Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

30 Eylül 2012 Pazar

EMEĞİN SANATI 125. SAYI



Merhaba,

Dünyamızın en büyük özlemi, en önemli gereksinmesi nedir? Bu soruya farklı bakış açılarıyla farklı yanıtlar bulabiliriz: Gözünü para bürüyenler için insana rağmen paradır. Gözünde kendini büyütenler için ün ve şandır.  Gözünü kan bürüyenler için her ne pahasına olursa olsun saltanattır, başka insan ve ulusların hatta dünyanın üzerinde hükümranlık kurmaktır.

Bu yanıtlar, kuşkusuz kişiliği yeterince gelişmemiş, tatminsiz, ruhbilimcilerin inceleme alanına giren kişilere aittir. Çevresinde olup bitenleri doğru değerlendirip algılayabilen, düşünebilen ve düşündüklerini yorumlamasını bilen insanlar için dünyanın tek bir şeye gereksinmesi var: BARIŞ! Çünkü BARIŞ gelince zenginlik, ün,  şan ve egemenlik tüm insanlar tarafından buğusu üstünde sıcak bir ekmek gibi kardeşçe paylaşılabilecektir.

Sorun, bu gereksinimi dünyanın ortak özlemi olarak görmekte ortaya çıkıyor. Bugün dünyanın her yanında insanlar ırk, din ve para uğruna birbirine kırdırılıyor. Bu kırımda, tuzu kuru silâh tüccarları ya da dünyanın patronluğuna soyunan ülkeler baş rolleri oynuyor. Kara politika, dünyaya kan barut ve kin kokan kendi türküsünü söyletmek istiyor.

Burada en büyük görev, barışın sancağını evrenin burçlarına dikme görevi sanatçılara ve bilim insanlarına düşüyor. Onların yapıtları tanklardan, bombalardan daha güçlü değil midir? Evrenin geleceğini onlar biçimlendirmeyecek mi? Bugün geçmiş uygarlıklardan bir iz aradığımızda sanatçıların yapıtlarıyla karşılaşmıyor muyuz. Eski uygarlıklardan kalan örenlere, kalıntılara baktığımızda hangi silâh yapımcısının ya da tacirinin izini görebiliriz? Onlardan kalan tek iz, yaktıklarından, yok ettiklerinden çağımıza dek gelmeyi başaran sanat yapıtlarının yıkıntılarıdır. Öyleyse geleceğe giden en kısa yol savaş değil barıştır. Bunun için de tüm dünyanın bir an önce barış bilincine ulaştırılması gerekmektedir. Bunu başaracak olan da ancak sanatçılar ve bilim insanlarıdır.

Şair, yazar Afşar TİMUÇİN’e göre, “Barış bilinci gerçek anlamda demokrasi bilincidir. Hırslarını yenmiş olmak, kıskançlıklarını adam etmiş olmak, hayvanlıklarını evcilleştirmiş olmak, bireyci olmayı düşünmeyecek ölçüde birey olabilmek, insanın bilinci üzerine, insanın geçmişi üzerine belli bir bilgi birikimine sahip olmak...” kısaca adam olmaktır. Gerçek barışçı, bu tür özellikleri kişiliğinde taşıyan insandır. Yoksa savaşın kötülüklerini görüp takım tutar gibi barıştan yana çıkmak, boş bir peygamberlik görevine ücretsiz talip olmaktan başka bir şey değildir. Gerçek barışçılar, artık savaşmasına gerek kalmamış bir insanlığın yaratılması yolunda karınca kararınca değil, kesin etkili bir biçimde mücadele edebilen kişilerdir.


Ali Ziya Çamur

BU SAYININ SAVSÖZÜ


“Günümüzde Türkiye şiiri bu tek tip yazılan, sanki aynı kalıptan çıkmış metinler mezarlığına dönüşmüştür. Dergilerde, bir sayıda pek çok şiir yayınlanmaktadır. Bu da yazanlar açısından kolayı bulmaktır. Dergiler, edebiyat ürünlerinin seçildiği yerler olmalıdır. Fakat seçme yerine abonesini, metin ne olursa olsun, bağlamak için onun şiirlerini yayımlayan dergiler fazlaca. Bu dergiler edebiyata, şiire katkıda bulunacağı yerde zarar vermektedir. Bir yayın organının çıkmasındaki başlıca amaç, bağlı olduğu edebiyata hizmet etmektir öncelikle; kişilerin egolarını tatmin etmek değil. Şiirden anlamayan bir kişinin gelen şiirleri yayımlama kararı alması büyük hatadır. Her derginin bu işten anlayan bir editöre gereksinimi vardır. Bu editörün de yapacağı değerlendirmeler objektif olmalıdır. Seçme, şiirin kendi teknik yapısı açısından yapılmalıdır; şiir bilgisi temelinde. İçerik zaten o derginin dünyagörüşü doğrultusunda istenecektir… Dünyagörüşü uyumluluğu, şiirin şiir olmadan yayımlanmasına yeterli olmamalıdır. Editör, kendine ulaşan şiirin yeni bir şiir denemesi olduğunu gördüğünde onu elememelidir. Ona öncelik vermeli, hatta üzerine aynı sayıda açıklama yapmalıdır. Şiirimizin tektipleşmesini önlemek için, gelen metinlerin benzer metinler olduğunu da duyurmalıdır; etkilenilen şairler işaret edilmelidir. Etkileşim, başka şiirler çıkarabilmenin belki ilk adımıdır; ama etkileşim kopyaya dönüştüğünde artık bunda bir şiir bilinci aramak doğru değildir. Kimi zaman genç şair adayları, benimkinin falanın şişirinden ne eksiği var diye itiraz ettiklerinde de o dergi bunun açıklamasını yapabilmelidir. Mektup yoluyla ya da genelleştirerek…” ÖZGEN SEÇKİN (Şiir Saati, Sayı 7)      



YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ


ADİL OKAY’IN YENİ ŞİİR  KİTABI:  EYLÜL KOKUSU

Ütopya yayınevi’nden  yayınlanan kitapla ilgili Yazar, İnsan Hakları eylemcisi Temel Demirer, bir tanıtım yazısı yazdı:

“ ‘Kaç Kişi Kaldık’ sorusu ile postmodernizmden malûl “yenik ruh hâline”, “Hayır” diyen Adil Okay, yaşadığı tarihin umutlarını bizimle paylaşırken, Can Baba’nın yolunda, İbni Haldun’un uyarısını unutmamacasına ilerliyor...  Okay’ın “uzun yürüyüşü”nde “düş kırıklıkları”, “yenilgi”, “aşk”, “sürgün” ve “yitirilenle” ya da başkaldıran insana ait her şey var! Ama yılgınlık, vazgeçiş, tövbe yok... İnsan(lık)tan umudunu kesememiş Okay; bunun için de heybesinde dizeleri ile hâlâ yollarda...

Evet, belki “bir başına”dır: Ancak yaşamın engebeli sarp, dolambaçlı yolu, abartıldığı kadar “kalabalık” veya zannedildiği kadar tenha mıdır ki? Zaman zaman her ikisi de mümkün olsa da, nihayetinde kalabalıklar aldatıcıdır; tıpkı kendini üretmeyip, içine dönük edilgen yalnızlıklar gibi... O halde şaire düşen “olağan” denilene inat, onunla örtüşmeyen yalnızlıkta çoğullaşarak, “olup-bitene” cüretle meydan okumaktır... Düş kırıklıklarını, yeni umutların mayası yapmak; oncasının ardından vazgeçmemektir...

İstenmeyen, seçilmemiş yolculuğun yolundaki serüveninde Okay için sevgi, yağmur gibidir; üstünü sırıl sıklam ederken, içini tatlı tatlı ürperten duyarlılıklarıyla... Ayrılık, özlem baladını haykırırken demlenmişliğin dengesini tutturan dizeleri, yaşamın sınır tanımazlığına tanıktır; dünyanın tüm renklerini kucaklamıştır...

 Uzak ve uzun bir geceyi yaşamış birikiminin sesiyle, ezgisiyle, iğneyle kuyu kazan Okay için aşk özgürlük ve özlemlerle içicedir... Tematik ve yapısal bütünlüğün estetiğiyle yoğrulmuştur...

O?nun dizelerinde insanî bir duyarlılığın güzellikleri, öfkesi, inancı, umudu yani aşkın ve hayatın ötekilere ait gerçekleri dışında hiçbir şeyin yeri yoktur... O’nun dizelerinde yüzyılların yükünü kararlılıkla omuzlamış zaman, binlerce hayatı içine alacak kadar geniş, dingin ve sevecendir...

