Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Ekim 2011 Pazartesi

EMEĞİN SANATI'NDAN 105. MERHABA


Merhaba,
Yaşadığımız günler, baskılar ve acılarla doludizgin akıyor. Aydınlara, sanatçılara, gençlere ve Kürt halkına yönelik baskı ve tutuklamalar devam ediyor. Bir süredir şu cümleyi daha sıklıkla duymaya başladık: “Bu mantıkla yakında beni de alırlar…”  Bilim insanı Büşra Ersanlı ve gazeteci-yazar Ragıp Zarakolu’nun gözaltına alınmaları, giderek iktidarın Kürt sorunu ve demokratikleşme konusunda kendisinden farklı düşünen herkese ama özellikle aydınlara gönderdiği son tehdit mektubu oldu.
Bu karanlık tabloya Van depremi de tüy dikti. Daha acısı ve karanlığı da, daha gür yeşeren ırkçılığın göstergesi olarak, Van ve çevre halkının başına gelen bu felaket üzerine zafer çığlıkları atılmaya başlandı.

Bu konuda en önemli tepki şair Onur Caymaz’dan geldi:
“Bu deprem hepsini ortaya döktü: Her şeyden biraz bilen, her konu hakkında ortalamanın görüşüne sahip, Sünni, beyaz ve Türk... Tarih bilgisi lisede derse giren albaydan duyduğu kadardır. Hep doğruyu bilir; yanılabileceği vehmine kapılmaz. Gerçek bilginin sürekli şüphe doğuracağından bihaber... Genelleme, ayrımcılık diyeceksiniz. Benimki ayrımcılıksa Müge Anlı’nın söyledikleri neydi? Genelde yalnız yerine ‘yanlız’, herkes yerine ‘herkez’ yazar. On sekiz yaşına gelip on sekiz roman okumadığı için “dünya kötü” tadında klişe alıntılarla günü kurtarır: Arının ağzı tatlıymış ama kıçında iğne varmış; arkandan konuşuyorlarsa öndeymişsin falan.”

Bu berbat gidişin üstüne bir de 12 Mart’tan, 12 Eylül’den iyi hatırladığımız kitap tutuklamaları başladı. Okuyan, düşünen, yazan insanlara yönelik baskınlarda, evlerden çıkan Hikmet Kıvılcımlı kitapları, Mahir Çayan afişleri, Deniz Gezmişli kitap ayraçları, Nazım Hikmet, Rıfat Ilgaz kitapları, G. Politzer’in Felsefenin Temel İlkeleri gibi kitaplar hem suç kanıtı olarak gösterilmeye hem de tutuklanmaya başladı. Anlaşılan 12 Eylülden 31 yıl sonra kitaplar toprağa gömülerek saklanacak yeniden…

Sanat bahsine gelirsek, orada da durum vahim… Birileri, yeniden şiir katilliğine soyundular. Hürriyet yazarı Ahmet Hakan’ın başını çektiği güruh, şiire yeniden “Fatiha” okumaya başladılar. Ama onları "şiir öldü" kanısına götüren, kendi kafalarındaki ve burjuva dergiler sayesinde "şiir budur" sanılan dar ve girift şiirin nefes yetmezliğinden komada oluşudur.

İstanbul’daki şiir çevresi tıknefes olsa da, Anadolu'da şiir, gümbür gümbür bir bahar seli akmaya devam ediyor... İnsanlık var olduğu sürece şiir asla ölmeyecektir. Yahya Kemal’in belirttiği üzere, “Şiir; hazların ve elemlerin ifadesi" olduğu sürece bu duyarlıklar ölmedikçe şiir de ölmeyecektir elbette.

Ahmet Hakan, şiiri İstanbul’un “mutena” semtlerinde bulamadığı için ölüm fermanını imzalıyor. Hâlbuki şiiri, acının kemiğe dayandığı yerlerde aramalıdır. Abdülkadir Budak’ın da vurguladığı gibi “Bir yaşama sevincini –çokluk kırgınlıklara yenik düşer gibi olsa da-  çoğaltmanın öteki adı, basit şeylerden büyük duyarlıklar kotarmanın ikiz kardeşidir" şiir.

Aslında Ahmet Hakan ve onun gibi düşünenlere en iyi cevabı Pablo Neruda veriyor:
“Kim öldürebilir ki şiiri? Şiir kedi gibi yedi canlıdır. İşkence ederler, sokaklarda sürüklerler, üstüne tükürürler, alay ederler, etrafını dört duvarla çevirirler, sürgüne yollarla, ama o bütün bunları yaşar, sonunda tertemiz bir yüzle ve gülümseyerek ortaya çıkar.”

Ali Ziya Çamur

BU SAYININ SAVSÖZÜ

Her şeyden önce sanatı kozmopolitleştiren öğelere karşı, emekçilerin sınıfsal plândaki mücadelelerin üst yapıda yansıması olarak verilecek bir kavganın ürünü olacaktır halkçı-devrimci sanat. Ülkenin toplumsal yapısıyla bağıntılı, ezilen halka umut ve geleceğe güven aşılayan, onların mücadelelerine ışık tutan, dünyanın değiştirilmesine FİİLEN katkıda bulunan bir sanattır bu. Bu sözlerimizden sanatın POLİTİK DALGALANMALARLA uğraşması gerektiğini savunanlara yandaş görüşte olduğumuz çıkarılmasın. Hiç şüphe yok ki, sanat, küçük politikadan çok büyük; özel politikadan çok genel politikayla uğraşmalıdır. Ama bu böyle diye,  sanat eserinden sadece dünyanın değiştirilmesine katkıda bulunmasını bekleyip, kendi ulusunun sorunlarının dışında kalması gerektiğini de kabullenemeyiz. Hareketin özgülden evrensele, oradan yine özgüle doğru uzanan diyalektiğini bir kenara itemeyiz. Bir sanat eser, yaratıcısını sınırlandıran toplumun değiştirilmesine katkıda bulunmuyorsa, onun dünyanın değiştirilmesine bir katkıda bulunabileceğini düşünmek bir çeşit saflık olur kanısındayım.

Bir tepki sanatı olduğu kadar geleceğe açık bir sanattır da halkçı-devrimci sanat. Bir yandan, çağının belirlediği sorunlarla uğraşırken, diğer yandan da geleceğin gerçeğinin oluşmasına FİİLEN katkıda bulunur.MEHMET ERGÜN (Yeni Adımlar Şubat 1972)  


YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ

OĞLUNDAN SONRA YAZAR RAGIP ZARAKOLU DA GÖZALTINDA!

İstanbul'da 'KCK' adı altında dün başlatılan gözaltı furyası kapsamında, Türkiye Yayıncılar Birliği Yayımlama Özgürlüğü Komitesi Başkanı ve yazar Ragıp Zarakolu da gözaltına alındı.

İstanbul'da 'KCK' adı altında başlatılan gözaltı furyası devam ediyor. İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne bağlı polislerin dün BDP İstanbul Siyaset Akademisi'nin yanı sıra birçok adrese yaptığı baskınların yanı sıra Mersin, Muğla ve Yalova'da toplam 42 kişi gözaltına alınmıştı. Polisin elinde 70 kişilik bir yakala listesi olduğu bilgisi ortalıkta dolaşırken, gözaltılar da devam ediyor. Aynı zamanda Türkiye Yayıncılar Birliği Yayımlama Özgürlüğü Komitesi Başkanı olan yazar ve yayıncı Ragıp Zarakolu da gözaltına alındı.

Oğlu da Tutuklanmıştı
İstanbul'da 4 Ekim'de yapılan baskınlarda gözaltına alındıktan sonra 7 Ekim'de tutuklanan 98 kişi arasında Zarakolu'nun oğlu Deniz Zarakolu da bulunuyor. Zarakolu'nun yanı sıra BDP Bağcılar İlçe Örgütü üyesi ve Kül-Der yöneticilerinden Nizam Özmen isimli yurttaş da Amasya'da gözaltına alındı. Özmen'in, depremzedeler için İstanbul'dan Van'a götürülen yardım kamyonundan indirilerek gözaltına alındığı öğrenildi.

İnsan Hakları Derneği (İHD), gözaltına alınan Türkiye Yayıncılar Birliği Yayımlama Özgürlüğü Komitesi Başkanı Yazar Ragıp Zarakolu’nun derhal serbest bırakılmasını istedi. İHD Merkez Yönetim Kurulu yaptığı açıklamada, “İHD Onur Kurulu Üyesi ve Türkiye Yayıncılar Birliği Yayımlama Özgürlüğü Komitesi Başkanı Yazar Ragıp Zarakolu bugün gözaltına alındı. İstanbul özel yetkili Cumhuriyet Savcılığı talimatıyla gözaltına alınan Zarakolu’nun da diğer insan hakları savunucuları gibi KCK üyesi suçlaması ile karşılaşması muhtemel gibi gözüküyor. Muhtemel diyoruz, çünkü dosyada gizlilik kararı var” dedi.

Açıklamada şu ifadelere yer verildi: “Aslında her şeyin her gün Hükümetin kontrolündeki basın yayın organlarına servis edilerek Kürtlere ve toplumsal muhalefet örgütlerine karşı psikolojik bir harekât yürütüldüğü ortamda bir tek şüphelilerin (!) ne olup bittiğini bilmemeleri gerekiyor! Hükümetin yargı yolu ile baskı politikası dur durak bilmiyor. Toplumsal muhalefet üzerinde bu kadar ağır bir baskı politikası izlenmesi ve bu politikanın bir bütün olarak devlet organları tarafından desteklenmesi bunun bir MGK kararı ile uygulandığını göstermektedir. Şimdi soruyoruz; Yürürlükteki Anayasa ile mi yönetiliyoruz, yoksa MGK’da kabul ettiğiniz Milli Güvenlik Siyaset Belgesi ile mi yönetiliyoruz? Hükümetin bu sorumuza cevap vermesi gerekir. Gözaltına alınma sırası Ragıp Zarakolu’na ve Anayasa Profesörü Büşra Ersanlı’ya geldiğine göre MGSB tam gaz uygulamaya konmuş demektir. Yeni iç düşman Kürtler ve toplumsal muhalefet örgütleri ile bu Hükümeti eleştiren herkes."

Çağdaş Gazeteciler Derneği (ÇGD) Genel Başkanı Ahmet Abakay, gazeteci yazar Ragıp Zarakolu'nun gözaltına alınmasının, basın, düşünce ve ifade özgürlüğünü zedeleyen bir iklime yol açan yeni bir örnek olduğunu söyledi. KCK operasyonu kapsamında gözaltına alınmasıyla ilgili yaptığı yazılı açıklamada şunları ifade etti: "Evrensel Gazetesi yazarı, insan hakları savunucusu, edebiyatçı Ragıp Zarakolu’nun gözaltına alınması, basın, düşünce ve ifade özgürlüğünü zedeleyen bir iklime yol açan yeni bir örnektir. Bizler, cezaevlerindeki gazetecilerin, yazarların serbest bırakılmasını, basın ve ifade özgürlüğünü kısıtlayan uygulamaların ortadan kalkmasını beklerken, tersine bu alanda yeni gözaltılar, tutuklamalar kabul edilemez. Ragıp Zarakolu‘nun en kısa sürede serbest bırakılmasını bekliyor ve talep ediyoruz. Gazetecilerin, aydınların, yazarların cezaevlerine doldurulması, hem dışarıda kalan yazarlar, aydınlar için bir tehdit hem de ciddi bir oto sansür nedenidir. Bu durum ise demokrasilerde yeri olmayan bir olgudur." (EVRENSEL)

DÜŞÜNCEYE ÖZGÜRLÜK GİRİŞİMİ’NDEN ÇAĞRI!

