Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

29 Şubat 2012 Çarşamba

Emeğin Sanatı'ndan 113. Merhaba



Merhaba,

Sosyalistler olarak bizler zor günler yaşıyoruz, Kürt halkı zor günler yaşıyor, ülke zor günler yaşıyor, Dünya zor günler yaşıyor...

Sanatçılarımız, bu zorluklar içinde var oluşlarını kanıtlamak, güçlerini ortaya koymak durumundalar.  Bu nedenle, geçen sayıda olduğu gibi bu sayımızda da sanatçı örgütlerinin dayatılanları reddetme ve direnme çağrılarını yayınlıyoruz.

Bugünler, gül bahçesinde bülbül düşü görme günleri değil. Bu günler, kendimize bakarak, kendimize dönerek eser üretme zamanı hiç değil. Yaşadığımız bugünler, karanlığa karşı aydınlığı, geceye karşı gündüzü, yılgıya karşı umudu, ölüme karşı hayatı, savaşa karşı barışı, zulme karşı özlemlerimizi gür sesle haykırma; büyük harfler ve büyük puntolarla yazma, hayatı adım adım savunma günleridir.

Emeğin sanatçıları, sanatın ve estetiğin temel ilkelerinden ödün vermeden yazılarıyla, şiirleriyle, öykü ve romanlarıyla, resimleriyle, ezgileriyle bu savunmayı direnişe dönüştürmenin arayışı içinde olmalıdır.

Sol siyasi hareketlerin birleşip yumruk olmak yerine, klonlana klonlana çoğalmaları bu dönemin en büyük hatası olarak alınlarına kazınacaktır. Bizler, bu klonlanmış, çoğunluğu küçük burjuva hareketi kloncukların sesi olmak yerine insanlığın sesi olmaya devam edeceğiz. Horlanan Ermenilerin, çelik mengenede her gün biraz daha fazla baskı altında tutulan Kürtlerin, tüm ötelenmişlerin, yoksulların, köylülerin, kamu emekçilerinin, işçilerin omuz başlarında; kalemle, klavyeyle, fırçayla, boyayla, keskiyle, enstrümanlarla, kameralarla sahnelerle hayata ve sanata müdahil olmaya devam edeceğiz…

EMEĞİN SANATI

BU SAYININ SAVSÖZÜ
Yazar aç milyonlar için yazmıyorsa yazar olamaz. Her yazar bir toplum içinde yazar. Toplumun sözcüsüdür. Yazar bunu iş edinen, sorumluluk duyan insandır. Politikacılar gibi seçilmiş insan değildir. Kendi çıkarı için yazmaz. Özgür kalmak zorundadır. Hem toplumun özgürlüğü hem kendi özgürlüğü için savaşmak zorundadır. Beynini özgürleştiremezse kimliğine sanatsal kimlik kazandıramaz. Dostoyevski 4 yıl Sibirya’da kürek cezası çekti. Ama hiç taviz vermedi. Kişiliği ne gerektiriyorsa onu yaptı.

Yazar toplumun bir özetidir. Geçen gün okuyordum; Fuentes, eğer bir şairle yazdığı dili kullanan toplum arasında bir duygu akışı olmuyorsa o şairde bir sorun var demektir, diye yazmış.

Yazar aktarıcı değil, duyumsatıcıdır. Elif Şafak gibilerin kitaplarının okunması okur tarafı için de ayıptır. Okur sorunumuz var. Gerçek okur olsa Elif Şafak gibiler yazamaz. Romancı diye sokakta gezemez.
Okuru avlamaya çalışıyorlar. Avlanmak okura yakışır mı?

Orhan Pamuk, Nobel Ödülü’nü politik angajeyle aldı. Bunları demezsen alamazsın dediler. Güdümlülük, sanatın ölümü demektir. Yaşar Kemal varken Nobel ödülü başka bir Türk yazara verilmemeliydi.

Edebiyat öğretmez, doğru, ama edebiyatın öğrettiğini hiç kimse öğretemez.ADNAN BİNYAZAR (11 Şubat 2012 - 12. Ankara Öykü Günleri/Panel)

YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ

SANATÇILARDAN ÖNEMLİ ÇIKIŞ: 'REDDEDİYORUZ!'


Alanlarında ağırlık sahibi 78 sanatçı, "Reddediyoruz" başlıklı bir bildiri yayımlayarak ülkenin geleceğinden duydukları kaygıyı dile getirdiler.

Sanatçılar, 29 Şubat Çarşamba günü saat 12.00’de Beyoğlu'nda bulunan Halep Pasajı'nda "Sanatçılar Girişimi" adıyla bir açıklama yaptılar. Açıklamada “Reddediyoruz başlıklı aşağıdaki bildiriyi okudular:

“REDDEDİYORUZ…

Bizler, Türkiye’nin yazarları, şairleri, ressamları, heykeltıraşları, sinema ve tiyatro sanatçıları, karikatüristleri, fotoğraf sanatçıları, tüm sanat insanları, ülkemizin geleceği için kaygılıyız.

Evrensel aydınlanma değerleri, Cumhuriyetimizin kazanımları yok ediliyor.
Laik, bilimsel eğitim adım adım gerici, çağdışı bir niteliğe bürünüyor.
Gençliğin özgürlük, emekçinin hak arayışı, polis copu ve zindan tehdidi altında.
Bağımsız düşünce, demir parmaklıklar arkasında.
Adalet; adaletsizliğin aracı olmuş.
Halkın haber alma özgürlüğü gasp edilmiş.

Ressamın, şairin, yazarın, heykeltıraşın, müzisyenin, tiyatro ve sinema sanatçısının, tüm sanat insanlarının, kendi yaratıcı düşleri ve kendi sorumluluk duyguları dışında hiçbir baskı ve sınırlamanın kabul edilemeyeceği yaratma özgürlüğü, yakın ve uzak tarihimizin hiçbir döneminde görülmedik ölçüde sansür ve otosansür tehdidi altında.

Yalan, tehdit, şantaj, talan, vurgun, köşe dönmecilik, adam kayırmacılık, cemaatçilik, toplumsal ahlâkı kemiriyor.
Doğal ve kültürel doku katlediliyor.
Ülke zenginlikleri yağmalanıyor.
Emek hakkı için savaşım, yerini sadaka ekonomisine; özgür, cesur, çağdaş insan, yerini ezik, boyun eğmiş, yazgısına razı kula bırakıyor.

Türkiye, sadece Cumhuriyet tarihinin değil, birkaç yüzyıllık demokrasi, bağımsızlık ve uygarlık savaşımları tarihimizin yörüngesinden koparılarak, emperyalist çıkarların Ortadoğu’daki işbirlikçisi olmaya sürükleniyor.
Karanlık bir ortaçağ ülkesi olmaya dönüştürülüyor.
Ülkenin kendi yurttaşları arasında ayrımcılık, yaşadığımız coğrafyanın komşu ve kardeş ülkelerine karşı düşmanca söylem ve eylemler her zamankinden daha keskin ve kaygı verici.
Bölgeyi ve dünyayı bir kan gölüne çevirecek bir savaş çılgınlığında, Türkiye sanki suç ortağı olmaya kışkırtılıyor.

Çocuklarımızın, sonraki kuşakların gelecekleri için kaygılıyız.
Kaygılıyız ve reddediyoruz.
Bütün bunları reddediyoruz ve tepkimizi Türkiye ve dünya kamuoyuna duyurmayı görev sayıyoruz.

Sanatçılar Girişimi, emeğin, demokrasinin, adaletin, çağdaşlığın, haksızlığa ve baskıya karşı direnişin yanında, toplumsal muhalefetin en ön saflarında yer almayı, sanatçılık onurunun, sanatçı vicdanının, sorumlu yurttaş olma bilincinin kaçınılmaz olduğu kadar onurlu görevi ve gereği saymaktadır.

Gücümüzü evrensel aydınlanma değerlerine olan inancımızdan, emek ve yaratma özgürlüğüne saygımızdan; sanatçı vicdanımız, bilinç ve duyarlılığımızdan alıyoruz.

Tüm sanat insanlarını, ülkemizin tüm sanatçılarını, “Sanatçılar Girişimi’nde yer almaya ve bütün ülkelerdeki sanatçı dostlarımızı çağrımıza destek olmaya, omuz vermeye; inşana yaraşır, aydınlık, özgür, barışçıl bir dünya yaratma savaşımında güçlerini güçlerimizle birleştirmeye çağırıyoruz.

78 sanatçının imza koyduğu açıklamaya ülkenin dört bir yanından katılımlar da başladı. (SOL HABER)

TERSAKAN TOROS EDEBİYAT DERGİSİNİN 19. SAYISI ÇIKTI…

Adana’da yayınlanan Tersakan Toros Edebiyat Dergisinin 19. sayısı çıktı. Derginin bu sayısında, Türk ve dünya edebiyatından öykü dosyası işlendi.

Türk ve Dünya yazarlarından Ömer Seyfettin’den Sait Faik’e, Orhan Kemal’den Bekir Yıldız’a, Çehov’dan Gorki’ye öykücüler öyküleri ve yazar kişilikleri ile Tersakan Toros’ta yer aldı.


‘HASAN HÜSEYİN ŞİİRİNİN YERİ SALONLAR DEĞİL ALANLAR’

 “Ve der ki kitabın orta yerinde
Bütün ırmakları dünyanın
Kızılırmak’tan geçer”

Hasan Hüseyin Korkmazgil, ölümünün 28. yılında Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanat Merkezinde düzenlenen etkinlikte anıldı. Ortaköylüler Sosyal Yardımlaşma Kültür Eğitim ve Sağlık Vakfı (ORVAK), Öykü Dergisi, Bilgi Yayınevi ve Çankaya Belediyesinin ortaklaşa düzenlediği etkinliğe, sanatseverlerin yanı sıra Hasan Hüseyin Korkmazgil’in eşi Azime Korkmazgil katıldı.

Katılımın yoğun olduğu etkinlikte Mete Alpsar’ın hazırladığı Hasan Hüseyin Korkmazgil’in hayatını konu alan dia gösterisi izleyiciler tarafından ilgiyle izlendi. Korkmazgil’in arkadaşı Şair, Yazar Erdem Uzaklar, etkinliğin sunuculuğunu yaptı. Uzaklar, “Onun şiirinin söyleneceği yerler salonlar değildir. Hüseyin hiçbir zaman salonların şairi olmadı. O, kitlelerin şairidir. Onun şiiri derste, Tandoğan’da ya da Sıhhiye’nin meydanında söylenmeli” dedi.

Azime Korkmazgil,  Kızılırmak’ın bir antiemperyalist manifesto özelliği taşıdığını dile getirerek, “Çünkü o doğduğu yerde sosyal adaletsizliği yaşadı, sınıfı ortaya koydu” dedi. Azime Korkmazgil, 28 yıldan bu yana, Hasan Hüseyin’in şiirleriyle yaşam öyküsünü anlatan “Öfkelenin” adlı kitabının henüz tezgâhlarda yerini aldığını dile getirdi. Kitabı yazarken Hasan Hüseyin’i şiirleriyle biraz daha tanıyarak ve O’nu ne kadar çok sevdiğini ve özlediğini dile getirdi. Daha sonra, Hasan Hüseyin’in şiirleri ve Umut Yurdusar ile Yeter Sarıtaş’ın türküleriyle etkinlik sona erdi. (EVRENSEL)

YAZAR ADNAN BİNYAZAR DİYOR Kİ:
YAZAR AÇ MİLYONLAR İÇİN YAZMIYORSA YAZAR OLAMAZ!”

Ankara’da “Kafka Kafe”de yapılan 12. Ankara Uluslararası Öykü Günleri panelinde konuşmacılar Adnan Binyazar ve Emin Özdemir, günümüzün toplumdan kopuk, gündelik dille yazanların yazar kabul edildiği edebiyatı(mızı)eleştirdi.

Emin Özdemir konuşmasında, “Edebiyat evsizlere ev, açlara yemek, işsizlere iş bulmaz ama onları insanlaştırmaya yardımcı olur. Bütün bunları elde edebilecek bilinç verir. Odağında insanın olmadığı bir roman, bir şiir olamaz. Edebiyatın temel işlevi insana insanı anlatmasıdır. Toplumumuz sorunlar yumağıdır. Bir de roman ve şiirimizin toplumla kan bağını koparmış olması buna eklenince büyük bir sorunla karşı karşıya olduğumuz görülür. Dağlarca, gerçek sanat yapıtı bir saat gibi içinde bulunduğu zamanı, bir pusula gibi gidilecek yönü gösterir, der. Yazar bedeninin sıcaklığını halktan almıyorsa o yapıt edebiyat yapıtı olmaz.” dedi.

Adnan Binyazar ise, “Yazar aç milyonlar için yazmıyorsa yazar olamaz. Her yazar toplumun sözcüsüdür. Yazar sorumluluk duyan ve bunu iş edinen insandır. Yazar toplumun bir özetidir. Fuentes, eğer bir şairle yazdığı dili kullanan toplum arasında bir duygu akışı olmuyorsa o şairde bir sorun var demektir, der.

Yazar aktarıcı değil, duyumsatıcıdır. Elif Şafak gibilerin kitaplarının okunması okur tarafı için de ayıptır. Okur sorunumuz var. Gerçek okur olsa Elif Şafak gibiler yazamaz. Romancı diye sokakta gezemez. Okuru avlamaya çalışıyorlar. Avlanmak okura yakışır mı? Edebiyat öğretmez, doğru, ama edebiyatın öğrettiğini hiç kimse öğretemez.”dedi.

Öykü günlerine konuk yabancı yazar olarak katılan Alman Yazarlar Birliği Başkanı İmre Török ise, odatv'ye yaptığı açıklamada, “Dünyada bundan sonra iki edebiyat olacak diye düşünüyorum. Bir, bu yüzeysel, derin olmayan günlük dille yazılmış edebiyat, ikincisi bizim bildiğimiz, değer verdiğimiz gerçek edebiyat.” dedi. (Konuşmaların tümü www.anafikir.gen.tr'den okunabilir.) (ODATV.COM )


EFLATUN CEM GÜNEY ADINA MASAL YAZMA YARIŞMASI…


Değerli halkbilimci, masal yazarı Eflatun Cem Güney anısına Malatyalı olması nedeniyle Malatya Belediyesi masal yazma yarışması düzenliyor.

Malatya Belediyesi’nden yapılan yazılı açıklamaya göre, 2012 yılı kültürel etkinlikleri çerçevesinde, Malatyalı ünlü masalcı ve yazar Eflatun Cem Güney anısına “Masal Yazma Yarışması” yapılacak. Yerli-yabancı değişik türdeki masallardan yararlanılarak bu alanda yeni ve özgün eserler ortaya koyma, geleneğin yaşatılarak yeni kuşaklara aktarılmasını sağlama amacı taşıyan yarışmanın son başvuru tarihi 29 Nisan olarak belirlendi.

Türkiye genelinden gelecek bütün eserlerin jüri üyeleri tarafından 7-25 Mayıs tarihleri arasında değerlendirilmesi sonrasında dereceye girenler ödüllendirilecek. Yarışmada birinciye 3 bin, ikinciye 2 bin, üçüncüye bin lira, ayrıca 3 kişiye de mansiyon ödülü olarak Cumhuriyet altını verilecek.

Masal Yazma Yarışması başvuru formu “www.malatya.bel.tr” internet adresinden doldurulabilecek. Yarışmanın jüri üyeliklerini ise Prof. Dr. Esma Şimşek, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Yardımcı, Hasan Hüseyin Karatay, Yrd. Doç. Dr. Selim Emiroğlu ve Yrd. Doç. Dr. Ramazan Çiftlikçi yapıyor.

Eserin daha önce yayımlanmamış olması, masal türüne uygun, masalın geleneksel yapısına bağlı kalınarak yazılması, Türkçe’nin doğru kullanılması ve yazım kurallarına uyulması şartları aranıyor.

