Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Kasım 2011 Pazartesi

EMEĞİN SANATI'NDAN 106. MERHABA

Merhaba,
Günümüzde sanatta bir rahatsızlık olmamakla birlikte sanatçıda bir “rahatsızlık” bir “sorun” olduğunu yadsımıyoruz. Bu “rahatsızlık” daha çok sanata kişisellik aynasından bakanlarda görülüyor. Bu “tip”ler, kendi rahatsızlıklarını sanatın rahatsızlığı olarak ortaya sürme çabasındalar.

Arkadaşımız Lütfiye Bozdağ, bu sayımızdaki yazısında bu tür bir “rahatsızlık”ı irdeliyor, eleştiriyor. Kendi konforlu atölyesindeki üretme kabızlığına kişiselliğini afişe etme çaresini bulabiliyor burjuva sanatçısı. Hâlbuki sanat şahsî değil, sanat insanın yaşamını, kendisi ve toplumu için yeniden üretme çabasından başka nedir?

Elbette hayat denilen garip ve geçici konukluk sırasında hepimizin içinde bilinçaltı bir rahatsızlık vardır. Ancak bu rahatsızlığın giderilmesi, sanatla, onun verileriyle olmalıdır. Afşar Timuçin’in de vurguladığı gibi çiğnenmiş lokma arayanların sanattan uzak durmaları iyi olur. Zaten sanat, yararsızın araştırılması ve teşhir edilmesi değil midir?

Sanat, sanatçının kendi bireyselliğinde başlar. Ama Melih Cevdet Anday işin doğrusunu ve gerekli olanını gösteriyor: “Sanatçının, kendi bireyini yaratırken, kendi olmayanı (başkasının bireyini) de yaratma sürecidir sanatı vazgeçilmez kılan.” Görülüyor ki, sanatın özünde üç şey mutlak olarak yer alır: anlamak, özgürlük ve değiştirmek.

Biliyoruz ki, yaşamı değiştirmek, sanatın sürekli hedefidir. İçimizde ya da dışımızdaki gerçeğin üzerini örten tozu, küfü süpürüp atar sanat. Nihat Ateş bu konuda doğru saptamayı yapıyor: “Sanatçı her zaman sokakta birlikte yaşadığı insanı doğru anlama kaygısı gütmelidir. Onun sorunu, o bireydir ve bireylerin oluşturduğu toplumdur çünkü.” Sanat, görünmeyeni, görünemeyeni görünür kılmaktır.

Sanatçı kendisi için konuşamayanların yerine konuşandır. Kim olduğumuzu, ne olduğumuzu, nerede olduğumuzu sanat yoluyla öğreniriz. Neler düşündüğümüzü, duyduğumuzu, neler duyacağımızı bizlere anlatmak, öğretmek sanatın görevidir. Sonuç olarak “rahatsızlık” sanatta değil, burjuva sanat ortamındadır. Bize düşen sorumluluk, düş kurma özürlü bir ortamın sanatta yerinin olamayacağını bir kez daha haykırmaktır. Emeğin sanatçısı; toplumsal yankılara ve özellikle duyarlıklara, düşüncelere, yeni davranışlara yol açan tarihi kavramış, sırası geldiğinde dünyayı ve kendini aynı anda anlatabilmiş sanatçıdır.

Ali Ziya Çamur

BU SAYININ SAVSÖZÜ

Sosyalist gerçekçilik, temeline bilimselliği ve evrenselliği koyan ve bu temelde vücut bulan; geniş kitlelerin, halkların ellerinden alınmış olan gerçek sanatın ve estetiğin çağdaş yorumlarıyla tekrar gerçek sahiplerine iadesini savunan ve onun burjuva tüketim aracı olarak ve rant aracı olarak kullanılmasına karşı olan bir tavırdır, duruştur, direniştir. Yaşamın gelecek güzel günler için estetik olarak yeniden üretilmesidir.

İnsanı, insana ait olanı değer olarak gören sosyalist gerçekçilikte sanat, bir kazanç kapısı olarak görülmez, fayda getiren bir meta olarak da düşünülmez; o, gerçek yaşamın ifadesidir ve sadece iç döküşler değil aynı zamanda bilimsel temellerde aydınlatan, yol gösterendir de. Kapitalist sömürü sisteminin çağdaş felsefesi pragmatizmde olduğu gibi bireysel faydacılığı ya da tecimsel değeri reddeder. Pragmatizm, idealizmin evrimle harmanlanmış ve yüzü maskelenmiş çağdaş, ilerici görünümlü bir burjuva aldatmacasıdır. Pragmatizme göre “Var olmak, pratikte yararlı amaçlara yönelmektir ya da var olmak, yararlı olmaktır. Eğer bir nesne yararlı değilse, o var değildir.” yani yararlı olmayan yoktur. Küresel emperyalizmde yararlı olarak kabul edilenin, bir şeyin yararlı sayılmasının ölçütünün para olduğunu sanırım söylemeye gerek yoktur. O halde şöyle diyebiliriz: pragmatizme göre para olarak belli bir ederi olan her şey vardır; para olarak belli bir ederi olmayan hiçbir şey ise yoktur!..

İşte emperyalist sömürü düzeninin çağdaş felsefesi pragmatizmde de gördüğümüz gibi esas olan paradır, parasal değerdir, onun dışındakiler yoktur. İş böyle olunca sanat dünyasında da “Para olarak değeri olan, kazanç getiren sanat ürünü vardır, kazanç getirmeyen, ederi olmayan ise yoktur.” (…)

Pragmatist yaklaşımın tersine “Sosyalist Gerçekçilikte” yarar felsefesi farklıdır; rantsal yarar anlayışı yerini insanî ve toplumsal yarara, değerli olma anlayışı ise estetik ve bilimsel yönden değerli olmaya bırakır. Onun insanlığa tutacağı ışık parayla ölçülemeyecek kadar değerlidir.
İRFAN ÜNAL
(Sanat Cephesi, sayı 7)

YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ

SORUN YAYINLARI’NDAN 12 YENİ KİTAP!..