Ankara’da Düşünceye Özgürlük Girişimi adı altında bir grup aydın ve sanatçı, gazeteci yazar Yüksel Caddesi, İnsan Hakları Anıtı Önünde saat:17.30’da Ragıp Zarakolu ve bilim insanı Büşra Ersanlı’nın gözaltına alınması üzerine bir basın açıklaması yaparak aşağıdaki bildiriyi okudular:

YETTİ ARTIK!
“Adına “KCK Operasyonu” denilen garabet zirvesinde, oğlu Cihan Deniz’den 24 gün sonra Ragıp’ı da gözaltına aldılar.
Ayşe’yi gözaltına alamadılar. Çünkü Ayşe’yi çoktan yitirdik. Ama öyle gözüküyor ki, mümkün olsa, onu da tutuklayacaklardı!
Çünkü bu ülkenin sosyalistlerini sindirmeye yönelen “Devrimci Karargâh”, Kürtleri ve onların özgürlük talepleriyle dayanışma içerisinde olanları sindirmeye yönelen “KCK” harekâtları gösteriyor ki iktidar, bu ülkede haksızlıklara “Hayır” diyen herkesi er ya da geç demir parmaklıkların gerisine tıkarak ve mümkün olduğu kadar çok orada tutarak susturmaya, sindirmeye kararlı.  
Ragıp Zarakolu… Yayıncı, yazar, insan hakları savunucusu, arkadaşımız, yoldaşımızdır… Ve O, “terör” kavramı ve çağrıştırdıklarıyla ilintilendirilebilecek son kişidir… Ragıp Zarakolu’nu gözaltına aldılar… Büşra Ersanlı Hoca’nın hemen ardından…
Recep Tayyip Erdoğan’ın cebinde 1400 kişilik bir “tutuklanacaklar” listenin bulunduğundan söz ediyor. Her bir şehit cenazesinin ardından, gerekçe dahi gösterilmeksizin gözaltına alınacak, tutuklanacak, uzatmalı bir yargılama süreci boyunca hücrelerde tutulacak 1400 kişi. İktidarın elinde 1400 rehin.
Boynumuzun borcu olsun: İlan ediyoruz ki, sizler en sonuncumuzu tutuklayana dek bu meydanlarda baskılara, haksızlıklara, hak ihlallerine karşı tepkimizi haykırmaya devam edeceğiz…
En sonuncumuzu aldıktan sonra susturabileceksiniz bu sesi ancak. O zaman alın “İleri demokrasi”nizi, yakanıza iliştirin.
Bütün muhalif seslerin susturulduğu bir “ileri demokrasi”, olsa olsa bakanlarınızın, bürokratlarınızın, müteahhitlerinizin, ideologlarınızın, “yaka süsü” olur ancak…
İşte bu kararlılıkla ve Cemal Süreya’nın dizeleriyle avazımız çıktığınca haykırıyoruz:
“Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
anamız  çay demliyor ya güzel günlere
sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
bu, böyle gidecek demek değil bu işler
biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz
ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
işte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.”
TUTUKLAMA TERÖRÜNE SON!
YA İNSAN AVINNA SON VERİN YA DA HEPİMİZİ TUTUKLAYIN!”

3. ŞAİR İBRAHİM YILDIZ ŞİİR ÖDÜLÜ
ALİ ZİYA ÇAMUR’A VERİLDİ…

Karabük Kültür ve Sanat Derneği ve şairin doğduğu ilçe Eflani Belediye Başkanlığınca bu yıl üçüncüsü düzenlenen Şair İbrahim Yıldız Şiir Ödülü ne 95 şair 238 şiiri ile katıldı.
"İsmail Arslan, Tahsin Şentürk, Hüseyin Özmen, Gülderen Canyurt ve Hüseyin Lütfi Ersoy'dan" oluşan Seçici Kurul, yaptığı çalışma sonucunda; Birinciliği, Ali Ziya Çamur'un "Kalk" şiirine, Mansiyonlar Keramettin Çetin'in "Kâğıt Toplama Günleri" şiirine Ve Duran Aydın'ın "Şubat Mavisi" şiirine Verildi.
Ödül töreni 21 Ekim 2011 Cuma günü Eflani Belediye Düğün Salonunda gerçekleştirildi. Ali Ziya Çamur'un ödül alan şiirinin son kıtası:
"Dost!
Kulaklarımızda bir balkan havası essin gürlesin
Sen Lorke'ye duranda ağırdan hızlı,
Bizim düşlerimize hangi horon yetişsin?
Sesin sesime el versin hele, dele dele karanlığı,
Çıkrığımızda çıkmayacak ay mı var kuyularda?
Kan uykularda dımdızlak bağlanmışsak,
Nasıl uyur, sevgi mimarı şair.
Kalk,
Sesinle söksün şafak!

GÜNCEL SANAT DERGİSİ 2. KISA ÖYKÜ
VE KAYGUSUZ ABDAL ŞİİR YARIŞMASI DÜZENLİYOR…

Şiir Yarışması Şartları:
1- Yarışmada konu ve tür serbesttir. Daha önce ödül almamış, hiçbir yerde (internet siteleri dâhil) yayımlanmamış en fazla iki şiir ile katılabilinir. (Serbest ve hece ayrımı yoktur.)
2- Şiirler, 12 punto Times New Roman ile bilgisayarda ya da daktiloda yazılacak ve altı nüsha çoğaltılıp aşağıda verilen adrese posta ile, alanyaguncel@gmail.com adresine de e-posta ile gönderilecektir.
3- Şairler gerçek isimleri ile yarışmaya katılacaklardır.(Mahlas kullananlar ayrıca belirtebilirler)
4- Katılım süreci 5 Temmuz 2011 tahininde başlayıp, 24 Ocak 2012 tarihinde sona erecektir.
5- Eserler, posta ile PK: 66 Alanya / Antalya adresine gönderilecektir. Gecikme ve kayıplardan dergimiz sorumlu değildir.
6-Yarışmacılar, özgeçmişlerini bir adet vesikalık fotoğraf, yazışma adresi, telefon ve varsa faks gibi iletişim bilgilerini ayrı bir zarfa koyarak, eserleriyle birlikte göndereceklerdir.
7- Ödüller; Kaygusuz Abdal Özel Ödülü, Birincilik, İkincilik, Üçüncülük, Güncel Sanat ve Seçici Kurul Özendirme ödülleri olarak belirlenmiştir.
8-Kazananlar seçici kurul değerlendirmesinden sonraki bir tarihte ilan edilecektir.
Seçici kurul: Prof Dr Tuğrul İnal, Yar. Doç Dr. Mehmet Yardımcı, Yahya Akengin, Mehmet Genç, Hasan Uğur Taşçı, Metin Turan, Savaşkan İlmak
Kısa Öykü Yarışması Şartları:
1- Yarışmada konu ve tür serbesttir. Daha önce ödül almamış, hiçbir yerde (internet siteleri dâhil) yayımlanmamış en fazla bir öykü ile katılabilinir.
2- Öykü, 12 punto Times New Roman ile bilgisayarda ya da daktiloda yazılacak ve altı nüsha çoğaltılıp aşağıda verilen adrese posta ile, alanyaguncel@gmail.com adresine de e-posta ile gönderilecektir.
3-Yazarlar gerçek isimleri ile yarışmaya katılabileceklerdir.
4-Katılım süreci 5 Temmuz 2011 tahihinde başlayıp, 24 Ocak 2012 tarihinde sona erecektir.
5-Eserler, posta ile PK: 66 Alanya/ Antalya adresine gönderilecektir. Gecikme ve kayıplardan dergimiz sorumlu değildir.
6- Yarışmacılar, özgeçmişlerini bir adet vesikalık fotoğraf, yazışma adresi, telefon ve varsa faks gibi iletişim bilgilerini ayrı bir zarfa koyarak, eserleriyle birlikte göndereceklerdir.
7-Ödüller; Akdeniz Öykü Ödülü, Birincilik, İkincilik, Üçüncülük, Güncel Sanat ve Seçici Kurul Özendirme ödülleri olarak belirlenmiştir.
8- Kazananlar seçici kurul değerlendirmesinden sonraki bir tarihte ilan edilecektir.
Seçici kurul: Muzaffer İzgü / Öner Yağcı / Münevver Oğan/ Bilge Öngöre/ Ulviye Alpay/ İlhan Soytürk/ Arslan Bayır... Her iki yarışma ödülleri: Kitap setleri, kazandı belgesi ve plakettir. Her iki yarışma hakkında daha detaylı bilgi için, alanyaguncel@gmail.com e-posta adresinden iletişim kurulabilir.

YAZAR-ÇEVİRMEN GÜRHAN UÇKAN ADINA
2011 KISA ÖYKÜ YARIŞMASI…

6 Aralık 2006’da yitirdiğimiz, 2011 Nobel Edebiyat Ödülün kazanan İsveçli şair Tomas Tranströmer’in de şiirlerini Türkçe’ye çeviren yazar, şair, çevirmen Gürhan Uçkan’ın kişiliğini, düşüncelerini ve yapıtlarını gelecek kuşaklara aktarmak ve genç kuşakların dil duyarlılığını artırmak, yazınsal becerilerini değerlendirmek üzere, Dil Derneği ile İsveç Atatürkçü Düşünce Derneği tarafından, üniversite gençliği arasında, “Dil Derneği Gürhan Uçkan Kısa Öykü Yarışması” düzenlendi.

Ödüle, yalnızca üniversite öğrencileri “tek” bir öykü ile katılabilecek. Adaylar konu seçiminde özgür olacak. Ödül, yalnızca “tek” bir öyküye verilecek, bölüştürülmeyecek. Yarışmaya gönderilecek öykü, daha önce başka bir yarışmaya katılmamış ve yayımlanmamış olmalı. Öykünün bilgisayarla yazılması; iki sayfa olması (6 bin vuruşu geçmemesi); CD’sinin gönderilmesi zorunludur.

Ödül, 750 TL’dir. Ödüle başvuru, 29 Şubat 2012’de sona erecektir. Yarışmacı; öyküsünü 6 kopya çoğaltarak, bir sayfaya adını, soyadını, özgeçmişini, açık adresini, telefonunu, e-postasını yazarak, 29 Şubat 2012 gününe dek Dil Derneği’ne (Konur Sok. 34/4 Kızılay-Ankara) gönderecektir.  Ödül töreni Mayıs 2012'de Ankara’da yapılacak, ödüle değer görülen öykünün yazarına bir belge ve anmalık sunulacaktır. Seçici Kurul; Günay Güner, Işık Kansu, Cemil Kavukçu, Nermin Küçükceylan ve Münevver Oğan’dan oluşmaktadır.

12 EYLÜL FAŞİZMİNİN KATLETTİĞİ
İLHAN ERDOST, UMUDUMUZDA YAŞIYOR!

12 Faşizminin aramızdan aldığı değerlerden, yayıncı, yazar İlhan Erdost, aradan geçen 31 yıla karşın unutulmadı hiç. Hep onurla, sevgiyle, hasretle, özlemle anıldı. İlhan ve ağabeyi Muzaffer Erdost’un adını, Türkiye’de az çok devrimci, demokrat, sol literatürle tanışan herkes biliyor. Sol aydınlanmanın oluşumunda, sosyalist klasiklerin yayınlanıp geniş okur kitlesine ulaştırılmasında büyük emeği geçen İlhan Erdost’u, ölümünün 31. yıldönümünde saygıyla anıyoruz

Düşünceye vurulan kelepçeyle, ortaokul yıllarında, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’ne konulan ağabeyi Muzaffer İlhan Erdost’un başına gelenler ile tanıştı. Lise eğitiminin ardından Ankara Üniversitesi Hukuk Bölümü’ne girdi. Muzaffer Erdost’un kurduğu Sol Yayınları’nın başına geçen İlhan Erdost, fakültedeki tek dersini yayneviyle yakından ilgilenmekten dolayı veremedi. Ağabeyi Muzaffer İlhan Erdost 12 Mart 1971 askeri darbesinin hemen ardından tutuklanıp hüküm giyince, Sol ve Onur yayınlarının yönetimini üstlendi. 12 Eylül 1980 sonrası yasak yayın bulundurmak iddiasıyla gözaltına alınan İlhan Erdost, Ankara Mamak Askeri Cezaevi’nde 7 Kasım 1980’de faşist cuntanın işkencecileri tarafından dövülerek katledildi.

