Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

30 Eylül 2013 Pazartesi

EMEĞİN SANATI'NDAN 147. MERHABA




Merhaba,

Günümüzde edebiyatın sermayeyle sınavı devam ediyor... Sermayenin kabul alanına girenlerin; parayla değil gönülle yazma çabasında olan şair ve yazarları küçümseme alışkanlıkları sık sık öne çıkıyor.

Hilmi Yavuz, bir müridini, kendi tarzında şiir yazdığı için elinden tutup edebiyat kulesinin surları için  koyduğu bilindiği hâlde, hâlâ tv programında, “Yeteneği olan  öne çıkar” diyerek nâme yapabiliyor. O surların içine  girmiş kimi şair ve yazar da dilediği gibi özgürce yazamamaktan şikâyet etmekte... Biz biliyoruz ki, burjuva yazarının özgürlük alanı sınırlıdır, özgürlüğü yoktur. Çünkü  burjuva yazarının özgürlük sınırı, satın alındığı noktada bitmektedir. Onun, surların içinde kendine özgürlük alanı araması beyhudedir.

Halbuki bizim anladığımız anlamda edebiyat; refahın, alışkanlığın, gevezeliğin, kendinden memnun olmanın karşısında olmalıdır, asıl ödevi budur. Gilles Gaultier’in deyişiyle: “Edebiyat;  dalavere, dolap, yaldız karıştırmaya değil, tehdit edicide, kıyıcıda, ezicide, yaygın mutsuzlukta, belirsizlikte gedikler açmaya dayanmalıdır. Edebiyat, bir araştırma, yoklama, yeniden yapma sürecidir. Kendi dışkısında debelenip durmak, görgü gösterişi yapmak değildir.”

Bugün, “Ben taraf tutan edebiyata karşıyım” diyenler de mutlaka bir tarafın, edebiyatla kitleler arasındaki ilişkiyi koparmak isteyenlerin  tarafındadır. Bakın egemenlerin tarafında yer alan, pompalanarak edebiyat starı yapılan Elif Şafak, kendi tarafını ne güzel biliyor, kendi tarafının edebiyatını şöyle açıklıyor: “Kurduğunu yıkmaktır edebiyat, hakikati parçalamak, her parçadan ayrı ayrı bakmak, mıhlanmamak bir köşeye ya da kimliğe, değişebilmek, dönüşebilmek, hiç olabilmek, çok ve çoğul olabilmek, başkası olabilmektir.”

Sözün özü, burjuva edebiyatının temel ilkesi hakikati parçalamak, tutarlı ve onurlu bir tavırda kalınamadan durmaksızın değişebilmek, dönüşebilmek, hiç olabilmek, kendi türünden başkaları olabilmektir. Bizim  edebiyatımızı, sosyalist edebiyatın niteliklerini ise Ahmet Yıldız şöyle saptıyor: “Edebiyat ve sanat bir oyun değildir, yoğun bir şekilde siyaset yüklüdür. Ateşe ve çeliğe, tere ve kana aittir; toplumsal değişimlerin önemli bileşenlerindendir.”

Bizim taraf tutma konusundaki tavrımızı Engels’in şu sözleri belirler: “Taraf tutucu edebiyata hiç de karşı değilim. Tragedyanın babası Aiskhylos da, komedinin babası Aristophanes de kuşkusuz taraf tutan şairlerdi; Dante ve Cervantes de öyle... Fakat şuna inanıyorum ki yazarın tarafgirliği açıkça ortaya konmamalı, yapıttaki durumdan ve eylemden çıkmalıdır.”

Sözün özü, anlayışımıza, anlağımıza yuvalanmış, taşlaşmış sanat ve güzellik anlayışını aşmakla işe başlıyor devrimci edebiyat ve sanat; varolanı, zamanın akışı içinde çatışa değişe evrimleşmekteki niteliklerini çelişkileriyle yakalama çabasını güderek...

Nihat Behram, söylediklerimizi şu özlü sözlerle tamamlıyor: Yaşadığın şeyin üstüne çıkmak için. Altında kalıp boğulmamak için. Ayakta durabilmek için. Yüreğimi haykırabilmek için. Düşmanıma karşı savaşabilmek için. Dostumun yanıbaşında olabilmek için. Acıma kuvvete dönüştürmek, sevgimi itiraf edebilmek için. Hayatta yaşama dair her şeyin acemisi gördüğüm kendimi biraz olsun ustalaştırabilmek için... Yazıyorum! Kısacası yazdığım şey benim için bir yaşama silâhı oluyor.”

Ali Ziya Çamur


BU SAYININ SAVSÖZÜ


"İşçi sınıfının genel sınıf çıkarı yerine dar ve grupsal çıkar kaygısıyla hareket eden akımların ve sanatçıların ikameci mantıklarıyla ve tarzlarıyla Sosyalist Gerçekçi Sanatçı kadrosu yetiştirilmesi mümkün değildir. Yaşanan onlarca, yüzlerce deneyimlerde dar ve grup çıkarı ile yetişen sanatçıların belirli bir süre sonra kendi özel çıkarlarına yönelerek gruplardan koptukları, kapitalist sanat piyasasına, kültür endüstrisi pazarına girerek, birer ün düşkünü asalak ve köşe kapmaya çalıştıkları yaşanarak görülmüştür. Çünkü dar ve grup çıkarı kaygıları, geçim ve özel çıkar kaygılarına çok kolayca evrilebilmektedir. Dar ve grup çıkarını da geçim ve özel çıkarını da besleyen kapitalist özel mülkiyettir. Burjuva ve küçükburjuva sosyalizminin özel mülkiyetçi anlayışından kopuş sağlanmadan Sosyalist Gerçekçi Sanatçı kadroları yetiştirmek mümkün değildir.

Dar ve grup kaygısı ile hareket eden devrimci, sosyalist iddialı sanatçıların yer yer kararlı ve yetenekli olmaları bir olumluluğu içermektedir. Ancak bu olumluluk yeterli değildir. Kararlı ve yetenekli devrimci, sosyalist sanatçıların birikimlerini, deneyimlerini ortaklaştırarak Cephesel bir yürüyüş hattı oluşturmaları gerekmektedir. Eşit ilişkiler temelinde diyalog zemini güçlendikçe diyalektik etkileşim zemini ve kolektivizm zemini de güçlenecektir. Kolektivizm zemini güçlendikçe Sosyalist Gerçekçi Sanatın hem yöntemi hem tekniği hem özgünlüğü hem de yeniden üretimi zenginleşecektir. Ancak kolektivizmin sağlayacağı olanakların ve nitelikli, örgütlü sanat hareketi sayesinde diğer sanat akımlarına da müdahale etme olanağı elde edilecektir."İSMAİL HARDAL ( Sanat Cephesi Dergisi S.13)


YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ


TUNCEL KURTİZ SONSUZLUĞA  YÜRÜDÜ...


Türkiye Sinemasının emekçi ustası, rol yapan değil, rolü yaşayan ve yaratan usta sanatçı Tuncel Kurtiz’i 28 Eylül’de yitirdik.


Onu önce Yılmaz Güney filmlerinde tanıdık. Umut... Sürü... Duvar... Filmlerindeki performansı ile sinemanın öncü adlarından; sanat, toplum ilişkisi yönünden gerçeğin temsilcisi oldu.

Tuncel Kurtiz, sadece bir sinema sanatçısı değildi. demokrasi, eşitlik, özgürlük kavramları onun sanat dünyasında birer tema olmaktan öte yaşamsaldı, vazgeçilmezdi...

"Oyuncu, yönetmen, yapımcı, senarist. Bunların hepsiydi ama Tuncel Kurtiz en çok halkın sanatçısıydı. Aydındı, komünistti, eşitlik ve özgürlük bayrağının taşıyıcılarındandı.

Halkımız bu değerli sanatçısını unutmayacak...


ŞAİR YUSUF UYGAN SONSUZLUĞA UĞURLANDI


27 Eylül 2013 de Ankara'da geçirdiği kalp krizi sonrasında hayatını kaybeden Şair Yusuf Uygan'ı kaybettik.


Şair Yusuf Uygan, Eskişehir’de ve Türkiye'nin birçok ilinde Nazım Hikmet resim ve fotoğraf sergileri açmış, 2012 yılında ‘Eylül Sarılışlarını Kıskanırdı Yaz’ isimli şiir kitabını çıkartmıştı.

12 Eylül 1980’de TÜS-DER merkezi yayın organı Sağlık Emekçilerinin Sesi Gazetesi Yazı İşleri Müdürlüğü sırasında yazıları nedeniyle (301)159. maddeden yargılandı. 1989 yılında Konya DGM’de kendisine ait olan kitabevinde yasaklandığı tebliğ edilmeyen kitaplar ve kitap kapağının kırmızı renkli olması nedeniyle yasak olduğu düşünülen Atatürk’ün NUTUK kitabı yüzünden 141-142 maddelerden yargılandı. Maddeler kaldırılınca dava ortadan kalktı.

1983 yılından ürün satış ve pazarlama kampanyalarında çeşitli afiş, ambalaj, logo,reklam filmi tasarım ve uygulamalarını yaptı. 1981 yılında Abdi İpekçi Afiş yarışmasında çalışması, sergilenmeye değer bulundu.  

Şiirin yanı sıra grafik,fotoğraf ve sinema dallarında çalışmalar yürütüyordu. Ülkemizde yaşanan drama. "Gezi , Sokak Çocukları Ve Engelliler” için belgesel hazırlıyordu. Yarım kaldı, hayatı, umutları ve aşkı gibi...



YAZAR TURGUT  ÖZAKMAN YAŞAMINI YİTİRDİ


Oyun, senaryo  ve tarihsel, belgesel romanların yazarı, bürokrat, eğitimci Turgut Özakman 28 Eylül’de yaşamını yitirdi...


Özakman’ın ünü önemli tiyatro eserlerinden geliyordu. Oyunları kurumsal ve özel tiyatrolarda büyük ilgi görerek sahnelendi. Ama günümüzdeki ününü daha çok yakın tarihle ilgili çok satan belgesel romanlarıyla kazandı.



HASAN İZZETTİN DİNAMO’NUN  YENİ ŞİİRLERİ BULUNDU


Hasan İzzettin Dinamo’nun bazıları daha önce hiç yayımlanmamış ve bazıları kendisi tarafından seslendirilmiş şiirleri, ölümünün 25. yılında bir kitap ve CD olarak okurla buluşuyor. Şairin kızı Işık Dinamo tarafından hazırlanan ‘Ateş Ormanları Arasında’ adlı derleme, yarın Tekin Yayınevi’nden piyasaya sunuluyor.


Kitapta, Dinamo’nun 1944 yılında dergide yayınlamak üzereyken bir polis baskınında, henüz müsvedde halindeyken yakalanan “ Türkiye Sovyet Cumhuriyeti” adlı daha önce hiç yayınlanmamış şiiri de yer alıyor.(Şiiri, aşağıda UNUTULMUŞ ŞAİRLERİN UNUTULMAZ ŞİİRLERİ  bölümünden okuyabilirsiniz.)

O tarihte, TBMM tarafından el konan ve yıllarca yasaklı tutulan şiir, meclis tutanaklarından çıkarılarak okurla buluşturuldu.

Bu şiir nedeniyle bir yıl hapis cezası alan ve yatan Dinamo’nun heykeli ise kayıp. Trabzonlu olan Dinamo’nun memleketindeki bir parkta bulunan heykelinin belediye tarafından depoya kaldırıldığı ve daha sonra kaybedildiği öğrenildi.


AHMED ARİF'İN LEYLA ERBİL'E YAZDIĞI
AŞK MEKTUPLARI KİTAPLAŞIYOR


Leyla Erbil’in ölümünden sonra ortaya çıkan, Ahmed Arif’in Leylâ Erbil’e yazdığı mektuplar en sonunda yayımlanıyor. “Leylim Leylim” adıyla yayımlanacak kitapta 1954-59 arasında yazılmış 60’tan fazla mektup var.

Kitabın editörü Ruken Kızıler, sunuş yazısında “Mektup, mektubu yazan ve gönderen ile mektubu alan ve okuyan arasındaki gizdir. Bu iki kişinin arasındaki giz silinemeyecek/değiştirilmeyecek bir biçimde kâğıda aktarılmış, söz uçamayıp çakılı kalmıştır. Tam da bu yönüyle ‘kaleme alındığı anın gerçekliği’ zaman tarafından aşındırılamadan, tüm tazeliği içinde korumaya alınmıştır” diyor.

