Merhaba,
Dünyamızın en büyük özlemi, en önemli gereksinmesi nedir? Bu soruya farklı bakış açılarıyla farklı yanıtlar bulabiliriz: Gözünü para bürüyenler için insana rağmen paradır. Gözünde kendini büyütenler için ün ve şandır. Gözünü kan bürüyenler için her ne pahasına olursa olsun saltanattır, başka insan ve ulusların hatta dünyanın üzerinde hükümranlık kurmaktır.
Bu yanıtlar, kuşkusuz kişiliği yeterince gelişmemiş, tatminsiz, ruhbilimcilerin inceleme alanına giren kişilere aittir. Çevresinde olup bitenleri doğru değerlendirip algılayabilen, düşünebilen ve düşündüklerini yorumlamasını bilen insanlar için dünyanın tek bir şeye gereksinmesi var: BARIŞ! Çünkü BARIŞ gelince zenginlik, ün, şan ve egemenlik tüm insanlar tarafından buğusu üstünde sıcak bir ekmek gibi kardeşçe paylaşılabilecektir.
Sorun, bu gereksinimi dünyanın ortak özlemi olarak görmekte ortaya çıkıyor. Bugün dünyanın her yanında insanlar ırk, din ve para uğruna birbirine kırdırılıyor. Bu kırımda, tuzu kuru silâh tüccarları ya da dünyanın patronluğuna soyunan ülkeler baş rolleri oynuyor. Kara politika, dünyaya kan barut ve kin kokan kendi türküsünü söyletmek istiyor.
Burada en büyük görev, barışın sancağını evrenin burçlarına dikme görevi sanatçılara ve bilim insanlarına düşüyor. Onların yapıtları tanklardan, bombalardan daha güçlü değil midir? Evrenin geleceğini onlar biçimlendirmeyecek mi? Bugün geçmiş uygarlıklardan bir iz aradığımızda sanatçıların yapıtlarıyla karşılaşmıyor muyuz. Eski uygarlıklardan kalan örenlere, kalıntılara baktığımızda hangi silâh yapımcısının ya da tacirinin izini görebiliriz? Onlardan kalan tek iz, yaktıklarından, yok ettiklerinden çağımıza dek gelmeyi başaran sanat yapıtlarının yıkıntılarıdır. Öyleyse geleceğe giden en kısa yol savaş değil barıştır. Bunun için de tüm dünyanın bir an önce barış bilincine ulaştırılması gerekmektedir. Bunu başaracak olan da ancak sanatçılar ve bilim insanlarıdır.
Şair, yazar Afşar TİMUÇİN’e göre, “Barış bilinci gerçek anlamda demokrasi bilincidir. Hırslarını yenmiş olmak, kıskançlıklarını adam etmiş olmak, hayvanlıklarını evcilleştirmiş olmak, bireyci olmayı düşünmeyecek ölçüde birey olabilmek, insanın bilinci üzerine, insanın geçmişi üzerine belli bir bilgi birikimine sahip olmak...” kısaca adam olmaktır. Gerçek barışçı, bu tür özellikleri kişiliğinde taşıyan insandır. Yoksa savaşın kötülüklerini görüp takım tutar gibi barıştan yana çıkmak, boş bir peygamberlik görevine ücretsiz talip olmaktan başka bir şey değildir. Gerçek barışçılar, artık savaşmasına gerek kalmamış bir insanlığın yaratılması yolunda karınca kararınca değil, kesin etkili bir biçimde mücadele edebilen kişilerdir.
Ali Ziya Çamur
BU SAYININ SAVSÖZÜ
“Günümüzde Türkiye şiiri bu tek tip yazılan, sanki aynı kalıptan çıkmış metinler mezarlığına dönüşmüştür. Dergilerde, bir sayıda pek çok şiir yayınlanmaktadır. Bu da yazanlar açısından kolayı bulmaktır. Dergiler, edebiyat ürünlerinin seçildiği yerler olmalıdır. Fakat seçme yerine abonesini, metin ne olursa olsun, bağlamak için onun şiirlerini yayımlayan dergiler fazlaca. Bu dergiler edebiyata, şiire katkıda bulunacağı yerde zarar vermektedir. Bir yayın organının çıkmasındaki başlıca amaç, bağlı olduğu edebiyata hizmet etmektir öncelikle; kişilerin egolarını tatmin etmek değil. Şiirden anlamayan bir kişinin gelen şiirleri yayımlama kararı alması büyük hatadır. Her derginin bu işten anlayan bir editöre gereksinimi vardır. Bu editörün de yapacağı değerlendirmeler objektif olmalıdır. Seçme, şiirin kendi teknik yapısı açısından yapılmalıdır; şiir bilgisi temelinde. İçerik zaten o derginin dünyagörüşü doğrultusunda istenecektir… Dünyagörüşü uyumluluğu, şiirin şiir olmadan yayımlanmasına yeterli olmamalıdır. Editör, kendine ulaşan şiirin yeni bir şiir denemesi olduğunu gördüğünde onu elememelidir. Ona öncelik vermeli, hatta üzerine aynı sayıda açıklama yapmalıdır. Şiirimizin tektipleşmesini önlemek için, gelen metinlerin benzer metinler olduğunu da duyurmalıdır; etkilenilen şairler işaret edilmelidir. Etkileşim, başka şiirler çıkarabilmenin belki ilk adımıdır; ama etkileşim kopyaya dönüştüğünde artık bunda bir şiir bilinci aramak doğru değildir. Kimi zaman genç şair adayları, benimkinin falanın şişirinden ne eksiği var diye itiraz ettiklerinde de o dergi bunun açıklamasını yapabilmelidir. Mektup yoluyla ya da genelleştirerek…” ÖZGEN SEÇKİN (Şiir Saati, Sayı 7)
YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ
ADİL OKAY’IN YENİ ŞİİR KİTABI: EYLÜL KOKUSU
Ütopya yayınevi’nden yayınlanan kitapla ilgili Yazar, İnsan Hakları eylemcisi Temel Demirer, bir tanıtım yazısı yazdı:
“ ‘Kaç Kişi Kaldık’ sorusu ile postmodernizmden malûl “yenik ruh hâline”, “Hayır” diyen Adil Okay, yaşadığı tarihin umutlarını bizimle paylaşırken, Can Baba’nın yolunda, İbni Haldun’un uyarısını unutmamacasına ilerliyor... Okay’ın “uzun yürüyüşü”nde “düş kırıklıkları”, “yenilgi”, “aşk”, “sürgün” ve “yitirilenle” ya da başkaldıran insana ait her şey var! Ama yılgınlık, vazgeçiş, tövbe yok... İnsan(lık)tan umudunu kesememiş Okay; bunun için de heybesinde dizeleri ile hâlâ yollarda...
