Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Eylül 2011 Çarşamba

EMEĞİN SANATI'NDAN 102. MERHABA


Merhaba

12 Eylül faşizmi, ülkenin her yanında çeşitli miting ve etkinliklerle tel’in edildi. Öte yandan 12 Eylül faşizmine rahmet okutan güncel uygulamalar, her alanda yaşama sınırlarını daraltma çabasını sürdürüyor. Yeni yeni uydurulan “hükümeti yıpratma” türünden suçlamalar yazan ve düşünenlerin üzerinde demoklesin kılıcı gibi sallanıyor.

Bu süreçte, Gerze’den yükselen direniş, yaşananlara ve yaşatılanlara karşı yeni bir umudun bayrağı oldu. Jandarma ve polis güçlerinin korumasında mahkeme kararlarına uymayarak çalışma yapmak isteyen termikçi holdingin kâr ve rant hevesi; Gerze halkının direnişiyle kursağında kaldı. Gerze direnişi; jandarma copuna ve polisin biber gazına karşı insanlık onurunun savunulmasıdır.

Günümüz hayata müdahil şair ve yazarları, Gerze direnişinden gerekli ilhamı alacaklardır elbette… Bu açıdan baktığımızda yazma eyleminin; dalavere, dolap, yaldız karıştırmaya değil, tehdit edicide, kıyıcıda, ezicide, yaygın mutsuzlukta, belirsizlikte gedikler açmaya dayandığı da açıktır. Bu sorumluluk da devrimci sanatçılara düşmektedir. Çünkü burjuva sanatçısının özgürlüğü yoktur. Çünkü burjuva sanatçısının özgürlük sınırı satın alındığı noktada bitmektedir.

Dergimizin bu sayısında, değerli yazar-eleştirmen Sabit Kemal Bayıldıran’ın bayrak şiirleriyle ilgili eleştiri yazısına yer verdik. Bayrak fetişizminin yaygınlaştığı günümüzde, bu eleştiri büyük önem taşıyor. Sabit Kemal Bayıldıran, bayrak şiirlerindeki şovenizmin samimiyetsizliğini ve şairlerin yetersizliğini ortaya koyuyor… Orhan Pamuk, yeni söylemleriyle basımızda arzı endam ederken Temel Demirer, onun ve “Masumiyet Müzesi” romanının iç yüzünü delik deşik ediyor eleştiri yazısında.

Dergimizin yeni adresindeki biçiminin beğeni kazandığını görüyoruz. Ama istatistiklerden aldığımız sonuca göre, henüz eski adresindeki okuyucu ilgisinden uzakta. Bu nedenle dergimizin yeni adresini tanıtmalıyız. Bu konuda dost okurlarımıza da sorumluluk düşüyor elbette… Hayata ve sanata dair sesimizi yükseltirken, bütün paylaşım ortamlarında dergimizin yeni adresini tanıtmalı, yeni okurlar bulmalıyız…


Ali Ziya Çamur


BU SAYININ SAVSÖZÜ


Ulusal devrimci kültür, Türkiye toplumunun geçmişinde sağlam ne varsa, ulusal ve devrimci ne varsa onun mirasçısıdır. Bu kültür, aynı zamanda yabancı kültürlerde sağlam ve devrimci olandan yararlanır. Ve yabancı kültürlerden aldığını kendi ulusal özünde eritir. Ama ulusal devrimci kültür sadece geçmişin devrimci unsurunun mirasçısı olmakla ve yabancı kültürlerin sağlam unsurlarını sindirmekle yetinemez, bu kültür aynı zamanda yaratıcıdır da. Bu kültür çağımızın gerçeğini en başarılı biçimde ifade eden artistik biçimi aramak ve bulmakla yükümlüdür.

Ulusal devrimci kültür emperyalist ve feodal kültürle savaş hâlindedir. Bu savaş bir egemenlik savaşıdır. Ve ulusal devrimci kültürün üstün gelmesi kaçınılmaz bir şeydir. Nasıl ki ekonomide ve politikada emperyalizm – işbirlikçi sermaye – feodal mütegallibe üçlü ortaklığı ile çelişki hâlinde olan belli başlı sınıflar şehir ve köy proletaryası ile, başta köylüler, küçük burjuvazi ise; ve nasıl ki gerici güçler ittifakının üstesinden gelmenin biricik yolu en devrimci gücün hegemonyası altında bütün millî sınıf ve zümrelerin devrimci güç birliği ise; aynı biçimde kültür alanında da emperyalist kültür – feodal kültür ortaklığının egemenliğini ortadan kaldırmanın biricik yolu küçük-burjuva dönüşümcü kültür ile proleter devrimci kültürün tek bir ulusal devrimci kültür içinde saf birliği etmesidir. En geniş proleter ve köylü yığınlarına ancak böyle ulaşılabilir. Yani ulusal devrimci kültürün bir proleter devrimci kolu, bir de küçük-burjuva dönüşümcü kolu olması kaçınılmazdır. Ve bu iki kol arasında aşılmaz duvarlar yoktur, kaynaşma noktaları, birinin ötekine uzantısı vardır. Ama ulusal devrimci kültürün tutarlı bir devrimci nitelik taşıyabilmesi için bu kültürde proleter kültür egemen olmalıdır. Ve bu devrimci kültüre proletaryanın ideolojisi önderlik etmelidir. MİHRİ BELLİ(Yazılar, 1965-1970)



YAŞAM VE SANATTA

15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ


GAZETECİLERE BASKILAR SÜRÜYOR…

Adana’da çok sayıda Kürt siyasetçisine yönelik 8 Eylül 2011 tarihinde yapılan operasyonlarda Dicle Haber Ajansı (DİHA) Adana muhabiri Hamdullah Keser evinden polislerce gözaltına alındı. Aynı operasyon kapsamında Azadiya Welat gazetesi Adana eski temsilcisi Şehmus Kabak da Diyarbakır’da evine yapılan polis baskınında gözaltına alınıp Adana’ya götürüldü. Terörle Mücadele Yasası (TMY) gereğince gözaltına alınan iki gazetecinin gözaltı gerekçeleri öğrenilemedi.

Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu, yaptığı açıklamada şu sözlere yer verildi: “İki gazetecinin derhal serbest bırakılmasını istiyoruz. Bugün itibariyle Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu’nun saptamasına göre Türkiye cezaevlerinde 62 gazeteci tutuklu bulunmaktadır. Yeni gözaltılarla tutuklu gazeteci sayısının artmasından endişe ediyoruz. Türkiye, tutuklu gazeteci sayısı bakımından Dünya birincisi konumundadır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve diğer devlet yetkililerinin Türkiye ve Dünya kamuoyuna yönelik aksi yöndeki tüm açıklamalarına karşın bu tablo, ülkemizde basın özgürlüğünün, düşünce ve ifade özgürlüğünün çok ciddi sorunlarla yüzyüze olduğunu gösteriyor. Basın özgürlüğü konusunda bir ilerleme sağlamak için Terörle Mücadele Yasası (TMY) iptal edilmelidir… Tutuklu Gazetecilere Özgürlük!” (NECATİ ABAY-TGDP SÖZCÜSÜ)


CEZAEVİNDE KİTAP YASAKLARI SÜRÜYOR!

Komünizm propagandası yapmayı suç sayan ve 12 Nisan 1991’de yürürlükten kaldırılan Türk Ceza Yasası’nın 142. Maddesi, cezaevine kitap sokmama gerekçesi olarak gösterildi.
Cumhuriyet gazetesinin haberine göre, Sincan Cezaevi’nde kalan bazı tutuklu ve hükümlüler, avukatları aracılığıyla Karl Marx ile Friedrich Engels’in “Komünist Parti Manifestosu”, Ilya Ehrenburg’un “Dipten Gelen Dalga”, Stalin’in “Sovyetler Birliği Komünist Partisi Bolşevik Tarihi”, Dimitrov’un “Savaşa ve Faşizme Karşı Birleşik Cephe” ve Mao Zedung’un “Seçme Eserler” adlı kitaplarını istedi. Cezaevi yönetimi ise bu kitapların yasak olduğunu ve haklarında toplatma kararı bulunduğunu söyleyerek mahpusların isteğini reddetti. Bunun üzerine Avukat Evrim Deniz Karatana, Bilgi Edinme Yasası kapsamında kitaplar için toplatma kararı bulunup bulunmadığını Emniyet Genel Müdürlüğü'ne sordu. Emniyet Genel Müdürlüğü söz konusu kitapların eski TCK’nin 142. maddesine göre yasaklandığını ve haklarında toplatma kararı olduğunu bildirdi.

Emniyet'e göre, yürürlükten kaldırılan 142 kapsamında yasaklı olan kitaplar şöyle:

Mao Zedung, Seçme Eserler 2. Cildi, Mao Zedung, Seçme Eserler 4. Cildi, Sovyetler Birliği Komünist Partisi Bolşevik Tarihi, Savaşa ve Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Manifesto 1 , Manifesto, Komünist Parti Manifestosu (Karl Marx ve Engels), Dipten Gelen Dalga.

1970'li yıllarda, Türkiye'de sol içerikli birçok kitaba yasaklama getiriliyordu. Yasaklama ve toplatma kararına dayanak olarak ise mahkemeler 765 sayılı TCY'nin "komünizm propagandası" yapmayı suç sayan 142. maddesini gösteriyordu. Söz konusu madde 12 Nisan 1991'de yürürlükten kaldırılmıştı (ET-HA)


HALİL GÜNDOĞAN'IN İKİNCİ KİTABI, BASILMADAN YOK EDİLDİ...

Sincan 1 Nolu F Tipi Cezaevi'nde tutuklu bulunan ve "Metris'ten Munzur'a Bir Firarinin Öyküsü" adlı kitabın yazarı Halil Gündoğan'ın ikinci kitabı basılmadan cezaevi yönetimi tarafından yok edildi.

Halil Gündoğan'ın kardeşi Kazım Gündoğan yaptığı yazılı açıklama ile yaşanan olayı şöyle anlattı: "Ağabeyim Halil Gündoğan Sincan 1 Nolu F Tipi Hapishanesi'nde hükümlü. 'Metris'ten Munzur'a Bir Firarinin Öyküsü' adlı kitabı 2005 yılında çıktı. 2006 yılında kitabın ikinci baskısı yapıldı. Halil bir süredir aynı kitabın ikinci cildini yazıyor. 200 sayfasını yazıp fotokopi çektirmek üzere hapishane idaresine teslim ediyor. 'Biz çekmeyiz, ziyaretçilerine veririz onlar çeksin' deniyor. 20 Temmuz'da gelecek ziyaretçisine verilmek üzere 15 Temmuz'da idareye teslim ediyor."

Teyzesinin tüm uğraşlarına rağmen dosyayı, "İncelemeden veremeyiz" diyen cezaevi yönetiminden alamadığını belirten Kazım Gündoğan, 27 Temmuz tarihinde de incelemenin bitmediği gerekçesiyle ziyarete giden dayısına teslim edilmediğini bildirdi.

Halil Gündoğan'ın dosyanın yakınlarına verilmemesinin nedenini kendisine gönderilen tebliğle öğrendiğini belirten kardeş Gündoğan, Cezaevi Disiplin Kurulu'nun gerekçeli kararında, "200 sayfalık el yazısı dokümanın incelendiği belirtilerek, "terör örgütü ve ve üyelerinin yasadışı faaliyetlerinin övücü nitelikte olduğu"nu, bu nedenlede Cezaevi Disiplin Kurulu tarafından 'sakıncalı' bulunularak alıcısına verilmeden alıkonulmasına karar verdiğini" bildirdi.

PEN Hapisteki Yazarlar Komitesi, Hükümlü Yazar Halil Gündoğan’ın 200 sayfalık “Metris’ten Munzur’a-Bir Firarinin Öyküsü” eserinin Sincan 1 No’lu F Tipi Hapishanesi yönetimince “mektup” sayılıp imha edilmesiyle ilgili açıklama yaptı.

PEN Hapisteki Yazarlar Komitesi Başkanı Halil İbrahim Özcan tarafından yapılan açıklamada, hapishane yönetiminin bu uygulaması kuvvetle kınandı. Özcan, “Kitaplardan korkulmayan bir ülkede yaşamak istediğimizi bir kez daha vurguluyor, yetkilileri 12 Eylül zihniyetinden vazgeçmeye davet ediyoruz” dedi.

Gündoğan, 12 Eylülden bu yana yaşadıklarını 2005’te “Metris’ten Munzur’a Bir Firarinin Öyküsü” adıyla kitaplaştırdı. 2006’da yeni baskısı yapılan kitabın 2. cildini yazan Gündoğan, kitabı ailesine ulaştırmak için cezaevi yetkililerine teslim etti. Cezaevi yönetimi 200 sayfalık el yazısı dosyayı içinde “suç unsuru” bulunduğu ve “sakıncalı” olduğu için imha etme kararı aldı. Gündoğan’ın avukatının itirazını da reddeden cezaevi yönetimi başka nüshası olmayan kitabın imhası için ısrarını sürdürdü. Gündoğan’ın avukatları ve ailesi cezaevi yönetiminin 200 sayfalık kitabı “Mektubu yok et” kararıyla imhasına tepki gösterdi.

Karar uygulanırsa kitabı yeniden yazması gerekecek Gündoğan, eseri ancak cezasının bittiği 2018 yılında yayınlayabilecek. Gündoğan, Eti Kitapları yayınlarından çıkan birinci cildinde Metris’ten kaçışının bütün aşamalarını okurlarıyla paylaşmıştı.(ET-HA)

YENİ BİR ŞİİR FESTİVALİ:DEĞİŞİM İÇİN YÜZ BİN ŞAİR...

24 Eylül’de 100’e yakın ülkede ilk kez yapılacak Şiir Festivali “Değişim İçin Yüz Bin Şair”in (100 Thousand Poets For Change) Türkiye ayağı İstanbul ve Mardin’de yapılacak. Festival, Lale Müldür’den Haydar Ergülen’e, Birhan Keskin’den Kemal Varol’a Türkiye’nin önde gelen pek çok şairini bir araya getirecek.

24 Eylül’de 100’e yakın ülkede gerçekleşecek Değişim İçin Yüz Bin Şair (100 Thousand Poets For Change) şiirin, edebiyatın ve sanatın gücünü pekiştirmek için harekete geçiyor. Şairler değişim istiyor, şairler değişim için dünyayı ele geçiriyor.

Amerikalı şair ve editör Michael Rothenberg’in mimarı olduğu Değişim İçin Yüz Bin Şair, Avrupa’dan Ortadoğu’ya pek çok ülkede, farklı şehirlerde düzenlenecek. Ayrımcılık ve nefretin ele geçirdiği dünyada şairlerin ve şiire inananların hala aynı yöne bakabildiğini kanıtlayan Değişim İçin Yüz Bin Şair, sınırları kelimelerle değiştiriyor.

Festivalin Türkiye ayağı ise İstanbul ve Mardin’de gerçekleşecek. Türkiye’nin önde gelen şairleri 24 Eylül’de iki farklı kentte bir araya gelecek ve Türkiye’de yaşanan ayrımcılık, sansür, geciken barış ve kültürel kısıtlamalara karşı şiirin gücüyle yanıt verecekler.

Mardin’de Mardin Sakıp Sabancı Kent Müzesi’nde gerçekleşecek Festival ise Kemal Varol, Azad Ziya Eren, Veysi Erdoğan, Emel İrtem, Habip Can Türker gibi şair ve yazarları bir araya getirecek. Mezopotamya’nın gücünü simgeleyecek bu buluşmada İstanbul ve Mardin, bir ülkenin Batı’sı ile Doğu’su, şiir için birbirine karışacak.

Festival kurulu’ndan yapılan açıklamada, “Klasik edebiyat etkinliklerinin aksine, alışılagelmiş kolaycı ve pasif şiir tartışmalarının ötesine geçmek için yola çıkan Değişim İçin Yüz Bin Şair daha yıkıcı bir şiir anlayışı üzerinden Türkiye edebiyatının dününü ve yarınını sorguya çekiyor. Değişim, başlıyor!” sözlerine yer verildi.

Festivalde etkinlikler ücretsiz oalacak ama rezervasyon istenmektedir. Tacım Açık’ın başkanlığını yaptığı festival kurulunda Mehmet Uğur Yüksel, Ümit Alan, Emel İrtem yer almakta; koordinatörlüğü Fırat Demir yapmaktadır.
İletişim Bilgileri: 100binsair@gmail.com / 0 534 216 60 01/0 533 763 10 90 https://www.facebook.com/event.php?eid=159873004098334


ORHAN KEMAL ÖYKÜ ÖDÜLÜ TÜRKER AYYILDIZ’IN...

