Günümüzde edebiyatın sermayeyle sınavı devam ediyor... Sermayenin kabul alanına girenlerin; parayla değil gönülle yazma çabasında olan şair ve yazarları küçümseme alışkanlıkları sık sık öne çıkıyor.
Hilmi Yavuz, bir müridini, kendi tarzında şiir yazdığı için elinden tutup edebiyat kulesinin surları için koyduğu bilindiği hâlde, hâlâ tv programında, “Yeteneği olan öne çıkar” diyerek nâme yapabiliyor. O surların içine girmiş kimi şair ve yazar da dilediği gibi özgürce yazamamaktan şikâyet etmekte... Biz biliyoruz ki, burjuva yazarının özgürlük alanı sınırlıdır, özgürlüğü yoktur. Çünkü burjuva yazarının özgürlük sınırı, satın alındığı noktada bitmektedir. Onun, surların içinde kendine özgürlük alanı araması beyhudedir.
Halbuki bizim anladığımız anlamda edebiyat; refahın, alışkanlığın, gevezeliğin, kendinden memnun olmanın karşısında olmalıdır, asıl ödevi budur. Gilles Gaultier’in deyişiyle: “Edebiyat; dalavere, dolap, yaldız karıştırmaya değil, tehdit edicide, kıyıcıda, ezicide, yaygın mutsuzlukta, belirsizlikte gedikler açmaya dayanmalıdır. Edebiyat, bir araştırma, yoklama, yeniden yapma sürecidir. Kendi dışkısında debelenip durmak, görgü gösterişi yapmak değildir.”
Bugün, “Ben taraf tutan edebiyata karşıyım” diyenler de mutlaka bir tarafın, edebiyatla kitleler arasındaki ilişkiyi koparmak isteyenlerin tarafındadır. Bakın egemenlerin tarafında yer alan, pompalanarak edebiyat starı yapılan Elif Şafak, kendi tarafını ne güzel biliyor, kendi tarafının edebiyatını şöyle açıklıyor: “Kurduğunu yıkmaktır edebiyat, hakikati parçalamak, her parçadan ayrı ayrı bakmak, mıhlanmamak bir köşeye ya da kimliğe, değişebilmek, dönüşebilmek, hiç olabilmek, çok ve çoğul olabilmek, başkası olabilmektir.”
Sözün özü, burjuva edebiyatının temel ilkesi hakikati parçalamak, tutarlı ve onurlu bir tavırda kalınamadan durmaksızın değişebilmek, dönüşebilmek, hiç olabilmek, kendi türünden başkaları olabilmektir. Bizim edebiyatımızı, sosyalist edebiyatın niteliklerini ise Ahmet Yıldız şöyle saptıyor: “Edebiyat ve sanat bir oyun değildir, yoğun bir şekilde siyaset yüklüdür. Ateşe ve çeliğe, tere ve kana aittir; toplumsal değişimlerin önemli bileşenlerindendir.”
Bizim taraf tutma konusundaki tavrımızı Engels’in şu sözleri belirler: “Taraf tutucu edebiyata hiç de karşı değilim. Tragedyanın babası Aiskhylos da, komedinin babası Aristophanes de kuşkusuz taraf tutan şairlerdi; Dante ve Cervantes de öyle... Fakat şuna inanıyorum ki yazarın tarafgirliği açıkça ortaya konmamalı, yapıttaki durumdan ve eylemden çıkmalıdır.”
Sözün özü, anlayışımıza, anlağımıza yuvalanmış, taşlaşmış sanat ve güzellik anlayışını aşmakla işe başlıyor devrimci edebiyat ve sanat; varolanı, zamanın akışı içinde çatışa değişe evrimleşmekteki niteliklerini çelişkileriyle yakalama çabasını güderek...
Nihat Behram, söylediklerimizi şu özlü sözlerle tamamlıyor: “Yaşadığın şeyin üstüne çıkmak için. Altında kalıp boğulmamak için. Ayakta durabilmek için. Yüreğimi haykırabilmek için. Düşmanıma karşı savaşabilmek için. Dostumun yanıbaşında olabilmek için. Acıma kuvvete dönüştürmek, sevgimi itiraf edebilmek için. Hayatta yaşama dair her şeyin acemisi gördüğüm kendimi biraz olsun ustalaştırabilmek için... Yazıyorum! Kısacası yazdığım şey benim için bir yaşama silâhı oluyor.”
Ali Ziya Çamur
BU SAYININ SAVSÖZÜ
"İşçi sınıfının genel sınıf çıkarı yerine dar ve grupsal çıkar kaygısıyla hareket eden akımların ve sanatçıların ikameci mantıklarıyla ve tarzlarıyla Sosyalist Gerçekçi Sanatçı kadrosu yetiştirilmesi mümkün değildir. Yaşanan onlarca, yüzlerce deneyimlerde dar ve grup çıkarı ile yetişen sanatçıların belirli bir süre sonra kendi özel çıkarlarına yönelerek gruplardan koptukları, kapitalist sanat piyasasına, kültür endüstrisi pazarına girerek, birer ün düşkünü asalak ve köşe kapmaya çalıştıkları yaşanarak görülmüştür. Çünkü dar ve grup çıkarı kaygıları, geçim ve özel çıkar kaygılarına çok kolayca evrilebilmektedir. Dar ve grup çıkarını da geçim ve özel çıkarını da besleyen kapitalist özel mülkiyettir. Burjuva ve küçükburjuva sosyalizminin özel mülkiyetçi anlayışından kopuş sağlanmadan Sosyalist Gerçekçi Sanatçı kadroları yetiştirmek mümkün değildir.
Dar ve grup kaygısı ile hareket eden devrimci, sosyalist iddialı sanatçıların yer yer kararlı ve yetenekli olmaları bir olumluluğu içermektedir. Ancak bu olumluluk yeterli değildir. Kararlı ve yetenekli devrimci, sosyalist sanatçıların birikimlerini, deneyimlerini ortaklaştırarak Cephesel bir yürüyüş hattı oluşturmaları gerekmektedir. Eşit ilişkiler temelinde diyalog zemini güçlendikçe diyalektik etkileşim zemini ve kolektivizm zemini de güçlenecektir. Kolektivizm zemini güçlendikçe Sosyalist Gerçekçi Sanatın hem yöntemi hem tekniği hem özgünlüğü hem de yeniden üretimi zenginleşecektir. Ancak kolektivizmin sağlayacağı olanakların ve nitelikli, örgütlü sanat hareketi sayesinde diğer sanat akımlarına da müdahale etme olanağı elde edilecektir."İSMAİL HARDAL ( Sanat Cephesi Dergisi S.13)
YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ
TUNCEL KURTİZ SONSUZLUĞA YÜRÜDÜ...
Türkiye Sinemasının emekçi ustası, rol yapan değil, rolü yaşayan ve yaratan usta sanatçı Tuncel Kurtiz’i 28 Eylül’de yitirdik.
Onu önce Yılmaz Güney filmlerinde tanıdık. Umut... Sürü... Duvar... Filmlerindeki performansı ile sinemanın öncü adlarından; sanat, toplum ilişkisi yönünden gerçeğin temsilcisi oldu.
Tuncel Kurtiz, sadece bir sinema sanatçısı değildi. demokrasi, eşitlik, özgürlük kavramları onun sanat dünyasında birer tema olmaktan öte yaşamsaldı, vazgeçilmezdi...
"Oyuncu, yönetmen, yapımcı, senarist. Bunların hepsiydi ama Tuncel Kurtiz en çok halkın sanatçısıydı. Aydındı, komünistti, eşitlik ve özgürlük bayrağının taşıyıcılarındandı.
Halkımız bu değerli sanatçısını unutmayacak...
ŞAİR YUSUF UYGAN SONSUZLUĞA UĞURLANDI
27 Eylül 2013 de Ankara'da geçirdiği kalp krizi sonrasında hayatını kaybeden Şair Yusuf Uygan'ı kaybettik.
Şair Yusuf Uygan, Eskişehir’de ve Türkiye'nin birçok ilinde Nazım Hikmet resim ve fotoğraf sergileri açmış, 2012 yılında ‘Eylül Sarılışlarını Kıskanırdı Yaz’ isimli şiir kitabını çıkartmıştı.