Kolektif bir çabayla, emek-sosyalizm-mücadele ekseninde yayınladığı kitaplar yayınlayan, Sorun Yayınları yeni 12 kitap daha yayınladı:

“Ünlü Bolşevik Kadınlar”
Bilimsel İnceleme-Araştırma Dizisi (Tercüme) dizisinin 26. kitabı olarak “Ünlü Bolşevik Kadınlar” adlı 328 sayfalık derleme yayınlandı. Kitapta, Anna İlyiniçna Ulyanova-Elizarova (Vladimir İlyiç’in Kız Kardeşi), Nadejda Konstantinovna Krupskaya, Clara Zetkin, Inessa Armand, Olga Afanasyevna Varenzova, Vera Mihaylovna Veliçkina, Mariya Petrovna Galubyeva,  Rosaliya Samoylovna Zemlyaçka, Klavdiya İvanovna Kirsanovna, Lidiya Mihaylovna Knipoviç, Aleksandra Mihaylovna Kollontay, Praskovya Franzevna Kudelli, Klavdiya İvanovna Nikolayeva, Konkordiya Nikolayevna Samoylovna, Vera Sluzkaya, Sofya Nikolayevna Smidoviç, Ludmila Nikolaveyna Stal, Mariya Moiseyevna Essen gibi sosyalizm ve Sovyetler tarihine damga vuran kadınlar tanıtılıyor.

“12 Mart 1971’den Portreler Cilt I”
Edebiyat-Sanat-Estetik Dizisinin 5. kitabı olarak Sırrı Öztürk’ün “12 Mart 1971’den Portreler Cilt I” kitabının 7. baskısı yayınlandı. 432 sayfalık kitapta, 12 Mart 1971 askeri faşist darbe döneminin cezaevi mekânlarında, ideolojik, sınıfsal, politik ve örgütsel konumlarıyla sisteme karşı koyan Devrimci ve Sosyalist Kadro’ların sosyal/sınıfsal kimlikleri, teorik ve pratik donanımları, devrimci kişiliklerinin çerçevesinde ve yer yer yaşanan tanıklıklar, anılar ve belgeler dizisi biçiminde değerlendirilerek tanıtılmaya çalışılmıştır. Bu anlamlı süreçte yaşanan olay ve olgular karşısındaki düşünce ve davranış farklılıkları olabildiğince nesnel, ama yazarın bağımsız sınıf perspektifi ve tavrı ekseninde değerlendirilmiş ve buna özen gösterilmiştir.

Kitabın yazarı, yüzde yüz bağımsız ve yüzde yüz işçi sınıfı ve emekçi halklarımızın sosyal, sınıfsal ve evrensel kurtuluşundan yana konumuyla devrimci kişilikleri olumlu ve olumsuz yönleriyle bir bütün içinde tanıtmıştır. Okurun bu kitabın yazarını da eleştirel yargı süzgecinden geçirip değerlendireceği açıktır. İşte bu türden bir ihtiyacı karşılamak amacıyla kitabın ilk bölümüne (I. Cilt) yazarın cezaevine girmeden önceki bazı anılarının da eklenmesi uygun görülmüştür. Bu bölümde anlatılanlar, bir yandan, 12 Mart’ı karşılayan kişi, grup ve örgütlerin o günkü donanımını sergilemesi, öte yandan “12 Mart 1971’den Portreler”in daha tam olarak değerlendirilebilmesi açısından birçok yararlı ipuçlarını da içermektedir. O dönemin devrimci kişiliklerinin portreleri Marksist sınıf bakış açısıyla çizilmeye çalışılırken, bu arada, doğallıkla anıların yazarını da eleştirmek okurun hakkıdır.

Kitabın 12 Mart hakkında yazılanlar diğerlerinden önemli farkı: 1) Cezaevleri sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir bileşenidir. 2) Aynı zamanda bu mekânlarda da sınıf mücadelesi hükmünü sürdürmektedir. 3) Dönemin örgüt ve kadrolarına, onların kimlik ve kişiliklerine Proleter Devrimci bakış açısıyla eleştiri yöneltilmesidir. Portreler, tarihsel, sosyal, sınıfsal, ideolojik ve politik hesaplaşmada eskimiş olanı yıkmak, kavga etmek ve aşınmışı aşmak için kaleme alınmıştır. Kitap ayrıca, Devrimci ve Sosyalist Sol’un ayrışıp, yeniden buluşup bütünleşmesi ve yeni nitelikler kazanmasına yardımcı olmayı hedeflemektedir.

“Oportünizm Yargılanıyor”
Sorun Broşür Dizisinin 20. yayını olarak Sırrı Öztürk’ün yazdığı  “Oportünizm Yargılanıyor” yayınlandı. 224 sayfalık kitap, “İşçi Sınıfının Siyasal ve Sendikal Birliği”, “Faşizme Karşı Savaş Birliği”, “Tek Parti-Tek Sendika-Tek Gençlik Örgütü” ve “Komünistlerin Birliği” şiarlarıyla sosyal pratikte mücadele eden Proleter Devrimci Orhan Kaplan’ın kısa biyografisini ve anısını içeriyor.

“Oportünizm Yargılanıyor” aslında bir kavga kitabıdır. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbe öncesindeki örgütsel arayış ve yönelişlerin, çeşitli deneyimlerin sınandığı bir süreçteki olay ve olguları içerdiği kadar, Devrimci Hareketimizin ideolojik/sınıfsal yeni nitelikler kazanması mücadelesinde günümüz için de çok yönlü ders ve sonuçları çıkarmamızın önemini hatırlatmaktadır. Bu Kitabımızın da bir daha yeri doldurulamayacak düzeydeki insanlarımızın Devrimci yaşamını, Komünizm uğruna mücadelesini ve anılarını belgelemek amacıyla yeniden yayımlanması uygun bulundu.

“İşçi Sınıfı Hareketi Üzerine”
Bilimsel İnceleme-Araştırma Dizisi(Tercüme)nin 25. kitabı olarak Georgi Dimitrov’un yazdığı  “İşçi Sınıfı Hareketi Üzerine” yayınlandı. 168 sayfalı kitabın tanıtımında şu sözlere yer verilmektedir:

Enternasyonal Sınıf Mücadelesinde: Dimitar Blagoev (1856-1924), Vasil Kolarov (16.07.1877-23.01.1950), Georgi Dimitrov (18.06.1882-2.07.1949) XIX. Yüzyılın sonunda ve XX. Yüzyılın ilk çeyreğinde Balkanlarda Marksizm’in en büyük teorisyenleri ve pratisyenleri arasında anılmaktadır. Bulgaristan coğrafyasında yetişen üç Komünist Kadro, Bulgaristan işçi sınıfı hareketinin ve Bulgaristan Komünist Partisi’nin kurucuları ve uygulayıcıları olarak tarihe önemli kayıtlar bırakmışlardır.