Çukurova Edebiyatçılar Derneği ve Ceyhan Belediyesinin bu yıl dördüncüsünü düzenlediği 2011 Orhan Kemal Öykü Yarışmasında dereceye giren eserler belirlendi. Birinciliği “Dört Kız Bir Oğlan” adlı dosyasıyla Türker Ayyıldız kazanırken, ikinciliği “Poyraz’ın İşçileri” dosyasıyla Temel Karataş, üçüncülüğü ise Gizem Aras, “Masal Çizmek” dosyasıyla kazandı.

2011 Orhan Kemal Öykü Yarışmasında Başarı Ödülleri’ne hak kazanan isimler ve dosyaları şöyle; Murat Taş, “İşsiz Adamın Halleri” Orhan Kemal Mansiyonu, Nevzat Sıkık, “Çaycı Dıno” Yaşar Kemal Mansiyonu, Sibel Öz Arslan, “Vildan” Muzaffer İzgü, Mansiyonu Tuğba Çelik, “Sardunya” (ÇED) Özel Ödülü Salim Nizam, “Koca Meşe” Ceyhan Belediyesi Özel Ödülü’ne layık görüldü. Ödül töreni 30 Eylülde Ceyhan’da yapılacak. (EVRENSEL)

KÜRT HALKININ KİMLİK MÜCADELESİNİN ÖNCÜLERİNDEN
GAZETECİ-YAZAR MUSA ANTER’İ ANIYORUZ…

Musa Anter, Kürt halkının haklı özgürlük kavgasına değer katan bir Kürt aydınıydı. Kürt halkının kölelikten kurtulma kavgasına hayatını adamış, hem ağır bedel ödemiş hem de çok şey üretmiş bir dava adamıydı. O, hayatın ve kavganın içinde kendine has duruşu olan bir Kürt bilgesiydi. Bu yüzden 20 Eylül 1992’de Diyarbakır’da JİTEM tarafından katledildi

Musa Anter, sadece duygusallığa değil, akla da dayalı bir mizah ustası ve bir gazeteciydi... Can Yücel, “Musa Beğ İçin” şiirinde onu şöyle tanımlıyor:

Musa Anter Çağımızda
Yeni bir Selahaddin-i Eyubiydi
Onun ipek kesen kılıcı varsa
Musa Beğin Türkçesi
Ve de o güzelim Kırmancası vardı
Herkesin yaya gittiği yerde
O filinta bacaklarıyla koşardı
Musa Peygamberin Kızıldeniz'in
dalgaları arasından nasıl ulaştıysa
O da kardaşlıkla
dünya kardaşlığıyla
ulaştı karşı kıyıya
Musa Beğ için akan göz yaşları
yediveren mermilerdir
birer birer


(Can Yücel - Portreler)


RUHİ SU’NUN SESİNDEN
YANKILANMAYA DEVAM EDİYOR HAYAT!

Türkülere ve sosyalizme ömrünü veren Ruhi Su’yu ölüm yıldönümünde selâmlıyoruz. Onun dilinden ve telinden atmosfere saçılan türkülerde, özlemlerimiz ve özlemlerimize ulaşmada direncimiz dile gelmeye devam ediyor.

Bizlere sanatın arınmışlığına, damıtılmışlığına denk düşen bir içtenlik ve yalınlıkla türkülerini söyledi, yaşamın güzelliklerini dinleyenleriyle paylaştı, büyüttü, geliştirdi.

12 Eylül faşizminin kurbanlarından olan Ruhi Su, son yıllarda kansere yakalanmıştı ama gerekli müdahale için pasaport vermediler, yurt dışına çıkmasına izin vermediler. 20 Eylül 1985’te dünyaya bilincini ve seslerini bırakarak ışıklar okyanusuna göçtü.

Devrim umudu ve sosyalizm savaşımı olan her yerde direniş türküleri olarak dünyada çınlamaya devam edecek Ruhi Su türküleri…

EZGİLİ YÜREK

Hangi taşı kaldırsam
Anamla babam
Hangi dala uzansam
Hısım akrabam
Ne güzel bir dünya bu
İyi ki geldim
Süt dolu bir torbayla
Şöylece çıkageldim
Kime elimi verdimse
Döndürüp yüzümü baktımsa
Kısmet kapıyı çaldı
Kör pınara su geldi
Ben şakıyıp durdukça öyle
Gülün kokusu geldi
Bebesi olmayana
Bunalıp da kalmışa
Acılarla yüklü
Dargın yüreklere
Yetiştim geldim
İyi ki geldim

RUHİ SU


ULUCANLAR KATLİAMI BELLEĞİMİZE KAZILI…

25 Eylül'ü 26 Eylül'e bağlayan gecenin sonunda alacakaranlığında gelmişlerdi... Koğuşun tavanındaki mazgallardan, gözetleme kulelerinden gaz bombalarıyla, mermilerle saldırıyorlardı. Bir yandan da; Habiiip!.. İsmeeet!.. Cemaaaal!.. Sadıııık!.. Enveeer!.. nidalarıyla alacakaranlığın sessizliğini yırtarak öldürecekleri insanların ismini okuyorlardı!.. Devletin elinde, dört duvar arasındaki devrimci sosyalist tutsaklara karşı planlı, programlı, tasarlanarak hazırlanan bu devlet katliamını; sabahın erken saatlerinden, hatta operasyonun başladığı alacakaranlıktan itibaren televizyon kanalları; 'Ankara Ulucanlar Cezaevi'nde İsyan!..' diye duyuruyorlardı!..

Oysa 'isyan' dedikleri şey 19 Eylül'de başlamış, 25 Eylül'de (her zaman olduğu gibi arkasından ihlal ettikleri) 'anlaşma' ile sonuçlanmıştı. Yıllardır 20-30 kişi kapasiteli; 'devletin at ahırından bozma' koğuşlarda balık istifi 80-90-100 kişi kalan devrimci siyasi tutsaklar; 'nefes alamıyoruz, bize bir koğuş daha açın' diye cezaevi idaresine, Adalet Bakanlığı'na dilekçe üstüne dilekçe vermişlerdi. Her seferinde de; 'tamam bu sefer çözeceğiz, Adalet Bakanlığı'ndan onay bekliyoruz...' diye oyalanmışlardı. Her şey baş-göz üstüne ama cezaevinde de olsa insan her zaman insandı. Balık istifi tıkıldıkları koğuşlarda fareler gibi havasızlıktan ölmek yerine nefes alabilecekleri bir koğuş istemişlerdi ve istemekle kalmayıp yan taraflarında bomboş duran olanağı fiilen kullanmışlardı. Bu son derece masum ve insani talepleri karşılandığında da kimsenin burnu kanamadan 1 hafta süren direnişlerine son vermişlerdi.

En son sayı 120'ye çıktığında artık tahammül sınırları çoktan aşılmıştı ve hala olumlu bir gelişme yoktu. Onlar da bir gün havalandırmanın duvarında eskiden açık olup sonradan tuğla ile örülen kapıyı yeniden açarak yan tarafta 15-20 adli tutuklunun bulunduğu 7. koğuşa geçerek 'nefes alabilecekleri bir ikinci koğuş' sorununu yine cezaevi içinde fiilen çözmüşlerdi. Cezaevi idaresinden de bu durumu onaylamalarını ve yeni geçtikleri koğuşun boya ve badanasını yapmak üzere kireç-fırça ve boya istiyorlardı.

'İsyan' dedikleri buydu! Tıpkı Yılmaz Güney'in ünlü 'Duvar' filmine konu olan 'Sübyan koğuşundaki isyan' gibi idi. Onlar da kışın zemheri soğuğunda sobasızlıktan, kırık camlar nedeniyle kar, yağmur ve rüzgârda titremekten ve kişi başına günde verilen bir ekmekle doymadıklarından 'soba, pencere camı ve iki ekmek' talebiyle 'isyan' etmişlerdi.

Anılarını belleğimize kazacağız…


ŞİİRİMİZİN EMEKÇİ SESİ VEYSEL ÖNGÖREN YOL GÖSTERİYOR…

Sürgünlerden sürgünlere savrulan yaşantısında, şiirleriyle ve şiir üzerinde düşündükleriyle, her zaman kendisini var etmeyi bilmiş usta şairlerimizdendir Veysel Öngören. Onun şiirlerini antolojilerde, yıllıklarda bulamazsınız. Çocukluğunda ailesiyle birlikte Afyon’a sürülen şair, son yıllarını Diyarbakır’da Bismil’in Kürthacı köyünde geçirdi. 30 Eylül 1997’de, 66 yaşında sonsuzluğa göçtü.

Türkçe’nin Kürt şairi Öngören, halkından aldığı bilinci, gene onlara taşıdı. Hiçbir şeye boyun eğmedi. TRT Dış Haberler Servisi’nde çalışırken düşüncelerinden dolayı görevine son verildiğinde şiirlerine şöyle yansıyordu direnci:“Silindiğin bordroya inat bir çeteledir özgürlük / ister fabrikada ister firarda

80’li yıllar, onun şiir alanında en verimli olduğu yıllardır. Dergilerde hem üst üste şiirleri, hem de şiir üzerine yazıları çıkmaktadır. O dönemde peş peşe “Remo ve Salo”(1980)”, “Vay Gözüm”(1981), ”Remtelebe”(1982), “Koca Ülke” (1983) ve “Arif’in Kızı” (1987)… Şükran Kurdakul’un saptamasıyla, yöresel deyişlerden ustaca bileşimler çıkardı ve edebiyata yeni bir ülke duyarlığı getirdi.

Öngören, memleketine döndüğünde Diyarbakırlı şairlere öğretmenlik yaptı. Diyarbakır Belediyesi’nin Şehir Tiyatrosu’nda yönetmenlik yaptı.

Ölüm silâhlarla geldiği zaman
Kalktık onu karşıladık
Günü saati sorduk söylemediler
Günü hiç öğrenemedik ama gölgeye baktık
Öğlendi abdest aldık helâllaştık
Ölüm silâhlarla geldiği zaman gençtik
Elimizi çabuk tuttuk yaşlandık
Kendimize yakıştırmak için onu
Onu kendimize yakıştırmak için
Höykürdükçe üç el silâh sıktık
Ölüm silâhlarla geldiği zamandı
Ölüm utanmasın diye dövüştük
Ne yaptıksa onun için yaptık, bir tek
Avuçlarımızın sıcaklığı kabzasındadır
Silâhlarımızın hâlâ
Silâhlarla geldiği zamandı, bir de
Küstü gün
Yüreklerimizi ülkemizi ışıtsın diye bıraktık


PABLO NERUDA’NIN ŞİİRLERİ
BUGÜN DE EZİLENLERİN SAFINDA…

Pablo Neruda, bir demiryolu emekçisinin oğlu ve Şili’nin Paris büyükelçisi… Yaşamında tezat gibi görülen bu farklılık, onun hiçbir zaman diktatörlük, acı, katliam ve yoksulluklar ülkesi Şili’nin şairi olmasına engel olmamıştır. Onun için "Latin Amerikan’ın büyük yüreği" diyenler de yanılmamıştır. O’na göre “şiir hem isyandır, hem de isyankârdır.” Şiir devrimcidir, çünkü toplumsal duyarlığın sesidir o. Ozanın muhalif kimliğinin doğuştan gelmesinin temel nedenlerinden biri de budur.

Kavganın nabzını hep elinde tutan Neruda’nın şu cümlesi, onun tüm savaşımını ve şiirlerini özetlemektedir: “Şiir kimliğini ve itibarını ezilenlerin safında buldu.”

"Söken şafaklar için barış olsun,
Köprü için, şarap için barış!
Toprak ve sevgilerle
Eski türküyü yoğurarak,
Kanımda dolaşan,
Ve beni coşturan,
Alfabeye barış olsun!
Karnımızın acıktığı
Sabahta,
Kent için barış olsun!
Ve kökler ırmağı
Missisipi için barış!
Kardaşımın gömleği için barış,
Rüzgârın damgasını vurduğu;
Kitap için barış olsun!

“Uyansın Oduncu” şiirinden (Çeviri Enver Gökçe)




NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler. Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati


ÖZLEM KESKİN:Oğul Sırası



Deniz haylazdı yine. Hava öfkeli. İçini kemiren acıya yenilmeden bir düş kurmalıydı şimdi, en tazesinden. Çok iyi oynadığı bir oyundu bu. Düş oyun. Böyle geçmişti ömür. Yoksa bu ilk daraldığı, ilk tıkandığı değildi hayatta. Bu oyun olmasa nasıl çıkardı ki boğazlanmışlığından. Nasıl onarırdı hırpalanmışlıklarını? Elini çabuk tutmalıydı; azalıyordu soluğu.


Son nefesini derinine indirdiği sigarasını bir şeye benzetemediği çirkin böcekleri öldürmemeye dikkat ederek bastı toprağa. Ve başladı oyun.


Marazi yerli film kadınlarına benzetti elinin hareketini. Durmadan öksüren, hastalığı bir türlü anlaşılamayan. Filmin sonunda mutlak ölen ya da mutlu kalan. Hiç uzun soluklu bir tedaviye devam edeni olmazdı onların. Keskin uçlarda yaşarlardı hayatı. Oysa o öyle mi? Sürünüyordu yıllardır. Aydınlık ve karanlık arasında gidip geliyordu. Karanlığa batmadan, aydınlığı hiç görmeden. Kendini bildiğinden beri çalışıyordu. Felaket yoruluyor, yatağa girdiğinde dehşet sancıyordu. Filmlerde bu yoktu. Olsun; bu bir oyundu. Çalışmaktan paçavraya dönmüş bedenini sırtlayıp giden kadın değildi şimdi. Alabildiğine narindi. Yerli bir filmden fırlamış, incecikti. Havanın öfkesi dinmiş; ılık bir rüzgâr yüreğini okşuyor, saçlarını savuruyordu. Evden çıkarken bağladığı gezmelik sarı yazması çoktan uçup gitmişti. Kendini bu hoşluğa bırakmış, sallanıyordu. Ona neydi şimdi; yığılan faturalardan, ekmeğe gelen zamdan, kapıdaki kömürsüz kıştan. Sallanıyordu.


Çok derinden fışkırdı kocasının alabildiğine gerçek sesi.


—Hadi. Sallanıp durma; araba kalkacak. Binelim.
—Efendim aşkım.
—Ne aşkı be kadın? Binelim diyorum. Ne oluyorsun sen?


Apansız bitiverdi oyun. Ne olacak; hiçbir şey olmuyordu. Canı acıyordu sadece, içi yanıyordu. Yanan yerini ya da içinde yanan şeyi bir bulsa tırnaklarıyla koparır atardı. Kendini böyle rezil eder miydi yıllardır bir ırmağın akışı gibi dingin yaşadığı bu adama. Utandı kocasından. İlk geceki gibi yanıyordu yanakları. Bir ömür geçmişti beraber. Ona hiç aşkım dememişti. Evimin direği, çocuklarımın babası demişti ama aşkım dememişti. Oyunu bilmez ki adam; bir başka gülümsemişti azarlarken. Şimdi ne demeliydi de bu yakışıksız oyunu onda da bitirmeliydi. Sımsıkı avuçladı yüreğini. Korkunç bir çığlıktı sesi.
—Oğlumu özledim.
Adam başını ön koltuğa yaslamış, şaşılası bir uykuya dalmıştı.
—Oğlumu özledim diyorum. Boynunu eğişini, kapıdan girişini, koltuğunun altına gazetesini iliştirdiği yeri özledim. Oğlumu çok özledim.


Otobüs yılanımsı yolda kıvrılıveriyor, tüm yolcular dönmüş şaşkınlıkla ona bakıyordu. Adam belki de bir ömrün yorgunluğu hâlâ uyuyordu.


Bitmeyen şey mi vardı. Sonunda bitti çilemsi yolculuk; gözünü hiç kırpmadan. Bilinmedik bir heyecan fren sesiyle beraber süzüldü bedenine. Bir an önce fırlayıp inmek istiyordu hiç vakit kaybetmeden. Sanki azıcık gecikse bir aksilik olacak, tüm şansını yitirecekti. Vurmakla dürtmek arası dokundu kocasına.
—Kalk. İniyoruz, geldik.


Bindikleri taksi hızla hareket etti. Adam taksiciyle konuşmaya çalışıyor, hiç değilse içinin birazını ona boşaltabileceğini umuyordu. Kadın etrafına hiç bakmamaya, bu şehri hiç görmemeye çaba harcıyordu. Çünkü bu gün bittiğinde; ömründen bu günü silmek, bir daha anımsamamak istiyordu.
—Geldik.


Bu adam bu gün her şeyi bozuyordu. Sımsıkı yumulu gözlerini açtı inerken. Uzaktan tabela görünüyordu.