Zamanın aşındıramayacağı mektuplarda Diyarbakır’da sürgün Ahmed Arif’in sıkıntıları var: Adeta ölümle yaşam arasında gidip gelen bir sarkaç... Öte yanda, siyasi baskılar, yayın dünyasının ikiyüzlü yanı... Ama daha önemlisi, okurken “demek böylesi de yaşanmış” dedirten büyük bir aşk... Ahmed Arif “Leylim” diye başladığı bir mektubu şöyle sonlandırıyor:

Ahmed Arif, onu sade şairliğine değil, hayatta kalmasına da neden olarak görüyor. Sürgünlüğün sıkıntılarıyla uğraşırken, yokluk çekerken Leylâ Erbil onu hayata bağlayan bir köprü gibi: “Ne tuzsuz şeydi şu dünya be. Geldin, buldun, şenlendirdin, insan ettin beni.”

Peki, Ahmed Arif, aşkına karşılık buldu mu? Kızıler sunuş yazısında bu soruyu yanıtlıyor: “Leylâ Hanım bu mektuplarda dostluk sınırını çizmiş ve bu sınırı gün geçtikçe derinleştirmişti. Ahmed Arif’in bu konumu kabullendiği mektuplarından anlaşılıyor.” (CUMHURİYET)


ŞAİR SÜLEYMAN OKAY, 14. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE ANTAKYA'DA ANILDI


Antakyalı sosyalist şair-yazar Süleyman Okay ölümünün 14. Yılında 15.00-16.00 saatlerinde mezarı başında anıldı.

Önce, Hatay'lı 47 şair-yazar ve sanatçının imzaladığı basın açıklamasını kamuoyuyla paylaşmak için Antakya'da Yunus Emre parkında buluşuldu. Basının gösterdiği ilgi karşısında TOMA, onlarca sivil polis ve yüze yakın kalkanlı, bombalı çevik kuvvet ekibi de gelip karşı tarafa geçtiler. itirazlara rağmen açıklama yapıldı. Bu sırada polis kameraları sürekli topluluğun üstündeydi.
İki saat sonra sanatçılar, Süleyman Okay'ı anmak için mezarlığa gittiler. Orada da sivil polislerin tacizi devam etti. Mezar başında konuşma yaparken, şiirler okunurken, iki polis konuşanların yanına kadar gelip, kameralarıyla sanatçıları ve izleyicileri bir anlamda taciz ettiler.  Süleyman Okay'ı layık olduğu biçimde anıldı.
Süleyman Okay’ın  mezarı başında oğlu şair-yazar Adil Okay, gelen sanatçı şair yazar dostları konuşmalar yaptılar. Büyük oğlu Arif Okay’dan gelen mesaj  şöyle:
“Süleyman Okay her zaman dik durdu. Adım adım izlendi, muhbirlere konu oldu, ihaneti gördü. Herkesin selam vermeye korktuğu devrimci insanlarla omuz omuza mücadele etti. Korkusuz, dirençli ve kararlı bir yaşam sürdürdü. Şiir onun aynası oldu.
Çocukluk, delikanlılık günlerimizde dar geliriyle nesi var nesi yoksa paylaştıklarımızı unutamam. Kitabı ve sıcak ekmeği paylaştık, dünya sorunlarını konuştuk. A.B.D.’nin Vietnam’dan defolup gitmesini radyodan duyunca evimizde bayram havasında kutladık.
Antakya sokaklarında, çarşılarında birlikte gezdiğimiz günler… Yılbaşlarını kutladığımız geceler… Bayram sevinçleri… Bayram arifesinde yastığımın altına koyup yattığım yeni kunduram…
Akşamları sade soframızda bize okuduğu şiirler… Kendine özgü sesiyle okuduğu Enternasyonal Marşının tınıları hâlâ kulağımda çınlıyor. Sıkıntılı bütçelerle de olsa birlikte yaşadığımız güzel günleri unutamam.
Babam Süleyman OKAY’ı bir kez daha özlemle ve saygıyla anıyorum.”

Ragıp Zarakolu, Süleyman Okay’ın yaşamını ve mücadelesini şöyle anlatıyor:

“Hiçbir baskıya ve yıldırma politikalarına karşı yılmayan bir devrimci olan Süleyman Okay, 70’li yıllarda Yeni Edebiyat, Yansıma, May, Ozanca, Hakimiyet Sanat, Ilgaz dergilerinde şiirleri ile öne çıktı. Köşe yazarlığı yaptı. Yazılarında edebiyat, siyasi ve yerel konuları işledi. Yaşamı boyunca çok sayıda şiir ve öykü yazdı. Bunların birçoğu gözaltılar ve ev aramalarında kayboldu.
1977’de Okay Matbaasını kurdu. İlk şiir kitabı “Mermi Konuşuyor” bu matbaada basıldı. Ancak kitap basımdan hemen sonra gelen 12 Eylül darbesi nedeniyle dağıtılamadı. 12 Eylül darbesi üzerine ağır bir biçimde çöktü, gözaltına alındı, bir süre kendisinden haber alınamadı, daha sonra tutuklandı. Önceden hazırlandığı belli olan bir kararla 3 aya mahkum edildi. Fazlasıyla 5.5 ay yattıktan sonra tahliye edildiğinde akciğer hastalığı iyiden iyiye ilerlemişti. İki yıllık bir tedavi sonucu kısmen iyileşti.
Aynı süreçte küçük oğlu(Adil Okay)  işkencelerde ve apartman boşluğuna atıldığında sakatlanmış, Süleyman Okay inanılmaz bir direnç ile oğlunun can güvenliğini ve sağlığını sağlamıştı. Yurt dışına çıkmak zorunda kalan küçük oğlunu özlemle ve inançla 15 yıl bekledi. Bu süreçte oğlunun her duruşması öncesi gözaltına alındı.
1988’de, elinde ve belleğinde kalanlarla “Sevda Tutuklanamaz” adlı ikinci şiir kitabını Atak Yayıncılık bastı. 1980’li yılların sonu ve 1990’lı yılların başında Halkevi ve İnsan Hakları Derneğinde başkanlık yaptı. Aynı yıllarda Yaba Öykü, Yeni Şiir, Güney Uyanış, Hatay Belleten, Tavır, Güney Rüzgarı, Hatay’da Önder dergilerinde şiir ve yazılar yazdı.
1996’da üçüncü şiir kitabı olan ve Antakya’da çok tanınan “Şakayık” Belge Yayıncılık tarafından basıldı.
Son yıllarında akciğer hastalığı artan Süleyman Okay mücadeleyle geçen 71 yıldan sonra 20 Eylül 1999’da yaşama veda etti. Ölümünden sonra çocukları tarafından; “Hoşçakalın Dostlarım” adlı şiir kitabı yayınlandı (Belge Yayınları, 2001). “Hişşttt!” adlı öykü kitabı 2004 yılında okuyucuya ulaştı.
Selam olsun Anadolu’nun meşale taşıyıcılarına!..”


ŞAİR SERKAN ENGİN’İN ŞİİRLERİ
DÜNYA DERGİ VE SEÇKİLERİNDE...


Amerika’nın önde gelen sanat dergilerinden olup özellikle “Beat Kuşağı” olarak adlandırılan şiir ve sanat akımı temsilcilerinin eserlerini bir araya getiren “Empty Mirror”;  arkadaşımız Serkan Engin’e ait “I Kissed You With Sparrows” (Serçelerle Öptüm Seni) adlı şiiri 30 Eylül’de yayımlama kararı aldı. 2000 yılından beri faaliyette olan “Empty Mirror”, ilk kez Türkiye’den bir şaire yer verecek.


Paris'te İngilizce olarak yayımlanan ve Londra, New York, Stockholm gibi önemli Avrupa kentlerinin belli başlı kitapçılarında okurlara sunulan matbu şiir dergisi Belleville Park Pages", şairin bir şiirini daha yayımlama kararı aldı. Derginin 8. sayısında Serkan Engin’in "Ladyboy Veysel" (Kız Veysel) adlı şiiri yayımlanacak.

Paris merkezli olup Londra, New York, Stockholm gibi önemli kentlerin belli başlı kitapçılarında okurların ilgisine sunulan matbu şiir dergisi Belleville Park Pages ikinci kez bir Serkan Engin şiiri yayımladı: "Ladyboy Veysel"(Kız Veysel).

Serkan Engin'e ait "Shameless Acrostic" (Arsız Akrostiş) adlı şiir, İngilizce olarak yayımlanan, Çin'in Şangay kenti merkezli, "Far Enough East" adlı uluslararası edebiyat dergisinde yayımlandı.

Serkan Engin, Türkçe Şiir'in uluslarası arenada temsilcisi olduğu kadar evrensel düzlemde en nitelikli erotik şiirleri yazma savını da taşıyor.


ATTİLÂ İLHAN, ESERLERİYLE ARAMIZDA HÂLÂ...


10 ekim 2005’de yitirdiğimiz Attila İlhan, 15 Haziran 1925 tarihinde Menemen (İzmir)' de doğdu. İzmir'de Karşıyaka Cumhuriyet İlkokulu' ve Karşıyaka Ortaokulu'nu bitirdi. İzmir Atatürk Lisesi'nde öğrenci iken, Türk Ceza Kanunu'nun 141. maddesine aykırı davranma savıyla  tutuklandı, okulundan uzaklaştırıldı. Danıştay kararı ile yeniden öğrenim hakkı kazanarak İstanbul Işık Lisesi'ni bitirdi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde başladığı yüksek öğrenimini yarıda bırakarak 1949-1965 arasında aralıklı olarak altı yıl Paris'te yaşamını sürdürdü. Dönüşünde gazetecilik, yayın yönetmenliği, yayın danışmanlığı, yazarlıkla yaşamını kazandı.


Yeni Edebiyat, Yücel, Genç Nesil, Fikirler, Varlık, Aile, Yirminci Asır, Seçilmiş Hikâyeler, Kaynak, Ufuklar, Mavi, Yeditepe, Dost, Yelken, Ataç, Yön, Milliyet Sanat, Sanat Olayı  dergilerinde şiirleri yayınlandı. Garip ve İkinci Yeni şiirine karşıydı. Mavi dergisinde Maviciler diye bilinen toplumsal gerçekçilik akımının sözcüsü oldu. Şiiri başlangıçta Nâzım Hikmet ve halk şiirinin biçimsel özelliklerinden etkiler taşıyordu. Ömer Faruk Toprak'tan da oldukça etkilenir, taşradan mektuplaşırlar, ondan şiirle ilgili pek çokj şey öğrendi

Zamanla taşkın, çarpıcı, belleklerde kolay yer eden imgelerle örülü, toplumsallaşmış bireyi temel alan, kimi zaman öykülemeye dayalı, divan şiiri olanaklarından da yararlanmayı bilen, duyarlılığı yüksek bir nitelik kazandı.

Attila İlhan'ın, salt şair  yönünü değil;  romancı ve düşün adamı, senaryo yazarı olarak da iyi tanımak gerekir.   "Aynanın İçindekiler" serisinde, "Zenciler Birbirine Benzemez", "Dersaadette Sabah Ezanları", "Bıçağın Ucu", "O Karanlıkta Biz", "Sokaktaki Adam", "Allahın Süngüleri", "Fena Halde Leman", "Haco Hanım Vay" gibi önemli romanlara imza atmıştır. Romanlarında inanılmaz bir sinema tekniği kullanır, okunmuyor da izleniyor gibidir.

Gerçek şair ve yazarların, dikenlerle dolu bir bahçede işlerinin zor olsa da, ancak Anadolu'da yetişebileceğini dile getirir:
"Post/modernizm, asya ve avrupa'nın zengin edebiyat sanat geleneğine karşı, cahil ve biçare kalan abd'nin uydurduğu, bir cahil ve aciz hareketidir ki şimdiden gülünç olmuş, ona uyan yazarları ve şairleri de gülünç etmiş, okunamaz hale getirmiştir. ha unutmayalım, bir de tabii, orhan pamuk gibi bir yeni yetmeye, ülkesine ve halkına alenen ve resmen sövmek imkanı sağlıyor; yurt dışında sürgünde bulunan nazım hikmet'in uğradığı onca belaya karşı, memleketi aleyhine ne bir tek söz söylediği, ne de aleyhine bir şiir yazdığı düşünülürse, bu delikanlının handiyse el üstü gül üstü dolaştığı edebiyat ortamında, 'sahici' türk şair ve yazarlarının epeyce zorlukla karşılaşacağı anlaşılır."

O SÖZLER Kİ

O sözler ki acıdır
Mapusane avlularında
Demirli kırbaçlar gibi şaklar
O sözler ki sırasında
Çiçek açmış bir nar ağacıdır
Dağ ufkuna vuran deniz aydınlığı
Sırasında gizemli bıçaklar

O sözler ki
İmgelem sonsuzluğunun
Ateşten gülüdürler
Kelebek çarpıntılarıyla doğarlar ölürler
O sözler ki kalbimizin üstünde
Dolu bir tabanca gibi
Ölüp ölesiye taşırız
O sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan
Uğrunda asılırız

ATTİLA İLHAN


İNCE DUYARLIKLARIN AÇIK SÖZLÜ ŞAİRİ: METİN ELOĞLU...