2012 RAŞİT KARA ŞİİR YARIŞMASI DÜZENLENDİ…

Şair, yazar, çevre dostu Raşit Kara’yı yaşatmak, gelecek kuşaklara taşımak amacıyla, Kar Dergisi ve Raşit Kara ailesi adına kızı Avukat Türkan Kara tarafından şiir yarışması düzenlendi.

Yarışmada Birincilik, İkincilik ve Üçüncülük ödülleri verilecek, (jüri gerek görürse bir kişiye de özendirme ödülü verebilir.) Şairler, en fazla 2 şiirle yarışmaya katılabilecek.  Şiirler, A4 kâğıdına 12 punto ile (Times New Roman karakterinde) bilgisayarda yazılarak gönderilecektir. Şiirlerde, daha önce ödül almamış ve hiçbir yerde yayımlanmamış olması koşulu aranacaktır.

Birincilik ödülüne 1000 TL+plaket, İkincilik ödülüne 750 TL+plaket, Üçüncülük ödülüne 500 TL+plaket verilecektir. 8-Şiirlerde rumuz kullanılacaktır. Yarışmacılar tek zarf hazırlayacaktır. Her şiir 5 (beş) adet çoğaltılarak gönderilecektir. Katılımcı, özgeçmiş ve iletişim bilgilerini ayrı bir mektup zarfına koyarak zarfın ağzını kapatacak, zarfın üzerine şiirlerinde kullanmış olduğu rumuzu yazarak büyük zarfın içine koyacaktır. Başvurular en geç 10 Haziran 2012 tarihine kadar, Türkan Kara, E 5 Yanyol, Teknik Yapı, Uprise Elite Residence, Kat: 19, D: 167 Soğanlık, Kartal/İSTANBUL adresine elden, kargo ya da posta yoluyla ulaştırılacaktır.

Yarışmanın seçici kurulunda Ahmet Saraçoğlu (Şair), Niyazi Yaşar (Kar Dergisi Genel Yayın Yönetmeni-Yazar), İsmail Biçer (Şair-Yazar), Gülderen Canyurt (Şair), Türkan Kara (Raşit Kara ailesi adına kızı-Avukat) yer almaktadır. İletişim adres ve telefonları: Ahmet Saraçoğlu ahmets1956@hotmail.com, 0535) 768 90 21, 0216) 290 11 44, 0216) 290 11 45


GERÇEKÇİLİĞİN ÜLKEMİZDEKİ ÖNCÜ SESİ
HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR’A SELAM
                                
Hüseyin Rahmi Gürpınar, edebiyatımızın hep kendisi kalmış, batı felsefesi ve edebiyatının üzerindeki etkilerini yerelleştirerek halkın ve seçkin burjuva sınıfının yaşamına mercek tutmasını bilmiştir.

Servet-i Fünuncuların çağdaşı ve yaşıtı olduğu halde bu topluluğa hiç girmemiştir. Gerçekçilik akımının etkisi altında yazan Hüseyin Rahmi’nin bütün eserleri gözlem ürünüdür. Doğalcılık akımının etkisi altında yazdığı eserlerinde yer yer yaşamın çirkin, bozuk, gülünç yanlarını da ele almıştır.

Birçok eserinde kötülük, ikiyüzlülük ve gericilikle savaşmıştır. Tanzimat ile başlayıp Meşrutiyet, Birinci Dünya Savaşı, Cumhuriyet dönemlerindeki değişimlerin sonucu, insanların yaşamlarında ve görüşlerinde meydana gelen etki ve tepkileri ele alarak bunları birer olay çerçevesinde işlemiştir. Eski ile yeni çatışmasını eserlerinde ana tema olarak seçmiştir.

Birinci Dünya Savaşı içinde maddi manevi bütün değerler altüst olup da toplum katları arasındaki farklar daha keskin çizgilerle ortaya çıkınca, Hüseyin Rahmi, eskiden toplumla birey arasındaki uyuşmazlıktan doğduğunu belirttiği kötülüklerin, bu kez katlar arasındaki uçurumdan, güçlü ile zayıf arasındaki çatışmadan doğduğu görüşüne varmıştır.  1924 yılında Ben Deli miyim? Adlı romanı yüzünden tekrar mahkemeye verildi ve yine beraat etti. Heybeliada’daki köşküne yerleşerek yaşamının sonuna kadar orada yaşadı.

Şu sözleri, sanat anlayışını ve hayata bakışını somutlamaktadır: “Karşımızda yükselmek yalvarısıyla ellerini bize uzatmış milyonlarla halk var. Bir ulusun genel kültürü birkaç sanat öğretmeninin okuyup öğrendikleriyle ölçülmez. Halk için edebiyat olamazmış... Ne hezeyan? Halk bilgisizlik içinde boğulsun, koca bir ulus yıkılmaya mahkûm olsun, biz karşıdan seyrine bakalım öyle mi? Siz edebiyatı kendi aranızda dönüp dolaşır kalp akçeye, yalnız azınlığın malı bir şifreye çevirmek istiyorsunuz.”

8 Mart 1944 günü yaşama veda eden Hüseyin Rahmi Gürpınar, daha 1920’lerde gösterdiği bu onurlu tavrıyla saygıyı fazlasıyla hak etmektedir.


EDEBİYATIMIZIN ÜRETKEN VE
ÇALIŞKAN EMEKÇİSİ: SALAH BİRSEL

Edebiyatımızın kendisine özgü şair ve yazarı Salâh Birsel’i yitireli 13 yıl oldu. 10 Mart 1919 Bandırma doğumlu olan,1999’da yitirdiğimiz çok yönlü edebiyat insanı Salâh Birsel, ironi ve humoru kendi şiirleriyle buluşturarak çağdaş şiirimizi temalar ve dil bakımından zenginleştirmiş, geliştirmiş bir şairdir.

Salâh Birsel; şiiri duygunun baskısından kurtarıp zekânın ürünü yapmak ister. Her şiirinde yeni bir ses; yeni bir yapı kurmaya çalışıyor. Ona göre şiirde zekânın yeri belirgin durmalıdır. Ona göre şiir zekâ ürünleriyle ortaya çıkabilir. Ancak, geçici olan, küllenebilen “nükte”yi o zekâ tabirine karıştırmamayı da belirtir. Zekâya dayalı ve bu doğrultuda alaycı şiirler yazmıştır. Nükteye ise zekâ zorlamaları ölçüsünde yer vermiştir. Bugün sağlam şiir anlayışının çok uzağında olsa da zamanı için duygusal temaların karşısında ve muzip ifadelerle şiirler yazmıştır. Ona göre şiiri raydan çıkaran yahut çıkarma yolunda olan şeydir üslup. Bu ilginç bakış, genel düşüncenin dışındadır. Rayında bir üslup ile yazan kişi şiiri kötüleşen kişidir. Şiirde kelimeler öne çıkmalıdır Birsel’e göre fikir ise önemsiz olduğu gibi şiirin önüne ket vurur. Lirik şiiri, öğretici şiiri kötüler. Şiirde iri sözleri de kötüler ve alay eder. Yapıtın sanata yardımcı olmasını savunur. Sanatın ise anlaşılır olmasını…

Düzyazılarında da humor ve ironinin buluştuğu mizah başroldedir. Anlatımını güçlendirmek için kendi üslubunu yansıtan yeni deyimler, deyişler üretir. Kendi deyişiyle sözcüklere, cümlelere taklalar attırır.

Tüm bu söylemlerine karşı, demokrattır ve kendi şiirlerini “gerçek toplumcu gerçekçi” olarak tanımlar.  Birçok şiirinde çocuksu söyleyişler, tekerlemeyi andıran dizeler öne çıksa da ironiyi kullanarak farklı bir taşlama türünü de geliştirmeyi başarır. “Kuzuname” şiirinde genç insanların faşistlerce katledilmesini kendi şiir tarzı ile şöyle yazar:”Telefonlar çalacak / Sokak başlarında ölüme koşut / I love you ey Nagant / Bu bir sevinin durdurulmasıdır / Az biraz ve karanlıkta//Telefonlar çalacak ve trak / Bir kuzu daha alnından”

Şiirdeki biçim ve öz ustalığını öne çıkaran Salâh Birsel’in şiirin temel ilkelerinden olan şu saptaması önemlidir: “Bir şiiri şiir yapan içerdiği sözcükler kadar dışarıda bıraktığı sözcüklerdir '' Aynı zamanda şiirin fikirlerle değil, kelimelerle yazıldığını da savladığı için “Şair, kelimelerin üzerinde çok durmak, az bilineni de, yığınların diline yerleşmiş olanı seçmek zorundadır’’ der.

SEVDİM SENİ EY İNSAN

ben ölmem
işimi bilirim ben
ecel zangoçlarını bile
bir çırpıda atlatırım

sıfır denize yuvarlasanız
lime lime doğrasanız kafamı
bu odalardan bu kitaplardan
ayrılamam ayrılamam

dört elle yapışırım sokaklara
mavilere beyazlara abanırım
güzellikler beni yormaz
inan olsun yaşlanmam

hiçbir şeyden ürkmem
kim ne derse desin
ey insan seni sevdim
ben ölmem ben ölmem

SALAH BİRSEL

A. KADİR’İN ŞİİRLERİ EMEĞİN KAVGASINDA
ALANLARDA DALGALANIYOR…
           
Baskı, zulüm ve işkence fırtınası içinde var olma kavgasını emeğin kavgasıyla buluşturan 40 Kuşağı şairlerinden A. Kadir’i 1 Mart 1985'te 68 yaşındayken yitirdik. Anısı, emeğin sanatla buluştuğu kavgamızda yaşamaya devam ediyor.

A. Kadir, insanın bireysel dramını toplumsal sorunların birlikteliği içinde ele aldı. Olgunluk dönemi şiirlerinde konuşma diline yakın bir dil kullandı, türküler, halk şiiri ve gelenekleri motiflerinden yararlandı. Savaş, yoksulluk, sürgünlük, hapislik acılarını yaşayan insanın duygularını, iyiye, doğruya, eşitliğe olan özlemini yalınlık, gerçeklik ve lirizmle yansıttı. 1940′lı yılların Sosyalist gerçekçi şiirinin ortak temaları ve biçimleriyle, Orhan Veli kuşağının bazı söyleyiş özelliklerini kaynaştırarak sentezci bir şiire ulaştı. Veysel Öngören, bu özelliği şöyle açıklıyor: “Orhan Veli’nin şiiri yolunu dünyaya açık tutuyor ama dünyadaki bir belirliliğe nişan almıyor. Ama A. Kadir’in şiirleri, hedefine odaklanmış şiirlerdi.”

İnanç ve adanışın alçakgönüllü türkücüsüydü A. Kadir. Hep kendinden vermenin, kendini koymanın omuzları çökük, ama yürekli ağır işçisi… Yaşamının alışkanlıklarını İstanbul’un yoksul evlerinden, ağıtın ve öfkenin acılı sesine nafaka çığlıkları ve özgürlük şarkılarının cılız ama umutla yükseldiği ıssız, kuşatılmış günlerden edindi: şiirin, koynunda hep ateşli sözcükler saklı bu inatçı savaşçısı.  Yurdumuz insanına ikircimsiz gönül verdi A. Kadir. Onun uğrunda, en zor yıllarda bir her biri çile ve acıları hasedinden çatlatan bir avuç insanla vefa ve sadakatin ömür boyu sınandığı; yalnızlıklar ve sürgünlükler üzerine yürüdüler. Öyle ki, bir yerden sonra, yaşamak bile zaferdi, üstüne gelen çığlar altından dimdik kalkarak...

Ve o çelimsiz, ama kallavi bir yürek taşıyan, taştan pek, gülden nazik, beden, yalnız bizim insanımızı, Ahmet’i, Zehra’yı, Şeker Ali’yi değil, insanı, Asya’da, Afrika’da, bastığı yerden boyunca kan sıçratan Nazi çizmeleri altındaki Avrupa’da insanı bastı bağrına şiirler boyu…

Şair, eleştirmen Veysel Öngören, A. Kadir’in şiirini şöyle değerlendiriyor:

“A. Kadir’in şiirinde bir tercih belirlenimi vardır. Tercih yapan bir beyan şiire sokulmadan; durumsal olarak gerçekleştirilmiştir. A. Kadir, yazınsal tabanı, dizelerle adım adım ilerlemektedir. Bu çok zor bir iştir. Şiir bütünselliğini rastlantıya bırakmayan bir tutumun işidir. Mısraların sürpriz niteliğine güvenmiyor. Burjuva şiiri bu sürpriz özelliğini bir bulgu, bir özgünlük gibi anlar. A. Kadir, sadece şiirin gelişimindeki tada güvenmemekte, aynı zamanda, bu gelişimin bu tadan seçikleşmiş biçimini de göz önünde tutmaktadır.

A. Kadir, şiirini içlemlerle örmüştür. Şiirsel tadı, şiirin içinde bir yere yöneltmemiş, dilsel sürecin edasına dönüştürmüştür. Burada eda, bir amaç değil, bir öğedir. Çekim tadı, kendi kendinin amacı değildir. A. Kadir’in estetiği şiirin bütününde bir eda bulmuştur.

A. Kadir, doğrudan hayatın tadı ardındadır. Belli hayat tarzlarını yasaklayan şiir’in varlık nedeni, bu düşünce ve duygulanım düzeyinin taban seçilmesidir ve anlatıma alınmış hayat tarzlarının öneminin büyüklüğü burada ortaya çıkmaktadır…”


SOSYALİZMİN BAŞÖĞRETMENİ
KARL MARKS’A BİN SELÂM

Düşünceleri ve yapıtlarıyla tüm emekçilere ve ezilen halklara umut güneşi olan Karl Marks’ı 14 Mart 1883’te yitirdik. 19. yüzyılın büyük dehalarından, bilimsel sosyalizmin, uluslararası modern devrimci proletaryanın sınıf savaşımı teori ve pratiğinin kurucusu. Marx, kapitalizmin kendi iç yasalarını bulmakla ve insanlık tarihinin belirli dönemlerini ve belirli olaylarını açıklamakla somut sorunları ustaca tahliliyle, geçmişteki tarihsel ilişkileri araştırmak için, bugünün toplumsal evriminin gerçek devindirici güçlerini bilmek için ve aynı şekilde gelecekteki gelişme eğilimlerini belirlemek için, teorik bir yöntem olarak diyalektik materyalizmin üstünlüğünü ortaya koymuştur.

Onun burjuva toplumu konusundaki dâhice eleştirisi, aynı zamanda, hem yıkıcı, hem de yapıcı olmuştur; burjuvazinin bitişini ilan ettiği için yıkıcı, proletaryanın zaferini haber verdiği için de yapıcı. Onun diyalektiği insanın etkinliği için hem bir araştırma yöntemi, hem de iletken teldir. Onun materyalist diyalektiği, yalnızca insan tarihinin yasalarının bilinmesine değil, ama aynı zamanda doğa tarihinin bilinmesine de uzanır.

Diyalektiğin, Darwin'in evrim teorisinin doğa bilimlerinde yarattığı devrime yapışık olması, buradan gelir. Marksizmin oluşturduğu düşünce ve

Başka bir dünya ihtimalini belleklerimize kazıyan bu büyük insanı yoldaşı Engels’in O’nun mezarı başında yaptığı konuşmayla anıyoruz.

“14 Mart günü öğleden sonra üçe çeyrek kala yaşayan düşünürlerin en büyüğü artık düşünmez oldu. Ancak iki dakika yalnız bıraktıktan sonra odaya girince onu koltuğunda rahat rahat ama sonsuzluğa dek uyumuş bulduk.

