Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Haziran 2012 Perşembe

Emeğin Sanatı'ndan 120. Merhaba




Merhaba,

İnsanlığı, umudu, özgürlüğün şafağını, emeğin sanatını savunanlar için zorlu bir dönem ağdalaşarak devam ediyor.

Haklarını arayanları uzun hapis cezaları bekliyor. Parasız eğitim isteyen öğrencilere, derelerini, yaşadıkları doğal çevreyi savunan köylülere, yerel çevrecilere, özgürlüklerini ve kimliklerini haykıran Kürtlere uzun hapis cezalarıyla gözdağı verilmek isteniyor.

Muhalif gibi görünen kimi sanatçılar, işçilere, emekçilere, öğrencilere kısaca halka yönelik saldırılara karşı eylemlere katılmaktan kaçınırken okun ucu kendilerine yöneldiğinde alanlara koşuyorlar, hepsi o kadar. Bu da burjuva sanatçılarının samimiyetsizliğini göstermektedir.

Edebiyat ve şiir adına yola çıkanların yolu acaba neden hep Borusan adlı bir holdingle kesişmektedir. İşçilerinin sendikalaşmasının karşısında duran, sendika üyesi işçileri işten atan, direnen işçilerin üstüne kolluk güçlerini gönderen bir holdingin sanatçılarla ne işi olabilir? Kendi adına orkestra kurarak sanat dostu görüntüsü vererek sanatı reklam aracı yapan Borusan’ın sanata bakışı ne kadar ciddîdir? Reklam aracı olan sanatçı ne kadar sanatçıdır? Sanatı yaşamın üç olgusundan; ekonomi, siyaset ve kültürden ayırmak mümkün müdür?.                   
                                                                                                                     
Edebiyat, sanat bir zümre için, bir sınıf için, birkaç kişinin marazî keyfi için değildir. Sanat, bütün insanlığındır. Burjuva sanatçısının özgürlüğü yoktur. Çünkü burjuva sanatçısının özgürlük sınırı satın alındığı noktada bitmektedir. Çünkü bir eser güzel olabilmesi için, gerekli olmak özelliklerini de taşımalıdır.

Gelin Orhan Kemal Usta’ya kulak verelim: “Sanatımın amacı, halkımızın, genel olarak da insan soyunun müspet bilimler doğrultusundaki en bağımsız koşullar içinde, en mutlu olmasını isteme çabasıdır” Bundan daha açık ve net  ne söylenebilir.  

Kısacası, ihtiyaç duyduğumuz sanat gerçekliği yansıtırken, onu etkileyen ve değiştiren, geniş halk kitlelerinin yaşam koşullarını düzeltmeyi amaç edinen bir sanattır. Bu konuda son sözü İsmail Mert Başat’a verelim: “Sanatçı, gerçeklerin ortaya çıkartılmasıyla, gösterilmesiyle yetinmeli midir, yoksa orada durmayıp, gerçeklerin değiştirilmesine de katılmalı mıdır? Toplumcu gerçekçilik, aynı zamanda bu soruya verilmiş bir yanıttır da. “

EMEĞİN SANATI


BU SAYININ SAVSÖZÜ

Özün(*) demek, bir savaştan çıkılmışsa, barışı dört başı bayındır yaşamak demektir. Ya da, barışı dört başı bayındır yaşamak için savaşmak demektir. Özün, barışa ya da savaşa bir soy çağrıdır. En çok ünlem bulunan insan sesi, en çok özüne yaklaşan sanatlı sözü belirler. Özün yazmak için, bir ozan, “erinç bulayım da, mutlu olayım da, yaşamımı yoluna koyayım da sonra başlayayım” demez. Böyle düşünülseydi insanlık özünden yoksun olurdu. Özünden yoksun bir insanlık ise, yaşam belirtilerinden yoksun göksel varlıklara dönerdi. Bitmez tükenmez kül rengi kayalıklar.

Özün, bir yerde kurtuluştur. Özün, bir yerde insanoğluna yıkımı, kıyıncı ve ölümü unutturur. Öyle kahramanlar görülmüştür ki, yaşamları boyunca kazandıkları utkuları anlatmak için özüne başvurmuşlardır. Bir özün ya da bir özünden birkaç dize ciltler dolusu kitapların yerini tutabilir. Özün, Peygamberleri, kahramanları, büyük öncüleri halka yaklaştırır, onlara halktan olduklarını anımsatırlar.  OSMAN NUMAN BARANUS (Anadamar/Denemeler/Hacan Yayınları)
(Emeğin Sanatı’nın Notu: Osman Numan Baranus, “şiir” sözcüğünü kendince Türkçeleştirerek hem “ozan”a yaklaştırmış hem de öz+ün bireşimi yapmıştı. Genelde tutulmasa da şair Baranus “özün”ü kullanmaya,” özün”ler yazmaya devam etti.)     



YAŞAM VE SANATTA

15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ


YENİ BİR DERGİ: HEDEF E-EDEBİYAT

Uzun süredir Ahmet Yılmaz Tuncer önderliğinde düzenli olan abonelere dağıtılan İda Fanzin dergileşme sürecine girdi.  İnternet üzerinden yayımlanacak yeni e-edebiyat dergisinin adı: HEDEF...

“Hedef Sanat Edebiyat”, kitap ve dergi tanıtımlarına da geniş yer verecek. Kitaplarının tanıtmak isteyenler aşağıdaki  posta adresine, ürün göndermek isteyenler de aşağıdaki e-posta adresine gönderebilecekler.

“HEDEF Sanat Edebiyat” adı altında Ahmet Yılmaz Tuncer editörlüğünde yayımlanan olan derginin İletişim adresi: hedefedebiyat@gmail.com  Posta adresi: P.K. 80 10390 Akçay-BALIKESİR  E-Derginin internet adresi:  http://hedefsanatedebiyatdergisi.com/

Yolu açık olsun “Hedef Sanat Edebiyat”’ın…


ADNAN YÜCEL EDEBİYAT VE SANAT FESTİVALİ
 ÖYKÜ YARIŞMASI SONUÇLARI

Adnan Yücel Edebiyat ve Sanat Festivali kapsamında düzenlenen öykü yarışması sonuçlandı. Seçici kurulda bulunan Adnan Özyalçıner, Adil Okay, Zafer Doruk ve Serhan Yıldız'ın yaptıkları değerlendirmeye göre öykü dalında 19 katılımcı ön elemeyi geçerek finale kaldı.

Ön elemeyi geçen katılımcılar arasında yapılan değerlendirmede; birinciliğe:  Derya Sönmez (Ölüler Gibi), ikinciliğe: Canan Yüksel (Boşluk) ile Murat Güneş  (paylaştırılmıştır), Üçüncülüğe: Hakkı İnanç (Güvercin Boynu) seçilmiştir.

Ödül töreni 10 Haziran Pazar günü İstanbul'da Selami Çeşme Özgürlük Parkı / Göztepe'de saat: 16:00'da gerçekleştirildi.


2012 GRİMM YILI EDEBİYAT ÇEVİRİ YARIŞMASI

Grimm Kardeşler'in ünlü masal derlemesi 1812 yılında yayımlanmıştı. Çocuk ve aile masalları nesiller boyunca birçok kitaplıkta yerini almış ve 160 dile çevrilmişti.  Hansel ile Gretel, Pamuk Prenses, Uyuyan Güzel ve Kırmızı Başlıklı Kız dünyaca ünlüdür. Bu masallar günümüzde de ilk haliyle ya da değiştirilerek yeniden anlatılmakta, tekrar tekrar resmedilmekte ve parodileri yapılmaktadır.

Türkiye’deki Goethe-Institut’lar, 2012 Grimm yılı nedeniyle, bir çeviri yarışması düzenlemektedir. Metinler aşağıdaki kitaptan alınmıştır:

"Raubzüge durch die deutsche Literatur. Mit vom Autor eingelesenem Hörbuch" von Peter Wawerzinek  Erschienen bei Galiani Berlin im Verlag Kiepenheuer & Witsch  (c) 2011 by Verlag Kiepenheuer & Witsch GmbH & Co. KG, Köln

Metinlerin yazarı, Peter Wawerzinek, Kırmızı Başlıklı Kız masalını ele almış ve çeşitli Alman yazarların stilinde çeşitlendirmiş ve parodilerini yazmıştır.

Türkiye’de ikâmet eden herkes çeviri yarışmasına katılma hakkına sahiptir. Katılabilmek için, profesyonel çevirmen olmanız gerekmez, ancak bir edebiyat yarışmasının taleplerini de küçümsemeyiniz. Aşağıda, çevrilecek metnin tümünü, başvuru formunu ve katılım koşullarını bulabilirsiniz. Gönderiler isimsiz olarak yapılmalıdır; lütfen ayrıca başvuru formunu da ekleyiniz. Kazananlar, edebiyat çevirmenlerinden oluşan profesyonel bir jüri tarafından belirlenecektir.

