Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Mart 2012 Çarşamba

Emeğin Sanatı'ndan 114. Merhaba


Merhaba,

Nihayet bahara ulaştık diyorduk ya, politik anlamda tam zemheriyi yaşıyor ülkemiz. Yoğun ve karmaşık bir gündemi yaşıyoruz. Dergiyi hazırlarken gelen son haberdi: Sivas katliamı sanıkları zaman aşımı nedeniyle beraat ettirildiler... Aslında kendilerine avukatlık yapanlarla birlikte zamanın fosseptik çukuru içine düştüler…

PEN Türkiye Merkezi, olayla ilgili yaptığı açıklamada şu sözlere yer verdi: "Sivas katliamı davasının zamanaşımına uğratılması tam bir rezalettir, utanç kaynağıdır. Oteli ateşe verip oradaki aydınları yakanlar ile yangını "Cehennem ateşi!" diye coşkuyla seyredenler hakkında vicdanlı bir insanın aklına hangi sıfatlar gelirse, bu kararda payı olan herkes artık aynı sıfatlarla anılacaktır. Zamanaşımı kararı zamanaşımına uğramayacak, katliamla birlikte kınanacaktır her zaman!"

 Öte yandan KCK davasında eli kalem tutan tutmayan kim varsa zindana atılmaya devam ediliyor. Eğitim sistemine faşizan müdahaleler de son aşamaya geldi.

Bütün bu olan bitenlere karşın Şükrü Erbaş’ın “Gece, yalnızlığımıza çekilen gök perdeyse / Şiir içerdeki aydınlığımızdır.” Dizeleri bizi sanata ve şiire daha çok çekiyor. Ya Hasan Hüseyin’in “dostlarım direnin karanlığa / sevmek yapabilir bu dünyayı / yeni baştan” dizeleri…

Bu koşullar içinde Newroz alevlerinin ışıltısında, Halepçe’nin çığlıkları altında 21 Mart Dünya Şiir Gününü kutluyoruz. Şiirimizin yarınları muştulayan kıvılcımları Newroz alevlerine karışıyor. Şiire bulaşan ya da bulaştırılan postmodern kir ve lekelerle kavgaya devam ediyoruz, devam edeceğiz elbette…

İçbükey, mızmız, pısırık şiire karşıdır, yükselttiğimiz sesimiz. Gerçek şiir, gerçek dünyanın şiiridir, çünkü bu zafere ulaşabilmesi için uğrayacağı değişikliklerin öğeleri bu dünyanın içindedir. Gerçek şiir, iyiliğin şiiridir; yeryüzündeki bütün insanlarla birlikte bireyciliği, yenecek, gene bütün insanlarla birlikte karanlıkları ve toplumsal baskıyı yenecek olan şiirdir. Gerçek şiir, insanın iç gücünün, umudunun ışığıdır.

Gelin, Dünya şiirinin büyük şairi ARAGON’a kulak verelim: “Gerçek şiir, iyiliğin şiiridir; yeryüzündeki bütün insanlarla birlikte bireyciliği, bu korkunç grev bozguncusunu yenecek, gene bütün insanlarla birlikte karanlıkları ve toplumsal baskıyı yenecek olan şiirdir.” 

Yazdığımız şiirler, okurda bir sarsıntı yapamayacaksa, niye şiir yazarız ki... “Şiir dağıtır karanlığı, aydınlıkların sanatıdır o!” diyen Paul Eluard bizim şiirimizin ana ilkesini vurgulamıyor mu? Bunları belirtirken şiirin kendi öz isterlerini de unutmayacağız elbette. Bunu en güzel biçimde Mehmed Kemal vurguluyor: “Şiir herkesin kullandığı sözün artı değeridir."

Pıhtılaşmış soyutların tenezzülünü tartarak, geçmişin yoz değerlerini arşive kaldırarak, yeni haritalarda yeni kıyılara koşacağız, ustaların da nişangâhını bozmadan. Dünden bugüne, bugünden yarına tartarak seslerimizi; ustaların haritasında, kendi keşiflerimizi de ekleyerek ilerlemeye devam edeceğiz.

Medcezirlerin sarkacında bungunların suratına fırlatarak dizelerimizi, direnç senfonisiyle terleteceğiz güzün tanklarını, toplarını; bilinç rüzgârlarıyla sarsarak… Adım adım ama hızlı hızlı; sessiz sessiz ama haykırarak koşmaya devam edeceğiz.

Ali Ziya Çamur

BU SAYININ SAVSÖZÜ


Edebiyat evsizlere ev, açlara yemek, işsizlere iş bulmaz ama onları insanlaştırmaya yardımcı olur. Bütün bunları elde edebilecek bilinç verir. Odağında insanın olmadığı bir roman, bir şiir olamaz. Edebiyatın temel işlevi insana insanı anlatmasıdır. Toplumumuz sorunlar yumağıdır. Bir de roman ve şiirimizin toplumla kan bağını koparmış olması buna eklenince büyük bir sorunla karşı karşıya olduğumuz görülür. Dağlarca, gerçek sanat yapıtı bir saat gibi içinde bulunduğu zamanı, bir pusula gibi gidilecek yönü gösterir, der.

Milyonlarca insan kitap okuyor, sinemaya, tiyatroya gidiyor. Acaba niçin? Çünkü insan kendisi olmak istiyor. İçinde olduğu çağın, bağlı olduğu toplumun bir parçası olmak istiyor.
Edebiyat yapıtı bir dil işidir. Dili yaratıcı bir şekilde kullanma işi. Bugün, gündelik dilin, ortak dilin söz dağarcığıyla roman, öykü yazan yazarlar var. Kuru, takır tukur bir dil bu. Dolaysıyla insanın yüreğinde titreşim yaratmayan yazarlar.
Edebiyat insanın insanlaşması için insanı insana anlatır. Acı çeken, ezilen, horlanan insanı anlatıyor. Ama öyle anlatıyor ki anlatım dili okuyanı alıp götürüyor. Dilin öte yanına geçmektir yazarı gerçek yazar yapan.
Yazar bedeninin sıcaklığını halktan almıyorsa o yapıt edebiyat yapıtı olmaz. Yabancı dilde roman yazıp sonra Türkçeye çevirten ve kendilerine yazar diyen insanlar var. Yazar, “Niçin?”, “Kimin için?”, “Nasıl?” sorularını yanıtlayarak yazmalı. Yazarlar, bazı şeyleri söylemek için değil, nasıl söylerim diye yazarlar. EMİN ÖZDEMİR (11 Şubat 2012 - 12. Ankara Öykü Günleri/Panel )

YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ

8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ
PEN BİLDİRİSİ YAZAR AYŞE KİLİMCİ’DEN…

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününün bu yılki bildirisini PEN Kadın Yazarlar Komitesi Başkanı Ayşe Kilimci kaleme aldı:

“8 Mart kadına saygı günü, kadın emeğinin hakkı teslim edilerek önünde esas duruşa geçilen gün.
Hayatın kahramanı kadın ne emeğini ne kendini ne de haklarını önemsiyor.
Kadın kendini emek paylaşımından, dünyanın sefasından keyfinden, yaşamak sefasından geri çektikçe, dünya ödeşilirmiş gibi ona birkaç gün adıyor.
Oysa kadın bin cephede veredurduğu kavgayı, ettiği emeği, evde, işte, sokakta, her yerde didindiğini önemsemeden üretiyor, yaşatıyor, çalımsız, sitemsiz, usanmadan, coşkusu zerrece eksilmeden... Taş taş üstüne koyduğu, yapıp yaşattığı güzellikler cezasız bırakılmıyor elbet.
Bırakın yılda bir günü, bir gül bile verilmeden...
Biz kadınlar, önce hayat hakkı istiyoruz, korkusuzca yaşamayı, her gün bir kadın öldürülmesin.
Heves ve hayallerimiz budanıp indirilmesin.
Düşünen, yazan, fikrini dile getirenlerimiz mapuslara tıkılmasın.
Siyasette ve aşkta çıkmaza düşenler kadın taşına hile yaparak onu oyun dışına sürmesin, kendini yanlış yazanlar, bizi silerek düzeldim sanmasın.
Kadınlar koruma istemesin, özgür ve iş güvenli bir yaşamak istesin, emekleri sağdıç emeği edilmesin.
Devletin bizi mutlu etmesini istiyoruz biz kadınlar, sevdiğinin de, çocuklarının da, yaptığı iş her neyse, onun da...
Sağlık, barınma, eğitim, çalışma, siyasete hakkıyla katılma hakkımız teslim edilerek, sahiden yaşamayı istiyoruz.
Çocuklarımızın sağlığı, sayısı, eğitimi, engeli, geleceği için tasalanmayalım...
Adından, kimliğinden, inancından, kökünden kömecinden, duruşundan, dediği kadar demediğinden ötürü de yargılanmak, yaftalanmak, töre eliyle yargısız infaz istemiyoruz.
Öteki, hükümsüz, adı yok, hayalden yasaklı, aşkta ikinci, yasada şiddetin esas kişisi yapılmaktan bıkıp usandı, kadınlarımız.
Haberiniz olsun...
Bu terazide bizim kefe boş kalırsa, sizin kefe hepten dibe vurur, unutmayın...
Akıllı olun ey kadınlar, daha da akıllı... Akıllı edin. Hırs ve kin, umutsuzluk sizden uzak olsun. Korkusuz, gürlü güvenli, sağlıklı ve mutlu olun, sevdikleriniz kadir kıymetinizi bilsin, siz artık ne olur saç süpürge etme genel müdürlüğünü bırakın.
Bütün günler sizin olsun, siz esaslı mutlu olun.”

8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ
TYS BİLDİRİSİ PROF. DR. BÜŞRA ERSANLI’DAN…


Türkiye Yazarlar Sendikası’nın gelenekselleşen 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü Bildirisi’ni bu yıl, altı aydır özgürlüğünden yoksun Prof Dr. Büşra Ersanlı yazdı:

“Yine, yeniden düşünüyoruz…

Doğuran kadın, emziren kadın, pişiren kadın, paylaştıran kadın, toplayan temizleyen kadın, hasta bakan, yaşlı bakan kadın, her şeyi zamanında yetiştiren kadın, onaran koruyan kadın, evdeki kayıtsız gizli emek üstüne tarlada da gizli emek veren kadın, fabrikada, okulda, iş yerinde düşük ücretle çalıştırılan kadın, biriktiren yine kadın ama
Karar veren erkek—————–Hükümet %90 erkek
Meclis %86 erkek
Yerel yönetimler % 98 erkek
Yönetici bürokrat %99 erkek
Sermayeyi elde tutan————————————- %99 erkek
Savaş çıkartan erkek, ordu erkek———————–% 100
Şiddete uğrayan kadın, taciz edilen kadın, tecavüze uğrayan kadın, öldürülen kadın… Bu saldırıların özel adları var: namus, töre, kıskançlık, aşk… Aslında hepsi aynı, hepsi güçten iktidardan uzak tutmaya çalışır kadını…
“İtaati kıranın belini kırmak”, en azından aşağılarda bir yerde tutmak, sindirmek… Bunların hepsi de güç karşısında sindirme eylemleri. “Gözünü patlatırım”, “kafanı kırarım”, “saçını yolarım”, “bacaklarını ayırırım”, “burnunu kırarım”. Bunlar burnundan kıl aldırmayanların eylemleri.
İstenen nedir?
-Kadın, kendini göstermesin!
-İktidar mücadelesi için savaş için erkek çocuk yetiştirsin!
-Zekâsını kamu alanında kullanmasın!
-Yaratıcılığını eve, süse ve “ kadınsı” faaliyetlerin dışına taşırmasın!
-Muhalefet etmesin!
-Güce, yani erkeğe, onun yarattığı geleneğe, onun adaletine, tek başına yaptığı yasaya itaat etsin!
-Mesleğinde erkeği geçmesin!
-Yaptığı işte itibar kazanmasın, kazanacak olursa derhal itibarsızlaştırılsın!
-Ne yaparsa yapsın, BİR ADIM GERİ DURSUN!
-Kadın erisin, tortu olsun! Erimeyenler cezasını bulsun. “Uslanmayan” cezaevine konsun!
-İktidar kavgalarının, sermayeden karin pazarlık rehineleri olsun!
Evde işte ayrımcılığa uğrayan tüm Türkiyeli kadınlar; dilini devlet, zekâsını babası, ağabeyi, amcası yasaklamış Kürt kadınları; dünyada her alanda hâl kenara itilmeye çalışılan tüm kadınların kız kardeşleri Türkiye’ de doğup büyümüş kadınlar, bilinçlendiler.
20- 30 yıldır her geçen gün uzmanlaşan örgütleriyle toplantılara, konferanslara, derslere sokaklara çıkıyorlar, fabrikalarda tarlalarda çalışıyorlar. Siyasette yerlerini alıyorlar.
Biz kadınların düşmanı yok, tespiti var:
Cins baskısı, erkek iktidarları meşrulaştırmanın ilk ve en kuvvetli adımıdır. Çünkü en belirgin en yaygın fark cinsiyet farkıdır. En uzun yaşatılmış fark toplumsal cinsiyet farkıdır.
Başta insan hakları olmak üzere tüm hakların dışında tutulmaya çalışılan kadınlar, “İNSANOĞLU” kavramıyla yok sayılmıştır. Kadınlar, iktidar kavramının anlamını değiştirme mücadelesine çoktan başladılar. İktidar insani ortaklık olacak; diyaloga dayanan anti militarist tutum iktidar olacak; diyalog üstünlüğü ile hukukun üstünlüğü belirlenecek.
Karar ve yetki alanlarını erkeklerle yarı yarıya paylaşacağız. Biz barışa karar verdik. Savaşın haklısını da haksızını da kabul etmiyoruz. Diyaloga, yaşatmaya, paylaşmaya inanıyoruz.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Kadınlar Günü hepimize, tüm kadınlara ve bizi destekleyen herkese kutlu olsun!"
(EDEBİYATHABER.NET)

ÇUKUROVA SANAT GÜNLERİ ÖDÜLÜ’NÜN
SAHİBİ YAZAR İPEK ONGUN...