Avrupa ve Amerika militan proletaryasının bu adamda yitirmiş bulunduğu şey tarihsel bilimin bu adamda yitirmiş bulunduğu şey ölçülemez. Bu devin ölümü ile bırakılan boşluk kendini duyumsatmakta gecikmeyecek.

Nasıl ki Darwin organik doğanın gelişme yasasını bulduysa Marx ta insan tarihinin gelişme yasasını yani insanların siyaset bilim sanat din vb. ile uğraşabilmelerinden önce ilkin yemeleri içmeleri barınmaları ve giyinmeleri gerektiği; bunun sonucu maddi ilksel yaşama araçlarının üretimi ve böylece bir halk ya da bir dönemin her iktisadi gelişme derecesinin devlet kurumlarının hukuksal görüşlerin sanatın ve hatta sözkonusu insanların dinsel fikirlerinin üzerinde gelişmiş bulundukları temeli oluşturdukları ve buna göre bütün bunların şimdiye değin yapıldığı gibi değil ama tersine bu temele dayanarak açıklamak gerektiği yolundaki daha önce ideolojik bir saçmalıklar yığını altında üstü örtülmüş bulunan o temel olguyu buldu.

Ama hepsi bu değil. Marx günümüz kapitalist üretim tarzı ile onun sonucu olan burjuva toplumun özel hareket yasasını da buldu. Artı-değerin bulunması sonunda bu konuyu aydınlattı; oysa burjuva iktisatçıların olduğu kadar sosyalist eleştiricilerin de daha önceki bütün araştırmaları karanlıklar içinde yitip gitmişlerdi.

Çünkü Marx her şeyden önce bir devrimciydi. Kapitalist toplum ile onun yaratmış bulunduğu devlet kurumlarının yıkılmasına şu ya da bu biçimde katkıda bulunmak, kendisine ilk onun vermiş bulunduğu modern proletaryanın kurtuluşuna yardımda bulunmak onun gerçek yönelimi işte buydu.

Marx işte bu yüzden zamanının en sevilmeyen ve en çok kara çalınan adamı oldu. Mutlakiyetçi olduğu kadar cumhuriyetçi hükümetler de kovdular onu; tutucu burjuvalar ile aşırı demokratlar onu kara çalma ve kargışlara boğmakta birbirleri ile yarışıyorlardı. O bütün bunları hiç aldırmaksızın örümcek ağları gibi yolunun dışına atıyor ve ancak çok zorunlu durumlarda yanıtlıyordu. Sibirya madenlerinden Kaliforniya'ya değin Avrupa ve Amerika'nın her yanına dağılmış tüm dünyanın milyonlarca devrimci militanı tarafından ululanmış sevilmiş ve aklanmış olarak öldü o. Ve ben çekinmeden söyleyebilirim ki onun birçok karşı-düşüncede olan hasmı olabilirdi ama kişisel düşmanı pek o kadar yoktu.

Adı yüzyıllar boyunca yaşayacak yapıtı da!”


8 MART, EMEKÇİ KADINLARIN
DAYANIŞMA VE MÜCADELE GÜNÜDÜR!

8 Mart, şüphesiz kadının hak arama mücadelesi kadar, özgürlük ve eşitlik arayışının da en çarpıcı ifadelerindendir. Bu gerçeğin açığa çıkarılması, aydınlatılması ve sahiplenilmesi bütün ezilen kadınlarda sürekli moral, iddia ve kadının kurtuluşuna olan inancı geliştirmiştir. Bugün bu gerçeğin dili olmak, kadın bakış açısı ile tarihin derinliklerine uzanmak ve insanlığın gizli kalan tüm güzelliklerini açığa çıkarmak, hem de geleceğin kazanılması temelinde barışa dayalı özgür yaşamı yaratmada belirleyici olacaktır. Sadece bir gün değil, her günü 8 Mart ruhu ile yaşamak kadar, layıkıyla gereken cevabı pratikte vermek sadece görev değil, bir hak olmaktadır.

Kadın sorununu ele almada tarih bilinci önemlidir. Kadın bu anlamda tarihin başlangıcında gerçek tanımına kavuşmuşsa da ataerkil sürecin gelişimi ile tanımsızlaşmıştır. İnsanın insanlaşma tarihinde temel bir başlangıç olan neolitik devrim, kadının eseridir. Bu çağ aynı zamanda ilk örgütlülük, üretim, yurtlaşma, toprakla bütünleşmenin başlangıcı olmuştur. Bu da insanlığın başlangıcıdır. İnsani tüm erdemleri kendisinde toplayan kadın, yaşamın kaynağı olarak tanrıçalaşma katına yükselmiştir. Bu çağın kadını üretici ve yaratıcı özellikleri ile yaşam kaynağı haline gelmiştir. Kadın, tarihin başlangıcında bu denli belirleyiciyken, sınıflı toplumların gelişimi ile kadın açısından tarih ters-yüz edilmiştir. Kadının erdemliliğinin üstü örtülerek gizlenmiştir. Erkek egemenliği ilk sömürüsünü kadın üzerinde geliştirerek gücü bu şekilde kadından çalmıştır. Bunun sonucunda gelişen tüm sistemler erkek karakterli olmuştur.

Belki de en acımasız sömürü, kendisine en fazla yabancılaştırılan, düşüncede, ruhta ve duyguda köreltilmiş, tüm değerlerden uzaklaştırılmış kadının yaşadığı sömürüdür. Böyle bir toplumda kadının realitesinin farklı olması düşünülemez. Dünyası bir evle sınırlandırılan kadın çifte sömürüye maruz kalmıştır. Bir yandan erkek egemenliğinin yarattığı cendere, diğer yandan geri geleneksel ahlak ve namus anlayışı arasında sıkışıp kalan kadın düşünceden uzak, ruhsuz, duyguları köreltilmiş, dilsiz ve sağır bir konuma getirilerek yaşamın dışına itilmiştir. Toplumun bilimsel tahlilini yaparken cins çelişkisinin ulus ve sınıf çelişkisinden bağımsız olmadığını, iç içe ele alınması gerektiğini savunmuşuzdur. Bu anlamda özgür kadının yaratılması bir ülkenin yaratılmasından daha zor ve değerlidir.

Bir devrimin kadında yarattığı özgürlük düzeyi o devrimin özgürlük düzeyidir. Bu düzeyin nasıl yaratıldığını buna nasıl sahiplenildiğini, yaratılanların emek ve özgürlükle bağlantısını doğru bir temelde kurmak kadar, 8 Mart ruhu ile geliştirip güçlendirmek, oldukça önemlidir. Özellikle içinden geçtiğimiz süreç, kadının kendi rengini vereceği tarihte gizli kalmış güzelliğini yansıtacağı bir fırsattır.
     
8 Mart’ın içeriğinin yozlaştırılmasına da hızla karşı çıkmalıyız. 1857 yılında sömürüye grevle direnen, adalet, eşitlik, hak ve özgürlük isteyen kadınların yarattığı bir gün, vitrinlerde mağazalarda tüketim toplumunun reklâmlarına konu olsun diye kullanılamamalıdır.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nü yaratanlar; SOSYALİSTTİLER.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nü ilan edenler; SOSYALİSTTİLER.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü Kutlu Olsun!



NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati

İRFAN SARİ: Hiçbir şey “Bildiğin Gibi Değil”



 FOTOĞRAF:ADNAN DURMAZ

Adı; Maran, barbarlığın kol gezdiği zaman çocuktu bu anlatının olduğu zaman ise 14 yaşına girecekti. Eğer o gece Maran’ın doğduğu şehir Dézé, barbarların kurşun yağmuruna tutulmasaydı doğum günü pastasına konulan mumlara üfleyecek ve bir yeni yaşa adım atacaktı.

90’lı yılların cehenneminde bir yaş büyümek maharet isterdi hatta buna şans denilebilirdi.

Maran’ların dededen kalma toprak bir evi vardı. Duvarları seksen santim toprak kerpiçten örülmüştü. Kapı ve pencereler ahşaptan olduğu için geçen yıllar onlara takat bırakmamıştı. Bir yandan güneş bir yandan soğuk onlarca yılın sonunda kapı pencere artık zorla bir araya gelebiliyordu.

Yeni betonarme evlerinin üst katında kendileri alt katında bir polis, toprak evlerinde de köyden göç etmiş ve işportacılık yapan bir vatandaş oturuyordu.

Maran heyecanla gidip pastaneden bir yaş pasta yaptırmıştı. Bütün kolu komşuyu davet edecek ve doğum gününü kutlayacaktı.

Fakat o yıllarda saat 16–17 de herkes evine kapanmak zorundaydı çünkü dışarıda maskeli jitem elemanları kol geziyordu ayrıca bu maskeli jitemcilerin yerel işbirlikçileri de iş başındaydı. Akşam karanlığı şehre çökmeden “Terörist gördüm” bahanesiyle kışlalarındaki masalarında bira, başlarlardı şehre kurşun sıkmaya. Zırhlı araçlarla şehir arasında dolaşan araçlardan da aynı kabiliyet ve marifetle rast gele kurşun sıkılırdı. Bütün duvarlar delik deşikti nerdeyse bu şehirde.

O gün de akşam çökmeden yine taciz ateşleri başladı. Fakat bu gece karanlık çökmeden başlamışlardı. Bir an şehir patlayan silahların gürültüsüyle inlemeye başladı. Belli ki bu gece çok şiddetli geçecekti. Bunu anlayan komşular ve Maran daha güvenli olacağını sandıkları toprak eve indiler, evvelden de birkaç kez buraya inmişlerdi. Evin duvarları sağlam olmasına sağlamdı ama tavandan havan mermisi rahatlıkla içeri girerdi ya da kapı pencereden. Ama yine de burası daha güvenli geliyordu tüm komşulara. İlerleyen saatlerde ateş şiddetlenince polisin eşi de seslendi ve onu da toprak eve aldılar.

Tam o esnada evin karşısındaki tepede askerler belirmeye başladı. Evdeki yatak yorgan yastık ne varsa pencerelere yerleştirildi. Toprak evin kiracısı Mamed dışarıdaki durumu anlamak için zaman zaman kapı arkasına gidip gözlemliyordu ve içeri dönüyordu. Evin iki odası vardı ve komşular iki odaya dağılmışlardı şayet damdan bir havan mermisi düşse de en az zararla kurtulmak için. Bir battaniyelerini polisin iki kızına örttüler diğerlerine de evdeki toplam iki battaniye düştü ki toplamda 9 kişi idiler.

Bir ara Mamed ışıkları söndürülmüş evin içinden her iki odaya doğru gelip pencereden daha uzak durulmasını tembihledi. Çünkü karşı tepeden askerlerin sıktığı bir kurşun kapıdan evin salonuna girmişti. Herkesin korkusu artmaya başladı birden. Ve birbirlerine sokularak en köşeye doğru sıkıştılar. Pencereden uzaktılar eğer karşıdan ateş etmezlerse bişey olmazdı. Gecenin yarılarına doğru evin önünde çok büyük bir gürültü ile patlama oldu. Uyumaya geçmiş çocuklar uykularından uyanıp ağlaşmaya başladılar.

Bu patlamanın nedenini anlamadan ufacık deliklerden içeri sızan ışıklardan anlıyoruz ki güçlenerek devam eden bu insafsızlık şiddetini yükseltiyor. O saatlerde tepeden muhtemelen zırhlı araçlardan yükselen kahramanlık marşlarının sesleri de gelmeye başladı. Şiddet hızlanınca uyanan çocukların çişleri de tuttu. Mecburen salondaki ışık yakıldı ve salona açılan tuvalete götürülüp getirildi çocuklar. O ara kapının arkasına sinip gözlerini yıpranmış ve demir bir zırzayla muhafazaya alınan kapıya diken Mamed’in elindeki tabancadan ne kadar çabasız bir savunmada olduklarına bakan Maran ve polisin eşi yavaş yavaş saklandıkları yere geçtiler. Dışarıda dünyanın en akıl almaz silahlarına karşı bir tabancayla nöbet beklemek trajikomik bir durumdu.

O gece kurşunlar birbirine çarparak geceyi zehir-zıkkım etti. Adeta kurşun sağanağı altında mahmur gözler, korkak bakışlar, yorgun bedenlerle gün ışığına kavuştukları saatte de hâlâ taciz ateşleri sürüyordu. Birbirlerinin yara beresinin olmadığını az sonra iki oda arasında iletişimle anladılar.

Saat sabah 9’u gösterdiğinde evin kapısına bir zırhlı araç geldi. Taciz ateşleri sürüyordu hâlâ. Maskeli birkaç kişi gelip kapıyı dövdüler. Polisin eşini ve iki çocuğunu almaya gelmişlerdi. Nitekim kaba saba tavırlarla alıp gittiler. Bir teşekkür bile etmeden ve bir derdiniz var mı yok mu diye sormadan.

Mamed, seyrekleşen durum ve tepedeki askerin çekilmesini fırsat belleyerek evin ötesindeki ahıra gidip silahını saklayıp geldi. Çok geçmeden aynı maskeliler geri geldi evi aramaya başladı. Pencereye sıkıştırılan yatak yorganlar üst üste atılmıştı burada kimleri sakladınız diye baskı oluşturmaya başladılar. “Silahlar nerde, verin şu silahları” şeklindeki söylemlerine karşın Mamed’le diyalogları en son birinin dipçiği Mamed’in yüzüne geçirmesiyle son buldu. Ama Mamed o saatten sonra kırılan dişinin acısıyla kıvranmaya başladı.

Tek-tükte olsa gelen silah patlamalarının arasında ekmek-yemek derken zaman geçmişti.

Kim öldü kim kaldı haberleri yoktu. Dünyadan habersizdiler. Anten bir kurşuna yenilmişti dün geceki o büyük patlama ise bir roket mermisinin karakavağa çarpıp patlamasıyla çıkan sesti bir tek onu biliyorlardı. Poliste alelacele gelip neyi var neyi yok toplayıp gitmişti.

Akşam çöker çökmez ikinci gecede başladı aynı serenat.

Çatışma süsü verilen bu hal, patlamalar ve kurşun sağanağı ile sabaha doğru durdu.

İkinci günün sabahında Bilanço ağırdı. Polisin evine bir roket mermisi ile zırhlı araçtan hemen dipten binlerce kurşun sıkılmıştı. Üst kattaki evin buzdolabına üç kurşun isabet etmişti. Maran’ın doğum günü pastası kurşun yemişti.

Doğum günü pastası ile birlikte şehirde birde aklı dengesi bozuk kişi yaşamını yitirmişti. Haber ajansları Dézé kentinde ”teröristlerin açtığı ateş sonucu bir vatandaşımız hayatını yitirdi birçok ev de zarar gördü” diye haber geçtiler.

Hiçbir şey “Bildiğin Gibi Değil” bu kentte kim neyi yaratmak istedi açık beyan ortadadır. O gün yaratılan terörizmi kimler yarattı bu gün bir bir açığa çıkıyor. Kürtlere reva görülen bu insanlık dışı uygulamalarla kaybeden oldu o kimseler.

Ama hiç akıldan çıkmayacak acılara tuz basarak yükselttikleri bu feryadı hâlâ duyan bir kimse yok. Yaşlılar son demlerini korkunun kuyusunda geçirdi. Çocuklar yeşerirken suyu kesildi. Gençler mezar mezar edildiler. Bir ceza evinde bir hücrede bir gözaltında hep mezar hayatına sokuldular.

Rojin Canan Akın ve Funda Danışman’ın; Amed, Avréhan, Aznavuré, Avsiya, Aşî, Nuvin, Firdevs, Gıré Colya, Stililé, Xézek, Bézvan, Wanbetan, Şéyhan, Memiran, Gever, Liyan, Gijal, Manis, Piran röportajlarına birde Maran’ı konuk etmek istedim.