….. CEZAEVİ


Ürperdi birden. Olmadık bir titreme yürüdü bedenine. Alabildiğine büyük, dehşet bir bina sırtını denize dayamış salınıyordu. Buza kesmişti her yer. Gökyüzü, deniz, kuşlar, böcekler; her şey ve herkes üşüyordu. Ciğerlerini yırtarcasına aldı soluğunu. İri bir parça buzdu eli; uzattı kocasına. Hiç vakit kaybetmeden sıkıca tuttu adam. Sanki bunu hep yapıyorlardı. Oysa ilk defa tutuştular. El ele yürüdüler kalabalığa doğru.


İnsanlar üst üste yığılmış, birbirlerine koşulsuz sokulmuş yakınlarını görecek olmanın heyecanıyla horlanmalara aldırmadan yüksek sesle konuşuyor, çaktırmadan dakikaları sayıyorlardı. İri yarı üç beş adam arada tartaklayıp, kollarından savursa da ovalayıp geçiyorlardı. Onlar pişmişti buralarda. Bir şey denmezdi. Her şeyin bir bedeli vardı. İçerde yatanın ödediği bedel yetmiyor, dışarıda bekleyenlerinde ezilmesi, sindirilmesi gerekiyordu.


Konuşulanlar hep aynıydı:
—Sizinki niye yatıyor?
—Suçsuz bizimki canına tak etmiş vurmuş. Öldü adam.
—Sizinki?
—Bizimki de suçsuz azıcık içmiş kaza yapmış. Ölenler var.
—Sizinki?
—Almış götürmüşler kasayı. Suçu yok. Çoluk, çocuk parasız aç kaldılar.
—Kızım senin kimin var?
—Kocam yatıyor. Suçu yok. Anlaşılamadı.
—Abla senin?
—Oğlan benim suçu yok kızın yaşı küçük diyorlar. Gönlü olmasa yapar mı? Çıkar yakında.


Sorular, cevaplar birbirine girmişti. Kadının anlayabildiği; insanlar toplanmış, suçsuzlarını görmeyi bekliyorlardı. Bıraksa kocası bu konuşmalara mutlaka katılırdı. Elini bırakmadan sakin bir köşeye sürüdü onu. Kimseyle konuşmak, bir yere oturmak istemiyordu. Oracıkta bekleyecekti sırasını. Şimdi oğlunu görmenin bir sırası vardı. İnsanları horlayan iri adamlara denk gelmemek için iyice sıkıştı kabuğuna. Çekti omuzlarını göğsüne. Gözleri kocaman açıktı. Kaçırıyordu bakışlarını. Bakışı birine değse hemen soru sorulacaktı. Şimdi hiçbir soruyu yanıtlayamazdı.


Ağrılı bir gürültüyle hareket etti cezaevi aracı. Elinde olmadan aracın ardından yürüdü gitti bakışları. Koca aracın demir parmaklıklı küçücük camından dört parmak bakıyordu. Cam yüksekti. Parmakların oradan bakabilmesi için mutlaka ayak parmaklarının en ucuna kadar basılmıştı. Uzun uzun baktı parmaklara. İçi yırtıldı ya da makasla kesildi. Değişik bir şey oldu. Üç beş damla yaş hücum etti gözlerine. Yumsa gözlerini yerler ıslanacaktı. Yummadı.


Mutlaka bir oğlandı bu parmakların sahibi. Nereye götürüyorlardı?
—İyi ki bu eli anası görmedi. Yoksa erirdi acısından.


Araç uzaklaşıp gitti. Sıraları gelmişti. El ele yürüdüler. Kocası kimliklerini uzattı gardiyana. Asık suratıyla bir yüzlerine bir kimliklere baktı adam. Hiç vakit kaybetmeden;
—Yok, Sizinki mahkemeye gitti az önce.


Kadın böğürürcesine çıkarılmış -az önce- bir de –gitti- sözcüğüne takılmış olduğu yerde sallanmaya başlamıştı. Atıldı adam.
—Mahkemesi yoktu bu gün.
—Olmaz mı mahkemesi. Kendi vermiş mahkemeye. İşkenceymiş. Önce kuduruyorlar, sopayı görünce de yaygarayı koparıyorlar. Devletin mahkemesinin başka işi yok.


Sessizce çekildi adam. Öteki bağırmaya devamdaydı. Kadın –işkence- sözcüğünü yakalayıp aldı konuşulanların arasından. Sallanıyordu.


Neresine vurmuşlardır? İncecik bacaklarına mı? Boynuna, koltuk altına mı? Nasıl bakmıştır gözleri ya da elleri? Nasıl acımıştır. Acaba karnı aç mıdır? Daha fazla dayanamadı beyninde koşturanlara; olduğu yere yığıldı. Gözünü açtığında eli yine kocasının elinin içinde sımsıkıydı. Gözleri, dilleri karşılıklı kilitliydi. Yanlarına sokulan uzun boylu adam bozdu sessizliği:
—Sizinki niye yatıyor?

Adam beyninin içini didikleyip açıklama yapacak sözcük ararken atıldı kadın;
—Suçluydu bizimki. Eşitlik, özgürlük filan diyordu. Herkese iş, ekmek, sağlık filan. Sendika, gazete, kitap filan. Suçluydu çok. Çiçekleri, çocukları, şiirleri seviyordu. Zaten yürüyüş mü, boykot mu öyle bir şeyden aldılar.


Kadın kendini bırakmış bağırıyordu;
—Bizimki çok suçluydu. İnsan diyordu, devlet diyordu.
Bağırması bitince kocasının yıllanmış, yorgun omzuna yığıldı kadın. Başını salladı uzun boylu adam.
—Geçmiş olsun teyze. Devlet,mevlet derse kötü o iş. Yatar o….. Çok yatar.



ÖZLEM KESKİN

ADNAN DURMAZ: İnsanlıktan Çıkış






bir alaz göğe inandım
bir başakların gecede hışırtısına
sen anla beni ayışığı
kentler tükürdüm beton ve çelik soluyan akşamlarda
söktüm bana takılan cümle apoletleri
makamlar içinde en çok meczupluk yakıştı bana
bir mezar çukuru sayarak yatağımı
her gece kendimle ölerek hesaplaştım
ey çağ
bütün aşkların taşladı beni


türlü türlü kapıları vardı şu insan yüzlerinin
ahşap-teneke-çelik -plastik
mermer gülüşlerle hasbıhal etmenin acısını bildim
ben bütün gecelerde
sizin hiç bilmediğiniz bir dildim
sadece inlemeler-azap çığlıkları- ağlamalar-ölümle yaşam arasındaki o kanlı
o korkmuş
o ürkek sözleri okudum
acısı bataklık insanların alnında
onları dokudum yalnızca
ama isyanla
öfkeyle
hınçla
bu yüzden sayın bayım
sevişmelerim sayılmayacak kadar az oldu ömrümce
dışarıda ay olurdu ve bahçemde güller şakırdı çılgınca
o zaman ben hep bir ağlayışın vadisinde çıkış arayan mecalsiz yolcu olurdum


kitaplar ve sayfalarca akan düşünce
ben onların arasında kuru bir otum belki
sesim biraz geçmiş kafilelerden kalan ocak küllerine benzer bu yüzden
makamlar
mevkiler
son model ön model arabalar atlar
ey çağ
sanki umurumda gibi
bütün değerlerin dışladı beni


giderek daha çok benziyorum alıç ağaçlarına
belki de çalılara
tek yaşayan kaya kartallarına
eski bir ağlamanın yankısına ıssız dere yataklarında
bir koyakta yardan ayrı düşene
bir dağın yamacında pusulanıp düşene
ama isyanla
öfkeyle
hınçla
giderek daha çok benzemiyorum insana
gördüm ki hiçbir yüzün ifadesi bana yakın değil
hiçbir gülüş
hiçbir söz
yalnızca binlerce yıl önceden bir adamın
bir taşa yonttuğu gül kabartması
yalnızca rüzgar ve yağmur
deli ayaz gebe çamur…


Allahın her akşamı
insanlıktan çıkmış yüzleriyle evine dönen işçiler
avurdu göçmüş ırgatlar
geçinemeyen memurların naçar gözleri
sürünerek-sancıyarak-acıyarak yaşamak
sayısız köle
insan olmaktan başka bir yerde
her gün öle öle


bu yüzen sayın bayım
artık yırttım bütün reçetelerini
mutluluğa –insanlığa –adalete yazılan
derisi kavlamış gök
tükürdüm suratına ben sizin aşklarınızın
ilişkilerinizin dostluklarınızın
varsın bir kuru yaprak ömrüm
düştüğü yerde kalsın
varsın hiç kimse ardımdan ağlamasın


yüreğimi en eski devrimcinin kayrağında biledim
ne ömrün kısalığı – ne yarsiz kalmak
gördüm çok insandan çok şey katar hayata bir çalı
bu soytarılar panayırı- şaklabanlar curcunası
su yerine içilen insan kanı
tükürmüşüm bütün putlarına-değerlerine-ey çağ
katlettiğin kim varsa yandaşım
bütün düşmanların yoldaşım olsun
ben inandıktan sonra
varsın o büyük umut bizden de sonraya kalsın


doğuştan hüküm giymiş aşıktım
en başından çobanın o yaralı kavalı
yara yara akıp giden bir yanık bozlak
kanadı kırık turna
boynu vuruk gül dalı
korunaksız hedef kadar açıktım
iyi ki taşladın beni
iyi ki dışladın beni
ey kanlı çağ
iyi ki ben senin insanın olmaktan çıktım




ADNAN DURMAZ


HALİL MANAP: Başlar Erkek Yanımız}{SEVGİNAZ İNAL: Pelit' in Ağıdı



BAŞLAR ERKEK YANIMIZ




RESİM:SADIK VARER


Sinsi bakışlarınız savrularak dağılıyor
Karga ötüşlü kirliliklerini serperek
Genelev koridorlarında oynak kalçalı kadınlara
Kibar beyefendi gibi kompliman yaptığınızı sanarak
...............
Ah
Meme uçlarında diş izleri kalan şu kadına bak
Kim bilir kaç bin kişiyi emzirmiştir
İhanetin zoruyla sütünü sağarak
...............
Ana deriz
Basarız bağrımıza doğurğan buğday başaklı bereketiyle
Emzirirken bizi özgürlüğün sütüyle
Kelebek koynunda sevgiyi büyütür
Sevgili deriz
Koklayarak gül gibi usul usul kıyamadığımız sevda
...............
...............
Ve şimşekler çakar
Allahtan çarpılırız gibi
Başlar erkek yanımız
Dört dörtlük erkeklik tükürür dilimiz
Ayaklanır ataerkil kalıntımızdaki genimiz
Acımasız...
Ve sabırsız bakışıyla canavara döner gözlerimizin donmuş ışıltısı
Sevişebilmek için felç yemiş bir kadının taş gibi duyarsız etiyle
İşte böyle beynimize hükmeden genlerimizle
Bin yılllardır köhnemiş sesimizle
Tuturduğumuz şarkının adı
Erkek yanımız..?



HALİL MANAP




PELİT' İN AĞIDI




ben istemedim pelit olmayı...
kabuğumu da ben seçmedim üstelik
çıktığım döl yatağında gömüm
meşeyse anam, bağlıysa karnından toprağa
ben de toprakta var olurum...


çekirdeğime sarılıp uyurum...


susuz koyduysanız beni sevgiden yana
suçluyu bende aramayın...
genlerle taşınıyorsa fahişe duygular
herkes kadar masumum/ suçluyum


çift başlı bir sürü yılanlar
dolaşıyorken ortada
erekleri yalnızca akarlarını korumaksa
her şeye, hiçbir şeye eder biçiyorlarsa
sevgiyi darağacında sallandırıyorlarsa asırlardır...
bu yüzden yoksa aşkın mutlu sonu...
ben Pelit'im, beni vurun...


nasılsa bir çılgın anımda
bir çalı altında, yeniden
yeniden var olurum...



SEVGİNAZ İNAL

ERCAN CENGİZ: Çiçeğe Duruyorum




çiçekler ki arılar uçuşur üstünde


arı demek döl demektir bugün
nesli tükense de bu acımasız sömürüde


çiçek, hayat demektir
emaneten yaşanılası değil
çekirdeğinde sancısı
alnımdaki çizgide kazılı
yanarım çiçeğe yanarım ki
meyveye
duracağı yerde dolu vurdu diye
yapışır kalır toprağa


gel tut elimi, gel bağla yüreğimi
gel kapa gözlerimi, kulaklarımı kes
karanlığını ört üstüme
toprak benim / doğurmazsa yeniden
yeniden çıkmazsam karşına
garip garip bakma öyle
on beş bin yılı geçti bu topraktayım
buğdayı tanıştırdım insanla


insan anlamıyorsa bugün
en bilenmiş kılıçlarıyla yürüyorsa üstüme
sözde demokrasi adına kanım sıçrıyorsa taşlara
gel de tut beni, gel de bağla ellerimi
gel de laf söyle lafımın üstüne
işte yüreğim işte ellerim
gözlerime bakma sakın vururum


gözlerim ki zapt edemediğim
artık anlasan diyorum
bir karanfilin açarken usul usul
güneşe bakıp güldüğünü


bugün ayaklar altındayım
bugün hiçten sayarlar
kalbim hâlâ atmakta usul usul
hâlâ yaşıyorum demektir ki bu
gel de göm beni
ister diri diri, ister geçirerek bin bir işkenceden



ERCAN CENGİZ

MELİH COŞKUN: Düşlerinde Ne Var Çocuk?}{ÖZER GENÇ: Nöbet



DÜŞLERİNDE NE VAR ÇOCUK?





ellerinde ne var çocuk?
doğmamış bir güneş var yarına gebe
güneyli bir rüzgar var
kara bulutları dağıtacak yurdumun üzerinden


gözlerinde ne var çocuk?
ağlamaklı bir sevinç var
günebakanların güneşe gülümsediği bir bahçede
gökyüzüyle konuşan bir ağacın gölgesinde
çok sevdiğin bir türküyü söylemek var...


yüreğinde kim var çocuk?
köylü çocukların
kire bulanmamış öfkesi var…
hani bir mısra dokunsa parmaklarına
çözülecek gibi hayatın, ayaklarına taktığı prangalar


düşlerinde ne var çocuk
eksiksiz yaşamak var
kısacık ömrümüzde her ne varsa
hayata rehin verdiğimiz
mutlu bir halk denizinin ortasında
aşkın ipekten saçlarını okşamak var...



MELİH COŞKUN





NÖBET




RESİM:ADNAN DURMAZ




Dağların özgür rüzgarı
Esip gelir ansızın
Onlar zaferlerini kutlarken


Yaşamak bir nöbettir
uzaklarda yol gözleyen
bir çift güzel göz gibi
umudun türküsüyle beslenen


Seni düşündüğümde
türküler geçer içimden
ırmakların akışıyla uyumlu
yitikleri umuda çeviren


Sen geldiğinde
ırmaklar akar içimden
yenilmeyen kızların
türküleri yakışıyla uyumlu


Galiplerin kibirini deviren




ÖZER GENÇ

TAN DOĞAN: çıkmazda




adımlarım küçüldü köşe başından sonra

bir it titriyor çıkmazında gecenin -duyuyorum

ay da yok ki gölgemi izleyim

eskil daldan düştü bir kızıl yaprak -kördüm köz olmasa yüreğim

göz göze geldik ıslak tüylü kediyle

(tanırım acıyı anlatan bakışları: adım tarih)

yandı birden bir çift ayağım -kana bulanmış sokaktı ‘hayat’-

elimden tutardı annem çocuk olsaydım

sustum bir ıslık çalarak kendime

bıçaktandı bir taşı yaran çentik -soğuktu ve ölümcül

kucaklasa dilime deyen çınar gıkım çıkmaz çürüğünde büyürdüm

bir de servi dağladı içimi

(mezarlık mı burası ne: ruhuma üfleyen ney’i

tevfik mi)

bu havuz da nerden çıktı karşıma

ne anlatır parlaklığı bir kuğunun

ey yârimyâr: bilirsin hüznüm bitmez ömrümce

titreyen canımda şimdi bir ağıt -ağır olur tortusu zamanın-

karanlıkla aşık atmak âşık işi

bir kenara sinsem babama ayıp (dirilir ölü sözü:

“ben sana böyle mi öğrettim”)

bu kuyu da nerden geldi aklıma

ne anlatır derken konfüçyüs

“derin değil ip kısa”

nasıl da önüme düştü ateş böceği

-köşe başından beri derdimle-

dünyaya yazılmış ayna avuç açıyor

falına bakacağım -gayr çingene benem-

saçlarını tarıyor salkımsöğüt çatlak yüzünde

yüzümde çoğalırken suskunun rengi

ellerim küçülüyor daha da



son adımım da geceye gelin gitti




TAN DOĞAN

TEMEL KURT:Düş}{MEHMET GİRGİN:Sadece Gülümse



DÜŞ




düşün ki; sabah sabah solundan kalkmışsın da
başka bi çağa açmışsın gözlerini,
öyleki; herşey herkese pay edilmiş
ben senle eşitim, sen ötekiyle, öteki kedi köpekle
düşün ki; aşktan ve ölümden dertliymişiz yalnızca…



TEMEL KURT





SADECE GÜLÜMSE





Toprağa sığınan karınca
Temmuzu yeşerten sıcak
Nal, bozkır, at, atmosfer
Sıkıntı, terli kent- kanıt
Topluyor kediler, çöpte
Grev kırıcı katırlar da diri
Çınar altında oynanan oyun
Adı olmayan ülkede
Demirden bacaları
Bakırdan bacakları
Temmuzu karşılayan kedi
Fare yok, yün çok
Koyunlar kahırlı
Bozkırda bozulmuş
Hüzün bağları
Tatlı üzümler
İncinen incir
Sütlü gün- güğüm
Terli kentlere dökülen
Irmak çocuklar
Yanık değirmen
Buğday saçlar
Arpanın padişahlığı
Hiç tanınmayan
Yankısı duyulmayan
Bir şarkıda
Bir yudum aşk
Toprağı delen papağan
Para, padişah, halk
Hayırları kuşanan kuşku
Evet- sadece bir sancı
Hayır, hayır
Terliyor eylül
Sadece gülümse





MEHMET GİRGİN

TEMEL DEMİRER: Masumiyet’ten Manzara’ya Orhan Pamuk




“Edebiyat öğretilen şeydir.”[1]


Orhan Pamuk’un yapıtları hakkında yazmak, her seferinde daha “zor” benim için…


O, kendini yenilemeyip, tekrar ettikçe; Onun hakkında yazacaklarım da başka türlü olamıyor ki, “zorluk” da bu, burada…


Çünkü Pamuk’un yapıtlarını her okuduğumda; Terentius’un, “İnsan istediğini yapamıyorsa, yapabileceğini istemeli”; Rabintdranath Tagore’un, “Orada durup suya bakarak denizi aşamazsın,” sözlerini anımsarım; daha doğrusu Onun yapıtlarındaki zihniyet bana bunları hatırlatır.