Şair, ressam Metin Eloğlu’nu   58 yaşında 11 Ekim 1985’te yitirdik.


Ortaokuldan mezun olduktan sonra, 1943’te Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü'ne girdi. 1946’da siyasi nedenlerden dolayı iki ay tutuklu kaldı. Olay üzerine Akademi’deki kaydı silindi. 1947’de başladığı askerlik hizmetini, disiplinsizlik nedeniyle aldığı uzatma cezaları nedeniyle ancak 5 yılda tamamlayabildi.

Edebiyata öyküyle adım attı. 1942’de Servetifünun-Uyanış dergisinde ilk öyküsü yayınlandı. 1943’te İzmir’de basılan Kovan dergisinde de Mehmet Metin imzasını taşıyan "Sabah Şarkısı” şiirine yer verildi. Ressam olarak birçok çalışma ve sergiye imza attı. 1967’de düzenlenen 1. DYO Sergisi ile ve 1976’da yapılan Yarımca Sanat Şenliği’nde birincilik ödüllerine layık görüldü. Eserlerinde adının dışında Mehmet Metin, Mehmet Emin, Ali Haziranlı, Etem Olgunil ve Nil Meteoğlu imzalarını kullandı. Ayrıca birçok eleştiri yazısı kaleme aldı. 111 ekim 1985'te İstanbul'da sonsuzluğa göçtü

Eloğlu'nun ilk kitabı, Orhan Veli'nin 'Şoförün Karısı', 'Dedikodu' (bkz. Garip) ve 'Tahattur', 'Altın Dişlim', v.b. (bkz. Yenisi) gibi, lumpen ortatabakanın dilini ve duyarlılığını yansıtan şiirlerinden esinlenmiş bir şairin ürünlerini içeriyor. Fakat yine bu kitabında Nazım Hikmet'in 'İnsan Manzaraları'nı bilen bir şair de seziliyor. Eloğlu ilk kitabıyla, lumpen çevrelerin, kenar mahalle insanının dilini, sözcüklerini, duyarlılığını, çok başarılı bir konuşma dili, edası ve özgün bir ironiyle yansıtmayı başarıyor. Orhan Veli'de dilsel alanda kalan bir tutumu geniş bir alana çıkararak şiirimize yeni bir ufuk kazandırıyor.

"Sultan Palamut"ta konuşma dilinin engin tatlarını, edalarını, tonlamalarını çok başarıyla kullanan bir şair kimliğiyle şiirini geliştiriyor. Şiire ustalıkla özümsetilmiş bir argo, humor ve ironi'yle, yeni şiirimize getirdiği olanakların alanını daha da genişletiyor.

"Horozdan Korkan Oğlan"da gittikçe artacak olan dil soyutlamacılığının, kurmaca bir dil yaratma eğiliminin ilk belirtileri var. Yine de bu kitabına bir denge ve sentezin ürünü diyebiliriz. "Türkiye'nin Adresi"nde İkinci Yeni'ye (Ece Ayhan vb.) yakın bir dil deneyciliğinin ürünleri yer alıyor. "Yumuşak G"de, Behçet Necatigil'in son şiirlerini andıran bir dilci tutum bu. Denebilir ki bir kavramı irdeliyor, sözcük birimlerine indirgiyor, sonra en güç anlaşılır biçimde olabildiğince uzak çağrışımlarla geri kuruyor, bu tutumuyla “Türkiye'nin Adresi”nde olduğu gibi, yine Ece Ayhan'a yaklaşıyor.

Metin Eloğlu, İkinci Yeni'nin resme ve görselliğe en açık şairidir. İlk kitaplarıyla, kendi dönemini ve kendinden sonraki kuşakları büyük ölçüde etkilemiş bir şair. Metin eloğlu, Garip'le gelen çarpıcı, şaşalatacı şiire bambaşka bir hava vermeyi başardı. Kentin alt tabaka yaşamına bir orta tabaka aydını olarak bakmıyor, başkalarının dilini kullanıyordu... Metin Eloğlu, 1960 sonrasında ikinci yeni sarsıntısı atlatılmak üzereyken, şiirini değiştirmek, yenilemek gereğini duydu. sözcük seçimine büyük özen göstererek yaşamdan kitaplara doğru kaydı. yeni bir şiir dili kurma yolunda aşırı deneylere girişti. kapalılığa, soyuta çok yaklaştı. bu deneyleri aştıktan sonra da, başlangıçtaki, yoksulluğa kafa tutarcasına yaşama sevinci dolu, olaylara bağlı şiirine dönmedi."

Humor, ironi ve toplumsal eleştiriciliğiyle Can Yücel, Cemal Süreya v.b. şairleri, lumpen çevrelerin, orta tabakanın dilini şiirleştirmesiyle dolaysız konuşma tonu ve yine ironi ve toplumsal eleştiricilik özelliğiyle Ataol Behramoğlu'nu etkilemiş olduğu söylenebilir.

Eserleri: Düdüklü Tencere (Yeditepe, 1951), Sultan Palamut (Seçilmiş Hikâyeler, 1957), Odun (Alpaslan Mtb., 1959), Horozdan Korkan Oğlan (Dost, 1961), Türkiye’nin Adresi (Yeditepe, 1965),  Ayşemayşe (Yay, 1968), Dizin (Güney, 1971 TDK Şiir Ödülü), Yumuşak G (Baha Mtb.,1975),    "Rüzgâr Ekmek" (Ada,1978), Hep (Adam, 1982), Yine (ilk altı kitabının birlikte basımı, Adam, 1982), Şiirce, (son üç kitabının birlikte basımı, Adam, 1982), Ay Parçası (Yazko, 1983), Önce Kadınlar (Adam, 1984), Bektaşi dedikleri, (O. Tansel ile; şiirleştirilmiş Bektaşi fıkraları, Türkiye İş Bankası, 1970), Derleme: Garip Şiirler Antolojisi, (Ü. Y. Oğuzcan ile, Yay, 1957)

ÖMÜR TÖRPÜSÜ

yaşamak istiyorum
yaşamak istiyorsun
yaşamak istiyor

böyle şiir olmaz, diyeceksin; biliyorum.
ama böyle dünya olur mu?
böyle barış olur mu?
böyle hürriyet olur mu?
böyle kardeşlik olur mu?
biliyorum ki, katlanıver, diyeceksin;
ama böyle yaşamak olur mu!

METİN ELOĞLU


DİKENLİ YOLU AÇAN ADAM,
MEHMED UZUN ANADİLİNDE YAŞIYOR ARTIK!


Yaşamı sürgünlerde geçen, Kürt yazarı, romancı Mehmet Uzun’u 11 Ekim 2007 tarihinde yitirmiştik.  Ana dili Kürtçe’siyle yazdığı romanları halkının arasında yankılanmaya devam ediyor.


Mehmet Uzun, Kurmanci, Türkçe ve İsveççe yazdığı kitapları yirmiye yakın dilde yayınlandı. Uzun hakkında, Türkiye'de çok sayıda dava açıldı. 1981'de Türk vatandaşlığından atıldı ve 1992 yılına kadar Türkiye'ye gelemedi.

Kürt edebiyatı ve kültür yaşamında yeri doldurulamayacak olan Mehmet Uzun, çağdaş Kürt edebiyatının kurucusu ve öncüsüydü. Kürt halkının yaşadığı sosyal ve politik dramın canlı bir tanığı ve bu tanıklığı evrensel dile aktaran büyük bir sanatçıydı.

Yasaklar, yokluklar, cehalet ve acılar içinde yaşamaya mahkum edilmiş bir halkın  içinden çıkan Mehmet Uzun kendi çabalarıyla kendisini var eden bir değerdi. Tarih onu yalnız Kürtlerin, yalnız Türklerin değil tüm dünyanın en büyük yazarı, kültür adamı, barış ve özgürlük savaşçısı olarak anacaktır.

Uzun yıllar İsveç Yazarlar Birliği yönetim kurulu üyeliği yaptı. Ayrıca İsveç Pen Kulübü ve Uluslararası Pen Kulüp'te aktif çalıştı. İsveç ve Dünya Gazeteciler Birliği'nin de üyesi olan Uzun'un bugüne kadar çok sayıda Kürtçe roman yazdı.

Eserleri: Tu (Sen), Roman (1985), Mirina Kalekî Rind (İyi Bir Yaşlının Ölümü), Roman, (1987); Siya Evînê (Yitik Bir Aşkın Gölgesinde), Roman, (1989); Rojek ji Rojên Evdalê Zeynikê (Evdalê Zeynikê'nin Günlerinden Bir Gün), Roman, (1991);     Destpêka Edebiyata Kurdî (Kürt Edebiyatına Giriş), İnceleme, (1992); Hêz û Bedewiya Pênûsê (Kalemin Gücü ve Görkemi), Denemeler, (1993); Mirina Egîdekî (Bir Yiğidin Destanı), Destan-Ağıt, (1993); Världen i Sverige (Tüm Dünya İsveç'te), Edebiyat Antolojisi, M. Grive ile Birlikte, (1995); Antolojiya Edebiyata Kurdî (Kürt Edebiyat Antolojisi), Antoloji, iki cilt, (1995); Bîra Qederê (Kader Kuyusu), Roman, (1995); Nar Çiçekleri, Deneme, (1996); Ziman û Roman (Dil ve Roman), Söyleşiler, (1997); Bir Dil Yaratmak, Söyleşiler, (1997); Dengbêjlerim, Deneme, (1998); Ronî Mîna Evîne - Tarî Mîna Mirinê (Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık), Roman, (1998); Zincirlenmiş Zamanlar Zincirlenmiş Sözcükler, Deneme, (2002); Dicle'nin Sesi I - Hawara Dîcleyê (Dicle'nin Yakarışı), Roman, (2002); Diclenin Sesi II - Dicle'nin Sürgünleri, Roman, (2003); Ruhun Gökkuşağı, Anlatı, (2005)


FAKİR BAYKURT, KARANLIĞA IŞIK TUTUYOR HÂLÂ…


Fakir Baykurt, Akçaköy’de başlayıp Köy Enstitüleriyle onlarca kitaba uzanan zorlu bir Anadolu türküsüdür. Köy Enstitüsünde başlayan sınıfsal uyanış, -sınıf bilincine tam olarak ulaşamasa da- onun yolunu ve bakışını içinden geldiği topraklara döndürdü. Tanık olduğu, yaşadığı insanları anlattı yapıtlarında. Türkiye Öğretmenler Sendikası TÖS’ün kuruluşuna emek verdi. Başkanlığa seçildi. Yolu sürgünlere, cezaevlerine uğrasa da halk için halkı yazdı.


Köyler boşalıp Almanya’ya göç etmeye başlayınca, o da kalktı gitti Almanya’ya. Bu sefer göçmen işçileri yazdı. Romanlarında Türkiye'deki köylü yaşamını halkçı ve devrimci bir bakış açısıyla ele aldı. Köylünün bilinci ve bilinçaltındaki istekleri, tepkileri, çelişkileri yansıttı. 1950–1970 döneminde etkili olan "köy edebiyatı hareketi"nin önde gelen temsilcisi oldu. Aziz Nesin, 1989 Nesin Yıllığında onun için şu tespiti yapıyordu: “On yıldan beri, Almanya’da yaşayan Fakir Baykurt’un yeni yapıtlarını okuyamamış olmam eksikliğimdir. Bu yüzden yazınımızda hangi düzeye vardığını, kendini yenileyip yenilemediğini bilemiyorum. Fakir Baykurt’un yazın yaşamını incelerken, onun çağının salt tanığı olmakla kalmayıp, tanık olduklarına yorum getirdiğini, böylece okurlarını bir toplumsal değişime özendirme çabası güttüğü görülecektir. Bu çabalarını salt yazar olarak değil, toplumun durumundan kendini sorumlu duyumsayan bir aydın olarak da toplumsal etkinliklerle sürdürmüştür.”

Yaşamının her anında, “Sanatta devrimci tavır, hayatı değiştirme tavrıdır” diyen Baykurt’u, 11 Ekim 1999’da günü sonsuzluğa uğurlamıştık.

Fakir Baykurt, kıvrak dili, güçlü gözlemlerini kendi bakışıyla buluşturan güçlü anlatımıyla edebiyatımızın önemli roman ve öykücüleri arasında yer aldı. Sanat anlayışını belirten şu sözleri, onun sanatsal ve toplumsal bilincini en iyi biçimde yansıtmaktadır: “Kitaplarımız bize ün sağlamak ya da kalıcı olmaktan önce toplumu devrim yönünde etkilemelidir. Hayatı değiştirme amacına yönelmiş bir sanat insanın bilinçlenmesine ve birleşmesine yardım eder…”

“Akan ve akmakta olan yaşamı, bilinçaltından ve bilinçten geçirip dışa vurma işidir roman. Hem bireysel, hem toplumsal boyutları olan bir yazı türü. Bir imbikleme...