Çünkü dönüp bakacak olduğumuz zaman gerilere sırtımıza meşin kırbaçla vurulan morartıların kenarında simsiyah bir bellekten izlerle karşılaşıyoruz hep. Bize siyahı, karartıyı, karartmayı, vurulmayı, korkuyu, yok edilmeyi ısmarlayan bir egemen imparatorluk vardı. Hala da var. Bu günde aynı öyküleri görmek dinlemek mümkün…

Çocuklarımızın süt dişleri çıkmadan ve yaşlılarımızın son dişleri düşmeden gözlerini kapadılar hep. Sürdü… Sürüyor… Sürdürülüyor…

Büyük bir sabırlar okurken “Bildiğin Gibi Değil” kitabını tek tek yaşadığımın farkına vardım… Kimse görmesin diye gözyaşlarımı sakladım, biliyorsunuz adettendir erkelerin ağlamaması. Nasıl bir şeyse bu pırpıntı gurur artığı söz.

Böyle saklı kalmış binlerce savaş çocuğunun öyküsü bu kitapla kendi cesaretini toplayıp ayaklanmalıdır. Duygusu abartılmamış. Öyküsünün dili anlaşılır kılınmış ve kırmadan, dökmeden sunulmuş. Her birinin öyküsünü kendi dilinden dinlemiş olduk.

Yaşanan acıların gerçek yüzünü pürüzsüz bir şekilde sunuya getirmiş. Yaralanmış bir halkın yaralarının kapanmadığı ay ışığının altında sunulmuş.“Bildiğin Gibi Değil” de…

Maskeli insanların maskesi düşmeye devam edecektir, bu sürsün diyedir bu emek ben böyle algıladım… Karanlıkta bir tek hışırtı duyulmayacaktır elbette bir gün. Çocuklarımız yaşamdan aşka kadar sırılsıklam insan olarak yaşayacaktır.


İRFAN SARİ

ADNAN DURMAZ: Kalbim Irak-Gönlüm İsyan



KALBİM IRAK-GÖNLÜM İSYAN
Anlatılan olay ve kişiler gerçektir




Ve KOPMUŞ ELLER BAĞIRIYOR:
BİZ ARTIK ATEŞİN SAÇLARINI YOLABİLİRİZ


İntifada çocuklarına-savaşlarda öldürülen mazlumlara


GİRİŞ



büyük ve görkemli şehirler yerle bir oldu
barışın yerinin neresi olduğunu
düşünür gibi suskun son yıkıntılar
bütün rüzgarlar bun
aşkların son duvarları
umutların son duarları
bakışların son duvarları
dili kopartılmış bir ağız gibi suskun
bir çocuk cesedi kalkıp yerinden
bir gülüşten arta kalan  son taşın üzerine çıkıyor
ve bir yıldız iliştiriyor göğün yarasına

ağıtların neresini verelim barışa
ki orada yeniden
hani mezopotamyadaki ilk çiftçilerin yaptığı gibi
yeniden saban koşup çift sürsün
ki türküler büyüyebilsin başaklarca

bekliyor yerle bir olmuş köylerde kokan cesetler
yeniden türkülerin eseceği zamanı






*İngiltere Savunma Bakanlığı anket sonuçlarını ‘En iyi denemeye yakın’ olarak niteledi. Irak’taki ABD’li General Tommy Franks ise ‘Ölü sayısını hesaplamıyoruz ‘ diyerek tepki gösterdi.


ey kahredilmiş ülke
unutma hurma gölgelerinde yeşeren aşklarını
unutma oğullarını ki onlar
ağlayarak öldüler kalan yetimlerine
elindeki tesbihin her tanesini değiştir gözyaşınla
ve her damla gözyaşını kurşun yapmayı öğren

büyük ve görkemli şehirler
yerle bir oldu
bir zaman yarine aşkla bakan gözler kör oldu
bütün kazanımların bu muydu ey insanlık
binlerce yıldır  biriken bilim
dünyaya anlam katan sanat
uluslar arası hukuk
insan hakları
tahtadan at
leş oldu cesetler itlere kaldı
insan kir oldu

uygarlık dedikleri canavar
cehennemler kurar dünyanın dört yanına
bütçesi devletlerden daha çok şirketler
kanla büyür çocukların geleceğinde
gülüşün kıyısında uzanır mayın tarlaları
asur
insanlığın başına göçtü
Saddam denen kuklayı astılar  dünya televizyonlarında
celladı sahipleri boğazladı hayvanca
celladı cellatlar mı boğar ey dünya
ve dört bir yanında dünyanın
hak adalet özgürlük emek diye haykıran kim varsa
aynı cellat katleder yargısız infazlarda



YAKIN KARANLIKLARI


Bir zamanlar ne yılan vardı ne akrep vardı
Ne sırtlan vardı,ne arslan vardı
Ne yaban köpeği,ne kurt vardı
Ne korku,ne terör vardı
İnsanın rakibi yoktu
S.N.KRAMER,TARİH SÜMERDE BAŞLAR,TTK.YAY,SF.289


kuşlar kadar yok muyuz
çok muyuz balıklardan
tarihin yarları  yara
harcı can saraylar kurduk
çapul ordularını kanla doyurduk
yeryüzü toprağını
terle yoğurduk 

kurşunu döken parmaklar
gül dikmeyi bilemez’mola
silahları yapan usta
çocukları sevmez’mola
bombalar yağdıran uçak
çiçekler savursaydı kardeş dünyaya

karışmış it izi kurt izi sırtlan izi
atın bütün canileri karanlıklara
boğazladık diye birbirimizi
gelecek lanetlemesin bizi

ne kan olsun
ne de kanı  kanla yumak
atın bütün zalimleri
kara yazı yazanları
tezgahları düzenleri
kana boyanmasın tarihler gayri
yakın karanlıkları kardeş türküleriyle
aydınlansın yeryüzünün yüreği




1

AH U ZAR TOPRAĞI


Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz
Biz neşâtın da gamın da rûzgârın görmüşüz
Nabi

 

Bir vardı
Bir de yoktu
Kum ve rüzgâr
Ya leyli ve efkardı
Yedi dağın
Yedi çölün ardında
Mezopotamya…
Yer gök
Havar havardı
yamyamlar
Kan  sofraları kurardı
Hayat ki ah u zardı
Ölüm ki bir güzel firardı


Burada döndü ilk tekerlek
Ve burada başladı tarih
Geçtik uygarlığın yürüdüğü bataklıklardan
Okaliptüs sevdalar büyüterek
Yağmacılar talancılar hışmından
Kırbaç artığı çöl
Sırtlan artığı Dicle
Ve Kan
Ve Kan
Kan
Geçtik yeğin atlarımızla tarihin kırışık alnından
On bin yıllık yağmalar harmanında
Tıkız bir deve kadar okulsuz ve deftersiz
Sıska bir inekten daha değersiz
İnsan

Öyle çok öyle çok bekledik ki
Bekleye bekleye çürüdü zaman

Yukarıda / karıncalarımızı bile izleyen
Diktatörlerin tıraşını gözleyen
Uydular
Aşağıda
Mavi zehir
Petrol ırmakları vardı

Ve yer
Ve gök
Kan
Kan
Kan…




2
MÜREKKEP RENGİ AĞLAYAN BİLGE



ateş fırtınaları
yokluk çölleri
geçilmez dağlar
zaman ki rûzigâr
barış  bir kara sevda
ve hep kanayan
hep kanayan sınırlar…


tarihin en karanlık duvarına
yazıyı burada nakşetti insan
Akadlı Hammurabi
insanın yasasını yazdırdı ilk
ışığın tam alnına
aha tam da
burada…


zulümlerden baskın yemiş  Ninova
yakmıştı ya Asurlular
mazlum kalabalığı
göğü tutmuştu çığlıklar
hesabı sorulmadı

sonra Babilliler geldi
Farisiler
Bizanslılar
kan içenler
can yiyenler
kimisi
başımızda hükümdar
kimisi
emperyalist yamyamlar
ordular
ordular
can pazarları kurdular

ışık ve karanlık
gece ve şafak
ne çok  boğuştu
her karış toprağı kan
Kawa bin defa isyana kalktı
bin defa dirildi Dehhak

ne Kûfi ihanetler gördün
ey Mezopotamya
kaç Sıffin Savaşları
nice Haccaçlar gömdün
Kerbelalar
Belalar…
barış ey
yaralı anka
kal ü beladan bu yana
kaç dirildin
kaç öldün…


nice kitaplar boğuldu sularında
ki bazı geceler
el ayak çekilince
mürekkep rengi ağlayan
o yaşlı bilgedir Dicle…



 (Devamı Gelecek sayımızda...)

YAŞAR DOĞAN: Çamurun Günahı — MEHMET RAYMAN: Sıkı



ÇAMURUN GÜNAHI



Her şey bir hayalle başladı
Koca bir yalnızlıktan sonra
Issızlığın çölleri
Dönünce baş ağrılarına

Yaratıcı
Önce hayali yarattı
Organikliğiyle
Sonra renkleri
Ardı sıra ahenkleri

Ve her şeye bir ad
Bir sebep verdi
Tutup sildi sonra
Her şeyin hafızasını

Ve uyuyunca her kes
Sabaha
Geceden
Sadece rüyası kaldı

Ve her şey hayal edilebilirdi
Günden güne devrilen zamanla
Yoklarken içini insan
Kardeşliğiyle yücelebilirdi

Her şeyin üstünde
Üstün insanda
Güzelliğini
Ve yaratıcısını
Bu ahenkler arasında
Orda keşfedilirdi

Çamurun ne günahı var
İnsan gidip içine batmışsa


YAŞAR DOĞAN / LOLAN




SIKI



sıkı
dokunmuş kumaşın
bir ipliğini çekseniz
akar benim kanım

içi sıkı
kara lahana
kıvrım kıvrım durur
en azından ayaza

güneş doğarsa
çıplak ayakların üstüne
o mutluluk benim işte...

suyu gözünden içen serçenin
kanadı değiyor kaşıma.


  MEHMET RAYMAN

MERAL VURGUN: Kadın



KADIN


'Şan olsun 8 Mart'ı yaratanlara'

bakışı berceste, gülüşü güldeste
sık yumruğunu, haykır kadın
sen adı konmamış sayfalara aşk nakışlayan
künyen çizileli sensiz ışımadı tarihler
orta mezatlarda açık artırmalara sunulan
rahminden bebesi kazınan
her savaşta oğul yitieren
yar yitiren sen
sensiz dalda yaprak kıpırdamadı
bahar senin adındır
emek senin alında namuslandı
vuruldun da dağ doruklarında
yine de bir kaç damla kan uğruna
damarlarından kan kurutuldu

ah yavuklu
ah gedikli
ah eksik eteğim
saçı uzunum
küp kalçalım
hesapsız sevmelerin doğurganı
sık yumruğunu kadın
omuzlarında yarı gök yükselir
mavi senin adın, kızıl sensin
sen esirsen esirdir yurdun
sen tutsaksan tutsaktır memleketinde hürriyet
ellerinin hünerinde oğula kıza kesen topraklar
koza içinde ipek
örgülerini başlık parası edip
bir kısrak gibi sırtında taşıdığn yarı dünya
adı konmamış sevdalarını talan ettiler
ah Şirin’im
Aslı’m
yavru yitirmiş de yaslım
bu zindan
bu kanlı devran
bu ah’ı sende kalmış kahrı zaman
gece ile günün yarısı
ayva sarısı
nar kızılı
ipek döken yeşili çağlam
omuzdaşım
sık yumruğunu
haykır inci diş arasından
haykır gonca gülüm
devrilmedikçe zulüm
hep kapıdadır kara ölüm

sık yumruğunu haykır
bile kılıcını hıncın
sığmasın kınına
öyle karardı ki gökyüzü
dile gelmedi varlığın
analığın bir yana
hala bir kaç koyun ederi kadınlığın
ah saçı sırma gelinim
bin yıllardır bağrını dağladılar
başını silahla bağladılar
halay çeker gibi
çapada, tütünde sen
ala öküze boyunduruk
sabanı toprağına sapladılar
sensiz yeşermedi tomurcuk
al pürçek alın altı badem bakışlı anam
sarı başakların bereketi sensiz gelmedi sofralara
sık yumruğunu
ellerinde terleyen yarı gök inlesin
inlesin ki
yüzü gülsün emeğin
barışın, özgürlüğün türküsü sarsın alemi...


MERAL VURGUN 

HASİBE AYTEN: Çoban Düşü— AHMET TAHSİN ÇINAR: Adıma Şarap İçtin



ÇOBAN DÜŞÜ



Gönlündeki güneşten
Yapar mı yine sırça saraylar
Unuttuğumuz yerde
Bulur muyuz o kuzuyu
Öyle yaraladık ki sevgiyi
Kantere batmış sürümüz

Savurabiliriz geceyi
Doğurabiliriz gündüzü

Tut elimi kuzucuğum
Acılar orman olmuş


HASİBE AYTEN




ADIMA ŞARAP İÇTİN



Konuş benimle
Adıma şarap içtin, unutma
Çatlak tenimizden gül sızıntıları
Zaferdir,
Haklı bir davadan yenik çıkmakta.

Deniz nerede
Çam nerede,
Çınar nerdedir
Söylemediklerinle.
Konuş benimle,
Adıma şarap içtin,
Garip gelebilir çırpınışlar
Gönül ışımazsa, söz de ışımaz
Göz de ışımaz ışımıyorsa sevgi
Askıda ki çığlıklar, doğum çığlığı olmadı hiç,
Çoğalmadı ağaçta sallanan, urganın nezaketi.

Konuş benimle.
Panjur,
Ne zamana kadar kapatır, gün ışığına camları.
Zamandır aşındıran, bakırda kalayları.
Gül sızıntıları dinmedi terimizin,
Bin kez yaşadık dünyanın her yerinde,
Sevgiden yana, hakkımız yendi bizim.


AHMET TAHSİN ÇINAR

SERDAL GÖÇMEN:Beniografi


BENİOGRAFİ...



Bir beklentinin suya düşmesiydi hayatım
göğüslemekti bütün olasılıkları
ölmek veya ölmemekti
bulmak ama kaybetmemekti
bir boş ve loş sandalda
açılabilmekti özgürlüğe
özgürlük deniziydi benimkisi
deniz-in anlamı özgürlüktü
özgürlüğün anlamı büyümek
büyümenin anlamı devrimdi…

tutsaklıktı evrensel gerçeğe
sınırsız konuşmaktı
susmaktı bazen en konuşulası hecede
ağlamaktı sessiz sessiz
düşünebilmekti
sevmekti...

çıkabilmekti yüceliklere
patikalarla koşmak
uçurtmalarda uçmaktı...

özlemekti özlenmemişleri
anlamaktı dinlenmemişleri
bulabilmekti yitirilenleri...

olasılıktı olmayacak betimlemelerde
bir bilinçti belki düş - ün cen - in içinde
dipsiz bir kuyudan çıkabilmekti sanki…

beni bende aramak aptallıktı
olasılıklarda kaybolandım
şiirlerin içinde olandım
romanlarda en lüzumsuz kahraman
filmlerde dayak yiyen figürandım…

çıkamayandım en dayanılmaz ağrılardan
hasretlere bakakalandım
tam düşecekken düşmeyen
uçmak isterken uçamayan
kaçmak isterken kaçamayan
beynimin en bilinçli kösesinde
ben beni bende arayandım…

benim hiç kutsal kitabım olmadı
kendimce bir dinde bulamadım
dogmalar safsatalar bana göre değildi
ben gerçektim
ve en gerçekçi yerimden vurulandım...



