır engeli aşar, gözünü diktiği ışığa kavuşturur bilinci. Yenik düşse, kanter içinde kalsa, kolu kanadı kırılsa da vazgeçmez: Onun için vargı bellidir, silkelenir, işini sürdürür. Felsefesi bu; mutluluk yorulmamakta, üretmekte, güzel bir şey yapmakta, yaptığını savunmaktadır. insancıdır; hem birey önemlidir onun şiirinde, hem toplum; ikisinde de gerçekçi, fakat kıyasıya eleştiricidir. Israr, en büyük özelliği; ozan ve yazar, halkın gözü ve kulağı olmalı, umut ve dayanıklılık aşılamalıdır. Züppelikten, çıtkırıldımlıktan ve gevezelikten tiksinir; onun gözünde aydın, aydın olmanın ciddiyetini ve sorumluluğunu taşımalıdır; değerleri, estetik beğençten süzmelidir, seçtiğine sahip çıkmalıdır. Kötümserlik, karamsarlık aşılamaya hakkı yoktur aydının!.."

Hasan Hüseyin şiiri, şiirin gereklerini düşünceye feda ediş yanlışlarını düzeltmiş, böylece şiirin gereklerini yalnızca şairane söylemde arayan; teknik sonuçları, o tekniğin taşıdığı yüke göre değerlendiren ve bunun sonucu olarak da, beğeniyi kısırlıktan kurtaran bir şiir anlayışını ortaya çıkarmıştır.  Hasan Hüseyin, şiiri; derin duyarlılığı, gür sesi, geniş soluğu, renkli hayali, işlek Türkçesiyle diyalektik bir görüş ve insancıl bir bakışa yaslanan hayat ve tabiat sevgisi, barış ve özgürlük tutkusu, devrim ve bağımsızlık özlemiyle kaynaşan bir şiir düzeyine yükseltmeyi başardı.

Dün Kavel Direnişini dalgalandıran şiirleri, bugün de grevci işçilerin, direnişçilerinin ağzında, bağlamanın, gitarın tellerinde daha güzel bir dünya özlemiyle  çınlamaktadır:

“davul çaldım
davul çaldım duyan yok
anam anam anam anam anam
uzun ayak
kısa ayak
            rap rap rap
            bir ölçüde basmadıkça toprağa
akmadıkça denize nehirler gibi
                        atlasak da
                        sıçrasak da
                        yırtsak da bilmemnemizi
                                               kurtuluş yok
                                               kurtuluş yok
                                               kurtuluş yok”
 (Her Yerde Birden Olmak şiirinden)

FAŞİZME DİRENİŞİN BAYRAKTARI ŞAİR: RENÉ CHAR...

Fransız şair René Char 14 Haziran 1907'de L'Îsle-en-Sorgue'da doğdu, 19 Şubat 1988'de Paris'te öldü. Avignon Lisesi ve d'Aix-en-Provence Üniversitesi'nde öğrenim gördü.İkinci Dünya Savaşı'nda Nazi işgaline karşı Direniş Hareketi'nde görev alarak Provence bölgesinde 'Yüzbaşı Alexander' takma adıyla bir taşra çetesinin komutanlığını yaptı. Savaştan sonra doğduğu yer olan L'Îsle-en-Sorgue'a yerleşti. René Char kendinden sonraki kuşakları hem biçem hem de içerik açısından etkilemiştir. Başlangıçta Gerçeküstücülüğü benimsemiş, sonradan uzaklaşmış; özdeyişler ve yoğun imgelerle gelişen kısa ve özlü şiirler yaratmış, mağrur ama gösterişsiz bir alay içeren, yer yer ahlaksal bir boyut taşıyan ekonomik ve son derece içe dönük kavramsal şiire yönelmiştir. Düzyazı şiirler de yazan Char, karşıt düşünceleri iç içe geçirişiyle Heraklitos-Heidegger esintileri de barındıran farklı ve özgün bir söyleyiş elde etmiştir. 1966'da tüm yapıtları için Eleştirmenler Ödülü'nü (Prix des Critiques) almıştır.

Şiire bakışını bir yazısında şöyle anlatır:
“Ozanım ben, ey aşkım, senin ufkunun doldurduğu kurumuş kuyuların yöneticisi.
Yaşamın yalanladığı, ozanın yeğlediği deneyim.
Şiirin merkezinde, bir çelişki bekliyor seni. Hükümdarındır o senin. Dürüstçe savaş onunla.
Şiirde, dönüşmek uzlaştırmaktır. Ozan gerçeği söylemez, onu yaşar; ve onu yaşayarak, yalana dönüşür. Musaların çelişkisi: şiirin doğruluğu.
Şiirin dokusundaki gizli tünellerin, uyum odalarının, aynı zamanda da gelecek öğelerinin, güneş siperlerinin, aldatıcı yolların ve birbirlerine seslenen varlıkların sayısı eşit olmalıdır. Ozan bir düzen oluşturan tüm bunların salcısıdır. Ve başkaldıran bir düzendir bu.
Ozanlar, alarm çanlarının çocukları.
Şiir ölümümü çalacak benden.
İnsanın kendisiyle ve dünyayla ilgili bir parçacık hata olmadan, ilk sözcüklerde bir tutam saflık olmadan şiire başlanamaz.
Şiir büyük bir sevinçle elimizde tuttuğumuz, bize göründüğü anda, kırağıyla kaplı sapının üstünde, çiçeğin çeneğinde, geleceği belirsizleşiveren o olgunlaşmış meyvedir.
Bak işte yine baş başayız, ey Şiir. Geri döndünse, bir kez daha seninle, genç düşmanlığınla, dingin uzam susuzluğunla boy ölçüşmem ve sahip olduğum o denge sağlayıcı yabancıyı senin sevincin için hazır etmem gerekiyor demek.”


 Ozanlar

Şişelerin karanlığında okumamışların üzüntüsü
Gözle görülmez o kaygısı araba ustalarının
Derin balçıklarda ufak paralar

Örsün alt bölümlerinde
Ozan yaşar yapayalnız
Büyük temizlik arabası bataklıkların
Rene Char

AYDINLIĞIN ÖNCÜSÜ GİARDANO BRUNO
KARANLIĞA KARŞI MÜCADELEDE YOL GÖSTERİYOR…

"Pişmanlık duyacağım hiçbir düşünceyi benimsemedim. Siz karar verirken korkuyorsunuz. Ama ben onu dinlerken korkmuyorum."

Bu sözlerin sahibi Giardano Bruno, 17 Şubat 1600 günü odun yığınlarına doğru ilerlerken donuk ve solgundu, işkenceler yüzünden çok kan kaybetmişti. Güçsüz ve zayıftı. Etleri bazı yerlerden kemiğine kadar parçalanmıştı. Eklemleri tekerlek işkencesinden yırtılmıştı. Odun yığınına götürüldüğünde yüzüne öpmesi için İsa'nın çarmıhtaki yontusu tutuldu. O, küçümseyen bakışla kafasını çevirdi. Yüzlerce Romalının toplandığı çiçek meydanında odunlar tutuşturuldu. Yel ateşi körükledi. Alevler Bruno'nun ayaklarına yaklaştı. Elbisesini sardı. Papazlar dikkat kesilmişti. Bruno hiç olmazsa bu son dakikada pişman olup fikirlerinden döner miydi? Umutları boşunaydı, Bruno'nun ağzından ne bir söz, ne bir inilti çıkacaktı...

İnsanlık tarihi, özgürlük yürüyüşüdür. İnsan bilinçlendikçe özgürleşmiş, özgürleştikçe bilinçlenmiştir. Tarih boyunca mutluluğu ve özgürlüğü arayan insanoğlu, karşısında hep zorbalığı bulmuş, işkencelerle, ölümlerle, baskılarla dolu yolda ilerlemiştir. "Başkaldırıyoruz o halde varız" diye haykırıldığı zaman insanlık tarihi başlatılmış ve özgürlük yolu açılmıştır.  Ölüm kararını Bruno'ya bildiren yargıç, ondan şu cevabı almıştır: "Ölümümü bildirirken siz benden daha çok korkuyorsunuz".  Bruno’dan bize kalan önemli bir miras da şu sözde saklıdır:
"Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım."



NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati

ÖZLEM KESKİN: Başında Şavk Var



BAŞINDA ŞAVK VAR



Çoğunluğunu kadınların oluşturduğu insan birikintisi birbirinin öyküsüne kilitlenmiş, bildiklerini artırmak yolunda zorluyordu sözcüklerini. En çok soru cümleleri uçuşuyordu havada. Abartılı ve ağırdı yanıtlar. Öykülerinin akışına kapılıp, hastalandıkça hastalanıyordu insanlar. Hızla artıyordu şikâyetler, ağrılar. İşin özü hormonu bozuk şişman kadınlardık hepimiz. Burada tiroit testlerimizi yaptırıp çıktıktan sonra yumulup yemek yiyecektik. Ve ne çok bilinçliydik. Yaptıracağımız çekimin her şeyini biliyorduk. Çekim sonrası çocuklardan uzak durmamız gerektiğini öğütlüyorduk en yakınımızdakine.

Kısa zamanda ezberledik öykülerimizi. Sıra beklemekten sıkılmış, yeni bir yüz, yeni bir heyecan arıyorduk ki; o sekerek girdi içeri. Önce gülüşü, ötüşü ya da kahkahası girdi; ayıramadım. Yaşı altıdan büyük dokuzdan küçük kara bir oğlan. Arkasından da annesi. Gerçi babası da olabilir; yüzü çizgilerden ibaret, cinsiyetsizdi. Çocuk anne diyordu.

Herkes sorularını yöneltmek için onların oturmasını sabırsızlıkla beklemeye başladı. Fakat çocuğun oturması imkânsızdı. Bekleme salonunun sağına soluna koşturuyor, kendi kendine cıvıldaşıyordu. Ayrıca o meraklı kadın yığınını hiç umursamıyordu. Kadın, adımlarını sürüyerek ilerleyip, Anadolulu çekingenliğiyle boş bir çuval gibi yığıldı yanımızdaki koltuğa.

Hiç vakit kaybetmeden atladı en meraklımız:
— Burada radyasyon var, dokunur bu çocuğa.
— Ne edem, olsun.

Duyunca cevabı; onun üzerine çıkıp, cılkı çıkana dek ezmek istercesine konuştu bu kez meraklı olan:
— Olur mu canım, o kadar uyarıyorlar. Getirmeseydin çocuğu.
— Olmazdı ki; çocuk hasta.
— Öyle mi, nesi var?

Hastalığı açıklamak konusunda yanındakiler kadar tecrübeli değildi kadın. Durdu bir an. Oğlunu aradı gözleriyle. Gözleriyle gülüştüler ana-oğul. Sarıldı ona gülüşüyle, ısıttı. Koşturdu gitti oğlan. İlkel bir oltayla avladı kadın sözcükleri:
— Şavk var başında.
— Nasıl şavk?
— Şavk işte, yumru gibi şavk…

Bu kez çullandı kadına en bilmişimiz:
— Şavk değil, tümördür o. (Yanındakilere dönerek) Kanser yani.
— Öyle işte, ondan…

Kısa süreli bir durum değerlendirmesi yaptı herkes yanındakiyle. Aldı, yürüdü sessizlik. Ve o anda sonra lanetlendi şavk sözcüğü. Çocuğa baktım ben. Konuşulanları duymuştu. Kapkara gözleriyle tokatlıyordu bizi. Dürtmüştük bir kere mahremini. Uyandırmıştık çocuk bilincini.
Yanımızdan hızla geçip, duvarlara yapıştırılmış afişleri okumaya koyuldu. Neden sonra bir açıklama yapma gereği duyarak, bize döndü:
— Korkuyor musunuz? Korkmayın. Bana önceden yaptılar, hiç acımıyor.

Onu yanıtlama gereği hissettim ben de, bilemediğim bir sebeple. Ne de olsa buradakiler arasında çocuklarla en çok konuşmuşluğu olan bendim. Bana düşerdi yanıtlamak:
— Erkeksin canım sen, korkmazsın tabi. Korkar mı hiç erkek adamlar?

Aman ne saçma bir cümle kurmuştum. Kınadım kendimi. Sanırım daha önce hiç kullanmamıştım bu cümleyi. Bu cümleyle engellemek istemiştim içimdeki acıma duygusunun beni küçültmesini. Başka nasıl onarılırdı az önce yıkılanlar. Nasıl toparlanırdı?

Yedi yaşında bir kız olmalıydım;.kırmızı çoraplı, fırfırlı etek filan. Kara ellerinden tutup koşturmalıydım. İki yandan bağlı saçlarım yüzüne değdikçe utangaç heyecanlar duymalıydı bir kıza dair. Yatağa yattığında aklına gelmeliydim, gizlice gülümsetmeliydim. Oysa; ne kadar gecikmiştim…

Tek geciken de ben değildim o salonda. Yanımda oturan kadın olayı bile anlayamamış; öğrenmeye çalışıyor meraklı gözlerle. Dürtüyor kolumu, soruyor iğrenç bir fısıltıyla:
— Neyi varmış kızım bu oğlanın?

Artık tutamıyorum kendimi. İnceldiğim yerdeyim dakikalardır, kopuyorum:
— Şavk yokmuş başında, tümör yokmuş. Top varmış, elma şekeri varmış, portakal. Koşmaca varmış, gülmece. Dondurma varmış, bilmece. Dönme dolap, yerküre varmış. Şarkılar, renk renk resimler varmış. Işık varmış, anladın mı? Sonsuzlukça ışık varmış başında. Masmavi bir hayat varmış. Duydun mu?

Deli deli bakıyor yüzüme kadın, korkuyla. Kimseden ses yok yalnızca çocuk adam ya da adam çocuk Sunay Akın haykırıyor nükleer tıp merkezine:

 “Ne zaman bir çocuk ölse
gözü evlerinde
annesinin kavurduğu
helvada
kalır.”

Çocuk koşturmaya devamda. Sıram geliyor bu arada. Kalkıp yürüyorum.

Bir koşu geliyor yanıma:
— Korkuyor musun? Elini tutayım mı? Erkeğim ben kollarım seni.

Sımsıkı tutuyorum elini. Korkuyorum. Çocuk tam da gözü helvada kalacak çocuk


ÖZLEM KESKİN

ERCAN CENGİZ: Güneşten Geldik Güneşe Gideriz



GÜNEŞTEN GELDİK GÜNEŞE GİDERİZ



‘güneşten geldik güneşe gideriz’
ha tek parça dona kalmış bakış
idam sehpalarında sallanarak
ha parçalanarak bedenlerimiz
cellada amin diyen imam
ovuştursun ellerini
mezar taşlarımız kırık

güneş içilirken avuç avuç
güneşe sözlü her karanfil bilirdi
halklara borçlu öleceğini
solmasın diye renkleri
başları eğilmesin diye bebelerin
en güzelini seçip verirlerdi şafağa

erkenden tutulsun sokaklar
pusular atılsın köşe bucak
gecenin karanlığında varsın
izleri sürülsün
varsın üleşsin çakal sürüleri
binlerce kurşun, bombalar patlasın

‘emekçilerle alay edercesine
pastaya altın konup yeniyorsa bir yerde
yıkılmalı zalimin bu çarkı
yıkılmalı bu adaletsizlik’
güneşe sözlü ışıldayan gözlerle
muştulanır yarınlar

devrimin her sıra neferinde
aynı sıcaklıkta beslenirdi direnci
kara bulutlardan süzülen ışık
girdiği toprağı tanırdı
aynı gözlerdi halklar arasında
ve aynı ellerdi özgürlüğe kalkan

dağlardır insana
ekmeği yoldaşça bölüştüren
acıyı-seviyi içirip insanı özgür kılan
dağlar ki ne para tanırdı ne devlet
ne soytarı palyaçolarını
bu kahrolası düzenin


ERCAN CENGİZ
 

HAMZA İNCE: Vuruldu Geceler— MEHMET RAYMAN: Kaput Bezi


VURULDU GECELER



Yalnızlığı suda yakarak
Küflenmiş acılara üşümeyi takan
Yorgun çocuk yaşam direncinden
Coşmaz sokaklar çorak tarla rengi
Çürük kökte yarık ayak
Cellatın suratına bırakıyor kan
Telaşlı bir sonla
Sesiz bir öcü
Dona kayıtlıyor kan
Doyarsız bir kışın kar savurmasında
Ölen çocukların bedeni

Hazan toplayıp gitti yapraklarını
Sığınaklar yurtsuz bir kürdistan
Ah çekmeyen bebe bedenleri
Orta yerine düştü insan sufatına
Vuruldu gece küflenmiş acılarda
Hayat üşümeyi taktı
Yakıldı kutsal düşte umut
Kurşun izi ırmağın ağzında
Taktı üşümeyi
Yalnızlığı suda yakarak


HAMZA İNCE



KAPUT BEZİ



önce bize gelir
yer içer uzanır sedire
sabah olunca çıkar sokaklara
izini belli etmez kimselere

hiç tanımadığımız biri olur
akşam eve dönünce
hemen dilini çıkarır
başlar bizimle alay etmeye
dut mevsimi gelince sevinir
gözleri kapalı yürür
şiirin bile aklı ermez onun gidişine
o yüzden hep mutludur ipek böceği

dut yemiş gibi
isteğe bağlı pirim öde
ölüm öncesi verirler eline
iki metre kaput bezini.