Ağabeyi M. İ. Erdost’un ona yazdığı şiirden:
"İlhan'ı gördüm yaralı
Gözleri kandan hareli
Yüzü güllere çevrili

İlhan'ın paltosu kanlı
Alazlanmış tüter canı
Düşmüş omuzdan kolları

İlhan İlhan, İlhan İlhan
Sular çavlan kuşlar pervan
Gittin mi can gittin mi can"

AYDIN HATİPOĞLU: KAVGANIN VE BİLİNCİN SOSYALİST ŞAİRİ…

Yaşamı boyunca devrimci şiirin izini süren sosyalist şair Aydın Hatipoğlu, geçen yıl 11 Kasım 2010 günü aramızdan ayrıldı.
Behçet Necatigil’in “Kavganın ve bilincin etkili şiiri” sözleriyle tanımladığı Aydın Hatipoğlu, 1960 Kuşağı şairlerinin ilk habercilerindendir ve şiirleri en erken yayımlananlarındandır.

Şükran Kurdakul’un yönettiği Yelken dergisinde 1958’de şiirleri yayımlanmaya başladığında henüz 18 yaşında bir lise öğrencisiydi. Ülkenin toplumsal ve siyasal sorunlarından haberli olan bir kuşağın içinden geliyordu. Bu yüzden sosyalist gerçekçi dünya görüşünü benimsedi. Şiirinin ilk döneminde ya da başlangıç döneminde İkinci Yeni izleri görülmekle birlikte Tevfik Fikret’in, 1940 Toplumcu Gerçekçi kuşağının yolunu izlemiştir. Şiirini değerlendirirken “halk duyarlığı, toplumsal çelişkiler, beklenmedik yerlerde beliren duygusal ağırlık, şiirinin en belirgin yanlarıdır” der yazar Eray Canberk ve devam eder:

“Şiirde ustalık döneminin ürünü olan “Yalnız Karanfil Sokağı” (Evrensel Basım Yayın, 2003) adlı kitabına bakıyorum: Hatipoğlu’nun şiirlerinde başlangıçta olduğu gibi yine gerçekçilik, toplumsalcılık ve siyasal olaylar var ama bütün bunlar sanki bir şiir süzgecinden geçirilmiş gibi. Şiirleştirmek kolaylığı yerini şiir kılma ustalığına bırakmış. Kitaplarından birinin adı olan “Beynim Yüreğim” onun şiirde gözettiği düşünce ile duygu dengesinin en kısa ve en çarpıcı anlatımıdır bence.”

1960 Kuşağı içinde, sosyalist şiirdeki gücü üçüncü kitabıyla belirginleşti. İmge örgüsündeki sıkı doku, inançlı bir kararlılık, beklenmedik yerlerde beliren duygusal ağırlık, neyi nasıl, ne ölçüde söyleyeceğini bilişi, tüketmek bilmez yarın umudu, yöresel özellikleri çağdaşlık potasında eritme, anlamı ve sesi şiirin bütününe yayma özellikleri şiirinin en belirgin yanları oldu.

Kuşaktaşı Sennur Sezer’de onu şu sözlerle anlatıyor: “Aydın Hatipoğlu ise bizim 1960 kuşağı toplumcu şairleri arasında imge örgüsündeki sıkı doku, inançlı bir kararlılık, tükenmek bilmez yarın umudu kadar anlamı ve sesi şiirin bütününe yayma özellikleriyle öne çıkan şiirler yazmayı sürdürdü.”

SOSYALİST EDEBİYATIMIZIN ADSIZ ÖNCÜLERİNDEN
FAHRİ ERDİNÇ’İ UNUTMAYACAĞIZ…

1940 sosyalist yazarlar kuşağının adı çok öne çıkarılmamış şair ve öykücülerindendir Fahri Erdinç. İnönü faşizminin baskıları karşısında, iki arkadaşıyla birlikte Bulgaristan’a kaçtı. “Kardeş Evi” dediği Bulgaristan’dan yazmayı sürdürdü. 11 Kasım 1986'da Sofya'da öldü.

Erdinç, 1938-39 ders yılında baba mesleğini bırakarak, sınavını kazandığı Ankara Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü'nde öğrenci oldu. Bu bölümde öğretim üyesi olan Sabahattin Ali ile tanıştı. Aynı yıl yazmaya başladığı ilk öykülerinde, onun öğütlerinden çok yararlandı. Orhan Kemal’in 1. olduğu yarışmada 2. oldu.  Erdinç, Konservatuardaki katı yönetime ve bazı ayrıcalıklara itirazları yüzünden, biraz da geçim sıkıntılarının zorlamasıyla, öğrenimini bırakmak zorunda kaldı. Yeniden mesleğine döndü. Ama arada yedek subaylığını yaptıktan sonra, 1943'te mesleğinden tamamen ayrıldı. Bir süre yapı yerlerinde (taşeron kâtibi ve puantör olarak) çalıştı.  Böylece, daha ilk yazı denemelerinde toplumun tabanındaki insanların yazgısını konu edinen Erdinç, onları köyde, kışlada ve kentte, iş yaşamında yakından tanımış oluyor, gözlem ve izlenimlerini arttırıyordu.

1946'da Ankara'da bir yapı yerinden, sınavını kazandığı devlet radyosuna geçti. Temsil kolunda üç yıl çalıştı. Bu arada Şen Olasın Halep Şehri (İstanbul-1945) adlı şiir kitabından sonra Ankara'da "Seçilmiş Hikâyeler Dergisi" (1948, sayı 8) onun öyküleriyle özel sayı çıkardı.  Başkentte ilerici sanatçıların çevresinde görünmesiyle, bazı dergilerde yayınladığı öyküleriyle zamanın faşist çevrelerinin dikkatini çeken Erdinç, 1947'de kendisini devlet başkanına dille hakaret etmiş durumuna düşüren bir çatışma yüzünden tutuklandı ve aklanmayla sonuçlanan yargılaması boyunca cezaevinde kaldı. Ankara cezaevinde yazgılarını konu edindiği insanların kimilerini daha yakından tanıma fırsatını buldu. Bazı komünistlerle de ilk önce burada ilişki kurdu. Cezaevinden çıktıktan sonra da Erdinç dirlik bulamadı. 1948'de çok sevdiği Sabahattin Ali'nin Bulgaristan sınırında öldürülmesi Erdinç'i büyük acılara boğdu. Bu acı olay bir yandan da onu esinledi. Kısa bir süre sonra, 1949 Eylül'ünde, Erdinç, iki arkadaşıyla (Ziya Yamaç ve Tuğrul Deliorman) birlikte, gizlice Bulgaristan'a geçti.  Bulgaristan'da Erdinç ve arkadaşlarına politik göçmen olarak sığınma hakkı verildi (1949 Ekim). Böylece, onun, yurt dışında ölümüne kadar sürecek olan göçmenlik dönemi başladı.

Erdinç, yazınsal çalışmasına yetecek ölçüde Bulgarca, pratik olarak da Almanca ve Rusça öğrendi. 1965'te Bulgaristan vatandaşı, 1973'te Bulgaristan Yazarlar Birliği üyesi oldu.  Yurt dışına çıkışından 1969'a kadar, yapıtları kendi ülkesinde okura ulaşamadı. 1970'li yıllarda Türkiye'deki dergilerin şiir ve öykülerine yer vermesiyle yeniden okur önüne çıktı. Bu yıllardan ölümüne değin kimi yapıtları kitap olarak da yayınlanma fırsatı buldu. Ama bu girişimler süreklilik göstermediği gibi, son yirmi yılda yine kesintiye uğradı.

Kemal Özer,  “Sökmüş ve sökecek bütün şafakların habercisi” olarak nitelendirdiği Fahri Erdinç’in sanat anlayışını şöyle belirtiyor:
“Sanatsal ve siyasal yönleriyle bir yazgı adamının kimliği var karşımızda. Onu tanımak,  aynı zamanda, o kimliği oluşturan ve direniş diye niteleyebileceğimiz temel öğeyi tanımak anlamına geliyor. Kökleri 1940’lara giden, kendisine odak aldığı Sabahattin Ali ve Nâzım Hikmet’in sanat anlayışlarıyla yoğrulmuş bir toplumcu geleneğin halkası. Kendi yaşamındaki zorluklara yenik düşmeden üretimini sürdüren ödünsüz bir yazar ve ozan. Yapıtları, hem yazıldığı döneme göre, işlenişiyle, ele aldığı sorunlarla bir ileri aşamayı gündeme getiriyor, hem de kendinden sonrasına dil ve anlatım bakımından bir düzey hazırlıyor. Kitaplarını, 1980 sonrası koşullarının edebiyata getirdiği genel görünüm açısından bakıldığında, yaşamdan beslenen bir edebiyatın geçmişine ilişkin örnekler olarak okuyabileceğimiz gibi, onlarda yaşanan koşulların aşılması doğrultusunda önemli ipuçları da görebiliriz.”   

SOSYALİST ÖYKÜ VE ROMANCILIĞIN
ÖNCÜSÜ: SADRİ ERTEM...

12 Kasım 1943'te yitirdiğimiz Sadri Ertem, sosyalist edebiyatımızın çok bilinmeyen ama Sabahattin Ali, Orhan Kemal gibi sosyalist öykücü ve romancıların yolunu açan önemli bir yazardır.

Konularını toplumsal sorunlardan alan; işçilerin yaşamlarını, sömürülmelerini, kapitalizmin rekabetçi döneminin üretim ilişkilerini, bunun sonucunda küçük üreticinin zor duruma düşmesini anlattığı "Bacayı İndir Bacayı Kaldır" adlı kitabı yazarın edebiyata bakışının da yansımasıdır aynı zamanda. Sosyalist gerçekçilik akımının önde gelen yazarları arasında yerini alan Sadri Ertem, yazılarında edebiyatın çeşitli sorunlarını maddeci felsefenin etkisinde ve sosyalist gerçekçi bir sanat anlayışı doğrultusunda kuramsallaştırmaya yöneldi.

1940 kuşağı şair ve yazarlarından Ömer Faruk Toprak, Ertem'in “Çıkrıklar Durunca” kitabını 'Cumhuriyet'in en önemli 10 romanından biri' olarak değerlendirmişti. Toprak, Sadri Ertem’in romanı hakkında şu değerlendirmede bulunuyor: “Fabrika malı satanlarla, dokumacılar arasındaki mücadeleyi belirten bu kitabı, 'sosyal roman' nev'ine ait ilk tecrübe olarak görüyoruz. Eser, bu mücadelede kadına ve paraya duyulan hırs ile, o sıralarda isyanların açtığı yaraları, bir bir anlatan canlı sayfalarla doludur. Memleketimizi iktisaden sarsan fabrika asrının, ne gibi reaksiyonlar uyandırdığı; ve anadolu'da dal budak salan eski inanışların ne müşkül şartlarda terk edileceği 'Çıkrıklar Durunca'nın başlıca hüvviyetini teşkil eder...”

Atilla İlhan da Ertem'i Cumhuriyet Dönemi'nin, sosyalist ve gerçekçi, ilk yazarları arasında kabul ediyor. Asıl mesleği gazetecilik olduğu için gözlemlerini keskin, öykülemelerini ise çarpıcı olarak niteliyor. Yazı tarzını ise biraz 'röportaj'a benzetiyor. Feridun Andaç ise Ertem'i Nabizade Nazım ile başlayan gerçekçilik akımının Ömer Seyfettin ile Sabahattin Ali arasında yer alan boşluktaki temsilcisi olarak görüyor.

Ertem’in bu sayımızda yayımladığımız “Bacayı İndir Bacayı Kaldır” öyküsü, ölümünden 68 yıl sonra bugün Dil Ovası çevre kirliliğine, Nükleer ve Termik Santrallere direnen Anadolu halkının başına gelenleri büyük bir öngörüyle anlatıyor.

İNCE DUYARLIKLARIN TOPLUMCU GERÇEKÇİ ŞAİRİ
NEVZAT ÜSTÜN UNUTKANLIĞA DİRENİYOR
...

Edebiyatımızın gözden uzakta bırakılmış şair ve yazarı Nevzat Üstün’ü 32. ölüm yıldönümünde sevgiyle selamlıyoruz.

Geleneksel Türk ve çağdaş Batı şiirlerinin özelliklerinden yararlanarak özgün bir anlatım geliştirdi. Öykülerinde gözleme, yalın bir anlatıma önem verdi, çoğunlukla Kayseri yöresi ve Güneydoğu Anadolu insanının kaygılar ve yoksulluklar içindeki yaşamını anlattı. Kent ile köy arasında sıkışıp kalmış olan çıkmaz hayatların içine giriverir. Büyük kentlerin gölgesinde kalmış köylerin ve kasabaların hayatlarına tanıklık ettiğinde kaldığı ikilemler aslında bir bakıma onun şairliğini beslemekte olan en önemli destek oldu.