Georgi Dimitrov, 1923 Bulgar faşizminin baskısı altında Marksizm’i savunduğu gibi, “Reichstag Yangını” bahanesiyle yargılandığı Nazi Almanya’sı (Leipzig–1933) mahkemelerindeki ünlü savunmasında faşizmi yargıladı ve mahkûm etti. Böylece faşizmin Komünistleri asla yargılayamayacağını kanıtladı ve belgeledi. Çünkü Marksist olmak yasal ve meşrudur. Devrimcileri, Komünistleri hiçbir gerici güç yargılayamazdı! Halk Demokrasilerindeki sosyalist kuruculuk döneminde insanın ve insanlığın sosyal ve evrensel kurtuluşu mücadelesinde önemli katkılarda bulundu.

Günümüzde artık ne Halk Demokrasileri ne de Sosyalist Sistem var. Ne hazin bir trajedidir ki: Georgi Dimitrov’un anıt mezarı sökülmüş, yerine tuvalet yapılmıştır! Her şeye ve aleyhteki pek çok faktöre rağmen,  işçi sınıfı nicelik ve nitelikçe gelişip güçleniyor. Emperyalist-kapitalizmin tüm baskı, sömürü ve diktatörlüğünün aşılması sorgulanıyor. En büyük demokrasi demek olan proletarya diktatörlüğünün ve bu mevziyi tutanların tarihsel ve sosyal haklılığı her olay ve olguda öne çıkıyor. Kapitalizmin devrimci yol ve yöntemlerle aşılacağının kimi maddî imkân ve fırsatları doğuyor. İnsanlık yeniden ayağa kalkıyor. Yeni Ekimler güncelliğini koruyor…

Devrimci Proletarya Sınıfı, Komünistler hem coğrafyamızda hem de dünyamızda Dünya Komünist Partisi’nin kurmaylığından yoksun olarak bu süreci yaşıyor. Elimizdeki kitap Bulgaristan’daki sınıf mücadelesini, parti ve sendikaları, işçi sınıfı hareketini, sosyalist hareketi ve sorunlarını incelemektedir. Bu tarihsel süreçten geleceği kazanmak için çok yönlü ders ve sonuçlar çıkarılmalıdır.

“Gençlik-Gelecek Ve Politika”
Sorun Broşür Dizisinin 21. kitabı olarak Sorun Yayın Kolektifi tarafından anonim yazılan 112 sayfalık “Gençlik-Gelecek Ve Politika” kitabı, “Gençlik-Gelecek ve Politika” bahsinde daha fazla dram ve trajedi yaşamadan, melankolik ruh halinden kurtulup gençliğin dinamizminin olması gereken yere çekilmesi amacıyla hazırlandı. Gençliğin enerjisinin nereye akıtılması konusu, bizzat öğrenci gençlik kesiminde öne çıkanların kaleme aldığı yazılarından oluşturuldu. Bu kitapta, “Gençlik-Gelecek Ve Politika” konularında Sorun Yayın Kolektifi tarafından düzenlenen çeşitli panel-söyleşilerde dile getirilen, daha sonra yayın için geliştirilen konuşmalar yer almaktadır.

“Devrimci Kimlik-Kişilikler Unutulmasın-Unutturulmasın”
Sırrı Öztürk’ün Sorun Broşür Dizisinin 25. kitabı olarak yayınlanan 272 sayfalık “Devrimci Kimlik-Kişilikler Unutulmasın-Unutturulmasın” kitabında Devrimci Hareketimize bütünlüklü bakamayan kimi örgüt, grup ve şeflerce anılmayan ya da “suskunlukla” geçiştirilmek istenen bizim insanlarımızın portrelerinin çizilerek Kolektifimizce kitaplaştırılması uygun görülmüştür.

“Yakın Tarihimiz Nasıl Tahrif Ediliyor?”
Sırrı Öztürk’ün, Sorun Broşür Dizisinin 24. kitabı olarak 272 sayfalık “Yakın Tarihimiz Nasıl Tahrif Ediliyor?”yayınlandı.

Kitabın yazılma nedeni olarak şu düşünce vurgulanmaktadır: “Yakın Tarihimiz Nasıl Tahrif Ediliyor? Bu can alıcı soru ilerici, demokrat, devrimci, yurtsever, sosyalist ve Marksist herkesi ilgilendirmektedir.  “Yakın Tarihimiz Nasıl Tahrif Ediliyor?” sorusunu yöneltirken, bunun nedenlerini yakinen bilmekteyiz. Çeşitli niyet ve amaçlarla yapılan tahrifatların bu düzeyde oluşunun da nedenlerinin farkındayız. Bu türden sorular cevaplanmak ve bir tavır geliştirmek üzere; bütün ilkeli, dürüst ve namuslu bizim insanlarımıza yöneltilmelidir. Sınıflar mücadelesinin Marksist bakış açısıyla gereğinin yapılması ve örgütlü güvencesine kavuşması için çok yönlü mücadele esastır. Bu sorgulama da çok yönlü mücadelenin bir parçasıdır.

Devrimci tarih ve geleneklerimizin bu düzeylerde tahrif edilmesinin amacı: Bir yandan burjuva ve küçükburjuva “sol” akımların sistemle uzlaşabilmesi için, diğer yandan kapitalist sistemi devrimci yol ve yöntemlerle aşmaya aday birleşik, ciddî, güçlü, güvenilir ve donanımlı bir Sınıf Parti’sinin oluşturulmasının önlenmesi içindir.

Kurumsal merkezi disiplinli Sınıf Partisi’nin henüz daha oluşturulamadığı ve ona bağlı Bilim Kurulu, Enstitü ve Akademi geleneklerinin üretilemediği şartlarda devrimci tarih ve geleneklerimiz de doğallıkla burjuva ve küçükburjuva “sol” güzergâhlarda çeşitli niyetlerle yapılan tahriflere açık olmaktadır/olacaktır. Anılan bilinçli tahrifatların ideolojik-sınıfsal nedenlerini örnekleyerek teşhis etmek ve aşmak amacıyla elimizdeki kitabın Kolektifimiz tarafından yayımlanması uygun görülmüştür.”