12 Eylül 1980’de TÜS-DER merkezi yayın organı Sağlık Emekçilerinin Sesi Gazetesi Yazı İşleri Müdürlüğü sırasında yazıları nedeniyle (301)159. maddeden yargılandı. 1989 yılında Konya DGM’de kendisine ait olan kitabevinde yasaklandığı tebliğ edilmeyen kitaplar ve kitap kapağının kırmızı renkli olması nedeniyle yasak olduğu düşünülen Atatürk’ün NUTUK kitabı yüzünden 141-142 maddelerden yargılandı. Maddeler kaldırılınca dava ortadan kalktı.
1983 yılından ürün satış ve pazarlama kampanyalarında çeşitli afiş, ambalaj, logo,reklam filmi tasarım ve uygulamalarını yaptı. 1981 yılında Abdi İpekçi Afiş yarışmasında çalışması, sergilenmeye değer bulundu.
Şiirin yanı sıra grafik,fotoğraf ve sinema dallarında çalışmalar yürütüyordu. Ülkemizde yaşanan drama. "Gezi , Sokak Çocukları Ve Engelliler” için belgesel hazırlıyordu. Yarım kaldı, hayatı, umutları ve aşkı gibi...
YAZAR TURGUT ÖZAKMAN YAŞAMINI YİTİRDİ
Oyun, senaryo ve tarihsel, belgesel romanların yazarı, bürokrat, eğitimci Turgut Özakman 28 Eylül’de yaşamını yitirdi...
Özakman’ın ünü önemli tiyatro eserlerinden geliyordu. Oyunları kurumsal ve özel tiyatrolarda büyük ilgi görerek sahnelendi. Ama günümüzdeki ününü daha çok yakın tarihle ilgili çok satan belgesel romanlarıyla kazandı.
HASAN İZZETTİN DİNAMO’NUN YENİ ŞİİRLERİ BULUNDU
Hasan İzzettin Dinamo’nun bazıları daha önce hiç yayımlanmamış ve bazıları kendisi tarafından seslendirilmiş şiirleri, ölümünün 25. yılında bir kitap ve CD olarak okurla buluşuyor. Şairin kızı Işık Dinamo tarafından hazırlanan ‘Ateş Ormanları Arasında’ adlı derleme, yarın Tekin Yayınevi’nden piyasaya sunuluyor.
Kitapta, Dinamo’nun 1944 yılında dergide yayınlamak üzereyken bir polis baskınında, henüz müsvedde halindeyken yakalanan “ Türkiye Sovyet Cumhuriyeti” adlı daha önce hiç yayınlanmamış şiiri de yer alıyor.(Şiiri, aşağıda UNUTULMUŞ ŞAİRLERİN UNUTULMAZ ŞİİRLERİ bölümünden okuyabilirsiniz.)
O tarihte, TBMM tarafından el konan ve yıllarca yasaklı tutulan şiir, meclis tutanaklarından çıkarılarak okurla buluşturuldu.
Bu şiir nedeniyle bir yıl hapis cezası alan ve yatan Dinamo’nun heykeli ise kayıp. Trabzonlu olan Dinamo’nun memleketindeki bir parkta bulunan heykelinin belediye tarafından depoya kaldırıldığı ve daha sonra kaybedildiği öğrenildi.
AHMED ARİF'İN LEYLA ERBİL'E YAZDIĞI
AŞK MEKTUPLARI KİTAPLAŞIYOR
Leyla Erbil’in ölümünden sonra ortaya çıkan, Ahmed Arif’in Leylâ Erbil’e yazdığı mektuplar en sonunda yayımlanıyor. “Leylim Leylim” adıyla yayımlanacak kitapta 1954-59 arasında yazılmış 60’tan fazla mektup var.
Kitabın editörü Ruken Kızıler, sunuş yazısında “Mektup, mektubu yazan ve gönderen ile mektubu alan ve okuyan arasındaki gizdir. Bu iki kişinin arasındaki giz silinemeyecek/değiştirilmeyecek bir biçimde kâğıda aktarılmış, söz uçamayıp çakılı kalmıştır. Tam da bu yönüyle ‘kaleme alındığı anın gerçekliği’ zaman tarafından aşındırılamadan, tüm tazeliği içinde korumaya alınmıştır” diyor.
Zamanın aşındıramayacağı mektuplarda Diyarbakır’da sürgün Ahmed Arif’in sıkıntıları var: Adeta ölümle yaşam arasında gidip gelen bir sarkaç... Öte yanda, siyasi baskılar, yayın dünyasının ikiyüzlü yanı... Ama daha önemlisi, okurken “demek böylesi de yaşanmış” dedirten büyük bir aşk... Ahmed Arif “Leylim” diye başladığı bir mektubu şöyle sonlandırıyor:
Ahmed Arif, onu sade şairliğine değil, hayatta kalmasına da neden olarak görüyor. Sürgünlüğün sıkıntılarıyla uğraşırken, yokluk çekerken Leylâ Erbil onu hayata bağlayan bir köprü gibi: “Ne tuzsuz şeydi şu dünya be. Geldin, buldun, şenlendirdin, insan ettin beni.”
Peki, Ahmed Arif, aşkına karşılık buldu mu? Kızıler sunuş yazısında bu soruyu yanıtlıyor: “Leylâ Hanım bu mektuplarda dostluk sınırını çizmiş ve bu sınırı gün geçtikçe derinleştirmişti. Ahmed Arif’in bu konumu kabullendiği mektuplarından anlaşılıyor.” (CUMHURİYET)
ŞAİR SÜLEYMAN OKAY, 14. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE ANTAKYA'DA ANILDI
Antakyalı sosyalist şair-yazar Süleyman Okay ölümünün 14. Yılında 15.00-16.00 saatlerinde mezarı başında anıldı.
Önce, Hatay'lı 47 şair-yazar ve sanatçının imzaladığı basın açıklamasını kamuoyuyla paylaşmak için Antakya'da Yunus Emre parkında buluşuldu. Basının gösterdiği ilgi karşısında TOMA, onlarca sivil polis ve yüze yakın kalkanlı, bombalı çevik kuvvet ekibi de gelip karşı tarafa geçtiler. itirazlara rağmen açıklama yapıldı. Bu sırada polis kameraları sürekli topluluğun üstündeydi.
İki saat sonra sanatçılar, Süleyman Okay'ı anmak için mezarlığa gittiler. Orada da sivil polislerin tacizi devam etti. Mezar başında konuşma yaparken, şiirler okunurken, iki polis konuşanların yanına kadar gelip, kameralarıyla sanatçıları ve izleyicileri bir anlamda taciz ettiler. Süleyman Okay'ı layık olduğu biçimde anıldı.
Süleyman Okay’ın mezarı başında oğlu şair-yazar Adil Okay, gelen sanatçı şair yazar dostları konuşmalar yaptılar. Büyük oğlu Arif Okay’dan gelen mesaj şöyle:
“Süleyman Okay her zaman dik durdu. Adım adım izlendi, muhbirlere konu oldu, ihaneti gördü. Herkesin selam vermeye korktuğu devrimci insanlarla omuz omuza mücadele etti. Korkusuz, dirençli ve kararlı bir yaşam sürdürdü. Şiir onun aynası oldu.
Çocukluk, delikanlılık günlerimizde dar geliriyle nesi var nesi yoksa paylaştıklarımızı unutamam. Kitabı ve sıcak ekmeği paylaştık, dünya sorunlarını konuştuk. A.B.D.’nin Vietnam’dan defolup gitmesini radyodan duyunca evimizde bayram havasında kutladık.
Antakya sokaklarında, çarşılarında birlikte gezdiğimiz günler… Yılbaşlarını kutladığımız geceler… Bayram sevinçleri… Bayram arifesinde yastığımın altına koyup yattığım yeni kunduram…
Akşamları sade soframızda bize okuduğu şiirler… Kendine özgü sesiyle okuduğu Enternasyonal Marşının tınıları hâlâ kulağımda çınlıyor. Sıkıntılı bütçelerle de olsa birlikte yaşadığımız güzel günleri unutamam.
Babam Süleyman OKAY’ı bir kez daha özlemle ve saygıyla anıyorum.”