Evet, belki “bir başına”dır: Ancak yaşamın engebeli sarp, dolambaçlı yolu, abartıldığı kadar “kalabalık” veya zannedildiği kadar tenha mıdır ki? Zaman zaman her ikisi de mümkün olsa da, nihayetinde kalabalıklar aldatıcıdır; tıpkı kendini üretmeyip, içine dönük edilgen yalnızlıklar gibi... O halde şaire düşen “olağan” denilene inat, onunla örtüşmeyen yalnızlıkta çoğullaşarak, “olup-bitene” cüretle meydan okumaktır... Düş kırıklıklarını, yeni umutların mayası yapmak; oncasının ardından vazgeçmemektir...
İstenmeyen, seçilmemiş yolculuğun yolundaki serüveninde Okay için sevgi, yağmur gibidir; üstünü sırıl sıklam ederken, içini tatlı tatlı ürperten duyarlılıklarıyla... Ayrılık, özlem baladını haykırırken demlenmişliğin dengesini tutturan dizeleri, yaşamın sınır tanımazlığına tanıktır; dünyanın tüm renklerini kucaklamıştır...
Uzak ve uzun bir geceyi yaşamış birikiminin sesiyle, ezgisiyle, iğneyle kuyu kazan Okay için aşk özgürlük ve özlemlerle içicedir... Tematik ve yapısal bütünlüğün estetiğiyle yoğrulmuştur...
O?nun dizelerinde insanî bir duyarlılığın güzellikleri, öfkesi, inancı, umudu yani aşkın ve hayatın ötekilere ait gerçekleri dışında hiçbir şeyin yeri yoktur... O’nun dizelerinde yüzyılların yükünü kararlılıkla omuzlamış zaman, binlerce hayatı içine alacak kadar geniş, dingin ve sevecendir...
O’nun dizelerinde yüreğinize, beyninize seslenen incelik, sizi tüketen “Modern Zamanlar” gürültüsüne çekilmiş bir hançerdir... O’nun dizelerinde insana ait bir tedirginliği, özgürlüğü, içinizden geçen her şeyi altını çizen sesinizin bütün tonlarını, hoşgörüyü, aklınızı ve yüreğinizi, düş gücünüzü bulursunuz... O’nun dizelerinde şarkılarınızı insana ait özgürlüğünüzle yalnızca siz seçersiniz... O’nun dizeleri içiyle dışı barışık mücadeleci, vazgeçmeyen insanlara aittir... O’nun dizeleri kapılarını aşksızlığa, umutsuzluğa kilitlemiştir... O’nun dizeleri masmavidir; haki renge tahammülsüzdür... O’nun dizeleri insanın kendisi ve dünya ile iç içe geçerek eşitlendiği bir özgürleşme alanıdır... O’nun dizeleri zamana ve mekâna teslim olmamıştır... O’nun dizeleri “yeryüzünün aşkın yüzü” kılınmasına açılmış bir penceredir... O’nun dizeleri yalnızlık dolambacındaki ışık ve çoğullaşma arayışıdır... O’nun dizeleri bilinmeyenin peşinde umutsuzca sürüklenen teslimiyete inat, geçmiş-bugün-gelecek bağlamında ertelenenleri gerçekleme ısrarıdır... O’nun dizeleri el kapılarının sürgün yerindeki bir tutuklunun yalnızlığa güzellemesi değil, yalnızlığını, uğruna dövüştükleri için çoğullaştırma duyarlılığı ve sorumluluğudur...
“Hayat bir sorgulamadır” gerçeğini ıskalamayan Okay; Nerval’in çıldırmadığı, Mayakovsky’nin kendine kıymadığı, Lorca’nın kurşuna dizilmediği bir dünya için “olağan” dediklerine ilişkin muhalif duruşundan, itirazından bir adım bile geri atmıyor... Hem de “Yazmak, benim hayatta kalma savaşımdır” diyen Kafka’nın Milena ısrarlılığındaki vazgeçmeyen kararlılıkla ve inadına umutla...