O’nun dizelerinde yüreğinize, beyninize seslenen incelik, sizi tüketen “Modern Zamanlar” gürültüsüne çekilmiş bir hançerdir... O’nun dizelerinde insana ait bir tedirginliği, özgürlüğü, içinizden geçen her şeyi altını çizen sesinizin bütün tonlarını, hoşgörüyü, aklınızı ve yüreğinizi, düş gücünüzü bulursunuz... O’nun dizelerinde şarkılarınızı insana ait özgürlüğünüzle yalnızca siz seçersiniz...  O’nun dizeleri içiyle dışı barışık mücadeleci, vazgeçmeyen insanlara aittir... O’nun dizeleri kapılarını aşksızlığa, umutsuzluğa kilitlemiştir... O’nun dizeleri masmavidir; haki renge tahammülsüzdür... O’nun dizeleri insanın kendisi ve dünya ile iç içe geçerek eşitlendiği bir özgürleşme alanıdır... O’nun dizeleri zamana ve mekâna teslim olmamıştır... O’nun dizeleri “yeryüzünün aşkın yüzü” kılınmasına açılmış bir penceredir... O’nun dizeleri yalnızlık dolambacındaki ışık ve çoğullaşma arayışıdır... O’nun dizeleri bilinmeyenin peşinde umutsuzca sürüklenen teslimiyete inat, geçmiş-bugün-gelecek bağlamında ertelenenleri gerçekleme ısrarıdır... O’nun dizeleri el kapılarının sürgün yerindeki bir tutuklunun yalnızlığa güzellemesi değil, yalnızlığını, uğruna dövüştükleri için çoğullaştırma duyarlılığı ve sorumluluğudur...

“Hayat bir sorgulamadır” gerçeğini ıskalamayan Okay; Nerval’in çıldırmadığı, Mayakovsky’nin kendine kıymadığı, Lorca’nın kurşuna dizilmediği bir dünya için “olağan” dediklerine ilişkin muhalif duruşundan, itirazından bir adım bile geri atmıyor... Hem de “Yazmak, benim hayatta kalma savaşımdır” diyen Kafka’nın Milena ısrarlılığındaki vazgeçmeyen kararlılıkla ve inadına umutla...

Böyle insanlar da var: Efsanelerde, kutsallığın yoğunlaştığı destanların veya günlük yaşamın vıdı vıdısı dışında anlam deren insanlar... Tıpkı “yolda bir hedefe doğru yürümek” sözündeki üzere... “Yollar bitmedi, çare tükenmedi” veya “Bitmedi daha, yürünecek yollar var” diyen türden insanlar, muhalifler! Rilke’nin, “Ve şimdi dostlarım zenginleşip/ Beni harcamaktalar...”; veya Colette’in, “Avare Kadın”ının ağzından “Bana hayatı paylaşalım demiştiniz... Sakın sizin de kastettiğiniz, sadece kendi payınızı alıp gitmek olmasın?” diye betimlediği acımasızlıklar deryasında; yolunu tanıyıp, yürüyebilene, yürümeyi göze alabilen(ler)e muhtacız... Sıkışmışız daracık yaşamlarımızda onlara ne kadar da çok gereksinimimiz var!

Yeri yurdu ya da bir yerin “yerlisi” veya olağan’a, “yerleşik” ve “alıştırılmış” olana esir olmayan; büyük yolculukların, göçlerin seyyahı Okay’ın dizelerini Ütopya Yayınevi tarafından yayımlanan yeni şiir kitabı “Eylül Kokusu”nda bulabilirsiniz...

Okay’ın dizeleri ile havalandıralım yaşamlarımızı. Daracık, sıkışmış, çoğu kez pis kokan. Yaşam var evrende. Yaşama dönelim. Yeni yollar arayalım. Yürüyelim. Erişmeye çabalayalım. Varamazsak, bir daha. Aynı yolu ya da yeni yolları. Yollar bitmez. Yaşamak yolda olmak demektir. Umut tükenmez. Yol çetin. Yol zor. Ama hiçbir zulüm, hiçbir güç içimizdeki var olma aşkını ortadan kaldıramaz...


SOSYALİST KADINLAR BİRLİĞİ
2. KONGRE DAVETİ...

Sosyalist Kadınlar Kongresi 2. kez Fransa’da toplanıyor. Toplantıyla ilgili açıklama:

“Değerli Dostlar, Sevgili Yoldaşlar;
Kadın kurtuluş mücadelesinin örgütlü gücü olma hedefi ile Avrupa topraklarında sürdürdüğümüz çalışmalarımızı 2 yıl önce gerçekleştirdiğimiz Kuruluş Kongremizle taçlandırmıştık. Özerk örgütlenme modeli ile çalışmalarımızı sürdürme kararı aldığımız Kongremizde, SKB kimliğini alarak tüm ezilen kadınları bayrağımız altında toplanmaya çağırarak iddialı bir yürüyüşe çıktığımızı duyurmuştuk.
Bugün 2. Kongremizi toplamanın gururunu yaşıyoruz.
2. Kongremizle; dünün deneyimlerini paylaşmak, geleceği birlikte örmek istiyoruz.
2. Kongremizle; Kadın iradesi ve gücünü kuşanmak, binlerce yıllık alışkanlıkları darbeleyip, kadın dayanışmasını örgütlemek, kadın aklı ve yaratıcılığı ile dünden yarına köprü olmak, meydanları dolduran Tahrirli ve Tunuslu kadınlar olmak istiyoruz. Biliyoruz ki; ne sahte eşitlik vaatleri ne de erkek egemen sistemin kadınları edilgen kılan tüm yanılsamaları örgütlü kadınları aldatamayacak. Yine biliyoruzki; içimizdeki eşitlik ve özgürlük özlemi, örgütlü gücümüzün iradesi ve yaratıcılığı ile bizleri yarına taşıyacak.
Bu bilinç ve umutla 2. Kongremize yürüyor, siz değerli üye ve dostlarımızı  aşağıdaki gündemlerle toplanacak olan 2. Kongremizi onure etmeye çağırıyoruz. Çalışmalarınızda başarı dileklerimizle...”
Tarih : 6-7 Ekim 2012, Saat   : 11:00, Yer     : Paris/ FRANSA, Adres : Anadolu Alevi Kültür Evi: 5-11 Rue Jean Jaures 95400  Arnouvilles- Gonese / Paris


ŞEKERBANK'IN DOĞA DÜŞMANI PROJELERİ İÇİN
SANATI ARAÇSALLAŞTIRMASINA HAYIR!



Trabzon Solaklı DEREBAŞI HES projesinin en büyük hissedarı ve gerçek sahibi olan Şekerbank, “çevre duyarlılığına yönelik çalışmalarını” Açıkekran Yeni Medya Sanatları Galerisi’nde düzenlediği sergilerle çağdaş sanat alanına taşıyor! Bu konuda sanatçıların yaptığı açıklama:

“Trabzon Solaklı Vadisi Karaçam-Köknar köyleri mevkiinde Hes projesiyle köylülerin ve tüm canlıların yaşam alanlarını ellerinden alan, doğayı ve ekolojik sistemi tahrip eden, yatağında akan dereyi yok edip  ve suyu ticarileştiren, bir yaşam alanını bütünüyle katleden Şekerbank, ekoloji konulu sergileriyle “farkındalık yaratmaktan” söz ediyor.

Biz zaten farkındayız: Doğa ve insan düşmanı şirketlerin reklam kampanyalarında sanatı taşeronlaştırdıklarının farkındayız. Sanatçıların suç ortaklığına sürüklendiğinin farkındayız. Bu şirketlerin insanı, doğayı ve sanatı umursamadıklarının farkındayız. Trabzon’da jandarma ve polisin uyguladığı acımasız şiddetin, İstanbul’da Şekerbank’ın açık ekranında sergilenen sanatla bağının farkındayız. Ve bu utancın parçası olmayı reddediyoruz.

Sanatçılar ve sanat alanının emekçileri olarak bu ve benzeri iki yüzlülükler için araçlaştırılmayı kabul etmiyoruz. Türkiye’de süren özgürlük ve yaşam mücadelelerinin farkındayız ve onların bir parçasıyız. Şekerbank yatırımlarının değil, hepimizin yaşamı için savaş veren Karaçam-Köknar köylülerinin yanındayız.