SERDAL GÖÇMEN

VEDAT KOPARAN: Kadın — BÜLENT AYDINEL: Biz Geliyoruz



KADIN


tarihin vurgun derinliğinde ilkel komünden bu güne
esaretin zincirinde kırılacak omuzdaş hep birlikte
taşı delen suyun gücünde sabrı demler hüznü içinde
gözleri sevgi dolu bakar özgürlük mavi tutku bizde

çekiciliğin estetiğinde üretimde yaşamı var edende
tanımların en güzelinde sen her çiçekte bal özünle
bu güne vurur yürürüz birlikte omuzdaş gelen güne
özgürlük al şafaklarda yanan bir ateş ellerimizde

saflar bizi bekler sen önde yaşamı güzelikle şekillendirmede
sızısı su yatağını arayan nehirde ılıman iklimler mevsiminde
doğanın estetiğinde sen olmazsan bir yanım eksik çökende
sevgi sağanağı yağar bulutlar tamlanırız özgürlük ateşinde



VEDAT KOPARAN 




 BİZ GELİYORUZ


I
Ey çelişkilerin dönüşüme uğradığı dev volkan
Ey miladını yazamayan tanımsız tarih
Kuruyan dallarını kendi budayan sır ormanı ey
Çaresiz gözlerle belirsiz düşlerin kundağında ufku gözleyen eçhel mahkûmiyetlerin mimarı vahşi gözardılardan sızan tehdit
Seni tarlaya beni sofraya hepimizi dünyaya sığamaz eden kayıp önemseyişlerin yorgun vakanüvisleri konuştu
Gülü şehirden atın bülbülün isyan saatidir
Yabani sürülerin salındığı kaçak çayırlara dökülen suları kesin
Kökünden kesilmiş kaktüsleri zulümden korkan aşk sürgünü kapılara bırakın
Muzaffer komutanların fütursuz edalarıyla girsin kuşatılmış karanlık kapılardan iblis
Çelik ve ahşap ve kemik ve kan yığınağı kapıları açın
Şimdi yerkürenin mahşere mahşerin ızdıraba tahammülsüzlüğünü konuşma vaktidir
Şehre ses veren bütün kanalları açın
Ey güvercini göçer kaçar korkar belleyen acemi ebced çözücüleri

II
Düş serüvencileri
Bize tanım koyup söylediler
Yola revan olup sevda kuşları biriktiren iki cansınız
Tutuksuz yargılanan iki dal heyecansınız
Artık bunu kirli ama görkemli giysilerimizle çıplak ayak yürürken
Çakıl taşlarının üstünden
Sevdaya dönüşen yeteneklerimizin tümüyle biliyoruz
Toplayın getirdiğiniz ne varsa zemheri zindanlarınızdan ve terk edin şehri
Çıkınlarımızda ışıktan sözcüklerle biz geliyoruz


BÜLENT AYDINEL

ALİ ZİYA ÇAMUR:Arsız Akrostiş Ve Serkan Engin Şiirinin Dokusu



ARSIZ AKROSTİŞ VE SERKAN ENGİN ŞİİRİNİN DOKUSU



KİTABIN ANLAMSAL PANORAMASI:

Serkan Engin, şiirin ince örgüleri arasından toplumsal duyarlığı kimi zaman yansıtan, kimi zaman kaşıyan, kendini “İmgeci Toplumcu” olarak niteleyen bir şair.

Her şiirinde,  ince düşünülmüş, kimi zaman Ece Ayhan’a da selam salan imge blokları arasından, kimi zaman ironinin çuvaldızı ile insanların ötelenmesine, ötekileştirilmesine meydan okur.

Bu insanlar kimi zaman içinden geçer kezzaplı gecelerin “ tanığı genelev kadınlarıdır.

Kimi zaman, “Veysel ki kahrolası(!)/ıskartası mahallenin /sokağın utanç hanesinde” dizeleriyle cinsel tercihleri nedeniyle her türlü baskı ve şiddetin gölgesinde yaşayan eşcinsellerdir.

Bazen, “kalbimi çekiç yaptım da düzeltemedim / hayatımın eğri büğrü kaportasını" dizeleriyle küçük yaşta küçük çıkarlar uğruna şiddete ve sömürüye terk edilen “kırık” çıraklardır.

Bazen de, “intihar marşıyla geçerler önümüzden / şiddet emzirir deve dikeni ömürlerini" dizeleriyle küçük köy ve kasabalardan gelip,  metropol tarafından kusularak atılan tinerci çocuklardır.

Şair, “günün deliğini kalbinle yamar gündelikçi Gülizar /hüznün minör notalarıyla çağrılır adı" dizeleriyle varoşlardan gelip sigortasız, güvencesiz burjuvazinin pisliklerini temizleyen gündelikçi kadınları da gözden uzak tutmaz.

Aynı varoşlardan gelip de içindekilere hiçbir zaman ulaşamayacağı lüks mağazalarda tacize ve her türlü sömürüye açık tezgâhtar kızlar da unutlmamıştır: "ıskalanmış gençliğim damlıyor kirpiklerimden /  çeyizim ertelenmiş heveslerim"

İşportacıların, uyuşturucu kurbanlarının, hayat kadınlarının ve diğer ezilmişlerin çileli yaşamlarından damlalar da Serkan Engin’in şiirsel merceğinden geçerek vicdanlarımıza batar durur hep.

Hayata karşı bu tavrını şu dörtlükle özetler: “Alevi Eşcinsel bir Zenciyim Ateist Travesti bir Mohikanım Dersimli bir Laz, Lazistanlı bir Kürdüm Berlinli bir Pigme, Kongolu bir Germenim”

Şair, hayattaki tavrını şiirin atkısı ve çözgüsü içine yerleştirerek ezilenlerin, ötelenenlerin şairi olduğunu ortaya koyuyor. Sorgulayan bir şiir, Serkan Engin’in şiiri.


ŞİİRE BAKIŞI:

Serkan Engin’in şiirinde temel bir bakış açısı öne çıkıyor: İnce bir ironi ile kuşatılmış imgeler ve sosyalist bakış açısının bir şaire yükledikleri.

Şiirinde ince bir yapı işçiliği göze çarpıyor. Kısa ama anlamsal çağrışım geniş sözcelerle kuruyor şiirini. Hayatın ve halkın içindeki dili geniş açılarıyla yerleştiriyor şiirine.

Kimi zaman şiir arasında, kimi zaman şiir sonunda tek ya da iki dizeyle bizi vardırmak istediği noktaya getirerek silkelemeyi başarıyor.

Serkan Engin şiiri, nevi şahsına münhasır bir şiir… Günümüz içbükey şairlerinin şiire getirdiği kimi olanakları toplumcu şiire başarıyla uyguluyor Serkan Engin…  Kimi zaman çocuk saflığını dokuyor, kimi zaman iğneli dilini kullanarak salvolarını savuruyor. Kimi zaman Peralı bir güzele şiirin dilinden gül atar, kimi zaman aşkı kendi saflığı içinde savunur:“senden gayrısına tenim lâl/öptüğün yerlerimde gül devrimi /koşar adım sorarım evrene : /bir daha nasıl eklerim Aşk’a iyelik eki “

Her şiirinde hayata ve şiire diyalektik dalışının parmak izleri vardır.
Onun şiirinin her satırında yaşanan ya da yaşatılanların izdüşümü tüm boyutlarıyla dalgalanıyor belleğimizde… 

Serkan Engin, şehvetin hoyrat coğrafyasında, umudun sırtında yılkı atları peşinde koşan; acıların tende açtığı delikleri şiiriyle yamama çabasında bir şair. Başkalarının izlerinden yürümesini sevmiyor.  Kendi izleri üzerinden uçmaktan yana bir şiir haylazı da desek yeridir, " haylazistan işçi partisi yüreğim " demiyor mu zaten.


BİÇİM:

Şair dörtlü, beşli, altılı… kıtalarla kuruyor şiirini. Ama kıtalar arasına yerleştirdiği tek ya da ikilik italik dizelerle bam telimize dokunmayı başarıyor. Eni boyu belli kaba uyaklardan kaçınıyor S. Engin. Belki bilnçli belki bilinçsiz, şiirin akışı içinde yer yer redifler yer alıyor. devrimdüşleriyle boyuYORUZ /. /hayatı halklar boyu seviYORUZ”

Ama şair şiirde ahengi iç uyaklarla çaktırmaksızın yapıyor:
Bu iç uyakları kimi zaman aynı dizeye kimi zaman kıtanın içine yerleştiriyor: ellERİkedERİn ceplerinde”,  “ - ulan buRASI NaSIRA mı yoksa İzmit“ Baş uyaklara da yer veriyor kimi zaman: Kapkara bir Kahkaha düşüyor saçlarımdan önüme /Kimseler görmüyor içimden sökülen nehirlerin gürültüsünü /Kurşuna” Dizlerde aynı ünsüzleri yoğunlaştırarak şiirin melodisine ulaşmayı amaçlar: YıLdız Yağar usuLca YaLnızLığıma


DİL:

S. Engin, dili tüm boyutlarıyla kullanıyor. Düzyazı dilinin ağırlığını yerde bırakarak şiirini kullandığı dille kanatlandırabiliyor. Sözcükleri hedefine göre belirliyor.

Serkan Engin, sözcüklerin günlük dilde kullanıla kullanıla canı çıkmış anlamlarına yüz vermiyor. Ya da bu tür sözcükleri düzyazı mantığının dışına çıkartarak kendi kattığı anlamsal çerçevede kullanıyor:üreme bonkörü”, “yoksulluğun bodrum katında”, “rakı rampasını tırmanırken”…

Günlük kullanıma girmiş Türkçe olmayan sözcükleri, kendi anlamsal eksenini değiştirerek kendi hazırladığı çerçeve içinde kullanabiliyor: ağır tonajlı hüzünler”, “sahi kaç amperdir kalbinin akım şiddeti”, “bir gelincik tarlasıyla bir Molotof/kokteylini karıştırırsak aynı cezvede”, “ömrümün şarjörü”…

Kısacası şairde dil katılığı yok tam tersine esnek bir dil tutumu var. Belirleyici olan, dili kullanarak kurduğu imgelerle duygu patlamaları yaşatabilmesidir.


SONUÇ:

Şiirinde bana olumsuz gibi gelen önemli noktalardan biri; şairi sıfatları, sıfat tamlamalarını çok seviyor, üst üste kullanıyor. Bu durum, kimi zaman görsellikte bir avantaj sağlasa da şiirde yaralar da açabiliyor. Şöyle; şiir sözcüklerin suyun üstünde, yani tümcede batmadan durmasıdır. Sıfatlar ise şiiri batıran deliklerdir çoğu zaman. Şiirde önemli olan sözcüklerdeki derinliktir. Ama bu derinliği sıfatlarda yakalamak zordur.

Bir diğer nokta da şiirlerde bağlaçları, edatları fazlaca kullanması... Bağlaçlar eve edatlar göstergesi olmayan sözcüklerden olduğu için bir çağrışım değeri yoktur. Kimi zaman, “Veysel ki geberesi(!) / Veysel ki ıssız bir monolog “ gibi dizeler anlatıma katkı sunsa da çoğu zaman şiirin sırtına istiap haddini aşan bir yük olarak duruyor:

“volta atarken ağzım gül gecelerine” gibi bir şiirsel benzetmenin yanında “ipek bir şal gibi ser saçlarını”  gibi bir benzetme şiiri zorladığı fark ediliyor.

Şair noktalama işaretlerini sıkça kullanıyor. Çoğu kez bu işaretler, şiir içinde gezen okura yön levhaları gibi bir işlev görüyor. Bazen okuru yanlış da yönlendirebilmeye açık olabiliyor.

En çok kullanılan işaretlerden biri konuşma çizgileri ve soru işlaretleridir. Bu işaretleri şair, dizeye vurgu kazandırmak amacıyla kullanıyor: “-sahi devlete nasıl gidilir abi? Kimi zaman bu amaçla daha çok da dikkat toplamak için dizeleri italik kuruyor.

Ayraç işareti de sıkça kullanılan işaretlerden. Kimi zaman sözcüğün anlam katmanlarını zorlamak için kullanılıyor: “sen bana Kürtçe bir gül(ü)ver”
Kimi zaman da cümleleri ayraç içinde şiirin genel akışımından dışarı çekmek için kullanılıyor: (aslında her Aşk „görülmüş‟/eski bir mektuptur, kalbimin/ köhne çekmecelerinin dibinde) Bu dizelerde aforizmal bir tat da görülüyor.

Kısacası Serkan Engin, kendi sesini bulmuş ve kimi zaman düşmeler görülür gibi olsa da şiiriyle yükseklere kanat açan bir şair. Slogana ve düzyazı gerçekçiliğine düşmeden sosyalizmi şiirlerine damıtarak koymasını başarabilen bir şair…



ALİ ZİYA ÇAMUR




TEMEL DEMİRER:Hakikinin Sahteye Galebe Çalması İçin Hatırlayın!




HAKİKİNİN SAHTEYE GALEBE ÇALMASI İÇİN HATIRLAYIN![*]


“Hakikiyle sahtenin karışımında,
hakiki sahteyi öne çıkarır,
sahte hakikiye inanmamızı engeller.”
[1]


Birçok şey gibi, edebiyatın da “meta fetişizmi”nin dişlileri arasında öğütülme tehdidiyle karşı karşıya bırakıldığı bir kâbusun orta yerindeyiz.

Murathan Mungan’ın, “Ya dışındasındır çemberin/ Ya da içinde yer alacaksın/ Kendin içindeyken kafan dışındaysa/ Çaresi yok kardeşim/ Her akşam böyle içip, kederlenip/ Mutsuz olacaksın/ Meyhane masalarında kahrolacaksın/ Şiirlerle, şarkılarla kendini avutacaksın/ Ya dışındasındır çemberin/ Ya da içinde yer alacaksın...” diye betimlediği patetik durumda; şimdi yeniden, “İnsan dediğin saçaktaki/ Güvercinin farkında olacak/ Ve çiçek gibi olacak kendince/ Bu aşk var ya bu aşk;/ Dikkat!/ Yangında ilk kurtarılacak” diye haykıran Metin Altınok’un duyarlılığıyla geçmişin, geleceğin yolunu açabilmesi için, bugünün imdadına koşması gerek...

“Geç(me)miş” dedim…
Mesela ötelerden haykırır hepimize…

Erwin Piscator, “Ayağa kalk! Resim yap, bestele, yaz! Şarkıcı, şarkı söyle! Hatip yükselt sesini! Ta ki bütün gözer görünceye, bütün kulaklar anlayıncaya kadar…”[2]

Bertolt Brecht, “Sanatın apolitik olması, egemenlerle işbirliği yaptığı anlamına gelir…”

Oscar Wilde, “Ütopya ülkesini göstermeyen bir dünya haritasına göz atmaya değmez; çünkü orası, insanlığın hep dönüp dolaşıp geldiği yerdir. Ve insanlık oraya indiğinde, ileriye, ufka doğru bakar ve daha iyi bir ülke görerek oraya doğru yelken açar. Gelişme, ütopyaların gerçek olmasıdır…”

Martin Heidegger, “Gerçeklikten daha yüksek bir mertebede olan ise imkândır…”
Walter Benjamin, “Mücadele etmemiz gereken kişilerin yüzleri maskelidir.” “Düşman galip geldiğinde ölüler bile kendilerini bu düşmandan kurtaramayacaklardır…”

Emmanuel Levinas, “Ben karşılık beklemeksizin başkalarından sorumluyum, hayatım pahasına. Karşılık vermek veya vermemek onun bileceği iştir…”


Friedrich Nietzsche, “Bazen, bir şeyin değeri, onunla neye ulaşıldığına değil, onun için ne ödendiğine, bize neye mal olduğuna dayanır…”

Ludwig van Beethoven, “İnsanlar arasında iyilikten başka hiçbir üstünlük kabul etmem. Karakterin olmadığı yerde, ne büyük sanatçı, ne de büyük mücadele adamı vardır. Orada var olan, zamanın yok ettiği, içleri boş yaratıklardır. Bütün mesele, büyük görünmek değil, gerçekten büyük olmaktır…”

Nihayet Karl Marx, “İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar. Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker. Kendilerini ve bir şeyleri altüst etmekle, şimdiye dek hiç olmamışı var etmekle uğraşıyor göründükleri esnada, tam da böylesi devrimci kriz dönemlerinde, endişe içinde geçmişten ruhları yardıma çağırır, onların adlarına, sloganlarına, kıyafetlerine sarılır, dünya tarihinin yeni sahnesinde bu eskilerde hürmet edilen kılıklara bürünür ve bu ödünç dille oynamaya çalışırlar,” diye…

Evet, evet “Geç(me)miş” deyip geçmeyin sakın… Çünkü bugünü, geçmişle (birikimiyle) aşıp, ulaşabileceğiz geleceğe…

* * * * *
 
Tam da bunun için Victoria dönemi İngiliz şairi, edebiyat ve toplum eleştirmeni Matthew Arnold’u anımsamak gerek… Hani ayrım yapmaksızın hemen her kesime yönelttiği keskin eleştirileriyle tanınan; XIX. yüzyılın “kültür havarisi”ni…
 
“Barbarlar” diye andığı soyluların, “dar kafalı, paraya düşkün” olarak nitelediği ticaretle uğraşan orta sınıfın ve bunların dışındaki halkın o dönemdeki beğeni ve davranış kurallarına karşı saldırıları, bugündeki kâbusa yöneltilmesi gereken eleştiri ve karşı çıkışa ışık tutacak niteliktedir.
 