Çevirilerin son gönderim tarihi 30 Haziran 2012'dir. Bu yarışmada 3 para ödülü verilecektir. Birincilik ödülü sahibi 1500 TL, ikincilik ödülü sahibi 500 TL, üҫüncülük ödülü sahibi 250 TL kazanacaktır. Ayrıntılı bilgi, başvuru formu ve 11 sayfalık PDF dosyasındaki çevrilecek metin: http://www.goethe.de/ins/tr/lp/wis/bib/ueb/trindex.htm?wt_sc=grimmceviri adresinden indirilebilir.


7. ŞİİRİSTANBUL BAŞLIYOR…

“Efendisiz Sanat: Şiir” şiarıyla 7. kez başlayan Şiirİstanbul, işçilerinin sendikalaşma ve bunun getirdiği işten atmalarla, işçi ve HES direnişlerinin hedefi olan Borusan’ın orkestrasının konseriyle başlaması;  şiirin efendisiz ama kimi şairlerin hâlâ efendili olduğunu da gösterdi edebiyat ve şiir çevrelerine…. Onur konuklarının da bu düzende var olan teslimiyetçi yapıları, Şiiristanbul’un yerini, konumunu ve sınırlarını gösteriyor bize...

Festival bu yıl, sanatların her düzeyde karşılaştığı baskı ve hegemonya sorununa dikkat çekmek için sanatseverleri  “Efendisiz Sanat” mottosunu paylaşmaya davet ediyor. Türk şiirine emek veren isimlerden; Kemal Burkay, Hilmi Yavuz ve Sait Maden’in onur konuğu olarak katılacağı festival, Aya İrini’de Borusan Quartet’in konser vereceği açılış töreniyle başlayacak. Festival;  Boğaziçi Üniversitesi, Suada ve Kadıköy Koşuyolu Mahallevi’nin yanı sıra 500. Yıl Vakfı’na ait Beyoğlu Galataevi ve Tarih ve Toplum Bilimleri Enstitüsü gibi mekanlarda devam edecek.

Festivalde genç şairlerin buluştuğu “Yeni Renkler” ve geleneksel hale gelen “Kadın Şairler Buluşması” gibi etkinlikler de yer alacak. Şili’den Pablo Poblete, Fas’tan Fatiha Morchid, Filistin’den Murad Sudani, Fransa’dan Bruno Cany, Philippe Tancelin ve Serpilekin Adelin, İtalya’dan Maria Grazia Calandrone, Lübnan’dan Paul Shaul, Ermenistan’dan Armen Shekoyan ve Bulgaristan’dan Dimitır Kenarov katılacağı Şiirİstanbul, 2 Haziran 2012’de, “Şiir Hatları Vapuru” ile sona erecek.


KAZIM KOYUNCU, UMUDUMUZDA VE TÜRKÜLERİMİZDE YAŞIYOR...

25 Haziran 2005’te, henüz 33 yaşında yitirdiğimiz Kazım Koyuncu’yu, 7. ölüm yıldönümünde horonlarla, devrim şarkılarıyla anıyoruz.

Karadeniz dalgaları, kıyı boyunca yükselen Lazca, Türkçe, Hemşince, Pontusça, Gürcüce… şarkıların kardeşliği ile coşunca denizin çocuklarından biri de bu coşkuya katıldı. Bizleri, kimi zaman ağırbaşlı, dingin; kimi zaman baş eğmez, asi Karadeniz’in türküleriyle buluşturdu. Bu coğrafyaya barışın ve kardeşliğin hakim olacağı umudunu yitirmeden, müziği ile farklı dillerin, kimliklerin yan yanalığını, birlikteliğini dile getirme mücadelesi veren sanatçı arkadaşımız Kazım Koyuncu’yu unutmayacağız.

Kazım Koyuncu`nun özlemini duyduğu daha temiz, yaşanır, eşit bir dünya özlemimiz sürüyor. Bizler suları ay ışığı ile yıkanmış denizin çocukları, türkülerle yaslanıp aydınlığın kapılarını aralamak için Kazım Koyuncu`nun şarkılarıyla bir aradayız inatla, ısrarla Kazım`ın devrimci duruşuyla söylemeyi sürdürüyoruz. Leman Sam’ın sözleriyle haykırıyoruz: ''Saz benizli, dal incesi, koca yürekli çocuk; dünyadaki tüm alkışlar, şarkılar ve devrimler sana armağan olsun...''

Bu arada; hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Donkişotlar'a, ateş hırsızlarına, Ernesto Che Guevara'ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya.”


15-16 HAZİRAN DİRENİŞİ 42. YILDÖNÜMÜNDE
YARINLARA KÖPRÜ KURUYOR!

Sermaye çevreleri ve onların güdümündeki sendikalar yasal değişikliklerle demokratik sendikacılığı ve DİSK’i boğmayı hedeflemişler, ancak buna rıza göstermeyen İşçiler eylemleriyle gereken cevabı vermışlerdir. 15-16 Haziran, Türkiye İşçi Sınıfının sendikalaşma hakkını korumak için harekete geçtiği gündür…

15-16 Haziran 1970 tarihi, Türkiye sendikal hareketinde çok önemli bir dönüm noktasıdır. 15-16 Haziran büyük yürüyüşü, işçi ve emekçinin rastgele bir öfkesi değil, kararlı ve bilinçli bir tepkisiydi. 15-16 Haziran, işçilerin inandıkları dava uğruna güçlerini birleştirerek mücadele edildiğinde kazanımlar elde ettiğini gösteren derstir. Bu öyle bir derstir ki, siyasi iktidara yasayı geri çektirmiştir. Ve öyle bir derstir ki, üzerinden 32 yıl geçse de öğretmeye devam ediyor. Bugüne taşınması gereken en önemli yanı ise işçilerin kendi örgütlülüklerine, sendikalarına sahip çıkma bilincidir...

15/16 Haziran Direnişi / Ayaklanması Kadrolarından, Kocaeli Bölgesi örgütleyicilerinden işçi sınıfı öğretmeni Sırrı Öztürk ile 15/16 Haziran Hareketi üzerine 40 dakikalık bir röportaj ve çekim gerçekleştirdi. Bu röportajı 15 Haziran 2012 tarihinde Etha Ajansın adresinden izleyebilirsiniz: http://www.etha.com.tr/


İNSAN SEVGİSİNİN ŞAİRİ CAHİT KÜLEBİ
ŞİİR RÜZGÂRINDA ESECEK HEP…

1917’de Tokat’ın Zile ilçesinin Çeltek köyü’nde doğdu. İlkokulu Niksar'da, liseyi Sivas'ta bitirdi. İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’nu bitirdikten sonra edebiyat öğretmenliği, milli eğitim müfettişliği, kültür ataşeliği gibi görevler ile Türk Dil Kurumu’nda genel yazmanlık görevini yürütmüştür. 20 Haziran 1997 Ankara’da öldü. halk şiirinden, türkülerden yararlanarak çağdaş bir şiir oluşturan Cahit Külebi, konu olarak yurt sevgisini, insan ve doğa sevgisini işlemiştir. İlk şiirlerinde çocukluğunun ve gençlik yıllarının geçtiği yörelerden izlenimlerini yansıtmış; sonraki şiirlerinde birey ve toplum arasındaki bir gelgit içinde oluşturmuştur şiirlerini.

Şiirlerinde arı, duru bir dil kullandı, memleket ve insan sorunlarını halk şiiri öğeleriyle de yararlanan modern bir dille anlattı. 1940 sonrasında başlayan şiirimizin yenileşmesi hareketinde kendine özgü bir yer edindi. Rahat anlatımı, içtenlik ve duyarlılığıyla ilgi çeken titiz bir şiir işçisi olarak tanındı.

Anadolu'yu Cahit Külebi kadar içten, sıcak, samimi ve lirik anlatan başka bir şair yok gibidir. Bu yönüyle çoğu şaire de örnek olmuştur. Taşradan çıkıp kentsoylu şairler arasına karışan hangi şair onun kadar Anadolu kokabilir ki?

YİRMİNCİ YÜZYILIN İKİNCİ YARISI

Özlem özlem özlem.
Yokluk yokluk yokluk.
Açlık açlık açlık.
Yalan yalan yalan.
Korku korku korku.
Ölüm ölüm ölüm.
Duman duman duman
         

CAHİT KÜLEBİ /1979
 

BAŞKALDIRININ İNCE  USTASI: ŞAİR SÜHA TUĞTEPE

Şair, siyasal eylemci Süha Tuğtepe’yi  yitireli 3 yıl oldu. Yazdıklarıyla, yaşadıklarıyla şiirimizde farklı bir yer oluşturan Süha Tuğtepe, 1956 yılında Cide`de doğdu. Anımsadığı ilk büyük sevinci ilkokuldan sonra parasız yatılı olarak öğretmen okuluna gitmesiydi. İki nedeni vardı. Birincisi, Kastamonu Göl İlköğretmen Okuluna gitmesi, düşlerinde kurduğu yolculukların bir parçasıydı. Cide’de emekli gemicilerin gittikleri ülkelerle ilgili anılarını atlastan izleyerek kurduğu düşler gerçeğe dönüşecekti. İkincisi de, yatılı okulda babasız büyümenin kendisine kazandırdığı değerlerin ne kadar hoşuna gittiğini görecekti:

“Bir babaya özenmek yerine yüzlerce babaya özenmek daha çekici geldi hep bana. Tatillerde ‘Baba’ denen ‘emir torbası’nın saçma sapan yaptırımlarıyla yüz yüze geldikçe yatılı okula dönmek için can atardım. Bu nedenle evde büyüyen çocuklardan arkadaş edinemedim. Sıkılıyordum onlardan. Ev hayatını hâlâ bilmem. Ekmeği, domatesi, hıyarı, fasulyeyi her seferinde unuturum. Bunu kavradığım gün benden aile reisi olmayacağını iyice anladım.”