Uluslararası Çukurova Sanat Günleri kapsamında verilen “Çukurova Ödülü”nün bu yılki sahibi yazar İpek Ongun oldu. Ongun ödülünü 22 Mart’ta alacak.

Çukurova Sanat Günleri, 22-26 Mart tarihleri arasında Adana merkezli 8 yerde gerçekleştirilecek. Ongun, ödülün kendisine verildiğini öğrendiğinde duygularını Çukurova Sanat Girişimi Mersin Koordinatörü Ziya Aykın'a şu sözlerle anlattı:

Çukurova Sanat Girişimi adına konuşan Genel Koordinatör Çetin Yiğenoğlu, ödülün Ongun’a verilme gerekçesini şöyle açıkladı: “Çukurova Ödülü'nü tüm yazın yaşamını gençlere hizmete adadığı, on binlerce gence okuma alışkanlığı kazandırdığı, edebiyatı sevdirdiği, onlara sorunlarının çözümünde adeta bir psikiyatrist, bir psikolog bilinçliliğiyle, bir anne sıcaklığıyla yardım ettiği, olası sorunlar karşısında ne yapmaları gerektiğini önceden öğrenmiş, mutlu, sorumlu, saygılı kişiler olmaları konusunda olağanüstü başarı sağladığı, ayrıca, Türkçe'ye gösterdiği özenle de örnek olduğu, çalışmalarıyla anne ve babalar tarafından model alındığı, eserleriyle Çukurovalılık hoşgörüsünü, alçakgönüllülüğünü, erdemini yücelttiği için İpek Ongun'a sunmaya karar verdi.” (EDEBİYATHABER.NET)

VAHİTTİN BOZGEYİK 2012 ŞİİR ÖDÜLLERİ
İÇİN BAŞVURULAR BAŞLADI

Ailesi ve şair arkadaşları tarafından düzenlenen, bu yıl üçüncüsü verilecek olan “Geleneksel Vahittin Bozgeyik Şiir Ödülleri” için başvurular başladı.

Yarışmaya katılmak isteyenler, şiirini e-posta ile vahittinbozgeyikodulu2012@mynet.com adresine yollayabilecekler. Yarışmanın son başvuru tarihi 30 Mart 2011’dir. Yarışmacılar yarışmaya tek şiirle katılacaktır. Şiirler serbest tarzda yazılmış olacaktır. Yaş sınırı yoktur, konu serbesttir. Gönderilen şiirlerde kişinin adı, soyadı, bir adet fotoğrafı, özgeçmişi (en fazla 10 satır) ve iletişim bilgileri açık olarak belirtilmiş olmalıdır. Yarışma sonuçları 6-8 Nisan 2020’de tarihleri arasında internet ve basın yoluyla duyurulacaktır.

Yarışmanın ödülleri 7 Nisan 2011 tarihinde düzenlenecek törenle sahiplerine verilecektir. Ödül töreni GASED (Gaziantep Kültür Sanat Edebiyat Derneği) toplantı salonunda yapılacaktır. Adres: Değirmiçem Mahallesi, 25 Aralık Hastanesi yakındaki Trambay Durağından Şehir Merkezine doğru giderken solda ilk cadde: Göğüş Caddesi No. 5 Şahinbey Gaziantep) Yarışmada birincilik, ikincilik, üçüncülük, üç mansiyon ve bir de jüri özel ödülü verilecektir. Jüri Özel Ödülü Seçiciler kurulunun ortak kararıyla, aday başvurusu yapılmaksızın saptanacaktır.

Yarışmada verilecek ödüller: Birinci: 400, İkinci: 300, Üçüncü: 200 ve plaket... Mansiyonlar: Şiir kitaplarından oluşan bir armağan paketi ve plaket... Seçiçi kurul; Tamer Abuşoğlu, Pınar Atay, Ahmet Atılmış, Meral Can, Ali Ziya Çamur (2011 (Birincisi), Fevzi Günenç, Rahime Kaya (2010 Birincisi), Süleyman Kılıç ve Hüseyin Toprak’tan oluşmaktadır.

HOMEROS ÖDÜLLERİ 2012 METİN ELOĞLU
ŞİİR ÖDÜLÜ SAHİPLERİNİ BULDU!

Karşıyaka Belediyesi geleneksel hale getirerek her yıl şiir ve dil alanında Homeros Edebiyat ödülleri veriyor. 2012 yılında Türk şiirinin asi şairi Metin Eloğlu adına düzenlenen şiir yarışmasına kitap ve dosya olarak toplam 132 yapıt katıldı.

Biçim, biçem, yapı (teknik), imge, dil özeni, söz ve anlam sanatları, esin kaynağı, tartım, dizelerin yatay ve dikey gelişimi (kurgu), izlek, içerik (tema), yenilik arayışı… gibi bir metni şiir kılan temel öğeleri dikkate alarak; Aydın Afacan, E. Bülent Yardımcı, Mehmet Mümtaz Tuzcu, Tarık Günersel ve Veysel Çolak’tan oluşan seçici kurul yaptığı değerlendirmeler sonucu ödül alanları belirledi:

Aslıhan Tüylüoğlu“Yokuş Çıkan Su” kitabıyla birinci; Emel Nişlioğlu “Güzdeyiş” kitabı ve Müslüm Çizmeci “Ben Deli Değilim Herkes Normal” dosyasıyla ikinci; Fatma Aras “Göğü Azalan Kuşlar” dosyası ve Çağrı Çığsığırçı “”Herkes ve Her Şey Geçer Adlı Kâinat” dosyasıyla üçüncü oldular.

Ayrıca Oktay Yılmaz, Onur Sakarya, Nedime Köşgeroğlu ve Servet Gündoğdu’ya seçici kurul özel ödülü verildi. Şiir Onur Ödülü ise bu yıl şiir tutkusu ve “Önce Kardeşim Öpsün Beni” kitabı nedeniyle Alim Atay’a verildi. Ödüller, 24 Mart 2012 Cumartesi günü Karşıyaka Belediyesi Ziya Gökalp Kültür Merkezinde; saat 14.00’te gerçekleştirilecek Dünya Şiir Günü kutlamalarında verilecek.

TÜRKİYE’DE “DÜNYA MASAL
ANLATICILIĞI GÜNÜ” KUTLANACAK!


Dünya Masal Anlatıcılığı Günü, söz anlatma sanatının küresel kutlama günü. Her yıl kuzey yarı kürede ilkbaharın ve güney yarı kürede de son baharın başlangıcına den gelen 21 Mart’ta kutlanıyor. Bu günde, birçok farklı dilde, birçok mekânda gün ve gece boyunca masallar anlatılıyor. Katılımcılar kendi hikâye ve izlenimlerini paylaşıyorlar.

Dünya Masal Anlatıcılığı Günü ilk defa 1991-92 yıllarında İsveç’te ulusal bir gün olarak kutlandı. Zaman içinde masal anlatıcılarının ağı genişledi ve bu tarih aynı kaldı. Her yıl 21 Mart gününde değişik yerlerde masal anlatıcılığı günü olarak kutlanmaya başladı.

1997 yılında Perth (Batı Avustralya)’deki masal anlatıcıları, bu tarihte başlayan ve beş hafta süren bir masal kutlaması yaptılar. Aynı yıl Meksika ve diğer Güney Amerika ülkelerinde de ulusal masal anlatıcılığı günü kutlandı. 2002 yılında Norveç, Danimarka, Finlandiya ve Estonya da bu ağa katıldı. 2003 yılında Kanada ve başka birkaç ülkenin de katılımıyla bu gün Dünya Masal Anlatıcılığı Günü olarak anılmaya başladı. 2005 yılındaki etkinlikte ise 5 kıtadan 25 ülke vardı. 2007 yılında Kanada’daki kutlamada ilk defa bir masal anlatıcılığı konseri düzenlendi. 2008 yılında Hollanda’da masal anlatıcılığı gününde sınıflarda ansızın beliren masalcılar ile binlerce öğrenci bu günün kutlamasına katıldılar…

Türkiye'de ise bu gün ilk kez 18 Mart 2012’de kutlanacak… Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği ve Atlas Dergisi, Türkiye’de ilk defa Dünya Masal Anlatıcılığı Günü'nü Galata Şifahanesi’nde aşağıdaki program çerçevesinde kutlayacak.

Bilgi için: Buğday Derneği, 0212 252 52 55 , Galata Şifahanesi adres: Büyük Hendek Cad. No21/2 (Galata Perform’un üstü) Kuledibi-Beyoğlu (EDEBİYATHABER.NET)

27 MART DÜNYA TİYATRO GÜNÜ
DÜNYADA VE ÜLKEMİZDE ETKİNLİKLERLE KUTLANIYOR…


Dünya Tiyatro Günü dünyada ve ülkemizde çeşitli etkinliklerle kutlanıyor. İnsanın insanîleşme sürecine en büyük katkıyı sunan sanat olan tiyatronun hayatımızdaki önemi bir kez daha ortaya çıkıyor. Bugün, bin türlü olanaksızlıklara karşı, sansüre, adli soruşturmalara rağmen tiyatroya gönül veren sanatçılar, perdelerini açma çabasını sürdürüyorlar.

27 Mart Dünya Tiyatro gününde, tiyatro sanatına emek ve gönül verenleri, her akşam tiyatroya koşanları, sahneye koşanları değerli tiyatro sanatçısı Oben Güney’in sözleriyle selamlıyoruz:

Tiyatro, iki kalas bir heves değildir.
Tiyatro, minder komikliği değildir.
Tiyatro, insanı taklit olayı değildir.
Tiyatro, soytarılık değildir.
Tiyatro, bir yaşama biçimidir.
Tiyatro, dünyayı yorumlamaktır.
Tiyatro, insanla İNSAN’ı yaratır.
Tiyatro, bir bilimdir.
Tiyatro, bir doğadır.
Kısacası, Bayanlar, Baylar,
Tiyatro İNSANLIK’tır.

HER NEWROZ’DA BİLİNÇLERE KAZINIYOR HALEPÇE!..

16 Mart 1988`de Kürt halkının yaşadığı toprakları kavuran ve üzerinde yaşayan insanları kırımdan geçiren katliamdan bu yana tam yirmi iki yıl geçti. Ancak yaşananların bıraktığı acılar ve etkiler hala taze, hala canlı.

İran-Irak Savaşı'nın sekizinci yılında Enfal Operasyonu kapsamında gerçekleştirilen Halepçe Katliamı'nda, binlerce Kürt vatandaş korkunç şekilde yaşamını yitirdi. 16 Mart 1988'de gerçekleştirilen katliam sırasında Halepçe'de yaşayan vatandaşlar, Irak ordusunun yaptığı hava bombardımanından sonra sığınaklara çekildilerse de bir süre sonra helikopter ve uçaklardan atılan kimyasal gazlardan kendilerini kurtaramamışlardı. Saldırılarda en az 5.000 sivil ölmüş, 10.000'den fazla sivil yaralanmıştı.

İnsanlık, 5 bin insanın yana yakıla, kavrula kavrula, çığlık atarak ölümüne tanık oldu Halepçe `de. Ve binlerce, on binlerce insan ölümden, ölümün pençesinden kaçarak kendisini, dağlara, derelere vurdu. Kürt halkının trajedisi bir kırbaç gibi tüm insanlığın yüzüne indi! Bir soluk hava, bir damla su, bir kuytuluk için binlerce, on binlerce Kürt yollara düştü, can havliyle arayışa girdi. İnsanlık tarihinin bu büyük trajedisinin acısı, sadece Kürt halkının değil, tüm insanlığın belleğinde sürecektir.