Böyle insanlar da var: Efsanelerde, kutsallığın yoğunlaştığı destanların veya günlük yaşamın vıdı vıdısı dışında anlam deren insanlar... Tıpkı “yolda bir hedefe doğru yürümek” sözündeki üzere... “Yollar bitmedi, çare tükenmedi” veya “Bitmedi daha, yürünecek yollar var” diyen türden insanlar, muhalifler! Rilke’nin, “Ve şimdi dostlarım zenginleşip/ Beni harcamaktalar...”; veya Colette’in, “Avare Kadın”ının ağzından “Bana hayatı paylaşalım demiştiniz... Sakın sizin de kastettiğiniz, sadece kendi payınızı alıp gitmek olmasın?” diye betimlediği acımasızlıklar deryasında; yolunu tanıyıp, yürüyebilene, yürümeyi göze alabilen(ler)e muhtacız... Sıkışmışız daracık yaşamlarımızda onlara ne kadar da çok gereksinimimiz var!
Yeri yurdu ya da bir yerin “yerlisi” veya olağan’a, “yerleşik” ve “alıştırılmış” olana esir olmayan; büyük yolculukların, göçlerin seyyahı Okay’ın dizelerini Ütopya Yayınevi tarafından yayımlanan yeni şiir kitabı “Eylül Kokusu”nda bulabilirsiniz...
Okay’ın dizeleri ile havalandıralım yaşamlarımızı. Daracık, sıkışmış, çoğu kez pis kokan. Yaşam var evrende. Yaşama dönelim. Yeni yollar arayalım. Yürüyelim. Erişmeye çabalayalım. Varamazsak, bir daha. Aynı yolu ya da yeni yolları. Yollar bitmez. Yaşamak yolda olmak demektir. Umut tükenmez. Yol çetin. Yol zor. Ama hiçbir zulüm, hiçbir güç içimizdeki var olma aşkını ortadan kaldıramaz...
SOSYALİST KADINLAR BİRLİĞİ
2. KONGRE DAVETİ...
Sosyalist Kadınlar Kongresi 2. kez Fransa’da toplanıyor. Toplantıyla ilgili açıklama:
“Değerli Dostlar, Sevgili Yoldaşlar;
Kadın kurtuluş mücadelesinin örgütlü gücü olma hedefi ile Avrupa topraklarında sürdürdüğümüz çalışmalarımızı 2 yıl önce gerçekleştirdiğimiz Kuruluş Kongremizle taçlandırmıştık. Özerk örgütlenme modeli ile çalışmalarımızı sürdürme kararı aldığımız Kongremizde, SKB kimliğini alarak tüm ezilen kadınları bayrağımız altında toplanmaya çağırarak iddialı bir yürüyüşe çıktığımızı duyurmuştuk.
Bugün 2. Kongremizi toplamanın gururunu yaşıyoruz.
2. Kongremizle; dünün deneyimlerini paylaşmak, geleceği birlikte örmek istiyoruz.
2. Kongremizle; Kadın iradesi ve gücünü kuşanmak, binlerce yıllık alışkanlıkları darbeleyip, kadın dayanışmasını örgütlemek, kadın aklı ve yaratıcılığı ile dünden yarına köprü olmak, meydanları dolduran Tahrirli ve Tunuslu kadınlar olmak istiyoruz. Biliyoruz ki; ne sahte eşitlik vaatleri ne de erkek egemen sistemin kadınları edilgen kılan tüm yanılsamaları örgütlü kadınları aldatamayacak. Yine biliyoruzki; içimizdeki eşitlik ve özgürlük özlemi, örgütlü gücümüzün iradesi ve yaratıcılığı ile bizleri yarına taşıyacak.
Bu bilinç ve umutla 2. Kongremize yürüyor, siz değerli üye ve dostlarımızı aşağıdaki gündemlerle toplanacak olan 2. Kongremizi onure etmeye çağırıyoruz. Çalışmalarınızda başarı dileklerimizle...”
Tarih : 6-7 Ekim 2012, Saat : 11:00, Yer : Paris/ FRANSA, Adres : Anadolu Alevi Kültür Evi: 5-11 Rue Jean Jaures 95400 Arnouvilles- Gonese / Paris
ŞEKERBANK'IN DOĞA DÜŞMANI PROJELERİ İÇİN
SANATI ARAÇSALLAŞTIRMASINA HAYIR!
SANATI ARAÇSALLAŞTIRMASINA HAYIR!
Trabzon Solaklı DEREBAŞI HES projesinin en büyük hissedarı ve gerçek sahibi olan Şekerbank, “çevre duyarlılığına yönelik çalışmalarını” Açıkekran Yeni Medya Sanatları Galerisi’nde düzenlediği sergilerle çağdaş sanat alanına taşıyor! Bu konuda sanatçıların yaptığı açıklama:
“Trabzon Solaklı Vadisi Karaçam-Köknar köyleri mevkiinde Hes projesiyle köylülerin ve tüm canlıların yaşam alanlarını ellerinden alan, doğayı ve ekolojik sistemi tahrip eden, yatağında akan dereyi yok edip ve suyu ticarileştiren, bir yaşam alanını bütünüyle katleden Şekerbank, ekoloji konulu sergileriyle “farkındalık yaratmaktan” söz ediyor.