Göl İlköğretmen Okulu eğitim yapısıyla Gölköy Köy Enstitüsü’nün tam devamıydı. Burada öğrendi Süha Tuğtepe, ‘insanın insanı sömürmediği, ezmediği bir dünyayı sevenlerin solcu olduğunu…

“Verili olanı yaşamamaya karar verdiğimde son sınıftaydım. Öğretmenlik yapmak istemiyordum. Maaşlı çalışan insan olmak istemiyordum. Amirler ve emirlerle yaşamak hiç istemiyordum. Üniversite sınavlarına girip kazanınca da ver elini İstanbul. Ekonomi ve işletme okudum. Üniversite bitince yine verili olanın dışında kalma duygusu ağır basıyordu.”

12 Mart sonrası yeniden esmeye başlayan özgürlük rüzgârına bırakmıştı uzun  saçlarını: “Daha üstümüzde 68 kuşağının, çiçek çocuklarının kokusu vardı” diyor Süha. “Beatles, Joan Beaz dinliyorduk. Troçkistleri izliyordum. Şiirler, öyküler yazıyordum. Yazdıklarımı Memet Fuat’a götürüyordum. Türkiye Yazıları dergisinde ilk şiirim yayımlanınca iyice cesaretlendim.”

1980'e doğru rüzgâr artık askeri bir darbeden yana esmeye başlamıştır. Karakolda polis, sokakta eli silahlı faşistler işkenceden katliama kadar uzanan bir çizgiye tırmandırmışlardır solcularla mücadeleyi.

“Sokakta infaz, karakolda işkence vardı. 1978 yılında Fatih’te bir akşam vakti arkamdan ateş açan ülkücü faşistler iyi nişan alabilseler ve iyi koşabilselerdi şu anda yaşamıyordum. Fatih itfaiyesinin arkasından Haliç’e, oradan Balat’a kadar kovaladılar. Vızıldayarak yanımdan geçen kurşunlar denk gelmedi ve bu yüzden halen yaşıyorum. Tesadüfen yani. Bu duyguyu yıllardır atamadım. Ölümle yüz yüze gelmeyen ne söylemek istediğimi hissedemez.”

Üniversite yıllarında karar vermişti kitapçı olmaya. 1980'lerin başında, herkesin kitaptan korktuğu bir süreçte Teşvikiye’de bir kitap tezgâhı açtı . İşte Akademi Kitapevi Ödülü de alan ilk kitabı ‘Yüzler ve Zarflar’ bu sürecin, 75-82 yıllarının ürünüdür. En mutlu yıllarını Teşvikiye’deki kitapçı tezgâhında yaşadığını söylüyor Süha. “Kitaplardan kurtulmak isteyenler beni çağırıyorlar, para bile istemiyorlardı. Ben de okumak istediklerimi eve ayırıp, kalanını serip tezgâha satıyordum.”

1985'e doğru İbrahim Eren’le birlikte Radikal Yeşil Parti’yi kurma serüvenine katıldı. Bir yandan da Emil Galip Sandalcı’nın başkanlığındaki İHD’nin çalışmalarına destek verdi. Uzun yıllar yurtdışında yaşadıktan sonra Türkiye’ye döndü. Amacı feministler, yeşiller, ateistler, eşcinseller, askerliği reddedenler gibi grupların platform hareketini yaratmaktı. Düşünceleri ilginç geldi ama hiç de öyle algılanmadılar.

“Basın kısa sürede partiyi bir eşcinseller hareketi gibi göstermeye başladı. Bir sabah uyandığımda Günaydın gazetesinde avukat Uğur Olca ile yan yana çekilmiş sakallı fotoğraflarımızın altında ‘Travestiler Taksim Meydanı’nda açlık grevine başladılar’ haberini gördüm. Sonra bir eşcinsele ÖP adında parti kurdurup rakibimizi bile yarattılar. Yüreklerinde insanların yaşadığı vahşetle ilgili küçücük bir duygu bile yaşamayan bu insanlar sadece boyalı sayfalarını satmak uğruna eğlendiler bizimle. Maçoları üzerimize saldırttılar. İbrahim tutuklandı. Hapishanede şişlendi. İşyerinin önünde bıçaklandı. Bu hava iğrendirdi beni.”

İkinci kitabı ‘Düşler ve Seyrek Zamanlar’, toplumun bir türlü kurtulamadığı aile reisi, komiser, komutan, başbakan, bakan, tanrı gibi birbirine sıkı sıkıya bağlı erkek otoritelerin birey üzerindeki yaptırım gücüne bir başkaldırıydı. Yunus Nadi Şiir Ödülü Jürisi bu çalışmasını mansiyona değer buldu.

Düşün dergisinde yazdığı şiirlerinden dolayı dincilerden yoğun tehdit alınca Kuşadası’na gidip kitap tezgâhı açmaya karar verdi. Gittiğinin birinci ayında dönemin Belediye Başkanı Ergin Berberoğlu’nun danışmanı oldu. Ayrı bürosu olacaktı. Saçına, sakalına karışılmayacaktı.

“İlk kez ülkede politikanın ne kadar iğrençliklerle dolu olduğunu gördüm. Özal, yıldızlı otellerin imar iznini bakanlığa bağlamıştı. Yıldız alan istediği kadar kat çıkıyordu. Kuşadalılar bu izni bizim verdiğimizi sanıyordu. Bir anda oy oranımız yüzde 10'lara düştü. Çözüm bulalım diye şehrin hemen arkasındaki yedi hektarlık araziyi imara açtık. Ben ömrümde böyle bir şeyi ne gördüm, ne yaşadım. Bir anda oy oranımız yüzde 70'e çıktı.”

1990'da İstanbul’a döner . Teşvikiye’deki tezgâhını yeniden açar. HEP hareketi yeni başlamıştır. Milletvekili Mehmet Ali Eren’in kardeşi Dilaver ile Şişli ilçesinde farklı bir parti anlayışı kurmaya çalışırlar. Farklı kesimlerin platformunu yaratmayı amaçlarlar. Bu serüven de partinin kongreleri sürecinde sona erer.

1994 yılında Almanya’da öğretmenlik yapan bir kadınla tanışır. Süha’ya “Almanya’ya gelenler gibi para peşine düşüp yazmayı bırakacaksın gelme. Ama yazmayı sürdürmek istiyorsan lütfen gel” der. Şaşırmıştır. İçine işler o sıcacık cümle. O cümlenin ardından gider Almanya’ya. Artık Almanya’da sadece yazmaktadır Süha. 1996'da üçüncü kitabı ‘Sürgün Mozaik’ yayımlanır. Bu kitabında Türkiye’de kırıntısı kalmış azınlıklar için yazdığı şiirler vardır. Dördüncü kitabı ‘Piton Üşümesi’ 2000'de yayımlanır.

Süha Tuğtepe Almanya’da 10 yıl içersinde üç şiir kitabı, üç öykü kitabı ve bir roman yazar. Yazdıklarını bastırmak için Türkiye’ye gelir. Bu gelişinde de Adam Yayınları’ndan beşinci kitabı ‘Güzelhayvan’ı çıkarır.

“Ne kadar güzel hayvan olmak istediysem onu yazdım”diyor Süha Tuğtepe: “Kutuplar arasında çizgileri/tuz kokulu/gizlenmiş çocukları/iyi bilir/insanın güzel hayvanını” Sırada basılacak yeni kitapları vardır. Yenilerini de yazmayı sürdürür, otoriteye başkaldırmaya devam ederek. 2009’da Almanya’da kanserle mücadele etmeye başladı. Ama 26 Haziran 2009’da bu son mücadelesinde yenik düştü. Sonsuzluğa uğurladık onu. Tuğtepe'nin cenazesi Türkiye'ye getirildikten sonra memleketi Kastamonu'nun Cide ilçesinde toprağa verildi.

Şiirleri, Türkiye Yazıları, Broy, Yarın, Varlık, Adam Sanat, Şiir Atı gibi dergilerde yayımlandı. İlk şiir kitabı “Yüzler ve Zarflar”, 1986 yılında Akademi Kitabevi İlk Yapıtlar Şiir Ödülleri`nde mansiyona değer bulundu. İkinci kitabı “Düşler ve Seyrekzamanlar” ise 1990 Yunus Nadi Ödülleri`nde mansiyon kazandı. Yazarın yayımlanan diğer kitapları; “Sürgün Mozaik” (1994), “Piton Üşümesi” (2000), “Güzelhayvan” (2005), “Nişantaşı… Nişantaşı” (2008).