Toplum sorunlarıyla hep ilgilenen, sanatını siyasal düşüncelerini savunmak, yaymak için kullanan toplumsalcı bir şairdi. Ama serbest nazım akımında değil de, daha yeni bir şiir olduğuna inandığı Garip akımından yola çıktı. Seçtiği tarzın etkisiyle önceleri pek belirginleşemeyen toplumsalcı eğilimleri, giderek şiirinin temel ereği oldu.

Köylerde ve taşrada yaşayan insanların ahlaki çatışmalarını,  kaygılarını ve yoksulluklar içindeki yaşamlarını gözlemleyip kaleme alarak toplumcu şairler arasında anılan Nevzat Üstün, Türk Dili dergisinde yazan Salâh Birsel’e yazdığı mektupta toplumcu gerçekçilikle ilgili şunları yazar: “Dört beş kez okudum Haydar Haydar‘ı. Güzel yazmışsın doğrusu. Eline sağlık. Belki seni yadırgatacak ama Haydar Haydar bana kargaşa günlerinin Fransa’sını getirdi. Villon gibi, acı bir mizah dolu. Senin şiirlerinde var olan aklın duyguya üstünlüğü iyice belirginleşiyor bu kitapta. Değinme yoluyla güç kazanan gerçek daha etkili oluyor. Bana sorsalar Salâh Birsel toplumcu ozan derim kızarlar biliyorum olmadık sözler ederler ama nedir toplumcu olmak? Gereksinimleri bağırma yolu ile söylemek mi? Bu kısa cümleleri bir yazıya dönüştürmek istiyorum.”

Salâh Birsel ise bu mektuba yanıt olarak şu satırları kaleme alır: “… Ben elbet toplumcu, yergici bir ozanım. Bunu eski kitaplarım da koyar ortaya. Ama artık şiir kitaplarının okunduğunu, şiirin sevildiğini sanmıyorum ben. Şiir yazanlarda şiir yazmak için kendilerini sıkıya sokmuyorlar. Bir iki uyduruk sözü yan yana getirdiler mi işi oldu bitti sanıyorlar. Nedir, kendilerini ‘toplumcu ozan’ diye ilan etmeyi yeterli buluyorlar. Okurlarda buna eyvallah diyor. Çünkü onlarında şiir okumaya vakti yok. Şiire bakıp bir ozanın toplumcu mu değil mi olduğunu araştırmadan ‘ben toplumcu ozanım’ diyen sahtecilerin ardından gidiyorlar. Güzeldir toplumcu ozan olmak, şiirini toplumun sesine göre ayarlamak ama her şeyden önce şiir yazmak gerekir. Diyeceğim bir ozanın ‘toplumcu ozan’ adına ulaşabilmesi için ilkin ‘ozan’ adına ulaşması gerekir. Yoksa Bekçi Memo, Makasçı Rafet, Sucu Metin, Kahveci Tekin, Lostromocu Hasan da toplumcudur. Bunların ozan diye anılması için ‘ozan’ olması gerekir.”

KERİM KORCAN: CESARETİN VE BAŞKALDIRININ ÖYKÜCÜSÜ... 

Devrimci edebiyatımızın cesur yüreklerinden Kerim Korcan, öykü ve romanlarında sınıfsal bilinci öne çıkardı hep. Tüm engellemelere rağmen, içinden çıktığı sınıfın sesi oldu. Yaşamında da örgütlü devrimci savaşım içinde oldu.

Döneminin birçok edebiyatçısı gibi zor günler geçiren Kerim Korcan cezaevlerinde ağır koşullarda 12 yıl geçirdi. İçinde bulunduğu koşulları estetize eden Kerim Korcan yaşadıklarını birer sanat yapıtına dönüştürür. Eserlerinin çoğunda cezaevi gerçeğini anlattığından ezilenler, başkaldıranlar, idamlıklar kitaplarının kahramanı olmuştur.  Kerim Korcan’ın yazın tarzında “Halk Hikâyeciliği” niteliklerine sıkça rastlanır, eserlerinin genelinde kahramanlarının şivesiyle sade anlatımlarla okuru sıkmaz, kolay okunan bir tarza sahiptir.

Kerim Korcan'ın okurları, çelişkilerin siyah beyaz çizgileri kalınlaştırılmış bir dünyada bulurlar kendilerini. Yaşadıkları dünyanın, yazarın aynasından böyle yansıyabileceğini sezseler de neden böyle bir dünyada yaşandığının, yaşanmak zorunda olduğunun sorusunu edinirler okuduklarıyla. Kısacası Kerim Korcan'ın anlatıları, Şükran Kurdakul'un da vurguladığı gibi, çağdaş bir bakış açısından destek alır “Yayımladığı roman ve öykülerinde diri, canlı, doğal bir anlatım içinde, yer yer kişilerin iç hesaplaşmalarını yansıtarak sosyalist gerçekçi akımın başarılı örneklerini verdi."

Kerim Korcan, kendi yazarlığını şöyle anlatır:
“Ben üniversite kürsülerinde vatandaşların hak ve hukuk eşitliği için ağlayan ama içeride insanların anasını ağlatan adaleti, tekmil ters uygulamalarıyla mahpushanede cürmü meşut ettim, suçüstü yakaladım. Madem ki adalet mülkün temelidir, ben de toplum sorunlarına, başlangıç olarak oradan yaklaşmayı uygun buldum. Başkaları ne düşünür bilmem. İyi bir giriş yaptığım inancındayım ve devam etmek isterim. Tatar Ramazan’ın benim ilk eserim Linç’ten evvel kaleme alındığını açıklayabilirim. Dil konusunda tartışmaya girmek istemem. Hem birazda bineceğim dalı kesmek gibi olur bu. Dilde arınmaya gitmeye çalışıyorum ve bu gayreti sürdürenlerle esasta mutabıkım. Ancak zorlamaya kaçmaktan da sakınırım”

BÜYÜK EKİM DEVRİMİ YOLUMUZU AYDINLATIYOR!

İnsanlık tarihinin akışını değiştiren Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’nin 94. yılını kutlamak; anmak, anlamak geleceğe ışık tutmasına karınca kararınca katkı koymaktır.

Büyük Sosyalist Ekim Devrimi, emperyalist burjuvazinin korkulu rüyası olan devrim düşüncesinin gerçekleşmesinin adıdır.

Ekim Devrimi Lenin’in deyimiyle "buzu kıran, yolu açan ve gösteren" devrimdir. Büyük Sosyalist Ekim Devrimi ile emperyalist zincir en büyük kapitalist, emperyalist ülkelerden birinde, proletaryanın iktidarı ele geçirmesi ile ilk kez parçalandı; emperyalizm çağının ilk proleter devrimi olarak, yeni bir çağı, ‘emperyalizm ve proleter devrimleri çağı’nı başlattı.  

Sınıflı toplumların ortaya çıkışı kadar eskidir, sınıflar mücadelesi. Tarih bu mücadelenin dinamikleri üzerinde yükselir. Karanlık ve ışığın mücadelesidir bu. Baskının, zulmün, sömürünün sahipleriyle buna hayır diyen isyancıların mücadelesidir. Ve sınıflar tarihi kadar eskidir sömürüsüz, eşit özgür bir dünya düşü. Bu düşle başkaldırır “tarihin ilk gerillası” ilk isyancısı Spartaküs. Bu düşle uzatırlar başlarını korkusuzca Bedrettin ve Börklüce. Bu düş türkü olur dillerde pir sultanca. Sınıflı toplumların son durağıdır kapitalizm ve sömürücü sınıfların son temsilcisidir burjuvazi. Sömürülenlerin tarihindeki son sözü söyleyecek, düşü gerçeğe dönüştürüp burjuvaziyi mezara koyacak olandır proletarya. Lyon’da dokuma işçilerinin barikat savaşlarıyla daha manifaktür özellikler taşıyan el işçileri olarak. İngiltere’de nispetten gelişmiş sanayinin örgütlü Cartistleri olarak.

Almanya’da “kulübelere barış, saraylara savaş” diye haykırarak çıkar mücadele alanlarına. Geçici zaferlere ağır yenilgiler eşlik eder. Her ileri sıçrayışının ardından ağır yenilgilerle yeniden geri düşer. Ama her yenilgiden öğrenir ve inatla haykırır özgürlük diye. Ve tarih 1871’ i gösterirken Paris ellerindeydi proletaryanın. Bu tarihsel düşün, gerçekliğin somutuna ilk iz düşümünün adıydı, bu Marks’ın işte proletarya diktatörlüğü dediği Paris komünü idi.74 gün. Sosyalizmin, proletarya diktatörlüğünün, sosyalist demokrasinin ilk ön sözlerinin yazıldığı onlarca yıla bedel 74 gün. Onlar da yenildiler, çünkü nesnel şartlar daha kapitalizmin ortadan kaldırılmasına denk düşmüyordu. Yenildiler çünkü hiçbir toplumsal sistem gelişebileceği en üst seviyeye ulaşmadan tarih sahnesindeki yerini terk etmiyordu.

Tarih 20 yüzyılın başlarını gösterirken, “Emperyalizm kapitalizmin en yüksek aşamasıdır dedi Lenin… Devam etti; “Emperyalizm çan çekişen kapitalizmdir” Ve son noktayı koydu: “ Emperyalizm proleter devrimler çağıdır”

Yenilgilerle dolu tarihi içinde en son büyük zaferini ve yenilgisini yaşadığı Paris komününden sonra proletarya tarihsel rolünü yerine getirmek için harekete geçerken artık koşullar ondan yanaydı. Sözün bittiği yerdi artık. Milyonlarca topraksız köylünün, yarı proleter emekçilerin proletaryanın öncülüğündeki eylemiyle yıkmak, parçalamak ve yeniden kurma zamanıydı. Tarihin ebesi zor işbaşındaydı, durmak cinayetti, durmak ihanetti. Durmadılar. “Onlar ki bir kez yorgun dizlerinin üstünde doğrularak ayağa kalkmışlardı” Durmadılar ve tarih 24 Ekim 1917'yi (Bugünkü takvimle 07 Kasım 1917) gösterirken devrim ve sosyalizm bir düş değildi artık.
Ekim Devrimi ezilenlerle ezenlerin arasındaki tarihsel mücadelede gerçekleşen ilk toplumsal devrim olarak tarihsel bir dönüm noktasıdır.21. yüzyılın sosyalizminden söz ederken başka limanlara kulaç atanların unutmak ama en çokta unutturmak istedikleri bir gerçektir.

Ekim devrimi; insanlığı sömürüye ve kapitalizmin yarattığı karanlığa mahkûm etmeye çalışanların en büyük korkusudur. Çünkü Ekim Devriminin 20. yüzyıldan 21. yüzyıla yansıyan ışığı kapitalizmin yıkılabileceğini, yeni ve sömürüsüz bir dünyanın yani sosyalizmin gerçekleşebileceğini gösterir.

Ekim Devrimi; “elveda proletarya” ve “tarihin sonu” sahtekârlıklarının suratına vurulan bir tokat gibidir.

Sınıflar mücadelesini proletarya diktatörlüğüne kadar götürme gerçeğini inkâr edenlere karşı her gün kendini yeniden ortaya koyan bir gerçektir ve gerçekler inatçıdır… Sivil toplumculuk projelerine, “kitle partisi” karikatürlerine karşı proletaryanın öncü savaşçı partisinin hayati önemini yaşadığımız dönemin özellikleri bakımından bu günde yakıcı bir yanıt ortaya koyar. Bu gün Ekim Devrimini böyle bir perspektifle sahiplenmek, Paris Komününden Ekim Devrimine oradan da günümüze uzanan komünizm mücadelesinin ve Komünist olmanın temel ölçütlerinden biridir.

Ekim Devriminden çıkarmamız gereken bir diğer derste iktidarı ele geçirmenin devrimin başlangıcı olduğunu ve sınıfsız topluma giden yolda yapılacak hataların geri dönüşü de beraberinde getirebileceğini göstermiş olmasıdır. Bu anlamıyla Ekim Devrimi başarıları kadar başarısızlıklarıyla da elimizdeki zengin bir deney birikimidir.