Aslı sorulursa “güzeli”/ “güzelliği” tarifindeki soru(n)daki, ufuksuz, yüzeysel nakliliğiyle Pamuk’un yapıtlarında dünyayı değiştirecek “hayal gücü” yoktur; O bundan kesinlikle yoksundur.


Louis Aragon’un, “Hayal gücün, sevgili dostum, senin hayalinin alamayacağı kadar değerli”; Andre Breton’un, “Bir atın bir domatesin üstünde dörtnala kalktığını gözünde canlandıramayan, salağın tekidir,” deyişlerine ekler, Albert Camus de: “Düş gücü uykuya dalınca, sözcüklerin anlamı boşalır.”…


Post-modern edebiyatın bu “önemli” kalemi için Necati Doğru (Can Yücel’in daha önce ‘Benim Adım Kırmızı’ya ilişkin dizelerindeki tespitini anımsatarak), “Romancı olacağına pazarlamacı olsaydı da ‘Nobel’ alırdı. Yüksek kabiliyet, bulunmaz yetenek. Her şeyi pazarlıyor. Ve başarıyor. Pazarlamacıların kralı olurdu. Dünyanın en büyük şirketinin CEO’su yaparlardı, pazarlama Nobel’ini de ona verirlerdi,” derken; ABD eski Başkanı Bush’un eşi Laura Bush ise, ‘Benim Adım Kırmızı’yı öve öve bitiremez.


Aslı sorulursa; ABD’de yaşayan ve José Saramago gibi, “Hep şu iki soruyu sorarım: Kaç ülkenin ABD’de askerî üssü var? Ve kaç ülkede ABD’nin askerî üssü yok?” türünden soru(n)larla iştigal etmeyen Pamuk’a yönelik “eleştiriler” de, “övgüler” de boşuna ve karşılıksız değildir…


Post-modern söylemin argümanlara sığınan Pamuk’un, Aristoteles’in, “İradenin efendisi, vicdanının esiri ol,” uyarısına sırt dönen her post-modern kaçış gibi, ciddi bir toplumsal vicdan, sınıfsal ahlâk problemi vardır. Ve bu alanda yalnız değildir; hatta denilebilir ki bir “tipoloji”ye dahildir o. Tıpkı, “Hayatım boyunca kendimi ne ‘solcu’ ne de ‘sağcı’ olarak tanımladım. Bu tip kategorik ayrımlara çok fazla itibar etmem. Çünkü insanların dünya görüşünü, ideolojilerden çok, kişiliklerinin belirlediğine inanırım. Bu yüzden ‘sol’ ya da ‘sağ’ fark etmez, ‘karakterdir’ benim için gerçek ölçü,” diyen Eyüp Can gibi.


Bireyselliğini toplumsallıkla buluşturup, aktif taraf olabilen “Vicdan” dedim. Hani William Shakespeare’in, “Vicdanım binlerce dilden konuşur. Ve her dil bir öykü anlatır. Ve her öykü bir alçaklığımı yüzüme vurur,” derken; Yıldırım Türker’in de, “Vicdan, kişisel huzursuzluğun kaynağıdır. İnsanın dünyayla yüzleşmesinde onu aklıselim diye dayatılan toplumsal zapturapt aygıtına karşı kışkırtandır. Yalnızca vicdanına kulak veren, kendi toplumsal kimliğini kişisel ahlâkına kurban etmekten çekinmeyenler, iyice yalıtılmış, dünyanın ses geçirmeyen kıyısında bırakılır,” dediği türden…


Eğer, insan(lık)a mündemiç “güzeli”/ “güzelliği” tarifteki ufkunuz, dünyayı değiştirecek “hayal gücü”nüz toplumsal vicdan ile taçlandırılamamış ise, istediğiniz kadar “masumiyet”ten söz edin, muhtaç olunan bir ahlâktan söz edemezsiniz…


MASUMİYET


Hayır, Pamuk’un hakkında koparılan yaygaralar kadar hükmü olamayan ‘Masumiyet Müzesi’nden söz ederken, “Ahlâka uygun ya da aykırı kitap diye bir şey yoktur. Bir kitap ya iyi yazılmıştır ya kötü. Hepsi bu kadar,” diyen Oscar Wilde’ın uyarısını göz ardı ediyor falan değilim…


‘Masumiyet Müzesi’, kötü bir roman…


“Bütün hayatımı değiştirecek olaylar ve rastlantılar, bir ay önce, yani 27 Nisan 1975’te ünlü Jenny Colon marka bir çantayı Sibel ile bir vitrinde görmemizle başladı,” cümlesiyle başlayan ‘Masumiyet Müzesi’ndeki Kemal, otuz yaşında, “Amerika’da iş idaresi okuyup dönmüş”, askerliğini bitirmiş, babasının dağıtım ve ihracat şirketinin genel müdürü olmuş. Sorbonne’da okumuş, güzel, alımlı bir kız olan Sibel’le nişan hazırlıkları yapmaktadır. Ertesi gün ise, sevgilisinin ilgisini çeken çantayı satın almak için Şanzelize Butik’e gider. On sekiz yaşındaki uzak ve yoksul akrabası Füsun, butikte tezgâhtar olarak çalışmaktadır. Çoktandır görmediği bu akrabasının güzelliğinden ilk görüşte etkilenir. “Genç bir memurun altı aylık maaşına denk bir para” olan 1500 liraya çantayı alır…


Sonrası da, Pamuk, 70’li yılların İstanbul’unu zengin ve eğitimli bir İstanbullu’nun ağzından anlatır. Dışarıdan bir bakışı vardır: “Türk erkekleri” şöyle yapar, kadınları böyle davranır diye anlatır. Kendi deyimi ile “nahoş antropolojik gerçekler”den söz ederken; romanın sonunda, “Uzak ülkelere gitmiş, orada yıllar geçirmiş biri gibi görüyordum kendimi: Sanki Yeni Zelanda’da yerlilerin arasında yaşamış, onların çalışma, dinlenme, eğlenme (ve televizyon seyrederken konuşma) alışkanlıklarını, törelerini gözlerken bir kıza âşık olmuştum. Gözlemlerim ile yaşadığım aşk içiçe geçmişti. Şimdi tıpkı bir antropolog gibi, topladığım eşyaları, kap kacağı, incik boncuk ile elbiseleri ve resimleri sergilersem, yaşadığım yıllara bir anlam verebilirim ancak,” der.[2]


Nakli bir sıradanlık ve dışsallık şahikası olan anlatı; Pamuk’a göre, “on yıldır üzerinde çalıştığı” bir yapıttır; ama hiç de öyle görünmemektedir…


Kendini “bir aşk romanı” olarak takdim eden yapıt; Nişantaşı, İstanbul’un zengin çevreleri, kentin sokakları, dostluklar, yalnızlar gibi Pamuk’un gözde temalarının tümünü barındırırken; özellikle, aşk, bağlılık, cinsellik gibi konuları öne çıkarıyor.


Devam edelim… Kahramanımızın butikte karşılaştığı tezgahtâr-kızla aralarında baş gösteren aşk Kemal’in yaşamını kökten etkileyecek, onu tutkulu bir insana dönüştürecektir. Kemal, o baştaki mutlu anların birer hatırası olarak toplamaya başladığı nesneleri bir koleksiyoncu titizliğiyle biriktirecek, artıracak, saklayacak ve sonra bir müzeye dönüştürecektir. Füsun’la olan aşklarının müzesine, Masumiyet Müzesi’ne...


70’lerden günümüze uzanan hikâye, bu müzedeki nesnelerle birlikte gelişip ilerliyor. Kemal Basmacı’nın ağzından anlatılan öykünün sonunda, tıpkı Kar’da olduğu gibi yazar Pamuk da devreye giriyor. (Romanın medyatik açıdan önemli özelliği, gerçek bir Masumiyet Müzesi kurulması!)


A. Ömer Türkeş’e göre, “Pamuk’un ‘Masumiyet Müzesi’nde anlattığı aşk, Cumhuriyet Türkiye’sinin modern muhafazakâr karakterinden kaynaklanan bir tür… XX. yüzyılın başlarında Batı ile Doğu arasında melezlenerek hayat bulmuş, çoğaltıla çoğaltıla, nesilden nesile aktarıla aktarıla benimsenmiş, yüceltilmiş, cinselliği neredeyse dışarıda bırakıp sadakati öne çıkarmış bu aşk türü de şimdi biraz tuhaf görünmekle birlikte, aşkın ta kendisidir.”


“Batı/ Doğu” ikilemi üzerine inşa edilen Pamuk’un romanı, bir yanıyla yine uyarlama…


“Nasıl” mı? XIX. yüzyıl sonu New York sosyetesini anlattığı romanlarıyla Amerikan edebiyatının büyük yazarları arasına giren Edith Wharton’ın, 1920’de yayımladığı Pulitzer ödüllü romanı Masumiyet Çağı’na[3] (Martin Scorsese tarafından 1992’de filmleştirildi) yönelik çağrışımları (başlık ve dahası), Pamuk’un liberal göndermeler yoluyla Batı edebiyatı kanonunu Türk kültürüyle yoğurup yeniden yorumlama arzusunu ortaya koyuyor…


‘Masumiyet Müzesi’ndeki aşk için “yıkıcı”, “çıldırtıcı”, “erotik”, “acılı” gibi çok değişik nitemler kullanılabilir. Ancak romandaki aşkı belirleyecek, en kuşatımlı sözcük “hormonlu” nitelemesidir…


Aslı sorulursa “Benzersiz bir aşk romanı” diye sunulan yapıt, daha ilk sayfasında Vladimir Nabokov’un, Anna Karenina’yı değerlendirirken yaptığı şu saptamayı anımsatıyor: “Aşk yalnızca cinsel olamaz, çünkü o zaman bencildir ve bencilce olduğu için de yaratmaz, yıkar.”[4]


Oysa Pamuk’un, Kemal ile Füsun arasında kurgulayıp oluşturduğu aşkı, bir cinsellik üzerine temellendiriyor.


Aşkı, tek boyutlu bir cinsellik üzerinden kurguluyamazsınız;[5] çünkü…


“AŞK” İÇİN


Post-modern Pamuk’tan çok farklı biçimde Saint Exupery’nin, ‘Küçük Prens’in de, “Bir insanı sevebilmen için, bütün insanları sevmen gerekir”; Alexis Carrel’in, “Bencilliğimizin barındığı siperleri yalnız aşk gücü yıkabilir; bizdeki heyecan kıvılcımlarını o oluşturur, fedakârlığın ızdırablı yollarında neşe ile ilerlememizi o sağlar”; Miguel de Unamuno’nun, “Aşk hayallerin çocuğudur”; Cervantes’in, “Aşk herkesi eşit kılar”; Chekhov’un, “Önemli olan aşık olduğun değil, aşık olmaktır”; Sokrates’in, “Aşk, güzelliğin aracılığıyla çoğalma arzusudur”; Voltaire’in, “Aşk, doğanın dokuduğu, düş gücünün işlediği bir kanaviçedir,” diye tanımladığı “aşk” bahsi, her dönemde geçerliliğini yitirmeyen yaşamsal önemdeki bir hâldir…


Aşktaki sevgi, sadece kadınla erkek arasındaki bir çekim gücünü değil bunun ötesinde bazı anlamları da içerir…


Yani Viktor E. Frankl’in, “İnsanın özleyebileceği nihai ve en yüksek hedef sevgidir,”[6] dediği şeydir…


Örneğin bir Arap atasözü “Aşk hasretten doğar” derken; Mevlânâ da, “Aşka uçamadıktan sonra kanat neye yarar?” diye sorar.


Aşkta seven sevdiğiyle beraberdir; mesafeler bu beraberliğe yenik düşer.


Öte yandan Fuzuli, “Aşk imiş âlemde her ne var ise” derken, her şeyin aşktan ibaret olduğunu ifade eder.


Yine ‘Hürriyet Kasidesi’nde Namık Kemal, “ “Ne efsunkâr (büyüleyici) imişsin ah ey didâr-ı hürriyet (hürriyetin yüzü)/ Esîr-i aşkın (aşkının esiri) olduk gerçi kurtulduk esâretten,” derken hürriyet aşkını vurguluyordu…


Nâzım Hikmet’e de, “Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da,/ Hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil” dizelerindeki toplumsal ülküler ile “Seviyorum seni/ ekmeği tuza banıp yer gibi/ Geceleyin ateşler içinde/ uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,” kişisel sevdaların nasıl da insanî bir bütün olduğunu anlatır hepimize…


Ya “Ben sana mecburum bilemezsin/ adını mıh gibi aklımda tutuyorum/ büyüdükçe büyüyor gözlerin/ ben sana mecburum bilemezsin/ içimi seninle ısıtıyorum,” diye haykıran Attila İlhan’ın veya Özdemir Asaf’ın dizelerine, “Bir seviyi anlamak/ Bir yaşam harcamaktır,/ Harcayacaksın./ Bir gün, tam anlatmaya…/ Bakacaksın,/ Gözlerimi kapayacağım…/ Anlayacaksın,” diye yansıyan, emek isteyen tutkudur aşk...


Murathan Mungan’ın dizelerinde, “Aşk yeniden/ Akdeniz’in tuzu gibi/ Aşk yeniden/ Rüzgârlı bir akşam vakti/ Aşk yeniden/ Karanlıkta bir gül açarken/ Aşk yeniden,” haykırışıyla ifadesini bulan aşk; Sabahattin Ali’nin ‘Değirmen’ başlıklı hikâyesindeki üzere tamı tamına şöylesi bir gerçektir: “Sen aşkın ne olduğunu bilir misin adaşım, sen hiç sevdin mi?... İnsan ilk aşkından sonra ikinci bir aşka oradan üçüncüye ve dördüncüye doğru yönelir. Peki ama, bu sevmek midir be adaşım, bir kadını öpmek, onu istemek sevmek midir?... Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi? Pekâlâ, ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o?... Atma be adaşım, kaç tane kalbin var senin?... Hem biliyor musun, bu aptalca bir laftır; kalbin olduğu yerde duruyor ve sen onu filana veya falana veriyorsun... Siz sevemezsiniz adaşım…”


Burada durup, “Hayat sanatı, sanat hayatı taklit ediyor. O bakımdan, Orhan Pamuk’un anlattığı aşkın ve hastalıklı tutkunun bu hayatta bir karşılığının olmadığını söyleyemeyiz,” diyen İsmet Berkan’a ve onun gibi düşünenlere anımsatmadan geçmeyelim: Edebiyatın görevi “hastalıklı tutkular”ı yüceltmek, “Aşkın sonu”nu ilan etmek[7] değildir!