Ragıp Zarakolu, Süleyman Okay’ın yaşamını ve mücadelesini şöyle anlatıyor:
“Hiçbir baskıya ve yıldırma politikalarına karşı yılmayan bir devrimci olan Süleyman Okay, 70’li yıllarda Yeni Edebiyat, Yansıma, May, Ozanca, Hakimiyet Sanat, Ilgaz dergilerinde şiirleri ile öne çıktı. Köşe yazarlığı yaptı. Yazılarında edebiyat, siyasi ve yerel konuları işledi. Yaşamı boyunca çok sayıda şiir ve öykü yazdı. Bunların birçoğu gözaltılar ve ev aramalarında kayboldu.
1977’de Okay Matbaasını kurdu. İlk şiir kitabı “Mermi Konuşuyor” bu matbaada basıldı. Ancak kitap basımdan hemen sonra gelen 12 Eylül darbesi nedeniyle dağıtılamadı. 12 Eylül darbesi üzerine ağır bir biçimde çöktü, gözaltına alındı, bir süre kendisinden haber alınamadı, daha sonra tutuklandı. Önceden hazırlandığı belli olan bir kararla 3 aya mahkum edildi. Fazlasıyla 5.5 ay yattıktan sonra tahliye edildiğinde akciğer hastalığı iyiden iyiye ilerlemişti. İki yıllık bir tedavi sonucu kısmen iyileşti.
Aynı süreçte küçük oğlu(Adil Okay) işkencelerde ve apartman boşluğuna atıldığında sakatlanmış, Süleyman Okay inanılmaz bir direnç ile oğlunun can güvenliğini ve sağlığını sağlamıştı. Yurt dışına çıkmak zorunda kalan küçük oğlunu özlemle ve inançla 15 yıl bekledi. Bu süreçte oğlunun her duruşması öncesi gözaltına alındı.
1988’de, elinde ve belleğinde kalanlarla “Sevda Tutuklanamaz” adlı ikinci şiir kitabını Atak Yayıncılık bastı. 1980’li yılların sonu ve 1990’lı yılların başında Halkevi ve İnsan Hakları Derneğinde başkanlık yaptı. Aynı yıllarda Yaba Öykü, Yeni Şiir, Güney Uyanış, Hatay Belleten, Tavır, Güney Rüzgarı, Hatay’da Önder dergilerinde şiir ve yazılar yazdı.
1996’da üçüncü şiir kitabı olan ve Antakya’da çok tanınan “Şakayık” Belge Yayıncılık tarafından basıldı.
Son yıllarında akciğer hastalığı artan Süleyman Okay mücadeleyle geçen 71 yıldan sonra 20 Eylül 1999’da yaşama veda etti. Ölümünden sonra çocukları tarafından; “Hoşçakalın Dostlarım” adlı şiir kitabı yayınlandı (Belge Yayınları, 2001). “Hişşttt!” adlı öykü kitabı 2004 yılında okuyucuya ulaştı.
Selam olsun Anadolu’nun meşale taşıyıcılarına!..”
ŞAİR SERKAN ENGİN’İN ŞİİRLERİ
DÜNYA DERGİ VE SEÇKİLERİNDE...
DÜNYA DERGİ VE SEÇKİLERİNDE...
Amerika’nın önde gelen sanat dergilerinden olup özellikle “Beat Kuşağı” olarak adlandırılan şiir ve sanat akımı temsilcilerinin eserlerini bir araya getiren “Empty Mirror”; arkadaşımız Serkan Engin’e ait “I Kissed You With Sparrows” (Serçelerle Öptüm Seni) adlı şiiri 30 Eylül’de yayımlama kararı aldı. 2000 yılından beri faaliyette olan “Empty Mirror”, ilk kez Türkiye’den bir şaire yer verecek.
Paris'te İngilizce olarak yayımlanan ve Londra, New York, Stockholm gibi önemli Avrupa kentlerinin belli başlı kitapçılarında okurlara sunulan matbu şiir dergisi Belleville Park Pages", şairin bir şiirini daha yayımlama kararı aldı. Derginin 8. sayısında Serkan Engin’in "Ladyboy Veysel" (Kız Veysel) adlı şiiri yayımlanacak.
Paris merkezli olup Londra, New York, Stockholm gibi önemli kentlerin belli başlı kitapçılarında okurların ilgisine sunulan matbu şiir dergisi Belleville Park Pages ikinci kez bir Serkan Engin şiiri yayımladı: "Ladyboy Veysel"(Kız Veysel).
Serkan Engin'e ait "Shameless Acrostic" (Arsız Akrostiş) adlı şiir, İngilizce olarak yayımlanan, Çin'in Şangay kenti merkezli, "Far Enough East" adlı uluslararası edebiyat dergisinde yayımlandı.
Serkan Engin, Türkçe Şiir'in uluslarası arenada temsilcisi olduğu kadar evrensel düzlemde en nitelikli erotik şiirleri yazma savını da taşıyor.
Serkan Engin, Türkçe Şiir'in uluslarası arenada temsilcisi olduğu kadar evrensel düzlemde en nitelikli erotik şiirleri yazma savını da taşıyor.
ATTİLÂ İLHAN, ESERLERİYLE ARAMIZDA HÂLÂ...
10 ekim 2005’de yitirdiğimiz Attila İlhan, 15 Haziran 1925 tarihinde Menemen (İzmir)' de doğdu. İzmir'de Karşıyaka Cumhuriyet İlkokulu' ve Karşıyaka Ortaokulu'nu bitirdi. İzmir Atatürk Lisesi'nde öğrenci iken, Türk Ceza Kanunu'nun 141. maddesine aykırı davranma savıyla tutuklandı, okulundan uzaklaştırıldı. Danıştay kararı ile yeniden öğrenim hakkı kazanarak İstanbul Işık Lisesi'ni bitirdi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde başladığı yüksek öğrenimini yarıda bırakarak 1949-1965 arasında aralıklı olarak altı yıl Paris'te yaşamını sürdürdü. Dönüşünde gazetecilik, yayın yönetmenliği, yayın danışmanlığı, yazarlıkla yaşamını kazandı.
Yeni Edebiyat, Yücel, Genç Nesil, Fikirler, Varlık, Aile, Yirminci Asır, Seçilmiş Hikâyeler, Kaynak, Ufuklar, Mavi, Yeditepe, Dost, Yelken, Ataç, Yön, Milliyet Sanat, Sanat Olayı dergilerinde şiirleri yayınlandı. Garip ve İkinci Yeni şiirine karşıydı. Mavi dergisinde Maviciler diye bilinen toplumsal gerçekçilik akımının sözcüsü oldu. Şiiri başlangıçta Nâzım Hikmet ve halk şiirinin biçimsel özelliklerinden etkiler taşıyordu. Ömer Faruk Toprak'tan da oldukça etkilenir, taşradan mektuplaşırlar, ondan şiirle ilgili pek çokj şey öğrendi
Zamanla taşkın, çarpıcı, belleklerde kolay yer eden imgelerle örülü, toplumsallaşmış bireyi temel alan, kimi zaman öykülemeye dayalı, divan şiiri olanaklarından da yararlanmayı bilen, duyarlılığı yüksek bir nitelik kazandı.
Attila İlhan'ın, salt şair yönünü değil; romancı ve düşün adamı, senaryo yazarı olarak da iyi tanımak gerekir. "Aynanın İçindekiler" serisinde, "Zenciler Birbirine Benzemez", "Dersaadette Sabah Ezanları", "Bıçağın Ucu", "O Karanlıkta Biz", "Sokaktaki Adam", "Allahın Süngüleri", "Fena Halde Leman", "Haco Hanım Vay" gibi önemli romanlara imza atmıştır. Romanlarında inanılmaz bir sinema tekniği kullanır, okunmuyor da izleniyor gibidir.