MEHMET RAYMAN

BEKİR KOÇAK: Asla Ve Asla Ve Asla


ASLA VE ASLA VE ASLA




dün ve yarın
bu iki sözcükte saklı her şey
değerin yüceliği
ya da ihanetin zehri
öyle bir kuşak mı desem
geçmişe gözleri kapalı
geleceği hokus pokus şans kapısı
emeğe dönük sırtlar
tere yabancı
gökten zembille inmiş tarih
yırtılmış sayfa sayfa
aşkları günübirlik
sabah başladıysa her şey
bitebilir akşama
oyun oynanıyor herkes sus pus
yeni cephelerinde zamanın
kan ve namus
konuşun mezarlar
herkesin görevden kaçtığı
leylası yitik gençlik
çok kırıldık çocuklar
size sakladığımız düşler
işgale uğrar gibi birer birer
ateşin ve suyun hışmında
korkunun dili bilenen
üç beş dizelik şiirle yüzü gülen
uçurumlara memleketi
gözyaşlarına bizleri
günbegün kilitleyen

kimse kimsenin yerinde değil
yalnızlıkları karartıyor geceler
ne varsa şizofren tutamak
eski günler saklandıkça keşkelere
söyletecekler bizlere illa ki
göğe bakıyorlar varız
altında üstünde yerin
ağaçta kuşlarda bile
ne kadar istiyorlar yokluğumuzu
umudun ardında ayak seslerimiz
fırtınalı günler dağarcığımızda
kendine kol kanat
sevincimiz bir arada
uzak doğmalara

asla ve asla ve asla
kabulümüz değil inkar
hayatın dumanı tepesinde
elde cemre ışığı
tomurcuğuna bakmalısın dalların
canımız yansa da çocuklar
bu can değil mi ki tende
yarınlar için elbette umut var


BEKİR KOÇAK

OSMAN COŞKUN: Lügâtsız— İSA TEKİN: Yarınlar Ülkesine Gidiyorum



LÜGÂTSIZ...



birilerine
ya da
yalnız birine anlatılacak
bir şeylerimiz
ya da
bir şeyimiz vardır sadece

adı aşk olsun
sevda olsun
ve ya tut ucundan şunu
beraber kaldıralım olsun adı
ne olursa olsun
özlemeye acıkmak
ekmeğe doymak gibidir sevgili
hasrete düğümleniyor bütün sözcükler
sus olup kalıyorum,
şehir birazdan buza kesecek
ellerimi al
düşlerimi
tut ellerimi
yak düşlerimi
ısıt kendini

şehir birazdan sana hasret duyacak
bütün kuşlar tanık
failim gök yüzüyse, mekanım gözlerin olacak...
al yak beni sevgili
karanlığın aydınlansın
küllerimi savur ebesinin fizanına
adım kalsın yalnız tarih kitaplarına

sakın gelme
ellerimi bir gece yarısı aramasında kaybettim saçlarında
şefkat bekleme artık
o lügatlarda karşılığı olmayan bir sözdür sadece...


OSMAN COŞKUN 


YARINLAR ÜLKESİNE GİDİYORUM

FOTOĞRAF: SAVAŞ ODABAŞ

Artık her an düşünmeyeceğim
Yaralamıyacağım serçe yüreğimi
İhanetlerden, iğrençliklerden uzak
Kahpeliğin ve ihanetin ödüllendirilmediği
Yarınlar ülkesine gidiyorum
Aşkın ve sevginin yüceliğinde
Onurun ve dürüstlüğün kutsallığında
Umutların ve sevginin her sabah
Güneş ile doğduğu ve yeşerdiği
Yarınlar ülkesine gidiyorum

Aşkımı, sevgimi, anılarımı
Yükledim serçe yüreğime
Tüm kötülükleri ve ihanetleri
Geride bırakarak sonsuzluğa
Yarınlar ülkesine gidiyorum
Belki başka bir gezegende
Belki başka bir dünyada
Belki başka bir ülkede
Hep umudunu taşıdığım
Yarınlar ülkesine gidiyor


İSA TEKİN



SEVGİNAZ İNAL: Asma Dalı



ASMA DALI



aynada ki küçük kız,
bize ayıplar öğretildi
eteğini ört,gömünü koru
benim gömüm yok çok şükür
sevdiğim asma dalı
tadı mayhoş,tadı bir hoş...

öyle saf bakma küçük kız
dünya yeterince kirli
abi dediklerinden korunaklan önce
aldığın elma tadı
tadı mayhoş,tadı bir hoş...
çingenelik senin de ruhunda var
bakışlarından belli
senin annen baban vardı değil mi?
bende varında üstü
o yüzden tekin olmadım bir türlü
erkil yanlarımı büyütüyorum gizlice
sevdiğim asma dalı
tadı mayhoş,tadı bir hoş...

aynada ki küçük kız
sen benim yarım mısın?
şu sıralar öyle çok bölündüm ki
kadın yanım ayrı, kız yanım ayrı, çocuk yanım ayrı
eril tuğlalar örüyorum yaşama
sevdiğim asma dalı
tadı mayhoş,tadı bir hoş...
aynanın içinden nanik yapma bana
senin ailen vardı değil mi?
çocuklarını bırakmışlarda oraya...
beni avutmaya gelmişlermiş
oysa yaşam ikimizi de sobelemiş
sevdiğim asma dalı
tadı mayhoş,tadı bir hoş...

aynada ki küçük kız
o boynundaki de ne?
ip çocuklukta atlamak içindir
dur yapma! ! !
hani benim yarımdın?
benim çocuk yanımdın...
ah sevdiğim asma dalı
tadı mayhoş, tadı bir hoş...


SEVGİNAZ İNAL

MEHMET GİRGİN: Şubatı Atmayın, Biriktirin— CİHAN ALKAN: Sövgü — HAKAN KAYA: Başkaldırı




ŞUBATI ATMAYIN, BİRİKTİRİN
YA DA BİR KADINI KUŞATIN AMA İŞGAL ETMEYİN


FOTOKOLAJ: ADNAN DURMAZ


Ölmek gizlenmektir hayata
Gözlerini yummak, kırpmaktır bir aşkı
Yaşamak yaşlı bir ağaçtır kuş ağzında
Kollarımız yasemen ya sevgi kokar
Boynumuz uzar, kıldan ince köprüler kurarız hayata
Aşkın toprağı ve gurbeti yolculuktur başka aşklara

Aşk Afrikalılaşmaktır


MEHMET GİRGİN 


 SÖVGÜ
 


                           cennete uçuyordu kuşlar
uçsuz bucaksız yokluğundan havalanarak
             geride kanat sesleri
             geride yarım kalmış yanık dualar
             geride sol avucumda bir boşluk
             bırakarak
havaya kaldırıyorum sol elimi
söze nereden başlayacağımı
b i l m e d e n.

CİHAN ALKAN


BAŞKALDIRI



Hissettikten sonra bir ülkeyi
bütün umursamazlığın biter
ayaklanırsın!
gelişip çoğalan KARANLIĞA!
gözlerinin aydınlığı yeter
yüreğinin başkaldırışını,
artık susturamazsın !


HAKAN KAYA

ADNAN DURMAZ:“Beni Sevdiğim Yaratır”



“BENİ SEVDİĞİM YARATIR”


Kenanlı Yusuf zindana konunca Züleyha’ya ayrılık ağır gelmeğe başladı.
Evi barkı ona zindan gibi dar göründü. Her gece zindana gidiyordu.
Birisi ona dedi ki: 'Aşk ateşi seni yak¬mamış, sevgi bahçesinin meyvasını tatma¬mışsın.
Bu gayet güzel bahçeli saraydan uzak kalıp suçlular gibi ne vakte kadar zindanda oturacaksın?