Biz zaten farkındayız: Doğa ve insan düşmanı şirketlerin reklam kampanyalarında sanatı taşeronlaştırdıklarının farkındayız. Sanatçıların suç ortaklığına sürüklendiğinin farkındayız. Bu şirketlerin insanı, doğayı ve sanatı umursamadıklarının farkındayız. Trabzon’da jandarma ve polisin uyguladığı acımasız şiddetin, İstanbul’da Şekerbank’ın açık ekranında sergilenen sanatla bağının farkındayız. Ve bu utancın parçası olmayı reddediyoruz.
Sanatçılar ve sanat alanının emekçileri olarak bu ve benzeri iki yüzlülükler için araçlaştırılmayı kabul etmiyoruz. Türkiye’de süren özgürlük ve yaşam mücadelelerinin farkındayız ve onların bir parçasıyız. Şekerbank yatırımlarının değil, hepimizin yaşamı için savaş veren Karaçam-Köknar köylülerinin yanındayız.
Şekerbank ve benzeri şirketlerin, doğayı metalaştıran ve yaşamı yok eden projelerini bizleri kullanarak meşrulaştırma çalışmalarına ortak olmayacağımızı bildiririz.”
“AÇIK EKRANIN” ÖNÜNDE AÇIKLIYORUZ:
Konuyla ilgili olarak Kamusal Sanat Laboratuarı da şu açıklamayı yaptı:
“Çevre duyarlılığına yönelik çalışmalarını”(!) Açıkekran Yeni Medya Sanatları Galerisi’nde düzenlediği sergilerle çağdaş sanat alanına taşıyan Şekerbank, Trabzon Solaklı DEREBAŞI HES projesinin en büyük hissedarı ve gerçek sahibidir!
Karaçam-Köknar köyleri mevkiindeki HES projesiyle, köylülerin ve tüm canlıların yaşam alanlarını ellerinden alan, doğayı ve ekolojik sistemi tahrip eden, yatağında akan dereyi yok edip suyu ticarileştiren, yaşam alanını tamamen katleden projelerin altında, ekoloji konulu sergileriyle “farkındalık yaratmak” istediğini iddia eden Şekerbank imzası vardır.
Biz zaten farkındayız: Doğa ve insan düşmanı şirketlerin reklam kampanyalarında sanatı taşeronlaştırdıklarının farkındayız.
Sanatçıların suç ortaklığına sürüklendiğinin farkındayız.
Bu şirketlerin insanı, doğayı ve sanatı sadece karlı yatırımları için “hedef odaklı” birer araç olarak gördüklerinin farkındayız.
Trabzon’da jandarma ve polisin uyguladığı acımasız şiddetin, İstanbul’da Şekerbank’ın “açıkekran”ında sergilenen sanatla perdelendiğinin de farkındayız. Ve bu utancın parçası olmayı reddediyoruz.
Sanatçılar ve sanat alanının emekçileri olarak bu ve benzeri iki yüzlülükler için araçlaştırılmayı kabul etmiyoruz. Türkiye’de süren özgürlük ve yaşam mücadelelerinin farkındayız ve onların bir parçasıyız. Şekerbank’ın karlı yatırımlarının değil, çocuklarımızın geleceğinin yanındayız. Parçası olduğumuz doğaya karşı sorumluluğun yanındayız. Bütün bunlara sahip çıkan, mücadele eden Karaçam-Köknar köylülerinin yanındayız.
Şekerbank ve benzeri şirketlerin, doğayı metalaştıran ve yaşamı yok eden projelerini bizleri kullanarak, sanatı paravan yaparak meşrulaştırma çalışmalarına ortak olmayacağımızı kamuoyuna bildiririz.”
20 Eylül 2012 saat: 16:30’da Şekerbank Feneryolu şubesi sanat ve sermayenin iş birliğine “içten bakış” için bir performans ortaya koydular.
ŞAİR İBRAHİM YILDIZ ÖDÜLÜ DÜZENLENİYOR...
Emekçi şair İbrahim Yıldız adına, doğduğu ilçenin, Eflani Belediyesi’nin öncülüğünde bir şiir ödülü daha düzenleniyor:
Ödüle her şair en fazla üç şiiri ile aday olabilirler. Şiirler başka bir yerden ödül almamış olacaktır. Ödüller, bir Birincilik, iki Mansiyorn olarak verilecektir. Ödüle başvurular rumuzla yapılacak, birden fazla şiirle katılanlar aynı rumuzu kullanacaktır, şiir üzerinde isim bulunmayacaktır.
Ödüle aday şiirler; A4 boyutunda altışar kopya hazırlanarak bir zarfa konulacaktır. Ayrıca içinde özgeçmiş ve iletişim bilgileri içeren küçük bir zarf kapatılarak üzerine sadece rumuz yazılıp aynı zarfa konacak, 15 Ocak 2013 tarihine kadar Halil Nihat Yıldız PK 10 KARABÜK adresine gönderilecektir. Sonuçlar, 1 Şubat 2013'te, Eflani Belediye Başkanlığı İnternet sitesinde ya da www.taydergisi.com adresinde açıklanacaktır.
Bilgi için 0.555.8578060 ya da 0.533.369.03.67 no'lu telefonlar aranabilir. Ödüller 13 Şubat 2013'te Eflani Sanat Etkinliği kapsamında verilecektir. Birinciye 500 TL, Mansiyonlara 250 TL, ayrıca ödül kazananlara Tay dergisi aboneliği ve Tay yayınlarınca yayınlanan kitap seti armağan edilecektir.