Bir yaşamın romana benzemesi başka. Roman olabilmesi için yazılması gerek; bir romancının bilinçaltından, bilincinden geçerek gerekli estetik biçime ve biçeme ererek yazılması.” FAKİR BAYKURT


 NAİL V.  ŞİİRLERİNDE, YAPILARINDA
YAŞAMAYA DEVAM EDİYOR…


Sosyalistlerin Nail V. olarak bildiği, Ağahan Mimarlık ödülünü almasından sonra  herkesin tanıdığı Nail Vahdet Çakırhan, Attila İlhan’ın deyimiyle Fedailer Mangasının ilk erlerindendi. Mustafa Suphi ve 14 yoldaşından sonra Türkiye’nin 2.kuşak komünistlerindendi.


Konya’da lise öğrenimini sürdürürken “Kervan” adlı dergi çıkarır. “Halka Doğru” dergisinde yayınlanan “Alev Yağmuru” şiiri nedeniyle ilk kez polisle tanışır. Daha sonra Çakırhan, felsefe eğitimi için İstanbul'a gelince -gıyaben şiirlerine hayran olduğu- Nâzım Hikmet ile tanıştı. Ona son şiirlerini gösterdi. Nâzım Hikmet, bu genç öğrencinin şiirlerini beğendi. 1+1=1 adını verdikleri mini kitapta son şiirlerini yayımladılar. Ne var ki bu kitap toplattırıldı. Ve şairleri hakkında takibata geçildi. Şairler, cezaevinden çıktıklarında buluştular, dostluklarını devam ettirdiler.

Çakırhan, uğruna işkence gördüğü, hapislerde yattığı sosyalizmin ne olduğunu tam olarak bilmiyordu. Öğrenebilmek amacıyla 1934'te kimseye haber vermeden ortadan kaybolur. İstanbul'dan Hopa'ya, oradan da bir arkadaşının yardımıyla Sovyetler Birliği'ne gider. Komintern'le ilişki kurar ve Moskova'da Puşkin Meydanı'na yakın bir yurtta üç ay Rusça öğrenir. Ardindan Moskova Doğu Halkları Üniversitesi'ne (KUTV) girer. Orada iki buçuk yıl sosyalizm ve ekonomi görür. Stalin, Tito, Hoşimin, Kruşçev, Dimitrov gibi önemli siyasetçilerin bazılarını görür. Bazılarıyla tanışma fırsatı bulur. Öğrenimi sürerken bir yandan da uygulamaları yakından görmek ister ve kendi isteği üzerine Moskova yakınlarında bir tekstil fabrikasına gönderilir.

Dönüşünde gazetecilik yapmaya başladı.  Tan ve Resimli Ay’da  2. Dünya Savaşıyla ilgili etkili ve yerinde yorumlar yapar. Arkeolog Halet Çambel’le evlendi. Onun kazılarında ilk mimari denemelerini gerçekleştirdi. 1970 yılında, doktor tavsiyesine uyarak eşiyle birlikte Akyaka’ya yerleşen Çakırhan, burada iki ustanın yardımıyla projesini kendi çizdiği evler yapar. Yaptığı evler beldede yaşayan insanların ve turistlerin ilgisini çeker. Ardından çok sayıda insan, “Nail Çakırhan Mimarisi” adı verilen bu evlerden yaptırmaya başlar. Geleneksel mimariyi korumak için yoğun çaba harcayan ve insanlara örnek olan Çakırhan’a 1983’te, dünyanın en saygın mimarlık ödüllerinden “Ağa Han Uluslararası Mimarlık ödülü” verildi.

Hapishane yıllarında eşi Halet Çambel’e gönderdiği mektuplar, “Üç Hapishaneden Mektuplar” adıyla yayınlandı. 2. Dünya savaşının eşiğinde gazetelerde yazdığı yazıları “Harbin eşiğindeki Türkiye “ adıyla yayımlandı. Şiirleri de “Daha Çok Onlar Yaşamalıydı”adıyla yayınladı. 98 yıllık yaşamının her anını ülkesi ve inancı için dolu dolu yaşayan bu güzel insanı saygıyla selamlıyoruz.

DİYORLAR Kİ

"Diyorlar ki
Yerler yavrum başını
Genç yaşını
kurşuna dizerler yavrum
Vaz geç
Şairsen eğer
Yaz geç
Diyorlar ki
Paraya tapmalıymışım
Olup bilmem hangi baltaya sap
yağlı ballı bir kap
kapmalıymışım
Dünyalığımı yapmalıymışım."

NAİL VAHDET ÇAKIRHAN


İNSANÎ EDEBİYATIN ÖNCÜLERİNDEN
HALİKARNAS BALIKÇISI YAPITLARIYLA YAŞIYOR!


Halikarnas Balıkçısı ya da gerçek adıyla Cevat Şakir Kabaağaçlı, Oxfort Üniversitesi “Yeni Çağlar Tarihi” bölümünde tamamladıktan sonra(1908) Resimli Ay, Resimli Hafta, Diken, İnci gibi dergilerde yazılırı, çevirileri ve karikatürleri yayımlandı. 1925’te Resimli Hafta da Hüseyin Kenan imzasıyla çıkan “Hapishanede İdama Mahkum Olanlar Bile Bile Asılmaya Nasıl Gider?” yazısından dolayı İstiklal Mahkemesi tarafından yargılanır. Bu öyküde balıkçı Kurtuluş Savaşı yıllarının hamasî havasının tersine İstiklal Mahkemeleri tarafından doğru düzgün yargı ortamı kurulmadan idam cezasına çarptırılanların asılmaya gidiş dramlarını gerçekçi bir dille yansıtır. Ama bu öykü zamanın yönetimi tarafından Mustafa Kemal Hükümetine ve Cumhuriyete hakaret kabul ederek o çağın henüz bilinmeyen, yolu izi olmayan uzak bir yurt köşesi Bodrum’da 3 yıl Kalebentliğe sürgüne gönderilir.


Halikarnas Balıkçısı tüm acıları ve yalnızlıklarını adeta bir tragedya kahramanı direnişiyle bin bir olanağa ve üretkenliğe dönüştürecektir bu sürgünde. 1920’lerde magazin öyküleri yazan Halikarnas Balıkçısı, yazar ve düşünce adamı olarak asıl kimliğini Bodrumdaki sürgün yıllarında buldu. Mitolojisi, tarihi, doğasıyla Ege’yi; süngercisi, balıkçısı gemicisiyle hayatlarını denizden kazanan insanların mücadelesini konu alan Ege Kıyılarında deniz emekçilerini anlatan romanlar yazdı. Yazılarını coşkulu, içten, kimi kez savruk, şiirsel bir üslup ile yazdı. Halikarnas Balıkçısı Anadolu efsaneleriyle mitolojisini inceleyen kitaplar da yazdı.

1947'de İzmir'e yerleşen Kabaağaçlı, 13 Ekim 1973'te bu kentte ölür çok sevdiği Bodrum'a gömülür. Onun sanat anlayışı şu sözlerinde gizlidir:

“Halktan, temelden, topraktan ve doğanın derinliklerinden gelmeyen, onlardan etkilenmeyen bir edebiyat geçicidir, ölümcüldür.”

“İzmir’in büyük Kaliferni şirketinin ünlü eksperi Murat Kocadağ, Deli Davut’a; “Bana bak! Gülen Ada’yı biliyor musun? Bu ada nerededir?” diye sordu. Deli Davut’un cevap olarak, kolay ve geniş bir kavisle havada gezdirdiği eli, sanki adanın sınırlarını dört bucağa fırlatıyor ve adaya dolaylarından tamamen hür bir varlık veriyordu.....
“Eksper bir motor kiraladı. Kılavuzluk edecek olan Davut’un kayığı da yedekte çekilecekti. Kocadağ’ın tavrında ve sesinde, sahip olduğu otomobillerin, emlakin ve paraların büyük tutarı sırıtırdı. İnsan onunla görüşürken, bir insanla mı konuşuyor yoksa otomobille, emlak ve arazi ile ve para kasası ile mi konuşuyor pek bilinmezdi. Adanın da asıl tuhaflığı, adamın adayı değil, ama adanın adamını seçmesiydi.
Uzaktan yanaşmakta olan Kocadağ’ı görünce o da yavaş yavaş büyümeye koyuldu....Oraya, bütün gönül gözlere ve kulaklara toplanarak patırtı yapıp adayı ürkütmemek için, usul usul ayak ucuna basarak gidilirdi. Oysa Kocadağ otomobilin parasını sayınca, otomobile binmek ve yumuşak koltuğun üstüne yan gelmek hakkını kazanmışçasına adanın önüne gelip kendisini eğlendirmek için soytarılık yapmasını bekliyordu. Gönül değil, şaka değil, para veriyordu. Ada, koca dağı görünce tepesine doladığı koskocaman kara bulutu başına davul kadar kavuk edindi ve deniz ortasında asık suratlı bir gulyabani kesildi.
Motor adayı kıyılarken adanın ağzı kalabalık mağaraları köpür köpür köpürerek koca dağın suratına deniz tükürdü. Kayalar diş göstererek hırlıyorlardı. Kunduralarının tabanlarıyla, şap şap diye tapu senedi damgalarcasına adım atan eksper, adanın artık adam akıllı damarına basmıştı. Kaya sırtını silkince koca dağ düştü. Patavatsız taşlar kuş tüyü kesileceklerine kaskatı dondular. Bazı kayaların tepesi attı. Her delikten havaya sular fışkırdı. Kocadağ sırıl sıklam oldu. Sudan kaçınayım derken çalılara daldı. Adanın tüyleri diken diken oldu. Santal çalıları Kocadağ’a çelme taktı. Kocadağ durmamacasına sırtüstü, yüzüstü geliyordu. Adanın bağrı hava dolu bir gayda kesilmişti. Her deliği dağı dağa kavuşturan, diş kamaştırıcı bir cayırtı koparıyordu. Adanın siniri tutmuştu. Ada yapayalın sertliği ile, sipsivri sokuculuğu ile kapkanca tırmalayıcılığı ile Kocadağ’ı kaktı, tekmeledi, tokatladı ve daladı. "


EMEĞİN RESSAMI AVNİ MEMEDOĞLU'NU
UNUTMAYACAĞIZ, UNUTTURMAYACAĞIZ!..


1924 yılında Erzurum'un Aşkale ilçesinin Taşağıl köyünde, yoksulluklar içerisinde dünyaya geldi. Kendisinin deyişliyle çevreyi ve dünyayı, sırtında yırtık ve yamalı bir entari, yalınayak ve başı kabak, köyün tozlu yollarında, insan ve hayvan pisliklerinin, kül ve çöp birikintilerinin oluşturduğu çöplüklerde, tezek kalaklarının arasında, köy koşullarının zoruyla çocuk yaşta peşine koşturulduğu kuzu ve danaların çobanlığında, Temmuz ve Ağustos aylarının amansız sıcağı altında bir iki urup buğday karşılığı, onun bunun tozlu harmanlarında döven sürmede tanıdı.

Çok küçük yaşlarda, köyünde, yumurta üzerine çizdiği portrelerle, sanata olan ilgisini ve yeteneğini açığa vurmuş oldu. Orta öğreniminden sonra, 1944'te İDGSA Resim Bölümüne girdi. Galeri bölümünde Seyfi Toray'ın, atölyede Cemal Tollu'nun öğrencisi oldu. 1950'de resimleri nedeniyle tutuklandı ve salıverildi. 1953'te İzmir'e yerleşti. Bir yıl sonra, burada ilk sergisini açtı. 1957'de geldiği İstanbul'da, bir süre reklamcılık ve tabelacılık yaptı. İl İmar Müdürlüğünde çalıştı. 1959'da arkadaşları Marta ve Nejat Tözge, İhsan ve Vahi İncesu, Hikmet Aksüt ile Yeni Dal Sanat Grubunu oluşturdu. Grubun sanat bildirgesini kaleme aldı. 1961'de bu grubun ikinci sergisi nedeniyle, öteki arkadaşlarıyla birlikte tutuklandı. 1962'de TİP'in ilk üyeleri arasında yer aldı. Dersimli olan ressam, "Öztürk" olan soyadını "Memedoğlu" olarak değiştirdi.