“Yalancı Baharın Çiçekleri”
Edebiyat-Sanat-Estetik Dizisinin 34. kitabı olarak Asım Gönen’in  “Yalancı Baharın Çiçekleri” yayınlandı.
“İnsanın insanı ezmesinin temelinde açlık ve sömürü varsa, açlığın ve sömürünün temelinde de insanın insanı ezmesi vardı. Bunu yok etmek, bu döngüden çıkmaya bağlıydı. İnsan insana değil de bu döngüye egemen olsa, yeryüzü acıların yüzü olmaktan çıkardı. İşe değip ekmeğe değmeyen eller öncelikle bunun için kenetlenmeli ve bunun için yüreklerini birbirine vermeliydiler.” 

Seksen kuşağı ve sonrasında yetişenler için altmışlı yetmişli yıllar birer karanlıktan, bilinmeyenden, yalan yapıldak söylentilerden ibarettir. O günlerde neler yaşandı? Adım adım darbeye giden yolda Türkiye 12 Eylül’lere kimler tarafından, nasıl sürüklendi. Cuntayla amaçlanan asıl niyetler nelerdi? 12 Eylül sabahı nasıl bir Türkiye’ye uyandık ve bugünkü Türkiye’nin temelleri ne zaman, nasıl atıldı? Gencecik fidanlar daha tomurcuğa durmadan niçin darağaçlarında sallandırıldılar; delikanlıca ölüme meydan okumak, yoksa yere düşen tohumların cellâtlarının boynuna attığı ilmekler miydi?

560 sayfalık kitapta Asım Gönen, bu ve bunun gibi kafamızda dönen, henüz cevabı verilmemiş birçok soruya ışık tutuyor; bilinmeyenleri, dönemi yaşayan sosyalist gerçekçi bir şair/yazar olarak, ilerici aydın duyarlılığı ve sorumluluğuyla panoramik, şiirsel bir anlatımla bilince taşıyor.

“Yalancı Baharın Çiçekleri”ni okurken bozkırda çoban, Maraş’ta halk, Sivas’ta Nesimi, her Cumartesi güvercin donuna girmiş oğlunu arayan, faillerini ve sistemi sorgulayan çaresiz anne, darağacında Deniz’siniz. Acıları ve sevinçleri birlikte yaşıyor, birlikte üretip birlikte tüketiyorsunuz. Bazen de bir dere kenarında bülbül sesleri eşliğinde dostlarınızla şiirler okuyup Türküler söylüyorsunuz. Kolektif yaşamı, Anadolu insanının sıcaklığını tadıyorsunuz.

“Karmat İle Abratan”   
Edebiyat-Sanat-Estetik Dizisinin 35. kitabı olarak yayınlanan sayfalık  “Karmat İle Abratan” Asım Gönen’in yeni şiir kitabı:

“vardım ki yüzsüz bir gülücük
gülücüksüz bir yüz gibi durur altın kafeslerde
vardım ki gülücüksüz bir yüz
hasretinden kurur yüzsüz bir gülücükte
gözyaşıyla dönen değirmenlerde
kızıl gülleri öğütür çarklar
soldukça yaşamı emzirenlerin yüzü
yaşamı emenlerin yüzünde
                          hırsızlık elmaları gibi parlar”

“Sharbat Gula”
Edebiyat-Sanat-Estetik Dizisinin 36. kitabı olarak İrfan Ünal’ın şiirlerini içeriyor “Sharbat Gula”:

“kırıldı sazlar camlar kırıldı döküldü okka okka terler
dağlar aşan yolcuların alnından bereketli ovalara
kadehimize iksir oldu gelincikler sarhoşuz ey dost
kan tadında şarap sarhoşuyuz gayrı mezemizdir
dudağımızda turnaların gurbet türküleri
sarıldığımız tek yoldaşımız kırık mızrabımızdır şimdi”

“Seçimlerde Sol’un ‘İki Taktiği’ II”
Sorun Broşür Dizisinin 23. kitabı olarak yayınlanan 112 sayfalık “Seçimlerde Sol’un ‘İki Taktiği’ II” kitabında Sırrı Öztürk, burjuvazinin “seçim” hesaplaşmalarında işçi sınıfı ile emekçi halklarımızın talep ve ihtiyaçlarını yanına alarak, kitlelerin politikleştiği anlarda Devrimci ve Marksist Sol Kadroların Bilimsel-Komünizm eksenli politikalarında karşılaştıkları sorunları Marksist Eleştiri yöntemiyle ele almaktadır. Burjuva parlamento vb. seçimlerde stratejik amacımızı gölgelemeden gözetilecek bağımsız sınıf tavrımızı, uygulanacak çok zengin ve taktiksel zenginliklerimizi incelemektedir.

“Laz Aydınları Ve Sorumluluk”
Halkların Tarih-Kültür Dizisinin 24. kitabı olarak yayınlanan Ali İhsan Aksamaz’ın kaleme aldığı 176 sayfalık “Laz Aydınları Ve Sorumluluk” kitabının yazılış gerekçesinde şu sözlere yer veriliyor:

“Uluslarötesi tekelci sermayenin çıkarları gözetilerek; emperyalist, altemperyalist, sömürgeci niyetlerin kol gezdiği ve çatıştığı, hammadde ve enerji kaynakları ve bunların aktarılma ve güvenlik yollarının kesiştiği bir bölge ve ülkede yaşıyoruz. Üstelik 20. yüzyılın ideolojik/sınıfsal yapı ve saflaşmaları yerlerine yenilerini bırakmıştır.

Dünya çapında, bölgede ve ülkede ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel gelişmeler konusunda Laz aydınları ne düşünüyorlar? Nasıl bir duruş ve tavır sergilemek gerektiğinin bilincindeler mi? Kapitalist üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkileri açısından dünyayı, Türkiye’yi, bölgeyi nasıl değerlendiriyorlar? Yaşadığımız dönemdeki sosyal olay, olgu ve süreçleri nasıl görüyorlar? 