Newroz Piroz Be! Newroz Kutlu Olsun!

Newroz, Kürt halkının demirci Kawa önderliğinde Dehak zulmüne isyan ateşini tutuşturduğu ve zaferle taçlandırdığı gündür., "Yenigün" anlamına gelir. Bahar yeniliktir. Hareketlilik ve canlılıktır kışın tembelliğinin, monotonluğunun ve donukluğunun silkinişidir. Bahar mevsimi mücadele ve başkaldırı günleriyle doludur. Aradan binlerce yıl geçmesine rağmen, direniş özünü kaybetmeksizin her 21 Mart günü coşkuyla Kürt, Türk ve Arap ve diğer Ortadoğu ve Asya halklarınca kutlanan Newroz, halkların özgürlüğe olan özlemini ve inancını da taşır yüzyıllardır. Tarihteki soykırımlara, katliamlara, Halepçelere, yok etme politikalarına rağmen bugüne dek içeriği zenginleşerek, güncel olaylarla birleşip gelen Newroz, Kürt kültürünün zengin köklerinin de göstergesidir.

PARİS KOMÜNÜ KAVGAMIZA IŞIK TUTUYOR...


18 Mart 1871’de Paris’te ilk kez proleterya, ezilenler, işsizler, yoksullar kendi iktidarlarını kurma şansı yakaladılar. Paris Komünü ayaklanması, işçilerin siyasal iktidarı ele geçirmek için yaptıkları ilk bilinçli girişimdir Ancak savaşta Fransız burjuvazisini hezimete. Bismark, Paris Komününe karşı Almanyadaki Fransız tutsakları serbest bırakarak Fransız işbirlikçi burjuvazisi için 63500 kişilik Versaille Ordusu oluşturularak Paris Komününün üzerine gönderildi. 1 Mayıs'tan itibaren Paris, Versailles ordusu tarafından sürekli olarak bombalandı. Versailles birlikleri, haftalarca direnen Paris'e 21 Mayıs günü girebildiler. Komün savaşçıları bir hafta boyunca mahalle mahalle, barikat barikat savaştılar. Versailles ordusu tam bir katliama girişti. 25 binden fazla Komüncü barikatlarda katledildi. 26 Mayıs'a gelindiğinde direniş son sınırına ulaşmıştı. Ordu Paris'in içine doğru ilerledikçe kitlesel kurşuna dizmeler artıyordu. Komünün son barikatı 28 Mayıs günü düştü. Bu katliamlardan sağ kurtulanlar da Komünün ardından kurulan askeri mahkemelerde yargılandılar ve çoğu kurşuna dizildi. 

Paris Komünü'nden geriye 30 bin ölü ve harabeye dönmüş bir kent bunlardan, fakat çok daha önemli olarak insanlık tarihine yazılan kızıl bir sayfa kaldı. Gökyüzünü fethe çıkan komüncüler, yeni bir toplumun, yeni bir dünyanın mümkün olduğunu göstermiş oldular. Marx'a göre “Komün'ün gerçek gizemini özsel olarak bir işçi hükümeti, üreticiler sınıfının mülk sahipleri sınıfına karşı mücadelesinin sonucu, emeğin iktisadi kurtuluşunu gerçekleştirmek olanağını sağlamak üzere en nihayet bulunan siyasal biçimdi.”

1871 baharında Paris sokaklarında yankılanan “Yaşasın Komün!” sesleri özgür bir geleceğin habercisiydi. Katledilen on binlerce komüncünün özgürlük çığlığı yeni bir toplumun şanlı öncüsü olan işçi sınıfı özgürlüğün tohumlarını toprağa ekmişti. 1871'te yenilmişlerdi, ama tohum toprağa ekilmişti bir kere ve tekrar yeşereceği günleri bekliyor… Onlardan bize, idam edilen komüncü şair Eugene Pottier’in ölümsüz dizeleri kaldı:

“Uyan artık uykudan uyan
Uyan esirler dünyası
Zulme karşı hıncımız volkan
Kavgamız ölüm dirim kavgası”

ONLAR, ONBİNLERİN BİLİNCİNDE SÖNMEYEN MEŞALEDİR!


40 yıl önce 30 Mart 1972 yılında Kızıldere'de Türkiye devriminin önderlerinden ON devrimci elde silah çarpışarak, ayni siperde şehit düştüler. Bu tarihi günde Kızıldere direnişini selamlamak Kızıldere 'de şehit düsen devrimci önderlerimizi anmak ve anlamak büyük önem taşımaktadır.

Kızıldere direnişinin önemli yanlarından biri de sol grupları arasındaki ilk eylem birliğidir. Denizlerin idamını önlemek için THKO ve THKP-C eylem birliği yaparak Sinop’taki NATO üssünden İngiliz askerlerini kaçırırlar. Ama sıklaşan operasyonlar sonucunda Kızıldere’de kuşatılırlar. Tank, tüfek, top ve bombalarla bulundukları ev taranır. Onlar, direnerek ölürler.
Anıları cesaretimiz olacak.



NOT: İletişim ve ürün gönderme adresimiz: emegin_sanati@mynet.com . Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanat

YAVUZ AKÖZEL: Deli Kilise


FOTOĞRAF: ALİ ZİYA ÇAMUR


12 yaşlarındaki çocuk, sözleştikleri gibi babasını, kasabanın çıkışında, şosenin kenarındaki taş duvarın üzerinde oturarak bekliyordu. Alabros kesilmiş koyu kahverengi saçları vardı. Oturduğu duvardan aşağıya ayaklarını sarkıtmış, farkında olmadan sallayıp duruyordu. Bir yandan da eline geçirdiği çakıl taşlarını sallanan ayaklarının dibinde uzanan ve en az elli metre derinlikteki uçurumu boydan boya gelip geçen dereye fırlatıyordu.

Saat öğleden sonra on dört dolaylarındaydı ve tepesinde parıldayan kavurucu temmuz güneşine aldırmaksızın ara-sıra tozu dumana katan araçlara başını çevirip bakıyor, beğendiklerinin markalarını okuyordu. 

Oldukça sağlıklı ve sevimli pespembe bir yüzü vardı. Alnına dökülen hafif dalgalı saçlarına uyum içerisindeki kahverengi gözleri zekice parlıyordu. Bir ara oturduğu yerden ayağa kalkıp duvarın üzerinde dikilerek durdu. 

Uzakta yürüyen insanlar arasında babasının olup olmadığına, elini alnına siper ederek baktı. 

“Nerde kaldın baba!” diye, kendi kendine konuşurken bir yandan da içini dayanılmaz bir haz kaplıyordu. Ergani’deki o cenneti anımsatan, içinde türlü türlü meyvaların, yaban böğürtlenlerinin, yaban aluçlarının, rengi koyu mor’a kaçan Şam dutlarının üzerine bineceği eşeğin, çimeceği havuzun görünümleri gözlerinin önüne geldikçe sabırsızlığı daha da artıyor, yerinde duramaz oluyordu. “Haydi baba, haydi baba” diye ayaklarını yere vurarak kendi kendine söyleniyordu... 

Yolun kenarına, karşıdaki çay ocağının dibine yaklaşan tahta kasası özenle rengârenk yağlıboya çiçek resimleriyle süslenmiş Bedford marka kamyonun on beş yaşlarındaki eli, yüzü siyah gres yağına bulanmış muavini avazı çıktığı kadar bağırıyordu:
—Haydi!.. Ergani! Ergani! Ergani! Hemen kalkıyoruz. Acele edin… Hemen, hemen kalkıyoruz abi!
—Ergani’ye mi yiğenim?
—Ergani’ye! Hemen, hemen abi! Üst kat… Bin abi... İkinci mevki… Bu sıcakta ikinci mevki, birinci mevkiden daha iyi! Rüzgâr püfür püfür, terlemek yok, yer bol, otur, ayaklarını uzat, istediğin gibi türkü çığır! Her şey serbest! 

O sırada muavinin haykırışlarına kulak kabartan, zayıflıktan kaburga kemikleri sayılan dili, açık ağzından çenesine doğru sarkmış ve sık sık soluk alan boz bir sevimli köpek, kuyruğunu sallaya sallaya istemle muavine yaklaşıp sürtünmeye başladı. Muavin önce köpeğin farkında olmadı. O hala avaz avaz bağırmasına devam ediyordu. 

Ama sonra köpeğin farkına vardı. Varmasıyla da köpeğin böğrüne tüm gücüyle okkalı bir tekme indirdi. Köpek acı bir çığlıkla önce iki metre uzağa savruldu. Sonra adeta sürünerek yolun öte yanındaki duvarın arkasında gözden yitti. 

Çocuk olanları olduğu gibi görmüştü. Köpek, çocuğun oturduğu duvarın yanından aşağıya sürünmüş, oradaki bir oyuğa sığınmıştı. Ama tüm vücudu oraya sığmadığı için dışarıda kalan kulakları, acı ve halsizlikten artık iyice sarkmış olan kafasındaki iki korkulu göz, yanına yaklaşan çocuğa çaresizlikle ve yalvarırcasına bakıyordu. Çocuk köpeğe iyice yaklaşıp onu okşamaya başladı. O, okşadıkça köpek hem iniltiye benzer mırıltılar çıkarıyor, hem de adeta minnet duygularını belirtiyordu. 

O sırada Muavin hiçbir şey olmamış gibi:
—Son beş dakika, son beş dakika! Haydi kalkıyoruz, diye bağırmaya başladı. 

Çocuk, köpeğin yanından doğrulup elinde kalan son çakıl taşlarını olanca hıncıyla muavine fırlattı. Tam isabet olmuştu. Muavin neye uğradığını şaşırdı.

Çocuğa:
—Şimdi gelirsem sana gösteririm, deyip, yalancıktan bir hamle yaptı ama çocuk yerden topladığı çakıl taşlarını göstererek:
—Hadi gel, gelsene, diye yanıt verdi. Muavin elini, “hadi ordan” der gibi salladı.
-Köpeği vurmak kolay! Gel de beni vur! Hadi gelsene, diye bağırıp, elindeki çakıl taşlarını yeniden muavine fırlattı. Muavin sinirlenmişti ama yanına yaklaşan yeni yolcular onun sinirini içine bastırmasına ve çocuğun yanına gidip haddini bildirmesine engel olmuş oldular böylece. Çünkü o sırada, az ötedeki çay ocağından kalkan iki işçi paralarını ödeyip, artık hareket etmek üzere olan kamyona yaklaşmışlardı. 

Muavin, sinirli bir tavırla:
—Hadi abiler, atlayın, gidiyoruz! 
Çocuğa da dönüp, işaret parmağını sallayarak “sen görürsün” der gibilerinden konuşmasız tehditte bulundu.

Yeni gelen yolcular:
—Ücretler?
—Sizin için adam başı 3 lira!
—Vay vicdansız! Geçen hafta 2.5 liraydı!
—Abiciğim, 50 kuruşu 27 Mayıs inkilabı için alıyoruz... Emir büyük yerden!
—Emirleri batsın!
—Emirleri batsın, ama millet nişan yüzüklerini dahi bağış olarak veriyor! Belediyenin hoparlörleri her gün para ve ziynet eşyalarını bağışlayan İnsanların, ailelerin adlarını bas bas bağırarak sayıyor, hem de bunu bir kez değil, her gün birkaç kez tekrarlıyor.
—Şimdi bir şey diyecektim. Hadi demiyeyim de başım belaya gitmesin! 

Kamyonun kasasında neredeyse 15 kişi birikmişti. Gelen köylü giysili bir bayanla, yanındaki koyu sarı saçları yanlardan atkuyruğu yapılmış, badem yeşili gözlerinde şimşekler çakan on iki yaşlarındaki kız çocuğunu muavin, şöför mahalline oturtmak için kapıya yöneldi:
—Buyur yenge! Buyur bacım… Şansınız varmış… İlk gelen bayanlar siz olduğunuz için Allahın sevimli kullarısınız! Yeriniz kuşetli valla! 

Bayan elini ağzına kapatarak gülümsemeyle yetindi. Yanındaki kızı dürttü, aceleyle şöför mahalline kuruldular. Kamyon giderek doluyordu… Bu vasıtayı kaçırırlarsa en az bir saat belki daha da fazla beklemek zorunda kalabilirlerdi. Hatta babası 28 kilometrelik Maden-Ergani yolunu yayan gitmeye de kalkabilirdi. Çünkü yapmadıkları bir şey değildi bu. Çok kere hiç araba beklemez, yayan yola koyulurlardı; yolda kendilerini almak isteyen arabalara da çok kez binmezlerdi. 