Ekim devrimi, sınıflı toplumlarına hâkim olan düşünsel normların yıkılarak; komünal emek/dayanışma fikirlerinin yeşerten “Yeni/Özgür İnsana” ulaşma çabasıdır.

NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati

SADRİ ERTEM: Bacayı İndir Bacayı Kaldır



Bir toz duman… Çıplak insan ayaklarının ve nalsız hayvan izlerinin sıralandığı yollardan gürüldeye homurdana bir otomobil geçiyor.

Uzaktan besli, dolgun gövdeli köpeklerin sesleri camları gıcırdattı:
— Hovv… hov… hov… bu, sivri bir diş gibi Maden Ocakları Müdürünün etine saplandı. Müdür yüzünü buruşturdu. Kulakları dikildi.

Siz diyeceksiniz ki bir adam köpek sesi duyunca ne olur?

Bu, benim için, sizin için böyledir. Bir şey olmaz. Köy köpeklerinin gürültüsü bizlere nihayet yabancılığımızı hatırlatır. Bu bir yabancıya karşı gösterilen hayretin ilk belirtisi ve yalnızlığın ilk işaretidir. Eğer biraz daha hatıranız varsa, o nihayet size bir korku, bir ürkeklik verecek, bacağınızdan ısırılıyormuş gibi olacaksınız. Ocak Müdürünün kafasına köpeğin sesi bir diş gibi battı ve derhal bir şimşek gibi çaktı, kafasında loş dehlizler aydınlandı. Karanlıkta ara sıra gerinerek uyuyan hatıralar kalktılar, birbirlerini dürttüler ve bir asker safı gibi dizildiler.

Müdür, besli bir köpeğin bağırdığı yerde refahın derecesini anlayabilecek kadar tecrübeliydi, zeki idi, kısaca tam bu işin adamı idi. Hasta, yoksul köylerin cılız, tüyleri uyuzlaşmış, sesleri kısık köpekleri vardır. Zengin ve kibar köylerin muhafızları da mağrur, alınları yukarda ve heybetlidir. Sesleri dağdan dağa bir kasırga gibi hükmeder.

Müdür bunları düşündü ve:
— İşçilerin gündeliği umduğum gibi az olmayacak?... diye sesin ilham ettiği sonuca vardı.

Otomobil, yabancıyı az zaman sonra gözün alabildiği kadar uzanan yemyeşil bir ot denizine çıkardı. Bu denizin ortasında renk renk kor bir koyu, yakıcı gelincikler, su üstünde yüzer gibi bu sonsuz denizde çalkalanıyordu.

Derenin öbür tarafında sararmış olgun tarlalar kocaman bir yumruğa benzeyen başaklarını dizleri üstünde dinlendiriyordu. Her şeyi gürbüzdü, otlar gürbüzdü. Biraz ötedeki ağaçlar gürbüzdü, yapraklar gürbüzdü, yıkık duvarlardan taşan dallar, olgunlaşan meyvelerini tozlu yollara salıvermişti.

Buğulu erikler, güneşin altında kıpkızıl alevden bir yuvarlak gibi yanan narlar, kâh kütüklerinden, kâh bir çardağın üstünden dalgın dalgın vücutlarını salıveren iri taneli üzümler, sonra beyaz, tertemiz kiremitli evler, temiz elbiseli çocuklar onun tahmininde aldanmadığını gösterdi.

“Gümüşlükurşun” Maden Ocakları Müdürü bu güzel, bu şirin ve zengin ovaya denebilir ki ilk bakışında hayran oldu.

***

Müdür, köylülerden öyle tatlı yüz, öyle candan bir dostluk gördü ki, her gün ziyafetten ziyafete gitti. Her ziyafet onda yeni bir âlem keşfetmiş gibi his bırakıyordu.

Güzel ve bereketli ovanın mahsulü onu gayet kolaylıkla kendisine ısındırdı. Bir hafta sonra da köy zenginlerine ziyafet veriyor, Ermeni tercümanı vasıtasıyla hergün bir şeyler öğreniyordu.

Bir gün, ihtiyar Muhtar Ömer Ağa, kıvrık sakalını sıvazlayarak, buraların şöhretinden şöyle bahsetti:
— Hey Çelebi… Lokman Hekim ölüme çareyi burada buldu, kitaba yazdı. Neylemeli ki kitap suya düştü, eridi… Ölüme çare bulamadı ama, Lokmanın kitabının eriyen yaprakları buranın topraklarına karıştı. Onun için buraya ne eksek biter., çıplak ayakla basan hemen insan çıkar… bire elli buğday buradan gayri nerede var?

Müdür zembereklenmiş gibi yerinden sıçradı, sordu:
— Bire elli miş?
— Ya ne zannetin Çelebi!..

Müdür, bundan sonra arazi sahiplerini teker teker davet etti. Tercümanını yanına alıp şöyle bir ağaların oturma odaklarına gitti. Hemen hepsine şöyle söylüyordu:
— Ben bu Lokman Köyü’nü çok beğendim. Belki de çoluğumu, çocuğumu alıp burada yerleşmek de mümkün olur. Hele sizden çok memnunum, nerede Avrupa’nın o dalavereci insanları… Ben burada kendimi emniyet içinde görüyorum… bana biraz tarla satmaz mısınız?..
— Satarız… Ama, dönümü elli liradan aşağı idare etmez… Başka türlü veremeyiz.

***

Müdür, “Gümüşlükurşun” Maden Ocakları İşletme Müdürüne rast geldi. Dert yandı:
— Bilsen şurada bir çiftlik sahibi olmak hem maden için kârlı olacak, hem de bizim için… Seninle de ortak olurduk… bir çaresini bulsak da biraz toprak alabilsek.. Çok para istiyorlar… böyle satın almanın imkânı yok…

İşletme Müdürü:
— Fazla düşünceye lüzum yok… Kolay iş…
— Nasıl… Nasıl?..
İşletme Müdürü gülümsedi:
— Çok kolay… Bacayı şöyle biraz indirdin mi, iş bitti demektir. O zaman dönümünü on kuruşa pahalı deriz. “Kezzap”, “Zaç yağı”(Demir sulfat) nelere kadir değildir.
— Vallahi sen dahisin. Fakat bacanın kısaltılması için bir sebep?...
— Düşündüğün şeye bak… Onu Haçik’e bırak… o, köylülerin ağzından girip, burnundan çıkmayı mükemmel becerir.
— Sahi yapar mı dersin?
— İşten bile değil!..

***

Haçik, köylüler arasında itibarlı adamdı. Onun için herkes “dinince dinlensin” derdi.


Haçik, kat kat kırışık ensesi, yağlı yakası, düşük kıranta bıyıkları, gür ve yozuna büyüyen sazlar gibi çarpık çurpuk kaşları ile bir acayip mahlûktu. Hele Bektaşi nüktelerine ve nefeslerine bir Bektaşi babası gibi vakıftı.
Köy kahvesinde ağaların meclisine girdi. Kâhya tütün kesesini uzattı:
— Haçik Ağa, çek bakalım… diye iltifat etti.

Onun bugün sinsi bir hâli vardı. Heyecanla bir tehlikeyi haber vermek ister gibi söze karıştı:
— Bir Mevlânın kullarıyız. Yollarımız ayrı olsa da… Kudüs’le Mekke bizi ayırmaz…
— Öyle öyle… Haçik Ağa…
Sesler:
— Yaman adamdır vesselam...
İhtiyar bir köylünün Haçik Ağa’nın sözlerinden gözleri dolu dolu oldu. Yanındakine yavaşça:
— Bu adam gizli din kullanıyor diyorlar, dedi. Biri atıldı:
— Yalansa doğru olsun!..

Haçik, anlattı:
— Söz aramızda… Görüyorsunuz ya… yatırın başı ucundaki şu selviyi… bir de öteye bakın koskocaman baca!.. Şimdiye kadar zatı şerifin selvisinden daha yüksek bir şey var mıydı?
Bütün köylüler:
— Yoktu…
— Şimdi?..
— Şimdi var…
— Baca…
— Baca… Baca evet… Evet.
— Acırım size… Vallahi iki gündür gözüme uyku girmez oldu. Zatı şerifler çok kızgın şeylerdir.  Hep birden seslendiler:
— Doğru… Kabahatimiz var… Fakat ne yapalım el adamı dinler mi hiç?..
— Dinletmeli!..
İnceli kalınlı, genç ihtiyar sesler:
— Doğru, doğru!.. Fakat Frenk’tir anlamaz ki…
— Ben giderim… Köylüler bacanın yarıya kadar indirilmesini istiyorlar, derim anlatırım… O da Müslümanların dinine hürmet eder… Müslüman dostudur. Piyer Loti adında bir Türk dostu vardı. Hani canım gazeteler hep resmini yaparlardı. İşte bizim müdür onun yeğenidir, yarı Müslüman sayılır. Amcasının evinde Allah hakkı için söylüyorum, iki elim yanıma gelecek, cami vardı. Kâhya okur yazar adamdı, başını salladı:
— Bilirim, dedi, gazetede ben de okudum. Allah din kısmet etsin…
— Amin!
— Amin!

Köylüler gözlerini ümitle açtılar, yalvarır gibi söylediler:
— Haçik Ağa, şunu bir yaptırsan yok mu?
— Yapıldı bilin… İnsanlar birbirleriyle dost olmalı. Bir Allah’ın kuluyuz. İyilikler yanımızda kalır…

***

Baca yarıya kadar indi. Köy derin bir nefes aldı. Bir felaketten kurtulmuş gibi sevindi. Direktör ve İşletme Müdürü, Haçik Ağa’ya bir şişe mastika hediye ettiler. Köylüler ona bol bol ziyafet çektiler…

Baca kısaldı…

Baca, boğucu gaz atan bir top namlusu oldu. Durmadan dinlenmeden bombardıman etti, hangi bombardıman bu kadar kanlı, bu kadar uzun sürdü?

Yirmi dört saatte bir defa bile sönmeyen ocak, bir taraftan kükürt savuran, bir taraftan zaçyağı yağmuru serpen bir zehir denizi oldu. Eczanelerde, kimyahanelerde saklanan zehirler burada bir dere gibi aktı. Bir yağmur gibi her yeri bastı. Rüzgâr bu ağır gazları bir kurşun gibi toprağa yaydı. Mermer üzerine dökülen kezzap onu nasıl paramparça eder, didilmiş nir pamuk yığını hâline koyarsa, topraklar da öylece harap oldu.
Toprak güzel rengini kaybetti. Soluk, ölüm duygusunu veren bir hal aldı.

Yeşillikler bir anda sarardı, ertesi sene gürbüz ağaçlar kupkuru bir iskelet hâline geldi. Bahar bir hazan gibi girdi ve kimse baharın geldiğini anlayamadı. İri boylu otlar cüceleşti, cılızlaştı. Nihayet kayboldu.

O nazlı, güzel çiçek denizi kurudu, şimdi ortada sonsuz bir çöl var. Sanki dünyanın vahşi sürüleri ayaklarıyla, dişleriyle, tırnaklarıyla burayı eştiler. Eski zamanların karınlarına bir mahallenin evleri sığan hayvanlar susuzluklarını burada dindirdiler.

Artık buradaki rüzgârlar Samdan başka bir şey değildi. Ovada ancak ölüm ekildi ve sefalet biçildi, şen sesli, dolgun vücutlu, gözleri parlak, sevimli zeki hayvanlar, yavaş yavaş ahmaklaştı. Öküzler zayıf, nesli tükenen bir akrep haline geldi. Atlar kişnemeyi, koşmayı unuttular. Sarsak başlı, düşünceli bir acayip mahluk haline girdiler, sanki bir kaplumbağa… İki sene sonra uzaktan ses, müdürün kulağının memesini bir diş gibi kapan köpeğin tüyleri döküldü. Karnı sırtına yapıştı. Artık bağıramıyor, güç halle ağzını açarak havlamanın taklidini becerebiliyordu.

Bir hayalet gibi yavaş yavaş sürüklenen hayvanlar da kimi ahırlarından çıkmaya takat bulamadı, kimi düştü öldü, kimi yatalak hasta oldu.