Emekçi halkların dil, tarih, kültür ve geleneklerinin inkâr, imha ve asimilasyona uğratıldığı bir süreçte ilerici aydınların sorumlulukları sınavlardan geçiyor. Giderek yok olmaya yüz tutan Lazca, tek başına kimliğin, asimilasyona karşı duruşun en temel unsurlarından biridir. Laz aydınları, bugüne kadar sergilenen folklorik yönelimlerin dışında, Lazcanın geliştirilmesi, yazılarak kullanılması konusunda hangi projelere sahipler?

Bütün bu noktalardan hareketle, öncelikle Laz aydınlarının yanı sıra; internet sitesi, vakıf ve derneklerin en duyarlı kesimleri vakit geçirmeden bir araya gelmeli, sorunlarını ilkeli tartışmaya sunmalıdır. İçinde bulundukları örgütsel konumlarını koruyarak sorunlarına çözüm yöntemi üretmeye aday ve tartışmaları ilerletici bir inisiyatif kurumu oluşturmalıdırlar. Somut durumun somut tahlilini yaparak günün ve şartların gerektirdiği çabalara girişmek için temel ilkelerini tespit etmelidirler. Kendilerini çerçevesi birlikte çizilmiş ilke ve amaç birliği temelinde bağlamalıdırlar.

Yaşamakta olduğumuz coğrafyadaki sosyal muhalefet dinamiklerinden soyutlanmadan, emeğin ve emekçinin kurtuluşu yolunda anti-emperyalist, anti-kapitalist mücadelenin bir bileşeni olmalıdırlar.  Bu türden bir tavır alış, aynı zamanda HES ve anadil mücadelesinde önemli bir adım olacaktır. “    

SAĞIN SOLDAN ÇALDIKLARI VE 'ENTELEKTÜEL ŞİDDET'

Hece dergisinin son iki sayısında kendi buluşlarıymışçasına kapak konusu olarak "entelektüel şiddet" kavramını işledi. “Entelektüel şiddet” kavramının, Türkçede, ilk kez kendisi tarafından 1987 yılında kullanıldığını, sosyalizme yönelik bir ağrı ve arayışın ürünü olduğunu belirten gazeteci-yazar Osman Çutsay, bu kavramlaştırmanın, tam tersi bir noktadan, doğrudan sağın hizmetine alınmasına sessiz kalınamayacağını söyledi. Sağın, sol gösteren bayağılıklardan güç ve kadro devşirdiğini, “düşük solun” veya “eski solun” aklıyla hareket edip devrimciliğin tüm kazanımlarına el koymaya hem meraklı hem de mahkûm olduğunu hatırlatan Çutsay, “Bunlar kapitalizmi şimdiye kadar hep böyle yürüttüler. 'Yürütmek' tek işleridir” dedi.

Osman Çutsay, şu açıklamayı yaptı:
"Bu kavram benim Edebiyat Dostları dergisi çerçevesinde, onu “doğururken” üretip geliştirdiğim bir kavramdır. Doğum tarihi, ilk yazılı kullanma tarihi de diyebiliriz, Kasım 1987’dir. Ondan önce bu kavramı sözlü tartışmalarda, sohbetlerde, hatta toplantılarda falan epey bir kullanmıştım tabii. Bunun daha sonra özellikle iktidar arayan devrimci ve sol çevrelerde de kabul görüp kullanıldığını biliyorum. Bu da normaldir. Böyle olur bu işler. Ama sol düşmanlarının bu kavramı kullanmaya ve hizmetine almaya başlaması, doğrusu yeni bir boyuttur. Burada bu çevrelere hadlerini bildirmemiz gerekiyor. Daha doğrusu muharebe davetini kabullenmek zorundayız.

(…)Her renkten sağın, Türkiye’nin devrimci sosyalist hareketinden bir şeyler kaçırarak, üstelik bunları tam tersi bir doğrultuda kullanmalarına gözlerimizi yumamayız. Bu sağ hep böyledir; sadece dincileri değil, dinsizleri de...

Sonuçta, “entelektüel şiddet” kavramı Türkiye’de sosyalist bir toplumun mümkün olduğunu, bunun için ilerici jakoben geleneğin yeterince güçlü bir aydın malzemesi yaratabildiğini söyleyen ve emeğin iktidarı için her olanağı kullanacağını ilan eden devrimcilerin ortak malıdır. Önce benim kafamdan çıkmış olması bu çerçevede hiç önemli değil. Ama sola savaş açmış çevreler bizim üretimimize el uzatırsa, kendilerine ‘Bu resmen hırsızlıktır, buna izin vermeyiz, rezilliğinizi kamuoyu önünde yüzünüze vurmak görevimizdir’ demek zorundayız. Demezsek, adamlar sahip çıkacak ve bizim söyleyecek sözümüz kalmayacak bir süre sonra... “ (soL - KÜLTÜR) 

AHMET KAYA TÜRKÜLERİYLE
KAVGAMIZA SES VERMEYE DEVAM EDİYOR…

Ahmet Kaya’yı yitireli 11 yıl oldu. Ama o türküleriyle kavgamıza direnç ve umut katmaya ediyor, devam edecek.  12 Eylül sonrası, sazlar ve sesler susturulmuştu. Kasetler, plaklar ya toplatılmış ya da korkudan yakılmıştı. Topluma arabesk vurdumduymazlığın pompalandığı o günlerde gür bir ses,  sinmiş umutları yeniden yeşertti. Gürül gürül sesinden akan türküler, 12 Eylül faşizminin zindanlarından, işkencehanelerinden yükselen bu gür türküler, şarkılar devrimci umudu yeniden diriltmeye, özlemleri tazelemeye başladı.

O dört dörtlük bir insandı. Sevmesini bilir, sevgisini hak edenlere sevgisini en yürekten sunardı. Sevgisini en güzel şarkılarıyla düşmanlarına da duyurur ve önyargılara, haksızlıklara karşı en insani tepkisini göstermekten geri durmazdı. 1985’ten 1990’lara değin her albümü ayrı bir patlama yapmış, albümler hep liste başı olmuştu.
Kürt halkına baskıların yoğunlaştığı, Kürtçe konuşmanın suç sayıldığı bir dönemde Magazinciler Derneğinin ödül gecesinde de duyduğu ve düşündüğü gibi konuştu. Kürtçe bir klip yapacağını söylüyordu. Birden düğmeye basılmış gibi burjuvazinin beslediği sanatçı, gazeteci bozuntularının ve faşist basının saldırısı başladı.  Kürtçe şarkı yapma, Kürt dilini savunma çabasında çatal bıçak yağmuruna tutulurken, kimi Kürt kökenli burjuva sanatçıları, devrimcilere seslenen müzikleriyle köşe olan sahte demokrat sanatçılar,  sonradan Kürtçe şarkılar söyleyerek şov yapacak olan şarkıcılar kös dinlemiş gibi sus pus bu saldırıya seyirci kaldılar.  Onların çoğu Ahmet Kaya ve diğer sanatçıların kanını, canını verdiği bu savaşım üzerinden bugün Kürtçe şarkı söylemenin rantına talip olmaya başladılar.