Yol, dağların üzerine kurulmuş Maden kasabasının yedi yüz metre kadar aşağısındaki taş köprüyü geçince bakır fabrikasından boşaltılan simsiyah renkteki iri taneli kumu anımsatan izabe cürufu ile kirlenmiş Dicle çayının üç-dört metre yukarısında belirli bir süre birlikte devam eder, sonra Torosların doruklarına doğru kıvrıla kıvrıla çıkarak yedi-sekiz kilometre boyunca Dicle'ye kuş bakışı bakar, oradan da sola doğru, doruklardan aşağıya inişe geçerek Ergani ovasına doğru yol alırdı.

Nihayet babası uzaktan göründü. Elinde, gidecekleri yerde yemeleri için aldığı ekmek, peynir, helva, zeytinden oluşan bir sepet vardı. Çocuk duvardan atlayıp, ona doğru hızlı adımlarla yürüdü. Babası da sepeti yere bırakarak olduğu yerde durdu ve oğlunun gelmesini bekledi, gelir gelmez de koltuk altlarından tuttuğu gibi güçlü kollarıyla bir kuş gibi onu havaya kaldırdı, iki yanağından şapur şupur öptü. 

Çocuk sepete baktı, tahin helvasını çok severdi; görünce içi rahatladı. Şimdi sıra işin asıl zevkli yanına, hemen koşup kamyonun kasasına çıkıp en güzel köşeyi ele geçirmeye çalışmaktı. Çok şükür ki kamyon hâlâ gitmemiş, birkaç kişi daha alabilmek için oyalanmıştı. Bakır Maden, Doğu Anadolu bölgesinde dört yanı Toros dağlarıyla çevrili bir fabrika kasabasıydı. Evler, dağlara sıra sıra, birbirlerinin üzerine dizilerek yapılmış, genelde toprak damlı, iğreti, işçi evleriydi. Çevredeki diğer kasaba ve köylerden akın etmiş insanlar bu fabrikada çalışır, hafta sonu olduğunda da bölük bölük kasabalarının, köylerinin yolunu tutarlardı. İşte şimdi de yoğun bir kalabalık oluşmaya başlamıştı. İşçiler, evlerine bir an önce ulaşmak için kasabanın çıkışındaki çay ocağının önünde yoğunlaşıyor, köylerine, kasabalarına gidecek, boş yeri olan bir araba bekliyorlardı. 

Çocukla babası hala avaz avaz bağıran muavine işaret ederek kamyonun kasasına yöneldiler. Üst kasaya bir hamlede tırmanan baba, oğlunun ellerinden tutarak onu da yukarı çekti. Muavin, çocuğu görmüş ama görmezlikten gelmeyi tercih etmişti. Çünkü çocuğun yanında hem babası vardı, hem de ruhunun derinliklerinden kopan bir ses onu sürekli rahatsız etmeye başlamıştı. İçinden de sürekli olarak, neye ve niçin söylediğini bilmeden, “Allah kahretsin! Allah kahretsin!” diye konuşuyordu. Usul usul arabanın arka tekerleğine yerleştirdiği tahta takozu çekip aldı ve karoseri ile şase arasındaki boşluğa yerleştirdi sonra atik bir hareketle kamyonun kasasına atlayıp, “Tamam!” komutunu verdi, ama hâlâ o usulcacık “Allah kahretsin, Allah kahretsin” diye mırıldanıyordu. Kamyon, tozu dumana katarak hareket etti. 

Çocuğun kalbi sevinç ve heyecandan güm güm atıyor, içinden babasına sarılmak, onu doyasıya öpmek geliyordu. Kamyona doluşan işçiler karoserin içine sıra sıra bağdaş kurup oturmuşlar, kimi sigara içiyor, kimi yanındakine Zazaca bir şeyler anlatıyor, kimisi de oturduğu yerde uyukluyordu

Böyle yolculuklarda bir ezgi duymamak olanaksızdır. Mutlaka yanık bir Zazaca uzun hava, dalga dalga bir hüznü de bu kasketli, şalvarlı, yüzleri bronzlaşmış yorgun insanların ruhlarına damıtır. 

Çocuk, kasanın en önünde ayakta dikiliyor, elleriyle yakaladığı kamyonun üst korkuluklarına tutunarak ılık rüzgâra kendini bırakıp bir yandan serinlemeye çalışıyor, bir yandan da yolu, çevreyi gözlüyor ve zevkten adeta ‘mest’ oluyordu. Kamyon, üzerinde tek tük meşeliklerin ve bodur çalılıkların boy gösterdiği sarp Toros dağlarını kıvrıla kıvrıla tırmanıyor, aşağıda bir ölüm sessizliğinde akan Dicle çayının istikametinde tangır tungur yol alıyordu. Yol, asfalt olmadığı için de peşi sıra bir toz deryası bırakıyordu. 

Daha Ergani’ye ulaşmaya aşağı yukarı dört-beş kilometre kala, Papaz Gölü’nde baba ve oğlu kamyondan indiler. Papaz gölü adının mutlaka Ermeni zamanlarından kalma bir öyküsü olmalı. Yol kenarında artık “hezan”(1)olmuş görkemli kavaklıklardan başka bir şey görünmüyor. Bir göl... Belki de bu görkemli kavaklıkların arkasına gizlenmiştir... Ama papaz? Niçin? Çocuk hep gözleriyle siyah cüppeli bir papaz arayıp durmuştu tıpkı gölü aradığı gibi.!


Sıcaktan sararmış, içerisinde çekirge, tosbağa, yılan ve daha bir sürü böceğin cirit attığı otların arasından yukarılara, Torosların tam yamaçlarına doğru yürüyünce artık neredeyse yabansılamış üzüm tevekleri, dağ incirleri, yaban kengerleri ve bodur meşeliklerle kaplı birkaç kilometrelik bir alanı geçerek içerisinde şırıl şırıl karpuz patlatan kaynak sularının aktığı yemyeşil bahçelerden oluşan bir cennete ulaşılır. Bu cennetlerden birisi de işte "Deli Kilise " diye anılan onların bahçesi...


 Aynı papaz gölünde olduğu gibi, içinde Ermenilerden kalma küçük bir kilisenin olduğu ve hâlâ dimdik ayakta duran bu tarihi yapıya da neden “Deli Kilise” dediklerini çocuk hep merak edip, babasına defalalarca sormasına karşın aldığı yanıt hep, "ben de bilmiyorum " olmuştur. Çocuk çok sonraları Deli Kiliseyi anımsadığında Victor Hugo'nun Notre Dame'deki kamburunu gözlerinin önünde hep canlandırmıştır. Şimdi sahipsiz olan ve bu sahipsizliğinden ötürü de altın arayıcılarının hışımına uğrayarak tabanı ve duvarlarının bazı yerleri delik deşik edilmiş bu sessiz kilisenin acaba aklı yerinde olmayan, Ermeni papazlarının kanadı altındaki bir garip koruyucusu, bakıcısı mı vardı? 

Bahçeye ulaşır ulaşmaz, baba daha soluklanmadan tepeleme dolmuş havuzun sopadan yapılma tıkacını kaldırdı, hışımla boşalmaya başlayan suyu kavaklığa yöneltti. Su, köpürerek susamış toprakta ilerlerken kavak yaprakları hemen başlarını havaya kaldırır gibi olmuştu. Hafiften esen rüzgârın etkisiyle yüzlerce kavak ağacının yapraklarından çıkan o okşayıcı hışırtı akan suyun serin şırıltısına karışıyordu. Baba ve oğlu bu doğadan yansıyan eşsiz melodiyi dinleyerek dut ağaçlarının gölgesine oturup büyük bir iştahla yemeklerini yediler. Gözeden(2) kana kana su içip, kızgın güneşin kurutup sararttığı otların üzerine uzandılar. Ağustos böcekleri, çekirgeler, incir kuşları, dut kuşları ve daha başka başka kuşlar hep bir ağızdan ayrı dillerle ama aynı ezgiyi mırıldanıyorlardı. Çocuk uzandığı yerden bunları dinlerken, babası çoktan uykuya dalmıştı. Bir ara o da gözlerini yumdu. Doğadan boşalan uyumlu sesler ona ninni gibi gelmişti. 

Uyandıklarında artık yavaş yavaş akşam olmak üzereydi. Bahçe komşuları Roko teyze akrabaları olurdu. Baba, oğlunun saçlarını şefkatle okşayarak:
—Sen git de Roko teyzenlere haber ver. Bu gece onlarda yatacağımızı söyle ve artık buraya da dönme, orda kal, işim bitince ben de gelirim.
—Ama geç kalma! Çok çalışıp da belini yine incitme! 
Baba oğlunun poposuna hafifçe vurup gülümsedi:
—Haydi elini çabuk tut! Beni de tasa etme! Bir daha belimi incitmem! 

Çocuk, sepeti de alıp bahçe komşuları, Roko teyzelerin yolunu tuttu. Roko teyze, henüz kırk beşine ulaşmadığı halde oldukça yaşlı gösteriyordu. Rençber yaşamı, ardı ardına doğurduğu altı çocuk, sabahın köründen yatıncaya kadar durmaksızın hizmet ve çalışma çabuk yıpranmasına neden olmuştu denebilir. Ama yine de yanakları al al, gülümsediğinde görünen dişleri adeta bir kehribar gibi ve poşusunun arasından masumca fırlamış saçları parıltılar saçan simsiyah bir at yelesini andırıyordu. 

Çocuk, Roko teyzelerin bahçesine çıkıp haymanın(3) damından Roko teyzeyi ünledi.
—Roko teyzeeeee! ! Roko teyzeeeee! 

Roko teyze çocuğu sesinden hemen tanımıştı.
-Geldim. Kurban olduğum. Roko teyzen sana kurban olsun! 
Çok geçmeden de Roko teyze ve kızlı-oğlanlı dört çocuk çıkageldiler, sevinçle çocuğun etrafını sardılar. Bahçede adeta bir bayram havası oluşmuştu. Bu davetsiz misafir onları çok onurlandırmış, mutlu etmişti. 

Çocuk:
—Birazdan babam da gelecek, bahçede iş yapıyor, dedi. 

Roko teyze çocuğu dizlerinin dibine oturtup sevecenlikle hem saçlarını okşadı hem şapur şupur öptü hem de soru yağmuruna tuttu:
—Annen nasıl? İyi mi? Bacıların? Kardeşin? Okul? 



Orası-burası derken akşamın kızıllığı ta uzaklardan kendini gösterdi. Batıda, Torosların zirvesinde güneş yavaş yavaş dağların ardına çekilmeye bir renk tayfı ziyafeti vererek hazırlanıyordu. Çalı-çırpı ile yanan ocağın üzerinde bulgur pilavı kaynıyorken, Roko teyzenin on beş yaşlarındaki güzel kızı da çoban salatası yapmaya girişmişti. 

Çocuk haymanın üzerine yayılmış çul, minder ve yastıklara uzanarak Ergani ovasını seyre daldı. Aşağıda geldikleri Elazığ-Diyarbakır şosesi uzanıyordu. Bu şosenin en az 7-8 kilometre güneyinde Kurtalan’a kadar uzanan demir yolu yılan gibi kıvrılarak ufuk çizgisinde gözden yitiyordu. Bu demiryolu ile Elazığ-Diyarbakır şosenin tam ortasından da Dicle nehri yüklendiği akşamın renklerini yansıtarak akıyordu. 

Sonra babası geldi, Roko teyzenin beyi de gelince iyice kalabalık oldular. Güneş dağların ardında yitmiş, iyice karanlık çökmüştü. Bu kez gökyüzünde yıldızların şöleni başlamıştı. Ta güneydoğu istikametindeki ufuk çizgisinden başını uzatan dolunay, yavaş yavaş Deli Kilise'ye doğru yaklaşıyordu. 

Yer sofrası kuruldu ve müthiş bir gökyüzü şöleninin eşliğinde, doğadan kopup gelen değişik ses efektlerinin korosunda akşam yemeği yenildi. Hemen orada, haymanın üzerinde serilen yün yataklara çocuk ve babası yattılar. Gerçekten oldukça görkemli bir geceydi yaşanılan ve görkemli de bir uyku! 

Sabah, güneş üzerlerine doğmadan kalktılar. Aslında onlar geç bile kalmışlardı… Roko teyzeler, onlardan çok önceleri uyanmış olacaklar ki hemen yanı başlarında sofrayı kurmuşlar ve saçta bazlama pişirme işine girişmişlerdi.