Bahar hayvanlar için bir haradır. Bütün tabiat, sinirleri damarlara ve bütün canlıların uzviyetine coşkun bir hayat neşesi verir. Halbuki bu bahar, ne güzel bir kuzu yavrusu göründü, ne sevimli bir eşek, ne bir buzağı, ne bir tay sesi duyuldu.

İnsanlar da soldular. Sert kemiklerin üstünü, buruşuk bir deri kefenledi. Dudakları kurumuş yosunlara benzedi. Yeşilimsi beyaz ölü rengi fersiz gözlerin etrafını kapladı.

Kır yollarında cıvıldaşan insanlar bir hayal oldu. Artık köy halkı değneklere dayanarak, öksüre öksüre ve iki adımda durup dinlene dinlene dolaşabiliyordu. Tümünün ciğerlerini kurşun tozu kapladı. Atların üstüne elini dokundurmadan hoplayan eski süvari çavuşu şimdi yerinden kalkmak için koltuk değneğinin ve birkaç adamın yardımını bekliyor.

Günler öyle geçti, her geçen gün sanki köylülerin damarlarını açtı, kanlarını boşalttı, boşalttı….

Bacanın etrafında köyler için artık düğün, balıkların konuşması, öküzlerin yumurtlaması gibi acaiplikler arasına girdi.  Bir mucize olarak doğan çocuklar da yaşamadı.

***

Köylüler son bir yardım diye Maden Ocaklarının Müdürüne koştular:
— Çelebi bize ne verirsen ver de artık tarlaları satalım…
— Ağa iyi ama ne yapalım, Allah bir afettir verdi.
— Hani vaktiyle istemişsiniz de onun için söylüyoruz.
— İşe yaramaz ya… Ne istersin?..
— Ne olacak canım…
— Ben burayı mal olsun diye değil, size bir yardım olsun diye alacağım. Dönümü yarım lirada…
— Eh ne yapalım?... Peki olsun…

Maden Ocakları Müdürü bütün köylünün arazisini satın aldı. Köylüler heybelerini sırtlarına vurarak, tozlu yollardan uzaklaştılar. Fakat her adımda, her izde bir hatıra buldular. Ayakları yürümedi, köylerini ana ana gittiler. Kimi öldü, kimi dere kenarlarında, kimi ağaç altlarında yurda hasretin acılığını duydu. Döndü. O, zehirli havayı doya doya teneffüs etmek için geri geldi. Bu zehirli hava, sanki onları yaşatacak, sanki onlara derman olacaktı.

Bir çokları yamaçtan köylerine baka baka, gülümseyerek bir taş parçası üstünde can verdi, sağ kalanlar ellerindeki para ile ne yapabilirdi. Döndüler, dolaştılar, nihayet maden ocaklarına amele oldular. Bu da bir teselli idi, hem kazanacaklar, hem de köylerinden ayrılmayacaklardı.

***

Ocak insan eriten bir makine gibi çalıştı. Maden ocaklarının yanında taşları olmayan adsızların sonsuz mezarlığı uzadı gitti.

***

Baca hâlâ yarım. Çünkü daha sekiz on adam var ki topraklarını satmadılar. Birikmiş servetlerini yiyip her şeyi olduğu gibi muhafaza ediyorlar.

Onlardan biri kötürüm, biri pehlivan, ötekiler delikanlılardı.

Nihayet mal sahiplerinin de ambarları boşaldı, kuyularında suları çekildi, hayvanları öldü. Tatlı yenip tatlı konuşulan evler şimdi bir sinek vızıltısı, bir hastanenin iniltili koridoruna ne kadar benziyordu. Sonunda açlık, sıcak iklimlerin ormanları arasında eşinen kaplanlar gibi öteyi beriyi sarstı. Onlar da topraklarını satmak istediler. Fakat kimse para vermedi.

Bir gün yedi köylüyü maden ocağı yolunda yan yana devrilmiş buldular. Bir delikanlının göğsünden şu dilekçe çıktı:
Gümüşlü Kurşun Ocağı Müdüriyetine,
Efendim,
Boğazı tokluğuna maden ocağına kaydedilmemizi rica istirham eyleriz.

***

Artık üç köyde satılmadık toprak kalmadı. Yirmi, otuz bin dönüm araziye hudut çekildi. Yeni arıklar açıldı, toprak gübrelendi ve fabrika bacası tekrar yükseldi, hem o kadar ki,  eski selvi onun yanında bir fidan gibi kaldı.

***

Üç köyün Yemen’de esarette bulunup köye dönen askerleri şaşırdılar. Çişftlik kâhyası onları:
— Köy arıyoruz diye çiftlikte hırsızlık edeceksiniz. Burada köy, möy yok haydi… geldiğiniz yere… Sizi açıkgözler sizi… Defolun, yoksa jandarmaya haber veririm, diye başından savdı.

SADRİ ERTEM
1933

ADNAN DURMAZ:Kör Gezegen



panzerler dolaşıyor
hayatın kemiklerini kırarak
ölü çıkmış evler gibi ülkenin yüzü
bütün gülüşleri işgal altında
devasa bir esir kampında tutuklu gök
akşama dek güneşin kirmanında
acıyı eğiriyor parçalanmış elleriyle
gülüşleri rahat yürüyemiyor çocukların
her an bir mayına çarpmak korkusundan
demeçler veriliyor
sıska sırtında kemikleri sayılan umudu kandırmak için
“güçlüyüz” diye
bağırıyor birileri
yüzleri kayıp düşüyor kafatasından
kahkahayla gülmek
türküler söylemek coşkularla
bölücü bir nifaktan sayılıyor
parsel parsel satılıyor
ülkenin
tarlaları
bulutları
yıldızları
düşleri
bakanların geğirmesi
alkışlar eşliğinde
bir tezahür olarak gösteriliyor halka
burası
uzayın bilinmez bir yerinde
kör bir gezegen

işsizlik
hapislerde müebbet
duvarları kemiriyor hırsından..
evsizlik
dozer dişlilerinde
bağıra bağıra katlediliyor
yurtdışından yapılıyor
sömürge yasaları
yok canım
mavi kelebekler gibi
her sabah
okuluna gidiyor çocuklar
kölelik eğitimi
kendi dilinden başka bir dilde
o uzak gezegenin ingilizcesi varsay
adaletin mülkü depremlerle yıkılmış
ölü satılıyor hastanelerde
bütün kalelerine girilmiş
tersaneleri zapt edilmiş ülke
karanlıkta susuyor
konuşsa yıkıcılık
gülse taammüden cinayet sayılıyor
burası uzayda bir gezegen
sen çalış bütün ömrünce
gözyaşını alın terini tek tek sayarak
yarı aç yarı tok
gönlünce bir tatil yapma hakkın yok
bir kez bile köyünden çıkmamış milyonlar gibi
uçağa binemeden-denizlerde yüzemeden
çilenin bittiği yerde ölüp gidersin
ne vatanı kurtarırken şehit düşen dedelerinin
ne de ülken için göz kırpmadan ölecek olmanın
bir kıymeti harbiyesi vardır artık
ya dağlar ardında bir köyde esir yaşarsın
hala uygarlıktan uzak
ya da zavallı bir 657 olarak
ancak
kendinden
bir alt kademede
olana
horozlanarak
bir bakarsın geçmiş ömrün
“şol yel esip geçmiş gibi”

her akşam
milyon dolarlık servet sahibi vekiller
namus nutukları atarlar sana
aziz milletim
diye başlayan
belagat kurallarınca
bir sürü anlaşılmaz lafla

oysa
kendini anlatacak
hiç kimsen yok
bu devasa bataklıkta
bir sen
susarsın
zulüm panzer gibi yüzlerde dolaşıyor
kemikleri kırılmış gülüşlerde
her gün biraz daha tüketerek
gözlerin ışığını
burası uzayda bir gezegen
siz nereden bileceksiniz bütün bunları
ey özgür ve müreffeh ülkenin
çağdaş ve uygar insanları
burası ülkeniz değil ki


ADNAN DURMAZ

MELİH COŞKUN:Açın Perdelerinizi}{MEHMET GİRGİN: Uzağa Övgü


AÇIN PERDELERİNİZİ
RESİM:AVNİ MEMEDOĞLU

Büyüdükçe mi kabuk bağlar
Çocukluktan kalma yaraları insanın?
Kapkara bir bulut başımın üstünde
Hayatla saklambaç oynar gibi yalnız
Bezden bir hücrede tecrit edilmiş bedenim,
Bedenim, on beşimin en düşbaz çağında
Ama gözlerim hep beş yaşında…
Baharı siyah beyaz bir resim sanmam bundandır
İpekten saçlarımın güneşe hasretliği
Karanlığıma ak bir iz bırakan tuzun yanaklarıma süzülüşü,
Bundandır sırdaş aynaların
Çirkin yüzlerinize tükürmesi…
Söz utanır,
Badem bıyıklı kirli dudaklarınızdan döküldükçe
Söz utanır,
Zulmün adı hürriyet diyerek yazıldıkça sözlüklerinize
Söz utanır,
En büyük yalanlar
Ömrümüzün tek gerçeği gibi ezberletildikçe…
Açın perdelerinizi açın,
Güneş aydınlatsın
Kirli bir ampülün titrek ışığına muhtaç edilmiş gözlerinizi
Açın kapılarınızı ey insanlık
Hürriyet rüzgarı dolaşsın
İpekten saçlarımızda…

MELİH COŞKUN

UZAĞA ÖVGÜ

—Ferit Edgü’ye—


İyikötü yapışkan bir unutkanlıktır aşk
Mevsimin affettiği dal ve yaprak
Değirmen ve un- suyunu unutan ırmak
Uyan, yıldızlar seni bekliyor, yıldızları sarıya boya
Ördeği üstümüze örtelim, üşümeyelim
Tenekelerde kar eritelim, ayaklarımız ısınsın
Çağ çatlak, kamyonlar insan taşır, koyun- keçi
İnsanları inatçı ve sevecen- dağın türküsü
Yolda kalan uyku, iyi kötü sevseydin beni
Yalınayak, başı çıplak, ellerin haritayı arıyor
Geri zekâlı gerçeği unut- düşlerin mavisine atla
İstediklerini ver, istemediklerini de- kardeş olalım yeter ki
İyi kötü yok, düşler var, beyaz, siyah
Patikadan yürüyen yolcu sevgini al yanına- o yeter sana
Sancısını duy kentlerin, romanını yaz
Romanlar kardeştir- insanlar da olabilir

21 Ekim 2011
MEHMET GİRGİN

YAŞAR DOĞAN: Kalleşlik Destanı



Onlar birleştiler
Biz dağıla/dağıla - toz duman olduk
Kıskançlık mı?
Ezber-i-retorik;
Niye kendi kendimizi
Savunacak bir şeyimiz yok…
Ey sürpriz ukala
Hangi şeytan kuyusuna attın ruhunu
Bulansın diye bütün sular…
Oysa her şeyimiz vardı
Taşımız
Toprağımız
Köyümüz
Sitelerimiz
Ve vatanımız bile vardı
Her bahar kanatlarını kuşanıp kuşların imrendiği!
Onlar oysa onlar bir tanem
Hayallerini aşılayarak kuruttular bizi
Çünkü bizde faka BASIP
YAN PENÇEREDEN UMDUK
Bir gün komprador olmayı?
Oysa her şeyimiz var!
Onların nesi?
Yeter ki sesi sese verip
Keselim avazında o sesi
Ve o sesle olan tüm bağlantıları
Yol vererek içimizde ki sese
Hep birlikte keselim.
Ki hayat bizden almış köklerini
Kurusak kurur gider her şey…
Ömür dediğin de ne ki?
Bir gölgeysen şu büzülmüş çuvalda!
Yarınının her yanı radyasyon
Ne alıp yiyeceksin –
Klonla kendini klonlayabildiğin kadar
Enerji tükenince öleceksin.

YAŞAR DOĞAN / LOLAN

MEHMET RAYMAN:Biricik Hanımlar}{ŞERİF TEMURTAŞ:Öfke

BİRİCİK HANIMLAR



biricik hanımlar
seke seke çıkıyor merdivenleri
kıvılcım üstüne kıvılcım atıyor
sim sarı saçları daha sık tarayın
çıkarsa çıksın aşk yangınları
takmış koluna
hayıt kavlağı sepetini
teveklerin atını yokluyor
akşamla sabahın serinliği
dilimin atına yatırdığım
bir alaca bakla
bu toprakları
evire çevire sürdüğümüz doğru
dil üstüne çektiğimiz parıltı
ışınsal olmanın neresine konacak
kanadını sakındığımız kuşlar
gelip geçenle
yaşamı bir belleme.