Gerçek şair ve yazarların, dikenlerle dolu bir bahçede işlerinin zor olsa da, ancak Anadolu'da yetişebileceğini dile getirir:
"Post/modernizm, asya ve avrupa'nın zengin edebiyat sanat geleneğine karşı, cahil ve biçare kalan abd'nin uydurduğu, bir cahil ve aciz hareketidir ki şimdiden gülünç olmuş, ona uyan yazarları ve şairleri de gülünç etmiş, okunamaz hale getirmiştir. ha unutmayalım, bir de tabii, orhan pamuk gibi bir yeni yetmeye, ülkesine ve halkına alenen ve resmen sövmek imkanı sağlıyor; yurt dışında sürgünde bulunan nazım hikmet'in uğradığı onca belaya karşı, memleketi aleyhine ne bir tek söz söylediği, ne de aleyhine bir şiir yazdığı düşünülürse, bu delikanlının handiyse el üstü gül üstü dolaştığı edebiyat ortamında, 'sahici' türk şair ve yazarlarının epeyce zorlukla karşılaşacağı anlaşılır."
O SÖZLER Kİ
O sözler ki acıdır
Mapusane avlularında
Demirli kırbaçlar gibi şaklar
O sözler ki sırasında
Çiçek açmış bir nar ağacıdır
Dağ ufkuna vuran deniz aydınlığı
Sırasında gizemli bıçaklar
O sözler ki
İmgelem sonsuzluğunun
Ateşten gülüdürler
Kelebek çarpıntılarıyla doğarlar ölürler
O sözler ki kalbimizin üstünde
Dolu bir tabanca gibi
Ölüp ölesiye taşırız
O sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan
Uğrunda asılırız
ATTİLA İLHAN
İNCE DUYARLIKLARIN AÇIK SÖZLÜ ŞAİRİ: METİN ELOĞLU...
Şair, ressam Metin Eloğlu’nu 58 yaşında 11 Ekim 1985’te yitirdik.
Ortaokuldan mezun olduktan sonra, 1943’te Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü'ne girdi. 1946’da siyasi nedenlerden dolayı iki ay tutuklu kaldı. Olay üzerine Akademi’deki kaydı silindi. 1947’de başladığı askerlik hizmetini, disiplinsizlik nedeniyle aldığı uzatma cezaları nedeniyle ancak 5 yılda tamamlayabildi.
Edebiyata öyküyle adım attı. 1942’de Servetifünun-Uyanış dergisinde ilk öyküsü yayınlandı. 1943’te İzmir’de basılan Kovan dergisinde de Mehmet Metin imzasını taşıyan "Sabah Şarkısı” şiirine yer verildi. Ressam olarak birçok çalışma ve sergiye imza attı. 1967’de düzenlenen 1. DYO Sergisi ile ve 1976’da yapılan Yarımca Sanat Şenliği’nde birincilik ödüllerine layık görüldü. Eserlerinde adının dışında Mehmet Metin, Mehmet Emin, Ali Haziranlı, Etem Olgunil ve Nil Meteoğlu imzalarını kullandı. Ayrıca birçok eleştiri yazısı kaleme aldı. 111 ekim 1985'te İstanbul'da sonsuzluğa göçtü
Eloğlu'nun ilk kitabı, Orhan Veli'nin 'Şoförün Karısı', 'Dedikodu' (bkz. Garip) ve 'Tahattur', 'Altın Dişlim', v.b. (bkz. Yenisi) gibi, lumpen ortatabakanın dilini ve duyarlılığını yansıtan şiirlerinden esinlenmiş bir şairin ürünlerini içeriyor. Fakat yine bu kitabında Nazım Hikmet'in 'İnsan Manzaraları'nı bilen bir şair de seziliyor. Eloğlu ilk kitabıyla, lumpen çevrelerin, kenar mahalle insanının dilini, sözcüklerini, duyarlılığını, çok başarılı bir konuşma dili, edası ve özgün bir ironiyle yansıtmayı başarıyor. Orhan Veli'de dilsel alanda kalan bir tutumu geniş bir alana çıkararak şiirimize yeni bir ufuk kazandırıyor.
"Sultan Palamut"ta konuşma dilinin engin tatlarını, edalarını, tonlamalarını çok başarıyla kullanan bir şair kimliğiyle şiirini geliştiriyor. Şiire ustalıkla özümsetilmiş bir argo, humor ve ironi'yle, yeni şiirimize getirdiği olanakların alanını daha da genişletiyor.
"Horozdan Korkan Oğlan"da gittikçe artacak olan dil soyutlamacılığının, kurmaca bir dil yaratma eğiliminin ilk belirtileri var. Yine de bu kitabına bir denge ve sentezin ürünü diyebiliriz. "Türkiye'nin Adresi"nde İkinci Yeni'ye (Ece Ayhan vb.) yakın bir dil deneyciliğinin ürünleri yer alıyor. "Yumuşak G"de, Behçet Necatigil'in son şiirlerini andıran bir dilci tutum bu. Denebilir ki bir kavramı irdeliyor, sözcük birimlerine indirgiyor, sonra en güç anlaşılır biçimde olabildiğince uzak çağrışımlarla geri kuruyor, bu tutumuyla “Türkiye'nin Adresi”nde olduğu gibi, yine Ece Ayhan'a yaklaşıyor.
Metin Eloğlu, İkinci Yeni'nin resme ve görselliğe en açık şairidir. İlk kitaplarıyla, kendi dönemini ve kendinden sonraki kuşakları büyük ölçüde etkilemiş bir şair. Metin eloğlu, Garip'le gelen çarpıcı, şaşalatacı şiire bambaşka bir hava vermeyi başardı. Kentin alt tabaka yaşamına bir orta tabaka aydını olarak bakmıyor, başkalarının dilini kullanıyordu... Metin Eloğlu, 1960 sonrasında ikinci yeni sarsıntısı atlatılmak üzereyken, şiirini değiştirmek, yenilemek gereğini duydu. sözcük seçimine büyük özen göstererek yaşamdan kitaplara doğru kaydı. yeni bir şiir dili kurma yolunda aşırı deneylere girişti. kapalılığa, soyuta çok yaklaştı. bu deneyleri aştıktan sonra da, başlangıçtaki, yoksulluğa kafa tutarcasına yaşama sevinci dolu, olaylara bağlı şiirine dönmedi."
Humor, ironi ve toplumsal eleştiriciliğiyle Can Yücel, Cemal Süreya v.b. şairleri, lumpen çevrelerin, orta tabakanın dilini şiirleştirmesiyle dolaysız konuşma tonu ve yine ironi ve toplumsal eleştiricilik özelliğiyle Ataol Behramoğlu'nu etkilemiş olduğu söylenebilir.
Eserleri: Düdüklü Tencere (Yeditepe, 1951), Sultan Palamut (Seçilmiş Hikâyeler, 1957), Odun (Alpaslan Mtb., 1959), Horozdan Korkan Oğlan (Dost, 1961), Türkiye’nin Adresi (Yeditepe, 1965), Ayşemayşe (Yay, 1968), Dizin (Güney, 1971 TDK Şiir Ödülü), Yumuşak G (Baha Mtb.,1975), "Rüzgâr Ekmek" (Ada,1978), Hep (Adam, 1982), Yine (ilk altı kitabının birlikte basımı, Adam, 1982), Şiirce, (son üç kitabının birlikte basımı, Adam, 1982), Ay Parçası (Yazko, 1983), Önce Kadınlar (Adam, 1984), Bektaşi dedikleri, (O. Tansel ile; şiirleştirilmiş Bektaşi fıkraları, Türkiye İş Bankası, 1970), Derleme: Garip Şiirler Antolojisi, (Ü. Y. Oğuzcan ile, Yay, 1957)
ÖMÜR TÖRPÜSÜ
yaşamak istiyorum
yaşamak istiyorsun
yaşamak istiyor
böyle şiir olmaz, diyeceksin; biliyorum.
ama böyle dünya olur mu?
böyle barış olur mu?
böyle hürriyet olur mu?
böyle kardeşlik olur mu?
biliyorum ki, katlanıver, diyeceksin;
ama böyle yaşamak olur mu!
METİN ELOĞLU
DİKENLİ YOLU AÇAN ADAM,
MEHMED UZUN ANADİLİNDE YAŞIYOR ARTIK!
Yaşamı sürgünlerde geçen, Kürt yazarı, romancı Mehmet Uzun’u 11 Ekim 2007 tarihinde yitirmiştik. Ana dili Kürtçe’siyle yazdığı romanları halkının arasında yankılanmaya devam ediyor.