Kahvaltıdan sonra baba ve oğlu yeniden kendi bahçelerine gittiler. Gerçekten sabahın bu erken saatinde ferahlatıcı bir serinlik vardı ve aralıklarla öten bülbüllerin sesi insanı adeta büyülüyordu.
Her yıl, bu mevsimde yapılan iş belliydi. Baba, bütün gün su arklarını kazma-kürekle düzeltir, ağaçların ve üzüm teveklerinin diplerini beller, bunların gelişmesini engelleyen birbirine karışmış sumak, böğürtlen, yaban güllerini elindeki dahra ile biçerdi. O, bu işleri yapadursun, çocuk da soluğu yalçın kayalıklardan oluşan bahçenin en kuzeyindeki Torosun doruklarındaki küp kayalarda, kırk merdivenlerde alırdı. Buralar onda en çok merak uyandıran yerlerdi. Yalçın kayaların içi en az beş metre yükseklikte ve yine en az elli metre kare genişlikte bir odayı andırıyordu. Oldukça gizemli bir görünümü vardı. Bu içi boş kayalıklara ulaşmak için de kayaları oya gibi işleyerek kırk basamaktan oluşan bir merdiven yapılmıştı. Kayalıkların başlangıç noktasında da tümü kesme taşlardan yapılmış ev yıkıntıları, bu yıkıntılardan saçılmış taş ve çanak-çömlek kırıkları darmadağınık bir şekilde tüm çevreyi kaplamıştı. Bazı evlerin duvarları olduğu gibi duruyordu, bazıları da blok halinde arkası üstü devrilmiş, yan yatmıştı. 

Büyük bir alana yayılmış olan hemen hemen tümü işlenmiş taşlardan oluşmuş hanlı, hamamlı, medreseli, kiliseli harabe, burada çok önceleri barışçıl ve üstün bir medeniyetin var olduğunu fısıldıyordu. Yıkık taş duvarların arasında kocamış badem ağaçları, yaban aluçları, bodur meşelikler, dikenli otlar ve daha bir sürü çalı cinsi bitkiler, harabelerin gizini saklarcasına her yanı kaplamıştı. Gerçekten insan üzerinde, aniden, alelacele, palas pandıras terk edilmiş izlenimi bırakan bu ıssız yerdeki korkulu sessizlik ve terk etmişlik çok eskilerde buralarda karanlık, ürpertici trajedilerin yaşandığı izlenimi bırakıyordu. Hamam olarak inşa edilmiş tavanı dahi taştan yapılma bina sapasağlam, tıpkı deli kilise gibi hâlâ mağrur bir şekilde doğaya ve insanlara direniyor, bütün gün otlanmış keçiler, koyunlar, eşek ve kurikler(sıpalar) bu Ermeni hamamının içerisinde serinliğin tadını çıkarıyorlardı. Çocuk, hayvanların arasına dalıp, kurikleri seviyor, belirli süre kuytu bir köşede oturup onları gözlemeye dalıyordu. 

Bir yerleşim bölgesiymiş burası. Hanları, hamamları, kiliseleri olan bir Ermeni kasabası! Babası öyle söylüyordu. Peki, ne olmuş sonra? Ne olmuş bu kasabaya böyle? 

Çocuk babasına soruyordu:
—Peki, Nerde bu insanlar şimdi? Bu insanlar çoğalmadı mı? Çocukları, torunları olmadı mı? Onlar nerede peki? 
Çocuğun sorduğu bu akıllıca sorulara, baba nasıl bir yanıt vereceğini kestiremiyordu.
—Bizim bahçemizde kilise var! Deli kilise! Oysa biz müslümanız! Bu bahçe nerden bizim oluyor? Satın mı almışız?
—Orasını bilemem. Ermeniler gidince, yani burayı terk edince bize kalmış sanırım!
—Hımmm!.. Terk edince! Peki, neden terk etmişler? Böyle güzel yer terk edilir mi? 

Baba içinden “Çocuk deyip geçme! Sorduğu sorulara bak!” diye kendi kendine konuşuyor, bir yandan da oğlunun gerçekten de zeki ve uyanık olduğunu düşünerek içini bir ferahlık ve coşku kaplıyordu. 

Çocuk, büyüdü gitti. 65 yaşına geldi. Babasını 1985’te kaybetti. Deli kilise, hâlâ öyle yıkılmadan bir şeylere isyan eder gibi, bir şeylere direnir ve bir şeyleri anımsatır gibi öyle, yıkılmadan ayakta duruyor. Pırıl pırıl yıldızlarla donanmış yaz gecelerinde damına serilmiş yün yataklarında uzanan bahçe sakinleri, Ergani ovasının tam ortasından akıp giden ışıl ışıl Kurtalan postasını, Kurtalan marşandizini, Kurtalan ekspresini gözlerken Makam dağının, küp kayaların, derinliklerinden yankıyan çocuk ve kadın ve insan feryatlarını duyarlar. 

Ellerindeki bohçalarla Ermeni çocukları, gelinleri, kızları, yağız delikanlıları ve yaşlıları Osmanlı askerlerinin ve görevli Türk-Zaza sivillerin gözetiminde gerile gerile koşarak kendilerini, ‘dibinin olmadığına inanılan ve öyle rivayet edilen’ karanlık kuyuya bırakırlar. Yankılanan haykırışları giderek hafifler... hafifler… hafifler ve sonunda duyulmaz olur. 


YAVUZ AKÖZEL
1.03.2012

(1) Hezan: normalden daha büyük, kalın ağaç.
(2) Göze: Kaynak suyunun çıktığı yer, kaynak.
(3) Hayma: Eğreti yapılmış, tek odadan ibaret kır evi.

ADNAN DURMAZ: Kalbim Irak-Gönlüm İsyan-2


KALBİM IRAK-GÖNLÜM İSYAN 

Anlatılan olay ve kişiler gerçektir

FOTOĞRAF:ADNAN DURMAZ

5
HESABI SORULMADI





DİKTATÖR YAKALANDI !
diyorlar
“THE DICTATOR WAS CAUGHT!..”
sönmüş bir yanardağ bacasına benziyor ağzı
gözbebeklerindeki cehennem göçmüş
ölümcül bir kabustu bu bakışlar
geceleri kandilsiz ülkenin her evinde
Saddam’ındı mülk ve can
ve şeyh
ve ağa
ve petrol
gerisi aç
gerisi fakir…
umutların yüreğini yerdi
Vâhid - Selâse– Hamseh- Seb'ah-tis’ah
şu merhamet dilenen insan kasabı
ne yaşlı ne genç derdi
acıyla yıkardı şafağın gülüşünü
ne dua umurunda - ne figan ı ah
zulümler uşağı- can bezirganı
şarabı kan
bakışları kir
hesabı sorulmadı…

kuştüyü yastıklara alışmış başı
yassı bir kerpice benziyor şimdi
kirlettiği kızların gözyaşlıyla sulardı
harcı kanla karılmış saray bahçelerini
kum acı
dağ karanlık
hiçbir şey sorulmadı …

ölüp yeni gelmiş gibi öte dünyaya
sanki ilahi mizanda
şaşkın
itaatkar
korkak
iki mezarlık örümceği gözleri suratında
ve aşağılık
ve zavallı
bir hortlak
merhamet dileniyor Tikrit sokaklarında

tiril tiril libaslar giyerdi
sabi katili kasap
bir kesek parçasından farksız kafatasında
azap tezgahları
ateşten acımasız-çölden insafsız
ne Allah tanıdı ne kitap
tir tir titriyor şimdi
yüreği pasak pasak

binlerce canı olsa
her gün birisini alsan
hesap sorsa mezardaki ölüler
diner mi acısı anaların
hıncın ateşi söner mi

sanki ne kan içip-ne can üleşmiş
cehennemler dökülmüş suratından
dünya ekranlarında
boy boy görüntüleri
bakışından giyotinler sökülmüş

Yaranın üzerine üşüşmüş sinekler gibi
Sokak sokak yağmacılar
orada
fosil kesilmiş zamanda
sabrın kanında yürüdüler
boğazlanmış ay ışığında
çıplak karanlığı büründüler
tarihin en başından buraya kadar
solucanlar gibi
süründüler
öç alırcasına yağmalıyorlar şimdi
hiç oturmadıkları evlerin
görmedikleri eşyalarını
hışımla
onlar ki insanlıktı
hayata sürgündüler

şimdi
bu kanayaklı ülkenin başına
ölümler yağdıran iblis
hangi özgürlüğü getiriyor
adı bilinmedik silahlarıyla

yerin altında uyuyan
şu yedi başlı yılan
diktatör ve adamlarının
diktatör müslüman
ben müslüman
yalnız acıyla yoğrulan
kum benim
Asur saraylarına akan
Babilin bahçelerini sulayan
kan
benim…

buralarda suçsuz yere insan yakılır
dünyanın hesapları mahşere bırakılır
kaderden bilinirdi cümle acılar
hesabı sorulmazdı

hep benim gözyaşımla yıkanır şafak
saltanatlar kurulur kemiklerimden
şu habis karanlığı taşımaktan yaralı omuzlarım
aah hurma gölgelerinde söylenen
sessiz
ve kan revan bir ağıttır burada yaşam

ne yana dönsem
özgürlük ola
neylesem haram !..

6
KİRLİ BİR DİLENCİ YAKALANDI




Necef’te
İmam Ali Camii’nin önünde
kirli bir dilenci yakalandı
muhtemelen iğne vurdular damardan
nükleer santral aradılar ağzının içinde
bit muayenesi yaptılar

ne o bildiğimiz hunhar
cehennem bakışlı
babacan bıyıklı Saddam
ne Halepçe'de
çocukları yiyen yamyam

kendi diktatörünün
terlikle döverken heykellerini
başına
bombalar yağan
bir kent
hangi diktatör
daha iğrençti
ve daha sevimliydi
hangi mezellet

7
HANİ





o yamyamın elinden
alacaktın ya
hani sen beni
alıp da özgürlüğe
salacaktın ya
ben bu dar dünyada
özgür
gülecektim ya

silahları Saddam’a
sen vermedin mi
Halepçe’yi cehenneme
çevirmedin mi



8
EY ÖLÜ ÇOCUKLAR
ÖLÜ ÇOCUKLAR

FOTOĞRAF:ADNAN DURMAZ

De ki: “Ey kavmim! Elinizden geleni yapın. Ben de (görevimi)
yapacağım. Ama dünya yurdunun sonucunun kimin olacağını
yakında öğreneceksiniz. Şüphesiz, zalimler kurtuluşa eremezler.

EN'ÂM SÛRESİ-135


şimdi
bir kez daha
elleri yanıyor bir şehrin
karanlığın ortasında
beş dallı ağaçlar gibi
alev parmaklarıyla
dünyayı sarsa sarsa çığlıklar yürüyor
bir şehrin kolları meşale kesilmiş
peşi sıra binyılları sürüyor

haykırıyor ABD’li diktatör
“IRAKTA DOĞRU ŞEYİ YAPIYORUZ
VE TARİH
BUNUN DOĞRULUĞUNU KANITLAYACAK !”

avuç avuç
ölüm saçılıyor
şehirlerin başına
hınca hınç
hınç
ey ölü çocuklar
ölü çocuklar
bayram şekerleri
değil ki bunlar

o yamyamın elinden
alacaktın ya
hani sen beni
alıp da özgürlüğe
salacaktın ya
bu dünya bahçesinde
özgür
gülecektim ya

kolları yanıyor ülkenin
tutuşmuş tarihin çadır direği
çatısı alevler içinde yürek
ve haykırıyor kollarının köseğisiyle

ey insanlar!
ey insanlar!
İnsanlar!..

kurşun geçirmez zırhlarına çarpıp duyarsızlığın
geri dönüyor sesi
kuzusunu yiyen kurda bakıyor sürü
orada
tüm insani kuruluşlar
orada
insan hakları
orada
yüz bin yıllık birikimi insan olmanın
yanıyor

çocuğuna daha sıkı sarılırken bir ana
onurun gözyaşları tutuşuyor
dünyanın her ucunda
ora kanıyor

ülkenin ayakları tutuştu
tarihin duvarları yalım içinde
gövdesi akkor kesilmiş
dimdik ayakta hala

Irak
ateşten parmaklarıyla
bir gömlek dikiyor
direnişin sırtına
zulmün orta yerinde büyüyen bir yanardağ
ölenlerin son gözlerinden
çok beklemiş suskulardan
dağ olmuş ağıtlardan besliyor yangınını
kumdan bir öfkeye kesiliyor koca ülke
acıdan bir yıldıza
yalımdan bir bayrağa
vazgeçiyor ölmekten…


9
DİLENME EY KUM
DİREN




dilenme ey kum
diren
kellesini başkaldırı bayrağına çevirmeyen halk
silinsin tarihin yüzünden
zulme susan insanlık
beklesin
sırasını
diren
ey kum
diren
ki ateş kesilsin gövden

benim de dağlarım var
zalimler görüp geçirmiş
şafaklar bilirim
kanla yıkanmış
dağlarım var
Tanrılara başkaldırmış Gılgameş’in dağları
Direnirim…
koyu karanlıklarda
Güneşi koynunda saklama ustasıyım
kaç
kırbaç
artığıyım
aç kurtlar geçmiş tarihimden
kellemi sürerim silahıma mermi diye
gözyaşını kurşuna çeviren simya
benim eserim
git sen sus
ey uygar dünya
kuzgunlar nasıl saldırır leşe
bak onlara uzaktan
köpekleşe köpekleşe…


11

SAMARRA


sabır
çöllerden susuz
burada hep
aç – bi ilaç dururlardı
tevekkül ve baş eğmişlikle
çağlardan uzak
yalın ayak
çıplak
kum solurlardı

namustu
kadın
ve
namus
için
adam
vururlardı

haram aylarıydı
az kaldı ramazana
havada panik
sokaklarda at ılgarlayan korku
göğün kara tavanında
ürkek yıldızlar vardı

dönek Ahmet Çelebi’nin itleriyle geldiler
kapıları tekmeleyip
hanelere girdiler
ırzına geçilmiş gökte
arsız helikopterler
toplandı kız çocukları
çığlıklar içinde sürüklendiler

direnemediler…

anaları babaları bakakaldı geride
ağlamak bağırmak sığmadı yüzlerine
Allah’tan oracıkta ölmeyi dilendiler
kim demiş
tüm acılar
ölümle diner

Amerikan ciplerinde
alıp
gittiler
...