Şekerbank ve benzeri şirketlerin, doğayı metalaştıran ve yaşamı yok eden projelerini bizleri kullanarak meşrulaştırma çalışmalarına ortak olmayacağımızı bildiririz.”

“AÇIK EKRANIN” ÖNÜNDE AÇIKLIYORUZ:

Konuyla ilgili olarak Kamusal Sanat Laboratuarı da şu açıklamayı yaptı:

“Çevre duyarlılığına yönelik çalışmalarını”(!) Açıkekran Yeni Medya Sanatları Galerisi’nde düzenlediği sergilerle çağdaş sanat alanına taşıyan Şekerbank, Trabzon Solaklı DEREBAŞI HES projesinin en büyük hissedarı ve gerçek sahibidir!
Karaçam-Köknar köyleri mevkiindeki HES projesiyle, köylülerin ve tüm canlıların yaşam alanlarını ellerinden alan, doğayı ve ekolojik sistemi tahrip eden, yatağında akan dereyi yok edip suyu ticarileştiren, yaşam alanını tamamen katleden projelerin altında, ekoloji konulu sergileriyle “farkındalık yaratmak” istediğini iddia eden Şekerbank imzası vardır.

Biz zaten farkındayız: Doğa ve insan düşmanı şirketlerin reklam kampanyalarında sanatı taşeronlaştırdıklarının farkındayız.

Sanatçıların suç ortaklığına sürüklendiğinin farkındayız.

Bu şirketlerin insanı, doğayı ve sanatı sadece karlı yatırımları için “hedef odaklı” birer araç olarak gördüklerinin farkındayız.
Trabzon’da jandarma ve polisin uyguladığı acımasız şiddetin, İstanbul’da Şekerbank’ın “açıkekran”ında sergilenen sanatla perdelendiğinin de farkındayız. Ve bu utancın parçası olmayı reddediyoruz.

Sanatçılar ve sanat alanının emekçileri olarak bu ve benzeri iki yüzlülükler için araçlaştırılmayı kabul etmiyoruz. Türkiye’de süren özgürlük ve yaşam mücadelelerinin farkındayız ve onların bir parçasıyız. Şekerbank’ın karlı yatırımlarının değil, çocuklarımızın geleceğinin yanındayız. Parçası olduğumuz doğaya karşı sorumluluğun yanındayız. Bütün bunlara sahip çıkan, mücadele eden Karaçam-Köknar köylülerinin yanındayız.

Şekerbank ve benzeri şirketlerin, doğayı metalaştıran ve yaşamı yok eden projelerini bizleri kullanarak, sanatı paravan yaparak meşrulaştırma çalışmalarına ortak olmayacağımızı kamuoyuna bildiririz.” 

20 Eylül 2012 saat: 16:30’da Şekerbank Feneryolu şubesi sanat ve sermayenin iş birliğine “içten bakış” için bir performans ortaya koydular.


ŞAİR İBRAHİM YILDIZ ÖDÜLÜ DÜZENLENİYOR...


Emekçi şair İbrahim Yıldız adına, doğduğu ilçenin, Eflani Belediyesi’nin öncülüğünde bir şiir ödülü daha düzenleniyor:

Ödüle her şair en fazla üç şiiri ile aday olabilirler. Şiirler başka bir yerden ödül almamış olacaktır. Ödüller, bir Birincilik, iki Mansiyorn olarak verilecektir. Ödüle başvurular rumuzla yapılacak, birden fazla şiirle katılanlar aynı rumuzu kullanacaktır, şiir üzerinde isim bulunmayacaktır.

Ödüle aday şiirler; A4 boyutunda altışar kopya hazırlanarak bir zarfa konulacaktır. Ayrıca içinde özgeçmiş ve iletişim bilgileri içeren küçük bir zarf kapatılarak üzerine sadece rumuz yazılıp aynı zarfa konacak, 15 Ocak 2013 tarihine kadar Halil Nihat Yıldız PK 10 KARABÜK adresine gönderilecektir. Sonuçlar, 1 Şubat 2013'te, Eflani Belediye Başkanlığı İnternet sitesinde ya da www.taydergisi.com adresinde açıklanacaktır.

Bilgi için 0.555.8578060 ya da 0.533.369.03.67 no'lu telefonlar aranabilir. Ödüller 13 Şubat 2013'te Eflani Sanat Etkinliği kapsamında verilecektir. Birinciye  500 TL,  Mansiyonlara 250 TL, ayrıca ödül kazananlara Tay dergisi aboneliği ve Tay yayınlarınca yayınlanan kitap seti armağan edilecektir.

Yarışmanın seçici kurulunda,  Remzi Tüfekçi, İsmail Arslan, M. İbrahim Kaytmaz, Hüseyin Özmen ve  Gülderen Canyurt yer almaktadır.


DİKENLİ YOLU AÇAN ADAM,
MEHMED UZUN ANADİLİNDE YAŞIYOR ARTIK! 

Yaşamı sürgünlerde geçen, Kürt yazarı, romancı Mehmet Uzun’u 11 Ekim 2007 tarihinde yitirmiştik.  Ana dili Kürtçe’siyle yazdığı romanları halkının arasında yankılanmaya devam ediyor.


Mehmet Uzun, Kurmanci, Türkçe ve İsveççe yazdığı kitapları yirmiye yakın dilde yayınlandı. Uzun hakkında, Türkiye'de çok sayıda dava açıldı. 1981'de Türk vatandaşlığından atıldı ve 1992 yılına kadar Türkiye'ye gelemedi.

Kürt edebiyatı ve kültür yaşamında yeri doldurulamayacak olan Mehmet Uzun, çağdaş Kürt edebiyatının kurucusu ve öncüsüydü. Kürt halkının yaşadığı sosyal ve politik dramın canlı bir tanığı ve bu tanıklığı evrensel dile aktaran büyük bir sanatçıydı.

Yasaklar, yokluklar, cehalet ve acılar içinde yaşamaya mahkum edilmiş bir halkın  içinden çıkan Mehmet Uzun kendi çabalarıyla kendisini var eden bir değerdi. Tarih onu yalnız Kürtlerin, yalnız Türklerin değil tüm dünyanın en büyük yazarı, kültür adamı, barış ve özgürlük savaşçısı olarak anacaktır.

Uzun yıllar İsveç Yazarlar Birliği yönetim kurulu üyeliği yaptı. Ayrıca İsveç Pen Kulübü ve Uluslararası Pen Kulüp'te aktif çalıştı. İsveç ve Dünya Gazeteciler Birliği'nin de üyesi olan Uzun'un bugüne kadar çok sayıda Kürtçe roman yazdı.

Eserleri: Tu (Sen), Roman (1985), Mirina Kalekî Rind (İyi Bir Yaşlının Ölümü), Roman, (1987); Siya Evînê (Yitik Bir Aşkın Gölgesinde), Roman, (1989); Rojek ji Rojên Evdalê Zeynikê (Evdalê Zeynikê'nin Günlerinden Bir Gün), Roman, (1991);     Destpêka Edebiyata Kurdî (Kürt Edebiyatına Giriş), İnceleme, (1992); Hêz û Bedewiya Pênûsê (Kalemin Gücü ve Görkemi), Denemeler, (1993); Mirina Egîdekî (Bir Yiğidin Destanı), Destan-Ağıt, (1993); Världen i Sverige (Tüm Dünya İsveç'te), Edebiyat Antolojisi, M. Grive ile Birlikte, (1995); Antolojiya Edebiyata Kurdî (Kürt Edebiyat Antolojisi), Antoloji, iki cilt, (1995); Bîra Qederê (Kader Kuyusu), Roman, (1995); Nar Çiçekleri, Deneme, (1996); Ziman û Roman (Dil ve Roman), Söyleşiler, (1997); Bir Dil Yaratmak, Söyleşiler, (1997); Dengbêjlerim, Deneme, (1998); Ronî Mîna Evîne - Tarî Mîna Mirinê (Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık), Roman, (1998); Zincirlenmiş Zamanlar Zincirlenmiş Sözcükler, Deneme, (2002); Dicle'nin Sesi I - Hawara Dîcleyê (Dicle'nin Yakarışı), Roman, (2002); Diclenin Sesi II - Dicle'nin Sürgünleri, Roman, (2003); Ruhun Gökkuşağı, Anlatı, (2005)


FAKİR BAYKURT, KARANLIĞA IŞIK TUTUYOR HÂLÂ…


Fakir Baykurt, Akçaköy’de başlayıp Köy Enstitüleriyle onlarca kitaba uzanan zorlu bir Anadolu türküsüdür. Köy Enstitüsünde başlayan sınıfsal uyanış, -sınıf bilincine tam olarak ulaşamasa da- onun yolunu ve bakışını içinden geldiği topraklara döndürdü. Tanık olduğu, yaşadığı insanları anlattı yapıtlarında. Türkiye Öğretmenler Sendikası TÖS’ün kuruluşuna emek verdi. Başkanlığa seçildi. Yolu sürgünlere, cezaevlerine uğrasa da halk için halkı yazdı.