Kaldı ki aşkı da, “hastalıklı tutkular”ın, tek boyutlu bir cinselliğin, bireyciliğine mündemiç kurguluyamazsınız; bu romana, edebiyata haksızlık olur…



EDEBİYAT PARANTEZİ


Elbette insanı, içinde doğduğu tarihsel, toplumsal koşullardan soyutlayamayız. İnsanın bireysel tarihinin ardında bu koşullar yatar aslında; Milan Kundera’nın ‘Roman Sanatı’na ilişkin söylediği sözlerdeki üzere: İnsan ve dünya sümüklüböcek ve kabuğu gibi bağlıdır birbirlerine. Dünya, insanın bir parçasıdır, onun uzantısıdır; dünya değiştikçe varoluş da (dünyada konumlanmış olma) değişir. Balzac’tan bu yana varoluşun “dünya”sı tarihseldir ve roman kahramanlarının yaşamı, tarihlerin belirlediği bir zaman uzamı içinde geçer.


‘Masumiyet Müzesi’ne bu açıdan bakılırsa onun çok katmanlı bir roman olduğu söylenebilir. İlk katmanında Kemal’le Füsun’un “melodramatik” aşkları verilirken öteki katmanlardaysa toplumsal yaşamımızdaki değişimler, dönüşümler, siyasal dalgalanmalar yansıtılıyor. İçeceklerden yiyeceklere, giyim kuşamdan kullanılan eşyalara, geleneklere, törelere değin birçok şey etkileşimsel bir örüntü içinde veriliyor. Daha doğrusu “romanını insan manzaraları” tarihsel, toplumsal koşulların içinde oluşturuluyor. Bu da ister istemez romanın söylemsel örüntüsünü etkiliyor, değişik söylemler üretiliyor.


“Yalınlaştırarak belirteyim, üç tür söylem biçimi ağır basıyor romanda. İlki, sevişme sahneleriyle, ‘yüksek sosyete’ diye adlandırılan kesime özgü ilişkiler ağının betimlenmesinde kullanılan ‘magazinsel söylem’dir.”[8]


Burada bir kez daha “… ‘Masumiyet Müzesi, mutluluk ve bilmek üzerine bir roman,” diyen Cem Erciyes’e; Turgay Fişekçi’nin saptamalarını anımsatmadan geçmeyelim:


“Pamuk, roman geleneğimizin dışına çıkan bir yazar. Türk roman geleneği, aynı zamanda bir ‘memleket’ romanı olma özelliği taşır. Ülkenin ve insanlarının sorunlarını sergileme, tartışma alanıdır. Orhan Pamuk, bu alanı Nişantaşı-Çukurcuma-Boğaz üçgenine indirgiyor. O alanı da kendi gerçeğinin dekoru olarak anlatıyor. Kahramanları bu üçgenin dışına yalnızca fabrikaya, havaalanına ya da otomobille Paris’e gitmek için çıkıyorlar.


Masumiyet Müzesi’nin çok acı bir konusu var. Umutsuz bir aşk hikâyesi... Böyle bir konuyu Kafka yazsa, okurunu karabasanlara sokar, intiharın eşiğine getirip bırakırdı. Orhan Pamuk, bu acıklı konuyu bir pembe dizi uçuculuğunda anlatıyor. Zaman zaman gerçek değil de gerçeküstü bir olaylar zinciri içindeymiş duygusu da uyandırıyor okurda…”[9]


Özetle Pamuk’un post-modern anlatısı, bireyci imgelerle yaratılmış bir kurgudur; hayatla ilintisi, sadece “Nişantaşı-Çukurcuma-Boğaz üçgeni”ndedir…


Ruth Berlau’nun deyişiyle, “Kapitalizmin toplumsal ilişkiler konusunda, özenle ve zorbalıkla ayakta tutan bilgisizlik”ken; hayatı, fantezilerinizde de olsa, “Nişantaşı-Çukurcuma-Boğaz üçgeni”ne hapsedemezsiniz; hapsederseniz buna da edebiyat diyemezsiniz…


Hayır Mario Vargas Llosa’nın, “Edebiyat, aşkın, tutkunun ve cinselliğin sanatsal yaratı niteliği edinmesine de katkıda bulunmuştur,” uyarısını “es” geçmiyorum; ancak Ralph Waldo Emerson’un, “İnsanlar kötü edebiyattan o kadar hoşlanıyorlar ki, iyi edebiyatı hak etmiyorlar”; Roland Barthes’in, “Edebiyat, soru eksi yanıttır”; Umberto Eco’nun, “Edebiyatın gücü, bir metnin, hiçbir zaman tümüyle tüketilmeksizin durmadan farklı okumalar üretebilmesindedir,” saptamalarının altını özenle ve defalarca çiziyor ve sözü Ahmet Oktay’a bırakıyorum:


“60’lardaki, 70’lerdeki roman yazılmıyor artık Türkiye’de. Bir Orhan Kemal, bir Yaşar Kemal yok. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de başka türlü bir roman anlayışı empoze ediliyor ve moda kılınmaya çalışılıyor. Onun üzerinde düşünüyorum, niye böyle oldu bu? Romanımızı dönüştüren nedir yani toplumsal konulardan uzaklaşma durumu. Türk romanının 80’den sonra vicdanı azaldı hatta kayboldu. Şimdinin romancıları başka şeylerle uğraşıyor. Bütün dünyada izlenen bir olgu bu...


Kapitalizmin, Lenin en yüksek aşaması diye tarif eder Emperyalist dönemi, ürünü romanlar bunlar. İşte bu roman bizde değişmeye başladı.


Adorno’nun yani Frankfurt Okulu’nun teorisyenlerinin söylediği gibi ‘kültür endüstrisi’ bir toplumu en çok etkileyen ve orada bir biçim verebilen bir güce sahip. Dolayısıyla ister istemez kültür alanından bir giriş yapıyor Kapitalizm. Emperyalizm eskiden saldırgan metotlar seçerdi, işte fiilen işgal yaygındı, şimdi bu tip yaklaşımlardan mümkün olduğunca uzaklaşıyorlar, daha rafine yöntemler buluyorlar. Önemli olan rızayı sağlamak...


Bu rızayı da ancak fikirler, duygular yoluyla sağlamak, entelektüel savaşla bu işi yürütmek daha kolay. Maddi açıdan bakıldığında da ikna yoluyla teslim almak daha ucuz. Türk romanı da böyle böyle değişiyor, değişti ister istemez.


12 Eylül sonrasında piyasa ekonomisi ve küreselleşme söylemi egemen kılındı, kültürel alan büyük ölçüde yeni sağ ideoloji çevresinde üretildi ve homojenleştirildi. Bu ortamda birçok Türk yazarı, başyazarlarından köşe yazarlarına, medyanın neredeyse çoğunluğu toplumsal ve siyasal sorunları yumuşatarak ele alma gayretinde. Eskiden gelir dağılımı, toplumsal adalet gibi sorunlarla uğraşılırdı şimdi öyle kaygılar kalmadı. İşte uluslararası pazarda ne geçerliyse, Amerika’da ne yapılıyorsa benzerleri uygulanıyor. AKP hükümeti güdümlü büyük sermayenin elindeki medya, düzenli ve sürekli biçimde, başpatron ABD’nin yaşam biçimini ve çarpık duygu dünyasını emekçi sınıf ve kesimlere içselleştiriyor.


Türk yazarın yeniden vicdan sahibi olması, toplumsal meselelere ilgi duyması, tespitlerde bulunması lazım… İnsanlar niye bu hâle geldi? Bu bir ahlâk sorunu son kertede, yani niçin Yaşar Kemal Çukurova’yı terk ediyor? Bu tip soruları sormak lazım... Şimdi bir köy romanına, köyün sorunlarını irdeleyen veya işçi sınıfının durumunu ele alan bir romana rastlıyor musunuz? Hayır. Bunların belirli nedenleri var.


Bu nedenler de sandığımız gibi edebi nedenler değil. Hepsinin altında siyasi oluşumlar yatıyor. O oluşumları anlamadan bu işler çözülemez.”


MANZARA


Pamuk’un çocukluğunu, ailesini, İstanbul’u, edebiyat dünyasını ve çeşitli konularda düşüncelerini anlattığı yazıları derlediği ‘Manzaradan Parçalar’ başlıklı yapıtta Ahmet Oktay’ın değerlendirmelerinden (ve elbette itirazlarından) muaf değil…


‘Manzaradan Parçalar: Hayat, Sokaklar, Edebiyat’, özyaşamöyküsü niteliğinde; yazarın yaşamından bölümlerden, yaşamın içinden gözlemlerden, yaşadığı ve gittiği kentlerle ilgili izlenimlerden, okuduğu kitaplardan, gördüğü mimari yapılara ilişkin düşüncelerinden oluşuyor.


Kitabın başında yer alan ‘Bir Hayat Hikâyesi Denemesi’nde söyledikleri, bir bakıma, ‘Manzaradan Parçalar’ın yazılış nedenini de dile getiriyor: “… ‘İstanbul’ adlı kitabımın bir yarısı şehirden söz eder, bir yarısı da yirmi iki yaşıma kadarki hayat hikâyemdir. Kitabı yazıp bitirdiğimde, aşırı bir hayal kırıklığına kapıldığımı hatırlıyorum. Kendi hayatımda anlatmak istediğim, vazgeçilmez bir hatıra olarak gördüğüm şeylerin onda birini bile ‘İstanbul’a koyamamıştım. Yirmi iki yaşıma kadarki hayatımı özetleyen ve bambaşka hatıralarla kurulmuş yirmi cilt anı daha yazabilirdim. Otobiyografinin bir hatırlama yolu değil, unutma biçimi olduğunu o zaman anladım...”


Banu Güven’in ifadesiyle, “Yazarın çoğu zaman romanına aktardığı gözlemleri, tecrübeleri, ilişki biçimleri hayatından, ailesinden, yakın çevresinden, bunları oturttuğu fikir, zemin ve çerçeve de sokaklardan, İstanbul’dan, tarihten, sanattan besleniyor. Ama romanlara giremeyen ya da tam tersi, onları bizlere hissettirmeden şekillendiren, yazarda iz bırakan ilişkiler, hatıralar ve eserler de var. Onların bir kısmını ‘Öteki Renkler’ ve ‘İstanbul’da okuduk…”


Aslı sorulursa çeşitli mecralarda yayımlanan metinlerin yer aldığı yapıt, Pamuk’un hayatını ve yazı dünyasını ortaya koyan bir kırkambar niteliğinde.


Seksen iki yazının yer aldığı hacimli kitapta Pamuk’un romanlarından yayımlanmamış bölümlerin, anıların kaleme alındığı ‘Manzaradan Parçalar’, ‘Bir Hayat Hikâyesi Denemesi’ adlı yazıyla başlıyor.


Yazar, hayatını ve kitaplarını anlattığı çalışmasına ilişkin, “İleride kitaplarım hayatımdan daha önemli ve eğlenceli bulunacak sanırım,” derken; ‘Hayat’ başlıklı bölümde de, “Onun bana verdiği güven olmasaydı yazar olmak, bunu bir hayat olarak seçmek, benim için çok daha güç olurdu,” dediği babasını, börek yapan annesini, tıraş olurken yaşadıklarını ve başa bela bir sivrisineği anlatıyor...


Bunlar çok önemli mi? Ya da Ugo Betti’in, “Anılar, zaman ve uzaklığın asit gibi aşındırdığı taşlara benzerler,” dediği kapsamda neyi, ne kadar ilgilendirir? Veya yazarlık bu mu olmalı?


Miguel de Cervantes’in, “Kalem, zihnin dilidir”; Johann Wolfgang von Goethe’nin, “Açık seçik bir üslûpla yazmak istiyorsan, önce düşüncelerini açık seçik kılmalısın”; Flannery O’Connor’un, “Kitap muhalif olacak diye korkmam, muhalif olmayacak diye korkarım”; Mario Vargas Llosa’nın, “Yazar olduğunuz için öldürülüyorsanız, bilin ki, görüp göreceğiniz en büyük saygı ifadesidir bu,” uyarılarını göz ardı etmeyeceksek; post-modern Pamuk anlatıcılığına fazla itibar etmek için bir neden yoktur; olmamalıdır da…


Hem de Karl Marx’ın, “Yazar yaşabilmek ve yazabilmek için para kazanmalıdır; ama asla para kazanmak için yaşamamalı ve yazmamalıdır”; Moliere’in, “Yazarlık fahişeliğe benzer. Önce sevdiğin için yaparsın, sonra birkaç yakın dostun için, en sonunda da para için,” sözleri kulaklarımızda çınlarken…


Evet Hakkı Devrim, “Orhan yeni kitabıyla, bize hatıra defterini açar gibi yapmış, diyebilirim,” diye durumu kurtarmaya kalkışabilir; Orhan Pamuk da, “Dünyanın doğu kısmında, Çin’de, Hindistan’da Kore’de Japonya’da Batılı yazarlara göre daha çok okunan bir yazarım. O okurlar bir Türk ve biraz batı dışı bir insan olduğum için, ama daha çok hayatlar benzediği için beni seviyorlar. Ben de oraları görmekten gözlemlenmekten hoşlanıyorum,” diyebilir; ancak hiçbir şey bireyselliğini bu denli öne çıkarmayı haklı ve anlaşılabilir kılmaz…


‘Kitaplar ve Edebiyat’ bölümünde Pamuk’un, yazı dünyasını biçimlendiren Dostoyevski, Flaubert, Nobokov, Camus, Tanpınar gibi yazarlar hakkındaki yazıları yer alıyor.


Gustave Flaubert için: “Pek çok yazar, hayatının bir kısmında benim gibi Flaubert olmak istemiştir. (...) Mektuplarında da sık sık karşılaştığımız, insanoğlunun ve özellikle burjuvaların budalalığından bıkıp usanmış bu alaycı ses, gücünü Flaubert’in zekâsından ve çok özel mizah yeteneğinden alır. Zekâsının ve mizahının hedefinin, bütün hayatı boyunca uzak durmaya çalıştığı sıradan orta sınıf değerlerine, modernleşme ve sanayileşmenin ürettiği yeni, rahat, huzurlu günlük hayata yönelmesi, Flaubert’in sesine günümüzde pek çok yazarın özdeşleşmekten hoşlandığı bir güç verir.”


‘Benim Kitaplarım’ bölümünde de Pamuk yapıtlarından kimileri hakkında bir hayli iddialı ve hiçte mütevazi olmayan biçimde konuşur ‘Kara Kitap’ için, örneğin; “Kara Kitap bana bir kitabın başarısının kıstasının kendi koyduğu edebi, biçimsel sorunları çözebilmesi değil, bu sorunların büyüklüğü, iddiası ve onları çözebilmek için yazarın harcadığı umutsuz çabanın ölçüsü olduğunu göstermiştir. İyi kitaplar yazmak kadar zor bir şey de, yazardan sürekli her şeyi, bütün gücünü, yaratıcılığını, bütün hayatını talep eden konular bulmaktır,” derken; yine ‘Benim Adım Kırmızı’ için de ekler: “Benim Adım Kırmızı, büyük emeklerle, tutkuyla, hayatımdan çok şey koyarak ve bütün bir millete seslenen ‘klasik bir kitap’ olsun diye yazıldı. Mağrur bir şekilde, bunu başaracağımdan emin olduğumu söylesem çok mu kendime güvenmiş olurum...”[10]


Pamuk, kendini ve yapıtlarını neden bu kadar “önemsiyor”, “önemliymiş gibi sunuyor” ya da Seneca’nın, “Büyüklüğün belli bir ölçüsü yoktur. Yükselen ya da alçalan şey kıyaslamadır. Nehirde büyük görünen bir gemi, denizde küçüktür”; Mevlânâ’nın, “Kitaplardan önce kendimizi okumaya çalışalım,” sözlerini “es” geçiyor?