Toplum ve kendi yaşamında gördüğü haksızlıkları, müziğiyle, türküleriyle protesto eden, doğru bildiklerini söylemekten çekinmeyen, düşündükleri ve söyledikleri şeyler için bedeller ödemiş, sürgün edilmiş bir sanatçıyı, Ahmet Kaya’yı ölümünün 11. yılında türküleriyle anıyoruz.

“Hoşçakalın ağız tatları, sıcak çorbam, çayım, sigaram
Havalandırma sıram, banyo sıram, kelepçe sıram
Parkamı, kazağımı, eldivenlerimi, ayakkabılarımı
Ve kalemimi ve saatimi
Ve kavgamı bıraktığım sevgili dostlar
Hoşçakalın, hoşçakalın
Beni yaşamımla sorgula iki gözüm
Beni yüreğimle, beni özümle”
Bilimle anla beni, felsefeyle anla beni
Tarihle anla beni, ve öyle yargıla"
                                                                                                                                                                                                 
KIRK KUŞAĞININ ÖNCÜ VE ÖZGÜN ŞAİRİ
ERCÜMENT BEHZAT LAV ŞİİRLERİYLE YAŞIYOR…

17 Kasım 1984’te sonsuz Şair Ercüment Behzad Lav, çok yönlü bir sanatçıydı. Aktörlük, tiyatro yönetmenliği ve radyoda spikerlik ve yayın şefliği yaptı.

Türk şiirinin gelişiminde sürekli öz ve biçim arayan Ercüment Behzad Lav, Şiirimizde 40 kuşağının öncüleri arasındadır, özgür koşuğu ilk kullananlardandır. Onun şiirlerinin malzemesi içinde fütürizm ve sürrealizm’in yanında kübizmin ve sosyalizmin öğelerine de rastlanır. Çoğunlukla toplumsal bir duyarlığın izini sürmüştür.  Şiirlerinde kimi zaman ironi öne çıkar, kimi zaman üstü örtülü, sürrealistlerin çizgisini taşıyan buluşlar öne çıkar.  Ataol Behramoğlu’na göre, “1930´lu yılların başlarında yayınladığı kitaplarıyla Ercüment Behzad Lav´ı da, Batı ülkelerindeki modern şiir biçimlerini yerli temalara uygulayan deneyci, yenilikçi bir şair olarak anmak gerekir. Ercüment Behzad Lav, çağdaş şiirimizde önemli yeri olan ironik şiir türünün de şiirimizde ilk önemli temsilcisi” sayılabilir.

Doğan Hızlan nitelemesiyle, "kimselere benzememiş, hep kendi açtığı yolda yalnız yürümüş" bir şairdir. Şiirinde belli bir tavrı sahiplenip üzerinde yürüme yerine, her şiirinde farklı arayışlar ortaya koymuştur. Onun monografisini yazan Eser Demirkan’a göre de: “Bin kişilik şairdir” o. Her şiirinde yeni bir Ercüment Behzad Lav bulursunuz. Bir tane de ‘ondan bu beklenirdi’ diyebileceğiniz şiiri yoktur. Her biri ayrı bir sürprizdir. Çünkü her birinde ayrı bir şair yatar. Belki de bu yüzden onun eserlerini okurken siz de çoğul hissedersiniz."

"Köroğlu'ndan Memiş’e mektup"

atımla avradım öldü. pusatım kırıldı.
"yeni bir at al
avrat çok tazelersin
pusatını da değiştir"
dediler öyle yaptım
yeni at
huysuz çıktı
beni yere serdi
yeni avrat
soysuz çıktı
eşrafla yattı
yeni pusat uğursuz çıktı
geri tepti beni ele sattı
bunlardan hayır yok dedim yola düzüldüm
pusat atsız avratsız bir yere gittim....

burada
kus adam hayvan sus pus
bağırışmak yasak
işe karışmak yasak
dur yasak
otur yasak
çiviyi ses çıkarmadan çak
ağır ezgi yürü
soluk alma
etliye sütlüye dalma
senden iyisi yok... 

yetti canıma bu dirlik düzenlik
özledim soysuz avradı
huysuz atı uğursuz pusatı
deli gamsız karayeli
heybemi sırtladım
gene sılama döndüm memiş

ERCÜMENT BEHZAT LAV

FEDAİLER MANGASININ ÖLÜMSÜZ
BİR ŞAİRİ DAHA: SUAT TAŞER…

Sosyalist 1940 kuşağı şiirinin kendine özgü şairlerinden biridir Suat Taşer çok yönlü bir sanatçıdır. Ankara Devlet Tiyatrosu'nda oyuncu, Ankara Radyosu'nda spiker olarak çalıştı.

Şiirlerinde, 1940 kuşağının ortak tavrı olarak sosyalist gerçekçilik ön plandadır.  Buna karşın şiirlerinde özgün bakış ve duruşundan da ödün vermemiştir. Biçim ve üslûp olarak diğer kırk kuşağı şairlerinden farklıdır.

1942–1950 yılları arasında yayınlanan, ilk dönem şiirlerinde toplumsal konulara yönelirken coşkulu bir anlatımı benimsedi. Ancak 1950'den sonraki şiirlerinde mizah ve ironi öne geçti. Yeryüzü dergisinde yayımlanan bir şiiri nedeniyle Türk Ceza Kanunu'nun 142. maddesine aykırı davranmaktan yargılanıp aklandı. Bu davadan sonra daha göze batmayacak şiirler yazmaya başladı. Sonra bir dönem şiiri tümüyle arka plana iterek tiyatro ve tiyatro eğitimi üzerine çalıştı.