ADNAN DURMAZ

HAMZA İNCE: Geldim Sana Süveyda— BEKİR KOÇAK: Hüznün Kokusuna Çağrılı Sanki


GELDİM SANA SÜVEYDA


RESİM: ADNAN DURMAZ


Dün akşam sularında
Kuşluk süslenirken geceye
İsterdim görmeni
Nazlı mı nazlı
Bir fırtına sonrası say
Sana gelişimi 

Cemre kolları suda
Tutuşmuş yamaçların alevi
Günlerden nevruz
Al kısrak yelesi ellerimde
Rengi kan kırmızı
Yamaçlarından geçip fıratın
Gelmişim sana 

Yutkunan sesim analar ağıdında
Çeker zılgıtı
Her bahar tekrarında
Karışırken gök kuşağın rengi
Gel baharın umuduna
Asırların hasretinde
Gelmişim sana 

Titreyen şafak direnciyle
Asi fırat
Zifiri karanlıklar ortasından
Aşk taşır doğuya doğru
Rüzgarın yelesinde şiir sesine
Sevdalar giyindirerek
Geldim sana Suveyda


HAMZA İNCE



HÜZNÜN KOKUSUNA ÇAĞRILI SANKİ




vaktidir desem
taş kaplı yollarda üşür izimiz
seni aramak köşe bucak
hüznün kokusuna çağırılı sanki
kapattım gözlerimi
uçuşuyor karanfiller
gülümse gülümsedikçe güzel
geçmişe bir adım bir adım daha
düşler sokağında sefilce selamın kime
ağlayan çocuklar son kez bakar gibi annesine
geceye yakışan sessizlik
hayra suskun endişeli
ellerini uzatıyor onlar karanfile
sabaha çok var
kimbilir bu sokaktan geçeceğini güzel kadınların
asil diyorsun boy pos güzellik
erken evlilikten uzak
ekmek kadar kutsal
emek kadar yüce
nasibini almadan artı dörtlerden
kim diyecekse desin bakalım haydi eve
sokakları karartıyorlar
çevreleri soğuk
hep hüznü çağrıştıran manzara
süslere günah zırhı
alışkın değilse de yürekler kine
perişan gaddar hazımsız
emevi hırsınca muaviye
çirkinlikler tünelinde hasret komşu komşuya
unuttuk hasret çoğaltan trenleri
bakışını dostlukların
ne kadar zindan akşam çayırları
kırda tükenmiş soluğu özgürlüğün
senin hatırında saçları at kuyruklu kızlar
şen kahkahalar ve dün
göz ve yürek bütünleşmesi zavallı şimdilerde
binlerce yıl çağ gerisi
bir iplik kırk yama acımasızlığı fazladan
insana yakıştırılan hırs kin taliban
işte meydan işte çağ
buyursun güzellik arayan
mağra kuytusu mezar artığı antikalar
can yangısı oku duvar resmi acıyan
huzur bu mu kendine yoksul
uğraşı sadece saç sakal
cehlin cesareti sırtında yaban eli
yakışıp yakışmadığı sorulmadan
ağzı laf yapan sadece boş lafazan
medet ummak işsiz güçsüz kafalardan
sorunlar bildiğimiz hayati
yevmiyesi kıt huzurdan bihaber
gözlerin ufukta olsun
aldırma karanlığına gecenin
sen ateşi yak yeter



BEKİR KOÇAK

ERCAN CENGİZ: Oradaydım


ORADAYDIM




bir on yıl kadar suya yazdım derdimi
on yıl yastaydı toprak, yastaydı
meyveye durmadı ağaçlar-

viraneydi evleri, oradaydım
kara taşlar tutmuştu çığlığı
ve külü savruluyordu ekinlerin
kaçışan bir çoban köpeğini gördüm
buluncaya sahibini önünde diz çöken
usulca koklardı o cansız bedeni

henüz sıcaktı teni, sıcaktı
ve açıktı gözleri

oradaydım
tek sıra halinde yürütülürken kadınlar

çocuklar tutuşurdu şalvarından
ve her iki adımından birini
çocuklarına atardı kadınlar

oradaydım
üstüme düştüğünde cansız bir beden

altında
saklandım o zamansız ölümün
bir ölünün altında diyorum
bir ölünün altında saklanırken doğdum
üstüme damlayan kanından
bir ayağım kaldı o ölümün altında

oradaydım
bulutlar çevirdiğinde güneşi
el koydukları atlarla, elde tüfek geldiler onlar
kucaklaştı toz duman
ve kırbaçlar indi birer birer
‘baldırı çıplakların’ sırtına…
Harput’a varınca o ‘baldırı çıplaklar’
tanıştılar bir kara trenle
sürüldüler uzağa, o bilinmedik yollara
elleri bağlanıp sürüldüler beşer onar
ve yarısını kırdılar yollarda
ağlamak yasaktı, gülmek uzak

oradaydım
acı acı böğürürken o kara tren
bir kulun kulu dahi yoktu yanımda
ve pencerelerinde evlerin
aralanmış perdelerin ardına gizlenmiş
gözler biçerdi boynumu

oradaydım
durak haricinde durduğunda o kara tren
kundaktaki bebeler, yaşlılar birer birer
koynuna atıldığında kuru derenin
uludu çakallar, uludu durdu gece boyu
ve sabah güneşi indiğinde gözüme
ağlamak istedim olmadı, kurumuştu göz pınarı
açtım gözlerimi, açtım
düz gitmek için ana avrat, kız kısrak 



ERCAN CENGİZ

ÖZER GENÇ: On Karanfil— MEHMET RAYMAN:Sus İşte!


ON KARANFİL


Kırk yıldır kanayan
kızıl karanfillerdi
derinimizde
Arkasında
okunmamış destanlar
yakılmamış ağıtlar gizli 

Göğsünün sol tarafında
Kavgamıza dokunan beş parmağın ucunda
İnadına parıldayan
On karanfil şimdi 

Halkların aykırı yürekli
kararmamış koca yürekli
çocukları
Kulağımıza fılsıldıyorlar hala
sen ister anla ister anlama 

“Kin doluyor damarıma” 

Yüreğinin üstünde
beş parmağın ucunda
Parıldayan on karanfildi 

“İyimserliğimiz tarihseldir”
Son karanfil olmayacak inan ki 

ÖZER GENÇ


SUS İŞTE!



Taşı sapanla vurmuşlar
Çığlıklar mağaralarda
Martılar suskun
Mataramda su
Sus işte!

Yıldızlar, atlar
Koşuyorlar hiçlikte
Tepişen huylar
Karma tepkiler
Melez anlamlar
Sus işte!

Ellerinde ayazlar
Kutup sevinci
Kanayan bellek
Kuru kahır
Sus işte!


31 Ocak 2012
MEHMET RAYMAN

İSA TEKİN: Ax Helepçe!


AX HELEPÇE!


Ax Dîlan,
Ax Zîlan.
Li Helepçe hatim kuştin.
Dilê min çar perçe.
Dîlan, li rastê min razaye,
Zîlan li çep.
Erd û ezman dilerize, jar vedireşe
Balafirên Baas, ji ezman jar dibarînin
Teyr nafirin
Mirovin yên dimrin
Zarok têne kuştin
Ax Zîlan,
Ax Dîlan.
Helepçe dişewite
Ey Amed!
Ameda reş! 
Ameda bi bedena reş!
Xebera reş min ji te bihîst.
Ax Zîlan!
Ax Dîlan!
Kezeba min dişewite
Xwîn, ji dilê min tê
Zîlan û Dîlan dişewitin
Zarokên bê nav dimrin.
Ax Zîlan!
Ax Dîlan!
Dîsa li me fermane.
Dîsa li me komkûjî
Û gerdûn me,
Kir bê xwedî.
Hemû cîhan bê deng.
Tu bigrî Ameda reş, tû bigrî
Bigrî ya
Bila bedenên teyên reş
Ji vê hovîtiyêra, rondikên çavan birêjin. 
Tû Dîlan
Tû Zîlan
Tû Helepçe
De bigrî
Bila sûrên teyên reş,
Bo vê hovîtiyê,
Rondikan birêjin.
Birêjin da bibe lehî,
Bê westan,
Bila biherike Dîcle
Bila bigîje Helepçe.
Bila hemû dilêşiyan bixwe re bibe.
Bila rondikên çavên me
Hêmû axa me avedan bike.
Ax Zîlan,
Ax Dîlan
Welatê derda
Abîda berxwedanê
Ameda çav bi girî
De bigrî ji bo Dîlan,
De bigrî ji bo Zîlan.
Îro li me fermane
Li me komkûjî
Me hemû axa xwe dem kir
Di dilê xwe da, bi êşên xwe.
Dilê min disoje,
Wek agirên topan li her der.
Baasî ji ezmanan jahr dibarînin
Em di hewla can dane(…..)
Ax Dîlan,
Ax Zîlan
Dîcle şîn girêdaye
Firat hare
Hîv tarî
Li çiya dûman
Herder sor xemilî
Ax Xelepçe ax
Her wekî Nagazakî û Hîroşîma
De bigrî Amed
Bigrî welatê min
Îro li me ferman
Îro li me komkûjî
Her kes bê deng,
Cîhan ker û kor
De bigri Amed
Dîlan,
Zîlan
Êşên me bê dawî
Hêrsa me mezin
Ax Helepçe ax. 

İSA TEKİN  

VEYSEL KEBANLI: Can'e Zercan—MUZAFFER KALABA: Halepçe'den İnsan Manzaraları -1


CAN'E ZERCAN


bana bi 'seni seviyorum desen
yatar uyurum'
.....
......
can'e zercan
kaç tarih geçti üstümden
kaç bahane hikayeleri
tuzlu tuzsuz tutuşur
kaç bahar geçti
ilki sonu
tren raylarının üzerinde
bilmem kaç defa ezildi
uykulu uykusuz


ezilen belli
makinist belirsiz
kaç tarih geçti üstümden


can'e zercan
kaç tarih masalı suskun
gece ve akrep konu mankeni
konsüllerin işgalinde pompei
hera elhamrada
endülüsün başı dönüyor
ondan fayda yok
emeği kadar düşünüyor rodin
lorca kanlar içinde
aşkın resmini tamamlamadı
dali
üstü başı toz duman


can'e zercan
kaç tarih yazılmadı sevgiye dair
insanlığa kaç şair sustu


şekspir uyansa diyorum işte
romeo ve jülieti yeniden yazsa
önce ki yavan olmuş
tadı tuzu yok


neron uyanmasa hiç
sen olsan diyorum onun yerine
ve ben romayım
gel yak beni yeniden
can'e
zercan


VEYSEL KEBANLI


BEBEKLER


Bu gün yine;
Yüreğimin bir parçasına,
Bir hançer daha saplandı...
Nefesler tutuldu,
Boğazlar tıkandı,
Gözyaşları sel olup yüreklere aktı...
Şaşkındı tüm dünya.
Gazetelerden;
Sekiz sutuna manşet başlıklar atıldı.
Çarçaf-çarçaf resimler basıldı....
Televizyonlardan;
Kare-kare fotoğraflar yayınlandı...
Halepçe'den vahşet manzaraları,
Dünyaya böyle tanıtıldı..... 