Yarışmanın seçici kurulunda, Remzi Tüfekçi, İsmail Arslan, M. İbrahim Kaytmaz, Hüseyin Özmen ve Gülderen Canyurt yer almaktadır.
DİKENLİ YOLU AÇAN ADAM,
MEHMED UZUN ANADİLİNDE YAŞIYOR ARTIK!
Yaşamı sürgünlerde geçen, Kürt yazarı, romancı Mehmet Uzun’u 11 Ekim 2007 tarihinde yitirmiştik. Ana dili Kürtçe’siyle yazdığı romanları halkının arasında yankılanmaya devam ediyor.
Mehmet Uzun, Kurmanci, Türkçe ve İsveççe yazdığı kitapları yirmiye yakın dilde yayınlandı. Uzun hakkında, Türkiye'de çok sayıda dava açıldı. 1981'de Türk vatandaşlığından atıldı ve 1992 yılına kadar Türkiye'ye gelemedi.
Kürt edebiyatı ve kültür yaşamında yeri doldurulamayacak olan Mehmet Uzun, çağdaş Kürt edebiyatının kurucusu ve öncüsüydü. Kürt halkının yaşadığı sosyal ve politik dramın canlı bir tanığı ve bu tanıklığı evrensel dile aktaran büyük bir sanatçıydı.
Yasaklar, yokluklar, cehalet ve acılar içinde yaşamaya mahkum edilmiş bir halkın içinden çıkan Mehmet Uzun kendi çabalarıyla kendisini var eden bir değerdi. Tarih onu yalnız Kürtlerin, yalnız Türklerin değil tüm dünyanın en büyük yazarı, kültür adamı, barış ve özgürlük savaşçısı olarak anacaktır.
Uzun yıllar İsveç Yazarlar Birliği yönetim kurulu üyeliği yaptı. Ayrıca İsveç Pen Kulübü ve Uluslararası Pen Kulüp'te aktif çalıştı. İsveç ve Dünya Gazeteciler Birliği'nin de üyesi olan Uzun'un bugüne kadar çok sayıda Kürtçe roman yazdı.
Eserleri: Tu (Sen), Roman (1985), Mirina Kalekî Rind (İyi Bir Yaşlının Ölümü), Roman, (1987); Siya Evînê (Yitik Bir Aşkın Gölgesinde), Roman, (1989); Rojek ji Rojên Evdalê Zeynikê (Evdalê Zeynikê'nin Günlerinden Bir Gün), Roman, (1991); Destpêka Edebiyata Kurdî (Kürt Edebiyatına Giriş), İnceleme, (1992); Hêz û Bedewiya Pênûsê (Kalemin Gücü ve Görkemi), Denemeler, (1993); Mirina Egîdekî (Bir Yiğidin Destanı), Destan-Ağıt, (1993); Världen i Sverige (Tüm Dünya İsveç'te), Edebiyat Antolojisi, M. Grive ile Birlikte, (1995); Antolojiya Edebiyata Kurdî (Kürt Edebiyat Antolojisi), Antoloji, iki cilt, (1995); Bîra Qederê (Kader Kuyusu), Roman, (1995); Nar Çiçekleri, Deneme, (1996); Ziman û Roman (Dil ve Roman), Söyleşiler, (1997); Bir Dil Yaratmak, Söyleşiler, (1997); Dengbêjlerim, Deneme, (1998); Ronî Mîna Evîne - Tarî Mîna Mirinê (Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık), Roman, (1998); Zincirlenmiş Zamanlar Zincirlenmiş Sözcükler, Deneme, (2002); Dicle'nin Sesi I - Hawara Dîcleyê (Dicle'nin Yakarışı), Roman, (2002); Diclenin Sesi II - Dicle'nin Sürgünleri, Roman, (2003); Ruhun Gökkuşağı, Anlatı, (2005)
FAKİR BAYKURT, KARANLIĞA IŞIK TUTUYOR HÂLÂ…
Fakir Baykurt, Akçaköy’de başlayıp Köy Enstitüleriyle onlarca kitaba uzanan zorlu bir Anadolu türküsüdür. Köy Enstitüsünde başlayan sınıfsal uyanış, -sınıf bilincine tam olarak ulaşamasa da- onun yolunu ve bakışını içinden geldiği topraklara döndürdü. Tanık olduğu, yaşadığı insanları anlattı yapıtlarında. Türkiye Öğretmenler Sendikası TÖS’ün kuruluşuna emek verdi. Başkanlığa seçildi. Yolu sürgünlere, cezaevlerine uğrasa da halk için halkı yazdı.
Köyler boşalıp Almanya’ya göç etmeye başlayınca, o da kalktı gitti Almanya’ya. Bu sefer göçmen işçileri yazdı. Romanlarında Türkiye'deki köylü yaşamını halkçı ve devrimci bir bakış açısıyla ele aldı. Köylünün bilinci ve bilinçaltındaki istekleri, tepkileri, çelişkileri yansıttı. 1950–1970 döneminde etkili olan "köy edebiyatı hareketi"nin önde gelen temsilcisi oldu. Aziz Nesin, 1989 Nesin Yıllığında onun için şu tespiti yapıyordu: “On yıldan beri, Almanya’da yaşayan Fakir Baykurt’un yeni yapıtlarını okuyamamış olmam eksikliğimdir. Bu yüzden yazınımızda hangi düzeye vardığını, kendini yenileyip yenilemediğini bilemiyorum. Fakir Baykurt’un yazın yaşamını incelerken, onun çağının salt tanığı olmakla kalmayıp, tanık olduklarına yorum getirdiğini, böylece okurlarını bir toplumsal değişime özendirme çabası güttüğü görülecektir. Bu çabalarını salt yazar olarak değil, toplumun durumundan kendini sorumlu duyumsayan bir aydın olarak da toplumsal etkinliklerle sürdürmüştür.”