Özellikle, İngiliz toplumunu iyimser, huzurlu, görgülü, ama düşüncelere kapalı barbarlar; Kilise’ye karşı, enerji ve ahlâk dolu, ama “tat ve parıltı”dan yoksun dar kafalı para düşkünleri; ve hâlâ ham ve kör olan halk olarak üçe ayırdığı ‘Kültür ve Kargaşa’ başlıklı yapıtının ödünsüz eleştirel yaklaşımından ders çıkarmakta yarar var.
 
“Meta fetişimi”ne (ve devreye soktuğu tüm sonuçlara) karşı şimdi topyekûn itiraz ve karşı çıkış zamanıdır.

Hem de eski Yunan destanlarındaki gibi…

Bilmiyor olamazsınız; bir anlaşma, bir sözleşmedir eski Yunan’da destan(lar)… Kahramanlarla tanrılar, tanrılarla ölümlüler, şair ile insanlar arasında bir sözleşmedir.

Kahraman nasıl kahraman olur destansı şiirde? Elbette ölerek. Ölmeden kahraman olunmaz! O yiğit kişiye kahramanlığı, şanı, şöhreti bahşeden, ilhamını tanrıçalardan alan şairdir. Şair o yiğidin yapıp ettiklerini anlatır, ona “kleos”, yani “şöhret” bahşeder, ve onu “aklea” kalmaktan yani “bir resim gibi sararıp solmaktan”, unutulmaktan kurtarır.

Burada mesele: Göze almak yani hakiki olmakla ilintilidir…
“Meta fetişimi”, yabancılaşma/ yabancılaştırmadır; ve ancak göze almak yani hakiki olmakla aşılabilir…
Örneğin “Bombacı” diye anılan Theodore Kaczynski’nin, “Hastayız, çünkü dünyayla ilişkilerimizi yapılandıran teknolojik sistemin tasarlanmış ürünleriz. İnsan, sıkıntı, özdeğer yitimi, aşağılık duygusu, kaybedilmişlik hissi, depresyon, düşmanlık, suçluluk, yeme-içme bozukluğu, eş ya da çocuk tacizi gibi sorunlar yüzünden çıldırmanın eşiğindedir,” diye betimlediği söz konusu kâbusun orta yerinde “Değerlerimizi korumak pamuk ipliğine bağlı ve depresyon hep kapının ardında bizi bekliyor,” diyen Alper Hasanoğlu ekliyor:

“Çağımızın hastalığı ne kalp-damar hastalıkları, ne de son yıllarda hepimizi artarak tedirgin eden kanserdir. Çağımızın hastalığı hiç tartışmasız depresyondur. Depresyonun da günümüz dünyasında en önemli nedeni, her gün, her ortamda maruz kaldığımız narsistik yaralanmalar ve bunun sonucu ortaya çıkan kendilik değeriyle ilgili sorunlardır. Kendini zaman zaman değersiz hissetmeyen ya da bu acımasız durumla başa çıkmak için bilinçdışı bir şekilde kendi değerini olduğundan çok daha yukarılarda algılayıp hayal kırıklıkları yaşamayan büyük şehir insanı yok gibidir.”

Gerçekten de Whitaker’in 2010’de yayınlanan ‘Anatomy of an Epidemic’ başlıklı yapıtında verdiği istatistiklere göre, 2007’de her 76 Amerika’lıdan biri, ruhsal hastalıklardan malûl olduğu gerekçesiyle kamu fonlarından yardım alır hâle gelmiş. Bu rakam 1987’dekinin iki, 1955’tekinin ise altı katı iken; araştırmalar, kriz dönemindeki Avrupa’da bir yanda intiharların arttığını, bir yanda antidepresan kullanımında yüzde kırk civarında patlama yaşandığını ortaya koyuyor.

Evet krizin devreye soktuğu kaygılardan dolayı antidepresan ilaç kullanımının 4 yılda (2007-2010) yüzde 40 arttığı vurgulanıyor.

‘Dünya Sağlık Örgütü’ne bağlı ABD ve İngiliz uzmanların Avrupa’daki 10 ülkenin verilerine dayanarak yaptıkları araştırmaya göre Avrupa’da 10 ülkeden 9’unda 2007 ile 2009 yılları arasında çalışma yaşındaki insanlar arasında intihar oranı yükseldi.

Ya Türkiye mi?
6 yıl içerisinde Türkiye’de antidepresan ilaç satışları yüzde 70 oranında arttı.
İlaç endüstrisinden alınan verilere göre 2005-2010 yılları arasında satışlar 20 küsur milyon kutudan 34 milyon kutuya yükseldi.
Bu, aynı dönemde toplam ilaç satışlarında meydana gelen artışın iki mislidir.
Benzer kesitte kadın cinayetleri Türkiye’de 2002’den 2009 yılına kadar yüzde 1400 oranında arttı...

Yine ‘2011 Türkiye Değerler Araştırması’ sonuçlarına göre ise, “Türkiye hızla sağa kayıyor”ken; “Komşu olarak hangi grubu istemezsiniz?” sorusuna yüzde 84 oranında “eşcinseller” yanıtı veriliyor…
Nihayet ‘2011 Türkiye Değerler Araştırması’na göre, Türkiye’de “Kendini mutlu hissedenler” yüzde 77 oranındayken; “İşini kaybedip yeni iş bulamamaktan endişe duyanlar”ın oranı yüzde 68; “Çocuklarına iyi bir eğitim sağlayamayacağından endişe duyanlar”ın oranı yüzde 76; “Bilim ile din çatışırsa her zaman din doğrudur” görüşüne katılanların oranı yüzde 77; “Telefonlarının dinlenip e-postalarının okunmasından endişe duyanlar”ın oranı yüzde 52; “Cehenneme inananlar”ın oranı ise yüzde 97’dir…
 
Bu tamı tamına bir yabancılaş(tırıl)ma tablosudur…
“Selahattin Hilav’ın, ‘Doğu toplumunu ve despotizmi’ni anlatırken bu toplumlarda, ‘...korkunun, onunla birlikte ortaya çıkan ikiyüzlülüğün, yalanın, bir iç ahlâksızlığın’ varlığına da dikkat çekti”ği[3] yabancılaş(tırıl)ma tablosunun aşılabilmesi için ise, hakikisinin sahteye galebe çaldığı edebiyatın başkaldırısına muhtacız…

* * * * *

Gerçekten de ‘Nobel Edebiyat Ödülü’ törenindeki konuşmasında, “Her şeye karşın yazmak”tan söz eden Perulu romancı Mario Vargas Llosa, “Edebiyat sayesinde, edebiyatın biçimlendirdiği bilinçlilik, esinlediği arzular; ve özlemler sayesinde, olağanüstü güzellikte bir fanteziye yaptığımız yolculuktan sonra gözümüzün gerçekliğe açılması sayesinde, uygarlık bugün, masalcıların hayatı masallarıyla insancıllaştırmaya başladıkları zamankinden daha az acımasız. Okuduğumuz o iyi kitaplar olmasaydı, şimdikinden daha kötü durumda, daha uzlaşmacı, daha itaatkâr olurduk; ilerlemenin motoru olan eleştirel ruhun esamesi bile okunmazdı. Yazmak gibi, okumak da, hayatın yetersizliklerine karşı bir protestodur. Hayatta eksik olanı roman ve öykülerde ararken, var olan hayatın sonsuza duyduğumuz açlığı ‘insanlık durumunun temeli- dindirmediğini ve daha iyi olması gerektiğini düşünürüz. Öyküler ve romanları, yalnızca tek bir hayatımız varken pek çok hayatı yaşayabilmek için yaratırız,” vurgusuyla ekler:

“Roman ve öykü olmasaydı, özgürlüğün hayatı yaşanılır kılmadaki öneminin, özgürlüğün bir zorba, bir ideoloji ya da bir dinin ayakları altında çiğnenmesinin hayatı nasıl bir cehenneme çevirdiğinin farkında olamazdık…”
 
Evet, bize insan olmayı anımsatıp, öğretir edebiyat…
O hâlde, yeniden Isaac Bashevis Singer gibi, “Çöp sepeti, yazarın en iyi dostudur,” derken; William Blake’in, “İstediğini yap, bu dünya bir romandır ve çelişkilerden meydana gelir,” uyarılarına “es” geçmeyen edebiyata muhtacız…

Eğer “Yazarak acı değil, hayata nanik çekersin” diyen Ahmet Büke’nin, yazmanın gündüz külahlı gece silahlı olmak gibi olduğu vurgusuyla, “İyi yazar, işini iyi yapan bir nalbanttan daha değerli değil” deyişindeki “post” takılı anlamsızları bir kenara bırakırsak; iyi bir yazı birbirine ters iki unsurdan meydana gelir: Yazılanlardan ve silinenlerden…

Rodin’e “Nasıl heykel yapıyorsunuz?” diye sorulduğunda “Taşın gereksiz kısımlarını atıyorum geriye heykel kalıyor” demiş.
Rodin’in yaptığının “yazıcası” silmektir. İyi yazı gereksiz kelimeler atıldıktan sonra geriye kalandır.

Yazıda sadece söylenilmek istenen şeyi söylemek için gerekli kelimeler kalmalıdır. Yüz kelime ile anlatılan bir şey on kelime ile anlatılabiliyorsa, on kelimeyi tercih etmek gerekir…

Zor anlaşılan şeylerin iyi veya derin olduğu çoğu zaman bir masal veya aldatmacadır. Dünyanın en iyi romancısı olarak bilinen Tolstoy (1828-1910) okunması en kolay yazarlardan biridir.
Tam bu noktada “Söz çoğaldıkça anlam azalır/ Bunun kime yararı olur?” diyen ‘Tevrat’ın uyarısını göz ardı etmeden “Postmodern Zamanlar”ın yazar(cık)larını anımsayın!
Ya da 2011 yılı Erdal Öz Edebiyat Ödülü’nün sahibi Şavkar Altınel’in, “Adamın biri marjinallikle ilgili bir kitap yazmış, çok satanlar arasına girmiş. Fıkrayı iyi anlatmadım galiba; koskoca salonda bir iki kişi dışında gülen yok.

Bir de şöyle deneyeyim: Adamın biri, bazıları başkalarına benzemez, onlar gibi yaşayamaz, narin, hassas ‘tutunamayanlar’ olarak kalır diyen bir kitap yazıyor.
Elli bin, yüz bin, yüz elli bin, üç yüz bin, beş yüz bin, bir milyon kişi, ‘İşte bizim hikâyemiz: Tutamayanlar BİZİZ!’ deyip kitabı bağrına basıyor,” sözlerindeki ironiyi kavramaya gayret edin…

Hayır, “Benim için edebiyat hayattan daha değerli,”[4] diyenlerden değilim; geçmişin, geleceğin yolunu açmasından söz ederken, yenilikleri üretme esnekliğini yitirmeye yüz tutmuş bir edebiyatın, Jameson’un dediği gibi, ölüyü diriltmeye, maskelerin ve müzelerdeki biçimlerin sesleriyle yazmaya koşullandıracağını da unutmam…
Ancak, hiçbir “gerekçe”yle “meta fetişizmi”ni rasyonalize ederek, edebiyatı pazara endeksleyen “popülerlik” söylemlerine “Evet” demem, diyemem!

“Yaşamak ile yazmak”[5] arasında doğrudan bir bağ olduğunun altını özenle ve defalarca -bıkıp, usanmadan!- çizerim!

Bu bağlamda sözü, “Yaratıcı yazar, elinde beyaz bayrak, yazdığı romanını anlatmak için sürekli ortada görünürken, bu arada romanını okunmaz hâle getirdiğini de düşünüyor mu?” sorusuyla Semih Gümüş’ün önemli saptamalarına bırakırım:

“Çoksatar romanların yazarları okurun dünyasına daha çok girmeye çalışıyor çalışmasına, ama okurun kim olduğunu nasıl bilebilirsiniz. Bu bilememe durumu sizi biraz daha aşağı çeker. Oraya yakından bakılırsa, yazılanların koca birer güzel söz yığını olduğu; anlamı sorunlardan ve hayatın ayrıntılarından uzakta, duygularda ve düşüncenin belirsiz coşkularında aramanın geçerli bir yol olarak görülmeye başlandığı da görülebilir. Sonunda ortaya çıkan duygu ve düşünce fırtınası ve onu yaratan dil, romanı çok satmanın yolu yordamı gibidir.
Toplumsal ahlâkı el üstünde tutan popüler roman yazarı, bireylik ahlâkının daha yukarıda oluştuğunu, yazarlık ahlâkının çıkış noktasının da yazının ahlâkı olduğunu ve edebiyatın etik değerlerinin yazınsal değerlerle anlatıldığını unutmuştur. Buraya düşürense, yalnızca modernizmin yadsınması değil elbette, postmodernizm içinde de edebiyat, gerçekten edebiyattan söz ediyorsak, aynı değerlerle yaratılır.

Kitabının daha çok satılması için kendini bir popüler kültür ikonu gibi ortaya koyan yazar, yazdığı romanın en az birkaç yüz bin kişiye ulaşacağı öngörüsüne sahip…
Edebiyat bu. Yazarın kitabının daha çok satılması için çaba göstermesi kadar saçma şey yoktur!”

Yeri geldi anımsatmadan geçmeyeyim: İngiliz yazar David Lodge, psikolojik modern romanın temel taşlarından biri sayılan Henry James üzerine yaptığı kapsamlı araştırmalar sonunda gerçeklere dayanarak kurguladığı ‘Yazar, Yazar’[6] başlıklı romanında, yazarın yaşamını ve yazma çilesini canlı, ilginç ayrıntılarla anlatır.

XX. yüzyıl başlarındaki Londra ve New York edebiyat ortamını sergilerken de bugüne ışık tutuyor. Örneğin H. James’in popüler romanlarla ilgili saptaması bize hiç yabancı değil: “Bunlar, herhangi bir ayırt edici çeşniden kesinlikle yoksun, hayret uyandıracak şeylerdi. Henry bunları, hazırlama sürecinde içine çay yaprakları koymanın kazara unutulduğu ve yorum yapmayacak kadar nazik ya da çayı sevmeyen insanlara ikram edilen çaylara benzetiyordu. Çaydanlık ve fincanlar kusursuz bir tasarıma sahipti, su doğru ısıdaydı ve çaydanlığın ağzından bollukla akıyordu ama içecek şeffaftı ve hiçbir tadı yoktu. Ellerinin altında daima bir roman bulundurmayı seven ama okuma sürecinden pek hoşlanmayanlar için yazılmış bu romanları elinize aldığınız kadar kolay bırakabiliyordunuz ve bitirdikten beş dakika sonra tek bir kelimesini bile hatırlamıyordunuz.”