Köyler boşalıp Almanya’ya göç etmeye başlayınca, o da kalktı gitti Almanya’ya. Bu sefer göçmen işçileri yazdı. Romanlarında Türkiye'deki köylü yaşamını halkçı ve devrimci bir bakış açısıyla ele aldı. Köylünün bilinci ve bilinçaltındaki istekleri, tepkileri, çelişkileri yansıttı. 1950–1970 döneminde etkili olan "köy edebiyatı hareketi"nin önde gelen temsilcisi oldu. Aziz Nesin, 1989 Nesin Yıllığında onun için şu tespiti yapıyordu: “On yıldan beri, Almanya’da yaşayan Fakir Baykurt’un yeni yapıtlarını okuyamamış olmam eksikliğimdir. Bu yüzden yazınımızda hangi düzeye vardığını, kendini yenileyip yenilemediğini bilemiyorum. Fakir Baykurt’un yazın yaşamını incelerken, onun çağının salt tanığı olmakla kalmayıp, tanık olduklarına yorum getirdiğini, böylece okurlarını bir toplumsal değişime özendirme çabası güttüğü görülecektir. Bu çabalarını salt yazar olarak değil, toplumun durumundan kendini sorumlu duyumsayan bir aydın olarak da toplumsal etkinliklerle sürdürmüştür.”

Yaşamının her anında, “Sanatta devrimci tavır, hayatı değiştirme tavrıdır” diyen Baykurt’u, 11 Ekim 1999’da günü sonsuzluğa uğurlamıştık.

Fakir Baykurt, kıvrak dili, güçlü gözlemlerini kendi bakışıyla buluşturan güçlü anlatımıyla edebiyatımızın önemli roman ve öykücüleri arasında yer aldı. Sanat anlayışını belirten şu sözleri, onun sanatsal ve toplumsal bilincini en iyi biçimde yansıtmaktadır: “Kitaplarımız bize ün sağlamak ya da kalıcı olmaktan önce toplumu devrim yönünde etkilemelidir. Hayatı değiştirme amacına yönelmiş bir sanat insanın bilinçlenmesine ve birleşmesine yardım eder…”

“Akan ve akmakta olan yaşamı, bilinçaltından ve bilinçten geçirip dışa vurma işidir roman. Hem bireysel, hem toplumsal boyutları olan bir yazı türü. Bir imbikleme...

Bir yaşamın romana benzemesi başka. Roman olabilmesi için yazılması gerek; bir romancının bilinçaltından, bilincinden geçerek gerekli estetik biçime ve biçeme ererek yazılması.” FAKİR BAYKURT

NAİL V.  ŞİİRLERİNDE, YAPILARINDA
YAŞAMAYA DEVAM EDİYOR…


Sosyalistlerin Nail V. olarak bildiği, Ağahan Mimarlık ödülünü almasından sonra  herkesin tanıdığı Nail Vahdet Çakırhan, Mustafa Suphi ve 14 yoldaşından sonra Türkiye’nin 2.kuşak komünistlerindendi.

Konya’da lise öğrenimini sürdürürken “Kervan” adlı dergi çıkarır. “Halka Doğru” dergisinde yayınlanan “Alev Yağmuru” şiiri nedeniyle ilk kez polisle tanışır. Daha sonra Çakırhan, felsefe eğitimi için İstanbul'a gelince -gıyaben şiirlerine hayran olduğu- Nâzım Hikmet ile tanıştı. Ona son şiirlerini gösterdi. Nâzım Hikmet, bu genç öğrencinin şiirlerini beğendi. 1+1=1 adını verdikleri mini kitapta son şiirlerini yayımladılar. Ne var ki bu kitap toplattırıldı. Ve şairleri hakkında takibata geçildi. Şairler, cezaevinden çıktıklarında buluştular, dostluklarını devam ettirdiler.

Çakırhan, uğruna işkence gördüğü, hapislerde yattığı sosyalizmin ne olduğunu tam olarak bilmiyordu. Öğrenebilmek amacıyla 1934'te kimseye haber vermeden ortadan kaybolur. İstanbul'dan Hopa'ya, oradan da bir arkadaşının yardımıyla Sovyetler Birliği'ne gider. Komintern'le ilişki kurar ve Moskova'da Puşkin Meydanı'na yakın bir yurtta üç ay Rusça öğrenir. Ardindan Moskova Doğu Halkları Üniversitesi'ne (KUTV) girer. Orada iki buçuk yıl sosyalizm ve ekonomi görür. Stalin, Tito, Hoşimin, Kruşçev, Dimitrov gibi önemli siyasetçilerin bazılarını görür. Bazılarıyla tanışma fırsatı bulur. Öğrenimi sürerken bir yandan da uygulamaları yakından görmek ister ve kendi isteği üzerine Moskova yakınlarında bir tekstil fabrikasına gönderilir.

Dönüşünde gazetecilik yapmaya başladı. Tan ve Resimli Ay’da  2. Dünya Savaşıyla ilgili etkili ve yerinde yorumlar yaptı. Bu yazıları daha sonra TÜSTAV tarafından yayınlandı. Arkeolog Halet Çambel’le evlendi. Onun kazılarında ilk mimari denemelerini gerçekleştirdi. 1970 yılında, doktor tavsiyesine uyarak eşiyle birlikte Akyaka’ya yerleşen Çakırhan, burada iki ustanın yardımıyla projesini kendi çizdiği evler yapar. Yaptığı evler beldede yaşayan insanların ve turistlerin ilgisini çeker. Ardından çok sayıda insan, “Nail Çakırhan Mimarisi” adı verilen bu evlerden yaptırmaya başlar. Geleneksel mimariyi korumak için yoğun çaba harcayan ve insanlara örnek olan Çakırhan’a 1983’te, dünyanın en saygın mimarlık ödüllerinden “Ağa Han Uluslararası Mimarlık ödülü” verildi.

         Hapishane yıllarında eşi Halet Çambel’e gönderdiği mektuplar, “Üç Hapishaneden Mektuplar” adıyla yayınlandı. 2. Dünya savaşının eşiğinde gazetelerde yazdığı yazıları “Harbin eşiğindeki Türkiye “ adıyla yayımlandı. Şiirleri de “Daha Çok Onlar Yaşamalıydı”adıyla yayınladı. 98 yıllık yaşamının her anını ülkesi ve inancı için dolu dolu yaşayan bu güzel insanı saygıyla selamlıyoruz.

 HE BE DALGALAR

Dalgalar, ne Hint’te ne Çin’dedir.
Dalgalar kürenin içindedir.
Dalgalar, dalgalar ha be dalgalar!..
Biri birine ana, biri birine gebe dalgalar!..
Rüzgâr,
Duracak değil gibi,
Gittikçe kabarıyor;
Dalgalar,
Koca, kızıl bir dil gibi
Ufukları yalıyor.
Dalgalar, dalgalar, ha be dalgalar!..
Biri birine ana, biri birine ebe dalgalar!..
Dalgalar, Ne Hint’te , ne Çin’dedir.
Dalgalar kürenin içindedir.     

NAİL V.

İNSANÎ EDEBİYATIN ÖNCÜLERİNDEN
HALİKARNAS BALIKÇISI YAPITLARIYLA YAŞIYOR!


Halikarnas Balıkçısı ya da gerçek adıyla Cevat Şakir Kabaağaçlı, Oxfort Üniversitesi “Yeni Çağlar Tarihi” bölümünde tamamladıktan sonra(1908) Resimli Ay, Resimli Hafta, Diken, İnci gibi dergilerde yazılırı, çevirileri ve karikatürleri yayımlandı. 1925’te Resimli Hafta da Hüseyin Kenan imzasıyla çıkan “Hapishanede İdama Mahkum Olanlar Bile Bile Asılmaya Nasıl Gider?” yazısından dolayı İstiklal Mahkemesi tarafından yargılanır. Bu öyküde balıkçı Kurtuluş Savaşı yıllarının hamasî havasının tersine İstiklal Mahkemeleri tarafından doğru düzgün yargı ortamı kurulmadan idam cezasına çarptırılanların asılmaya gidiş dramlarını gerçekçi bir dille yansıtır. Ama bu öykü zamanın yönetimi tarafından Mustafa Kemal Hükümetine ve Cumhuriyete hakaret kabul ederek o çağın henüz bilinmeyen, yolu izi olmayan uzak bir yurt köşesi Bodrum’da 3 yıl Kalebentliğe sürgüne gönderilir.