17 Kasım 1982’de aramızdan ayrılan Suat Taşer,  sosyalizm mücadelesinin öne çıktığı 70’li yıllarda yeniden şiire döndü, 70’lerin havasını taşıyan toplumsal şiirler yazdı.

Şiirin yanı sıra tiyatro yazıları, incelemeler, çocuk kitap, gezi yazıları da yazan Suat Taşer, dünyaca ünlü şairlerin şiirlerini de dilimize kazandırdı. 1982’de ölümünden kısa süre önce, Stanislavski'den çevirdiği 'Bir Karakter Yaratmak' adlı çalışmasıyla 1982 yılında Yazko çeviri-inceleme özendirme ödülü almıştı.

HOŞ GELDİN BARIŞ

Bir kadın ki doğumcul
ölümle yaşam kıl payı
kan ve kin kokan bu çirkin dünyayı
utançla armağan ediyorum sana Barış
yaşamanın kardeşçesini sen yarat sen bul

Sancılar çekilecek acılar oy merhaba
toprak gelincik kanar şamatasız
kaskatı kabuğunu çatlatır bir tohum
yürür köklerden dallara özsu
yaşamdan ölüm çıkınca ne kalır acaba

Barış oğlum aslanım
anan ki vatandır
ölümler içinde doğurdu seni
günümüz gecemiz sana emanet
namluda mermi misali yorgun canım

Çığlıklarla geldin biliyorum
büyüyeceksin çığlıklarla
büyüyecek umutlar sevgiler ve kardeşlik çiçekleri
tertemiz bir evren pırıl pırıl bir dünya
bekliyorum.

SUAT TAŞER

ŞİİRE FELSEFENİN PENCERESİNDEN GİREN
ŞAİR: MELİH CEVDET ANDAY

29 Kasım 2002’de yitirdiğimiz Melih Cevdet Anday, Garip serüveninden sonra şiirimizde ayrı bir ses, ayrı bir bakış getirip felsefeyi şiirle buluşturarak kendi şiirinin özgün temellerini attı. Pablo Neruda, onun hakkında, “Nazım Hikmet'ten sonra çok büyük bir Türk şairi daha buldum. Bütün gece gözüme uyku girmedi" dedi.  Anday, şiirini toplumsal bir duyarlılığa, hatta bilince ilk açanlardan birisiydi.

Melih Cevdet şiiri, öznel, az yerel, evrensel temalar içeriyordu. Savaş yıllarının yoksulluğunu küçük insanın dünyasına taşırken öfkeliydi, suçlayıcı bir tavır takındı. Rahatı kaçan dünyada, rahatı kaçmış insanın bazen ironik, bazen yergi dolu dili, Anday’ın şiirinde de etkisini hissettirdi. Telgrafhane ile başlayan şiirlerinde yeni benzetmelere, yeni temalara, düşünceyle duyguyu kaynaştırmaya yöneldiği görüldü.

Doğayı imgeye dönüştürmeye başladı. Özyaşamsal deneylerini şiir diline dönüştürüyor; barış, doğa, çağ, doğanın çeşitli varlıkları, doğa-insan diyalektiği öne çıkmaya başlıyordu. İroninin yerini zaman zaman coşku, tepki ve düşünce aldı. Ama Anday’ın poetiğinde duygu da, düşünce de, bilgi de şiirin kendi değildir; sadece bahaneleridir. Bu konuda şöyle düşünüyordu: “Hiçbir konu, hiçbir tema gerçekte şiiri yaratmaz. Ortaya çıkarmaz. Onla birer bahanedir. Şiir asıl yazılırken ortaya çıkar.” Bir dünya şiiri mirasçısı olduğunu düşünerek, şiirinde evrensel temaları derin bir bilinçle ele aldı, özgün şiirsel yaratıcılıkla ortaya koydu.

Melih Cevdet Anday, şiirlerinin yanı sıra oyunları, romanları ve denemeleriyle geleceğe kalan önemli kültür zenginliğimizdir.

  TELGRAFHANE

Uyumayacaksın
Memleketinin hali
Seni seslerle uyandıracak
Oturup yazacaksın
Çünkü sen artık o sen değilsin
Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin
Durmadan sesler alacak
Sesler vereceksin
Uyuyamayacaksın
Düzelmeden memleketin hali
Düzelmeden dünyanın hali
Gözüne uyku giremez ki...
Uyumayacaksın
Bir sis çanı gibi gecenin içinde
Ta gün ışıyıncaya kadar
Vakur metin sade
Çalacaksın.

MELİH CEVDET ANDAY

SOSYALİST ROMAN VE ÖYKÜCÜLÜĞÜN
DORUĞU: SEVGİ SOYSAL

Roman ve öykücülüğümüzde sosyalist duruşun öncü yazarlarından Sevgi Soysal’ı yitireli 35 yıl oldu. 12 Mart faşizminin zindanlarında yakalandığı kanser hastalığı nedeniyle aramızdan ayrıldığında kırk yaşındaydı.

Edebiyatımızda, kendine özgü yere sahip olan Sevgi Soysal, siyasal ve toplumsal olana bakışıyla, öğretici olmayan ama sorgulamaktan da geri durmayan diliyle, bazen alaycı anlatımıyla ve henüz daha ortalarda yokken kadınlık sorununu ele alışı, öne çıkarışı, arkasında duruşuyla farklılığını ortaya koydu. Devrimcilik kavramına yaklaşımı ve kadın konusunu ele alışı, basit bir feminizm yerine, derinlikli bir sorun çözümleme tavrı yarattı.  Kadın yazar olmaktan öte sosyalist kadın yazardı.