Yaşamının her anında, “Sanatta devrimci tavır, hayatı değiştirme tavrıdır” diyen Baykurt’u, 11 Ekim 1999’da günü sonsuzluğa uğurlamıştık.
Fakir Baykurt, kıvrak dili, güçlü gözlemlerini kendi bakışıyla buluşturan güçlü anlatımıyla edebiyatımızın önemli roman ve öykücüleri arasında yer aldı. Sanat anlayışını belirten şu sözleri, onun sanatsal ve toplumsal bilincini en iyi biçimde yansıtmaktadır: “Kitaplarımız bize ün sağlamak ya da kalıcı olmaktan önce toplumu devrim yönünde etkilemelidir. Hayatı değiştirme amacına yönelmiş bir sanat insanın bilinçlenmesine ve birleşmesine yardım eder…”
“Akan ve akmakta olan yaşamı, bilinçaltından ve bilinçten geçirip dışa vurma işidir roman. Hem bireysel, hem toplumsal boyutları olan bir yazı türü. Bir imbikleme...
Bir yaşamın romana benzemesi başka. Roman olabilmesi için yazılması gerek; bir romancının bilinçaltından, bilincinden geçerek gerekli estetik biçime ve biçeme ererek yazılması.” FAKİR BAYKURT
NAİL V. ŞİİRLERİNDE, YAPILARINDA
YAŞAMAYA DEVAM EDİYOR…
YAŞAMAYA DEVAM EDİYOR…
Sosyalistlerin Nail V. olarak bildiği, Ağahan Mimarlık ödülünü almasından sonra herkesin tanıdığı Nail Vahdet Çakırhan, Mustafa Suphi ve 14 yoldaşından sonra Türkiye’nin 2.kuşak komünistlerindendi.
Konya’da lise öğrenimini sürdürürken “Kervan” adlı dergi çıkarır. “Halka Doğru” dergisinde yayınlanan “Alev Yağmuru” şiiri nedeniyle ilk kez polisle tanışır. Daha sonra Çakırhan, felsefe eğitimi için İstanbul'a gelince -gıyaben şiirlerine hayran olduğu- Nâzım Hikmet ile tanıştı. Ona son şiirlerini gösterdi. Nâzım Hikmet, bu genç öğrencinin şiirlerini beğendi. 1+1=1 adını verdikleri mini kitapta son şiirlerini yayımladılar. Ne var ki bu kitap toplattırıldı. Ve şairleri hakkında takibata geçildi. Şairler, cezaevinden çıktıklarında buluştular, dostluklarını devam ettirdiler.
Çakırhan, uğruna işkence gördüğü, hapislerde yattığı sosyalizmin ne olduğunu tam olarak bilmiyordu. Öğrenebilmek amacıyla 1934'te kimseye haber vermeden ortadan kaybolur. İstanbul'dan Hopa'ya, oradan da bir arkadaşının yardımıyla Sovyetler Birliği'ne gider. Komintern'le ilişki kurar ve Moskova'da Puşkin Meydanı'na yakın bir yurtta üç ay Rusça öğrenir. Ardindan Moskova Doğu Halkları Üniversitesi'ne (KUTV) girer. Orada iki buçuk yıl sosyalizm ve ekonomi görür. Stalin, Tito, Hoşimin, Kruşçev, Dimitrov gibi önemli siyasetçilerin bazılarını görür. Bazılarıyla tanışma fırsatı bulur. Öğrenimi sürerken bir yandan da uygulamaları yakından görmek ister ve kendi isteği üzerine Moskova yakınlarında bir tekstil fabrikasına gönderilir.
Dönüşünde gazetecilik yapmaya başladı. Tan ve Resimli Ay’da 2. Dünya Savaşıyla ilgili etkili ve yerinde yorumlar yaptı. Bu yazıları daha sonra TÜSTAV tarafından yayınlandı. Arkeolog Halet Çambel’le evlendi. Onun kazılarında ilk mimari denemelerini gerçekleştirdi. 1970 yılında, doktor tavsiyesine uyarak eşiyle birlikte Akyaka’ya yerleşen Çakırhan, burada iki ustanın yardımıyla projesini kendi çizdiği evler yapar. Yaptığı evler beldede yaşayan insanların ve turistlerin ilgisini çeker. Ardından çok sayıda insan, “Nail Çakırhan Mimarisi” adı verilen bu evlerden yaptırmaya başlar. Geleneksel mimariyi korumak için yoğun çaba harcayan ve insanlara örnek olan Çakırhan’a 1983’te, dünyanın en saygın mimarlık ödüllerinden “Ağa Han Uluslararası Mimarlık ödülü” verildi.
Hapishane yıllarında eşi Halet Çambel’e gönderdiği mektuplar, “Üç Hapishaneden Mektuplar” adıyla yayınlandı. 2. Dünya savaşının eşiğinde gazetelerde yazdığı yazıları “Harbin eşiğindeki Türkiye “ adıyla yayımlandı. Şiirleri de “Daha Çok Onlar Yaşamalıydı”adıyla yayınladı. 98 yıllık yaşamının her anını ülkesi ve inancı için dolu dolu yaşayan bu güzel insanı saygıyla selamlıyoruz.