Avni Memedoğlu'na göre; "Sanat sosyal bir olaydır''. O nedenle de sosyal bir amaca bağlıdır. Bu amaç, sanatçıyı, içinde yaşamakta olduğu topluma ve çevresine karşı sorumlu tutar. Resimlerinde, bu amacına uygun tema ve üslup karakteri ağır basar. Sosyal-eleştirel bir tutumla, topluma ayna tutar. Resimlerine yansıyan konular, çevresinde tanık olduğu ve bizzat gözlemlediği yaşam sahneleridir. Resim sanatımızda Ruhi Arel, Turgut Zaim gibi sanatçılarla başlayıp Neşet Günal, Balaban, İrfan Ertel, Mümtaz Yener ve Nuri İyem gibi sanatçılarla süren toplumsal-gerçekçi sanat anlayışının, orta kuşak temsilcileri arasında yer alır. Sosyalist ve insancıl  bir sanat anlayışını benimsedi.

Kendisi gibi düşünen sosyalist ressamlarla birlikte Yenidal grubunu kurdu. Yenidal Grubunun kısa öyküsünü ressamın kendisinden dinleyelim. "Fantastik Burjuva Sanatına karşı tepki olarak kurulmuş Sosyalist Realist bir gruptur.  Tanzimat döneminden bu yana kökü dışarda, öykünmeci sanat anlayışından son derece rahatsız olan biz yedi kurucu arkadaş -Ressam Avni Memedoğlu, Seramist Nejat Tözge, Ressam Marta Tözge, Ressam Kemal İncesu, Ressam İhsan İncesu, Ressam Hikmet Aksüt ve Yontucu Vahi İncesu- birlikte Yenidal Grubu'nu kurduk. İlk sergimizi Nisan 1959'da Beyoğlu Şehir Galerisi'nde açtık. Bu birlikteliğin oluşmasında Polonyalı meslektaşımız Marta ve eşi Nejat Tözge'lerin üstün gayret, teşvik ve moral destekleri unutulmaz. Ayrıca sergilerimizin giderlerini, çağrılarımızın basım, dağıtım ve posta giderleri konularında bize desteklerini esirgemeyen o dönem Basın İşçileri Sendikası yöneticileri İbrahim Güzelce ve Salih Özkarabay'ın anısını yüreğimin en derin köşesinde ömrüm boyunca saklayacağım." 

Sergileri hep polisin takibinde olan Yenidalcılar, "Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmek, veya sosyal bir sınıfı ortadan kaldırmak için propaganda yapmak 2- Halkı askerlik hizmetinden soğutmak yolunda telkinde bulunmak." suçlamasıyla yargılandılar.
             
Savunmasına Memedoğlu, özetle şunları dile getirmişti:

"Picasso, H. Matisse gibi Fransız Komünist Partisine üye olup tabloları milyonlarca franga satılan ressamlar, partilerine büyük para yardımları yaparlar. Sayın bilirkişiler bu ressamların resimlerini havi kitap, baskı ve reprodüksiyonlarının Türkiye'ye sokulmasına, onbinlerce satılmasına ve hattâ hocası bulundukları akademinin kütüphanesine bizzat kendileri tarafından satın aldırılmasına ne buyururlar? Akademi atelyelerinde bu ressamların tarzında çalışma tavsiye edilip, resimlerinin incelenmesi, talebeye öğütlenmez mi? Bu ve bunlar gibi ressamların resimleri sosyal realist tarzda mıdır? Sayın Bay Zeki Faik ihtilâlci ressam Dölakruva'yı kopye ve adapte etti diye kendisini ihtilâlci ve komünist olarak mı suçlamamız gerekir?

Biz bu memleketin çocukları olarak, bu memleketin gerçekleri üzerine eğiliyor ve bu yurdun sevinçlerini, dertlerini sanatkârane bir şekilde paylaşıyor ve bunu esas ittihaz ediyoruz. Sayın Cevat Dereli ve Zeki Faik İzer'in sanat hayatları boyunca birer Türk ressamı olarak tarihî, millî tablolarının sayısı tek elin parmaklarının sayısını geçer mi?... Sayın hocalarımızın da, boş durmadıklarına yine çiçek, manzara, çıplak kadın ve anlamsız resim yapmakta devam ettiklerine, mezkû (söz konusu) sergimizden evvel mensup gruplarla aynı galeride açmış oldukları sergide bir defa daha şahit olduk. Onlar sanki Türkiye'de değil, Kaf Dağı'nda Peri Padişahının sarayında yaşıyorlar."

Ahmet Köksal, "Onun resimleriyle ilgili şu saptamalarda bulunuyor: Memedoğlu'nun resimleri Akademik, etüdlere dayanan sağlam bir form anlayışıyla Mısır Sanatı'nı örnekseyen yalın ve oylumcu bir tutum vurguluyor. Çalışan insanlarımızın yaşamını yansıtmaya öncelik veren bir Figür Anlatımcılığı resimlerinde ağırlığını duyuruyor. Kenar çizgilerini yitirmiyor. Kenar çizgilerini yitirmeyen ölçülü bir deformasyon, yer yer nakışsı bir usluplama, simgeci ögeler, renkçi bir tutumla Latin Amerika ustalarını anımsatmaktan geri kalmıyor." (15 Ekim 1985, Milliyet Sanat).

Kemal Bilbaşar da şöyle anlatıyor Memedoğlu'nu: "Avni Memedoğlu'nun sanat anlayışı Akademi tahsili ile bir Alafrangalık hastalığına tutulmamış olup, Avni Memedoğlu olarak kalmış. Kilim, heybe, motiflerinden halkı aramak ihtiyacını duymuyor, bizzat kendisi bir halk çocuğu olarak fırçasını kullanıyor." (13 Şubat 1956 Demokrat İzmir)

Avni Memedoğlu ile ilgili ayrıntılı bilgiye ve resimlerine şu linkten erişebilirsiniz: http://www.avnimemedoglu.com/  Şiirler de yazan Memedoğlu'nun 1950'de yazdığı bir şiiri:

 FIRTINA YAKIN

Kusacaklar! kusacaklar!
Kusturacağız!
O gün gelecek!
Vakit tamamdır!
Bunca acılar, ölümler boşuna mıdır
Haksızlık suçsuzların umudunu tazeler..
Öfkesini çoğaltır...
Kusacaklar, kusturacağız, yakındır!
Kara bulutları parçalayacak sarsılmaz inancımız.
Al şafaklarla güneşimiz doğacak
Nasırlı ellerinde proleteryanın
Ağlamayı bırakın
Geliyor
Fırtına yakın...

Kusacaklar, kusacaklar
Kusturacağız!
O gün gelecek..
      Vakit yakındır..
Bulutlar kararıyor
      Fırtına yakın
Yağmur yağacak..
      Caddelerde sel
Bir sel ki kızıl bayraklar
      Ellerinde
Dalga dalga akan
      proletaryanın seli
            o sel ki
temizleyecek
      kapitalizmin
            bütün pisliklerini...

AVNİ MEMEDOĞLU
1950 Ocak, İstanbul


BEHİCE BORAN SOSYALİZM YOLUNA
IŞIK TUTUYOR HÂLÂ


Türkiye Sosyalist hareketinin en önemli ve en yürekli adlarından biridir Behice Boran… Hiç kuşku yok ki, insanlar öldükten sonra kötü anılmazlar. Ölüm gibi duygusallık yaratan bir durumdan sonra bir çokları belki de hak etmedikleri övgülerle anılmışlardır. Ancak kimileri için övgü bile yetersizdir. İşçi sınıfımızın yiğit evladı Behice BORAN’da bunlardan biridir. Çünkü Behice BORAN tartışmasız çevresini aydınlatan, inat ve kararlı kişiliği ile övgüyle anılmanın çok ötesinde şeyleri hak etmiştir.

Onun hem bir bilim insanı hem bilimsel sosyalizmi savunan bir önder olması nedeniyle gönlümüzde ayrı bir yeri vardır. Savunduğu düşünceler ve eylemli kişiliği yüzünden fırtınalı bir yaşamı olmuştur. Ancak, bütün zorluklara karşın inandıkları uğruna verdiği savaşımdan milim bile geri adım atmamış ve ağır bedeller ödemekten çekinmemiştir. BORAN’nın bu konuda söyledikleri bir çoklarının böyle yaşamayı göze bile alamadığı ama Behice BORAN’ın göze alarak yaşamının son anına kadar sürdürdüğü bir gerçekliktir. O, bu nedenle; “Sosyalist doğulmaz, sosyalist yaşanır!” diyordu

Kimler yükselen değerlere teslim olup kendileri için acıklı bir yaşamı içselleştirmedi. Koca koca profesörler, bilim adamları, politikacılar sermayeden esen rüzgarlarla “değişen değerler” tanımı yapıp eşiği aşarak kendisini sermayeye pazarlamadı mı? İşte Behice BORAN gibi işçi sınıfının yüce davası sosyalizm için savaşanlar bu yüzdendir ki ölümsüzdürler. Sonsuza kadar anılmayı da bu yüzden hak etmişlerdir.


BAŞ EĞMEZ DEVRİM SAVAŞÇISI HİKMET KIVILCIMLI
KAVGAMIZDA YAŞIYOR!..


Türkiye Devrim Tarihi'nin önemli kişiliklerinden biri olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yı, ölümünün 41. yılında saygıyla selamlıyor ve anıyoruz.

Dr. Hikmet Kıvılcımlı, 1902 yılında Priştine'de doğdu. Ailesi, Balkan Savaşı'ndan sonra Anadolu'ya göç etti ve Kuşadası'na yerleştiler. Lise öğrenimi sürecinde İstanbul'a gelen Hikmet Kıvılcımlı, burada Vefa Lisesi'nde okudu. Kıvılcımlı, İstanbul Tıp Fakültesi'ndeki öğrenim yıllarında sosyalist mücadeleye katıldı.

1925 yılında gerçekleştirilen TKP 2. Kongresi'ne delege olarak katıldı. Aynı yıl, Şeyh Sait İsyanı nedeniyle çıkarılan "Takrir'i Sükun Yasası", ülke çapında bir terör ve baskı dalgasının yükselmesine sebep oldu. Bu arada Hikmet Kıvılcımlı da tutuklandı ve 10 yıl kürek cezasına çarptırıldı. Fakat bir yıl sonra ilan edilen bir aftan yararlanarak, tahliye oldu. 1929 yılında tekrar tutuklandı, bu kez 4,5 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bu sürenin bitmesine çok az kala, yine bir aftan yararlanarak özgürlüğüne kavuştu. Kendisi bu süreçte, Türkiye Komünist Partisi MK üyesidir. 1938'de, Donanma Davası'ndan tekrar tutuklandı ve 15 yıla mahkum edildi. Bu kez, 12 yıl yattı. 12 Mart 1971 Açık Faşizmi Dönemi'nde arandığı için yurtdışına çıktı ve çok kısa bir süre sonra, 11 Ekim 1971'de, Belgrad'da öldü.

Hikmet Kıvılcımlı, yaşamının her anını devrimci disiplininden ödün vermeden yaşamış; ölümüne değin okuma, araştırma, öğrenme ve öğretme eyleminden vazgeçmemiştir. 36. ölüm yıldönümünde, Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yı, onurlu yaşamını ve mücadelesini saygıyla anıyoruz.
Türkiye sosyalist hareketinin en özgün ve üretken isimlerinden biri olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı örgütlü mücadele kararlılığı ile bugün de sosyalizm mücadelesine ışık tutmaya devam ediyor.

Onun kararlı ve yiğit devrimci yönünü en iyi şu sözleri yansıtıyor:
“Görev başında ömür merdiveninin son basamaklarına geldik. Kimsenin kara yahut mavi yahut yeşil, elâ gözü için yaşamadık. Kimseden proletarya doğruluğu ve yoldaşlığı dışında hiçbir şey beklemedik. Kimsenin de bizden başka şey istemesine göz yummadık. Görev yapıyorduk, muhallebi değil... Görev yapmada çok iyi biliyoruz; vurmak ta vardır, vurulmakta. Hepsi vız gelir ve de gelmelidir.”


CHE GUEVERA UMUDUMUZA DİRENÇ KATIYOR HÂLÂ…


Arjantin'de doğan devrimci Ernesto Che Guevara 20'nci yüzyılı etkileyen en önemli adların başıda gelir. Buenos Aires'te tıp okuduğu sıralarda Latin Amerika'nın pek çok bölgesini dolaşan Che, bu coğrafyanın en belirgin iki özelliğine yoksulluğa ve baskıcı rejimlere tanıklık etti. Marksist görüşleriyle birleşen isyankar ruhunun gösterdiği yön, silahlı devrim hareketiydi. 1954'te Meksika'da Fidel Castro ile tanıştı, Castro'nun liderliğini yaptığı 26 Temmuz hareketine katıldı.