Halikarnas Balıkçısı tüm acıları ve yalnızlıklarını adeta bir tragedya kahramanı direnişiyle bin bir olanağa ve üretkenliğe dönüştürecektir bu sürgünde. 1920’lerde magazin öyküleri yazan Halikarnas Balıkçısı, yazar ve düşünce adamı olarak asıl kimliğini Bodrumdaki sürgün yıllarında buldu. Mitolojisi, tarihi, doğasıyla Ege’yi; süngercisi, balıkçısı gemicisiyle hayatlarını denizden kazanan insanların mücadelesini konu alan Ege Kıyılarında deniz emekçilerini anlatan romanlar yazdı. Yazılarını coşkulu, içten, kimi kez savruk, şiirsel bir üslup ile yazdı. Halikarnas Balıkçısı Anadolu efsaneleriyle mitolojisini inceleyen kitaplar da yazdı.

1947'de İzmir'e yerleşen Kabaağaçlı, 13 Ekim 1973'te bu kentte ölür çok sevdiği Bodrum'a gömülür. Onun sanat anlayışı şu sözlerinde gizlidir:

“Halktan, temelden, topraktan ve doğanın derinliklerinden gelmeyen, onlardan etkilenmeyen bir edebiyat geçicidir, ölümcüldür.”


BEHİCE BORAN SOSYALİZM YOLUNDA, HEP YANIMIZDA!


Türkiye Sosyalist hareketinin en önemli ve en yürekli adlarından biridir Behice Boran… Hiç kuşku yok ki, insanlar öldükten sonra kötü anılmazlar. Ölüm gibi duygusallık yaratan bir durumdan sonra bir çokları belki de hak etmedikleri övgülerle anılmışlardır. Ancak kimileri için övgü bile yetersizdir. İşçi sınıfımızın yiğit evladı Behice BORAN’da bunlardan biridir. Çünkü Behice BORAN tartışmasız çevresini aydınlatan, inat ve kararlı kişiliği ile övgüyle anılmanın çok ötesinde şeyleri hak etmiştir.

Onun hem bir bilim insanı hem bilimsel sosyalizmi savunan bir önder olması nedeniyle gönlümüzde ayrı bir yeri vardır. Savunduğu düşünceler ve eylemli kişiliği yüzünden fırtınalı bir yaşamı olmuştur. Ancak, bütün zorluklara karşın inandıkları uğruna verdiği savaşımdan milim bile geri adım atmamış ve ağır bedeller ödemekten çekinmemiştir. BORAN’nın bu konuda söyledikleri bir çoklarının böyle yaşamayı göze bile alamadığı ama Behice BORAN’ın göze alarak yaşamının son anına kadar sürdürdüğü bir gerçekliktir. O, bu nedenle; “Sosyalist doğulmaz, sosyalist yaşanır!” diyordu

Kimler yükselen değerlere teslim olup kendileri için acıklı bir yaşamı içselleştirmedi. Koca koca profesörler, bilim adamları, politikacılar sermayeden esen rüzgarlarla “değişen değerler” tanımı yapıp eşiği aşarak kendisini sermayeye pazarlamadı mı? İşte Behice BORAN gibi işçi sınıfının yüce davası sosyalizm için savaşanlar bu yüzdendir ki ölümsüzdürler. Sonsuza kadar anılmayı da bu yüzden hak etmişlerdir.


BAŞ EĞMEZ DEVRİM SAVAŞÇISI HİKMET KIVILCIMLI
KAVGAMIZDA YAŞIYOR!..


Türkiye Devrim Tarihi'nin önemli kişiliklerinden biri olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yı, ölümünün 41. yılında saygıyla selamlıyor ve anıyoruz.

Dr. Hikmet Kıvılcımlı, 1902 yılında Priştine'de doğdu. Ailesi, Balkan Savaşı'ndan sonra Anadolu'ya göç etti ve Kuşadası'na yerleştiler. Lise öğrenimi sürecinde İstanbul'a gelen Hikmet Kıvılcımlı, burada Vefa Lisesi'nde okudu. Kıvılcımlı, İstanbul Tıp Fakültesi'ndeki öğrenim yıllarında sosyalist mücadeleye katıldı.

1925 yılında gerçekleştirilen TKP 2. Kongresi'ne delege olarak katıldı. Aynı yıl, Şeyh Sait İsyanı nedeniyle çıkarılan "Takrir'i Sükun Yasası", ülke çapında bir terör ve baskı dalgasının yükselmesine sebep oldu. Bu arada Hikmet Kıvılcımlı da tutuklandı ve 10 yıl kürek cezasına çarptırıldı. Fakat bir yıl sonra ilan edilen bir aftan yararlanarak, tahliye oldu. 1929 yılında tekrar tutuklandı, bu kez 4,5 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bu sürenin bitmesine çok az kala, yine bir aftan yararlanarak özgürlüğüne kavuştu. Kendisi bu süreçte, Türkiye Komünist Partisi MK üyesidir. 1938'de, Donanma Davası'ndan tekrar tutuklandı ve 15 yıla mahkum edildi. Bu kez, 12 yıl yattı. 12 Mart 1971 Açık Faşizmi Dönemi'nde arandığı için yurtdışına çıktı ve çok kısa bir süre sonra, 11 Ekim 1971'de, Belgrad'da öldü.

Hikmet Kıvılcımlı, yaşamının her anını devrimci disiplininden ödün vermeden yaşamış; ölümüne değin okuma, araştırma, öğrenme ve öğretme eyleminden vazgeçmemiştir. 36. ölüm yıldönümünde, Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yı, onurlu yaşamını ve mücadelesini saygıyla anıyoruz.
Türkiye sosyalist hareketinin en özgün ve üretken isimlerinden biri olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı örgütlü mücadele kararlılığı ile bugün de sosyalizm mücadelesine ışık tutmaya devam ediyor.

Onun kararlı ve yiğit devrimci yönünü en iyi şu sözleri yansıtıyor:
“Görev başında ömür merdiveninin son basamaklarına geldik. Kimsenin kara yahut mavi yahut yeşil, elâ gözü için yaşamadık. Kimseden proletarya doğruluğu ve yoldaşlığı dışında hiçbir şey beklemedik. Kimsenin de bizden başka şey istemesine göz yummadık. Görev yapıyorduk, muhallebi değil... Görev yapmada çok iyi biliyoruz; vurmak ta vardır, vurulmakta. Hepsi vız gelir ve de gelmelidir.”


CHE GUEVERA UMUDUMUZA DİRENÇ KATIYOR HÂLÂ…


Arjantin'de doğan devrimci Ernesto Che Guevara 20'nci yüzyılı etkileyen en önemli adların başıda gelir. Buenos Aires'te tıp okuduğu sıralarda Latin Amerika'nın pek çok bölgesini dolaşan Che, bu coğrafyanın en belirgin iki özelliğine yoksulluğa ve baskıcı rejimlere tanıklık etti. Marksist görüşleriyle birleşen isyankar ruhunun gösterdiği yön, silahlı devrim hareketiydi. 1954'te Meksika'da Fidel Castro ile tanıştı, Castro'nun liderliğini yaptığı 26 Temmuz hareketine katıldı.

Bu hareket Kübalı diktatör Fulgencio Batista rejimini alaşağı etti, Castro artık sosyalist Küba'nın devrimci lideriydi. Che, 1959-1961 yılları arasında Küba Ulusal Bankası'nın başkanlığını yaptı, daha sonra da Sanayi Bakanı oldu. 1965'te devrimin kızıl rengini diğer coğrafyalara yaymak için Küba'yı terk etti.

Afrika'da isyancı güçlere gerilla eğitimi verdi ancak çabaları sonuçsuz kalınca 1966'da yeniden Küba'ya döndü. Aynı yıl Bolivya'da Ortunyo yönetimine karşı mücadele başlattı. Bu mücadele onun son devrim macerasıydı. Che Guevara, 41 yıl önce bir çatışmada Bolivya'nın La Higuera köyünde katledildi.