MEHMET RAYMAN

ÖFKE


çağıl çağıl çağlasın munzur
şimşekler çaksın
çat çat çatlasın tomurçuklar
ey büyük kavga
pat pat patlasın..
karabağ

ey büyük öfke
ey büyük direnişi insanlığın
ya içimdeki ortadoğu
filistin

ey büyük öfke
yokluğun ve açlığın büyük isyanı
haiti

taş olsa çatlar mı kalbim
ey büyük kavga
direnişi insanlığın
kaç bin defa intifada işçilerin

söz bitti
şiir intifada
kavgada düşenlerin mevzisinde
direnişcilerin

ŞERİF TEMURTAŞ

AHMET TAHSİN:Çıkar Beyaz Tülbendi Ceviz Sandıktan

RESİM: ADNAN DURMAZ

Munzur'un delice aktığı bir yamaçta
Ustamın
Vera'ya aşık olduğu yaştaydım
Hani,
Elleri gümüş şamdanlarda mumlardı ya
He valla.
Al yanaklı,
Saçlarından peri suyu damlayan
İki gülen, bir ağlayan kadına
Şiirler okunan gecenin içinde rastladım
Işıklı, aydınlık ve rahat mısralar
Uzun mu uzun
Ve şahidiydi
Bir anda dağılan uykumuzun
 
Boyu selvi
Eni endam
Gönlü dikenli bir patika, sevgilerle bezenmiş
Ela gözlerinde umut yüklü trenler
Çağırır bulutların özgürlüğünü
Zarif bir güzellik sergiler
Beyaz bilekte gümüş bilezikler
 
Mezopotamya'dan gelmiş, testisi buğday dolu
Sedir ağacından kömbe kardığı tekne
Gülüşü Munzur kokulu
Bir bütünden usul usul kaçar Dicle, Fırat
Tarû Taşı, Sülbüs Dağı ne zor sana ulaşmak
Yükseğine kim varır, nasıl çıkar
Murada beyaz engelimizdir kar
 
Elli yaşında yüz yaş yaşamıştık
Ağrıyan yanımız çoktu
Ve Enver Gökçe öleli hayli olmuştu
Kırsalda eli silahlı adamlar
Arşınlıyorken ölümün uzun boyunu,
Bir kurşun çalımı özlenen hasretle karşılaştık;
Yıllardır ulu sevdalar yaşamışlığımız yoktu.
 
Servide kurt olmuş yanlışlıklar
Acılar içinde
Acılar içinde dağ, taş beşik bebe, ağa, çoban
Bir ateştir deryalardan içre,
Özgürlüğün göğsünde yanan
 
Akşamları boştur şehrin sokakları
Sinema yok,
Tarlalar boş
Tiyatro yok
Meydanlar boş,
Okul var, öğrenci var, öğretmen var
Yazı tahtası boş
Boş yazı tahtaları, dolu silahları hazırlar.
 
Pembe yanaklı, elinde bir kalem
Ay kaşlar, o kürdî endam
Bir silah sesleri yankılanan dağlara bakar
Bir bana
Güneşi doğduracak süzülürken gözünden yaşlar
 
Türkçe konuşur, Kürtçe anlar
Bir söyler iki ağlar.
Gül sevdiğim gülmek sana yaraşır
Çıkar acısını hayatın,
Daldan bir elma kopar kandır beni
Teninden başka yerde tanımayayım cenneti
Salında gel ben boyuna bakayım
Gerdanına bol öpücük takayım.
Başına bir yazma bağla
Gamzene bir gamze daha ekle,
Bir kır çiçeği tak saçına
Gün doğarken geleceğim
Bekle
Gelmezsem eğer
Çıkar beyaz tülbendi ceviz sandıktan
Ağıtlarını yaralarıma bağla;
Şafağa karşı,
Dağlara ağla.
 
Kuşlar gibi güneşin etrafında
Kıştan yaza, geceden gündüze
Dönelim haktan yana halkla beraber
Kah bulutların altında kah bulutların üstünde
Ali Yâr, Ali Yâr
Barışa kullanalım aklı
Sözün ayna olsun halimize
Uyandır çerağı yak aklındaki ateşi
Çağırmazsan gelmez
Bizi aydınlığa çıkaracak Anka
Masal nerede biter
Nerde tortulanır gerçeklerin demi
Yüzlerce yıldır baş koyduğumuz yolun adına.
 
Ana dilinle sev beni
Tarû Taşı gibi tut aklında
Çırığın pınarına koy gönül testini
Kör kurşunlara geldi gölgem
Melhem ol içir bana.
 
Ezan getir,
Çan getir,
Hazzan getir,
Omuz omuza kurtuluştan
Kahraman bir destan getir
Bahçemden alma al
Gelirken bostan getir
Başım gözüm üstünesin
Sen gel, hastan getir.
Halaylar tutalım köprüden geçsin gelin
Köroğlu olalım
Pir sultan, Delidaylak
Şeyh Bedrettin, Torlak Kemal
Tarlama gel sabanıma değsin elin
Külleri yeşil yapraklansın Sivas'ın
Gelmemecesine gitsin zulüm
Bir daha kara gün görmesin Maraş
Eceliyle ölene ağlasın Çorum
 
Şiir tanrısı yoktur ırkımın
Tatlısu ve Tuzlusu dişiliğinde keçe kurdan
Ben de yaratacağım on yedi kat göğü
Ve dokuz yapraklı çamı
Erdolusu Bâade içtik Nin-li şahitliğinde
Günana aydınlığında
Rudra'dan bin yıl ömür istedim sevgiliye,
Yunduk süt gölünde Kaf Dağının
Orada
Öğrendim gümüş türkülerini ırmakların
Durup dinlenmenin, akıp gitmenin ululuğunu
Arınıp beraber zayıflık ve eksiklerden
Bırakıp tecrübeyi bir yana
Yaşayarak balıklığı berrak sularda
Kapıldık hayatın sıcak akışına.

(Erdolusu Bâde Şiir Kitabından)
AHMET TAHSİN

İSA TEKİN:Esmer Çocuk}{AHMET YILMAZ TUNCER:Petrol Beyazı

ESMER ÇOCUK


Umut gözlü
Utangaç esmer çocuk
Taş var minik ellerinde
Sapanı atma çocuk
Serçeler ürker kaçar
Kavgan çok zor
Sen daha büyümedin
Kaçma esmer çocuk
Sokaklar ıslanır ardından
Kartallar seni avlar
Minik bileklerin kelepçelenir
Umutların yaralanır
Düşlerin kurşunlanır
Dicle kanar
Kan akar kollarından
Fermanın yazılır halkın gibi
Adın Militan
Ardından attığın taşlar kalır

İSA TEKİN


PETROL BEYAZI


Ben ne zaman doğdum
Benim doğduğum yer oldu mu
Gözlerinle söylediğin bir ninnin
Ben bebek oldum mu
Ben doğabildim mi anne
Neden ikimiz de topraktayız
Ve ben senin karnında anne
Bu bombanın işi ne burada
Bana biz öldük senle
Bunu mu diyeceksin anne
Özgürlük adına biz şimdi
Özgürüz değil mi anne
Özgürüz değil mi
Anne bakma bana öyle
Petrol beyazı gözlerinle
Korkuyorum anne

AHMET YILMAZ TUNCER

ADİL OKAY:‘Biutiful’: Uykuları Kaçıran Bir Film ve Mülteci Yıllarım

“‘Biutiful’da kahramanın kaçak işçiler ile polis arasında rüşvet trafiğinden hayatını kazanması sırasında yaşadığı trajik olaylar, onlarca uzak doğulu işçinin tıkıldıkları evde gece sızan gazdan zehirlenip ölmeleri, patronun cesetleri mafya yardımıyla denize atması bir başka olayda da polisin göz yummak için rüşvet aldığı halde Afrikalı kaçak işçileri işportacılık yaparken yakalamaları, beni geçmiş mülteci yıllarıma götürdü.“

‘Biutiful’: Uykuları Kaçıran Bir Film ve Mülteci Yıllarım

Bir film seyrettiğinizde, beğeninizi -eleştiri hakkınızı saklı tutarak- nasıl ifade edersiniz? Örneğin “İyi yapılmış bir filmdi ama… , oyuncular çok iyiydi, film müziği muhteşemdi ama…” v.s. diyerek. Bunun yanı sıra hepimizin ‘ama’sız beğendiği favori filmler vardır. Klasiklerden değil, son yıllarda yapılan filmlerden söz ediyorum. Bitince bir süre bizi yerimize mıhlayan, sinemadan çıktıktan sonra bile sahneleri, diyalogları kafamızın içinde dönüp duran filmler. Son yıllarda pek çok yerli, yabancı film izledim. Hatta itiraf edeyim, kaçırdığım filmleri mahalle bakkalından korsan DVD olarak alıp, izlediğim de oluyor. ‘Örneğin Michel Leclerc’in 2010 Fransız yapımı son filmi ‘Diğerlerinin İsimleri’ni (Le Nom Des Gens) korsanların yardımıyla orijinal diliyle seyrettim. Ayrıntıları iyi veren, tabuları ti’ye alan, ırkçılığa ve burjuva aile ilişkilerine karşı soru işaretleri bırakan başarılı bir filmdi ‘Diğerlerinin İsimleri’. Ama ne o, ne son bir yılda gördüğüm diğer filmler, hiç biri beni Anuş Pazarcıyan’ın tavsiyesi üzerine izlediğim, ‘21 Gram’ın yapımcısı İnarritu’nun “yeni bir baş eseri” sayılabilecek 2010 Meksika- İspanya ortak yapımı ‘Biutiful’[1] kadar etkilemedi. Bu filmi ‘ama’sız beğendim. Son bir yılda izlediğim en iyi film olarak da seçtim.

“İnarritu yeni filminde Uxbal’i odak alan bir öykü çerçevesinde, sınıflara ayrılmış bir toplumda ‘en alttakilere’ çeviriyor kamerasını. Onların zenginlik içindeki yoksullukta hayata nasıl tutunmaya çalıştıklarını, onlar için hayatla - ölüm arasındaki çizginin ne kadar ince olduğunu anlatıyor.”[2]

Biutuful’da, sade bir İspanyol vatandaşı olan Uxbal’in küçük üçkâğıtçılıklarla hayatını kazanması anlatılırken, olaylar bizi görmek istemediğimiz gerçeklerin içine sokuyor. Avrupa’nın bir diğer deyişle kapitalizmin kan emici yüzünü doğallık içinde görüyoruz. Hiçbir abartmaya kaçmadan. Binlerce sayfa bilimsel analizin, araştırma yazısının yapamadığını hiç sıkmadan (film iki saatten fazla sürüyor) bazen çok açık, bazen çağrışımlarla, küçük büyük olaylar zinciriyle kalbimize ve beynimize nüfuz ettiriyor. Yoksulluk, sosyal güvencesizlik, ırkçılık, göçmen işçilerle ‘kâğıtsız’ mültecilerin insanlık dışı koşullarda çalıştırılması, yiten değerler... İnarittu, klasik politik sinemada olduğu gibi tek bir şok mesajla filmi bitirmiyor. Brezilyalı Rocha ile Yılmaz Güney’in politik sinemada yaptığını yapıyor. Film boyunca izleyicinin beynine -Ulus Baker’in ifadesiyle- milyonlarca şok zikrediyor. Ya da bana öyle geldi. Örneğin filmin kahramanı yolda yürürken önünden bir politikacının fotoğrafıyla süslenmiş bir taksi geçiyor. Bu bana hemen 12 Haziran seçimleri öncesi yaşadığım gürültü ve görüntü kirliliğini ve burjuva politikacıların yalan vaatlerini anımsatıyor. Bir başka sahnede devasa iki fabrika bacası görülüyor. Aklıma hemen bu yaz ziyaret ettiğim Gökova körfezinde –o cennet mekânı çirkinleştiren- HES bacaları ve tüten dumanlar ile Kütahya’da bir avuç altın uğruna siyanürle zehirlenen işçiler düşüyor. Ama en trajik olanı; hemen hepsinin hayat romanı birbirine benzeyen, farklı zaman ve mekanlarda yollarımın kesiştiği kaçak işçilerin dramı. 
Biutiful beni mülteci yıllarıma götürdü