YAŞIYOR GİBİ ÇIRPINIYORUM İŞTE

Sesimi sordum insana...
Belli ki o da unutmuş,
bir sesim olabileceğini...
Halen şaşkın,
bakıp duruyor aynama...


Hayatımı sordum hayata...
Öğrendiklerimin ağırlığı,
o çığlığı;
önümde yürüyen gölgeyi,
o acıtan cümleyi...
Koklamadı bile.
Burun kıvıran bir it gibi,
bakıp solgun yüzüme,
yürüdü gitti...


Ne kaldı geriye?
Üstünü kirletmeyen bir çocuk gibi,
bekliyorum insanı işte...
Savaşsız, sınıfsız, dinsiz, ırksız,
bir iyimserliğin avucuna koyup
çelimsiz bedenimi;
yaşıyor gibi çırpınıyorum işte...

SÜHA TUĞTEPE
 

KAVGANIN YÜREĞİNDE YAŞAMI SAVUNAN
ŞAİR: KEMAL ÖZER

Çağdaş sosyalist şiirin en önemli adlarından Şair Kemal Özer’i 30 Haziran 2009’da sonsuzluğa uğurladık. Yazılarıyla, yönettiği dergilerle ve 60 kitabıyla kültür dünyamıza büyük katkılarda bulunan Kemal Özer'in, derin birikimi ve çalışkanlığıyla edebiyatımıza kattıklarına paha biçilemez.

Kemal Özer’in ilk şiirleri 1951 yılında Ankara’da yayımlandı. Bu dönemi kendisinin “içgüdüsel dönem” olarak nitelediği bireyselliği ağır basan şiirler izler. 1956-60 arasında yayımladığı şiirleriyle İkinci Yeni etkisinde bir biçim ustası olarak belirir. Çağrışımlara dayanan, soyut imgelerle örülü, betimleyici şiirlerinde onu öteki şairlerden ayıran altını çizdiği çelişkilerdir.

1965′ten başlayarak gelişen toplumsal ve siyasal ortamdan etkilenerek “toplumsal kavganın içerisinde şiirin de etkin bir yeri vardır” düşüncesiyle sosyalist gerçekçi akımı benimsediğinde bu çelişkileri şiirine yansıtmanın rahatlığını da kullandı. Somut imgeli ve anlatımcı bir şiire başladığı varsayılan ‘Yaşadığımız Günlerin Şiirleri’nin altyapısında da yer alan İkinci Yeni’nin buğulu / sisli imgeleri ara ara yüze vurarak şiirini şematizmden korur.

Gündelik heyecanların, acıların, kavga coşkusunun, yani öfke ve sevincin içtenliksiz duygular olarak sloganlaştığı şiirlerden değildir Kemal Özer’in şiiri. Tarihselleşmiş bilincin dingin etkinliği olarak belirir bu tür duygular. Bu yüzden, Kemal Özer şiirini anlamak, yaşadığımız çağda dünyayı değiştirebilecek tek sınıfın çağrısına kulak kabartmaktır.

İnsanlığın evrensel kurtuluş ütopyası olan komünizmin, insanlığın tarihsel bilincinde yok edilmeye çalışıldığı günümüzde, bu çağrının önemini daha da arttırıyor. Kemal Özer şiiri, unutturulmaya çalışılan tarihimizin bir köşesinden dirençle haykırıyor: ‘Sen de Katılmalısın Yaşamı Savunmaya’. İlk baskısı 1975 yılında yapılmış bu çağrının. Yirmi yıl sonra da, bugün, belki ilk basıldığı günden daha fazla coşku uyandırıyor insanda. Demek, yirmi yıl sonra da, bugün, hâlâ: “İnsandan esirgiyor düşman” ve “savunmak gerekiyor yaşamı”

Kemal Özer’e göre, şiir bilinç işidir. “Yaşama bakışım, dünyayı kavrayışım, onu artık sürekli bir kavga olarak nitelediğimi özetliyor. Şiir de bu kavganın bilincini vermekle yükümlü olmalı. İçinde bulunduğumuz durumun, yaşadığımız olayların, düşlediğimiz geleceğin ne olduğunu, nasıl olacağını sezdirmeli, giderek kavratmalı. Bu yüzden güncel olanı yakından izlemeli. Somutlamalı güncel olanı. İnancı, umudu, aydınlığı, yarını, arkadaşlığı, cesareti soyut kavramlardan çıkarıp günlük yaşamamızda yerleri, anlamları olan somut karşılıklarına ulaştırmalı. Şiir, kavganın bir parçasıdır. Şiir, kavganın yüreğinde yer alır, yüreğidir. Çünkü insanın yüreğidir. Yüreği olmalıdır. Bütün çarpışmalarda insanın yanında yer almıştır. Onun yüreğini çarptırmıştır. Ozanı bir bilinç işçisi saydığım için, insan yüreğini bilinçle doldurmanın bir yolu diyorum şiire.” (Kavganın Yüreği, K.Özer, Yordam yay., s.1). Bu söylev, devrimci ozanın üretimini devrimci bilinçle gerçekleştireceğinin kanıtıdır. Devrimci bilinç olmadan, devrimci şiir de olmaz.

GÖRÜNEN ODUR Kİ

Ne zaman ortalığı karanlığa boğsalar
bir yanda halk vardır bir yanda iktidar;
bir yanda sömürüyle parçalanmış, silâhla girilmiş
en dirimli yerleri, en kutsal şeyleri halkın,
bir yanda yürekleri ihanetle çürümüş alçaklar


Üretkenler ve hazır yiyenler bir yanda,
acıya sahip çıkacak kadar yiğit
ve yabancı, sırt dönecek kadar umuda;
bir yanda elden ele geçirilen direniş sancağı,
bir yanda işbirliği, çıkarları ve ordularıyla düşmanın


Göğüsleyip bütün yoksunlukları, çaresizlikleri
karşı koymak mümkün, dişiyle tırnağıyla çarpışmak,
hatta kazanmak, geriye püskürtmek saldırganı,
ama zafer mümkün değil bu savaşta
ve zaferi savunmak, iktidar halkın olmadan.

KEMAL ÖZER
(Sende Katılmalısın Yaşamı Savunmaya, 1975, Cem Yay.)

SOSYALİST ŞİİRİMİZİN
GÜR SESLİ ŞAİRİ: TAHSİN SARAÇ

Edebiyatımızın toplumcu çizgide kendine özgü şairlerinden biridir. Şiirin izinden çıkmadan yüksek sesle de okunabilecek devrimci özlü şiirler yazar.

1 Ocak 1930’da Muş’ta doğan Saraç,  29 Haziran 1989’da İzmit’te yaşamını yitirdi. 1952’de Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Fransızca Bölümünü bitirdi. Ardından Gazi Eğitim Enstitüsü Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde önce asistan, sonra öğretim görevlisi oldu. Bir süre, Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu ile Tercüme Bürosu’nda üye olarak çalıştı. Türkiye Öğretmenler Federasyonu ikinci başkanlığını yaptı. Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS)'nın da kurucularından oldu. Tercüme, Türk Dili ve Çeviri dergilerinin yazı kurullarında çalıştı. 1971'de sağlık nedeniyle emekliye ayrıldı.

İlk şiiri "Boğuntu" 1957'de Varlık dergisinde yayınlandı. Dost, Papirüs, Sanat Rehberi, Türk Dili, Varlık gibi dergilerdeki yazılarıyla tanındı. Önceleri ikili üçlü tamlamalarıyla kurguladığı şiirlerini, sonraları toplumsal konulardan kaynaklanan duyarlılıklarla işleyerek zenginleştirdi. Özgürlük, kardeşlik, sevgi, yaşam sevinci, kavga, ölüm, çağın acıları gibi temaları işledi. Türkçe'yi kullanmaktaki özeni, imge zenginliği ve titiz kurgusuyla şiirde sağlam bir yer edindi..  Özde, biçimsellik ve dilde kendine özgün şiirleriyle sosyalist - gerçekçi çizgide ilerleyen şair, sanatçıyı, insanı ve toplumu değiştirmekle yükümlü gören bir bakış açısına sahipti.

Çeşitli oyun çevirileri de yaptı. Fransızca-Türkçe sözlük, bugünde aşılamayan bir eseridir. 1970’de TRT Kurumu Şiir Kitabı Büyük Ödülü, 1986, Asya - Afrika Yazarlar Birliği, Lotus Edebiyat Ödülü gibi iki önemli ödülün sahibi oldu. Yapıtları: Bir Ölümsüz Yalnızlık (1964), Güneş Kavgası (1968),  Direnmeler (1973),   Güvercin Kasapları (1978),     Bir Sevgiyi Görüntüleme (1980), Toplu Şiirler (1989),     Çıplak Kayada Çimlenmek (1989)

KARŞIYAKA’NIN ÜÇ GÜLÜ

Asılmış bir al umuttan
Karagücün korku dalında
Şu can topraktaki üç fidan ölü.
Ve artık ölmezliğin son boyutundan
Göverir yeşil bahar yağmurlarında
Denizgülü, Yusufgülü, Hüseyingülü


Ölümdür kimileyin kavganın tek ödülü.