Gerçekten de ‘Manzaradan Parçalar’ın son bölümünde, siyaset ve vatandaşlığa dair dertlerden yakınan Pamuk’un; Bush, Saddam, Erdoğan, Chomsky ve hakkında açılan 301 davası konusunda düşüncelerini dile getirmesine göz attığımızda, siyasi tavır(sızlık)ına değinmek “olmazsa olmaz” oluyor…


SİYASİ TAVIR(SIZLIK)I


Nâzım Hikmet’in, “Yeryüzünde çocukların bir daha öldürülmemesi için her namuslu yazarın, hangi milletten olursa olsun yalnız mısralarla ve kafiyelerle değil, gerekirse elde silah dövüşmesi gerektiğini bir daha anladım,”[11] deyişine “angaje eleştirisi” yöneltenlerin, her hâlde Thomas Mann’ın, “Her entelektüel tavır gizliden gizliye politiktir,” saptamasına bir itirazı yoktur ve olamaz da…


O hâlde siyasi tavır, bazı şeyleri söylemeyi seçmek kadar, ifade de “olağan”ın sınırlarına teslim olmadan tavır almak/ taraf olmaktır ki, politik olan da tam budur…


Bu bağlamda Pamuk, politik değil, aksine apolitiktir…


Kaldı ki, vasatın arayışındaki Pamuk’un NTV’de Banu Güven’in sorularını yanıtlarken, 12 Eylül 2010’daki Anayasa referandumunda “Evet” oyu kullanacağını açıklayıp; yine CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na da, “Ben edebiyatçıyım ve böyle siyasi bir tartışmanın tarafı olmaktan rahatsızım. Yurtdışında olacağım için referandumda da oy kullanamayabilirim,” demesi bunu çok iyi sergilemektedir…


Yani bir zamanların “muhalifi”, TCK 301 mağduru Pamuk’un siyasi tavır(sızlık)ının pek tutarlı, parlak, uzun soluklu olduğunu söyleyebilmek mümkün olmadığı gibi, büyük ölçüde de hayal kırıklığına eşitlenmiş gibidir…


Örneğin TCK 301 sürecini ve sonrasında Pamuk’un soluğu ABD’de aldığı suskunluğunu/ çekimserliğini anımsayın…


Daha fazlası gerekli mi?


Evet, tam bu noktada BBC’de yayımlanan ‘Hardtalk’ programında Pamuk’un, sunucu Stephen Sackur’a, “Kutuplaşma yaratan bir kişi değil mütevazı bir yazarım. Milliyetçi sağ kanat aleyhimde kampanya yürütüyor. Otoriterlerle problem yaşıyorum,” dediğini anımsatabilirsiniz…


Ancak, Güneri Cıvaoğlu’nun, “Nobel Ödüllü, küresel üne sahip bir yazar. Yakışıklı, kültürlü, dünyanın saygın üniversitelerinden Columbia’da ders veriyor. Kitapları 58 dilde yayımlanmış, 7 milyondan fazla satmış… Ona kadınların ilgi göstermesi doğal… New York’ta East River’a bakan terasta söyleşirken manzaranın güzelliği ve romantizmi ile örtüşen ‘kadınların ona ilgisi’ sorusunu yönelttim,”[12] türünden medyatik sunumlara mazhar olan Pamuk’un “kutuplaşmanın neresinde olduğu”nu ve “otoriterlerle yaşadığı probleme karşı tutumu”nun ne olduğunu, açık açık izah etmesi gerekmiyor mu?


‘Manzaralar’da kendinden sık sık söz eden Pamuk için elbette, elbette gerekiyor…


TENEKE TRAMPETLERE SARILAN İNSAN(LIK)


Pamuk’un yaşadığı ve yazdığı, aslında “seyirlik bir hayat”tır…


Evet, post-modern Pamuk anlatısı, “asri zamanlar”da “seyirlik bir hayat”ı naklettiği için bu denli modadır…


Bir an düşünün: Hep birileri bizim adımıza bir şeyler hazırlıyor; anayasayı hazırlıyor, kahvaltımızı hazırlıyor, yaşadığımız ortamları hazırlıyor, yatağımızı hazırlıyor; biz sadece ve sadece bu hazırlanışları izliyor ve hazıra konmanın hazzını yaşıyoruz, hazıra kondukça daha fazla hazıra konma isteği kabarıyor içimizde ve daha fazla uyuşuyoruz.


“Asri zamanların içe dönük seyirlik hayatı” bu!


Kabullenilmemesi, reddedilmesi gerekenin ta kendisi…


“Çivisi çıkmış hayat” tam da böylesi bir kabul üzerinde yükselip, sürdürüyor varlığını; Eflatun’un, “Sorgulanmayan hayat yaşanmaya değmez,” uyarısını anımsatırcasına…


İnsan(lık)ın, kendinden başkasını görmeyen bireysel bir körleşmeyi dayattığı “Asri zamanların içe dönük seyirlik hayatı”nda sadece bakmak değil görmek, insan olmak ve kalmak bağlamında kilit önem taşıyor…


Aslında Mevlânâ’nın dediği gibi, “İnsan göz”dür; öte yanı deriden, etten başka bir şey değil... Göz neyi görüyorsa değeri o kadardır insanın… Çünkü bakmak gözle yapılan bir eylem iken, görmek aklın devreye girmesiyle mümkündür…


Ancak gören, “Hayır” diyebilir; bakan da “Evet”…


“Evet” dediğinizde, başkalarının kendileri için dayattığı kuralları onaylayıp, onların dünyasının seyircisi olmaya devam edersiniz. “Hayır”, sihirli bir sözcüktür; isterseniz dünyayı değiştirebilirsiniz; bütün dünya ona göre şekillenir…


“Evet”, yok edicidir; “Hayır” da var edici…


“Olağan” denilen kapitalizm koşullarında “Evet”, özgürlükten kaçıştır…


Oysa Nikos Kazancakis’in, “Beklediğim hiçbir şey yok. Kimseden korkmuyorum. Özgürüm”; Ambrose Bierce’nin, “Özgürlük, hayal gücünün sahip olduğu en değerli şeylerden biri”; Clarence Darrow’un, “Peki, kim özgür öyleyse? Yalnızca kendi kendinin buyruğunda olan, yoksulluktan, ölümden ve zincirlerden korkmayan, kendi tutkularına meydan okuyacak ve rütbeye nişana değer vermeyecek kadar güçlü, yetkin, olgun ve çok yönlü, akıllı insan;” Horatius’un “Bu dünyada özgürlüklerini ancak başkasının özgürlüğünü koruyarak koruyabilirsin. Ancak ben özgürsem özgür olabilirsin,” diye tarif ettiği özgürlük, bireyin kendi yaşam sorumluluğunu üstlenmesi ve seçimlerinin sonuçlarına katlanabilmesidir.


Bunun için gücün (çemberin) dışına çıkmak, yani “Özgürlük; mutlak bir güvensizlik, kuşku, yalnızlık, kaygı ve korku duygusuna yol açar.” Yaşam sorumluluğunu üstlenemeyerek, “Korkuya kapılan birey, özgürlüğünü teslim edeceği bir güç arar; kendi bireysel özüne katlanamaz. Özgürlüğün yükünü sırtından atarak güvenlik aramaya çalışır.”


Fromm’a göre, “Kendini ortaya koyamayan, talepte bulunamayanlar, bunun yerine başkalarının gerçek ya da gerçek dışı buyruklarına boyun eğme eğilimi gösterirler. Bunlar çoğu zaman güç karşısında “ben istiyorum, ben buyum” duygusunu yaşama yetisinden yoksundurlar. Yaşamı, yaşadıklarını kendi denetimlerinin dışında değiştiremeyecekleri bir güç olarak algılarlar.”[13]


Yani ya “Hayır” der kendinizi ve size ait dünyayı var edersiniz ya da boyun eğip, “Evet” ile özgürlüğünüzden kaçarsınız.


İtaat etme beklentisini de beraberinde getiren “Evet”, baskıcıdır…


“Hayır”ı ortaya çıkarabilmek, yaşamı tüketici bir seyirci refleksiyle alkışlamak, yuhalamaktan kurtulmayı “olmazsa olmaz” kılıyor…


Bu da tekdüze ritmi, seyirci refleksini bozacak, gösteriyi dağıtacak, seyreden ile seyredilen ikiliğini sonsuza dek iptal edecek “trampetli deli”lere olan ihtiyacı büyütüyor…


Gerçekten de Rahmi Öğdül’ün işaret ettiği gibi, “Günter Grass’ın aynı adlı romanından uyarlanmış ‘Teneke Trampet’ filminde yetişkin olmayı istemeyen, büyümesini altı yaşında durdurmuş Oscar, bozuk bir ritimle çaldığı teneke trampetiyle, Nazilerin düzenlediği tekdüze, uygun adım, askerî resmî geçit törenini darmadağın edebiliyordu.


Seyredilecek gösteri kalmıyordu sonunda. Mahallemizin delisi de hayatın sıradan, rasyonel akışında bir çatlak yaratabilir, biz ‘akıllı’ insanların ‘akıllı, sağduyulu’ işlerinden başlarını kaldırıp kısa süreli oyalandıktan sonra yine egemen rasyonalitenin içine gömülmelerini sağlayan tekdüze ritmi toptan bozabilirdi.


Teneke trampetlerimizi sakladığımız yerden çıkarıp kendimizce çalma zamanı geldi galiba. Tepede alınıp biz aşağıdakilere dayatılan kararları, temsilcilerimizin sahneye koydukları temsilleri, gösteri toplumunun piramidini alaşağı edecek başıbozuk, gayri resmî geçit törenleri düzenlemenin zamanı; sadece izlemekle yetinmek yerine aktif katılımcılar olarak kendi gösterilerimizi kurmanın vakti geldi,”[14] diyenler için Pamuk anlatıcılığının ifade ettiği hiçbir şey yoktur…



TEMEL DEMİRER



N O T L A R

[1]Roland Barthes, Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı.
[2]Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yay., 2008, s.548.
[3]Edith Wharton, Masumiyet Çağı, çev: Gizem Genç, Altın Bilek Yay.
[4]Vladimir Nabokov, Edebiyat Dersleri, s.86.
[5]Theodor Reik, Aşk ve Şehvet Üzerine-Cinslerin Duygusal Farklılıkları, Çev: Ali Kılıçoğlu, Say Yay., 2009.
[6]Viktor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, çev: S. Budak, Öteki Yayınevi
[7]Düşünür, yazar, psikanalist Julia Kristeva’ya göre artık aşk yok. Çünkü, insanlar hayal kırıklığına uğradıkça inançsızlaşıyor ve artık biz “Şüpheci, bilinçli, uyanık, aklı başında ve her şeyi ortada varlıklarız.” (Figen Şakacı, “Mutlak Aşk Yoktur, Sonsuz Arkadaşlık Vardır”, Radikal, 12 Haziran 2010, s.22.)
[8]Emin Özdemir, “Hormonlu Bir Aşk Romanı”, Cumhuriyet Kitap, No:977, 6 Kasım 2008, s.24-25
[9]Turgay Fişekçi, “Masumiyet Müzesi”, Cumhuriyet, 17 Eylül 2008, s.14.
[10]Orhan Pamuk, Manzaradan Parçalar-Hayat, Sokaklar, Edebiyat, İletişim Yay., 2010, s. 240-341-349
[11]Nâzım Hikmet, Sözcükler Dergisi, Eylül 2010.
[12]Güneri Cıvaoğlu, “Orhan Pamuk: Çapkın Değilim”, Milliyet 10 Ekim 2008, s.2.
[13]E. Fromm, Özgürlükten Kaçış, Payel Yay., 1988.
[14]Rahmi Öğdül, “Trampetin Çağrısı”, Birgün, 26 Ağustos 2010, s.15.


SABİT KEMAL BAYILDIRAN: Manzumenin Üç Hali: BAYRAK




BAYRAK


Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü…
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin örtüsü
Işık ışık, dalga dalga bayrağım,
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.


Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım.
Seni selâmlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım.


Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder…
Gölgende bana da, bana da yer ver!
Sabah olmasın, günler doğmasın, ne çıkar:
Yurda ay-yıldızının ışığı yeter.


Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün
Kızıllığında ısındık;
Dağlardan çöllere düşürdüğü gün
Gölgene sığındık.


Ey şimdi süzgün, rüzgârlarla dalgalı;
Barışın güvercini, savaşın kartalı…
Yüksek yerlerde açan çiçeğim;
Senin altında doğdum,
Senin altında öleceğim.


Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim;
Yer yüzünde yer beyen…
Nereye dikilmek istersen
Söyle seni oraya dikeyim!


Arif Nihat Asya
Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor, 1946


Arif Nihat Asya’nın “Bayrak”ı hamasi manzumelerin en ünlüsü olmakla kalmaz, aynı zamanda benzer temalı olanların en iyisidir ve bu nedenle ‘ulusal günlerde’ en çok okunanıdır.

Bayrak, milliyetçi ideolojinin fetişlerinin başında yer almasına rağmen, kayda değer çok sayıda ‘bayrak’ şiiri yazıldığı söylenemez. Vatan ve millet konularında söylenen şiirlerle kıyaslandığında, bayrak şiirlerinin az sayıda olmasının, bayrakla ilgili imgelemlerin sınırlı oluşuna bağlı olduğu kadar, Osmanlı’da çok çeşitli ve çok değişik renklerde bayrakların kullanılmış olması, kesin formu belirlenmiş ve teke dönüştürülmüş bayrağın çok geç tespit edilmesinden doğan bir durumdan kaynaklandığı görülür. Aşağıda da örnekleyeceğimiz gibi şairler, belli imgeler etrafında dönüp durmak durumunda kalmışlardır.


Günlük konuşmalarımızda, bir kişinin ne konuştuğu sorulduğunda “Hiç, vatan, millet, Sakarya…” dendiğinde o kişinin duygulara hitap ederek hiçbir şey söylemediğini, böylece boş laflar ettiğini anlatmış oluruz. ‘Vatan, millet, Sakarya’ üçlemesi milliyetçi söylemin temel öğeleridir. Tabii pratikte ‘Sakarya’nın yerini ‘bayrak’ almaktadır.


‘Bayrak’ sözcüğü, Türkçenin komşu dillere verdiği belli başlı sözcüklerden biridir. M. Fuat Köprülü, bu sözcük hakkında şu bilgileri veriyor:


Bad- kökünden gelen ve d>y değişmesi neticesinde, bayrak şeklini alan bu kelimenin, semantik bakımından sancak kelimesi ile olan benzerliği pek açıktır. Anlaşılıyor ki, eski Türklerde b a y r a k, batırılacak, saplanacak bir silahın (msl. Mızrak ve süngü gibi) adıdır ki, savaşlarda bunun ucuna onu kullanan kahramanın ve mensûp olduğu kabîlenin alâmeti konuluyordu ve Mahmud Kaşgari devrinde (XI. asır) bu âlamet oğuzlar arasında kırmızı ipek kumaştan yapılıyordu.



[B]ayrak, tanınmış cengâverlerin savaşlarda taşıdıkları mızrağın adıdır ki, ucuna, y a k denilen yaban öküzü veya at kıllarından yahut ipekli kumaştan yapılmış bir âlâmet takılır; semantik bakımdan, sancak kelimesi bundan farksızdır; perçem, kutas, muncuk, calış ve tuğ kelimeleri de az-çok farklar ile, aynı mefhumu ifâde eder; bunlardan bazılarının hususî bir mâna almaları, daha sonraki devirlerdedir.(1)


Tarihsel gelişim içinde ulus devletin simgesi konumuna gelmeden önce ‘bayrak’ hükümdarın egemenlik sembolü olduğu gibi, önemli liderlerin, komutanların, esnaf teşekkülleriyle, tarikatların da alamet-i farikalarıydı.


Türk devletlerinde üzerinde değişik semboller bulunan pek çok renkte bayraklar olmuştur. Sözgelimi Selçukluların bayrağı siyah renkliydi. Bugünkü bayrağımıza benzeyen, ‘kırmızı zemin üzerine sola açılmış altın sarısı ay’ bulunan bayrak bir İspanyol din adamının eserinde, o zamanlar Candaroğullarına ait olan Sinop’un üzerine işlenmiş olarak görülür. Osmanlı’da değişik dönemlerde değişik renkte bayraklar kullanılmıştır. Ay yıldızlı kırmızı bayrağın yaygınlaşması II. Mahmut zamanında görülse de bu dönemde başka formda ve değişik semboller işlenmiş bayraklar da sıkça kullanılmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti bayrağının son ve kesin biçimi ancak 1936 yılında yürürlüğe giren bir yasayla kesinleşmiştir. Arif Nihat Asya da “Bayrak” manzumesini bu kesinleşmenin onuncu yılında yazmıştır.


İslamiyet öncesi, elimizde bayrak/sancak/tuğ temalı bir şiir yoktur. Osmanlı döneminde bayrak ehl-i küfre karşı İslam ümmetinin simgesi olarak yüceltilmiştir; o da çok geç tarihlerde.