HE BE DALGALAR
Dalgalar, ne Hint’te ne Çin’dedir.
Dalgalar kürenin içindedir.
Dalgalar, dalgalar ha be dalgalar!..
Biri birine ana, biri birine gebe dalgalar!..
Rüzgâr,
Duracak değil gibi,
Gittikçe kabarıyor;
Dalgalar,
Koca, kızıl bir dil gibi
Ufukları yalıyor.
Dalgalar, dalgalar, ha be dalgalar!..
Biri birine ana, biri birine ebe dalgalar!..
Dalgalar, Ne Hint’te , ne Çin’dedir.
Dalgalar kürenin içindedir.
NAİL V.
İNSANÎ EDEBİYATIN ÖNCÜLERİNDEN
HALİKARNAS BALIKÇISI YAPITLARIYLA YAŞIYOR!
Halikarnas Balıkçısı ya da gerçek adıyla Cevat Şakir Kabaağaçlı, Oxfort Üniversitesi “Yeni Çağlar Tarihi” bölümünde tamamladıktan sonra(1908) Resimli Ay, Resimli Hafta, Diken, İnci gibi dergilerde yazılırı, çevirileri ve karikatürleri yayımlandı. 1925’te Resimli Hafta da Hüseyin Kenan imzasıyla çıkan “Hapishanede İdama Mahkum Olanlar Bile Bile Asılmaya Nasıl Gider?” yazısından dolayı İstiklal Mahkemesi tarafından yargılanır. Bu öyküde balıkçı Kurtuluş Savaşı yıllarının hamasî havasının tersine İstiklal Mahkemeleri tarafından doğru düzgün yargı ortamı kurulmadan idam cezasına çarptırılanların asılmaya gidiş dramlarını gerçekçi bir dille yansıtır. Ama bu öykü zamanın yönetimi tarafından Mustafa Kemal Hükümetine ve Cumhuriyete hakaret kabul ederek o çağın henüz bilinmeyen, yolu izi olmayan uzak bir yurt köşesi Bodrum’da 3 yıl Kalebentliğe sürgüne gönderilir.
Halikarnas Balıkçısı tüm acıları ve yalnızlıklarını adeta bir tragedya kahramanı direnişiyle bin bir olanağa ve üretkenliğe dönüştürecektir bu sürgünde. 1920’lerde magazin öyküleri yazan Halikarnas Balıkçısı, yazar ve düşünce adamı olarak asıl kimliğini Bodrumdaki sürgün yıllarında buldu. Mitolojisi, tarihi, doğasıyla Ege’yi; süngercisi, balıkçısı gemicisiyle hayatlarını denizden kazanan insanların mücadelesini konu alan Ege Kıyılarında deniz emekçilerini anlatan romanlar yazdı. Yazılarını coşkulu, içten, kimi kez savruk, şiirsel bir üslup ile yazdı. Halikarnas Balıkçısı Anadolu efsaneleriyle mitolojisini inceleyen kitaplar da yazdı.
1947'de İzmir'e yerleşen Kabaağaçlı, 13 Ekim 1973'te bu kentte ölür çok sevdiği Bodrum'a gömülür. Onun sanat anlayışı şu sözlerinde gizlidir:
“Halktan, temelden, topraktan ve doğanın derinliklerinden gelmeyen, onlardan etkilenmeyen bir edebiyat geçicidir, ölümcüldür.”
BEHİCE BORAN SOSYALİZM YOLUNDA, HEP YANIMIZDA!
Türkiye Sosyalist hareketinin en önemli ve en yürekli adlarından biridir Behice Boran… Hiç kuşku yok ki, insanlar öldükten sonra kötü anılmazlar. Ölüm gibi duygusallık yaratan bir durumdan sonra bir çokları belki de hak etmedikleri övgülerle anılmışlardır. Ancak kimileri için övgü bile yetersizdir. İşçi sınıfımızın yiğit evladı Behice BORAN’da bunlardan biridir. Çünkü Behice BORAN tartışmasız çevresini aydınlatan, inat ve kararlı kişiliği ile övgüyle anılmanın çok ötesinde şeyleri hak etmiştir.
Onun hem bir bilim insanı hem bilimsel sosyalizmi savunan bir önder olması nedeniyle gönlümüzde ayrı bir yeri vardır. Savunduğu düşünceler ve eylemli kişiliği yüzünden fırtınalı bir yaşamı olmuştur. Ancak, bütün zorluklara karşın inandıkları uğruna verdiği savaşımdan milim bile geri adım atmamış ve ağır bedeller ödemekten çekinmemiştir. BORAN’nın bu konuda söyledikleri bir çoklarının böyle yaşamayı göze bile alamadığı ama Behice BORAN’ın göze alarak yaşamının son anına kadar sürdürdüğü bir gerçekliktir. O, bu nedenle; “Sosyalist doğulmaz, sosyalist yaşanır!” diyordu
Kimler yükselen değerlere teslim olup kendileri için acıklı bir yaşamı içselleştirmedi. Koca koca profesörler, bilim adamları, politikacılar sermayeden esen rüzgarlarla “değişen değerler” tanımı yapıp eşiği aşarak kendisini sermayeye pazarlamadı mı? İşte Behice BORAN gibi işçi sınıfının yüce davası sosyalizm için savaşanlar bu yüzdendir ki ölümsüzdürler. Sonsuza kadar anılmayı da bu yüzden hak etmişlerdir.