Bu hareket Kübalı diktatör Fulgencio Batista rejimini alaşağı etti, Castro artık sosyalist Küba'nın devrimci lideriydi. Che, 1959-1961 yılları arasında Küba Ulusal Bankası'nın başkanlığını yaptı, daha sonra da Sanayi Bakanı oldu. 1965'te devrimin kızıl rengini diğer coğrafyalara yaymak için Küba'yı terk etti.

Afrika'da isyancı güçlere gerilla eğitimi verdi ancak çabaları sonuçsuz kalınca 1966'da yeniden Küba'ya döndü. Aynı yıl Bolivya'da Ortunyo yönetimine karşı mücadele başlattı. Bu mücadele onun son devrim macerasıydı. Che Guevara, 41 yıl önce bir çatışmada Bolivya'nın La Higuera köyünde katledildi.

Ama düşünceleri ve devrimci tavrı dünyanın her yanında, her dağda yankı buldu. Bulmaya da devam ediyor. Dünyanın kudret sahipleri akıllarından çıkartmasalar iyi olur: Che Guevara'nın sabırsız gözleri onu içine tıkmaya çabaladıkları tişörtün bağrından alev alev bakmaya devam ediyor. Ve o zalimlere haykırmaya devam ediyor:“Bir çiçeği ezebilirsiniz, baharı asla!”




NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati   Emeğin Sanatı Dergisi Facebook adresi: https://www.facebook.com/groups/271291399551889/  Emeğin Sanatı Grubu Facebook Adresi: https://www.facebook.com/groups/25084311107/  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati

YAVUZ AKÖZEL: İşportacı





İŞPORTACI






   
Abi, bu zabıtalar var ya, tam sekiz  kez tezgâhıma el koydu. Yılmadım. Her defasında da kesilen cezamı ödedim. Hayatımız mapus damlarında geçmiş abi... Yani dosyalar dolusu sabıka kaydımız var. Hep vurmadan kırmadan! Resmi görevliye hakâretten,yaralama’dan...

Haksızlığa dayanamıyorum abi... Ağzımız, şöyle kendimizi savunacak lakırdı yapma yetisinden uzak, lal! doğru dürüst mektep medrese görmemişiz ki! Ne olacak? Ekmeğimizi yabani hayvanlar gibi hırlayarak, birbirimizle didişerek, vurarak, kırarak pençelerimizle almışız ve ekmeği kaptığımız gibi kaçmışız. Peşimizde bizi kovalıyan bir ordu... Bağırtılar, çağırtılar, siren sesleri, tehditler, alarmlar, kuşatmalar, sille tokatlar, küfürler! Sanki ne yapmışız? Yaptığımız, bir kenarcığa  üç-beş şey dizip namusumuzla satmaya çalışmışız! Hepsi bu!

Bizi yakaladıklarında ceza kesmekle yetinmiyorlar. Aralarında sinirleri iyice bozulmuş, küfür ve hakâret edenler de çıkıyor.
—Abi sövme, diyorum, kes cezanı, al paranı...
Adam, tüm gün zabıta olarak, bizlerin peşi sıra aç susuz koşturup durmuş ve nevri iyice dönmüş.
—Sövsem ne olacak lan, diye kan çanağı olmuş gözlerini dikerek adeta inliyor!

Ama bizim de psikolojimiz bozuk abi! Sabahın köründe yollara düşmüşüz, gidip mal almışız, yalvar yakâr, pazarlık yapa yapa… Zaten daha orada iflahımız kesilmiş. Mal almak kolay mı?

Pazarlık yapmak, dil dökmek çok zor abi. Toptancılar kurt gibi! Fiyatları en yüksekten sallıyorlar; biliyorlar ki pazarlık başlayacak! Diledikleri rakama gelince artık bir kuruş dahi aşağı inmiyorlar. Biz de anlıyoruz ki, en son, asıl satış fiyatı bu, o zaman parayı bastırıyoruz. Ama pazarlık yapmaktan ağzımız dilimiz kuruyor valla abi. İçimizden nalet okuyoruz, isyanları oynuyoruz  üstelik. Bu pazarlık savaşı bizi yoruyor da! Sanki sırtımızda on ton yük taşımışız gibi... Yani henüz satış yerine gidip tezgâhı kurmadan kan ter içerisinde kalıyoruz.

Kârlı bir alışveriş yapıp yapmadığımız da meçhul. Çünkü Çin malı satıyoruz. Mallar bazen çok kalitesiz, bozuk çıkıyor.  Geri verme olanağımız da yok gibi...

Tezgâhı kurduğumuzda da işte böyle oluyor! Zabıtalarla yani!

—Sövsem ne olacak lan, dediğinde ağzının tam ortasına allah ne verdiyse geçiriveriyorum.
—İşte bu olacak lan, diyorum.

Seyyar  satıcılar, kendi aramızda da  bu gibi hallerle karşılaşıyoruz:
Yok “benim yerimdi burası”,yok “manzaramı engelliyorsun”, yok “aynı malı yan yana satıyoruz” vesaire gibi söylemlerle didişiyoruz. Bazen çok anormal durumlar oluyor abi..

Kan da akıyor!

Gidiyoruz, ellerimiz kelepçeli... Hep aynı istasyona... Yerimiz hazır. Çok şükür, tanıyorlar bizi... Artık “allah kurtarsın” demeye bile gerek duymuyor arkadaşlarım. Söyledikleri şey:
—Geç kaldın lan... Özlettin kendini, oluyor.
—Ne yapalım abilerim... Bu sefer kaşınanlar başka yerde eşeleniyorlarmış, diye yanıt verdiğimde, koğuşta bir kahkaha tufanı kopup gidiveriyor...
—Hoş geldin lan can dost, hoşgeldin! Ellerin dert görmesin, diyorlar.

Çaylar içiliyor, şamata, gırgır gırla gidiyor... Bir bakıma beni gördüklerinde moralleri düzeliyor, dertlerini unutuyorlar. Yani ben de onları özlemiş olduğumu ve bu insanları gerçekten sevdiğimi anlıyorum. Kaybedecek bir şeyi olmayan insanlarız nihayetinde. Birbirimize yüreklerimizi sevinç ve kederlerimizi veriyoruz. Bundan daha güzel ne olabilir?

Her mahpushaneye düşüşümde, dönek güvercinlerimin akıbetini düşünürüm. Onlar benim herşeyim...

Hele birkaç tane kırmızılı yanar döner güvercinlerim var ki! Ahh!.. Sorma abi, kucağımdan indirmek istemem. Öperim, severim, özel beslerim. Satın almak isterler. Satar mıyım? Onlar benim her şeyim. Onlar benim sevgililerim...

Önceden  çok güvercinim vardı. En az 60-70 tane olurlardı. Siyahlı-beyazlı, gökmavisi-beyazlı, lacivertli-beyazlı ve kırmızılı-beyazlı... Onlardan her ayrı düşüşümde, bir bölümünü yitirdim. Şimdi elimde 7-8 tane kaldı, yeniden üretmeye çalışıyorum. İnşallah başım belaya gitmez de barış içerisinde yağımızla kavrulur, güvercinlerimle, işimle, anamla, dostlarımla haşır neşir olur, şu fani dünyada el ele gönül gönüle geçinir gideriz..

Güvercinlerim... Onların şehrin üzerinde süzülmelerini ve bir pervane gibi kıvrak dönüşler yapmalarını gözlerken hafifliyorum. Bir masallar dünyasında muradıma eriyorum.

Onlarla uğraşmak ne kadar güzel! Bana her dertten uzak müthiş bir dinginlik ve huzur veriyor.

Yaşım 35’i geçti. K’da oturuyoruz. Anam, babam ve bir oğlan kardeşim daha var. O da kaportacıda çalışıyor. İşte ben de meslek olarak bu işi seçtim. Tabi ki, sabit bir iş bulamadığım için böylesine belalı ve zor  bir işe bulaştım. Dosyam  oldukça kabarık abi, başka yerde iş bulamam, bulsam da dikiş tutturamam. Kavgacılığım var! Hakârete, hor görülmeye, haksızlığa hiç gelemiyorum, hemen nevrim dönüveriyor! Elimde değil abi... Dedim ya hakarete, haksızlığa hiç gelemiyorum. Tıpkı Yılmaz Güney Abimiz gibi anlıyacağın!..

Tezgâhımı yüklenip evden her ayrılışımda, anam kavga yapmamam için sıkı sıkı tembihte bulunur:
—Uysal ol oğlum, hoşgörülü ol oğlum, ne olur kavga falan yapma. Artık üzme bu anacığını, der. Her defasında söz verir, ona sıkı sıkı sarılır öperim, öperim, öperim .

Ama çok kez sözümde duramam. Vukuatım olur, anamı üzerim, ağlatırım.
Söz aramızda ben de gizlice ağlarım “anamı üzdüm” diye, “anamı ağlattım” diye. Mapushanede de ağladığım olur. Anam ve güvercinlerimin benim yokluğumda o öksüzleşmişler gibi mahzun halleri gözlerimin önünde canlandığında....Yatakta, lambalar söndükten sonra...Sessizce...


İşin aksi bu ya, Taksim, Gezi Parkı eylemleri başlamıştı. Memleket kaynıyor. Tayyip amcam Nuh diyor, peygamber demiyor! Yok Taksim’e Topçu Kışlası yapacağım, yok o yetmez yanı başına da şöyle kocaman bir alışveriş merkezi konduracağım diyor. Taksim gezi parkındaki ağaçları gece yarısı kestirdi. Aklı sıra kışla, alışveriş inşaatlarını bir an önce başlatacak. Kıyamet o zaman tam koptu işte. Millet ayakta, Taksim’i işgal etmiş. Tayyip amca da polisini sürmüş oraya, basıyor biber gazını, basıyor ilaçlanmış tazyikli suyu, basıyor copu. Kan gövdeyi götürüyor. Tayyip amcam bir de tutup demez mi, “Taksimde direnenler üç-beş çapulcu, üç-beş ayyaş, ben Türkiye’nin %51’ini temsil ediyorum..İstediğimi yaparım!”
O zaman millet daha da öfkelendi !




Bu hengâmede satış matış yapılır mı? Tezgâhı, her zaman mal aldığım toptancının deposuna zulalayıp doğru Gezi Direniş Parkında soluğu aldım. Aman ki aman... Tam şenlik... Bütün kent  neredeyse orada. Gülüp oynuyorlar... Tam bir festivale dönmüş park... Her şey öylesine rengârenk, öylesine rahatlatıcı ki. Tezgâh, geçim derdi, o, bu hemen aklımdan uçtu gitti.

Ferah bir rüzgâr esti içimde. Ferah ve rahatlatıcı.

Yüzlerce pankârt asılmış. Neler yazmamışlar ki! İsterseniz bir kaç tanesini okuyayım:

Geleneksel gaz festivaline hoş geldiniz!
Gazlar Meksika’dan mı haci?
Faşo Tayyip!
Ağaç yaşatır, devlet öldürür!
Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser!(Marx)
Tayyip gelme! Tünelin ucu bombok bir yere çıktı!
Tayyip yeni evliyiz, inadı bırak da gidip sevişelim!
Hiçbir parti adına direnmiyoruz, biz halkız!
AKP yıkılsın yerine “AVM” yapılsın!
Direnişin olmadığı yerde zafer kazanılmaz!
Mahalleme, meydanıma, ağacıma, suyuma, toprağıma, evime, tohumuma, ormanıma, köyüme, kentime, parkıma DOKUNMA!
Mezarlığımızı aldınız parkımızı alamıyacaksınız!(Türkiyeli Ermeniler)(Nor zartonk)
Biz/AKP’siz dine/CHP’siz Atatürke/MHP’siz vatana/BDP’siz Kürde sahip çıkarız!
Biber gazı cildi güzelleştirir!
Korkak medya siktir git!
Alkolü yasakladın millet ayıldı!
Benim gaz bol acılı olsun polis emmi!
Biberi bal eyledik/ meydanları dar eyledik !

Kalabalığın arasına karıştım. Gerçekten olağanüstü bir durumdu. Öylesine bir duygu burgacının içerisinde sürükleniyordum ki, gözlerimden sel gibi akan gözyaşlarının farkında bile değildim. İnsanlar hep içimde birikmiş bir şeyleri işte burada sergiliyorlardı. Anlatmak isteyip de, yapmak isteyip de anlatamadığım, yapamadığım şeyler burada anlatılıyor, yapılıyordu.

Sloganlar haykırıyor, el ele tutuşuyor, birbirimize sarılıp bu güzel birlikteliği, bu anlamlı direnişi kutsuyorduk. Tiyatrolar oynanıyor, halaylar, horonlar çekiliyordu. Her şey birden bire müşterek oluvermişti. Ayrımız, gayrimiz yoktu. İşte, böyle bir dünya olmalıydı dünyamız:

El ele ve birbirimize ‘yabancı’ gözüyle bakmadığımız, müşterek, paylaşımlı bir dünya..