Henry James, 1916 kışında yatağında ölürken edebi geleceğinin parlaklığını hayal bile edemeyecek kadar umutsuzdu.
David Lodge söyle yazıyor; “O an ona, birkaç on yıl sonra kanıtlanmış bir klasik olarak kabul edileceğini, modern İngiliz ve Amerikan edebiyatına ve roman estetiğine ilgi duyan herkesin mutlaka okuması gereken bir yazar hâline geleceğini, bütün eserlerinin sürekli baskıda olacağını, (...) dünyanın her yerinde okullarda, üniversitelerde okutulacağını ve sayısız lisansüstü tez, makale ve kitaplara konu olacağını söyleyebilmek ne kadar güzel olurdu!”

İnsani zenginliği düz bir çizgiye indirgeyen ticarileşmiş bir sistemin yazarlığı intihal ve tekrarlara sıkıştıran postmodern edebiyat piyasasında “pop star”lara ihtiyaç var. Ama bu işleyişin içinde olmayı hevesle kabullenenler zengin ve ünlü olsalar da acıklı bir biçimde metalaşıyorlar. Oysa yazar ancak bağımsız, dürüst, muhalif kafayla üretip ihlâl ve reddetmeyle yol alırsa kalıcı olabilir. Elmas yerine yutturulmuş yaldızlı camın sırı ise er geç dökülür.

Bu asla unutulmasın!

* * * * *

Hayır, hayır!

Edebiyat deyince, Dostoyevski’den Tolstoy’a; “Shakespeare, tiyatroda neyse Dostoyevski de romanda o”[7] denilen ‘Ecinniler’in, ‘Delikanlı’nın, ‘Karamazov Kardeşler’in yazarından; ya da ‘Savaş ve Barış’ ile ‘Anna Karenina’nın yazarı Tolstoy’dan söz ediyorum…
Örneğin O; yani zengin bir toprak sahibinin oğlu, ‘Kont’ unvanına sahip bir aristokrat olan Tolstoy, sınıfın ideolojisinden erken kopmuş, aklına “Acaba” sorusu erken düşmüş bir yazardı.

Kopuşunu ise, ‘İtiraflarım’ın girişinde şöyle özetlemekteydi: “Ben Ortodoks Hıristiyan inancına göre vaftiz edildim ve yetiştirildim. Bu inanç bana çocukluk ve gençlik çağım boyunca öğretildi. Ne var ki, on sekiz yaşında üniversiteyi ikinci sınıftan terk ettiğimde geçmişte bana öğretilen şeylerin hiçbirisine artık inanmıyordum. Belli hatıralardan çıkarabildiğim kadarıyla, bana öğretilenlere hiç ciddi olarak inanmamıştım. Sadece öğretilenlere ve etrafımdaki büyüklerin inançlarıyla ilgili söylediklerine güvenmekle yetiniyordum. Ancak bu temelsiz bir güven duygusuydu…”

Onların ortak özelliği öncülük etmeleriydi…

* * * * *

Gerçekten de bir kuşağa öncülük eden bazı yazarlar vardır.
XIX. yüzyıl Rus yazarlarının “Gogol’ün ‘Palto’sundan çıktıkları” gibi pek çok yazar onların edebiyatta açtıkları yoldan yürür.

Örneğin, Juan Rulfo böylesi bir yazardır. Yalnızca iki yapıt (‘Kızgın Ova’ ve ‘Pedro Paramo’) vermiş olmasına karşın, birçok Latin Amerikalı yazar, Rulfo’yu “yazınsal babası” sayar; Ernesto Sabato da bu tür yazarlardandır.

Onun da yalnızca üç romanı (‘Tünel’, ‘Kahramanlar ve Mezarları’ ve Karanlıkların Efendisi’) yayımlamış olmasına karşın, Arjantin edebiyatından başlayarak tüm bir Latin Amerika edebiyatına yayılan derin bir etki uyandırmıştır döneminin ve izleyen kuşağın yazarları üstünde.
24 Haziran 1911’de geldiği bu dünyadan 30 Nisan 2011 günü ayrılan Ernesto Sabato’yu bir romancı, gazeteci ve deneme yazarı olarak tanıyoruz; ama o ilk başlarda bir bilim insanı olmayı seçmişti…

Sabato, ulusal ve uluslararası ününe, 1948’de yayımlanan ‘Tünel’ başlıklı romanıyla erişir. Kimseyle iletişim kuramayan tipik bir varoluşçu karşı-kahramanın, insanlık durumunun saçmalığı karşısında içine kapanışını betimleyen Tünel’in, yayımlandığı günlerde Albert Camus, Thomas Mann, Graham Grene gibi yazarlarca övgüyle karşılanması ve New York Times’ın Kitap Ekinde “varoluşçu bir klasik” diye tanımlanması hiç de şaşırtıcı değildir…

Sabato’nun ikinci romanı ‘Kahramanlar ve Mezarları’ (1961), birçoklarına göre, felsefi düşünceler ve gözlemlerle iç içe geçmiş, insana ilişkin ruhbilimsel bir “soruşturma”dır.
1974’te yayımlanan ‘Karanlıkların Efendisi’, Sabato’nun yıllara yayılan üçlemesini tamamlar. 1976’da Fransa’da “En İyi Yabancı Roman” seçilen bu yapıt, Sabato’nun 1950’li yıllarda Peron’a karşı duruşundan başlayarak sürdürdüğü diktatörlük karşıtı tutumunun 1970’lerde yoğunlaşmış bir yansımasıdır aynı zamanda. “Kötülüğün” Buenos Aires kentine bulaşıcı bir hastalık gibi yayılmasının, ustalıklı bir roman kurgusuyla anlatımıdır.

1984’te, İspanyolca yazan edebiyatçılara verilen en saygın ödül olan Miguel de Cervantes Ödülü’ne değer görülen Sabato, aynı zamanda uzun yıllar askeri darbelerin boyunduruğu altında yaşayan ülkesinin önde gelen insan hakları savunucularından biriydi.

Edebiyat çevrelerinde kısaca ‘Usta’ diye anılan Sabato, General Videla’nın 1976-1981 yılları arasındaki askeri diktatörlüğünün sona ermesinin ardından, 1984’te dönemin devlet başkanı Raul Alfonsin tarafından, faili meçhul cinayetleri, on binlerce insanın kaçırılmasını, işkence görmesini ve öldürülmesini, tutukluların çocuklarının alınıp asker ailelerine evlatlık olarak verilmesini soruşturan Ulusal Komisyon’un başına getirilmişti.

Sabato’nun başkanlığındaki komisyon, askerî diktatörlüğün ülkede solcular ve devrimcilere karşı yürüttüğü “Kirli Savaş”ın tüm kanıtlarını, görgü tanıklarının ifadeleriyle birlikte elli bin sayfa tutan ‘Bir Daha Asla’ adlı bir kitapta toplamış, bu kitap basında ve halk arasında ‘Sabato Raporu’ olarak anılmıştı. Giriş bölümünü Sabato’nun kaleme aldığı bu raporun yayımlanması sonucunda, askeri cuntanın elebaşıları yargı önüne çıkarılmış, 1985’te aralarında Videla’nın da bulunduğu generaller ömür boyu hapis cezasına çarptırılmışlardı.

Yüzüncü doğum gününe iki ay kala yaşama veda eden Sabato, yazarlığında da insan hakları savunuculuğunda da hiçbir partiye bağlanmamış, hep bağımsız, muhalif bir aydın olmayı seçmişti.

* * * * *

Jorge Semprún da, Sabato türünde yazarlardandı…
Jorge Semprún’un 1923’te başlayan yaşamı 7 Haziran 2011’de sonlandığında dünya, sadece iyi bir yazar ve insanı değil, aynı zamanda güçlü bir tanığı da kaybetti.
“Ölüm bizim sadece yan yana bulunduğumuz, sıyırtıp geçtiğimiz, sağ çıkılan bir kazadan kurtulur gibi uğrayıp da sağ kaldığımız bir şey değil. Bizler onu yaşadık. Biz kurtulanlar değil, mezardan geri dönenleriz; hortlaklarız yani…”
“Gerçekliğin çoğu kez uydurmaya, uydurulmaya ihtiyacı vardır, hakikât olabilmek için’ yani akla yakın, inanılabilir olmak için…”

“Hayat henüz yaşanabilir bir şeydi. Unutmak yeterliydi bunun için, şiddetle ve azimle buna karar vermek yeterliydi. Seçim basitti: Ya yazmak ya da yaşamak’ Bu bedeli ödeyecek cesareti ya da kendime karşı zalimliği gösterebilecek miydim?” diyen Jorge Semprún eylemleri ve yapıtlarında, insandan yana tavrıyla kültür tarihine de damgasını vuran yazarlardandı…

İspanya’nın en önemli yazarları arasında sayılan Semprún’un hayatı epey hareketliydi. 1937’de iç savaştan kaçıp Fransa’ya göç edip orada “İspanyol Kızılı” diye nitelendiğinde henüz on dört yaşında bir delikanlıydı. Beş yıl sonra, Nazizm karşıtlığı yüzünden Gestapo tarafından özgürlüğüne el konmasıyla tüm düzeni değişecekti.

Yalnızca “Bacadan kaçılabilen; duman olup uçulabilen” ölüm merkezi Buchenwald Toplama Kampı’nda 11 Nisan 1945’e dek kalacaktı. Nazilerin “eğitim merkezi” olarak adlandırdığı mekân, Semprún’un yapıtlarında, aynı yaşamında olduğu gibi büyük iz bıraktı. Yıllar sonra, hayatta kalmanın anlamını yine bu kamptan damıtarak aktardı:

“Hiçbirimiz sağ kalmayı özellikle hak etmemiştik. Ölmeyi de tabii. Canlı olmak bir üstünlük değildi. Ölseydik, ölü olmak da bir üstünlük olmayacaktı. Başkalarının sağ kalmayı benden daha çok hak ettiğini düşünseydim, kendimi suçlu hissedebilirdim. Ama sağ kalmak bir erdem veya üstünlük değil, şans işiydi ya da şanssızlık, görüşe göre. Yaşamak, zar atılınca ne geldiğine bağlıydı, başka bir şeye değil. ‘Şans’ sözcüğünün asıl anlamı da budur zaten. Benim zarım iyi ‘düşmüştü’, hepsi bu…”

Semprún’un yapıtları büyük oranda, kendi siyasi görüşlerini ve militanlık öyküsünü konu alır. Yazar, işin içine felsefi öğeleri katar ve hız hiç eksik olmaz. Bu sürat, ahlâki sorgulamaları da ötelemez.

Kitaplarında kahramanlarının ağzından bize seslenen Semprún, bazen Federico Sánchez, bazen Salagnac, Sorel ya da Artigas adıyla karşımıza çıkar.

Semprún, var oluş sorunlarını masa başında didikleyen ya da şavullayan çakma adamların aksine, insan onurunu ayaklar altına alan her türlü tezgâhtan geçmiş bir isimdi. Bu nedenle anlattıklarının sırıtan bir tarafı yoktu. Çünkü zemindeki güçlü felsefi ve ahlâki yön onun önünü açmıştı. Bunun en önemli göstergelerinden biri, Wittgenstein’ın “Ölüm bir yaşam olayı değildir, ölüm yaşanmaz,” sözünü, evirip çevirip kaybettiği dostlarının ardından yorumlayışı: “Benim ölümüm yaşamımın bir olayı değildir, kendi ölümümü yaşayamam.”

Bütün hayatını altüst eden kapatılmanın izlerini yazıp deneyimlediklerini anlatarak silmeye uğraşan Semprún’un, tükendiğini hissettiği anlarda yardımına o karanlık tünelden hareketle kurduğu yaşama sevinci yetişir. Buradan bakınca, yazmanın kendisi için özel bir anlamı olduğunu duyurur:

“Yazmak, bir oyundan veya ödül peşinde koşmaktan fazla bir şey olmak istiyorsa, ancak uzun, sonu gelmez bir çile çalışması, kendini üstlenerek kendinden el çekmenin bir yolu olabilir: Yani aslında hep kendisi olan ‘öteki’ni tanıdığı, dünyaya getirdiği için kendi kendisi kalarak.”
Hayatı boyunca yaratılarıyla ve eylemleriyle pragmatizm denen o zinciri söküp atmayı; insanın hareket alanını kısıtlayan ve ona sanal bir özgürlük sunan yapının karşısına dikilmeyi ve gücü ölçüsünde onu kırmak için didinmeyi sorumluluk olarak gören Semprún, hep “Daha iyiye, daha büyük ve şık olana”, kısacası kişiye yakışana, onun ağırlığı ve özgünlüğüne denk düşene ulaşmaya, en azından bu yolda bir kapı aralamaya gayret etti.

Jorge Semprún’un ölümüyle, XX. yüzyıl Avrupa’sı, belleğinin bir parçasını yitirdi!

* * * * *

Buradan, biraz gerilere dönerek, “Yazar, başkalarından daha zor yazan kişidir,” diyen Thomas Mann’a yani Avrupa’nın öteki belleğine göz atalım…

Geniş bir ufuk açar Mann okurun önüne. Sol siyasi görüşlerin yandaşı olmamasına karşın, Nazizme sonuna kadar karşıdır ve yaşamını ülkesinden uzakta bir tür sürgün olarak tamamlayacaktır. Uluslararası ününü kullanacak, kurgusal yapıtlarının dışındaki yazıları ve konuşmaları aracılığıyla Nazizme karşı mücadele edecektir.

Mann’ın duruşu, fildişi kulenin eteklerinde olup bitene kayıtsız bir varoluş değildir. O asla, sadece soyut güzelliği yaratmak peşinde olmamıştır. Kanımca onu büyük yapan özelliklerden biri de budur: Sonuna dek eleştirel duruş!

Herhâlde Mann’ı dar bir siyasal alanın destekleyicisi olmaktan uzaklaştıran öğe, tüm siyasaların sakıncalı yanlarını görebilmesi olmuştur. Çünkü o hakikâtin peşindendir. Kendi sözleriyle, “Hakikât araç değil amaçtır” ve Mann hakikâti hakikât olduğu için sever.[8]

“Bir Edebiyat Devi” olarak anılan Mann’a, hayatın ve hakikâtin üstünü örten örtüyü yırtmıştır.
“Yaşamak lazım; şayet eylem adamı olmaya karşı koyar, kendini en sessiz inzivaya çekersen, varoluşunun değişkenliği seni içeriden baskına uğratacak ve sen de karakterini bunlar içinde ispatlamaya çalışacaksın, ister kahraman ol ister deli…”

“Alışkanlık, zaman duygusunun uykuya dalması ya da yorgun düşmesidir; hayatın, gençlik yıllarımızda geçmek bilmemesinin de sonradan gittikçe hızlanmasının da nedeni budur…”

“İnsan yalnızca bir birey olarak kendi hayatını değil, aynı zamanda ayırdında olarak ya da olmayarak, çağının ve çağdaşlarının hayatını da yaşar,” diyen Thomas Mann, hiç kuşkusuz Alman (ve dünya) edebiyatının en büyük isimlerinin başında geliyor. Goethe’nin yapıtlarını hep başucuna koyan ve eserlerinde pek çok temaya yer vermekle beraber ağırlıklı olarak yozlaşan burjuvaziyi işleyen Mann, zaman ve psikanaliz gibi izleklerle de karşımıza çıkar. ‘Büyülü Dağ’,[9] bunun en başta gelen örneklerinden biridir.