Züleyha cevap verdi: 'Dostun cemalin¬den uzak kalınca, bütün âlem sahası bana karınca gözü gibi dar gelir.
Eğer onunla beraber bir karınca gö¬züne yerleşsem, bu bana yüzlerce bağlı bah¬çeli saraydan daha hoş, daha ferah gelmekte!

Cami-Salaman ve Absal



Yeryüzünde aşka dair söylenmedik söz kaldı mı? Belki kalmadı. Kalmasa da, hâlâ, başka bir biçimde aynı anlama gelen cümleler söylenmeye devam ediyor. Aciz bir biçimde, insan yaşadığı duyguyu ifade edemedikçe, ısrarla başka sözcüklerle anlatmayı, yeniden deniyor. Mevlana, kendisine aşkı soranlara; ”ben ol da gör” diyerek, sözün aczini dile getirmiyor mu? Fuzuli; 'Aşk imiş her ne var ise âlemde, ilim bir kıyl ü kal imiş ancak' (Âlemde ne varsa aşktır, ilim bir dedikodu-falanca şunu dedi, filanca bunu dedi-dan ibarettir) derken, her ne kadar İslam tasavvufundaki âlemlerin yaratılmasının nedenini aşk olarak gören anlayışı dile getirse de, biz burada şöyle bir düşünce geliştirebiliriz.

Bilim insanın yaşamını kolaylaştıran buluşlar yaptı. Buzdolabı, kalorifer, araba, uçak, bilimin on binlerce yılda ortaya koyduğu, insanlığın yaşamını kolaylaştırma amaçlı buluşlardır. Ancak insan yemek yiyen, otobüse binen, bir canlı değildir yalnızca. İnsan bilimin ürettiği malzemeleri kullanarak mutlu olamaz. ”Dünyanın en güzel yeri sizce neresidir?” dediğimizde herkes farklı bir yanıt verecektir. ”Herkesin maddi anlamda düşlediği yaşam biçimi nedir?” dediğimizde de, çoğunluk hep, lüks evler, arabalar, deniz kıyıları vb sayabilir. Ancak düşlenen kentlerde, parasal sorunu olmayan nice insan var ki, sürekli ruh hekimlerine gitmekte, depresyon geçirmekte, bunalımlarından çıkamayıp, intihar etmektedir. Dünyanın en güzel yeri saydığımız yerlerde de insanlar mutsuz olabiliyor yani. Bilim, insana belki daha kolay ve rahat bir yaşam sunabiliyor; ama mutluluk, aşk, huzur gibi kavramları sunamıyor. Burada sözü edilen teknolojinin dışında, egemen ideolojilerin geliştirdiği felsefe, sanat, gibi etkinlikler de, o ideolojinin amaçlarına uygun olarak, insanlara mutluluk değil mutsuzluk getirir ancak. Yirminci yüzyılda burjuva düşünürlerinin ürettiği felsefeler varoluşçulukta olduğu gibi, insanı ancak, kendi değerlerini ”hiç”leyen bir bataklığa saplamayı amaçlamaktadır. Sanat, ilk çağlardan bu yana, insanın yaşamını “güzelleştirme” yolunda yapılan etkinliklerdir. Bir sınıfın diğer sınıfı sömürdüğü zamanlarda, egemen olanların sanatı, ancak dar bir çevreye hitap eden bir yapıdadır. Bunun örneklerini, Osmanlı divan şiirinden, son yüzyılda ortaya çıkan bir takım sanat akımlarına kadar görebiliriz. Kaldı ki bununla da yetinmeyip, geniş yığınların sanatını yok etmek, yozlaştırmak için her yola başvurmuşlardır. Evreni aşkla görenler, kuşkusuz ki onlardan daha mutlu ve huzurlu olabilirler. Kapitalist sistem doğanın düşmanıdır ve Tanrı kavramını tanımaz. Doğaya ve Tanrı’ya daha yakın olan, hayatın ortasında aciz bırakılmış kitleler, bulutlara, kuşlara, tanrıya daha yakındırlar; bu yüzden de aşk ancak onların yüreklerini vatan kılabilir kendine.

Belki de aşka dair söylenmedik söz, söylenmiş olanlardan çok daha fazladır kim bilir. Çünkü aşk, her insan nasıl benzersizse, her insanda farklı yaşanan bir duygu değil midir? Her insan kendini farklı sözlerle ifade eder. Aslolan da söz değil, bize o sözleri söyleten duyguları yaşıyor olmamız değil mi. Söz ki, insanın yaşadığı içsel fırtınaları anlatmakta hiçbir zaman yeterli olmayacak.

Bilim sınıflı toplumlarda egemen sınıfların elinde, insanlığın rahatını huzurunu düşünerek işleyemez. Kapitalist toplumda insan değil, sömürü söz konusudur. İnsan mutluluğu ise asla önemsenemez. Bilim insanlığın hizmetinde olduğu zaman gerçekten de, iç dünyamıza yansıyan güzellikler üretiliyor olacaktır. İnsanı sömürme temeli üzerinde yükselen her sistemde, kadın–erkek, ana-baba-çocuk, seven–sevilen ilişkileri de, dostluk arkadaşlık, aşk gibi duygular da, onları sakatlamak üzere kurgulanmış koşulların avuçlarına doğacaktır. Bundandır, aşklar hep yalan çıkar; dostlarsa hep sahtekâr. Sonuçta, sürekli olarak mutsuzluklar, düş kırıklıkları yaşanır. Fuzuli’nin “Aşk imiş her ne var âlemde” sözü, bu âlem için geçerliliğini kaybeder. Âlem çünkü, insanın insanı kul ettiği, çocukların başına bombalar yağdırılan, para adındaki puta milyarlarca insanın sabah akşam secde ettirildiği bir âlemdir. Orada aşk olsa olsa, bu sisteme karşı savaşmakla sağlığına kavuşup, anlamını bulabilir. Bunu görmezden gelerek, aşk üzerine, inci gibi söz dizen zamanımızın şair ve yazarları, yalnızca, insanların karşısına sistemin bir aldatmaca olarak koyduğu sanal bir aşkın belleklere daha bir çivi gibi çakılmasına yardım etmektedirler. Filmlerde, kitaplarda anlatılan, dizelere dökülen aşk, kapitalist sistemde milyonlarca insanı kandırmaya yarayan bir hayaldir yalnızca, bir hastalıktır. Maksim Gorki’nin ”Yazarlar insan ruhunun mimarlarıdır” sözündeki gibi şairin ve yazarın bir görevi de, ruhlarımızı sağaltmak olmalıdır. Dünya piyasalarında en çok satan postmodern kitaplar nasıl ki, sakat bir aşkı insanların bilincine allayıp pullayıp giydiriyorsa, bizde de bunun benzerlerini adım başı görmek olası. Hatta diyebiliriz ki, doğru olan istisnadır. Arzu, güçlü istek anlamına gelen bir söz olarak, aşk için kullanıldığında çoğu zaman cinsel isteğin bir ifadesidir. Örneğin, insana düşünmemesini buyuran Orhan Veli neyin temsilcisi olabilirdi.
“Düşünme,
Arzu et sade!
Bak, böcekler de öyle yapıyor "

Bu örneği o kadar çoğaltabiliriz ki. Ancak, zamanımızın yazıcılarının sadece düşünmeyen, arzu eden insan tiplemesinin mimarlığında, sistemin iyi birer temsilcisi olduklarını söylememiz ve bu örnek, konu hakkında başka söze gereksinim bırakmıyor sanırım.