Ama düşünceleri ve devrimci tavrı dünyanın her yanında, her dağda yankı buldu. Bulmaya da devam ediyor. Dünyanın kudret sahipleri akıllarından çıkartmasalar iyi olur: Che Guevara'nın sabırsız gözleri onu içine tıkmaya çabaladıkları tişörtün bağrından alev alev bakmaya devam ediyor. Ve o zalimlere haykırmaya devam ediyor: “Bir çiçeği ezebilirsiniz, baharı asla!”




NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati


İRFAN SARİ: Avareş




AVAREŞ







Bugün güneş çıldırmış olmalı. Evden çıktığım iki dakika olmadı daha, tere boğuldum. Canım da öyle sıkkın ki, havayla bir olup beni boğacaklar sanki. Neyse bizim Şaban’a rastlarım belki ancak bu stresi onunla gideririz. Gerçi çatlağın teki ama ne edersin memlekette onsuz olmuyor. O gülmesi yok mu sağır bile duyar. Hele şu ”işev mıhvanı teme yar yeman yar yeman”ı söylemiyor mu deli ediyor resmen adamı. Bazen morali bozulur o da az rastlanılır bir durumdur, yüzü teneşir gibi buz kesilir. Kim bilir teneşir bile kabul etmez belki melunu.

Bu sırada terler yüzümden akmaya başlamıştı çoktan. Kafamın içindeki düşlerle yolun diğer yakasına geçerken, son model bir araç geçti hızla, kulaklarıma yüksek sesli bir müzik gözlerime ise çelimsiz bir herifin direksiyona gömülmüş vaziyeti takıldı. Artık sırılsıklamdım az önce giden aracın ardından bakınıyorken yanımda Ali yaşlı damperiyle durdu.
—Atla Avareş’e(*) gidelim yüzeriz hem, deyince yok demedim. Araca bindikten sonra Şaban'ı unuttum.

Ağır ağır giden aracın camlarını açık tuttuk çünkü içerisi motorunda sıcaklığıyla resmen fırına dönmüştü. İkimiz de yarım porsiyon vücutlarımızla atlet katınaydık yolun ilerleyen bir yerinde. Amerikan filmlerindeki kamyon şoförlerine özenmiş olsak ta kafamız aracın göğsünü ancak aşıyordu.

Yeni köprüden sonraki ilk dönemeçte asker durdurdu, aracı park ettikten sonra, soruyoruz. Ölümlü bir kaza olmuş, iniyoruz araçtan yolun ortasında üstüne çadır bezi atılan bir ceset… Yaklaşıyor, üstündeki çaputu kaldırıyorum, sırt üstüydü, yüzünde hiçbir darp izi yoktu. Muhtemelen kafadan aşağı bölgeye yemişti darbeyi. Ölmüş bir yüze benzemiyordu. Çatık ve karakaşlı kıvırcık saçlı on beş veya on altı yaşlarında filinta mı filinta bir delikanlıydı. Delip çenesini dışa veren tüyleri görünce ağladım. Asker sordu:

—Akraban mı?
—Yok diyorum.
—Ya sen tanıyor musun?
—Yok diyor.
—Neden sordun?
—Ağlamışsın da ondan.

O esnada ceset kaldırıldı ve yol trafiğe açıldı. Yolda anlatıyor Ali; yakın bir köydenmiş, evin tek erkek çocuğu bisikletine çarpan araç durmamış kaçmış. Kim bilir hangi beyin zalim oğludur ya da kendisidir. İnsana verdikleri değer kibrit çöpü kadar. Varsa yoksa kendileridir. Verseler bana yetki bunların cümlesini kurşuna dizerim Allahıma diyor Ali.

Hayatının baharında hiç hak etmediği bir ölümle yüz yüze kalan bu delikanlıyı konuşa konuşa yola devam ediyoruz.

Artık varmıştık Avareş'e. Akarsu kenarında üç beş iş makinesi vardı iki yanı dağlarla çevrili bu geniş düzlüğü ikiye bölen akarsuyun sesi iş makinelerine yenik düşüyordu. Ben yüzme alanına giderken Ali de dampere kum doldurmaya gitti. İş makinelerinin de desteği ile önü kapatılan akarsu o bölgede büyük bir göle de dönmüştü. Yüksekçe bir yerden baktım göle dibindeki çakıl taşları, kumlar görünüyordu, su çok berraktı. Atlet katına suya gireceğim anda suyun yüzeyinde yüzen bir yılan göründü… Soğuk bir hayvan. Ama!.. Az önce yoldaki gence çarpıp, öldürüp ve kaçacak kadar soğuk değildir her halde diye geçirdim içimden. Onun için suya daldım, kocaman göleti kulaçlamaya başladım O baştan diğer başa, hem de defalarca, yılana ise ne oldu bilmiyorum…

Kollarım yorulunca kıyıya çıktım, giysilerimi çalılıklara serdim. Tekrar yüzmek için döndüğümde kumdan yapılmış bir kaleye çarptı gözlerim. Kalenin başına çömeldim inceden ince bakıyordum şimdi.mükemmel bir yapıydı, bütün ayrıntılar vardı, kale duvarlarındaki kesme taşlardan tutun burçlarına kulelerine her şey vardı anlayacağınız. Hayranlıkla seyrederken çalılıkların arasından sırtında çantası elinde baston asa arası bir sopa sol yanağı yanık bir çocuk göründü. Yaklaşır yaklaşmaz, bunu dün yaptım daha bozulmamış dedi. Elindeki çaydanlığı ve sırtındaki çantayı bıraktıktan sonra oda yanıma çömeldi.

—Rüzgâr bozmuş, dün gece fena esiyordu
—Yok canım, bence süper olmuş, bunu sen mi yaptın?
—Evet, herkes beğenir kalelerimi. Annem anlatırdı kaleler insanların kendini düşmanlardan korumak için yaptıkları en sağlam yerlerdir diye.
—Eskiden öyleymiş, şimdi çeliği bile deliyor teknoloji, her şey insanı öldürmek için tasarlanmış.
—Olsun ben yine de yapacağım bizim köyün çocuklarına inat. Onlar her gün yıkarlar yaptığım kaleyi ben de yeniden yaparım. Bugün yolda kaza olmuş korkularından gelmemişler.
—Peki, sen korkmuyor musun?
—Hayır
—Adın ne?
—Süleyman
—Nerden geliyorsun?
—Karşı yaylaya götürdüm hayvanları otlattım ve getirdim, bizim hayvanlarımız, köyde kalmak istemiyorum, çünkü çocuklar suratımdan dolayı alay ediyorlar benle, hayvanları seviyorum onlarla konuşuyorum. Cevdet öğretmen bana sen Süleyman Peygamber gibisin diyor… Onu babamı ve amcamı çok seviyorum.
—Anneni peki?
—Annem öldü. O gün evde misafir vardı, semaveri getirince sendeledi ve kaynar sular başımdan aşağı döküldü, apar topar doktora götürmüşler ben birkaç ay doktorda kaldım. Bir gün köylülerden biri anneme Süleyman ölmüş diyor yalandan. Oracıkta devriliyor yere. Biz babamla eve döndüğümüzde annem çoktan mezara konmuştu bile.
—Okula gittin mi?
–Evet, beşi bitirdim

Bunları konuşurken Ali de geldi hemen oracıkta çırpı ateşinden bir çay demledi Süleyman. Ömrümde bu kadar lezzetli çay içmemiştim. Uzun bir sohbetten sonra toparlandık, Ali, Süleyman'a dönerek çağırsana hayvanları dedi. Süleyman da her iki elini ağzına götürerek bağırmaya başladı. Az sonra her taraftan hayvanlar çıkmaya başladı. Çıkardığı o garip sesi yazmayı denememe rağmen yazamıyorum.