Mehmet Uzun, Kurmanci, Türkçe ve İsveççe yazdığı kitapları yirmiye yakın dilde yayınlandı. Uzun hakkında, Türkiye'de çok sayıda dava açıldı. 1981'de Türk vatandaşlığından atıldı ve 1992 yılına kadar Türkiye'ye gelemedi.
Kürt edebiyatı ve kültür yaşamında yeri doldurulamayacak olan Mehmet Uzun, çağdaş Kürt edebiyatının kurucusu ve öncüsüydü. Kürt halkının yaşadığı sosyal ve politik dramın canlı bir tanığı ve bu tanıklığı evrensel dile aktaran büyük bir sanatçıydı.
Yasaklar, yokluklar, cehalet ve acılar içinde yaşamaya mahkum edilmiş bir halkın içinden çıkan Mehmet Uzun kendi çabalarıyla kendisini var eden bir değerdi. Tarih onu yalnız Kürtlerin, yalnız Türklerin değil tüm dünyanın en büyük yazarı, kültür adamı, barış ve özgürlük savaşçısı olarak anacaktır.
Uzun yıllar İsveç Yazarlar Birliği yönetim kurulu üyeliği yaptı. Ayrıca İsveç Pen Kulübü ve Uluslararası Pen Kulüp'te aktif çalıştı. İsveç ve Dünya Gazeteciler Birliği'nin de üyesi olan Uzun'un bugüne kadar çok sayıda Kürtçe roman yazdı.
Eserleri: Tu (Sen), Roman (1985), Mirina Kalekî Rind (İyi Bir Yaşlının Ölümü), Roman, (1987); Siya Evînê (Yitik Bir Aşkın Gölgesinde), Roman, (1989); Rojek ji Rojên Evdalê Zeynikê (Evdalê Zeynikê'nin Günlerinden Bir Gün), Roman, (1991); Destpêka Edebiyata Kurdî (Kürt Edebiyatına Giriş), İnceleme, (1992); Hêz û Bedewiya Pênûsê (Kalemin Gücü ve Görkemi), Denemeler, (1993); Mirina Egîdekî (Bir Yiğidin Destanı), Destan-Ağıt, (1993); Världen i Sverige (Tüm Dünya İsveç'te), Edebiyat Antolojisi, M. Grive ile Birlikte, (1995); Antolojiya Edebiyata Kurdî (Kürt Edebiyat Antolojisi), Antoloji, iki cilt, (1995); Bîra Qederê (Kader Kuyusu), Roman, (1995); Nar Çiçekleri, Deneme, (1996); Ziman û Roman (Dil ve Roman), Söyleşiler, (1997); Bir Dil Yaratmak, Söyleşiler, (1997); Dengbêjlerim, Deneme, (1998); Ronî Mîna Evîne - Tarî Mîna Mirinê (Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık), Roman, (1998); Zincirlenmiş Zamanlar Zincirlenmiş Sözcükler, Deneme, (2002); Dicle'nin Sesi I - Hawara Dîcleyê (Dicle'nin Yakarışı), Roman, (2002); Diclenin Sesi II - Dicle'nin Sürgünleri, Roman, (2003); Ruhun Gökkuşağı, Anlatı, (2005)
FAKİR BAYKURT, KARANLIĞA IŞIK TUTUYOR HÂLÂ…
Fakir Baykurt, Akçaköy’de başlayıp Köy Enstitüleriyle onlarca kitaba uzanan zorlu bir Anadolu türküsüdür. Köy Enstitüsünde başlayan sınıfsal uyanış, -sınıf bilincine tam olarak ulaşamasa da- onun yolunu ve bakışını içinden geldiği topraklara döndürdü. Tanık olduğu, yaşadığı insanları anlattı yapıtlarında. Türkiye Öğretmenler Sendikası TÖS’ün kuruluşuna emek verdi. Başkanlığa seçildi. Yolu sürgünlere, cezaevlerine uğrasa da halk için halkı yazdı.
Köyler boşalıp Almanya’ya göç etmeye başlayınca, o da kalktı gitti Almanya’ya. Bu sefer göçmen işçileri yazdı. Romanlarında Türkiye'deki köylü yaşamını halkçı ve devrimci bir bakış açısıyla ele aldı. Köylünün bilinci ve bilinçaltındaki istekleri, tepkileri, çelişkileri yansıttı. 1950–1970 döneminde etkili olan "köy edebiyatı hareketi"nin önde gelen temsilcisi oldu. Aziz Nesin, 1989 Nesin Yıllığında onun için şu tespiti yapıyordu: “On yıldan beri, Almanya’da yaşayan Fakir Baykurt’un yeni yapıtlarını okuyamamış olmam eksikliğimdir. Bu yüzden yazınımızda hangi düzeye vardığını, kendini yenileyip yenilemediğini bilemiyorum. Fakir Baykurt’un yazın yaşamını incelerken, onun çağının salt tanığı olmakla kalmayıp, tanık olduklarına yorum getirdiğini, böylece okurlarını bir toplumsal değişime özendirme çabası güttüğü görülecektir. Bu çabalarını salt yazar olarak değil, toplumun durumundan kendini sorumlu duyumsayan bir aydın olarak da toplumsal etkinliklerle sürdürmüştür.”
Yaşamının her anında, “Sanatta devrimci tavır, hayatı değiştirme tavrıdır” diyen Baykurt’u, 11 Ekim 1999’da günü sonsuzluğa uğurlamıştık.
Fakir Baykurt, kıvrak dili, güçlü gözlemlerini kendi bakışıyla buluşturan güçlü anlatımıyla edebiyatımızın önemli roman ve öykücüleri arasında yer aldı. Sanat anlayışını belirten şu sözleri, onun sanatsal ve toplumsal bilincini en iyi biçimde yansıtmaktadır: “Kitaplarımız bize ün sağlamak ya da kalıcı olmaktan önce toplumu devrim yönünde etkilemelidir. Hayatı değiştirme amacına yönelmiş bir sanat insanın bilinçlenmesine ve birleşmesine yardım eder…”
“Akan ve akmakta olan yaşamı, bilinçaltından ve bilinçten geçirip dışa vurma işidir roman. Hem bireysel, hem toplumsal boyutları olan bir yazı türü. Bir imbikleme...
Bir yaşamın romana benzemesi başka. Roman olabilmesi için yazılması gerek; bir romancının bilinçaltından, bilincinden geçerek gerekli estetik biçime ve biçeme ererek yazılması.” FAKİR BAYKURT
NAİL V. ŞİİRLERİNDE, YAPILARINDA
YAŞAMAYA DEVAM EDİYOR…
Sosyalistlerin Nail V. olarak bildiği, Ağahan Mimarlık ödülünü almasından sonra herkesin tanıdığı Nail Vahdet Çakırhan, Attila İlhan’ın deyimiyle Fedailer Mangasının ilk erlerindendi. Mustafa Suphi ve 14 yoldaşından sonra Türkiye’nin 2.kuşak komünistlerindendi.
Konya’da lise öğrenimini sürdürürken “Kervan” adlı dergi çıkarır. “Halka Doğru” dergisinde yayınlanan “Alev Yağmuru” şiiri nedeniyle ilk kez polisle tanışır. Daha sonra Çakırhan, felsefe eğitimi için İstanbul'a gelince -gıyaben şiirlerine hayran olduğu- Nâzım Hikmet ile tanıştı. Ona son şiirlerini gösterdi. Nâzım Hikmet, bu genç öğrencinin şiirlerini beğendi. 1+1=1 adını verdikleri mini kitapta son şiirlerini yayımladılar. Ne var ki bu kitap toplattırıldı. Ve şairleri hakkında takibata geçildi. Şairler, cezaevinden çıktıklarında buluştular, dostluklarını devam ettirdiler.