“Bu sistemde aşk olmaz mı?” gibi bir soru, bu sisteme rağmen aşk hep var olacaktır biçiminde yanıtlanmalıdır. Evet, sistem, insanlık dışı bir sömürü düzeni olunca, insanı insanlıktan çıkartmanın tüm koşullarını sürekli hazırlamaktadır. Her sistem de her canlı gibi ölüm korkusunu yaşar sürekli. Nedense, diktatörler, zorbalar, halktan daha çok korkar ölümden. Onların bu dünyada sonsuza kadar kalacakmış gibi yaptıkları her şey, tarihin çöplüğüne gömülecektir; bilirler bunu. Bu da zulümlerini daha bir arttırır. Çünkü yaşam biçimleridir zulüm, zulmederek daha çok yaşayacaklarını sanırlar. İşte tam da bu noktada, aşktır kalabalıkların, milyonların direncine verdikleri sabırlı su. Başkaları için ağlamanın, yanmanın, direnmenin, savaşmanın, ölmenin güzelliğini bilen insanlar, aşka layıktır. Bencillikle işi olmayan bu yüce duyguyu sökemedi zorba sistemler insanlığın sinesinden. Aksine, öyle bir duygu ki, bencil yanlarımızı onardı kalbimize düştüğü zaman. Yoksulların en büyük zenginliği oldu ilk insandan bu yana. Milyonlarca türküye, ağıda döktük, efsaneler yarattık aşka dair. Ona sığındık yalnızken; kimsesizken kimsemiz oldu,yaramızı yar ettik,sabır taşlarını çatlata çatlata bekledik, özledik, aradık…

“İnsan çift yaratılmış” derdi eskiler. Herkese göre deliydi ama yâriydi yârinin kimisi… “Tencere kapak” benzetmesini yaptılar maşukunu bulan âşıklar için. Her insanın bir insanı var mıydı sahiden. Yani bu zamanda bu düzende, bize en çok uyan birileri olur muydu? ”eş ruh” diye bir aldatmaca uydurdu batı kaynaklı düşünce sistemi. Olaya daha nesnel bakmak gerekiyor. İnsanın bir benzeri, eşi olur mu?

“Gönülden gönüle pencere olduğu muhakkak. İki gönül, iki ten gibi birbirinden ayrı ve uzak kalamaz. iki kandilin yağ konan kapları birbirine bitişik değildir ama ışıkları birbirine katışmış birleşmiştir. Hiçbir âşık yoktur ki sevgilisinin vuslatını ara¬sın, dilesin de sevgilisi onu aramasın, dilemesin! Fakat aşk, âşıkların vücudunu inceltir, zayıflatır; sevgililerin vücutlarınıysa güzelleştirir, semirtir!

“Bu gönülden sevgi şimşeği çaktı mı bil ki o gönülde de sevgi vardır.
Gönlünde Tanrı sevgisi arttı mı şüphe yok ki Tanrı seni seviyor.” 
diyor Mevlana. Bize diyecek söz bırakmayacak kadar güzel söylüyor. Eğer sen gerçekten doğru olanı bulup sevmişsen, o da seni sever. Burada Marks’ın ünlü sözünü alalım: “İnsanı insan olarak düşünün ve onun dünya ile ilişkileri de insanca olsun,o zaman sevgiyi sadece sevgiyle,güveni güvenle...değiştirebilirsiniz.” diye başlıyor Marks, yani sevginin karşılığı sevgiden başka bir şey olursa, o sevgi satın alınmış demektir, sevgi değildir.

(Burada Halil Cibran’ın şu sözlerini anımsıyoruz;  ”Karşısındakine kendinden başka hiç bir şey vermez Sevgi, ve kendinden başka hiç bir şeyi de geri almaz. Ne kendi dışındaki şeylere sahiptir, ne de kendisine sahip olunabilir; Çünkü Sevgi, kendi kendini bütünler ve kendi kendine yeterlidir.” )

Marks devam ediyor; ”Eğer sanattan tad almak istiyorsanız, sanatkârca eğitilmiş olmanız gerekir, eğer başka insanları etkilemek istiyorsanız, onlar üzerinde gerçekten uyarıcı ve geliştirici etki yapan bir kişi olmalısınız. İnsanlarla ve doğayla olan her ilişkiniz, sizin iradenizin nesnesi olan, gerçek bireysel yaşamınızın en net yansıması olmalıdır.” Sanatkârca kendini eğitmemiş birinin sanatkârlık taslaması, sanatkârlık yapmaya kalkması soytarılıktan başka bir şey olamaz. Bu anlamda, zamanımızda pek çok sanatçıyı(!) bu kategoriye sokmak mümkün. İnsanları etkilemek için bir takım oyunlara girmenin de hiçbir anlamı olmaz. Böyle bir davranış olsa olsa şaklabanlık olabilir. ”Eğer sevginiz sevgi doğurmuyorsa bu, sevginizin, sevgi üretmediği anlamını taşır. Eğer seven kişi olarak yaşamınızı ortaya koyuyor ama sevilen bir kişi olamıyorsanız, sevginiz güçsüzdür. Bu bir talihsizliktir,mutsuzluktur” diye bitiriyor Marks sözünü. Sevginiz, karşı taraf üzerinde, doğal ve kendiliğinden bir akış sağlamalıdır, bunun dışındaki her çaba, boşuna olacaktır. Ben bu alıntıyı bu biçimde yorumladım. Sana ait yârse eğer, o da seni arıyordur ve ilgiler mutlaka karşılıklı olacaktır.

Mevlana diyor ki; ”Tek elin sesi çıkmaz. öbür elin olmadıkça, İki elin birbirine vurulmadıkça ne ses çıkar, ne seda! Susuz, ey tatlı su diye ağlar, inler ama su da nerde o susamış, diye ağlar, inler! Bizdeki bu susuzluk, suyun bizi çekmesinden ileri gelir.. biz suyunuz, su bizim!  Tanrı hikmeti ezelde bizi birbirimize âşık etti. O ezelî hükme göre kâinatın büyük zerreleri çift çifttir ve her cüz'ü de kendi çiftine âşıktır.Âlemde her cüz'ü de muhakkak kendi çiftini İster. Kehribar, nasıl saman çöpünü çekerse her cüz'ü de muhakkak kendi çiftini çeker.”

Mana âleminin sarrafı olarak adlandırılan gönül adamı,
gökyüzünü erkeğe, yeryüzünü kadına benzeterek devam ediyor; ”Bu iki güzel, birbirlerinden süt emmeseler, bir¬birlerini sevip koçmasalar nasıl olur da birbirlerinin muradına dolanırlardı? Yer olmasa güller, erguvanlar nasıl biter, gökyüzünün suyu, harareti olmasa yerden ne hâsıl olur? Dişinin erkeğe meyli, ikisinin de işi tamamlansın diyedir. Bu birlikte âlem beka bulsun diye Tanrı erkekle kadına da birbirlerine karşı bir meyil verdi. Her cüz'e de, diğer bir cüz'e meyil verdi., ikisinin birleşmesinden bir şey doğar, bir şey vücut bulur.”

Bütün bunlar kuşkusuz güzel sözler. Ancak gerçekten de, bir yerlerde bizi bekleyen ve arayan bir yârimiz var mı? İslam inancındaki, ruhlar yaratıldığında, ruhumuzun tanış olduğu sevgili var mı gerçekten. Eğer varsa, insanların çoğu bunu bilmiyor. Eğer varsa, neden bu dünyada karşılaşmak ihtimali, neredeyse imkânsız denilecek ölçüde zayıftır. Eğer aynı zaman diliminde dünyaya gelmişsek, kim bilir, nerededir, hangi ülkededir. Belki bir genelevde saat başı bir başka insana satılan kadının eş ruhu, Paris’te bir kilisede rahiptir; belki Afrika’da bir ülkede açlıktan öleli çok zaman olmuştur. Kim bilir belki de, birlikte olduğumuz kişinin ta kendisidir.

“Tüm diğer konularda değersiz ve yararsız biri olsam da, en azından seven ve sevileni kolaylıkla ayırt edebilme yetisi, her nasılsa bana tanrı tarafından verilmiştir.” Diyen Sokrates’e göre; ”Eros mitolojik olarak konuşulduğu zaman bile, bir tanrı değildir. Tanrılar yetkindirler, oysa Eros'un kendisinin bir yetkinliği yoktur ve yetkin olan bir şey, her ne olursa olsun, zorunlu olarak, aşktan yoksundur. Aşkın özü daha çok yetkinliğin karşıtıdır: Yetersizlik, eksiklik, yoksunluktur, eksiklik bilinci ve gerçekleşme ve tamamlanma arzusudur. Aşk sevilenin eksikliğidir ve tanrılar hiçbir şeyin eksikliğini duymazlar
.
Tanrı değilse eğer. Eros nedir? Hâlâ söylenceye dayanarak konuşan Sokrates, Eros’a büyük bir tin ya da daimon adını verir. Bir başka deyişle Eros ne tanrı ne de insan olup, tanrılarla insan arasında bulunan, 'aradaki uzayı (mekânı) dolduran ve bütünü kendisinde birleştiren' bir şeydir.”