Bebeler, minacık bebeler;
Konuşamadılar yasakılı dillerini...
Dinleyemediler;
Yasaklı dillerden ninileinirini...
Ferman kesmişti birileri,
Ferman yerine getirildi;
Binlerce can,
Bir nefes alışta;
sorgusuz sualasız,
Üst-üste yerlere serildi...
Ne bir ses,
Ne bir inilti....
Taş kesilmişti sanki,
Tepeden tırnağa tüm bedenleri...
Böylece;
Halepçe bebeleri soykırımdan geçirildi.... 


MUZAFFER KALABA
 

TEMEL DEMİRER:Şiir(ler) Ve Şair(leri) Burada, Ya Siz…




ŞİİR(LER) VE ŞAİR(LERİ) BURADA, YA SİZ…




          “Gümüştür ozanın sözü,
          susması altın değildir.”
[1]

“Yakın yıllara dek devlet şiiri tehlikeli bulur, yargılar, şairleri cezalandırmak, sindirmek için çaba gösterirdi. Günümüzde ise bu tavrından uzaklaşmış görünüyor. Bu süre içinde ne değişti? Şairler artık ‘uslu’ şiirler mi yazıyor? Rahatsız eden, ‘suç işleyen’ şiire ne oldu?’ Baştan söyleyeyim, en güzel yanıtı Memet Fuat, ‘Şiir düşmanlarını içinde taşıyor,’ diyerek vermiş…”[2]

* * * * *

Tam bu noktada Ceyhun Atıf Kansu’nun, “Şiir yazılan toplumdan asla umut kesilmez” deyişini; Can Yücel’in, “Şiir bir çalar saattir/ Dakik/ Tam zamanında çalan./ Zırvasız / Ve zartasız, zurtasız...” haykırışını anımsıyorum...

Sonra da Ahmet Telli’nin şu sarsıcı satırlarını:
“Yıllar önce bir sevgilim vardı. Ben mi onu terketmiştim, yoksa o mu beni? Bunun şimdi önemi yok. Ama o, ayrılırken, “sen ömrün boyunca devrimci şair olmaktan kurtulamayacaksın” demişti bana. Yüzündeki yangın, gözlerindeki hâre, edâsındaki diklenme hâlâ gözümün önündedir. O, bu sözleriyle beni küçültmeye hatta aşağılamaya çalışıyordu. Hem beni hem de yazdıklarımı değersizleştirme niyetiyle söylenen bu sözlere karşı o gün ne söyledim, bunun da önemi yok şimdi. Yıllar akıp giderken komünist oluşum nedeniyle yazdıklarımı yüceltenlere de, komünist oluşum nedeniyle yazdıklarımı sanat dışına itmeye çalışanlara da, hep Oğuz Atay’ın romanındaki o bilinen sözleri bir kez daha söylemek isterdim: Ben buradayım, ya siz!..

Şiir kendini geri çekmiştir; bu doğru. Ama bunun tersi de doğru. Şiirin kendini geri çektiğine dair oluşan yanılsama ve yargılama şiir cinsinden midir, bilmiyorum. Bu bağlamda yenilmişlik olgusu da şiirin mi, şairin mi hayatına dairdir, bu da müphemdir. Kaldı ki, yenme/ yenilme kavramları, bir iktidar mücadelesinin sözlükçesinde yer almazlar mı? İktidarı reddeden şiir, önce kendisinin oluşturma ihtimali olan iktidara karşıdır. Böyle olunca daha bir yeraltından gelen uğultuyu, magmanın yaratacağı muhtemel sarsıntıyı hissedebilmek gerekmez mi? Şiir, galiba o magmadır.”

* * * * *

Bu böyle, “böyle” olmasına da…
Lord Macaulay’ın, “Uygarlık ilerledikçe, şiir ister istemez geriliyor galiba,” uyarısı eşliğinde şunu da “es” geçemeyiz: “Modern Zamanlar”da şiiri “takdir” ettiğini söyleyenler varsa da, onu hayatlarına dahil edenlerin sayısı giderek azalırken; şiir de, şiir olmak çıkıyor…

Evet, “Şiirimizi, duygunun dekoru olmaktan, ruhun uzantısı olmaya taşıma gayretindeyim,” diyen şairlere olan gereksinim giderek büyürken; günümüz şiirinin yaşamın dışına düşmüş olduğunun altını çizerek, şairin toplumsal sorumluluk yüklenmesini isteyen[3] Veysel Çolak çok haklı…

Çünkü nihayetinde şiir gibi şiir ve şair gibi şairler, insanlara hayatın ve insan gibi insan olmanın bilgisini verirler.

W. Goethe haklıdır: “Bir insanın yalnızca hissettiklerini yazması onu şair yapmaz. Oysa bir insan yüreğinde dünyayı taşıdığı ve bu dünyayı dile getirebildiği sürece büyük bir şair olabilir…”

* * * * *

Yeri geldi Sait Maden’in ‘Şiirin Dip Sularında’ başlıklı Pen Şiir Bildirisi’nden şunları aktarayım:
“Günübirlik insan için ‘söz’ soyut bir olgudur, toplumsal ilişkilerinde, dilsel alışverişlerinde kullana geldiği incecik bir zar, yapay bir kurgu. Nesneleri simgeleyen sözcükler, adlar gösterme nitelikleri dışında sadece boş birer kılıftır. Bugün bir vidanın, bir bilgisayar faresinin işlevselliği yanında sözün, sözcüğün iş görür hiçbir niteliği yok. Gülünçtür bunu beklemek ondan.

Oysa gerçek ozan için ‘söz’, şiirinde kullandığı dil somut bir güçtür, tıpkı kolu, bacağı gibi vücudunun bir üyesidir. Kendine özgü bir evren kurmaya çalışır onun yardımıyla.”

Mesela Arif Damar’ın, “Düşüncelerimizle de daima bir aradayız/ Mısralarımızın siperinde de/ Düşmana karşı/ Yan yana ve omuz omuzayız…”

Mesela Adnan Yücel’in, “Hangi şiire başlasam suskunum sana/ Dağ göğsünde bir kaya diliyle suskun/ Güneşte kavrulan bir kum tanesi/ Çatlayan dudaklarım oluyor her gece/ Yağmura suskun yaşamaya suskun/ Haykırabilsem/ Belki bir nehir köpürebilir sesimde/ Silinebilir kuraklığın bütün izleri/ Upuzun çöller vadileşebilir içimde…” dizelerindeki gibi…

Ya da ‘Şairin Seyir Defterinde’ki, ‘Neler Almalıyım Yanıma’sında Edip Cansever’in çıkarmış olduğu çeteledeki üzere: “Şiir için: yılgı, sessizlik, yavaşlatılmış uyum/ Acı için: bir kandil, bir tütün kesesi, bir iskemle kırık---çocuklar kapı önlerinde otursunlar, oynasınlar ya da---/ Düş için: kendini denizde sanan o bunak kaptan---gerekli çok---/ Şarkı için: kalmadı usumda tek dize---ama---o dizelerin sesi var, ilk ağızdan çıktıkları günkü gibi, pespembe renkleriyle---/ Zaman için: yer değiştiren gölge---yeterli---/ Mevsimler için: portakal, böğürtlen, ayçiçeği/ Aşk için: unutkanlık ya da/ Dikkatle kullanılan ve değiştirilebilen birkaç anı/...” diye başlayan bir evren…

* * * * *

Bunlardan söz ederken 13 Şubat 2007’de, kırk beş yaşında kaybettiğimiz Adnan Satıcı’yı anımsıyorum...

“Solda son toplumcu” diye anılan Onun bir şair olarak imgesi, şiirinin taşıdığı tinsel evrenin imgesinden daha ön planda oldu. Yani ‘Adnan Satıcı’ dendiğinde akla ilk gelen, Onun, poetik bir mevzi edinmeyi önemsemeyen coşkulu kişiliği idi; şiiriyle getirdiği tinsel dünya veya tinsel problemler alanı değil.

Kürt Adnan, beyaz değil, zenciydi…
Bu nedenle ‘Ülkesiz Şarkılar’ ifadesindeki “ülkesiz” nitelemesini, “yurtsuz” olarak anlamak gerekir aslında.

Yani Satıcı’nın Diyarbakırlı ve Kürt olduğunu hesaba kattığımızda, ülkesiz nitelemesinin kuşkusuz siyasal bir göndermesinden söz edilebilir haklı olarak…

* * * * *

Sonra “Bugün masal değil/ Masaldan daha güzel, gerçek,” dizelerindeki üzere hayata bağlı ancak “Hayata beraber başladığımız/ Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir/ Gittikçe artıyor yalnızlığımız,” dizelerindeki üzere ölüme sözlü Cahit Sıtkı Tarancı…

O, adıyla özdeşleşen ‘Otuz Beş Yaş’ı otuz beş yaşındayken yazmış olmalı.
İlle de böyle olması gerekmiyor kuşkusuz.
Ömrün herhangi bir dönemi ya da herhangi bir yaş üzerine şiir, onun öncesi ya da sonrasında da yazılabilir.

Fakat Cahit Sıtkı’nın “Otuz Beş Yaş”ı öyle değil.
Ünlü şiirde, yaşanmakta olan otuz beş yaş anlatılıyor.
Tarancı bu yaşı “yolun yarısı” olarak niteliyor.
“Dante gibi ortasındayız ömrün” diyor.

Dili büyük duyarlılıkla kullanarak, kendi özgün şiirini yaratmayı başarmış bir şairdir O…
Şiiri, kişisel yaşamlarıyla kaynaştırması yanında, okurun dünyasıyla buluşturan Cahit Sıtkı’nın adıyla özdeşleşen ‘Otuz Beş Yaş’ şiiri nedeniyle bir “ölüm” şairi sayılagelmesi pek de doğru değildir…

Evet şiirlerinde “ölüm” temasına en çok yer veren bir şair O; ancak, bunun nedeni, yaşama duyduğu sonsuz bağlılık, içini her an sevinçle dolduran yaşıyor olmak duygusudur.[4]

* * * * *

Çağdaş şiirin en verimli ustalarından; sürekli arayan, kendini yenileyen İlhan Berk’in, “Güzel/ ölüm daha kolaydır sevmekten/ der ya Aragon/ Anla ki ölüme benzer seni sevmek/ Sözcükler ki alevdir/ Ve karadır şairlerin hayatları/ Hem nice şiirlerde nice aşklarda/ Tarar saçımızı ölüm./ Aşk ki bazan solgun bir ilçedir/ Sürdürür derinliğini,” dizeleri de ölüm vurgusuyla aşka ve hayata bağlanmayı vurgular…

“Yazmak mutsuzluktur, mutlu insan yazmaz./ bu yeryüzünü olduğu gibi görmeme engel olan/ ve bana bu yeryüzünü cehennem eden / bu yazmak eyleminden kurtulduğum,/ mutlu olduğum bir tek şey var: resim yapmak,” diyen İlhan Berk, İkinci Yeni şiirinin yeniliklere, farklı anlatım/söyleyiş ve teknik arayışlarına en açık, en atak şairidir. Döneminde yazılan şiirden uzaklaşarak uçlarda dolaşan, verili dünyaya farklı bir algılamayla yaklaşan, zaman zaman alışılmadık bağdaştırmaları ve imgeleriyle verili mantığın ve dilin, egemen söylemin dışına taşan Berk, sürekli biçimsel yenilikler/ deneyimler peşinde koşan bir şair olmuştur.

“Adaçaylarımızı söylemiş miydik?/ Üç kişi bir köşede oturmuş ağ yamıyordu./ Kimimiz aznif oynuyor, cıgara üstüne cıgara/ yakıyordu kimimiz. Sanki dünya durmuştu/ öyle dalmış gitmiştik. Kendi kendimizdik./ Bir sürü kırlangıç dışarda camlara vuruyordu./ Birden bir ses, yüzüne karışmış bıyıkları/ -Deniz çekildi, dedi. Hepimize tutup/ denizde gezdirdiği gözlerini. Büyük/ bir boşluk bırakıp sonra da arkasında/ kalktı./ Biz işte o zaman gördük onu/ ve çekilen denizi./ O zaman çıktık kendimizden./ Dışarda bir dilim ekmek gibiydi gök,” dizelerindeki üzere her konuda, her şeyle ilgili şiirler yazmayı deneyerek şiirin konu alanını genişletmiştir. Dünya ve doğadaki her şey, tüm varlıklar, eşyalar, yazılmak için vardır ona göre. Onlara yazılı birer metinmişçesine bakıp okumak, kendince yeniden anlamlandırıp yazmak ister. Görünenin ötesinde, asıl görünmeyen, bilinmeyen de ilgilendirir onu. Çoğu dizesinde, şiirinde çokanlamlılığı amaçlar.