Kan çiçeği sökünü arkalarından…
Açmış böğrünü hepsine ana sıcaklığında
Devrimin kankalesi Karşıyaka gömütlüğü
Ve gençlik günlerine doymamışlık dağından
Bakar, alınlar mavide ve göğüs hep namluda
Gezmişgülü, Aslangülü, İnangülü


İnanç bir deliçay ki yeşertir bir gün çölü.

Karşıyakanın üç gülü
Yürek dalıma gömülü
Karşıyakanın üç gülü
Tüm kançiçekleriyle
Göz pınarıma gömülü.

TAHSİN SARAÇ
(Güvercin Kasapları)

DİRENGEN UMUDUN ŞAİRİ HASAN İZZETTİN DİNAMO
KAVGAMIZA SES VERİYOR

Hasan İzzettin Dinamo, daha genç yaşta faşizm tarafından hedef hâline getirildi. Daha 18-20 yaşlarında hak ettiği bir üne kavuşan, 40 kuşağında adı Nâzım'dan sonra anılan Dinamo, 2. Dünya Savaşı Yıllarında Nazi hayranı iktidarlarca tehlikeli görülerek yıllarca zindanlarda çürütüldü.

Dışarı çıktığında işsizlik adlı büyük hapishaneye girmişti artık. Ekmek parasını kazanabilme çabasıyla gece gündüz zor koşullarda polis tehdidi ardında emeğini çok ucuza sömürtürken şiirini geliştirme olanaklarından uzak kaldı. Dergiler ve yayınevleri polis korkusuyla yaklaşmadılar. Şiirlerini ancak 1970'li yıllardan sonra kitaplaştırma, yayınlama olanağı bulabildi.

Günümüz burjuva yazarları, "yalın", "düz" ve "slogancı" diye burun kıvırırlarken, onun yaşadığı koşulları anlamaktan uzaktırlar. Dinamo'nun çektiği çileyi onların havsalaları hiç almaz, alamaz... Dinamonun şiirleri gerçekten de fazlasıyla politik bir dil taşır. Ama o şiirler hangi koşullarda yazılmıştır bilir miyiz? II. Dünya Savaşı yıllarında hükümeti ve faşizmi politik alanda eleştirmek neredeyse imkânsızdır. Bu alanda göreli bir serbestlik ancak edebiyat dergilerinde vardır. Dinamo o dönemde ses getiren, kimilerininse şimdi küçümsediği, şiirlerini yayımlar. Yayımlanan bu anti-faşist şiirler gündeme bomba gibi düşer. Dinamo halkın sesi olmuştur. Onların söyleyemediğini söyleme cesaretini göstermiştir. Ve tam anlamıyla, egemenlere korku salmıştır. Dinamo onca acıların üstüne, devrimci şiddeti anlatan şiirinde “Sosyalizmi kurduğumuzda, darağaçlarında sallandıracağız halka zulüm edenleri” diye yazdığında elbette korkacaklardı. Faşizmin işgal ettiği Türkiye’yi, Kızıl Ordu kurtarırsa hâlleri nice olurdu? Çekingen Almancılık politikası halkın gözünde böyle deşifre edilmeye başlarsa, Almanya’dan gelen tepkilere nasıl cevap verilirdi? Bütün bunları bilmeden, “Dinamo’nun yazdıkları da şiir mi” demek elbet kolay… Oysa o bir inattı. Sosyalist Gerçekçi Edebiyatın sürdürümcülerinin hapislerde çürütüldüğü, sürgünlerde yitirildiği, öldürüldüğü özetle yok edilmeye çalışıldığı bir ortamda, çekirdek çitleme naifliğinde ürünlerin edebiyata hâkim kılındığı bir dönemde, o faşizme karşı sosyalist mücadele azmini bugüne taşıdı. Bir köprü görevi gördü.

Burjuva şair ve yazarların tüm karalama ve karartma politikalarına karşın Hasan İzzettin Dinamo, gerek romanları, gerekse şiirleriyle her zaman EMEĞİN SANATÇISI olmaya devam edecektir. 20 Haziran’da 23. ölüm yıldönümünde andığımız Dinamo, Kavgası ve şiirleri bilincimizde her zaman yaşayacaktır.

İNSANIN KAHPESİ

İnsanın kahpesi,
Ne arslana, ne kaplana benzer.
İnsanoğlunun kahpesi,
İlk bakışta sana bana benzer.


İnsanoğlunun kahpesi,
Arslandan, kaplandan yırtıcı.
İnsanoğlunun kahpesi,
Her yanda haklı, her işte haklı,
Hem de gürültücü, patırtıcı.


Onca sıfırdır
Doğanın her güzel yarattığı,
Ya da sanatçının her güzel dediği,
Dana beynini beğenmez
İnsan beynidir yediği.


Sabrımızı yer kıtır kıtır
         çerez yerine.
Cellattan bile daha kaygusuzdur
Namuslu insanın üzüntülerine...


HASAN İZZETTİN DİNAMO



NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati

YAVUZ AKÖZEL: Ördekli Park (Babi Yar)





ÖRDEKLİ PARK - 2 

(BABİ YAR)






Demek oluyor ki tam 39 yıldır yurdumdan uzakta, Almanya’da yaşıyorum. Buraya alışmak mı? Uyum mu?

Ne alışabildim ne de tam anlamıyla uyum sağlayabildim. Bu olguyu, benim kuşağımın yani birinci generasyonun tümü için de genelleyebiliriz. Hatta ikinci kuşağın hatırı sayılır bir bölümü önemle eve kapalı kalmış bayanlar da Almanya’ya uyum sağlayamadılar. Bu uyum sağlayamamakta hiç de yabancı dostu olmayan Alman toplumunun önemli bir payı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.

Ana yoldan aşağı sapıp içinde alabalıkların yüzdüğü, şırıl şırıl akan dere boyunca, yayalar ve bisikletliler için yapılmış yolda, parka doğru yürüyorum. Yolun sağı ve solu selvi, çınar, elma, kiraz, çam ağaçlarıyla kaplı. Rengârenk çiçeklerin adeta fışkırdığı çimenlikler gerçekten doğanın cömert coşkusunu cömertçe sunuyor. Kuşlar cıvıl cıvıl ötüyor, dişisini ardına takmış bir çift ördek paytak paytak yürüyerek ve aralarında heyecanla bir şeyler vakvaklıyarak yanımdan gelip geçiyorlar...

İnsanlar da gelip geçiyor. Kiminin ellerinde yürüyüş kargıları olan kadınlı-erkekli; yaşlısı, orta yaşlısı genci, çocuğu... Her yaştan, her cinsten; sarışını, kumralı, esmeri, zencisi, uzak asya tipli çekik gözlüsü, ayyaşı, sarhoşu insanlar... Genellikle Almanlar selam vermemek için tam ben geçerken başlarını ağaçlardan yana çevirip bir şeyleri gözlüyormuş gibi yapıyorlar numaradan. Bazıları başlarını öne eğiyor, bazıları kinle bakıyor... Çok az kişi, güleç, sevinerek “iyi ki siz de varsınız, iyi ki size rastladım” der gibi selam veriyor. Bu çok coşkun duygular uyandırıyor bende... Seviniyorum, her şey gözüme mükemmel yönleriyle görünmeye başlıyor... Çiçeklerin renk cümbüşlerinin, kuşların müzik şölenlerinin akan dereninin şırıltısındaki eşsiz melodinin tadındaki doyuma ulaşıyorum...  “Ohhh bee! ” Diyorum! Yaşamak ne güzel!... İnsanlar ne güzel! Doğa ne güzel! Ve... ve...  doğanın bu mükemmel sunuşları işte, öncelikle biz insanlar için...  

Kin ve nefret niçin? Bölüşemediğimiz ne var ki bu göz açıp kapayıncaya kadar fırtına gibi gelip geçen yaşamda? Aslında hepimize yetecek kadar her şey var, hem de bol bol yetecek kadar! Ama sen bana neden öyle kin ile bakıyorsun? Doğanın cömertçe sunduğu bu nimetlerden, bileğimizin hakkıyla ve alın terimizle yarattıklarımızdan az da olsa bir pay vermek istemiyor musun? Benim çalışma payımı, benim uyuma payımı, yeme-içme payımı, gezme-tozma payımı, üreme, çoğalma payımı oyuncak, süt, mama, sevme sevilme payımı, aşk payımı! Vermek istemediğin için mi öyle gözlerin gözlerimin içine bakamıyor? Bakamadığın için suçluluk duyuyorsun değil mi? Bu duyguyu yaşayabilmen de iyi bir şey... İnsanlığını henüz yitirmemişsin... Ama gözlerimin içine kinle bakan gözler de var! İşte, insanlığın bittiği yer orası diye düşünüyorum, tüylerim diken diken oluyor... O gözlerde kapkaranlık bir geçmişin ve geleceğin kan ve nefretle işlenmiş motifleri yankılanıyor. Bu ahenksiz, akordu bozuk yankı, şu güzelim doğadan biteviye yayılan eşsiz melodinin yüreğine kanlı bir ok gibi saplanıyor.