İslam Tasavvufunda ise “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeyi istedim ve âlemi yarattım.” kudsî hâdisine dayarak, yaradılışın gayesi aşktır. Kur’an’da Âraf,172’de “Hani Rabbin, Ademoğulları'ndan onların bellerinden soylarını dışarı aldı ve 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diyerek kendilerini birbirine şahit tutmuştu da onlar da 'Evet şahidiz' demişlerdi. Allah kıyamet günü şöyle diyemeyesiniz diye bunu böyle yaptı; 'bizim bundan haberimiz yoktu’ ” biçiminde anlatılan, ezel meclisinde, Allah’ın ruhlarla yaptığı bir tür sözleşme vardır. Orada ruhların birbirini gördüğü belirtilip ve bu dünyada karşılaşınca, birbirini bulacak olan âşıklar, dostlar biçiminde yorumlanır bu ayet. Sonuçta,”âlemde ne varsa aşktır” İslam tasavvufuna göre.

Sokrates’in düşüncesi de bundan çok uzak değil görüldüğü gibi. İslam Tasavvufunda,”vahdet-i vücut” olarak adlandırılan ilahi aşktır. Sokrates ise “Tanrılarla insanlar arasındaki boşluğu dolduran ve bütünü kendisinde birleştiren” bir unsur olarak söz eder aşktan.

DNA’larımızın, dedelerimizden bize gelen bir takım özellikler ve hastalıklar gibi, ezel meclisinde, bu dünyada bize en uygun, diğer yarımız olan insan için de kodlandığını belirten zamanımızın bir takım yazıcıları, yeryüzünde insanı biçimlendiren koşulları tümüyle reddeden bir anlayışın savunuculuğuna düşüyorlar. (Zamanımızda bilim DNA’lara, genlere müdahale ederek hastalıkları ortaya çıkmadan yok etme noktasına gelmiştir.) Bu tıpkı, insanın başına gelen bütün olumsuzlukların, savaşların, belaların sorumluluğunu, kadere yüklemekle aynı şey oluyor. İnsanın insanı kul ettiği, insanın yaşam biçimini, insanın isteklerini, zevklerini, dünyaya bakışını belirlediği zamanlarda, bu dünyada olan her şeyin sorumluğunu, doğmadan önce belirlenmiş olan yazgıya yükleyen, ”şükürcü” anlayışla aynı konuma düşmüş oluyorlar. Filmlerde gösterilen çok zenginle çok yoksulun aşkı ne yazık ki bu dünyanın koşullarına pek uygun düşmüyor.

Sokrates aşka dair gayet akla uygun tespitler yapıyor: ”Aşk her zaman bir şeyin aşkıdır Zorunlu olarak bir nesneye doğru yöneltilmiş durumdadır. Sevmek demek bir şeyi sevmek demektir. Ancak aşkın nesnesi nedir? Çok yalın olarak, insanın gereksindiği, arzu ettiği ve istediği şeydir. İnsan zaten sahip olduğu bir şeyi gereksinmediği, istemediği ve arzu etmediğine göre, aşk her zaman insanın henüz sahip olmadığı bir şeye yönelmiştir” Burada biz şunu söyleyebiliriz: çoğu insan için aşk, bu dünyada yaşamını araç yaparak yöneldiği amaçtır. Farkında olmadan kölesi olduğu, istekler, giderek büyür ve, onun tüm varlığını gasbeden bir canavar olur. İslam dininde “nefis” denilen, bu hırs yüklü istekler, asıl aşktan bizi yoksun bırakan hastalıklarımızdır. Çoğu insan hayat boyu insanları sömürür, haksızlık yapar, rüşvet alır, haksız kazanç yolları bulur, para kazanır; ama o parayı yiyemeden de ölür. Onlar için aşk, bu yaşamlarını gasbeden çılgın tutkudan başkası değildir. Böyleleri için, karşı cinsten kendilerine en uygun kişinin fiyatı, ya paradır, ya gösterişli meslek diploması vb. Elbette onlar için de bu dünyada, satın alabilecekleri, biçilmiş kaftan, tencere kapak kişiler vardır. Bu dünyada, karşı cinsten, herkese en çok uyan birisi elbette vardır. Olmaması akla ve bilime aykırı olurdu. Sokrates’in bu konuda söyledikleri şöyle devam ediyor: ”Aşk iyi, yararlı ve hayırlı olan bir şeye duyulan arzudur; doğamız itibariyle, eksikliğini duyduğumuz, gereksindiğimiz, eşdeyişle doğamız itibariyle bizim bir parçamız olan ve bizi tamamlayacak bir şeye duyulan sevgidir. İnsansal aşk. İnsan için iyi olana duyulan sevgiden başka bir şey değildir, insanın doğal ereği ve hedefine doğru yönsemesidir, her bireyin doğuştan getirdiği, kendini-gerçekleştirme gereksinim ve isteğidir” Aslolan da bu değil mi: insanın kendini gerçekleştirmesi. İnsanın, yeryüzünde benzeri olmayan bir varlık olarak, kendi dışında önüne konulmuş yasa, kural ölçülerin duvarlarını aşarak “kendi” olabilmesi. Bu elbette, insanı var eden koşullar dâhilinde oldukça zor. Beğenilerimiz ve zevklerimiz bile dışardan bize veriliyorken, kendi iyi’mizi, güzel’imizi, aşk’ımızı var edebilmek hiç de kolay değil.

Bizim en büyük eksikliğimizdir aşk, bundan olmalı yaşam boyu bitmeyen susuzluğumuz olması.Büyük bir kendini tamamlama çabası içinde çırpınarak yaşanan mutsuzluğumuz ve mutluluğumuz..Sokrates tam da bunu anlatıyor; ”Eksikliğini duyduğumuz, doğamıza uyan bir şeye duyulan arzu olarak görüldüğünde, aşk bizim dışımızda bulunan bir mutlak diye sunulmuş bir şeye duyulan aşk değildir, tam tersine, bizim doğamızın bir parçası olan, ve onu tamamlayan bir şeye duyulan aşktır. Çok yalın olarak, eksikli ve sonlu oluşumuza ilişkin bilinçliliğin doğurduğu gerçekleşme aşkıdır.”

Çoğu insan arayışının farkında bile olmadan aramaktadır kendisini tamamlayacak olan diğer parçasını. Eksikli yanı sürekli sancıyarak ve kanayarak yaşanan bir maceradır insan ömrü. Bizim diğer parçamız olan kişi de, kendi diğer parçasını arayarak, kendini tamamlama, gerçekleştirme sancılarını yaşar. Biz kendimizin diğer yarısını çeken bir mıknatıs gibi yaşarız; böyle olunca da, ne yaşı başı vardır aşkın, ne de insanların koyduğu denklik kurallarını tanır. Mevlana; “Âlemde her cüz'ü de muhakkak kendi çiftini İster. Kehribar, nasıl saman çöpünü çekerse her cüz'ü de muhakkak kendi çiftini çeker. Gökyüzü yere merhaba der, demirle mıknatıs nasılsa ben de seninle Öyleyim.” diyordu. Sonsuz bir arayıştır işte bu macera, yurtsuzların yurdunu aramasına benzer. Âşık yana yana arar maşukunu, bir garip yolculuktur. Mevlana şöyle diyor; ”Sevgililerin aşkı, onların yanaklarını parlatır; âşıkların aşkı, âşıkların canlarını yakar, yandırır! Kehribar, niyazdan müstağni gibi davranan bir âsıktır., o uzun yola düşen, o uzun yolda savaşansa saman çöpü!..”