Çakırhan, uğruna işkence gördüğü, hapislerde yattığı sosyalizmin ne olduğunu tam olarak bilmiyordu. Öğrenebilmek amacıyla 1934'te kimseye haber vermeden ortadan kaybolur. İstanbul'dan Hopa'ya, oradan da bir arkadaşının yardımıyla Sovyetler Birliği'ne gider. Komintern'le ilişki kurar ve Moskova'da Puşkin Meydanı'na yakın bir yurtta üç ay Rusça öğrenir. Ardindan Moskova Doğu Halkları Üniversitesi'ne (KUTV) girer. Orada iki buçuk yıl sosyalizm ve ekonomi görür. Stalin, Tito, Hoşimin, Kruşçev, Dimitrov gibi önemli siyasetçilerin bazılarını görür. Bazılarıyla tanışma fırsatı bulur. Öğrenimi sürerken bir yandan da uygulamaları yakından görmek ister ve kendi isteği üzerine Moskova yakınlarında bir tekstil fabrikasına gönderilir.
Dönüşünde gazetecilik yapmaya başladı. Tan ve Resimli Ay’da 2. Dünya Savaşıyla ilgili etkili ve yerinde yorumlar yapar. Arkeolog Halet Çambel’le evlendi. Onun kazılarında ilk mimari denemelerini gerçekleştirdi. 1970 yılında, doktor tavsiyesine uyarak eşiyle birlikte Akyaka’ya yerleşen Çakırhan, burada iki ustanın yardımıyla projesini kendi çizdiği evler yapar. Yaptığı evler beldede yaşayan insanların ve turistlerin ilgisini çeker. Ardından çok sayıda insan, “Nail Çakırhan Mimarisi” adı verilen bu evlerden yaptırmaya başlar. Geleneksel mimariyi korumak için yoğun çaba harcayan ve insanlara örnek olan Çakırhan’a 1983’te, dünyanın en saygın mimarlık ödüllerinden “Ağa Han Uluslararası Mimarlık ödülü” verildi.
Hapishane yıllarında eşi Halet Çambel’e gönderdiği mektuplar, “Üç Hapishaneden Mektuplar” adıyla yayınlandı. 2. Dünya savaşının eşiğinde gazetelerde yazdığı yazıları “Harbin eşiğindeki Türkiye “ adıyla yayımlandı. Şiirleri de “Daha Çok Onlar Yaşamalıydı”adıyla yayınladı. 98 yıllık yaşamının her anını ülkesi ve inancı için dolu dolu yaşayan bu güzel insanı saygıyla selamlıyoruz.
DİYORLAR Kİ
"Diyorlar ki
Yerler yavrum başını
Genç yaşını
kurşuna dizerler yavrum
Vaz geç
Şairsen eğer
Yaz geç
Diyorlar ki
Paraya tapmalıymışım
Olup bilmem hangi baltaya sap
yağlı ballı bir kap
kapmalıymışım
Dünyalığımı yapmalıymışım."
NAİL VAHDET ÇAKIRHAN
İNSANÎ EDEBİYATIN ÖNCÜLERİNDEN
HALİKARNAS BALIKÇISI YAPITLARIYLA YAŞIYOR!
Halikarnas Balıkçısı ya da gerçek adıyla Cevat Şakir Kabaağaçlı, Oxfort Üniversitesi “Yeni Çağlar Tarihi” bölümünde tamamladıktan sonra(1908) Resimli Ay, Resimli Hafta, Diken, İnci gibi dergilerde yazılırı, çevirileri ve karikatürleri yayımlandı. 1925’te Resimli Hafta da Hüseyin Kenan imzasıyla çıkan “Hapishanede İdama Mahkum Olanlar Bile Bile Asılmaya Nasıl Gider?” yazısından dolayı İstiklal Mahkemesi tarafından yargılanır. Bu öyküde balıkçı Kurtuluş Savaşı yıllarının hamasî havasının tersine İstiklal Mahkemeleri tarafından doğru düzgün yargı ortamı kurulmadan idam cezasına çarptırılanların asılmaya gidiş dramlarını gerçekçi bir dille yansıtır. Ama bu öykü zamanın yönetimi tarafından Mustafa Kemal Hükümetine ve Cumhuriyete hakaret kabul ederek o çağın henüz bilinmeyen, yolu izi olmayan uzak bir yurt köşesi Bodrum’da 3 yıl Kalebentliğe sürgüne gönderilir.
Halikarnas Balıkçısı tüm acıları ve yalnızlıklarını adeta bir tragedya kahramanı direnişiyle bin bir olanağa ve üretkenliğe dönüştürecektir bu sürgünde. 1920’lerde magazin öyküleri yazan Halikarnas Balıkçısı, yazar ve düşünce adamı olarak asıl kimliğini Bodrumdaki sürgün yıllarında buldu. Mitolojisi, tarihi, doğasıyla Ege’yi; süngercisi, balıkçısı gemicisiyle hayatlarını denizden kazanan insanların mücadelesini konu alan Ege Kıyılarında deniz emekçilerini anlatan romanlar yazdı. Yazılarını coşkulu, içten, kimi kez savruk, şiirsel bir üslup ile yazdı. Halikarnas Balıkçısı Anadolu efsaneleriyle mitolojisini inceleyen kitaplar da yazdı.
1947'de İzmir'e yerleşen Kabaağaçlı, 13 Ekim 1973'te bu kentte ölür çok sevdiği Bodrum'a gömülür. Onun sanat anlayışı şu sözlerinde gizlidir:
“Halktan, temelden, topraktan ve doğanın derinliklerinden gelmeyen, onlardan etkilenmeyen bir edebiyat geçicidir, ölümcüldür.”
“İzmir’in büyük Kaliferni şirketinin ünlü eksperi Murat Kocadağ, Deli Davut’a; “Bana bak! Gülen Ada’yı biliyor musun? Bu ada nerededir?” diye sordu. Deli Davut’un cevap olarak, kolay ve geniş bir kavisle havada gezdirdiği eli, sanki adanın sınırlarını dört bucağa fırlatıyor ve adaya dolaylarından tamamen hür bir varlık veriyordu.....
“Eksper bir motor kiraladı. Kılavuzluk edecek olan Davut’un kayığı da yedekte çekilecekti. Kocadağ’ın tavrında ve sesinde, sahip olduğu otomobillerin, emlakin ve paraların büyük tutarı sırıtırdı. İnsan onunla görüşürken, bir insanla mı konuşuyor yoksa otomobille, emlak ve arazi ile ve para kasası ile mi konuşuyor pek bilinmezdi. Adanın da asıl tuhaflığı, adamın adayı değil, ama adanın adamını seçmesiydi.
Uzaktan yanaşmakta olan Kocadağ’ı görünce o da yavaş yavaş büyümeye koyuldu....Oraya, bütün gönül gözlere ve kulaklara toplanarak patırtı yapıp adayı ürkütmemek için, usul usul ayak ucuna basarak gidilirdi. Oysa Kocadağ otomobilin parasını sayınca, otomobile binmek ve yumuşak koltuğun üstüne yan gelmek hakkını kazanmışçasına adanın önüne gelip kendisini eğlendirmek için soytarılık yapmasını bekliyordu. Gönül değil, şaka değil, para veriyordu. Ada, koca dağı görünce tepesine doladığı koskocaman kara bulutu başına davul kadar kavuk edindi ve deniz ortasında asık suratlı bir gulyabani kesildi.
Motor adayı kıyılarken adanın ağzı kalabalık mağaraları köpür köpür köpürerek koca dağın suratına deniz tükürdü. Kayalar diş göstererek hırlıyorlardı. Kunduralarının tabanlarıyla, şap şap diye tapu senedi damgalarcasına adım atan eksper, adanın artık adam akıllı damarına basmıştı. Kaya sırtını silkince koca dağ düştü. Patavatsız taşlar kuş tüyü kesileceklerine kaskatı dondular. Bazı kayaların tepesi attı. Her delikten havaya sular fışkırdı. Kocadağ sırıl sıklam oldu. Sudan kaçınayım derken çalılara daldı. Adanın tüyleri diken diken oldu. Santal çalıları Kocadağ’a çelme taktı. Kocadağ durmamacasına sırtüstü, yüzüstü geliyordu. Adanın bağrı hava dolu bir gayda kesilmişti. Her deliği dağı dağa kavuşturan, diş kamaştırıcı bir cayırtı koparıyordu. Adanın siniri tutmuştu. Ada yapayalın sertliği ile, sipsivri sokuculuğu ile kapkanca tırmalayıcılığı ile Kocadağ’ı kaktı, tekmeledi, tokatladı ve daladı. "
EMEĞİN RESSAMI AVNİ MEMEDOĞLU'NU
UNUTMAYACAĞIZ, UNUTTURMAYACAĞIZ!..