Gazetelerde görmüştüm resmini kırmızı giysili kadının. Polisin doğrudan ona sıktığı biber gazının  karşısında istifini bozmadan ve hatta tebessüm ederek duruyor, direniyordu. “Sizin tomanız,biber gazınız ne oluyor ki?” der gibi bir hâli vardı. Satış yaptığım köşeciğimde bu sempatik, korkusuz kadının resmine uzun uzun baktım. TOMA’ya isyan eden cesur hâllerine, savruk saçlarına baktım. Ellerimi resmin üzerinde gezdirdim ve bu cesaretin getirdiği güzelliği bu, bu, evet bu isyanı sevdim.

Şayet evlenirsem, alacağım kadının böyle biri olmasını isterdim. Böyle dirençli, böyle bir şeylerin farkındalığına ulaşmış, bilinçlenmiş, ne istediğini bilen  bir kadın!

“İşte bu!” dedim kendi kendime... “İşte bu!” Yorgun ve kederli gecelerimin derinliklerinde, yatakta gözlerimi yumup da düşlerine yattığım o kadın! Evet, “İşte bu!” Düş kurarken bile açımlayamadığım, açımlayamadığım için de kurduğum düşü, o yoğun sis örtüsünün içerisinden çekip çıkaramadığım bilinmezlik! Şimdi o sis perdesi aralandı, ulaşmak istediğim sevgilinin silueti tüm boyutlarıyla ortaya çıktı, dokunulur, capcanlı bir gerçek oldu.




Artık işportayı, tezgâhı unutmuştum. Geceyi Gezi Parkında çimenlerin üzerine serdiğimiz kartonlara uzanarak geçirdik. Sabahın ilk ışıkları, kentin ve denizin üzerine vurduğunda, sıcağı kemiklerimde duyumsayıncaya kadar öylece olduğum yerde kenti, insanları, çadırların birisinden kopup gelen bir devrim türküsünü dinleyerek öylecene kımıldamadan yattım. Yaşam güzeldi... Bu insanlarla birlikte, elele yaşamak güzeldi... İçime hüzünlerle karmaşık, anlatılmaz bir coşkunluk da gelip doluyordu. Bu coşkunluk, güvercinlerimi gökyüzüne saldığımda, onların sonsuza kanat çırpışlarını gözlemlerken duyduğum coşku ve mutluluğa benziyordu.

Bu benim direnişimin ikinci günüydü. Öğlene doğru, sivil ve resmi polisler gelip direnişimizin temsilcileriyle görüştüler. Direnişi bitirmemiz, çadırları sökmemiz ve parkı terketmemiz istenmiş.. Tabii ki aldıkları yanıt “direneceğiz” olmuş. Bir şeylerin olacağı gün gibi ortadaydı artık. Çok geçmedi TOMAlar ve polisler tarafından kuşatıldık. Bize çadırları kaldırmamız ve parkı terketmemiz için anonslar yapılıyordu. Biz ise hep birlik olmuş, saldırıyı püskürtmek için çaresizce birşeyler yapmaya çalışıyorduk.

Ne olduysa aniden oldu. Biber gazları  patlamaya başladı. Ortalık bir savaş alanına döndü. Parkın içerisini kopkoyu zehirli bir sis kaplamıştı. Bu zehirli sisin arasında, suratları gaz maskeli polislerin kalkıp inen copları görünüyordu.

Ensemden yediğim bir cop darbesiyle kendimi yerde buldum. Başım dönüyordu. Zaten biber gazı da beni oldukça sersemletmiş, soluğumu kesmişti. Sonra, sağıma soluma inen tekmeler, küfürler hayal meyal anımsadıklarım... Kendime geldiğimde, bir zırhlı aracın içerisine istifleme doldurulmuş, tangur tungur gidiyorduk.

Sonrası malum! Nezarethane, mahkeme, tutuklanma!

Yani buradan çoğu yırttı, beni yine tutukladılar. Dosyam kabarık olduğundan olsa gerek..

Yine ayni yer, ayni karşılama töreni. Ama bu kez terfi etmişim abiler!  Siyasi tutukluyum.

Ayı Musa aynen şöyle şaşkınlığını belli etti:
—Vay anasına be ! Şimdi de siyasi... Aşkolsun sana çocuk!




Bak burası M.K. caddesi, saat kaç? 15.30 değil mi?

Benden başka seyyar satıcı var mı? Yok... Yasak çünkü!.. Akşam saat 18.00’den önce, kimse tezgâh açamaz... Ama ben açarım. Zabıta bir şey demez bana. Artık izinliyim. Usulü dairesinde şu köşecikte açar,  sessizce satışıma bakarım.

Bu satış izninin de öyküsü şöyle oldu:

Abi, ‘İz.’ Belediyesi, sadece piyasa işportacılarına değil, işportacılık yapmak isteyen herkese bir olanak tanıdı. Şöyle ki, saat 18.00’den sonra K.A. bölgesinde isteyen herkes birşeyler satabilir, serbest... Zabıta karışmıyor anlıyacağın. Ama öylesine çok işportacı tezgâhı kuruluyor ki, satış yapabilme olanağın oldukça kısıtlı oluyor. Durum böyle olunca ben yasak saatlerde de tezgâh kurmaya başladım. İşte yine burada, aynı yerde. Ama çok defa zabıtalara yakalandım.

Her yakalanışımda hem ceza yazıyorlar, hem de tezgâhı derhal kapatmak zorunda bırakıyorlar.

Anlıyacağın soluk aldırmıyorlar. Çok kavgalar yaptım, çok zabıta dövdüm. Mahpus damlarına girdim, çıktım.

Baktım olmuyor, mahpus damlarına girip çıkmaktan, para cezası ödemekten iflâhım kesildi; doğru zabıta denetim müdürlüğüne gittim. Bizzat müdürün kendisiyle görüşmek istediğimi söyledim. Adımı soyadımı falan yazdılar  “Bekle”dediler. Salonda benim gibi  kılıklı-kılıksız bir sürü insan var. Boş bir sandalye bulup diğerleri gibi beklemeye başladım.




Birkaç saat sonra suratsız bir memur beni ünledi. Doğru müdür beyin kârşısına çıktım.

—Derdin ne, diye, suratıma bile bakma tenezzülünü göstermeden sordu. Sorarken de ha bire bir şeyler yazıyordu. Daha doğrusu can sıkıntısından mı ne, önündeki kâğıda birşeyler çizip karalayıp duruyordu.
—Müdür bey ben işportacıyım!

Müdür bey hâlâ kalem elinde birşeyler çizip karalarken, hışımla başını kaldırmadan konuştu:
—Ne olmuş işportacıysan?
—En az on kez zabıtalarınıza ceza ödedim.
—İzinsiz satarsan ödersin tabii!
—İzin… Nasıl?
—Cadde ortasında izinsiz mal satarsan demek istiyorum..
—İzin vermiyorlar ki “yasak” diyor zabıtalarınız.
—Tabii ki yasak.
—Bir oluru yok mu müdür bey? Bu memlekette herşey yasak da!
—Evladım yasaklara uyacaksınız... Yasalar var, yasalara uymayanlar cezalandırılır. Sonra da işte böyle gelip “ceza ödedim, falan filan” diye  dert yanarsınız. Yasalara uyun ceza ödemeyin!
—Yasalara uyarsak aç kalıyoruz müdür bey!
—Bak hele! Aç kalıyormuş. Yasalarca serbest olan işler yap evladım,  böylece cezalardan da kurtulmuş olursun.
—Hangi işi müdür bey? İş mi var?
—Ne demek yani: “İş mi var”... Şu koca şehirde iş bulamıyor musun evladım?
—Müdür bey, Ben sekiz defa hapise girdim, çıktım. Hep kavgadan, hep zabıta, polis, memur dövmekten. Mesleğim yok, başka işe girip de çalışma  şansım da yok. Çünkü ‘sabıkam var’ diye almıyorlar. Adım Orhan K., baktırıverin dosyama, ne olduğunu anlarsınız.
—Demek bir de zabıtalarımızı tutup dövmüşsün?
—Evet müdür Bey, üç beş kez dövdüm ve suçumun cezasını da maddi, manevi fazlasıyla çektim.
—Bak hele sen. Şimdi de gelmiş karşımda “Zabıtalarınızı 3-5 kez dövdüm” diyorsun. Hem de hiç çekinmeden, hem de sanki iyi bir halt işlemişsin gibi söylüyorsun!

Bunları söylerken elindeki kalemi hırsla masanın üzerindeki kalem kutusuna fırlatıp, başını kaldırarak bana ilk kez şöyle bir baktı.

Benim üzerimde modaya uygun yarı yırtık paçaları dizden biraz aşağıda (işporta malı) kot pantolon, önü, arkası açık(işporta malı) yazlık bir ayakkabı ve önünde Yılmaz Güney’in portresi olan(işporta malı) bir tişort vardı.

Beni, suskun şöyle bir dakikadan fazla süzdü.

Ellerimi önden birbirine kavuşturmuş, ayakta ve tam karşısında başım önüme eğik öylece dikeliyordum.
—Evet müdür bey. Söylüyorum. Ama  çekinmemekten değil, üzülerek söylüyorum. Keşke olmasaydı! Keşke onlar da biraz daha insancıl, merhametli davranmış olsalardı. Küfür etmeselerdi! Tezgâhımı tekmelerle haince dağıtmasalardı! Mallarımı tahrip etmeselerdi!

Bir de Gezi Parkı tutuklanmam var. Mahkemem hâlâ devam ediyor. Hiç suçumuz yokken hem dayak yedik hem de tutuklandık müdür bey. Olayları siz de biliyorsunuzdur tv’den, gazetelerden hatta canlı canlı direnişimizden... Bir de şimdi oradan da dosya eklendi sabıka kayıtlarıma.
—Vay bee! Adama bak yahu! Vurma, kırma, yasalara aykırı kaçak mal satma, vergi kaçırma, tüm bunlar yetmiyormuş gibi bir de Gezi Parkı eylemlerine katılıp politikleşme.. Siyasi sabıka! Pes doğrusu!

—Eee... Peki, sen şimdi ne istiyorsun? Bak dışarıda sürüyle insan var. Hepsi de seninkine benzer sorunlar için buraya geliyorlar. Ama belediyenin kararları var. Biz sadece belediyece alınan kararları uyguluyoruz.
—Müdür bey, ben çok müşgül bir durumdayım. Zabıtalarınız beni 15-18 arası görmesinler, idare etsinler. Çünkü dosyam kabarık, iş bulamıyorum.
—Vay bee! Belediyenin almış olduğu kararlar ne olacak peki? Biz yine de sizleri düşünerek, akşam saat 18.00’den sonra  işporta satışlarını K.A.’da serbest bıraktık ya evladım!
—Müdür bey aynı malı aynı güzergâhta satan onlarca işportacı var, kimse bir şey kazanamıyor. Rekabetten ötürü fiyatlar  iyice kırılmış durumda. Müsaade buyurun da hiç değilse 15.00’den itibaren bir köşecikte küçük tezgâhımı açıvereyim..
—Evladım, sen gazeteleri okumuyorsun herhalde. Esnaf şikayetçi, valiye, belediye başkanına falan çıkmışlar. “İşportacıları dükkanlarımızın önünde istemeyiz” diye... Üstelik işportacılar esnafın kapısının önündeki saksıları falan parçalayıp atmışlar, esnafı da,  “Asarız, keseriz” diye tehdit etmişler. Yani durumlar kötü. Belki ileride işporta işi tamamen yasaklanır.
—Ne yapalım müdür bey? Yasak oluncaya kadar... Sonra… Sonra da bir kapı açılır herhalde? Şu koca şehirde bir kapı... Mutlaka!.. Hem açılmazsa da yine kaçak satmak zorunda kalacağız.  Çünkü başka geçim kaynağımız yok!
—Uyanık bir gençmişsin.. Seni sevdim!

Abiciğim bunları söyledikten sonra o ciddi müdür gitti; samimi, güleç bir başka müdür geldi. Adamda ne kızgınlık ne de o kaf dağında olmalar kaldı. Üstelik tişortumu da pek sevdi. Yılmaz Güney filmleriyle büyümüşmüş. Onları anlattı durdu... Bir de tutup sormaz mı?
—Sen de Yılmaz Güney’i seviyormusun, diye!
—Ama müdür bey, Yılmaz Güney’i sevmezsem, şöyle göğsümün üstünde gezdirip durur muyum hiç?