Hüsrev ü Şirin’in başlangıcında; ”Hayvan gibi yalnız yemek ile, uyku ile kalma; bir kediye de olsa gönül bağla! Senin bir kediye âşık olman, kendi kendine aslan olmadan daha iyidir.” diyen Nizami’nin Mevlana’nın biraz önceki sözlerine çok benzeyen sözleri aynı şeyi pekiştiriyor; ”Eğer bir taşın sinesine aşk düşerse, bir cevhere âşık olmaya hak kazanır. Eğer mıkna¬tıs, âşık olmasaydı, o şevk ile demiri nasıl kapardı? Eğer yolunun üzerinde aşk olmasaydı, kehrubar saman çöpünü aramazdı. Ne kadar taş ve ne kadar cevher vardır, yerlerinde öylece dururlar, ne demiri ne de samanı kapmazlar. Her bir cevher —ki bunlar sayısızdır— kendi merkezine meyleder”

Bizim için, önceden hazırlanmış, buluştuğumuz zaman her şeyin, yerini bulup oturacağı; gerekli bütünlüğün oluşacağı bir insanın varlığına inanmak mümkün olabilirdi; eğer ki, aşk ilişkisinin doğasına ters olarak, karşımızdaki insanı olduğundan farklı göremeseydik. Sevgili daima en mükemmel olan değil midir? Onda kusurlar bile bir özellik oluvermez mi çoğu zaman. Onu tanıdığımız anda, karşımızda, bütün gizemleri ve güzellikleriyle, keşfedilmeyi bekleyen bir dünya değil midir sevgili. Başka olandır o,en farklı olandır; ve böylece başlar Şeyh Galib’in “Aşk”ına ateş denizlerini aşmayı göze aldıran yolculuk. Aşkın doğasında bu var; ancak, gerçekte olanla, bizim, aklımızı bir tarafa atarak, gönlümüzde, düş dünyamızda yeniden var ettiğimiz aynı varlık değildir. Ama eğer, şansımız yaver gider de, yârimiz, onun varlığına attığımız her adımda, bizi şaşırtarak, tam da umduğumuz gibi çıkarsa, işte buna mucize denir. Belki de, bütünlenip tamamlanma böyle bir şeydir. İki taraf da karşılıklı tamamlanıp, kendini gerçekleştiriyor, Mevlana’nın kandilleri gibi, birlikte ışık saçarak. ”Çünkü tüm insanlar gerçekten iyi olanı, eşdeyişle doğaları itibariyle kendilerinin bir parçası ve kendilerinin olan bir şeyi severler ve bu nedenle, iyi bir şey yaratır ve arkalarında iyi bir şey bırakırlarken, sevdiklerini korur ve ölümsüzleştirirlerken, gerçekte kendilerini yaratmakta, korumakta ve ölümsüzleştirmektedirler” diyor Sokrates.

Bir insanı değiştirerek, kendi insanımız kılmanın mümkün olamayacağını, söyleyebiliriz burada. Bir insanı, kendinden başka bir insan yapmak, kafamızdaki kalıplara uydurmak olanaksızdır. Bunu kendisi istese bile, başaramayacaktır. O yalnızca bizimle tamamlandığında kendisi olabilen bir varlıksa, bizim yârimiz demektir.

İlişkilerinin başlangıcında, sürekli kavga eden insanlar tanıdım. Sürekli kavga eden, başkalarının ne diyeceğini umursamadan birbirini kıran, rezil olan arkadaşlarım oldu. Özellikle, bir çift var ki, bu yazının yazılmasına neden olan onlardır. Anımsıyorum; İzmir’de iki dersane öğretmeni olarak tanışmışlardı. Kadın felsefe öğretmeni, erkek tarih öğretmeniydi. Kavgalı bir ilişkiydi onlarınki. Defalarca ayrılıp, sonra yeniden bir araya gelmişlerdi. Kadının ailesi öğretmen kökenli, erkeğin ailesi gecekonduluydu. Biri alevi diğeri sünni kökenliydi; ama önemsemedikleri bir durumdu bu. Sonra erkek, İzmir’den, İstanbul’a gitti. Bu gidişle, aynı zamanda kadını terk etmiş de oluyordu. Fakat çok zaman geçmedi, kadın da onun peşinden İstanbul’a gidip, orada bir dersanede çalışmaya başladı. Yedi-sekiz ay sonra da, bir yaz günü evlendiler İzmir’de. Kadın, erkeğin ailesini sevmiyordu başından beri. Bunu da sürekli olarak belli ediyordu. Çok bir zaman geçmedi, birkaç ay sonra, erkeğin İstanbul’da evini önce terk ettiğini; bir ay kadar sonra da, geri döndüğünü. Bir süre sonra, erkeğin İzmir'deki ailesinin evinde aileyle birlikte, mahalleye rezil olurcasına bir kavga edildiği duyuldu. Kavga sonucunda, gecenin bir yarısı erkeğin ailesi, gelinlerini evden kovmuşlardı. Tam bir rezalet. Eşi de ağzını bile açmamıştı. Buna benzer olayları pek çok insan yaşamış; yaşamayan azınlık da defalarca tanık olmuştur.

Arkadaşım, yaşadığı aile faciasından sonra, biraz kendine gelebilmek için, benim yaşadığım bozkır köyüne geldi. Gezdik, tozduk, konuştuk, tartıştık. Kaçınılmaz olarak boşanacak ve bir daha da arkasına bakmayacaktı. Döndükten bir süre sonra, eşiyle tekrar aynı eve yerleştikleri haberi duyuldu. Bu olayla birlikte de, evin tek oğlu olan arkadaşımın ailesiyle arasındaki köprüler tümden yıkıldı. Öyle ya, eşinden memnun olmayıp bunu ailesiyle paylaşarak cephe oluşturan bir insan ailesine ne diyecekti ki. Ailesiyle birlikte, eşini sokağa atmıştı.

Beş yıl kadar bir zaman sonra onların ziyaretine gittim. Zaman içinde çok uyumlu bir ilişki geliştirmişlerdi. Son derece birbirini tamamlayan iki insan vardı şimdi. Anlaşılan o ki, bir ağaç büyütürcesine emek verilerek, iki insan birbirini yeniden yaratıyordu. Çocuğun önce emeklemesi, sonra düşe kalka yürümeyi öğrenmesi gibi, iki insanın sevgisi de, ancak bin bir güçlüğü yenerek, koşmayı başarabiliyordu. Sokrates bu saptamayı şöyle destekliyor; ”Bu, hiç kuşkusuz, seven ya da sevilen*söz konusu olduğu sürece, sevgi ilişkisinin daha az maieutik (x) olduğu anlamına gelmez. Çünkü, seven her ne denli sevgiliyi, kendi iyi imgesine dönüştürmeye çalışırsa da, bunu sevgiliyi. Onun doğası İtibariyle olma gereksinimi duyduğundan farklı bir şeye dönüştürerek yapmaz. Herhangi bir doyurucu ilişkinin temeli, seven ve sevgilinin ortak olarak (iyi) bir şeye sahip olmaları ve büyük ölçüde aynı şeyi sevmeleri ve istemeleridir, bu nedenle seven sevgiliyi kendi iyisine dönüştürerek, ona zarar vermez, ancak daha çok, onun tam anlamıyla gerçekleşmesi için, doğası itibariyle olması gerekene dönüştürerek, yardımcı olur. Seven bunu. Kendi iyi anlayışını sevgiliye hile ile kabul ettirerek değil de. Onun kendisi için gerçekten de iyi olanı elde edebilecek, kendisi sevgilinin bunu elde etmesinde salt bir vesile olacak biçimde, kendisine doğru dönmesini sağlayarak yapar. Eğer durum böyle olmasaydı, aşk ilişkisi meyvesiz kalacaktı, çünkü ilişkide ortaya çıkan iyileşme ve gelişme, kişinin bizzat kendi gelişmesi değilse, hiçbir biçimde gerçek bir gelişme değildir. Aşk ilişkisi hem seven hem de sevilen tarafında doğurtucu ya da üretici kalmalıdır: Hem seven hem de sevilen diğerinin kendi kişisel gelişmesi, ortak iyiye doğru karşılıklı bir ilerleme için bir vesile, bir fırsattır.” O halde insanların başlangıçta, kimseden utanmadan, yaptıkları onca kavga ve rezillik, hayalimizde yeniden oluşturduğumuz sevgilinin gerçeğiyle buluşma sürecinde ortaya çıkan hayal kırıklıklarının bir sonucu olduğu gibi, aynı zamanda karşılıklı birbirine nüfuz etme, bir tür uç noktalarda sınama değil midir. Biz aynı zamanda da kendimizi sınıyoruz o zaman. Sadece sınamakla kalmıyor, dönüştürüyoruz da, hem kendimizi, hem de karşımızdakini. Bu dönüşümde, zaten, değişmesi mümkün olan fazlalıklarımız değişiyor. Eğer ki, kişinin “kendi”ne dair bir değişme veya değiştirilme söz konusu olursa, işte o zaman, ilişki bitiyor.”Aşk ilişkisi, doğası gereği, sorgulayıcı ve çürütücüdür. Her şeyden önce, aşk bir anlamda kuşkudan, sevgiliyi sorgulamadan, incelemeden ve sevgiliye ilişkin bir araştırmadan oluşur, çünkü seven sevgilisinde kendisini tamamlayacak, gerçekleştirecek olan şeyi aramaktadır; bu nedenle seven gerçek sevgilisini bulmak ereğiyle, bıkıp usanmadan insanları sınar ve inceler ve eğer talihi yaver gider de, aradığı sevgiliyi bulabilirse, onun gerçekten araştırmasının gerçek nesnesi olup olmadığını anlamak -gerçekte, onu (iyiye ilişkin) yeni araştırmasının nesnesi yapabilmek- için, bu kez de sevgiliyi inceler. İkinci olarak, aşk sorgulayıcı ve çürütücüdür, çünkü insanın kendisiyle olan bir ilişkisi olarak bile. Aşk doğası gereği, insanın kendisi ve kendi gerçekleşmesi için kaçınılmaz bir arayıştır: Bir sorgulama ve kuşkulanma (ben altı üstü bu kadar mıyım? Ben yalnızca bunlardan mı ibaretim?) , bir araştırma (Ben neyim? Ne olmam gerekir?) , bir yâdsıma (Şu an bende ortaya çıkmış kişi, kesinlikle yeterli biri değildir!) ve gelişmeyi isteme sürecidir.” Diyor buna Sokrates.