1924 yılında Erzurum'un Aşkale ilçesinin Taşağıl köyünde, yoksulluklar içerisinde dünyaya geldi. Kendisinin deyişliyle çevreyi ve dünyayı, sırtında yırtık ve yamalı bir entari, yalınayak ve başı kabak, köyün tozlu yollarında, insan ve hayvan pisliklerinin, kül ve çöp birikintilerinin oluşturduğu çöplüklerde, tezek kalaklarının arasında, köy koşullarının zoruyla çocuk yaşta peşine koşturulduğu kuzu ve danaların çobanlığında, Temmuz ve Ağustos aylarının amansız sıcağı altında bir iki urup buğday karşılığı, onun bunun tozlu harmanlarında döven sürmede tanıdı.
Çok küçük yaşlarda, köyünde, yumurta üzerine çizdiği portrelerle, sanata olan ilgisini ve yeteneğini açığa vurmuş oldu. Orta öğreniminden sonra, 1944'te İDGSA Resim Bölümüne girdi. Galeri bölümünde Seyfi Toray'ın, atölyede Cemal Tollu'nun öğrencisi oldu. 1950'de resimleri nedeniyle tutuklandı ve salıverildi. 1953'te İzmir'e yerleşti. Bir yıl sonra, burada ilk sergisini açtı. 1957'de geldiği İstanbul'da, bir süre reklamcılık ve tabelacılık yaptı. İl İmar Müdürlüğünde çalıştı. 1959'da arkadaşları Marta ve Nejat Tözge, İhsan ve Vahi İncesu, Hikmet Aksüt ile Yeni Dal Sanat Grubunu oluşturdu. Grubun sanat bildirgesini kaleme aldı. 1961'de bu grubun ikinci sergisi nedeniyle, öteki arkadaşlarıyla birlikte tutuklandı. 1962'de TİP'in ilk üyeleri arasında yer aldı. Dersimli olan ressam, "Öztürk" olan soyadını "Memedoğlu" olarak değiştirdi.
Avni Memedoğlu'na göre; "Sanat sosyal bir olaydır''. O nedenle de sosyal bir amaca bağlıdır. Bu amaç, sanatçıyı, içinde yaşamakta olduğu topluma ve çevresine karşı sorumlu tutar. Resimlerinde, bu amacına uygun tema ve üslup karakteri ağır basar. Sosyal-eleştirel bir tutumla, topluma ayna tutar. Resimlerine yansıyan konular, çevresinde tanık olduğu ve bizzat gözlemlediği yaşam sahneleridir. Resim sanatımızda Ruhi Arel, Turgut Zaim gibi sanatçılarla başlayıp Neşet Günal, Balaban, İrfan Ertel, Mümtaz Yener ve Nuri İyem gibi sanatçılarla süren toplumsal-gerçekçi sanat anlayışının, orta kuşak temsilcileri arasında yer alır. Sosyalist ve insancıl bir sanat anlayışını benimsedi.
Kendisi gibi düşünen sosyalist ressamlarla birlikte Yenidal grubunu kurdu. Yenidal Grubunun kısa öyküsünü ressamın kendisinden dinleyelim. "Fantastik Burjuva Sanatına karşı tepki olarak kurulmuş Sosyalist Realist bir gruptur. Tanzimat döneminden bu yana kökü dışarda, öykünmeci sanat anlayışından son derece rahatsız olan biz yedi kurucu arkadaş -Ressam Avni Memedoğlu, Seramist Nejat Tözge, Ressam Marta Tözge, Ressam Kemal İncesu, Ressam İhsan İncesu, Ressam Hikmet Aksüt ve Yontucu Vahi İncesu- birlikte Yenidal Grubu'nu kurduk. İlk sergimizi Nisan 1959'da Beyoğlu Şehir Galerisi'nde açtık. Bu birlikteliğin oluşmasında Polonyalı meslektaşımız Marta ve eşi Nejat Tözge'lerin üstün gayret, teşvik ve moral destekleri unutulmaz. Ayrıca sergilerimizin giderlerini, çağrılarımızın basım, dağıtım ve posta giderleri konularında bize desteklerini esirgemeyen o dönem Basın İşçileri Sendikası yöneticileri İbrahim Güzelce ve Salih Özkarabay'ın anısını yüreğimin en derin köşesinde ömrüm boyunca saklayacağım."
Sergileri hep polisin takibinde olan Yenidalcılar, "Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmek, veya sosyal bir sınıfı ortadan kaldırmak için propaganda yapmak 2- Halkı askerlik hizmetinden soğutmak yolunda telkinde bulunmak." suçlamasıyla yargılandılar.
Savunmasına Memedoğlu, özetle şunları dile getirmişti:
"Picasso, H. Matisse gibi Fransız Komünist Partisine üye olup tabloları milyonlarca franga satılan ressamlar, partilerine büyük para yardımları yaparlar. Sayın bilirkişiler bu ressamların resimlerini havi kitap, baskı ve reprodüksiyonlarının Türkiye'ye sokulmasına, onbinlerce satılmasına ve hattâ hocası bulundukları akademinin kütüphanesine bizzat kendileri tarafından satın aldırılmasına ne buyururlar? Akademi atelyelerinde bu ressamların tarzında çalışma tavsiye edilip, resimlerinin incelenmesi, talebeye öğütlenmez mi? Bu ve bunlar gibi ressamların resimleri sosyal realist tarzda mıdır? Sayın Bay Zeki Faik ihtilâlci ressam Dölakruva'yı kopye ve adapte etti diye kendisini ihtilâlci ve komünist olarak mı suçlamamız gerekir?
Biz bu memleketin çocukları olarak, bu memleketin gerçekleri üzerine eğiliyor ve bu yurdun sevinçlerini, dertlerini sanatkârane bir şekilde paylaşıyor ve bunu esas ittihaz ediyoruz. Sayın Cevat Dereli ve Zeki Faik İzer'in sanat hayatları boyunca birer Türk ressamı olarak tarihî, millî tablolarının sayısı tek elin parmaklarının sayısını geçer mi?... Sayın hocalarımızın da, boş durmadıklarına yine çiçek, manzara, çıplak kadın ve anlamsız resim yapmakta devam ettiklerine, mezkû (söz konusu) sergimizden evvel mensup gruplarla aynı galeride açmış oldukları sergide bir defa daha şahit olduk. Onlar sanki Türkiye'de değil, Kaf Dağı'nda Peri Padişahının sarayında yaşıyorlar."
Ahmet Köksal, "Onun resimleriyle ilgili şu saptamalarda bulunuyor: Memedoğlu'nun resimleri Akademik, etüdlere dayanan sağlam bir form anlayışıyla Mısır Sanatı'nı örnekseyen yalın ve oylumcu bir tutum vurguluyor. Çalışan insanlarımızın yaşamını yansıtmaya öncelik veren bir Figür Anlatımcılığı resimlerinde ağırlığını duyuruyor. Kenar çizgilerini yitirmiyor. Kenar çizgilerini yitirmeyen ölçülü bir deformasyon, yer yer nakışsı bir usluplama, simgeci ögeler, renkçi bir tutumla Latin Amerika ustalarını anımsatmaktan geri kalmıyor." (15 Ekim 1985, Milliyet Sanat).
Kemal Bilbaşar da şöyle anlatıyor Memedoğlu'nu: "Avni Memedoğlu'nun sanat anlayışı Akademi tahsili ile bir Alafrangalık hastalığına tutulmamış olup, Avni Memedoğlu olarak kalmış. Kilim, heybe, motiflerinden halkı aramak ihtiyacını duymuyor, bizzat kendisi bir halk çocuğu olarak fırçasını kullanıyor." (13 Şubat 1956 Demokrat İzmir)
Avni Memedoğlu ile ilgili ayrıntılı bilgiye ve resimlerine şu linkten erişebilirsiniz: http://www.avnimemedoglu.com/ Şiirler de yazan Memedoğlu'nun 1950'de yazdığı bir şiiri:
FIRTINA YAKIN
Kusacaklar! kusacaklar!