Harutyun'u gölün kenarında ördeklere ekmek atarken buluyorum... Yanında Pavlus var... Pavlus da Şırnak-Cizre köylüklerinden. 1980 sonrası “gayri yeter bu korku, bu zulüm ile yaşamak” deyip evini, toprağını, binlerce yıllık vatanını terk etmek zorunda kalanlardan... 60 yaşlarında, Süryani. Beni görünce bayağı seviniyorlar... Harutyun kırık bir Türkçe ile annesinden öğrendiği bir türküyü başlıyor söylemeye:

— "Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar
Ciğerim yanıyor aney gözlerim ağlar
Benim zalim derdim cihanı yakar
Gezme ceylan bu dağlarda seni avlarlar
Anandan babandan yardan ayrı koyarlar"

— Çok dertli söyledin be Harutyun!
— Neşeli bir şey söylemek isterdim ya bu türkü, bu ağıt çocukluğumdan beri her an kulaklarımda ekolaşıyor. En sevinçli anlarımda bile hep dudaklarımın ucunda. Annem!.. Bu ağıt... ve söylerken akıttığı gözyaşları yaşamımı alt-üst etti. 1915’den beri oradan oraya sürüklenip duruyoruz. Bir yurt edinemedik anlıyacağın. İşte buralarda çoluk çocuğumla, torunlarımla hala taa o geçmişte kalmış ama hiç eskimeyen, solmayan günlerdeki gibi yine korku ve panik içerisinde iğreti yaşıyoruz. Bakalım sonu nereye varacak?
— İnşallah iyi olur, Almanya’yı yurt edinirsiniz be Harutyun!
— Ümidim yok ya!.. Dilerim sonu iyi olur!.. Bizden geçti de çocuklarım torunlarım... Dilerim... Dilerim... İyi olur!.. Tatewik... Sona... Arkadi... Harutyun onlar için... Evet evet... Korkusuz bir gelecek... Yerleşik bir yurt... Yerleşik... Göçsüz, insanca yaşanılası bir yurt...

O hiç dudaklarından düşmeyen ve annesinin gözyaşları dökerek söylediği “Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar” ezgisinin öyküsünü soruyorum Harutyun’a:

— Uzun bir hikâye, Tunceli-Urfa-Halep-Ermenistan dörtgeninde geçmiş uzun ve tüyler ürpertici bir hikâye... Bir başka zaman anlatırım, diyor.

O anlatmasa da ben o acıklı, tüyler ürpertici öykünün içeriğini üstün körü de olsa tahmin ediyorum ve daha o anlatmadan tüylerim diken diken oluyor.

Söyleyecek söz bulamıyorum. Yaşamları hep kaçmakla, itilip kakılmakla, bir yurt aramakla geçmiş. Harutyun'a bakıyorum şöyle tepeden tırnağa. Ördeklere ekmek atarken, içindeki tüm acıları, tüm çaresizlikleri ve umutsuzlukları da atıyormuş, onlardan arınıyormuş gibi!.. Acı bir gülüş dudaklarında dolaşırken sessizce bir şeyler mırıldanıyor.

Ve yine her zamanki gibi ördekleri yemleme faslı bittikten sonra çınar ağacının gölgesindeki kanepeye oturuyor; gölü, gölün ortasındaki fıskiyeyi, yüzen ördekleri bir ara konuşmaksızın gözlüyor, dinliyoruz.
Gölün karşı kıyısından bir Almanca Heimet(memleket) ezgisi bize kadar ulaşıyor... Ara nağmelerine sıra geldiğinde kadınlı-erkekli hep birlikte vokal yapıyorlar. İnsanın kanını harekete geçiren hareketli bir ezgi ama bende bir acıyı depreştiriyor... Bir hüzün yumağı oluyor sesler. Bir Harutyun'a dönüp bakıyorum, bir Pavlus’a. Binlerce kilometre uzaklardan çıkagelmiş, saçları aklaşmış, gözlerinin altları iyice çukurlamış, belleri bükülmüş, yanakları sarkmış iki portre...  

Bir de ben! Yani üçüncü nostaljik “siyah–beyaz” portre... Onlarla aynı izdüşümde olduğumu söylemeye gerek var mı acaba?

Pavlus'a dönüp soruyorum:
— Haydi Harutyun’un buralara kadar gelmesinin nedenlerini az-çok biliyoruz. Hoş insanın doğduğu büyüdüğü yerleri bırakıp gitmesinin olağan üstü etmenleri olmasa bu ihtiyar yaşında neden terk etsin ki?

Pavlus, Türkiye’de doğmuş, büyümüş olmasına karşın Harutyun kadar da Türkçe konuşamıyordu... Kürtçe, Aramice ve Türkçeyi mikserliyerek anlatmaya başladı:

— Ah benim güzel gardaşım!.. Evimizi, barkımızı, arazimizi, bahçemizi yani her şeyimizi olduğu gibi bırakıp kaçar gibi buralara geldik... Yeni bir yurt edinmek için... Binlerce yıl sonra anlıyacağın... Biz Anadolu’nun, Mezopotamya’nın asıl yerleşik halkıyız. Türklerin kaç asırlık geçmişi var Anadolu’da? Türklerden en az dört bin yıl öncesi biz vardık buralarda.
Üstelik Osmanlılar da dahil olmak üzere zamanının tüm toplumları bizim medeniyet ve kültürümüzden yararlanmışlardır. Dünyada yazılı yasaları ilk çıkaran kavimleriz. Hammurabi ve Orta Asur yasalarıdır bunlar.

Sonra dünya coğrafyasında Hıristiyanlığı ilk kabul eden, Mezopotamya ve Anadolu’da yaygınlaşmasını sağlayan biz Süryaniler olmuşuzdur. Bunları övünmek için söylemiyorum. Ermenilerin de Osmanlılar başta olmak üzere o zamanki toplumların medeniyet ve kültürlerinin gelişmesinde önemli katkıları olmamış mıydı? Ne oldu onlara?

Harutyun yanıt vermekte gecikmedi:

— Katliam... Çocuk kadın, yaşlı falan dinlemeden katletme! Değişik biçimlerde katletme... Hani “kırk katır mı istersin kırk satır mı?” öyküsü var ya! İşte öyle bir şey... Kırk katır ‘sürgün’ kandırmacasıyla katletme. Kırk satır da hemen olduğu yerde tek tek, grup grup, kitle kitle katletme...  

 —Ve biz Süryanilere ne oldu? Bu Ermeni katliamlarından nasibimizi almadık mı? Elbette ki aldık! Katledildik, göçe zorlandık... Ama bunlar söylenmiyor, tam anlamıyla da bilinmiyor. Ermenilerin katledildiği dönemlerde (bize anlatılan ve korku ile gizlice fısıldanan) yedi yüz elli bin Süryani'nin “Seyfo katliamı” ile yok edildiğidir. Bu acıları kavimlerimiz yaşadı. Zamanının en üstün medeniyetini ve bilimini dünyaya taşıyan biz kavmimiz! Yani Aramice yazan ve konuşan Asurîler, Akadlar, Babiller,Aram beylikleri vb.’nin bugüne kadar zar zor, düşe kalka gelebilmiş son temsilcileri biz Süryaniler!.. Yazık oldu bize... Tıpkı Ermenilere olduğu gibi... Ne toprağımız kaldı oralarda ne de insanımız. Tıpkı nine ve annelerimizden küçücükken öğrendiğimiz tekerleme gibi: Balta nerede / suya düştü / Su nerede / inek içti / inek nerede / dağa kaçtı / dağ nerede / yandı, bitti kül oldu! Şimdi koca Türkiye’de sadece yirmi beş bin Süryani kalmış. ! Yani koca bir medeniyet ve kültür insanlarıyla birlik yanıp, bitip kül olmuş! Yazık!

Göl kıyısında ak civanperçemi ve çalılıkların arasından karatavuklar boyunlarını uzatarak etrafı gözlüyorlar. Artık hoplayıp zıplamaya başlıyan yavruları da ortaya çıkıp ürkek hareketlerle koşuşup çimenlerin arasına karışmış devetabanı, karahindiba, sinir otu, atkuyruğu kümelerinin etraflarında eşinip oynaşıyorlar. Yabani üvez, akgürgen,
söğüt ve cüce çam ağaçlarının dallarında rengârenk şakrak, iskete, ispinoz kuşları ötüşüp, uçuşup duruyorlar. Ağaçların en yüksek uç doruklarına konaklamış karatavuklar gözcülük yaparak tehlike uyarılarını o güzel, tempolu ötüşleriyle bildiriyorlar.