O, yoluna köye doğru hayvanlarla koyulunca biz de dampere binip şehre geliyoruz. Artık günün sıcaklığı kendini akşamın serinliğine terk etmişti. Bunaltıcı havadan kaçarken karşılaştığım bu garip durumları düşlerken yolun kıyısından geçen sürünün çobanına el sallayarak bir selam vermiş olduk güne…

(*)Avareş: akarsu ismi(Karasu)


İRFAN SARİ
Yüksekova
2001


ADNAN DURMAZ: Misketime Benziyordu Öldüğüm Kurşun




MİSKETİME BENZİYORDU
ÖLDÜĞÜM KURŞUN






“..İngiltere Başbakanı Tony Blair,
Bağdat'taki bir pazaryerine
26 Mart'ta düzenlenen ve 15 kişinin
ölümüyle sonuçlanan bombardımandan
müttefik kuvvetlerin sorumlu
olmadığını söyledi....”




dizeler dile dökmez
oğulları öldürülmüş anaların yasını
cellat çizmeleri altında
şafak gül gibi sökmez
ay paklamaz zulümden gecenin karasını
ırzına geçilen çocukların
yakılmış cesetlerin yüzüne
akşam düş gibi çökmez
hangi söz anlatabilir
kolları kopmuş yurtseverin
yürek yarasını

ve tam vardiya ölüm fabrikaları
silah simsarları haykırdı
-insan hakları! hayvan hakları!
vay anasını be!
vay anasını! ..

ey Bağdat
yaşamın anlamı kalmayan zaman zaman
zaman zaman
yalnızca ölüm anlamlı olan
boğazlandın bir dağ gibi
dünyanın tam ortasında
ve barış tellalları -uygarlık vampirleri
bu insan kıyımına utançsızca baktı da
görmedi be!
görmedi be!
görmedi!

Yakalandığında
Bir mağaraya benziyordu diktatörün ağzı
Ve her yerde gözleri kulakları
Bu tarih tanrım
Bu kuma yazılan tarih
Kaç bin yıldır böyle sarı
Karanlığın
Sığınak gibi geldiği akşamları
Ve evleri yaktılar
evlerin ne suçu vardı
beşikleri
duvardaki duaları
oyuncak bebekleri vurdular
oyuncak bebeklerin ne suçu vardı
anaları çocuklarına hasret
genç kızları düşlerinde vurdular

onların da anaları yok muydu
bebekleri yok muydu -bağırlarına basıp
adına mutluluk dedikleri

ve ağıtlar yükseldi
tüm yoksul sokaklarından yer yüzünün
ruhuna kadar sömürülmüş milyonlar
su ve ekmek sustular gözyaşlarından
-özgürlük yaşasın -diye

bağdaki üzümü gözleyen
toprakta petrolü izleyen uydular
ne ayyuka çıkan ceset kokularını
ne dünyayı sarsan kıyım çığlıklarını
bir onlar
duymadı be!
duymadı be!
duymadı! ..

diktatörün dikenden kanatları altında
firari sevdalar düş kurardı çöl kadar susuz
bazan kan lacivert bir şarkıydı gök
bir peri masalında ay akardı
tüller içinde
masmavi bir coşkuydu aşk
yıldızlar bir pembe-bir sarı
yalnızca düşler vardı güller içinde

bağdat gökleri üstünde
kaçıncı yakılışıdır filistinin
Kudüs’ün kaçıncı işgali
kaçıncı cehennemdir tikrit
bu kaçıncı nuh tufanı
kaçıncı yecüc mecüc
kaçıncı cehennem bu
kaçıncı it oğlu it

orada ırzına geçildi
gözyaşlarının bile
yeniden çarmıhlandı spartaküs
Nesimi’nin derisini yüzdüler
Yeniden asıldı hallac el mansur
kaçıncı kez kirlendi
barış simsarlarının
kof sözleri orada...

masallardaki iyiler
yıldızlı göğün sırları
yorulmuş yaşamların çiçeklenen kırları
yamaçlarda dinlenen
eski zaman yatırları
katledildi orada...

annelerin parçalanmış memelerinden
sütleri toprağa damlıyor
öldürülmüş çocukların
oyulmuş gözlerinden
anneleri kanıyor
artık ellerimi tutamazsın anne
ellerim yok.
bir daha sevinci koşamam sokaklarda
bacaklarım kopuk
sokaklar yıkık

bir sesim vardı
gülüşüme şarapneller düştüğü anda
bütün çocuk sesleriyle birlikte
insanlığın suratına haykırdı
misketime benziyordu öldüğüm kurşun
yağarken gökyüzünden yanık et-kopuk bacak
insanlık kördü anne
insanlık sağırdı
bir çığlığım kaldı benden
tarihin vicdanında yankılanacak

gayri gözyaşlarını biriktirsin
dünyanın dört yanında yalnızca ağlayanlar
sonra da oturup içsin
senin yazdığın yaldızlı dizeler
öfkeye-kınamaya-yasa dair
artık durdurmaya yetmez
bitmiş bir kıyımı ey şair
isyana kesmedikçe kederin
kalemin yüreğine saplanıp
ateşle yazılmadıkça dizelerin
daha çok
vampirler sokaklarda uluyacak
başka bağdatlar kanayacak
insanlık zulüm soluyacak
çocuklar soracak ey insanlık
çocuklar sizden soracak
sevinçler ne kadar az
azrail ne kadar çok
artık ellerimi tutamazsın anne
ellerim yok! ..


Not:bu şiir 1995 de bosna için yazıldı..sadece özel adlar ve birkaç küçük yerini değiştirdim


ADNAN DURMAZ / 2004

MEHMET RAYMAN: Eşiğinden Beşiğine—YAŞAR DOĞAN: Tükeniş




EŞİĞİNDEN BEŞİĞİNE






yaz gelir geçer
buğulu gözlerin kalır bende
deniz taşları bıçak gibi keskin
yakamoz boyunlu güvercin
iğreti basıyor kumların üstüne

iliklemiş yakasını nehir
dem tutuyor zaman derinlemesine
beşiğin üstüne eğilir anası
ağzına verir bulut memeyi
hiç bilmediğim bir yerde

güneşi yoldan çıkarır
hitit boynuzlu geyiklerin daracık yolları
karınca deliğinden şiire uğunur toprak
esmerimsi bir kadın korlanır için için
emeğinden başka ağaran yoktur eşiğinde



MEHMET RAYMAN






TÜKENİŞ




(A. Ziya Çamur'un "Tükenmek" şiirine çağcıl taştir)



Onurun ışığı da aranır havsalda
Batırılmış şafakların ayazında
Kıvrılıp kırılmamak
Gammazlık çukuru oy anan Oy

Kaptırılmış sevinçler boran boran
Yokuşta kaypak yürüyüş
Düz yolda ölesi bir üveyiş ki
Çürümek bile kıran kırana

Kehribar inanç saçlarında uçan şu kuş
Başına istediğin tacı koy da gör
Gün gelir hınca hiç elinden alırlar
Kıstaslara sığmasan iki gözün kör

Ama biz asla bu kıstaslar sığmak için
Doğmadık ki hemen kölesi olalım sistemin
Sislerin ötesinde yaşamak ahdimize düştü
Tersle elinin tersiyle yeryüzünü
Ötekiyle silerken yüzünü

Yeryüzü gözlerinde görsün yükselişini.



YAŞAR DOĞAN 


ERCAN CENGİZ: Uzadıkça Uzayan Gecelerimde





UZADIKÇA UZAYAN GECELERİMDE







Gözüm kapalı olurdu, gözüm kapalı, yorgun
Giderdim bilmediğim adreslere doğru
Ömrümün gel-gitlerinden koparcasına.

Ekilmemiş tarlalardan geçerdim
Dönüp onları ektiğimde, zaman akıp giderdi üstümden
Yeşerip boyumu geçerdi ellerimle serptiğim o tohumlar
Saniye saniye akarken zaman, yetişemezdim
Ve ben onların, serptiğim tohumların arasından giderdim
Zor bela değiştirirken adımlarımı
Toprağa, kendi toprağıma batardım.

Batardı ayağım toprağa, yürüyemezdim.

Açılmazdı gözlerim kuytu karanlıklarda
Açılsa da gözlerim yıldızları göremezdim, seçemezdim
Bir karanlık içinden, rengârenk kuşaklardan
Işıklar gelirdi gözbebeğime
Kalkardım ayağa, o ışıkların ardından
Yoksul insanlar görürdüm yol boyu harabelerde
İnsanlar yoksulluk içinde ve hala umutları yükseklerde
En çok aradıkları evse başını koyacakları
Evler yapardım onlara renklerine bakmaksızın
İşse istedikleri çalışmak için kendi topraklarında
Üretmek, birşeyler var etmek içinse asıl
Doyurmak içinse kendi kendilerini, diğerleri gibi
Kendi işlerini kurardım onlara kendi efendileri gibi.