12 Eylül faşist darbesinden sonra başlayan mültecilik yıllarımda hemen her milletten yüzlerce kaçak işçi tanıdım. Uzun zaman Türkiyeli politik mültecilerin ücretsiz tercümanlığını yaptım. Tabi arada ‘politik’ olduğunu söyleyen ekonomik mültecilerin de sorunlarıyla ilgilendim. Öyle ki ziyaret ettiğim konfeksiyon atölyelerinde hemen bana doldurmam için bir dosya uzatılır ya da Fransızca dilekçe yazdırırlardı. Günün birinde bir arkadaşımın atölyesinde, Çinli bir kadın için yabancılar polisine mektup yazmıştım. Yaptığım iş karşılığı para almayışıma şaşıran o yoksul kadın bana Çin’den gelen, kurutulup vakumlanmış bir tavuk kemiği hediye etmişti de şaşırma sırası bana gelmişti. Yine Paris’te kaçak çalışan uzak doğulu göçmen emekçilerin evlerini ziyaret etmiş, Çin mafyasının getirip daracık evlere hapsettiği ve yol parası v.s. borçlarını ödemeleri için yıllarca günde 15 saat karın tokluğuna çalıştırdıkları işçilerle tanışmıştım. Koşulları, Türkiyeli kaçak işçilere göre çok daha kötüydü. Süreç içinde bu trajik gerçeklere şaşırmamayı, Avrupa’nın tüm ülkelerinde kaçak işçilerin istismarının yaşandığını öğrendim. Onların oturum ve çalışma kartı alabilmeleri için düzenlenen kampanyalara, eylemlere katıldım. Sabahın beşinde yabancılar polisi önünde ücretsiz tercümanlık yapmak için sıralara girdiğim, Irkçı ya da işgüzar memurların zorluk çıkarması üzerine kavga edip polis zoruyla dışarı atıldığım günlerim oldu. Paris’in banliyösü Bobigny valiliği önünde, ‘başvuru’ formu alabilmek için geceden yatak döşek alıp, çoluk çocuk kuyruğa girenleri görüp üzüldüm. Velhasıl hayatımın bir döneminde bu tür gözlemlerim çok fazla oldu. Biriktirdiğim iyi - kötü anılar, şiir ve öykülerime de yansıdı. O yıllardan kazancım, anı biriktirmenin yanı sıra, terk ettiğim Paris’e yılda bir kez gittiğimde, yolda karşılaştığım, bir zamanlar ücretsiz tercümanlıklarını yaptığım o işçilerin bana ikram ettikleri expresso oldu.

İşte, ‘Biutiful’da kahramanın kaçak işçiler ile polis arasında rüşvet trafiğinden hayatını kazanması sırasında yaşadığı trajik olaylar, onlarca uzak doğulu işçinin tıkıldıkları evde gece sızan gazdan zehirlenip ölmeleri, patronun cesetleri mafya yardımıyla denize atması, bir başka olayda da -polisin göz yummak için rüşvet aldığı halde- Afrikalı kaçakları işportacılık yaparken yakalayıp sınır dışı etmesi, v.d. beni geçmiş mülteci yıllarıma götürdü.

Belki de bu duygular yumağında, İnarittu’nun son filmi beni fazlasıyla etkiledi.

İnsanlık ayıbının karaya vurduğu an

Hatırlarsanız Aralık 2007’de, Avrupa'ya gitmek isteyen Filistin, Somali ve Irak uyruklu olduğu belirlenen 85 mülteciyi taşıyan tekne, İzmir'in Seferihisar ilçesi yakınlarında batmış ve 53 ceset karaya vurmuştu. Toplam 85 mültecinin umut yolculuğu, Seferihisar açıklarında facia ile sona ermiş, bu olay üzerine ben de ‘İnsanlık Ayıbı Karaya Vurdu’[3] başlıklı bir makale yazmıştım. Bu mültecilerin yaşadığı ne ilk trajediydi ne de son oldu. Yine mevsimlik işçileri taşıyan bir yük kamyonunun Tarsus hemzemin geçitte trenle çarpışması sonucu onlarca işçi ölmüş ve o zaman insanlar, önlerinden hemen her gün geçen bu gerçekle yüzleşmişlerdi. Bu katliam üzerine de ‘Devlet Kazası ve Katil kim’[4] başlıklı bir yazı yazmıştım. Bu trajediler dünyanın her yerinde ve yıllardır sürüyor. Seferihisar veya Tarsus ilk değildi, ne yazık ki son da olmadı. (Okuduğunuz bu yazıyı kaleme aldığım sırada ajanslara yine benzer haberler geçiyordu.) Bu konuda insan hakları örgütleri yıllardır raporlar yayınlıyor, dünyayı ve dünyayı yönetenleri duyarlı olmaya çağırıyor. Biz ise ancak yanı başımızda cesetleri görünce uyanıp, ‘ne oluyor’ diye soruyoruz. Bir yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için altını çizmek gerek ki: Ortalama bir Avrupalı da bu trajediler karşısında bizden çok daha duyarlı değil. Avrupa ülkeleri de insan hakları, özellikle zenginliklerinin bir kaynağı olan ‘ötekilerin’ hakları konusunda çok temiz değil. İnarittu’da bunu anlatıyor zaten.

Norveç’te katliam ve Avrupa’da ırkçılığın yükselişi

En son Norveç’te Breivik adlı bir ırkçı - faşistin yaptığı katliam da aslında aynı konu kapsamında değerlendirilebilecek trajik bir sonuçtur. Avrupa’nın postmodern ‘çokkültürcülük’ politikasının (çokkültürlülük değil) iflasının, sermaye birliği olan AB’ye üye ülkelerdeki baharın kışa dönüşmesinin, neoliberalizmin derinleştirdiği eşitsizliğin, işsizliğin, aşsızlığın ve bunun müsebbibi olarak ‘ötekilerin’ işaret edilmesinin yarattığı nefretin sonucu. O katledilen gençler için ağıt yakan, ırkçılığı protesto eden yüz binler ne yazık ki bu dünyada politikayı belirlemiyor. O yüz binler, on yıllar boyunca susup oturmanın ne sonuçlar vereceğinin sorgulamasını henüz yapmıyor. Hükümetlerinin on yıllardır sermayeye ‘ucuz işgücü’ kazandırmak amacıyla göçmenleri davet ettiğinin, kaçak-kayıtsız çalışan işçilere göz yumduğunun farkında değil. Hrant Dink katledildiğinde de, ‘hepimiz Hrant’ız’ diye yüz binlerce namuslu insan sokaklara dökülmüştü. Ancak Türkiye’de de politikayı belirleyen o yüz binler değil, Hrant’ın katiliyle Türk bayrağı önünde poz veren güvenlik güçlerinin Türk- İslam sentezcisi ağa babalarıdır. Sivas katliamı katillerinin avukatlığını yapan yeni – Osmanlı’cı akıl hocalarıdır. Türkiye’de Hrant’ın katline davetiye çıkaran ‘bol maaşlı gazetecilerin’ de, Sivas’ta 35 aydını yakan şeriatçıların da, mevsimlik Kürt işçilerini Karadeniz’de linç etmeye kalkışan ırkçı faşistlerin de ruh hali ve argümanları, Norveç kasabı Brejvik’ten çok farklı değildir. Kapitalizmin yarattığı ekolojik ve sosyal sorunlar derinleşip, umutsuzluk ve çaresizlik yeşerince, bundan nemalanan gerici güçlerin hedefi de göçmen emekçiler ve tüm ‘ötekiler’ olacaktır.

İşte Biutiful’da “anlatılan hayatlar, hemen hiçbir şansı ve geleceği olamayan” insanların hayatları. Seferihisar’da cesetleri kıyıya vuran mülteciler gibi, kamyonlarla işe götürülüp getirilen, sosyal güvencesiz çalıştırılan mevsimlik işçiler gibi, kış sabahları amele pazarında donmuş vaziyette bekleşen işçiler gibi, oğluna dershane parası bulamadığı için intihar eden anne gibi… Ve bu hayatlar sadece İspanya’da ya da Türkiye’de değil, şu veya bu farkla tüm kapitalist dünyada yaşanıyor.

Gözlemlerimden birkaç örnek daha vereyim: Atina’da sabah erken saatlerde amele pazarına giderseniz moralsiz, üstleri başları perişan bekleyen Türk işçilerini görebilirsiniz. Aynı manzarayı farklı biçimlerde Paris’te, Londra’da, Amsterdam’da da görmeniz olası. Son yıllarda Türklerin, Kürtlerin yanı sıra Balkan ülkelerinden gelen işçiler de o ‘amele pazarlarında’ görülmeye başladılar. Keza kaçak çalışan fahişelerin de kimlikleri değişti. Örneğin en son Paris ziyaretimde, 10. bölgede ‘müşteri bekleyen’ Afrikalı kadınların yanı sıra, Balkanlardan gelen genç kızların çoğaldığını, 13. Ve 20. bölgede ise uzak doğulu seks kölelerinin mafya ve Fransız polisinin işbirliğiyle köşe başlarına yerleştirildiğini gördüm. Ama beni en çok sarsan manzara, Hollanda’da cadde üzerindeki vitrinlerde yarı çıplak yatan fahişelerin, gelene geçene gülümseyip müşteri çağırmalarıydı. İşte İnarittu’nun Biutiful’u, bende bu anıları canlandırdı.

Küreselleşmenin bu çirkin yüzüne, ‘Postmodern yaşamın renkleri’ diyerek ‘hoş görüyle’ yaklaşmamız mümkün mü?

‘Çaresizlik içinde dayanışma’

Güney dergisinin son sayısındaki yazısıyla beni bu filmi izlemeye teşvik eden Anuş Pazarcıyan, “Yine de umutsuz bir film değil Biutiful.” diyor. Pazarcıyan’a teşekkür edip ondan bir alıntıyla sonlandırıyorum yazımı. Ve hepinizi bu hüzünlü görsel şölene, ‘Biutiful’u izlemeye davet ediyorum:

“O çaresizlik içinde bile insanlığın, insani dayanışmanın mümkün olduğunu görüyoruz. Uxbal, yakalanıp Afrika’ya geri gönderilen kaçak işçinin gebe eşine ve çocuklarına açıyor daracık evini, paylaşıyor. Ve o Afrikalı kadın emekçi, anne sevgisini paylaştırıyor Uxbal’ın çocuklarına. Yoksulun paylaşacakları şeyler de var: İnsanlıkları, dayanışmaları, sevgileri. (…)Bir çağrı bu film: Büyük insanlığın gerçekliğine gözlerini kapamamaya bir çağrı. O Avrupa’nın cicili bicili, koca AVM’li koca şehirlerinin (burada Barselona) koca turistik meydanlarında alış verişe çıkan, kapuçino’larını, latte’lerini, kokteyllerini yudumlayan insanlara, yanı başlarında seyyar satıcılık yapan, belki gelip dilenen insanların, insan olduğunu hatırlatan, onların durumunu anlamaya çalışmaları çağrısı yapan, çığlığını atan bir film.”
                                            
Ağustos 2011
ADİL OKAY
www.adilokay.com
NOTLAR:
[*]Güney Kültür Sanat Dergisi. Ekim- Kasım-Aralık 2011. S.58 
[1]Biutiful. Meksika/ İspanya 2010
Yönetmen: Alejandro Gonzales İnarittu
Senaryo: Alejandro Gonzales İnaritu ve Nikolas Giacobone
Oyuncular: Javier bardem, Maricel Alvares, Hanaa Bouchaib, Estrella, Eduard Fernandez, Cheikh Ndiaye…
[2] Anuş Pazarcıyan, Sinema Notları, Güney Kültür Sanat Edebiyat Dergisi, no: 57, Temmuz- Ağustos- Eylül 2011.
[3] http://www.guneydergisi.com/images/stories/g43dosyalar/insanlik_ayibi.pdf
[4] http://77.79.79.245/bianet/bianet/71346-katil-kim