Parkın gezi yolunda, yavaş adımlarla kimi bastonlarına dayanmış kadınlı erkekli huzur evinin yaşlıları bir cenazenin geçit törenini anımsatırcasına öyle sessiz ve kederli yürüyorlar. Bu park bana oldukça kederli ve yüz binlerce suçsuz insanın gömüldüğü bir gömüt görünümüne dönüşüyor hemencecik. Masmavi gökyüzünde küme küme suratsız gri bulutlar varmış gibi geliyor bana. Kapkara çirkin kargaların çığlıkları kulaklarımın zarını neredeyse patlatacak. Harutyun “katliam” diyor! Pavlus “katliam” diyor!

Ölümün doğrultusuna gelmiş, ölümü çağrımlaştıran bir cenaze alayının yaşlıları geçit töreni yapıyorlar! Göle elimdeki ufak bir çakıl taşını atıyorum; su da giderek genişleyen bir daire oluşuyor... Giderek genişleyen, büyüyen bir daire... Tıpkı belleğimde olduğu gibi... Belleğimdeki olguların oluşan daireleri giderek genişliyor, büyüyor, sınırlarını aşıyor, bir barajın setlerini patlattığı gibi genişleyen-büyüyen daireler belleğimi patlatıp hırs ve öfke ile kontrolden çıkıyorlar.

Milyonlarca ağızdan aynı anda çıkan tüyler ürpertici çığlıklar tüm sesleri ve sessizlikleri boğarak parka yayılıyor. Alabalık, sazan ve levrekler gölün en derin karanlığına sıvışıyor. Karatavuklar yavrularını alıp çalılıkların en ulaşılmaz kuytuluğuna siniyor. Kargalar kanat çırpıp uzak evlerin çatılarına sığınıyor. Güzelim ak-eflatuni leylaklar aniden soluveriyor, söğüt dalları biraz daha yere doğru bükülüyor. Ağaçların yaprakları sararıp dökülüyor, korkulu uğultularla esen rüzgâr bu dökülen yaprakları önüne katıp hışımla savuruyor. Göz gözü görmüyor!

Harutyun ve Pavlus biraz daha çökmüş, yaşlanmış gibi geliyor bana ferleri sönmüş gözlerinin önündeki çukurlar iyice morarmış, yüz hatlarındaki kırışık çizgiler iyice derinleşmiş. Her ikisinin de zayıflıktan mavi damarları ve sinirleri dışarı fırlamış elleri titriyor. Sırtları, yüzlerce yılların acısını, çaresizliğini ve “gavur” oluşunu taşımaktan iyice kamburlaşmış...

Gezi yolunda bastonlarına dayanarak yürüyen simsiyah giysili binlerce yaşlı insan aniden peydahlanıyor.

— Vatan?
— “Yok” diyorlar; hep bir ağızdan, umutsuzca!
— Gömüt?
— Tek tek ölmedik ki gömütümüz olsun... Yok bizim gömütümüz... Seyfili'de çukurlara doldurulduk, Sürgün yollarında ıssız kuytuluklara, deli akan nehirlere, dipsiz kuyulara atıldı cesetlerimiz... Dachau, Buchenwald, Auschwitz, Treblinka, Sachsenhausen, Penig, Ohrdruf toplama kamplarında faşistler tarafından gaz odalarında, fırınlarda katledildik. Babı yar’da iki günde 60.000 kişiydik kurşuna dizildik acımasızca. Gömütlerimiz yok... Gömütsüz ve adsız ölüleriz biz. Biz Babi Yar Parkında bir mütevazı abideye gömülmüş 60.000 Yahudi, Çingene, Rus, Polonyalıyız.

Binlerce kadınlı-erkekli Alman’ın başı uzanıyor parkın dört yanından o an. Binlerce hain, kin dolu bakış... Sonra binlerce ağızdan yırtınırcasına çıkan iğrenç kahkaha yankıları gölün üzerinde dalga dalga yayılıyor.

Yeniden gökyüzüne bakıyorum. Göle, ağaçlara, otlara, çiçeklere, kuşlara... Kulaklarım! Kulaklarım...  Bu korkunç acılı çığlıklar, iğrenç kahkahalar birbirine karışıyor... Kulaklarımı ellerimle tam kapatacakken bir senfoni orkestrasından Yayılan isyankâr bir müzik tüm sesleri bastırıp adeta yok ediyor. Tüm göl ve park bu senfoni orkestrasından yayılan Babi Yar’ı dinliyor.

"Yaban otları hışırdıyor Babi Yar’da
Ağaçlar sert sert bakıyor, yargıçlar gibi,
Her şey sessizce çığlık atıyor. 
Şapkamı çıkarıyorum, 
Anlıyorum, gittikçe yaşlanmışım.

Burada gömülü bu binlerce insanın,
binlerce insanın ardından koparılmış
sessiz bir çığlıktan başka neyim ki şimdi ;
burada vurulmuş her ihtiyarım ben,
burada vurulmuş her çocuğum ben”
(Yevgeni Yevtuşenko)



Akgürgen ve yabani üvez ağaçlarının üzerinde güneş kızıl bir renk cümbüşü içerisinde batmaya hazırlanıyor. Harutyun, Pavlus ile oturduğumuz kanepeden ağır ağır kalkıp, tüm görüntüleri, sesleri ve o muhteşem müziği parkın derinliklerinde bırakıp usulcacık eve doğru yürümeye başlıyoruz. Harutyun’un koluna girip yürümesine yardımcı oluyorum…



YAVUZ AKÖZEL

22.06.2012,
Bad Endbach


ADNAN DURMAZ: Sürme Beni





SÜRME BENİ




ADNAN DURMAZ

kuru güneşler alnacında zaman çarmıhlanmış acıya
öyle bir bozkır ki ne desem anlamaz can
karagöz dikenleri deler suskuyu
aşkın en haylaz öğrencisi ben miyim -bir zaman
şiirler kopya çekerdim bakışlarından


gitme dedim sana mavi güvercin
koma beni gözlerinsiz ölürüm dedim
dağılmış kaşanelerden geriye hiçlik kaldı
aşkı sor ey yolcu saraylardan kalan yıkıntılardan


kendini kabullenmiş mezar taşlarının hazin yalnızlığını
aldım işte bir dağın yamacından hangi sevdaya yanmış
İyonya akşamlarının ipek bulutlarını topladım zamandan
gemiler çıkıyordu limanlara - korsanların ölüme kafa tutuşu
bir kadın bir adama sarıldı puslu bir istasyonda
kimse bilmiyordu geri dönmeyeceğini sevdiğinin
bu son gözleri olarak kalacaktı kalbine yapışmış ay mührü
orada ölmeyi bildiler… zamana karışmayı tıpkı
tıpkı ikindi gününün dağları aşması gibi ölmeyi
tıpkı otlattıkları koyunlarla bir
bir vadiden geçmek gibi kavallar çalarak
hançer kavlince yaşamışlardı
ay eşkalince -bahar işgalince sevdiler
onlardan geriye ne kalmışsa toplayıp bu tuzlu bozkırdan
kalbimde biriktirdim bin yıllık bir şarabın tortuları gibi
güneşin kollarına zincirler takmışlardı-kaç cehennem yaşadık biz
sana biriktirdim sana..binyıllardan..binyıllarca acılardan
başka ne malım ne mülküm var gayri
sürme beni ey yar
kulunum
çek gözüne sürme beni


ney çalar kamışlarda -hayat dediğin nedir
isyan birikir dünya..ben ateşgedeyim sabrım dağ dağ
sonsuzlar biriktirdim ölüm dedikleri bitirmez sevdayı bulutlar nasıl bitmezse yağmurlarda
söz anlatamaz bir derin aha sürgün düşmüşem
uçurumlar başından akan sellerle bir
aşk ki kalbimin döşümde patlamasıdır
kanım çekilir..suları susmuş ağaçlarım
kuru bir güneş dökülür dallarımdan
bu nasıl sevda
dağlar doğururum sancılar içinde -gökyüzü çıkar yarıp döşümü
bir deli huruc
hasretin en eski mihmanıyım ben yar
bir seni sevdim işte ey
ömrüm ki hep sana oruç


sana biriktirdim sana..binyıllardan..binyıllarca acılardan
başka ne yerim ne yurdum var
sürme beni ey yar
kulunum
çek gözüne sürme beni




ADNAN DURMAZ

MEHMET GİRGİN: Sustum—MELİH COŞKUN: Bıraktığın Yerden Başla Yine




SUSTUM



ADNAN DURMAZ



Buzdan saçlarını kestim
Saçaklarında karenin
Keder dedim
Deli dedi
Sustum



Sempatinin duruluğunda
Dert edindim
Diriydi kara
Kıta dedim
Çöl dedi
Sustum



Saçmaydı salkım
Sadelikti Sudan
Kal dedim
Kul değilim dedi
Kabul dedim
Sustum





MEHMET GİRGİN






BIRAKTIĞIN YERDEN BAŞLA YİNE





güzel günlerden başla yine yaşamaya
unutsun yüreğin
ölümü ve ayrılığı
bak yarım duruyor hala
heyecanla okumaya başladığın kitap
eksik şiirler kanıyor sayfalarda
yürüdüğün meydanlar seni soruyor kalabalıklara…


biriktir yüreğinde,
gördüğün her bir rengi
kirpiklerinin kıyısında donmuş birkaç damla gözyaşını
eski resimlerden çıkıp gelen gülümseyişleri…


daha ne kadar başını önüne eğip
gözlerini kaçıracaksın aşkın gözlerinden…
daha kaç dize yüreğinin ezberinde saklı kalacak


bıraktığın yerden başla yine konuşmaya
iç sesine sarılmış bir çocuğu kendi cümleleriyle barıştır…



MELİH COŞKUN


ALİ ZİYA ÇAMUR:Yürek Çalgını




YÜREK ÇALGINI





-Sesin ve ezgilerin, hep kulaklarımızda çınlayacak Kâzım- 

Acı poyrazın gücü yaslıyor dört bir yana
Kemençenin sırtındaki seste sancıyı.
Hangi linçin ilmeği değdi sana uşak,
Tekerlendi avucuna yitirilmiş gölgeler,
Gecede rüzgâr ayıklıyor sarı yaprakları.