Gazi Giray (XVI. yy), “Râyete meylederiz kâmet-i dilcû yerine/ Tûğa dil bağlamışız kâkül-i hoşbû yerine”(2) beytinde ‘Tuğ’ sözcüğünü kullanırken, bayrağı sevgilisiyle kıyaslamakta, bayrağın daha önemli olduğunu işaret etmektedir. Hayâli ise, İran’a yapılan sefer için söylediği manzumede “Yürüsün sahib-i hatem sancak çekip tuğlar ile/ Başı üsküf sırtı kaplan postlu can kullar ile”(3) derken ‘sancak’ ile ‘tuğ’u birlikte kullanıyor. Tuğ da sancak da burada iktidar sembolüdür; demek ki o zaman iki sembol aynı anda yürürlüktedir; Bizans’tan öğrenilen ‘bayrak’ kültürüyle, Orta Asya’dan getirilen ‘tuğ’ aynı anda aynı şeyi anlatmaktadır.


Şu dörtlükte de ‘yeşil’ bayrak dikkati çekiyor:

Çalık Hasan eydür: Beyler,
Yardımcınız olsun pîrler
Yeşil bayrak sarı tuğlar
Çekilir Bağdat üstüne


Osmanlı’da yeşil bayrak, Muhammet Peygamberin bayrağı kabul edildiğinden İslam’ın sembolü olarak kullanıldı. Bektaşi Ocağına bağlı olan yeniçerilerin gözünde Şii İran Müslüman sayılmadığı için, onlara karşı ‘yeşil bayrak’ çekilmektedir.

Tuğlar çıkıp sancağımız çekilir
Bir od düştü cihan yanar yakılır
Yine ilin vilayetin yıkılır
Şan ne akıl ettin aldın Bağdadı


Kayıkçı Kul Mustafa yukarıdaki dörtlükte ‘sancak’ı kullanırsa da Bektaşiler, dolayısıyla yeniçeriler daha çok ‘bayrak’ sözcüğünü kullanmayı yeğlemişlerdir: Âşık Mehmed, 1897 Yunan Savaşı sırasında yazdığı manzumede şöyle der:

İnayet-i rahman yetişti bize
Üçler’le Yediler hem Kırklar bile
Birlikte girdiler Yeni Şehir’e
Şükür fetheyledik diktik bayrağı


II. Mahmut, yeniçeri ocağını kaldırıp Bektaşi dergâhlarını kapattıktan sonra, ‘bayrak’ sözcüğünün kullanımını yasaklamış, yerine ‘sancak’ sözcüğünün kullanılmasını emretmiştir. Bu nedenle olsa gerek, Tevfik Fikret, manzumesinin adını “Sancağa Karşı” koymuştur. Bu manzumede de bayrak henüz Türklüğün sembolü değil, İslam’ın sembolüdür: “Ey râyet-i peygamber, ey ümmid-i ahir/ milyonlarla kulübun”(4) dizeleriyle başlayan manzumede, kendisi dindar olmasa da Fikret, sancağa kutsallık katmak için onun peygambere ait olduğunu söylüyor. Daha sonra yazılan şiirlerde bayrağın ‘millete ait’ olduğu vurgulanacaktır.


“Asker Geçerken”de Fikret, artık yaygınlaşmış olan kırmızı bayrağa vurgu yapar, onu ‘ezelî bir tan’a benzetir:

sancak, o reng-i âl ile fecr-i ezel gibi
fevk-i mehâbetinde saçar mevc mevc fer
.(5)


Mehmet Emin de “Anadolu’dan Bir Ses…”te ‘din’i henüz dışlamamaktadır: “Yaradan’ın Kitab’ını kaldırtmam/ Osman’cığın bayrağını aldırtmam”. ‘Osmancık’, Cumhuriyet’le birlikte, geçmişle bağı koparmak adına Mehmetçik’e dönüşecektir.


Osmanlı, Balkanlarda dünkü ‘kölelerine’ yenilip geri çekildikçe ‘bayrak’lı şiirler artmağa başlar. Bayrağın rengi ile kan arasında sürekli bir bağ kurulur. “Türk bayrağının doğuşu” efsanesi de bu sıralarda oluşturulmağa başlar. Nitekim Ali Ekrem Bolayır “Sancak”ta al bayrağı Türklüğün sembolü değil de ‘üç yüz milyon Müslüman’ın sembolü olarak görür (Bu arada Türklerin Müslümanların önderi olduğunu vurgular ki bu, günümüzde de yaşayan bir bakıştır.) ve toplumu savaşmaya motive etmek için Osmanlı’nın o parlak günlerine tekrar dönüleceği umudunu aşılamağa çalışır:

Şehitlerin kanıyle
Aldır vatan toprağı,
Onun için al olmuş
Osmanlının sancağı.



Senin idi bu âlem
Ulu sancak, hak sancak!
Üç yüz milyon Müslüman
Yine senin olacak!


Vatan toprağının kırmızılığını şehit kanına bağlaması, çirkin bir imgedir; geçmişe özlem ise ‘senin idi’ sözünde yatıyor. İsmail Safa, Yunan Savaşında yaralananları uğurlamak için yazdığı “Gazileri İstikbal”de Yunan’ın bağımsızlık savaşımını “O gösterdi endâmını kaddini/ Varıp siz de bildirdiniz haddini” dizesinde belirttiği gibi, haddini aşmak olarak belirtiyor. Bayrak için de şunları söylüyor aynı manzumede:

O bayrak ki hem şekl-i necm ü hilâl
Olur nura gark ettiği yer helâl;


O bayrak ki bir hüccet-i iyddir
İşi matem-i zulmü teb’iddir.


O bayrak ki Kur’an’ı ilân kılar
O bayrağa kurbandır Osmanlılar
(6)


İsmail Safa, ay-yıldızı şiire taşıyan ilk kişi oluyor bu durumda. Ay-yıldızın ışıması, bu ışıkla yurdu aydınlatması, bu tip manzumelerin temel mecazlarından biri olacaktır. Şair, burada Yunan’ı zalim olmakla suçluyor; bayrağı bir mürsel mecaz biçiminde kullanarak, Osmanlı’nın gittiği yerden zulmü kovduğunu belirtiyor. İsmail Safa, Yunan’a karşı yapılan ‘tedip’ hareketinin meşruiyetini Kur’an’la sağlamak peşindedir. Yunan’ın ‘milli’ bir mücadele verdiğinin farkında olmadığı için mücadeleyi hâlâ hilâl/salip şeklinde değerlendiriyor.


İsmail Safa’nın bu manzumesinden sonra, Balkanlardaki mücadele artık Türk ve ‘öteki’ arasındadır. Fakat şairler, kitleleri ajite etme ‘görev’ini yükümlendiklerinden İslam’ı, Kur’an’ı öne sürmekten uzak durmazlar.


Ali Canip [Yöntem], Farsça tamlamalara savaş açacak olan, ‘Milli Edebiyat’ın örgütlendiği dergi olan Genç Kalemler’in 10. sayısında (1911) “Al Bayrağımıza” manzumesini yayımlar. Manzume, Servet-i Fünun dilinden pek uzak değil. Ali Canip, Osmanlı’nın eski ‘uşak’larına yenilmiş, Balkanları yitirmiş olmasına için için yanmaktadır:

Ey zîr-i sâyesinde Selim’in ve Fatih’in
İclâl ü ihtişamı gülen parlayan livâ,
Sen bir zamân cihânlara lerziş-nümûn idin;
Yüksel burûc-i şân, yeter artık inzivâ,
Yüksel ki âlihât-ı zafer eyler intizâr! ...

Yüksel yaraşmıyor bu kadar küçük sedir
Yüksel kifayet etmiyor evvelki i’tilâ
Yüksel ki her nazar yine her lâhza sendedir.
Yüksel ki bak hilâline meftûn durur semâ!.
Yüksel evet…Muhît-i şükûhunda gölgeler
Yüksel ki kalmasın sana ey ârâyiş-i zafer! ...
(7)

Ali Canip, bakışlarını geçmişe çevirerek günden yakınmaktadır. Gölgesinde Selim’in ve Fatih’in yüceliği ve görkemi ışıldayan bayrak, artık o dönemden çok uzaktadır. Şair, bayrağın yükselmesini, eski günlerdeki gibi zaferlerle ışıldamasını istiyor. Dikkati çeken bir yön de, Ali Canip’in bu manzumesinde İslam’a gönderme yapmamasıdır.


Bir devlet şairi olan Orhan Seyfi, Birinci Dünya Savaşı sonunda, o herc ü merc içinde, “Sancağa” manzumesiyle millete moral vermeğe çalışmaktaysa da, “İstiklâl Marşı”nın ‘Korkma!’ diye haykıran gür ve inançlı sesini yakalayamamaktadır. İçinde bulunulan durumun boğucu havasından kaçabilmek için ‘bir zamanlar’a sığınılmaktadır. Osmanlı’nın son yüzyılı, gerek milliyetçi ideolojinin doğup yükselmesinden olsun, gerek Batı kapitalizminin yarattığı teknolojinin gücünden olsun yenilgilerle, büyük toprak kayıplarıyla geçmiştir. Bu da şairleri “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik” nostaljisine gömmekte, onları nostaljik duyarlığa itmektedir. Orhan Seyfi de ‘bir zamanlar’ın yâdıyla teselli bulmağa çalışıyor:

Bir kızıl alevdin gökde bir zaman;
Solardı renginden nuru güneşin.
Şimdi bir dumansın, kara bir duman;
Sinmiş gönüllere sanki ateşin.


Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı büyük travma manzumeye iyice sinmiş, “Doğru mu bu kadar ye’se kapılmak,/ Korkarım, bu matem günah olmasın” diyen Orhan Seyfi, yenilginin ardından “Ne kadar karanlık olsa geceler/Mümkün mü sonunda sabah olmasın” gibi çok tekrarlanmış bir mecaza sığınmaktadır. Renginden dolayı bayrağımızı ‘güneş’e, ‘şafak’a, ‘alev’e, ‘ateş’e, ‘gül’e benzetmeler peş peşe gidiyor, kendisinden sonra gelecek şairlere yol açıyor. Sonraları her kim ‘bayrak’ temalı manzume yazarsa bu benzetmelerle bir ilgi kuracaktır. Nitekim çocuklar için yazdığı şiirlerle Cumhuriyet’in resmi ideolojisini öğrencilerin beynine yerleştirmeyi amaçlayan Hasan Âli Yücel “Bayrağım”da, ‘renginin şafaktan kırmızı’ olduğunu söyleyecektir. Bütün milliyetçiler gibi Hasan Âli Yücel de ölümü kutsayacak, bayrak için can vermeyi vazgeçilmez ‘hak’ların başına yerleştirecektir. Kanın rengi ile bayrağın rengi arasında kurulan bağ, “Bayrağım”da da yineleniyor:

Onun ateş kırmızısı
Ne gelincik, ne gülden
Türk oğlunun öz kanıdır
Ona bu al rengi veren


Hasan Âli Yücel’e göre bayrağı, ‘öteki’ bayraklardan üstün tutmak, Devlet’in yükümlediği bir görev değil, bir haktır. Bu hak için can vermek de kan dökmek de her Türk’ün vazifesidir. Faruk Nafiz de “Bayrak Altında”da manzumesinde ‘gönül’ün rahat edeceği adresi şöyle anlatıyor:

Üstünde bu bayrak dalgalandıkça
Gönlümüz rahattır toprak altında


Bayrak temalı şiirlerden başka bir örnek, Halide Nusret Zorlutuna’nın “Ankara Kalesinde Bayrak”ında yine aynı benzetmeler, mecazlar sıralanır:


Dalga dalga alev, kan… Hayır! Dalga dalga tan!
Onun al ışığında hür yaşıyor bu vatan:

Benim gül gül bayrağım… Kurbandır ona canım.


Halide Nusret, “Bayrak Merasiminde”de ‘gül’ ve ‘kan’ı yeniden işleyecektir:


Ona gül rengi vermiş dökülen kanlarımız,
Solmasın ey yüce Tanrım budur ancak varımız!


Yukarıdaki manzumelere ters düşen iki ürün var: Dıranas’ın ve Orhan Veli’nin aynı adı taşıyan eserleri: “Bayrak’.


Milliyetçiliğin doruklarda gezindiği 1937 yılında yazılmasına rağmen Dıranas’ın şiirinde ‘ulusal bayrağı’ işaret eden hiçbir şey yok; o bayrağı genel bir kavram olarak ele almış; hatta bu manzumedeki ‘bayrak’ı, bu nedenle uğruna ölünecek ‘ideal’ olarak da yorumlamak daha doğru bir yaklaşım olur. Gerçi ‘ideal’ kavramını sınırlayan, onu ‘sınıfsal’ bir kavganın simgesi olarak yorumlamaya iten “Kaldı birden bire step/ Yalın ayaklar altında” dizeleridir ve burada yoksulların amaçları için başkaldırmalarına gönderme var gibidir. Buna rağmen, Dıranas, ‘ideal’ uğruna ölmeyi yücelterek, ‘bayrak’ kavramını genişletmiş olur:


Ne toprağa gömülmektir
Ne ruhun uçması tenden!
Ölüm, ölüm, gülerekten
Bir bayrak altında ölmektir.


Gerek Dıranas’ınki gerekse Orhan Veli’ninki, ders kitaplarında yer alamayacak iki manzumedir. Orhan Veli’nin şiiri her ne kadar 1957’de yayımlanmışsa da, şiirin İkinci Dünya Savaşı sırasında, savaşı nakzetmek için yazıldığı belli oluyor. Orhan Veli, kremalı keklik, zeytinyağlı enginar yiyemeyen, Black And White viskisi içemeyen milyonlar adına konuşarak, savaşın anlamsızlığını, ölümlerin yoksullara bir şey kazandırmadığını çok ince, hüzünlü bir ironiyle iletir:


Biz bir bayrak getirdik buraya kadar;
Onu daha ileriye götürürler;
Şu dünyada topu topu
İki milyar kişiyiz,
Birbirimizi biliriz.


Arif Nihat Asya’nın “Bayrak”ı, resmi ideoloji doğrultusunda yazılan en iyi manzume olduğu içindir ki en çok bilinen ‘bayrak şiiri’ olmuştur. Asya, ‘bayrak’ temalı dört manzume yazmasına rağmen, içlerinden en sevileni yukarıya aldığımız ürünü olmuştur. Asya’nın manzumesinin sevilmesinde onun farklı bir duyarlığı dillendirmiş olması neden olamaz; çünkü bu temayı işleyen bütün manzumeler benzer şeyler söylemektedirler: “Ben kendimi bayrağa adadım!”


Bu manzumenin sevilmesinde o zaman başka nedenler aramak gerekir: Asya’nın manzumesinin en belirgin tarafı, onun ölçüsüz yazılmış olmasıdır. Gerçi Orhan Veli’ninki de ölçüsüz ama Orhan Veli farklı bir ideolojiyle yazmıştır eserini. Resmi ideolojinin insanları ölmeğe teşvik eden ideolojisinin tersine, bayrak adına ölmenin anlamsızlığını yazdığı içindir ki Devlet tarafından ‘kullanılan’ bir ürün olmaktan uzakta duruyor Orhan Veli’nin şiiri.


Serbest ölçü, artık aruzun ve hecenin ‘eskimişlik’ine karşı yeni kuşaklara daha iyi hitap etmektedir. Sanayileşen, iletişimin bu kadar etkin olduğu bir toplumda ölçülü şiir daha dural bir etki yaratmakta, günümüz insanının cevvaliyetine hitap edememektedir. Denilebilir ki aynı şairin “Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor” manzumesi de ölçüsüz yazılmıştır; o, neden bu ‘Bayrak’ şiiri kadar öne sürülmemiştir?


Her iki manzume karşılaştırıldığında aradaki önemli farklar görülecektir. Bir kez “Bayrak”ta şair direkt olarak bayrağa seslenmekte ve onun bendesi olduğunu, kendisini o’na adadığını haykırmaktadır. Oysa “Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor”da şair, ‘meçhul asker’ dolayısıyla bayrağa değiniyor. Ayrıca “Bir Bayrak…”ta topluma ince bir eleştiri var: “Destanı öksüz, sükûtu derin/ Meçhul askerin” Meçhul Asker’in destanının öksüz, sessizliğinin derin oluşu, milliyetçiliğin o yıllarda Devlet tarafından yargılanıyor oluşundan olmalıdır. Eleştiri bir gönül koyma biçiminde olsa da Devlet’in hoşuna gitmez.


Bayrağın rüzgârsız kalmasında, dalgalanmak için rüzgâr beklemesindeki ima, İkinci Dünya Savaşının demokrasi cephesi tarafından kazanılması üzerine dönemin iktidarının milliyetçilerin üzerine yürümesinin payı da göz ardı edilmemelidir. ‘Turancı’lara açılan davanın milliyetçileri sindirdiği söylenebilir. Bu da doğal olarak ‘milliyetçi/muhafazakâr’ Arif Nihat’ın ürününe yansıyacaktır. Şair, İkinci Dünya Savaşı dönemindeki milliyetçiliğin o coşkun günlerini özlemle anacak, o günlerin rüzgârının yeniden esmesini bekleyecektir. Bu da bir süre sonra ABD’nin estirdiği soğuk savaş rüzgârlarıyla gerçekleşecektir. Bu arada ‘Turancı’lar mahkeme tarafından ideolojileri yüceltilerek aklanacaklardır zaten.