Sokrates’ten bu kadar alıntı yaptıktan sonra, çok başka bir yer ve zamandan uzak doğudan Me-Ti’nin sözlerine kulak verelim; ”Burada üzerine çok şey söylenebileceğinden kuşku etmediğim bedensel zevklerden söz etmiyorum. Amacım, üzerine söylenebilecek pek bir şey olmayan aşktan söz etmek de değil. Dünya, bu iki olguyla da yetinebilirdi. Ama sevgi bir üretim olgusu olduğu için, onu ayrıca ele almak gere¬kir. Sevgi, iyi ya da kötü yönde olmak üzere, sevenleri ve sevilenleri değiştirir. Daha dışardan bakıldığında sevenler yüksek bir düzenin üreticileri olarak görünürler. Tutkuludurlar ve engel tanımazlar; yumuşak başlıdırlar, ama zayıf değildirler. Her zaman ne gibi sevecen davranışlarda bulunabileceklerini araştırırlar (ve bunu yalnız sevdikleri için değil, herkes için yaparlar) . Sevgileri için sürekli olarak yapıcıdırlar, sanki bir gün gelip de tarihini yazacakmışçasına, o sevgiyi tarihsel kılarlar. Sevenler için hiç yanlış yapmamakla, tek bir yanlış yapmak arasındaki fark, çok büyüktür — oysa dünya, böyle bir fark üzerinde rahatlıkla durmayabilir. Sevgilerini olağanüstü kıldıklarında, teşekkür edecekleri yalnızca kendileridir; başarısızlığa uğradıklarında ise, nasıl halkın yöneticileri, halkın kusurlarını ileri sürerek kendilerini aklayamazlarsa, sevenler de sevdiklerinin kusurlarıyla kendilerini aklayamazlar. Sevenlerin üstlendikleri görevler, kendilerine karşı görevlerdir; bu görevlerin yüklediği borçları yerine getirmek için gösterdikleri titizliği kimse gösteremez. Sevenlerin başkalarının ciddiye almadığı pek çok şeyi, en küçük dokunmaları ve en algılanamaz gibi görünen sesleri bile ciddiye almaları, gerek sevginin, gerekse başka büyük üretimlerin özünden ileri gelir. Sevenler arasından en iyileri, sevgileri ile başka üretimler arasında tam bir uyum sağlamayı başarırlar; o zaman sevecenlikleri genel bir nitelik kazanır, yaratıcı yetenekleri çoğunluğa yarar sağlar ve bu türden sevenler, üretici olan ne varsa desteklerler.” Bu sözlere katacak bir yorum bulamıyorum.

“Sana büyük bir sır söyleyeceğim zaman sensin” Diye başlayan dizelerin şairi çağımızın büyük aşığı Aragon, Elsa’ya “zaman sensin” diye sesleniyor ve ekliyor “zaman kadındır” Zaman, öldüren ve yaşatandır. Her şey zaman içinde büyür ve gelişir; yaşlanır ve ölür. Zaman üretken ve doğurgandır. Elsa’yı, daha doğrusu kadını, zamanla özdeş kılıyor Aragon. Kadın üreten ve var edendir, sevginin mimarı odur. Aşk onun dâhilinde var olur ve büyür. Aşk onun dâhilinde sonsuz olur veya ölür. Her insanın bir insanı var mıdır? Sorusuna karşılık, Aragon’un aşk üzerine söyledikleri oldukça önemlidir. CREMIEUX’in büyük ozanla yaptığı söyleşinin bir yerinde şöyle diyor Usta: ”Önce kavramlar üstünde anlaşmak gerekiyor, yoksa söylenenler açıklığa kavuşamaz. Sözlüğe, örneğin Larousse'a bakacak olursanız, gizemcilik, ilahi düşüncelere dalarak yetkinleşme yoludur. Şiirimin amacının, tuttuğu yolun bu olmadığı biliniyor. Le Fou d'Elsa'yı gizemli anlatıma yaklaştıran tipik anlatımı, Arap gizemcilerinde şöyle bir araştıralım. Arap gizemcilerinin en büyüklerinden biri olan İbni Arabî der ki 'bir varlık gerçekte, yaratıcısından başka kimseyi sevmez’ İşte, başka başka biçimlerde anlaşılabilecek bir söz. Ben kendi adıma, sevdiğimi tanıyorum, ama yaratıcımı tanımıyorum. İbni Arabî’nin bu düşüncesini gerçeğe daha uygun bir hale getirmek için cümleyi tersine çevirip şunu söylemek gerekmez miydi...'Beni sevdiğim yaratır.' İşte bu, ayakları üstüne oturtulmuş gizemli düşüncedir”

Bu söz üzerine, bu konuda söylenecek başka bir söz olduğunu sanmıyorum. İnsanın birer tüketim nesnesi, aşk da dâhil tüm duygularının sökülmeye çalışıldığı zamanlarda, gerçekten de insanı sevdiği yaratır, çiçeklerin yeniden açmasını sağlayan yağmur gibi, güneş gibi. Bütün dayatmalara rağmen, kimsenin uğramadığı yıkıntılardan yükselen çiçekler gibi aşk, en büyük başkaldırıdır. Başkaları için ağlamayı, yanmayı, direnmeyi, savaşmayı, ölmeyi bilen insanlar olduğu sürece, aşka mahcup olmayacaktır insanlık. Şu an, bir yerlerde nasıl, öpüşür gibi usul usul yağıyorsa yağmurlar ve bir yerlerde güneş olanca güzelliğiyle kucaklıyorsa şafakları, aşklar da öylesine aşk gibi yaşanmaya devam ediyor, birbirini aşkla yeniden yaratan sevgililerde, yeniden, yeniden, yeniden…

ADNAN DURMAZ



NOT:Adnan Durmaz'ın yazıları tamamen veya kısmen, kaynak belirtilmeden başka bir yerde yayınlanamaz.  

KAYNAKLAR:
Mevlana,Mesnevi,Veled İzbudak,Milli Eğitim Basımevi,İst.1966
Cami, Salaman ve Absal, Abdülvehhab Tarzi,MEB Yayınları, İstanbul, 1985
Sokrates ve İnsan Sevgisi,Laszıo Versenyı,Çev.Ahmet Cevizci,Gündoğan Yay,Ank.1988
Türkçe Kur'an-ı Kerim (Diyanet Meali)
Bertolt Brecht,Me-Ti’nin Özdeyişler Kitabı,Çev.Ahmet Cemal,Alan yayıncılık,Ankara,1977
Hüsrev ve Şirin Nizami, <Çeviren: Sabri Sevsevil>, 1955, 469 S., MEB Dünya Edebiyatından Tercümeler, Şark-İslam Klasikleri: 29.
Ermiş (The Prophet) Halil Cibran, <Çeviren: Aytunç Altındal>, Ekim 1982 (3. Baskı) , 80 S., 350 TL, Havass
K. Marx, 1844 El Yazmaları, Çev. M. Belge, Birikim Yayınları, İstanbul, 2000
Luis Aragon,Gerçekçiliğin Boyutları,Çev.Erdoğan Alkan,de yay.İst.1985