* * * * *

John Steinbeck’de paralel izleklere rastlamak mümkündür…
Bir düşün peşine takılan insancıkların toplumun acımasız çarkları arasında ezilip un ufak edilmesini ‘Fareler ve İnsanlar’ında[10] anlatan John Steinbeck, Amerikan edebiyatında “Güney’in sesi” olmuş bir yazar. Hem düşünsel hem de sosyal olarak “az gelişmiş” Güney’in insanlarının ezikliğini sık sık kendine malzeme yaptı.

Alman ve İrlandalı köklere sahip John Steinbeck, en önemli üç eserinden (diğer ikisi ‘Gazap Üzümleri/ The Grapes of Wrath’ ve ‘Cennetin Doğusu/ East of Eden’) biri olan ‘Fareler ve İnsanlar’ı 1937’de yayımlar. İsmini İskoç şair Robert Burns’ün bir şiirinden alan bu “novella/ uzun hikâye”, büyük bunalım döneminde Güney’in yazgısını California’daki bir çiftliğin içine sıkıştırır.

Bir yandan yoksulluğun anatomisini çıkarır Steinbeck, bir yandan işsizliğin tetiklediği vahşi kapitalist düzeni sorgular, bir yandan alabildiğine saf bir insanlık portresi çizer, bir yandan da son derece trajik bir hikâye anlatır bizlere. Tüm bunları sayfalara yansıtırken insanlığın karşıtlıklarından beslenir, insanın binbir hâlini birkaç karakterin ruhuna gizler, oradan çıkan sonuçla devasa bir resim ortaya koyar.

‘Fareler ve İnsanlar’, insanın ‘değersizliği’ üzerine yazılmış en etkili metinlerden biridir.
“İnsan olmak kolay değildir, hele ki ‘insanca’ yaşanabilecek bir toplum düzeni yoksa!” diyen John Steinbeck, hikâyesine sindirdiği birçok unsurla dönemsel saptamalar da yapar: Siyahlara reva görülenler, işçi-işveren ilişkileri, işçilerin gündelik sorunları, statüsü ne olursa olsun insanların kapana kısılmışlıkları ve en önemlisi de yalnızlaştırılıp içe kapanmaları sağlanan bireylerin umutsuzlukları öne çıkar. ‘Fareler ve İnsanlar’daki bu tetikleyici unsurlar, okurlara toplumun çarpık gelişimi üzerine ipuçları verirken, başkarakterlerin trajediye yönelen yazgılarının değişmezliğine vurgu yapar.

* * * * *

Steinbeck’den Mann’a uzanan seyr-ü seferde Jorge Luis Borges, “Anlatılarında ve şiirlerinde hep kendi zamanını kurgular”ken;[11] “varoluşsal çıkmaz”ı irdeleyen “aydın ve eleştirel bir ses” olarak nitelenen Mısırlı yazar Necib Mahfuz, yaşadığı dönemde ülkesinde olup bitenlerden hareketle yarattığı eserleriyle gününü ve kendisinden sonra olabilecekleri edebi biçimde anlatır.

Veya hayat ağacından herkese yetecek kadar meyve ve umut dağıtan Ursula Le Guin bitmeyen bir umutla yazarken; Dostoyevski’den Junk’tan esinlenir.

Anarşizmle beslenir, otoriter devlete başkaldırır. Cinsel kimlik ve özgürlükten bahseder, baskıları reddedişi hemen her kitabında hissedilir, doğayla bütünleşik hayatlara uzanır.

* * * * *

“Korkunun, yalanın, riyanın karşı kıyısından bütün bilgeliğiyle elini uzatan Vedat Türkali”den;[12] 1945’te “hücre teşkil ederek Komünist Partisi’ne girmekten” hapis yatmış, öğretmenliği elinden alınıp, ‘Aylak Adam’ ve ‘Anayurt Oteli’nin yazarı Yusuf Atılgan’a (1921-1989); veya Mustafa Şerif Onaran’ın, “Her yazar yaşamanın akışına kendine özgü bir yorumla bakar. Yaşar Kemal başına geleceklere aldırmadan o akışın içinde yaşarken gerçeğin gizlerine varır. Yalnız gerçeğin değil, dilin de gizlerine,” diye betimlediği “İsyan edebiyatının klasiklerinden İnce Memed”in yazarı Yaşar Kemal’e…

‘Libération’ da Marc Semo’nun, ‘İnce Memed Büyük Toprak Sahiplerine Karşı’ başlıklı yazıdaki ifadesiyle, “Yaşar Kemal, bugün 88 yaşında yaşayan en büyük Türk yazarıdır. Otuzun üzerinde yabancı dile çevrilmiş romanlarıyla, şair Nâzım Hikmet’le birlikte, uzun süre yurtdışında tanınan tek ünlü Türk yazarı olmuştur…

Romancı ve gazeteci olan Yaşar Kemal en başta sıra dışı bir hikâye anlatıcısıdır. İnce Memed’de kartalların ve kurtların yaşadığı dağlık Türkiye toprağını anlatır. Ülkenin değişimine, sanayileşmesine tanık olur. ‘Bir trajedinin tanığıydım’ diye tekrar eder ilk ekolojistlerden biri olan Yaşar Kemal. Kitaplarıyla yeni bir dil de icat etmiştir. Geçmişi olmayan, yoksullaşmış, Kemalist devrimle Arapça ve Farsça kelimelerinden arındırılmış bu modern Türkçeyi halk diliyle zenginleştirmiştir. Türk dilinin yeniden yaratılmasına, halk dili aşısıyla zenginleşmesine katkıda bulunmuştur.”

Yaşar Kemal, sonuna kadar, inandığı değerlere bağlı bir yazar olarak kalmıştır.
Türkçe düşünen ve Türkçe yazan bu Kürt, uzun zamandan beri halklarının hakları için mücadele vermiş, bu da çok sayıda dava ve ölüm tehdidiyle karşı karşıya kalmasına neden olmuştur. Ama mücadelesinden asla vazgeçmemiştir. ‘Ben korkak herifin tekiyim, kahramanları da hiç sevmem, ama hayatım boyunca korkularımın üstüne yürüdüm’ demişti bir keresinde bize. Aynı Asi Memed’in ağalara karşı ara vermeden sürdürdüğü mücadelesi gibi. Toprak sahibi o ağalar ki sonradan fabrika veya holding sahibi olmuşlardır. Bugünlerde de, (bu) ağa tipleri, ne kadar kapitalistleşirse kapitalistleşsin, insanlara davranışları hiç değişmiyor…”

* * * * * 

Sadece bu kadar da değil…
Mesela, ‘Bütün Yapıtları’ için kaleme aldığı ‘Sunuş’ yazısına “Yaşadım ve yazdım” diyerek girip, “Bir yazar, öncelikle kendini özgürleştirmeye uğraşır. Önyargıları, peşin hükümleri aşmak kolay değildir. Öyle yaptım. Taraf olmadım değil, oldum, hâlâ da tarafım. Bitaraflık, her zaman ikiyüzlü görünmüştür bana. Herkes bir yer’e sahiptir. Bir yer’den konuşur, oraya aittir. Ama bir topos’a sahip oluş, yazarı bir mümin yapmaz. (…)" Goethe söylemişti: "Özgürlük, ancak özgürlük için her gün mücadele eden insanları gerektirir. Özgür düşünmek için çaba harcadım,” diye ekleyen Ahmet Oktay

Mesela, felsefe birikimini, kültür, sanat ve edebiyat ile birleştiren Füsun Akatlı…
Felsefe/ kültür/ edebiyat konularını eleştiri ve deneme türlerinde buluşturan/ bireştiren ‘Niçin Diyalektik’ (1977, 2007), ‘Yaz Başına Neler Gelir’ (1980), ‘Bir Pencereden’ (1982), ‘Edebiyat Defteri’ (1987), ‘Felsefe Kıyılarında’ (1989), ‘Zamansız Yazılar’ (1994, 2004), ‘Tenha Yolun Ortasında’ (1995), ‘Pusulamız Felsefe’ (1997), ‘Acıyla, Sevgiyle, Kahramanca’ (1998), ‘Öykülerde Dünyalar’ (1998, 2008), ‘Zamana Direnen Şiir, Zamanı Yaşatan Roman’ (1998), ‘Düşünce Ufkunda Pupa Yelken’ (1999) ve ‘Sis Lambası’ (1999), ‘Kültürsüzlüğümüzün Kışı’ (2003), ‘Felsefe Gözlüğüyle Edebiyat’ (2003), ‘Rüzgâra Karşı Felsefe’ (2007) ve ölümünden sonra yayımlanan ‘Kırmızı Gagalı Pelikan’ (2010) gibi…

Ayrıca iki de yoğun emekle yoğrulmuş “sevgi-saygı” kitabı: ‘Bilge Karasu Aramızda’ (Müge Gürsoy Sökmen ile) (1997) ve ‘Bir de Ruhi Su Geçti’ (2001).

Her birini, “insanca yaşamak” adına doğru bildiği yörüngeden şaşmaksızın biçimlendirdiği bu çalışmalarıyla O hep güncelimizi yakalıyor ve “Düşünmek ürkütücü bile gelmektedir çoğu insana artık. (...) Okumak düşünmeye yönelteceği için okumaktan kaçınılmaktadır.(...) Yaşamak, düşünmeyi erteleyerek günü güne ulamak hâline gelince sığlaşmaktadır,”[13] diyordu zamana direnen yapıtlarının birinde

* * * * *

“Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım,” satırlarıyla betimlenen, öykü ustası Sait Faik Abasıyanık…

Ya da işte Onu anlatan, Onun, ‘Alemdağ’da Var Bir Yılan’ öyküsünde bir bölümü şöyle: “Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor…”

“Bir insanı sevmekle işe başlayan yüreği, toplumu kucaklamaktan, toplumuyla soluk alıp vermekten yorgun düştü. Yazmanın ‘sırlarını’, ‘büyüsünü’ muhteşem imgeleme gücü ve şiirsel diliyle ortaya koydu”

Veya ‘Öyle Bir Hikâye’sinde, “Günün birinde dostluklardan, insanlardan ve hayvanlardan ve ağaçlardan ve kuşlardan ve çimenlerden yapılmış vazife hissi ile çarpan yüreklerle dolu bir âlemde yaşayacağımızı düşünelim. Bir ahlâkımız olacak ki hiçbir kitap daha yazmadı. Bir ahlâkımız, bugün yaptıklarımıza, yapacaklarımıza, düşündüklerimize, düşüneceklerimize hayretler içinde bakan bir ahlâkımız,”[14] diye haykıran O, “Düzyazı edebiyatımızın ilk önemli modernistidir,”[15] “büyük bir yazardır…”[16]

Nihayet “Yaşamı boyunca, aydınlıktan, aydınlanmadan korkan zihniyetlerce, komünizm propagandası yaptığı gerekçesi ile tutuklanan, cezaevinde yatan, sansüre uğrayan”[17] Rıfat Ilgaz için Yaşar Kemal, “Böylesine büyük ustalarımızın kadrini ancak seng-i musallada biliriz” diye yazmıştı.

Hep bir bahardan söz ederdi. Yemyeşil bir bahardan: “YÜZYIL’ımı dörde böldüm.../ Her bölümü bir mevsim,/ Biri kaldı, üçü gitti.../ YAZ’ı gitti, GÜZ’ü gitti,/ Karlı, tipili KIŞ’ı gitti, / Yemyeşil bir bahar kaldı!”

Yaşamının son çeyreğinde sözünü ettiği o baharı göremedi. Özgür, aydınlık bir XXI. yüzyılı göremedi, görmesine ama ardında, ‘Son Şiirim’de, “Elim birine değsin/ Isıtayım üşüdüyse/ Boşa gitmesin son sıcaklığım,” dizelerindeki sıcaklığı; “Sınıf’ın ozanıyım mimli,/ Hababam Sınıfı’nın yazarıyım ünlü./ Kim ne derse desin,/ Çocuklar için yazdım hep,” mücadele azminini bıraktı herkese tüm yapıtlarında…

* * * * *

B. Brecht’in, ‘Bizden Sonra Doğanlara’ şiirinde, “Yollar bataklığa çıkıyordu benim zamanımda./ Konuştuğum dil ele veriyordu beni./ Elimden gelen çok azdı. /Fakat muktedirler daha huzurlu oluyordu bensiz/ Bunu umut ettim hep/ İşte böyle geçirdim ömrümü/ bu dünyada. //Haklıların gücü azdı./ Hedefse çok uzak./ Apaçık görünüyordu,/ benim ulaşmam olanaksız olsa da./ İşte böyle geçirdim ömrümü/ bu dünyada” dizeleriyle betimlenmesi mümkün olan bir kesitte Onlar ve Onların edebiyatı hepimize “insan olmak ve kalmak”ın ne demek olduğunu ve bir de V. İ. Lenin’in, “İşçilerle aydınların birleşmesi mi? Evet, şüphesiz, hiç de fena değil! Aydınlara söyleyiniz, bizim tarafa geçsinler… Samimi olarak adaletin sağlanması için mi çalışıyorlar? O hâlde onları tutan kim? Bize gelsinler… İnsan gibi yaşamaya, kölelikten, sefaletten, aşağılanmaktan kurtarmaya götüren yolu halka biz gösteriyoruz,”[18] sözlerini anımsatır…

TEMEL DEMİRER

N O T L A R
[*]Kaldıraç, No:125, Ekim 2011…
[1]Robert Bresson, Sinematograf Üzerine Notlar, çev: Nilüfer Güngörmüş, Nisan Yay., 2000, s.28-29.
[2]Erwin Piscator, “Sanatçılara Çağrı”, 1921.
[3]Zeynep Altıok Akatlı, “Ne Kafalarla Çarpışmışız...”, Cumhuriyet, 20 Haziran 2011, s.6.
[4]Faruk Bildirici, “Benim İçin Edebiyat Hayattan Daha Değerli”, Hürriyet Pazar, 31 Temmuz 2011, s.12.
[5]Doğan Hızlan, “Yaşamak Yazmak”, Hürriyet, 24 Temmuz 2011, s.20.
[6]David Lodge, Yazar-Yazar, Çev: Suzan Aral Akçora, Ayrıntı Yay.
[7]M. Sadık Aslankara, “Romanda Dostoyevski’nin İzini Sürmek...”, Cumhuriyet Kitap, No:1114, 23 Haziran 2011, s.21.
[8]Gürsel Aytaç, Thomas Mann’ın Edebiyat Dünyası, Phoenix Yayınevi, s.81.
[9]Thomas Mann, Büyülü Dağ, Çev: Gürsel Aytaç, Can Yay.
[10]John Steinbeck, Fareler ve İnsanlar, Çev: Leylâ Özcengiz, Remzi Kitabevi, 21. baskı, 2011.
[11]Celâl Üster, “Kendi Zamanının Kurgucusu”, Cumhuriyet Kitap, No:113, 16 Haziran 2011, s.6.
[12]Yıldırım Türker, “Vedat Türkali’ye Şükranla!”, Radikal, 4 Haziran 2011, s.24.
[13]Füsun Akatlı, Kırmızı Gagalı Pelikan, s.144.
[14]Sait Faik Abasıyanık, “Öyle Bir Hikâye”, Alemdağ’da Var Bir Yılan, YKY Yay., 2003, s.14-15.
[15]Semih Gümüş, “Yeni Bir Düzyazının İlk Basamakları”, Radikal Kitap, Yıl:9, No:494, 3 Eylül 2010, s.30.
[16]Deniz Kavukcuoglu, “Sait Faik’i Okumak”, Cumhuriyet, 7 Ağustos 2011, s.15.
[17]Çiğdem Gündeş, “Rıfat Ilgaz 100 Yaşında”, Cumhuriyet Kitap, No:1111, 2 Haziran 2011, s.24-25.
[18]V. İ. Lenin, aktaran: Maksim Gorki, Lenin, Gün Yay., 1965.