“Bayrak” manzumesinin ‘ulusal günlerde’ en çok okunan manzume olmasının bir nedeni de şairin yakaladığı ‘ses’tir. “Sanat” adlı rubaisinde sesin önemini şöyle vurgular:


Şâir kişiler, kuş kuşunuz, dal dalınız
Dallarından renk, kuştan âhenk alınız
Ses, sadece mûsıkinin emrinde değil,
Rengin balı, ressamın değildir yalnız


Kitleleri harekete geçirmek isteyen ürünlerde, onları ajite etmek için ses çok büyük önem kazanır. Bunu en iyi örneklerini Nâzım vermiştir. Sosyalist eylemlerde, işçileri ve sosyalistleri ajite etmek için en çok okunan şiirlerin başında “Güneşi İçenlerin Türküsü” gelir. Nâzım bu şiirinde kıvrak, yüksek bir ses yakalar. Bu, o zamana kadar şiirimizde görülmemiş bir olgudur:

Akın var
güneşe akın
Güneşi zaaaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!


Nâzım, Türkçede ilk kez ölçüyü yıkıp ‘dize’den uzaklaşarak şiirde ‘bütün’e yönelmekte, ölçüyü kırarken de ‘ses’i öne çokça çıkarmaktadır. Bu da onun ürünlerine ‘meydan şiiri’ özelliği katmaktadır.


Asya’da Nâzım’ın birinci dönemdeki şiirlerinin cevvaliyeti olmasa da, bayrak temalı öbür manzumelere göre yukarıya aldığımız manzumesi ‘meydan şiiri’ olma özelliğini taşıması bakımından öne çıkmaktadır.


Mehmet Âkif, “İstiklâl Marşı”nda ikinci kıtada bayrağa seslenmekte; ona gelecek özgür günler adına güvence vermekteydi. Arif Nihat, doğrudan doğruya ‘ey!’ hitabıyla övgülerle bayrağa seslenmektedir. “Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım” dizesindeki ‘senin’ sözcükleri haşiv gibi duruyorsa da, bayrağı öne çıkarma gibi bir işlev yüklenmiş durumdadır. Aynı durum ikinci kıtanın ilk dizesindeki ‘benim’ sözcüğü için de geçerlidir. Manzume yüksek sesle okunduğunda fazladan gibi duran bu sözcüklerin hitabette çok etkili olduğu görülür. Asya, bu dizeden itibaren Doğu’ya özgü bir abartıya başvurmuş. Burada ‘destan’ı düz anlamda okursak, ‘ay-yıldızlı al bayrak’ olgusu yakın zamana aittir ve bu yakın zaman yenilgiler dönemidir; bu bakımdan ‘destan’lık bir özelliği yoktur. Bu bayrak’ı Türk milletinin bir mecazı olarak okursak da milletleşme sürecinin XIX. yüzyıl olduğu ve bu yüzyıllarda ‘destanlık’ bir başarıdan söz edilemeyeceği bir gerçektir. Milliyetçiliğin akıl tutulmasında ‘millet’i belli bir tarihsel dönemin olgusu olarak değil de, aşiret döneminde de var olduğuna inanmasında görürüz. Nitekim “Onlar”da atalarını anlatırken şöyle der:

Yurda baş dedikleri bir
Ağır adakla geldiler
Ve şu bayraksız dünyaya,
Bayrakla geldiler.


Kopardılar ayı gökten,
Bir ipek dala astılar…


Görüldüğü gibi şair, ay-yıldızlı bayrağın Türkler tarafından öteden beri kullanıldığını sanmakta, övgüsünü yaparken de uzak geçmişe yaslanmak istemektedir.


Şair ‘yazacağım, kazacağım, bozacağım, öleceğim’ gibi gelecek zamanlı kip kullanırken de yapmak istediklerine kesinlik katmak istemiştir. Bu arada şairin hiddetinden kuşlar bile payını almaktadır. Kuşun bayrağa selam vermesi düşünülemez; bu durumda şair bütün kuşları yuvalarından edecektir! Her ulusun milliyetçisi benzer bir çabaya girerse, yeryüzünde kuş neslinin kökü kurutulmuş olur!


Zaten milliyetçiliğin çıkmazı da buradadır. ‘Sana benim gözümle bakmayanın’ derken şair, öteki ulusların milliyetçilerinin de benzer sözleri söyleyebileceğini düşünmemiş, her ulusun milliyetçisi benzer söz söyleyince savaşsız bir günün değil, bir ânın bile geçemeyeceğini göz ardı etmiştir.


Mehmet Âkif “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım” derken (ben’ zamirini ‘İslam milleti’ adına kullanmaktaydı; Arif Nihat Asya ise birinci tekil kişi zamirini ‘kendi’ adına kullanmakta, onu ‘biz’ yerine kullanıp anlamı genişletmemektedir. Nitekim “Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün” dizesinde ‘biz’i ‘Türk milleti’nin zamiri olarak kullanmaktadır.


Daha önce de değindiğimiz gibi, bir imparatorluk artığı devletlerin yurttaşları, sürekli olarak mirasçısı olduklarına inandıkları eski devletin o geniş sınırlarını özlerler ve yaşadıkları devletin sınırlarını kendilerine dar görürler. Tarihte kendi etnisitelerinin kurduğu devletin en geniş sınırlarını kendilerine doğal hak olarak görürler. Sözgelimi kendisini Pers İmparatorluğunun mirasçısı olarak gören İran milliyetçisi, atalarının ulaştığı son sınır olan Yunanistan’daki Maraton köyüne kadar olan yerleri kendilerinin doğal ama ellerinden zorla alınmış mirası olarak görmekte midirler, bilmiyorum. Ama bizim milliyetçi şairlerimiz Rakofça kırlarının ‘hür’ havasını özler dururlar! Atalarının ‘Anatolia’ dedikleri Anadolu’yu işgal eden Yunan’ı kınayan milliyetçilerimiz öte yandan Balkan rüyaları görürler. İşte bu nedenle bayrağa “Yeryüzünde yer beyen/ Nereye dikilmek istersen/ Söyle, seni oraya dikeyim!” gibi sözlerle hitap etmek, başka ülkelerin bağımsızlığına hor bakmak, savaş kışkırtıcılığı yapmak dışında bir anlam taşımaz.

Günlük konuşmalarda, siyasi söylemde milliyetçi taassup için için sürse de, milliyetçilik şiir alanında gündemden düşmektedir. Günümüzde bu tarz milliyetçi şiir artık yazılmamaktadır. Fransız milliyetçilerinin Almanlar, Alman milliyetçilerinin Fransızlar hakkında yazdıkları aşağılayıcı şiirler bugün anakronik bir hal almıştır. Herhalde bu ulusların gençleri o şiirleri okuyup bıyık altından gülmektedirler.

İslamcı akım, dün birlikte yaşadığı ‘milliyetçilik’ten günümüzde uzaklaşmışsa da, kimi sosyalistlerin anti-emperyalizm adına milliyetçiliğe sarıldıkları görülmektedir.


Arif Nihat Asya’nın milliyetçiliği, hiçbir zaman ‘ırkçı’ bir özellik taşımasa da Kemalizm’den ayrıldığı nokta onun ‘muhafazakâr” oluşudur. “Köylülükte yetişmiş (…) esnaf geleneğinin çocuğu”(8), yani muhafazakârlığın doğal mirasçısı olarak, Osmanlı’yı ‘köhne, iki yüzlü, her kalıba girmemizi tavsiye eden bu zihniyet asırlar ve asırlarca Türk oğluna afyon yutturmuş, onu uyutmağa çalışmış”(9) diye yeren resmi ideolojinin bu yönüne uzak durmaktadır. Bu noktada uzak durmuş olması, onu resmi ideolojiye bağlı olmaktan alıkoymaz, sadece Hasan Âli’nin temsil ettiği çizgiye sempatiyle bakmadığı da bir gerçektir. Yoksa Ahmet Kabaklı’nın dediği gibi “Necmettin Halil gibi onun [Arif Nihat Asya] da Milli Kurtuluşu temsil eden Ankara’ya bağlı olduğu şüphesiz. Hatta Ankara tarafından korunduğu da görülüyor.”(10) Devletin temsil ettiği statüyle tek çelişkisi, Yahya Kemal gibi kültürel bireşim alanındadır. Bu nedenle ‘muhafazkârlık’a daha sıcak bakan Demokrat Parti’den 1950’de milletvekili seçilmiştir.


Muhafazakârlığın şu tespiti çok ilginçtir:


İlk şiirleri elimizde bulunmadığı için Arif Nihat Asya’nın başlangıçta hangi şairleri, hangi üslûpları izlediğini tayin edemiyoruz. Ancak bildiğimiz, bu sanatçının ömrü boyunca Batı Şiiri’ne açılmadığı ve kapılmadığıdır.(11)


Kabaklı, bu sözleri şairi övmek için söylemektedir. Muhafazakârlara göre Batı şiirine açılmak ve kapılmak Türklüğü rencide edicidir. Oysa Arif Nihat Asya’nın kendisi gibi olmaya özendiği Yahya Kemal bir zamanlar Baudelaireperest olduğunu, Batının mektebinde okuduğunu övünerek söyler. Arif Nihat’ın övündüğü milliyetçilik dâhil, kıyafetine kadar her şey Batı’dan ithaldir. Yukarıya aldığımız Bayrak manzumesi de tema olarak Fransa’dan ithaldir.


Edebiyatın, özellikle şiirin, toplumsal değişimle birlikte yürüdüğü gerçeği, Ogün Kaymak’ın “Bayrağa Mersiye”sinde çok belirgindir:

Öğretmenim bana bayrağımızı çok sevdirdiniz
Şafaklara benzettiniz renginden – mersi
Dalgalandık biz onunla her dem, yaşım yediydi
Nazlandı, sanki bir kumaş parçası değil, her ayın ince evveli


Bak! Onun altında gidiyor şimdi genç ölü
Şehit dedik ulusça, çünkü onun (!) uğruna
Ayırdı bedenini ruhundan, karamelden de ve yavuklusundan
Künyesine eklenmiş bir şarapnel parçası
Ya da bir mermi ki atından inmeyen korsan


Peki öğretmenim bu bayrak kimleri korur en çok?
Sınırlar mı dediniz? Geçtim oralardan, hep taş hep toprak
Mayınlar mı dediniz, göğe seremezsiniz
Yoksulluğu korur mu peki bu bayrak? Açlık ve sevgisizlik aşılanan bir yurdu
Yüksek sermayesini korur mu? Dilime dolanan ulusların
Başka bir kıtadan ta buraya, kibirli bir apolet midir bayraktaki o yıldız?


Öğretmenim ben kendi bayrağımı dikeceğim artık müsaadenizle
İlmeğini sevgilimden çalacağım koklayarak
Rengi kâh Kahire’den akacak omuzlarıma, kâh Ürdün’den, İsrail’den
Uğruna can vermeyeceğiz, yaşayacağız!
Dans edeceğiz belimize dolayıp


Kaymak, bu şiirde ‘bayrak’a değil, onu yücelten, Devlet’in öğretmenine sesleniyor. Çünkü o ideolojiyi çocuğun beynine öğretmen işlemektedir. İkinci dizedeki ‘mersi’ sözcüğü yeni kuşakların bir yandan Batı kültürüyle (iletişim imkânlarının artışıyla, eğitimle, turizmle, evlenmelerle) artık iç içe yaşamasından kaynaklanan ‘öteki’ni düşman görmekten uzak olduğunu gösterirken, bir yandan resmi ideolojiyi nakzeden bıyık altından bir gülümsemeyi de ifade ediyor.


Milliyetçi/muhafazakâr düşüncede bayrakla birlikte ‘şehit’ diye yüceltilen ‘genç ölü’nün ardından Kaymak, ‘karamel ve yavuklu’dan diyerek iki ayrıntıyı birden vererek, yaşamanın tadını hatırlatmakta, ‘bayrak için ölmek’ ideolojisinin büyüsünün üstünü çizmektedir.


Kaymak’ın resmi ideolojiye tavrını koyduğu dize “Peki öğretmenin bayrak kimleri korur en çok?” dizesinin sorusunda yatmaktadır. Ulus devletle birlikte yurttaşların mülksüz kesimi hep ‘ölümle’ yüceltilmişlerdir. İş istediğinde yüzüne bakılmayan mülksüz, fabrikada ‘iş kazası’ sonucu ölse farkına varılmayan işçi, egemenlerin mülklerini koruma adına ölünce, yaşarken hiç görmediği itibarı görmekte, cenazesi Devlet erkânının katılımıyla alayı vala ile kaldırılmaktadır.


‘Yoksulluğu korur mu?’ sorusuyla Kaymak, alaysamaya başvurarak, ülkeye hamasetle ‘açlık ve sevgisizlik aşılan’dığını belirtir. Kaymak’ın ‘Başka bir kıtadan’ sözüyle ABD’yi işaret etmesi de ilginçtir. Bu ima ile bayrak’ın başka bir ülkenin çıkarını korumakta perde olarak kullanıldığını da dolaylı yoldan söylemiş olmaktadır şair.


Son kıtada şair, itiraz ettiği ideolojiye karşı önerisini dillendirmektedir: Kaymak’ın bayrak’ı ‘ulusal bayrak’ olmaktan çıkmakta ‘kendi bayrak’ı olmaktadır. Burada ‘o bayrak’a yabancılaştırıldığını, öğretmene itirazıyla dillendiren şair, sevgilisinden çalacağı ilmekle –ki bu ilmek sevgilisinden olan çocuğunu çağrıştırıyor- yeniden üretecektir. Bu, resmi ideolojinin tartışılarak karşısına başka bir düşüncenin dikilmesi çabasıdır.


İlginç bir gönderme de, Kaymak’ın bayrağı, çevremizdeki halkları dışlamaması, onları düşman görmemesidir. Bunda şiirin yazıldığı dönemde Ortadoğu’da özellikle Arap ülkelerinde yaşanan halk hareketlerinin payı vardır.


Ama itirazın en güzeli, gelecekteki ‘bayrak’ sevgisinin varacağı noktayı işaret eden son iki dizesidir:

Uğruna can vermeyeceğiz, yaşayacağız
Dans edeceğiz belimize dolayıp


Ogün Kaymak’ın şiirine de yansıyan değişim, Asya’nın “Bayrak”ına da yansıyacaktır doğal olarak.


Arif Nihat Asya, şiirimizde iz bırakmadan geçip gitmiştir. Artık hamasi toplantılarda bile okunmamaktadır. “Bayrak” manzumesi de okullarda ‘ulusal günler’e mahkûm durumdadır.



SABİT KEMAL BAYILDIRAN

_______________

(1) İslam Ansiklopedisi, ‘Bayrak’ md.
(2) Sevgilinin gönül çekici boy posu yerine bayrağa eğilimimiz vardır; güzel kokulu saç yerine tuğa gönül bağlamışız
(3) sahib-i hatem: mühür sahibi, ‘vezir-i âzam’ kastedilmektedir. Üsküf: yeniçeri başlığı
(4) Ey peygamber sancağı, ey milyonlarla kalbin son umudu
(5) Bayrak, o al rengiyle ezeli bir tan gibi/heybetli tepesinden dalga dalga şan ve şeref saçıyor.
(6) şekl-i necm ü hilâl: hilal ve yıldız biçiminde, nur: ışık, gark olmak: batmak, hüccet-i iyd: bayram delili, matem-i zulm: zulüm yası, teb’it: uzaklaştırma, kovma
(7) Zîr-i sâye : gölge altı, gölgesinde, iclâl ü ihtişam: büyüklük ve görkem, livâ: bayrak, lerziş-i nümûn: titreyiş gösteren, titreten, burûc ü şân: şan burçları, inzivâ: bir köşeye çekilme, âlihât-ı zafer: zafere tapınma, intizâr: bekleme, gözleme, kifayet: yeterli, i’tilâ: yükselme, nazar: bakış, lahza: an, meftûn: vurgun, hayran, muhît-i şükûh: ululuk çevresi, ârâyiş-i zafer: zaferin süsü
(8) Ahmet Kabaklı, Arif Nihat Asya, Şiirler, Milli Eğitim Bakanlığı Devlet Kitapları, içinde, 1971, s. I,
(9) Hasan Âli [Yücel]’in konuşmasından. Birinci Türk Dil Kurultayı, İstanbul 1933, s.212
(10) Age, s.IV
(11) Ahmet Kabaklı, Age, s. XX