BAŞ EĞMEZ DEVRİM SAVAŞÇISI HİKMET KIVILCIMLI
KAVGAMIZDA YAŞIYOR!..
Türkiye Devrim Tarihi'nin önemli kişiliklerinden biri olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yı, ölümünün 41. yılında saygıyla selamlıyor ve anıyoruz.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, 1902 yılında Priştine'de doğdu. Ailesi, Balkan Savaşı'ndan sonra Anadolu'ya göç etti ve Kuşadası'na yerleştiler. Lise öğrenimi sürecinde İstanbul'a gelen Hikmet Kıvılcımlı, burada Vefa Lisesi'nde okudu. Kıvılcımlı, İstanbul Tıp Fakültesi'ndeki öğrenim yıllarında sosyalist mücadeleye katıldı.
1925 yılında gerçekleştirilen TKP 2. Kongresi'ne delege olarak katıldı. Aynı yıl, Şeyh Sait İsyanı nedeniyle çıkarılan "Takrir'i Sükun Yasası", ülke çapında bir terör ve baskı dalgasının yükselmesine sebep oldu. Bu arada Hikmet Kıvılcımlı da tutuklandı ve 10 yıl kürek cezasına çarptırıldı. Fakat bir yıl sonra ilan edilen bir aftan yararlanarak, tahliye oldu. 1929 yılında tekrar tutuklandı, bu kez 4,5 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bu sürenin bitmesine çok az kala, yine bir aftan yararlanarak özgürlüğüne kavuştu. Kendisi bu süreçte, Türkiye Komünist Partisi MK üyesidir. 1938'de, Donanma Davası'ndan tekrar tutuklandı ve 15 yıla mahkum edildi. Bu kez, 12 yıl yattı. 12 Mart 1971 Açık Faşizmi Dönemi'nde arandığı için yurtdışına çıktı ve çok kısa bir süre sonra, 11 Ekim 1971'de, Belgrad'da öldü.
Hikmet Kıvılcımlı, yaşamının her anını devrimci disiplininden ödün vermeden yaşamış; ölümüne değin okuma, araştırma, öğrenme ve öğretme eyleminden vazgeçmemiştir. 36. ölüm yıldönümünde, Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yı, onurlu yaşamını ve mücadelesini saygıyla anıyoruz.
Türkiye sosyalist hareketinin en özgün ve üretken isimlerinden biri olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı örgütlü mücadele kararlılığı ile bugün de sosyalizm mücadelesine ışık tutmaya devam ediyor.
Onun kararlı ve yiğit devrimci yönünü en iyi şu sözleri yansıtıyor:
“Görev başında ömür merdiveninin son basamaklarına geldik. Kimsenin kara yahut mavi yahut yeşil, elâ gözü için yaşamadık. Kimseden proletarya doğruluğu ve yoldaşlığı dışında hiçbir şey beklemedik. Kimsenin de bizden başka şey istemesine göz yummadık. Görev yapıyorduk, muhallebi değil... Görev yapmada çok iyi biliyoruz; vurmak ta vardır, vurulmakta. Hepsi vız gelir ve de gelmelidir.”
CHE GUEVERA UMUDUMUZA DİRENÇ KATIYOR HÂLÂ…
Arjantin'de doğan devrimci Ernesto Che Guevara 20'nci yüzyılı etkileyen en önemli adların başıda gelir. Buenos Aires'te tıp okuduğu sıralarda Latin Amerika'nın pek çok bölgesini dolaşan Che, bu coğrafyanın en belirgin iki özelliğine yoksulluğa ve baskıcı rejimlere tanıklık etti. Marksist görüşleriyle birleşen isyankar ruhunun gösterdiği yön, silahlı devrim hareketiydi. 1954'te Meksika'da Fidel Castro ile tanıştı, Castro'nun liderliğini yaptığı 26 Temmuz hareketine katıldı.
Bu hareket Kübalı diktatör Fulgencio Batista rejimini alaşağı etti, Castro artık sosyalist Küba'nın devrimci lideriydi. Che, 1959-1961 yılları arasında Küba Ulusal Bankası'nın başkanlığını yaptı, daha sonra da Sanayi Bakanı oldu. 1965'te devrimin kızıl rengini diğer coğrafyalara yaymak için Küba'yı terk etti.
Afrika'da isyancı güçlere gerilla eğitimi verdi ancak çabaları sonuçsuz kalınca 1966'da yeniden Küba'ya döndü. Aynı yıl Bolivya'da Ortunyo yönetimine karşı mücadele başlattı. Bu mücadele onun son devrim macerasıydı. Che Guevara, 41 yıl önce bir çatışmada Bolivya'nın La Higuera köyünde katledildi.
Ama düşünceleri ve devrimci tavrı dünyanın her yanında, her dağda yankı buldu. Bulmaya da devam ediyor. Dünyanın kudret sahipleri akıllarından çıkartmasalar iyi olur: Che Guevara'nın sabırsız gözleri onu içine tıkmaya çabaladıkları tişörtün bağrından alev alev bakmaya devam ediyor. Ve o zalimlere haykırmaya devam ediyor: “Bir çiçeği ezebilirsiniz, baharı asla!”