Uzadıkça uzayan gecelerimde yalnızdım
Çoğunlukla da öfkeli, çılgındım
En yükseğinden dağları arardım
İhanetler görürdüm en alçağından
Teslim alınmalar en korkağından
Teslim olmalar kendini bilmezlerden
Diri diri ölürdüm o uzadıkça uzayan gecelerimde
Ölürdüm de
Yüzüm gülsün isterdim inatla bu karmaşada
Yüzümün ifadesi anlatmalıydı yaşanılanı
Her şeyi ama, herşeyi taşırmalıydı yarınlara
Sonra yumruğum, ezgilerimin dili olmuş yumruğum
Hep tetikte olmalıydı bu havalarda
Öyle ki, bir çok insan toplanmalıydı üzerime
Çözmek için yumruğun gücünü...

Uzadıkça uzayan gecelerimde yalnızdım
Dağda da öyle, köyde de, şehirde de
Kimsenin duyamayacağı kadar yapayalnız
Çabuk öfkelenirken hem karanlığın bu hükmüne
Öfkem içimde kalırdı ve tüm dünya,
Tüm insanlığın gözleri üzerimde gibi
Gidip ağlayanların ellerinden tutardım.

Uzadıkça uzayan o gecelerimde, yaşlılar
Bu toprağın açları
Ve çocuklar çoğunlukla ellerinden tuttuğum
Bu çileli toprağın umutları
Desem erkenden yaşlanmışlar bu ak saçlılara
Daha doğru ya...
Yolum bitmezdi ömrümün tümünde
Ömrümün tümü, tüm renkleriyle gelirdi
Bir kaç saniyeden kısa bir zaman diliminde,
Yorgun düşerdim doğrulamayacak kadar yorgun
Dünyanın tüm derdi sanki dünden bugüne
Sanki omuzlarımda yükselmiş sıra sıra dağları
Oysa habersizdi dünya varlığımdan bile habersiz
Yalnızdım uzadıkça uzayan gecelerimde
Yapayalnız bir bilsen sevgili yurdum.

Ne evler yapardım köylerde o yıkılmış köy evlerinden
O terk edili taşlardan, ağaçlardan
Nice havuzlar o sahipsiz tarlaların üstünde
Ne ağaçlar dikerdim sıra sıra su yolunun ağzına
Ve sanki tüm meyvelerini bu dünyanın
Öteden beri bu toprakların o kendi cennetinde
Sonra kurumasınlar diye o ağaçlar
Ne arklar açardım bir bilsen, taş, yamaç demeden
Ve o uzadıkça uzayan gecelerimde ben
Ömrümden uzun o yapayalnız gecelerimde
Boş kalmazdım sevgili yurdum boş kalmazdım
Gözlerimi kapadığımda bir yıldız bulamazdım
Aydınlık değildi her yer bu zamanlarda
Karanlık ta değildi bilmez misin
Bir adım atardım öteden beri
Bir adım atardım ki
Otobüsün onbeş saatte gittiğini ben bir kaç adımla
Hem baka baka yollarına
Tadını çıkara çıkara, bu doğanın seyrinde
Tüm ayrıntılarıyla hem de o derin virajların
Gelmelerin, gitmelerin, akarsuların içinden
Kaza - belaların hepsini görürcesine
Uzadıkça uzayan gecelerimde, bir adım atardım.

O uzun gecelerimde yalnızken bir ağaç gibi
Yılmazdım o kasırgalar karşısında
Hep birşeyler çekerdi beni öteden beri
Kolumdan tutup çeker gibi
Öyle anlatamayacağım kadar sıcak bir o kadar da soğuk
Bir ömür gittiğim - geldiğim yerler
Bir ömür çilesini çektiğim sebepli sebepsiz
Açlık, yokluk en çokta hasret içinde
Saniyelerden kısa zamanlarda giderdim
Ölenler, o herşeyi erkenden tadanlar, yitirdiklerim
O güler yüzleriyle daima karşımda gülüşürlerdi
Gülüşleri sıcak, gözlerinde yıldız, yüzlerinde mavi
Yanaklarında çocukluk düşlerinden kalma mimikleri.

Uzadıkça uzayan o uzun gecelerimde
Sen habersizken benden
Çıkarıp atamazdım içimdekileri
O en karanlık zamanların bir olup vuruşlarını bile
İşkence tezgahlarında, kemiğimden sökemezdim.

Uzadıkça uzayan o uzun gecelerimde
Uzamış beyaz sakalıyla bastonsuz gezerdim diyar diyar
O kendi haline kalmış, habersizce kendi yolunda akan
Akarsuların üstünden geçerken bitmeyen gecelerimde.
Dönüp bentler kurardım de lo lo lo
Çatlamış toprakları Babamın elleri gibi
Sürerdim Babamın ellerine melhem sürercesine
Ömrümü kısaltan o saniyeler içinde.

Uzadıkça uzayan o uzun gecelerimde
Çıkıp dağların başına
Yalnız kalmış bir ağacın dibinde oturup
Toprağımı süzerdim senden, diğerlerinden uzakta
En keskin, en alımlı bakışlarımla
Ömrümü kısaltan o saniyeler içinde
Ömrüm uzardı bir anlasan, anlayabilsen bir
Kimseler duymaz kimseler görmezdi
Dikili bir kaç ağaç kol açarken diğerine
Ötede topraktan fışkıran bir parmak su
Ve gökyüzü mavi öteki iklimlere açılan kuşlarla dolu
Nerde olursam olayım oraya giderdi ayağım
Uzanırken de hep o ceviz ağacının altında
Sararmış otlar üzerine uzanır kuş sürüsüne dalardım
Dinlenirdim uzandıkça uzayan o gecelerimde
Bir kaç saniyeden kısa mavilikler içerken
O kuşların kanadından
Yeniden canlanırdım erkenden doğan bebek gibi.

Uzadıkça uzayan o uzun gecelerimde sen
Dinlenir sanırdın beni
Oysa ben ömrümce yorulmadığım kadar yorulurdum
Bir kaç saniyeden kısa zaman içinde
Farkına olmadan geçerken zaman
Yiyecekler tükendiğinde anlardım
Bir ömür akardı benden uzaklara o saniyeler içinde.

Çocukluğumdan hatırladıklarımla
En çok ta çocukluğumu severdim, nedendir bilmem
Hala da öyledir çocukluk hayellerim, mavi.
Hala bıyıklı birini gördüğümde
Benden büyük bilirim..



(Kaynak: Ezgilerde Kaldı Yüreğim 2. Kitap)




ERCAN CENGİZ



HASİBE AYTEN: Çınara Veda— HAMZA İNCE: Tohumlanan Barış Karlar Üstünde




ÇINARA VEDA







Gölgende yorgunlar eğleşir
Dallarında bülbüller ötüşür
Tanığıydın düğünlerin savaşların
Atalarımın soy ağacı

Suyun bulutun kanadında
Köklerin toprak ananın koynunda
Kelebeklerin kuşların sincapların
Cıvıltılı çocukların sevdasıydın

Kalınca hayat suyundan yoksun
Gövdeni devirdi fırtınalar
Ekmek fırınlarında yakılan
Resimlerde gülen çınarın
Doğar mı küllerinden ankalar

*Kapınızı çalan benim
Teyze amca bir imza ver*
Kül oldum yedi yaşında
Yaşasaydım olacaktım
Yetmişüçlük bir çınar



**Hiroşima'ya 6 Ağustos 1945 pazartesi saat 8.15''te ABD atom bombası attı. Nagasaki'ye de atılan atom bombası saldırısından dolayı 140.000 kişi hayatını kaybetmişti. Nazım Hikmet'in 'Kız Çocuğu Şiiri'ndeki ölen çocuk 7 yaşındaydı. Günümüzdeki öldürümlerin tanığıyız. Barış istiyoruz, dayanamıyoruz.

HASİBE AYTEN




TOHUMLANAN BARIŞ KARLAR ÜSTÜNDE






Bu yalnızlık boğusu
Okuyabilirsiniz gazetelerde her sabah,
Beklerken pusudaki ölüm,
Yeriz geçmişimizi
Yenildikçe.
Yenilgi kavında söylenecek sözümüz,
Sol kanatta.
Bedeli yaşamda faturasız
Ölüm mevsiminde kuşlara.
Çarkını değiştirmeye zorlarken
Tarihin,
Kim verecek yıldızlara ulaşmanın
Yarında hesabı,
Ölüm boğusu kustukça tüfekler,
İsterdim görmeyi mavide ki güneyi,
Yakılmadan evvel
Yani tempo tutarken yıldızlar,
Kızıldan düşerken
Sarışın sözcüklerde,
Kar dağlarını eritirken kan
Ayazlı bir güz gecesinde,
Tohumlansın barış karlar üstünde



HAMZA İNCE