En az sözle çok ve uzak çağrışımlar yaratmak istediği için, boşlukları olan, örtük, açık uçlu dizeler/şiirler yazmıştır. Şiirdeki yenilik ve değişimi, öncelikle dilde, söyleyişte/anlatma biçiminde gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bazen dili deforme ederek, yapısını bozup yeniden kurmaya yönelmiştir. Aklın yerine sezgiyi ve bilinçaltını öne çıkarmış; anlatmak yerine duyurmayı öncelemiştir.

* * * * *

Tüm bunların yanında şakacı, çocuksu kişiliğini anımsıyorum Kemal Özer’in…[5]

1950 Kuşağı’nın usta şairlerinden biri olan O (1935-2009), “İnsanın dağılan yüreğini bir dizeyle birleştirmek için” yazardı.[6]

* * * * *

Ya “Bir misafirliğe gitsem/ Bana temiz bir yatak yapsalar/ Her şeyi, adımı bile unutup/ Uyusam...” dizelerindeki Melih Cevdet Anday…

“Felsefi temalar, bana şiir yazma olanağı tanıyor. Diyebilirim ki mistik bazı öğeler de şiiri çok daha kolay açıklayabiliyor. Bunlar şiire bir vesiledir benim için,” diyen O, şiirleri, denemeleri, oyunları, romanları, çevirileriyle çok yönlü bir ozandır. Öteki edebiyat alanlarına bunca emek vermesine karşın neden ozan kimliği öne çıkıyor? Belki bütün çalışmalarının içinde şiirsel bir öz olduğu için…

Giriştiği her çalışmayı şiiri için kullandı. Denemelerindeki dil örgüsü şiirsel bir biçem özelliği kazanmasaydı, düşünce insanı olarak böyle etkili olabilir miydi?

Elbette “Hayır”!

Onda ne varsa şiir yarattı diyebiliriz çekinmeden…

* * * * *

“Şiir yazarım ben de kanımı akıtarak...” derdi Necati Cumalı…

Özgürlüğü tanımlarken de, “Yalnız senin uğrunda ölür insan/Yarası acımadan,” diye eklerdi…

* * * * *

“Beklememek beter beklemeden,” dizelerinin Orhan Veli Kanık’ın şiiri gençtir, çünkü gençlerin okulda öğrendikleri tüm şiir kurallarına karşıdır. Bu kuraldışılık ve şakacılığın altında ince, çocuksu bir duygululuk kıpırdar: “Ağlasam sesimi duyar mısınız,/ Mısralarımda;/ Dokunabilir misiniz,/ Gözyaşlarıma, ellerinizle?”

Charles Cros’tan çevirdiği ‘Çirozname’deki şiirin amacı Orhan Veli’nin şiirlerinin kuralıdır: “Kudursun bazı adamlar - ciddi mi ciddi/ Ve gülsün diye çocuklar - küçük mü küçük.”

Her yaşta okuru yüreğinden vuran gençliği ve yalınlığı, bir “kendiliğinden”lik yansıtır. Kelimelerin yetersizliği, duygularını anlatamama okuru şairle yaşıt duruma getirir. Şiirin bir teknik işi olduğunu aklına bile getirmeyen masum okur için kimse Orhan Veli’nin doğallığı ile boy ölçüşemez. Okur, ciddi olarak yazmayı seçtiğindeyse Orhan Veli’nin bu doğallığı sağlayabilmek için ne çok şey bilmek zorunda olduğunu fark edecek, yine de bu doğallık ve alaycılığın taklit edilemeyişine şaşırır.

Ve haykırır Orhan Veli: “Heeey/ Ne duruyorsun be, at kendini denize:/ Geride bekliyenin varmış, aldırma;/ Görmüyor musun, her yanda hürriyet;/ Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;/ Git gidebildiğin yere...”

* * * * *

Sonra, sonra da Ömer Erdem’in, “Kumarbaz mülkiyet duygusundan uzaktır. Biriktirmez o. Kazandığı daha büyük kaybetmek içindir. Kazanmak kaybetmeye çıkar onda. Arsa tapu için değildir, belki dibini, daha dibini eşmek için toprağın,” diye tanımladığı Turgut Uyar…

Hani, 4 Ağustos 1927’de Ankara’da dünyaya gelip de, 22 Ağustos 1985’te aramızdan ayrılsa da şiirleriyle kurduğu “Büyük Saat” ile hâlâ zamanın değirmenini çalıştırmakta olan şair...

Onun için, “Şiirin bütün aşamalarını, akımlarını okumuş, özümsemiş kendi şiiri içinde eritmiş, yeniden yaratmış bir ustadır,” diyen Doğan Hızlan, Uyar’ın şiirlerinin şiirimizde apayrı bir yeri olduğunu belirterek “Onun şiirlerini okurken ister istemez başka şairlerle mukayese edersiniz. O zaman Uyar’ın şiire yaptığı katkıları daha iyi anlarsınız. Onun şiirleri yalnızca şiir değildir, daha fazlasıdır,” diye eklerdi…

“Turgut Uyar bir büyük şiirin ayrıntılarını yazmış, yaşadığı çağın titiz bir gözlemcisi olmuştu
Çok boyutlu bir açıdan bakar nesnelere. Deniz, acısı bileklerde duyulan engin bir kelepçedir. Leylak, pazarlık edilse üç-beş kuruşa alınabilen ölü günlerin karşılığıdır. Lambanın duvara düşen gölgesi, aşktır.”[7]

Aşk demişken, Uyar’ın 1952’de ‘Küçük Dergi’de yayımladığı ‘Aşk İçin Sekiz Mısra’ şiirindeki sahiciliğe ve bu sahiciliğin sunuluşundaki ironiye dikkat çekmekte fayda var:
“Gülüşmeler, çarpıntılar; iç çekmeleri/ kaçamak buluşmalara ara sıra geceleri/ göz gözü görmez tozpembeden yeşilden/ zaten hep böyledir aşkın öncesi/ sonrası iki kere iki dört eder/ işte ben bir alımlı maceranın peşinden/ akşamları fasulye yiyip gazete okuyan bir adam/ üç çocuğun beybabası, bir kadının kocası…”

Bu kadar mı? Elbette değil Uyar’ın deyince…
“Oturdum üç kişi için bir/ şiir yazdım/ Oturdum aklımı peynir ekmekle yedim”…
“Halk adına dökülen kan/ Sapı gül dalı güzelliğinde bir bıçaktır”…
“ne söylenebilir! tam çağıydı, oyalandık/ suyun, ateşin, havanın, toprağın çalışkanlığına daldık./ bir acıya kahramanca katlanılmadan, toplandılar/ orada biz de vardık./ ve uzun uzadıya orada kaldık…”
“Böyle kargaşalı günler döneminde/ Beşer onar koparılan bir takvim sanki bahara/ Ben şimdi diyorum ki bir bak şu alanlara/ Sokaklara köprülere kiremitsiz damlara/ Taşlara sopalara aman vermez silahlara/ Şehir haritasına trafik lambasına kan içinde adamlara/ Kan içinde adamlara/ Kan umutsuzluktur/ Ona kendini hazırla”…

“güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan/ dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar/ dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filân sanırsan/ Kürdistan’da ve Muş-Tatvan yolunda bir yer kanar/ Muş-Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan/ eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar/ sen bir yaz güzelisin, yaprakların ekşi, suda yıkanırsan/ portakal incinir, tütün utanır, incirler kanar/ bir yolda elele gideriz, o yolda bir gün usanırsan/ padişahlar ve Muşlar kanar, darülbedayiler kanar/ Muş-Tatvan yolunda bir gün senin akşamın ne ki/ orada her zaman otlar otlar ergenlikler kanar/ el ele gittiğimiz bir yolda sen gitgide büyürsen/ benim içimde çok beklemiş, çok eski bir yer kanar”… dizelerini anımsarsınız…

* * * * *

Nihayet Nâzım Hikmet Ran…
Hani, “Bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden/ gölgem gibi demiyorum/ çünkü hasret yanımdaydı zifiri karanlıkta da/ ellerim ayaklarım gibi de değil/ uykudayken yitirirsin elini ayağını/ ben hasreti uykuda da yitirmiyordum/ bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden/ açlıktı, susuzluktu demiyorum/ sıcakta soğuğu, soğukta sıcağı aramak gibi de değil giderilmesi imkânsız bir şey/ ne sevinç ne keder/ şehirlerle bulutlarla türkülerle de ilgisiz içimdeydi dışımdaydı/ bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden/ zaten elimde ne kaldı bu yolculuktan/ hasretten gayrı”…

Hani, “Saat dört yoksun./ Saat beş yok/ altı, yedi,/ ertesi gün,/ daha ertesi/ ve belki,/ kimbilir...”

Hani, “Sarılıp yatmak mümkün değil bende senden kalan hayale/ Hâlbuki sen orda, şehrimde gerçekten varsın etinle kemiğinle/ Ve balından mahrum edildiğim kırmızı ağzın, kocaman gözlerin gerçekten var/ Ve âsi bir su gibi teslim oluşun ve beyazlığın ki dokunamıyorum bile”…

Hani, “Bir ucu bir kuyuda kaybolan rüzgârlı bir şosede/ bana doğru yaklaşıyor kavuşma saatımız yalnayak/ yüzü saçlarıyla örtülü kavuşma saatımızın/ bir de ağır yürüyor ki deli olmak işten değil/ bana doğru yaklaşıyor kavuşma saatımız yalnayak/ ben de telefon direğine bağlıyım kollarımdan/ yüreğim de yorgun mu yorgun duracak nerdeyse/ bir de alnıma bir su damlıyor aynı yere artsız arasız/ bana doğru yaklaşıyor kavuşma saatımız yalnayak/ ben de seni düşünüyorum da seni düşünüyorum/ ben de seni düşündükçe o da ağırlaştırıyor/ yürüyüşünü bu böyle giderse yıkılabilirim direğin dibine/ o yanıma varmadan”…

Hani, “Tesellisiz yaşamayı becerdim/ beceririm tesellisiz ölmesini de”…

Hani, “İnsanlarım, ah, benim insanlarım,/ antenler yalan söylüyorsa,/ yalan söylüyorsa rotatifler,/ kitaplar yalan söylüyorsa,/ beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların,/ dua yalan söylüyorsa,/ ninni yalan söylüyorsa,/ rüya yalan söylüyorsa,/ meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa,/ yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ayışığı,/ söz yalan söylüyorsa,/ ses yalan söylüyorsa,/ ellerinizden geçinen/ ve ellerinizden başka her şey/ herkes yalan söylüyorsa,/ elleriniz balçık gibi itaatli,/ elleriniz karanlık gibi kör,/ elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun,/ elleriniz isyan etmesin diyedir”…

Hani, “Mürettip Refik’le Sütçü Yorgi’nin/ Ortanca kızı çıkmışlar akşam piyasasına/ Parmakları birbirine dolanmış/ Bakkal Karabet’in ışıkları yanmış/ Affetmedi bu Ermeni vatandaş/ Kürt dağlarında babasının kesilmesini/ Fakat seviyor seni çünkü sen de/ Affetmedin/ Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına”… diye haykıran ve en önemlisi şiirin ve şairin ne olduğunu, nasıl olması gerektiğini bizlere anlatan/ öğreten usta…

* * * * *

Şimdi diyeceklerimi Tunuslu şair Halid Nacar’ın, “Devrim şiirin, halk, narsist entelektüellerin önüne geçti,” saptamasındaki gerçeğin kapımızı çalacağından emin, “Şiir ve şair(ler) burada, ya siz…” sorusunun altını çizerek noktalayayım…


TEMEL DEMİRER
11 Mayıs 2011 11:15:02, Ankara.

N O T L A R
[*] Patika, No:74, Temmuz-Ağustos-Eylül 2011…
 [1]Özdemir İnce.
[2]Ülkü Tamer, “Tehlikeli Şiir”, Cumhuriyet, 2 Nisan 2011, s.15.
[3]Veysel Çolak, Şiir Nedir ve Nasıl Yazılır?, İkaros Yay., 2011.
[4]Ataol Behramoğlu, “Tarancı”, Cumhuriyet Dergi, No:1287, 21 Kasım 2010, s.4.
[5]Kemal Özer İçin Anı Fotoğrafları, Hazırlayan: Simge Özer Pınarbaşı, Yordam Kitap, 2011.
[6]Sennur Sezer, “Bir Dizenin Peşinde”, Radikal Kitap, Yıl:10, No:525, 8 Nisan 2011, s.24.
[7]Refik Durbaş, “Şiirin ‘Büyük Saati’ni Kurdu”, Cumhuriyet, 2 Mart 2011, s.16.