Gözlerinin karasında tükendi uçurumlar
Dalgalanan hüznün kırık teli artık çınlayan.
Şimdi kara duvarda kan revan bir gitar
Suskunluğa gizlenerek kanar kendi sesine
Atarken içine senden kalan dalgaları 

Sarkıtlara teğet geçen hilesiz sesin
Çakıverirken şimşeğini bunaltılara
Türkülerin, ımakları örgütlerdi ateşe
“Yürek çalgunu mi yedun uşak! ”
Tuttu da penasını batırdı düşlerimize 

Bir el ateş topu yankılandı gecede.
Mor ötesinde silme yıldız oldu gökyüzü.
Kaynadı sabrın çıkrığında telâşlı sesler,
Çıldırtılmış karanlıkta sersemledi sivriler.
Bir yerlerin ya da birilerinin delinmişliğine… 

Döküldü yorgun bir ağıt, düğmelendi gözler,
Çatladı kemençenin bağrındaki çığlık
Toprakta dağıldı bademin sert kabuğu
Kımıldadı uzaklarda kuş sesinde bir yıldız
Bir el sarsıyor derinden susamış türküleri 

Gülüş yüklenirken dengini son çırpınışta
Deniz silkeliyor pul pul çarşaflarını
Kamaşınca maviden suya dökülmüş ağlar
Bir ömrü siliyor kara bir el ufuklardan
Kanıyor masalsı bulutların ebruli duvakları 

Anmak zordur künyesiz yaraların izini
koşar adım çekiyor küreğini hayatın eli
yalnızlığın yazanakları mühürlüdür ağıtla
yaşamak ve yaşamamak arasına gömülür hançer
sessiz kanatlar değer geçer avuçlara



ALİ ZİYA ÇAMUR  
25 Haziran 2005

HALİL MANAP: Aşk da Çürüyor Kehanetsiz— AHMET TAHSİN: Tüm Zamanlara Ekilir Sevginin Hikâyesi




AŞK DA ÇÜRÜYOR KEHANETSİZ




içime gizlice kan nehirleri akıyor
boğuyor beni sinsi sinsi kıyımlar
aşk da çürüyor kehanetsiz
denizin tuzlu sularında eriyerek
yağmur olup masmavi bulutlara
yüzümdeki çizgiler tarihin acı hatırası
bu yüzden gülmekte yakışmıyor ya bana
...............
...............
çorap dikerken elini yakan deli kızın sevdası
yüreğimin dalları gibi sallanıyor rüzgarda


HALİL MANAP





TÜM ZAMANLARA EKİLİR SEVGİNİN HİKÂYESİ



Tüm zamanlara ekilir sevginin hikayesi
Ateş çemberinden geçerken sesi kavrulur
Gelir yaşlılar köyüne genç muhacir
Demir kendini suyun içinde unutur
Sana yakışan da budur sil gönlünün pasını
Tabutunun ağacına su ver
Özünü kavuran güneşlerle buluştur.


Önce yorgun kadınları anla
Aşkla başlar sözcüklerin ölüm dansı
Tefekkür satar aç insana seyit
İzin verme gülün seni yaralamasına
Sen de dön ve ögren sebebi
Sonra iste
Bir tek sen biliyorsun
Seni mutlu edecek şeyi.


AHMET TAHSİN

OSMAN COŞKUN: Hiroşima




HİROŞİMA





gözlerim filistinli bir kızın gözleridir
onun için böyle mağmur bakıyorum gözlerine
onun için böyle ürkektir dokunuşlarım,
ellerim hiroşima'da kaldı japon atlaslarında
ve sessizliğim yangın gibiyse onun içindir
eflatun rakımlarda dağlara yasladım başımı
yüreğim bir mayıs bin dokuz yüz yetmiş yedide
taksim meydanında kurşun kalemle duvara çizildi
başım ellerimin arasında ve düşünceliysem
-inan, aklıma gelmiyorsun-
ayaklarım titriyor heyecandan
heyecanlıyım biraz, oralar uzağına düşer senin...

gözlerinde kalabalık bir nev york
şarabi akşamlar şarap rengi gözlerimdeki
sor bi; hoş muyum, yoksa sarhoş muyum
iliklerime kadar aşka ve sana ait yalanlarım var
boğazıma kadar doluyum tarihin karanlık sayfalarında
-inan, bir mektup gelse şimdi senden-
inan bırakırım gözlerimi, yüreğimi, ellerimi
neyim varsa benim olan bırakırım, geçerim her şeyimden
sana gelirim senin bir parçanmış gibi...

yüreğim hiroşima'da kaldı
tarihin karanlık dumanları arasında
paramparça düştüm dünyanın her köşesine
düştüğüm yerde doğrulup düştüm peşine
sana koşuyorum yalınayak, ayaklarım yok
hayalet suretinde senden bir parçayım artık
gözlerimi çıkarıp ellerine versem ürkersin
buradan bakınca öyle güzelsin, öylesine değil...

ırmaklarımı kurutuyorum ağlamalarının hatırına
dökülecek bir deniz bulsam olduğum yere döküleceğim
sökülecek bir şafak bulsam söküleceğim olduğun şehre
intihar süsü veriliyor bütün yalanlarına, yakışık alıyor...
çekiyorum kurşun kalemimi defterin yüzünden
bakıyorum gözlerin yerinde yok...
güvercinlerim çoğalıyor gözlerinin yuvasında,
belki diyorum onun için böyle umut yüklüyümdür
kim bilir?

yaralarımı açıyorum yâr aralarımı açıyorum herkesle
sana akıyorum bir deniz bulsam döküleceğim
uzak sıcaklıklar barındırıyorum kutuplarına
çöl oluyorum sonra, bütün bedeviler haline şükrediyor...

havada bir leylek göreceksin bu ayaz
ver elini o dağ senin bu bağ benim
üzüm olacağım sonra ezilip şarap olmak için
ve inan bir kadeh ile geleceğim ömrüne
ilk yudum da başın dönecek bir garip olacaksın
(sarhoş değil, hoş olacaksın)
ve ben de bu aşk olduğu sürece
kitapta yasaklanan şaraplar beraat edecekler...

(kitaplarımı sana haram kılıyorum
bırak oldukları yerde...)

-hani ilk emir "oku" ya
son emir de benden
ne olur sen "oku"ma-


OSMAN COŞKUN


NECİP TIRPAN: Emekçe— METİN KAYA: Kelebeksi



EMEKÇE




Şifreler döşersin sararan başaklara
Kör kurşunlar çözemez


Atomları, çocuk oyuncağı elementlerin
... Paçavraya çevirirsin


Garip garip ne düşünürsün
Bak ellerine


Kaç bin yıldır ateşler çevirir
Korları küllerinden seçersin


Karlarında demlenir ırmaklar zirvelerin
Kuytuları sosyal zemheride, düş çatmak için senin


Şah damarına yakın konukların var
Gümüş kanatlarıyla yılları taşıyan, bir kuştur emeğin


Kaç bilinmezli denklemi çözer,
Kıyameti başlarına zamansız indirirsin


Ger kanatlarını gök kubbeye, yıldızları as, ay üşümesin
Altında, nadasta bekleyenlerin var, yağdır yapraklarını emeğin


Gül sıkmışsın, ellerini kanatan
Başakların şifresidir, avucundan damlayan emeğindir bilir misin?


NECİP TIRPAN




KELEBEKSİ




kadim günahlar kuşanır
sevdayı nakşeden gözler
gecikmiş bir şafakla göçen
dörtnala gölgesiz yılkı
dilinde öykümüz
sevme(me)k senin eserin
ve şiirler
koynumdan göçen kuş sürüsü
kapana kısılan söz
kollarımda uyuyan nefes
kelebeksi
bense dut yemiş…
uyku beleyicisi
alsana beni de rüyana

terli bir suydu
içtiğim gülüşün


METİN KAYA