Kusturacağız!
O gün gelecek!
Vakit tamamdır!
Bunca acılar, ölümler boşuna mıdır
Haksızlık suçsuzların umudunu tazeler..
Öfkesini çoğaltır...
Kusacaklar, kusturacağız, yakındır!
Kara bulutları parçalayacak sarsılmaz inancımız.
Al şafaklarla güneşimiz doğacak
Nasırlı ellerinde proleteryanın
Ağlamayı bırakın
Geliyor
Fırtına yakın...
Kusacaklar, kusacaklar
Kusturacağız!
O gün gelecek..
Vakit yakındır..
Bulutlar kararıyor
Fırtına yakın
Yağmur yağacak..
Caddelerde sel
Bir sel ki kızıl bayraklar
Ellerinde
Dalga dalga akan
proletaryanın seli
o sel ki
temizleyecek
kapitalizmin
bütün pisliklerini...
AVNİ MEMEDOĞLU
1950 Ocak, İstanbul
BEHİCE BORAN SOSYALİZM YOLUNA
IŞIK TUTUYOR HÂLÂ
Türkiye Sosyalist hareketinin en önemli ve en yürekli adlarından biridir Behice Boran… Hiç kuşku yok ki, insanlar öldükten sonra kötü anılmazlar. Ölüm gibi duygusallık yaratan bir durumdan sonra bir çokları belki de hak etmedikleri övgülerle anılmışlardır. Ancak kimileri için övgü bile yetersizdir. İşçi sınıfımızın yiğit evladı Behice BORAN’da bunlardan biridir. Çünkü Behice BORAN tartışmasız çevresini aydınlatan, inat ve kararlı kişiliği ile övgüyle anılmanın çok ötesinde şeyleri hak etmiştir.
Onun hem bir bilim insanı hem bilimsel sosyalizmi savunan bir önder olması nedeniyle gönlümüzde ayrı bir yeri vardır. Savunduğu düşünceler ve eylemli kişiliği yüzünden fırtınalı bir yaşamı olmuştur. Ancak, bütün zorluklara karşın inandıkları uğruna verdiği savaşımdan milim bile geri adım atmamış ve ağır bedeller ödemekten çekinmemiştir. BORAN’nın bu konuda söyledikleri bir çoklarının böyle yaşamayı göze bile alamadığı ama Behice BORAN’ın göze alarak yaşamının son anına kadar sürdürdüğü bir gerçekliktir. O, bu nedenle; “Sosyalist doğulmaz, sosyalist yaşanır!” diyordu
Kimler yükselen değerlere teslim olup kendileri için acıklı bir yaşamı içselleştirmedi. Koca koca profesörler, bilim adamları, politikacılar sermayeden esen rüzgarlarla “değişen değerler” tanımı yapıp eşiği aşarak kendisini sermayeye pazarlamadı mı? İşte Behice BORAN gibi işçi sınıfının yüce davası sosyalizm için savaşanlar bu yüzdendir ki ölümsüzdürler. Sonsuza kadar anılmayı da bu yüzden hak etmişlerdir.
BAŞ EĞMEZ DEVRİM SAVAŞÇISI HİKMET KIVILCIMLI
KAVGAMIZDA YAŞIYOR!..
Türkiye Devrim Tarihi'nin önemli kişiliklerinden biri olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yı, ölümünün 41. yılında saygıyla selamlıyor ve anıyoruz.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, 1902 yılında Priştine'de doğdu. Ailesi, Balkan Savaşı'ndan sonra Anadolu'ya göç etti ve Kuşadası'na yerleştiler. Lise öğrenimi sürecinde İstanbul'a gelen Hikmet Kıvılcımlı, burada Vefa Lisesi'nde okudu. Kıvılcımlı, İstanbul Tıp Fakültesi'ndeki öğrenim yıllarında sosyalist mücadeleye katıldı.
1925 yılında gerçekleştirilen TKP 2. Kongresi'ne delege olarak katıldı. Aynı yıl, Şeyh Sait İsyanı nedeniyle çıkarılan "Takrir'i Sükun Yasası", ülke çapında bir terör ve baskı dalgasının yükselmesine sebep oldu. Bu arada Hikmet Kıvılcımlı da tutuklandı ve 10 yıl kürek cezasına çarptırıldı. Fakat bir yıl sonra ilan edilen bir aftan yararlanarak, tahliye oldu. 1929 yılında tekrar tutuklandı, bu kez 4,5 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bu sürenin bitmesine çok az kala, yine bir aftan yararlanarak özgürlüğüne kavuştu. Kendisi bu süreçte, Türkiye Komünist Partisi MK üyesidir. 1938'de, Donanma Davası'ndan tekrar tutuklandı ve 15 yıla mahkum edildi. Bu kez, 12 yıl yattı. 12 Mart 1971 Açık Faşizmi Dönemi'nde arandığı için yurtdışına çıktı ve çok kısa bir süre sonra, 11 Ekim 1971'de, Belgrad'da öldü.
Hikmet Kıvılcımlı, yaşamının her anını devrimci disiplininden ödün vermeden yaşamış; ölümüne değin okuma, araştırma, öğrenme ve öğretme eyleminden vazgeçmemiştir. 36. ölüm yıldönümünde, Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yı, onurlu yaşamını ve mücadelesini saygıyla anıyoruz.
Türkiye sosyalist hareketinin en özgün ve üretken isimlerinden biri olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı örgütlü mücadele kararlılığı ile bugün de sosyalizm mücadelesine ışık tutmaya devam ediyor.
Onun kararlı ve yiğit devrimci yönünü en iyi şu sözleri yansıtıyor:
“Görev başında ömür merdiveninin son basamaklarına geldik. Kimsenin kara yahut mavi yahut yeşil, elâ gözü için yaşamadık. Kimseden proletarya doğruluğu ve yoldaşlığı dışında hiçbir şey beklemedik. Kimsenin de bizden başka şey istemesine göz yummadık. Görev yapıyorduk, muhallebi değil... Görev yapmada çok iyi biliyoruz; vurmak ta vardır, vurulmakta. Hepsi vız gelir ve de gelmelidir.”
CHE GUEVERA UMUDUMUZA DİRENÇ KATIYOR HÂLÂ…
Arjantin'de doğan devrimci Ernesto Che Guevara 20'nci yüzyılı etkileyen en önemli adların başıda gelir. Buenos Aires'te tıp okuduğu sıralarda Latin Amerika'nın pek çok bölgesini dolaşan Che, bu coğrafyanın en belirgin iki özelliğine yoksulluğa ve baskıcı rejimlere tanıklık etti. Marksist görüşleriyle birleşen isyankar ruhunun gösterdiği yön, silahlı devrim hareketiydi. 1954'te Meksika'da Fidel Castro ile tanıştı, Castro'nun liderliğini yaptığı 26 Temmuz hareketine katıldı.
Bu hareket Kübalı diktatör Fulgencio Batista rejimini alaşağı etti, Castro artık sosyalist Küba'nın devrimci lideriydi. Che, 1959-1961 yılları arasında Küba Ulusal Bankası'nın başkanlığını yaptı, daha sonra da Sanayi Bakanı oldu. 1965'te devrimin kızıl rengini diğer coğrafyalara yaymak için Küba'yı terk etti.
Afrika'da isyancı güçlere gerilla eğitimi verdi ancak çabaları sonuçsuz kalınca 1966'da yeniden Küba'ya döndü. Aynı yıl Bolivya'da Ortunyo yönetimine karşı mücadele başlattı. Bu mücadele onun son devrim macerasıydı. Che Guevara, 41 yıl önce bir çatışmada Bolivya'nın La Higuera köyünde katledildi.
Ama düşünceleri ve devrimci tavrı dünyanın her yanında, her dağda yankı buldu. Bulmaya da devam ediyor. Dünyanın kudret sahipleri akıllarından çıkartmasalar iyi olur: Che Guevara'nın sabırsız gözleri onu içine tıkmaya çabaladıkları tişörtün bağrından alev alev bakmaya devam ediyor. Ve o zalimlere haykırmaya devam ediyor:“Bir çiçeği ezebilirsiniz, baharı asla!”