Bu yanıtım Müdür beyin daha da hoşuna gitmiş olacak ki:
—Dosyanı soruşturacağım. İnşallah söylediklerin, sabıkaların falan doğrudur. Sen adını, soyadını gel şuraya yaz. Sonra yarın aynı saatte gel, sıra falan beklemeden bana uğra. Ben senin dosyanı bir soruşturayım hele!

Hemen adımı soyadımı yazdım. Fazladan da adresimi, cep telefonumu ekleyiverdim. Sonra elini öpmek istedim tabii ki... Eline bir saldırışım var ki... Adam elini öptürür mü hiç? Elini hızla geri çekti. Ben bir hamle daha yapacak oldum. Elini usulca uzatıp benimle toka yaptı.
—Bak seni sevdim ama böyle yaparsan sevmem. Kimsenin elini öpmiyeceksin bundan sonra, demez mi!..

Bir şey anlıyamadım söylediklerinden ya! Hemen anam aklıma düştü. Yani şimdi ben anamın da mı elini öpmiyeceğim? Bunları düşüne düşüne dışarı çıktım.

İçimde bir hafifleme, içimde bir coşku... Salonu doldurmuş kadınlı-erkekli şu insan yığınağına tek tek sarılıp tek tek öpmek içimden geliyor. Göğsümdeki çatık kaşlı, yiğit Yılmaz Güney’i okşadım, öptüm, öptüm. Sonra  koşar adımlarla caddelerdeki insanları yara yara  K.A.’a  gidip
Vedat’ı buldum. Bir çantaya sahte marka güneş gözlükleri doldurmuş millete orijinal diye kakalamaya çalışıyordu.

Vedat, 25 yaşlarında olmasına karşın oldukça esmer, sıska ve sempatik olduğu için 17-18 ancak gösteriyor. Ayağında işporta malı adidas, sırtında da yine işporta malı adidas eşofman takımı.

Taktiği de şöyle: Gözüne kestirdiği kişilere yanaşıp:
—Abi az önce gözlükçüyü soydum, ...marka gözlükler yürüttüm. Bir baka mısın?

Tabii gözüne kestirdiği müşteri daha gözlüklere bakmadan fiyat sorar:
—Kaç lira?

Vedat  müşteriye yaklaşıp bir yandan çantanın ağzını açıp taklit gözlükleri gösterirken, bir yandan da “ne verirsen abicim” der ve kesinlikle 3 liraya aldığı gözlüğü en az 10 liraya okutur.




Vedat tezgâh açmaz. Hep koşma, kaçma durumundadır. Sanki bir yerlerden birşeyler çalmış, sanki bir yerleri soymuş gibi. Ama Vedat’ı severim. İstediği zaman yanımda tezgâh da açtırırm! Ama onun işine gelmez ki! Çalıntı mal, soygun malı satıyorum numaralarında olduğu için tabii ki!

Vedat beni görünce manalı bir göz attıktan sonra usulca eliyle “Biraz bekle” işareti yaptı. Kafaya aldığı iki bayana gözlükleri tek tek gösterip dil döküyordu.. Bayanlar gayet ciddi gözlükleri tek tek inceliyor, Vedat’ın tuttuğu aynanın karşısımda takıp takıp çıkarıyorlardı. Sonunda bayanlara 3 liralık gözlükleri 15’er liraya satmayı başardı.
—Vay be! Satana kadar akla karayı seçtim. Yine de ucuz aldıkları için sevinçliydiler. Sen de gördün ya onları nasıl mutlu ettiğimi...
—Gördüm gördüm! Seni üç kağıtçı, “Kazıkladım” demiyorsun da!
—Ne kazıklaması be abi. Gözlükler sahte mahte ama  vallahi gerçeğinden farkı yok! Söz gelimi o da Ray Ban, bu da Ray Ban! Benimki 15 gayme, gerçeği ise 200 -300 gayme!
—O pahalı ama gerçek.
—Bu da gerçek. Üzerinde Ray Ban yazıyor mu? Yazıyor. Hem ucuz hem de gerçek. Bir farkı var. Birisi yasal yollardan yapılıp piyasaya sürülmüş, diğeri kaçak yollardan! Belki de Çin’in Taiwan’ın ücra mahallelerinde, günde 2-3 dolar yevmiye ile çalışan kadınlar, çocuklar tarafından yapılıp piyasaya sürülmüş. Materyal aynı, emek aynı...
—Materyal aynıymış...Pööhhh!
—Abiciğim, kalite az düşük olsa da ne fark eder? Nasılsa bir sezon sonra yeni modalar çıkacak. Gözlük rengi, çerçeve şekli hepsi değişecek. Ve bu yıl ki gözlükler en kalitelisinden de olsa  artık takılmayacak, yenisi alınacak!
—Aslında benim sattığım parfümler de  senin gözlükler gibi bir şey. Yani kalite...
—Haa şunu anlıyaydın. Biraz kalite farkı varmış. O kadarcık da olacak yani. “Yok” fiyatına “marka mal” alıyorlar. Üstelik kaçak olduğu için satması bile rizikolu aslına bakarsan.
—Ahh burası Türkiye... Kim kime, dum duma... Bu ülkede bir malın orijinalini bulmak artık şansa kalmış bir şey.. İyiki de sahtesini üretiyorlar. Gerçek olanların maskesini düşürüyorlar böylece.

Orhan, Vedat’tan ayrıldıktan sonra otobüse binip evin yolunu tuttu. Güvercinlerine yem verdi. Annesini öptü, hazırladığı patlıcan, biber, domates kızartmasından ekmeğini bana bana iştahla yedi. Zabıta müdürü ile aralarında geçen  konuşmayı anasının şaşkın bakışları arasında gururla  anlattı. Sonra güvercinlerine yöneldi. Yemlerini tazeledi, onları tek tek sevdi, tek tek uçurdu. Mavi gökyüzünde ahenkli bir şekilde süzülüşlerini ve dönüşlerini sanki ilk kez görüyormuş gibi hayretle izledi. Artık işe gitme zamanı da yaklaşıyordu.  Saat 16.00 olmuştu ama hâlâ bunaltıcı bir sıcak vardı. Gidip kafasını soğuk suya tutup iyice yıkadı. Anasının türlü çiçekler ektiği gecekondularının küçücük bahçesinde hortumu önce saksılara tuttu, sonra da ayaklarına.. Biraz serinlemişti..

Sonra parfümleri doldurduğu çantayı alıp otobüs durağına doğru yürüdü.
Akşam saat 18.00’de tezgâhını açmış, satışına başlamıştı bile..

Nasıl da sıcaktı. Gölgede 35 derece! Saat 14.30’da K.A.’da Orhan’ın tezgâh açacağı M.K.caddesine açılan X pasajında oturup bir şişe su içtim, kendime bir çay söyledim. Kavurucu sıcak olmasına karşın günlerden cuma olduğu için caddede belirgin bir canlanma başlamıştı bile. Bazı isportacılar daha şimdiden  bavullara, kartonlara doldurdukları satacakları mallarını
getirip caddenin kenarlarına, dükkan aralıklarına zulalıyorlardı. Akşam 18’e daha 3,5 saat vardı. Orhan, Zabıta Denetim Müdüründen sözlü bir onay almıştı. “Git söylediğin yerde ama 15.30’dan sonra tezgâhını aç. Ortalığı velveleye verme. Ben arkadaşlara söyledim. Seni idare edecekler.”

Bugün ben de Orhan’ın yanında durup satışı birlikte yapacağız. Satış yapacağımız yerde de aksi gibi bir gölgelik yok. Tam güneşin ortasında... Ama karşıdaki mağazanın önü gölge. Tezgâhı kurduktan sonra o gölgeliğe sığınırız.

Satış üzerine en ufak bir bilgim yok. Bugün onun tezgâhını açmasına, toplamasına yardım eder, nasıl satış yaptığını, nasıl racon kestiğini dikkatlice izlerim.

Satacağımız mal, 12 parçadan oluşan kadın-erkek bornoz takımı, çeşitli taklit marka parfümeri.

‘Bamboo’ marka bornoz takımı saplı karton kutunun içerisinde 48 liraya alıyoruz, tutturabildiğimize 90 liraya kadar satıyoruz. Aslında oldukça da kaliteli..

Parfümlerin  ise 3 ile 5 lira arasında alış fiyatları var. Cristian Dior, Calvin Klein, La Coste, Kenzo, Georgio Armani, Burrberry, Chance Chanel, Paco Rabanne, Davidoff Champion, Ricci, Hypnose... 10 ile 20 lira arasında tutturabildiğimiz fiyata satıyoruz. Parfümler fazla sıcağa dayanıklı değil. Güneşte fazla kalırsa patlıyorlar. Geri verme olanağı yok.. Onun için oldukça dikkatli olmak gerekiyor. Bir bebeğe bakar gibi, bir bebeği kollar gibi onları kolluyoruz, yine de birkaç tanesinin patlamasına engel olamıyoruz. “Bommm” diye patlayıveriyor.

Orhan sanki gidip de bir yerlerde kursunu almış gibi sattığı mallarının reklamını çok güzel yapıyor. Adeta ezbere konuşuyor. Bazı müşteriler tabii  önemle parfümü satarken attığı ince palavralara başını sallayıp bıyık altından gülüyor. Ama Orhan bu bıyık altı gülüşlerin farkında olmasına karşın gayet ciddi, sallamalarına devam ediyor:
—Bakar mısınız hamfendi! Şu mühüre bakınız! Gümrük malı bunlar. Sahte falan katiyyen değil. Kıbrıs gümrüğünden ele geçirdik. Buyurun sıkayım elinize. Koklayınız... Koklayınız... Gördüğünüz gibi orijinal. Alırsanız şayet
açılmamış kartonu var. Hemen takdim edeyim.

Genel olarak bizim varoşlarımızın bayanları, genç kızları ve delikanlıları ilgi gösteriyorlar, bu “gümrükten kaçırılmış orijinal” parfümlerimize. Çünkü keseye uygun, hem de oldukça uygun. “El yakmıyor!” bir deyişle.

Bir de şöyle reklamını yapıyoruz. Gidin mağazaya şu parfümleri almaya kalkın bakın kaç lira! Ama ben size söyliyeyim: Tamı tamına 165 lira! İçlerinde öyle markalar var ki, gerçekten parfümeri mağazasından almaya kalksan 300-400 lira vermen gerekir. Burada 20 liradan başlıyor, fiyatlar düşe düşe 7.5 liraya kadar düşüyor. 400 lira nerde? 7,5 lira nerde?

Bornozları satarken de:
—Dükkan kapattık hamfendi. Onun için ucuz. Gidin bakın “Öz.G” mağazasında aynı takım 200 lira! Biz size bunu en son 80 liraya bırakırız, gibi...

Kadın kocasını çekiştirir, kulağına eğilip çok ucuz olduğunu söyler. Adam 80 lirayı duyunca ürperip geri geri kaçar. Ama nafile... Kadın bir kez karar vermiştir almaya da “hangi rengi alsam acaba”nın ikilemi içerisindedir. Kırmızı, bordo, yeşil, beyaz, mavi, eflatuni... Ama sonuç olarak kadın kocasını da renk seçmekte yardıma çağırır.Adam istemiye istemiye gelip bir renk seçmeye çalışır, evirir, çevirir, bir türlü karar veremez. Ama kadın seçtiği rengi kocasına gösterir, onayını almaya çalışır. Adam bu kez başka bir renk bornoz eline alır, karısına sırf muhalif olmak için bunu yapar. Ama kadın bir kez karar vermiştir. Adamın muhalifliği falan artık sökmez. Kadının beğendiği bornoz alınır ve kocası pamuk ellerini cebine atar!

Saat gecenin 22’si olmuştu. Gökyüzünde yıldızlar göz kırpıyordu. Kalabalık da giderek azalmaya başlamıştı. Gelip geçenler de artık tezgâhlara alıcı gözüyle bakmıyor, bir an önce evlerine ulaşabilmek için acele ediyorlardı.
Orhan’a:
—Ehh artık gitme zamanı geldi, dedim. Bana elini uzattı ve bir sonraki gün buluşmak üzere vedalaştık.

Bir sonraki gün gittiğimde, Orhan yoktu. Çok bekledim ama gelmedi. Bir ara bantlara oturup karanlığın iyice çöküşünü izledim. İşportacılar sessizce birşeyler satmaya çalışıyorlardı. Elindeki torbaya koyduğu termosla çay, kahve satan gezgin çaycıdan bir çay alıp içtim. Orhan’ın yeri öylece boş duruyordu. Ve ben Orhan’ın sesini duyar gibi oluyordum. Bir güvercin gelip  bu boş duran yere dökülmüş yiyecek kırıntılarını yemeye başladı. Sonra birken iki, üç, beş, altı oldular. Ben de yerimden kalkıp otobüs durağına doğru usulcacık yürümeye başladım.




YAVUZ AKÖZEL
24.09.2013/URLA
.