Kadınlığını suç apoletleri gibi değil dik ve ödünsüz taşıyan, politik bilincini duruşa tahvil edebilmiş insanca bir direniştir Sevgi Soysal. 12 Mart faşizminin bile "dize" getiremediği, cümlelerinin sonundaki her noktada saklı soru işaretleriyle aklımıza sızıveren, "yanlışını bile boyutlandırabilen" başka bir kalemdir. Tükenmek ve beklemek arasındaki sarkaçta asılı kalma hakkını ne kendine, ne de okuyucusuna tanımayan bir gözü pektir. “Kadın kimliğini patriyarka ve sistem karşısında yeniden ve inatla kurmayı deneyen, kendi gelişim çizgisinde sonrasında "sınıf"la buluşan ve yıkıcı-yıktığı oranda da yapıcı bir gözle 70'li yılların Türkiye’sine bakan, kitaplarında kimi zaman Yenişehir’in tam ortasında devirdiği bir kavak ağacıyla, kimi zaman da baskınların ve sorgulamaların ardından getirdiği şafağıyla ülkenin, sistemin ve en çok da insanın anlatıcısına dönüşen devrimci bir yazardır.”
Romanları, hikâyeleri ve diğer eserlerinde belirleyici iki temel unsur vardır. Bu da “kadının özgürlüğü” kavramı ile “bilimsel sosyalizm”dir. Soysal, ilk eserlerinden itibaren kadının psikolojik sorunlarını ele alır. O, herkesin girmeye cesaret edemediği cinsellik dâhil birçok konuyu kamuoyunun gündemine taşır. Baskın kişiliğinden yola çıkarak kadının birey olması için çalışır. Kendi deyimiyle kadını “şaşkın ördek”likten kurtarma çabası içine girdi. Bunun yanında 12 Mart faşizmini kimin zaman simgelerle kimi zaman açıkça eleştiren öyküler yazmaktan hiç çekinmedi:

“…Bu kent, ortaçağdan bu yana idam seyretmeye bayılırdı. Çoluk çocuk güle eğlene, fındık-fıstık yiyerek idamları seyrederdi. İdam edilene hakaretler savururlar, başı kesilirken alkışlarlardı. Çocuklar günlerce idamcılık oynardı arkadan. Köklü bir eğlentiydi bu. Ama sonra, baş kesildikten bir süre sonra kesilen başa özel bir sevgi duyulur, bu haksızlığı işleyen cellât lanetlenirdi. Cellât bütün haksız ölümlerin tek suçlusuydu. Bu neşeli ölümlerin. Kentin cadılarının, kiliseye, tanrıya karşı gelenlerin, kralın savaşlarından kaçanların, prense vergi ödemeyenlerin, ırz düşmanı papazların başını bazen prenslerine ayaklanan halkın başını hep bu aile kesti. O hem hüküm sürenlerin hem başkaldıranların cellâdıydı.  Hüküm sürenlerin ve başkaldıranların somut haksızlığıydı. Kesilen her baş için bir ağıt yakıldı. Bu ağıtta cellât düşmanca anıldı. Ta ortaçağdan bu yana.”(“Cellât Fuchs Kent Halkına Nasıl Karıştı” öyküsünden) 

ŞAFAĞIN, SEVDANIN, KARDEŞLİĞİN
VE ÖZGÜRLÜĞÜN ŞAİRİ: PAUL ELUARD…

“Aşk ve devrim şairi” sıfatını hak eden şairlerinden başında gelen Paul Eluard’ı 17 Kasım 1952’de sonsuzluğa göçüşünün 59. yıldönümünde saygıyla selamlıyoruz.

Sürrealizmin dört kurucusundan biridir. Şafağın, sevdanın, kardeşliğin ve özgürlüğün büyük savunucusu olur ömrü boyunca. Birinci ve İkinci Dünya savaşını yaşadı. Arkadaşlarıyla, 1. Dünya Savaşı’nda on milyon insanın ölümüne neden olan medeniyetin yarattığı bu korkunç savaşa karşı ortak çalışmalara girişti. Bunlara Tristan Tzara da katılınca Fransa’yı da aşan Dadacılık akımı kuruldu. Sonra tatmin olmadılar ve terk ettiler Dadacılığı. 1919 da Uyku ve bilinçaltı gibi çalışmalardan sonra Otomatik yazıyı icat ederler, bir nevi psikanalitik şiire yönelirler. Bu da onları sürrealizm akımını kurmaya kadar götürdü.

1 Aralık 1924 de “Sürrealizm Devrim”in ilk sayısı çıkarıldı. 1925 de  “Açın zindanların kapısını, Askere teskere verin!” diye haykırdı Eluard. Sürrealistler böylece Komünistlerle bağdaştı. Eluard 1926’da Fransız Komünist partisine üye olurken aradığı ortamı bulmuş ve en güzel şiirlerini yazmaya başlamıştır bile. Sürrealizmin ikinci manifestosu yayınlanınca Robert Desnos, Michel Leiris, Jacques Prevert, Raymond Queneau ve bir kaçı ayrılırlar. Ama Bunuel, Rene Char, Salvador Dali gibi yeni katılımlar olur ve ideolojik çizgilerini belirtmek için derginin adını “Sürrealizm Devrimin Hizmetinde” diye değiştirilir. İlk sayısı 1930’da çıkar.

Paul Eluard’ın sürrealizm için dile getirdiği şu görüşler, bizim yeni sosyalist gerçekçilik anlayışımızın da ana çerçevesini yansıtmaktadır: “Sürrealizm bir savunma aracı olduğu kadar kuşatma aracıdır, insanın gün ışığına kavuşturması gereken depderin vicdanıdır. Sürrealizm, düşüncenin herkeste mevcut olduğunu göstermek, herkesi düşünmeye çağırmak için çaba harcamaktadır; insanlar arasında var olan farkı azaltmak için absürt bir düzene, eşitsizlik, aldatmalar alçaklıklar üstüne kurulmuş bir düzene hizmet etmeyi reddeder. Hele insan kendini tanısın, kendinin farkına varsın, o zaman şimdiye kadar mahrum bırakıldığı zenginlikleri, nice acılar içinde teşkil ettiği bir kaç sağır ve kör büyük adam adına biriktirdiği maddi ve manevi bütün zenginlikleri ele geçirebileceği gücü bulur kendinde...”

Nazi işgali boyunca direnişçi olarak savaştı. Her an yer değiştirmek, tanınmamak, ortaya çıkmamak gereken bu yeraltı dünyasında Eluard, her gittiği yere müthiş geniş kütüphanesini de götürdü.  Fransız direnişçilerini, uçaktan atılan onun güzelim şiirleri umutlandırdı.

Güncel sözcükleri alışılagelmemiş bir şekilde işleyip kendine has bir şekilde imgeler kurması; dizelerine yön verdi ve onu farklı kıldı. Klişe dizeler Eluard’ın imgeleminde esinin gülüşleriyle büzüldü. Onun şiirleri, Yaşar Doğan’ın deyişiyle: “Bozulmamış bir meyvenin tiftiği gibidir.  Utkun bir kelebeğin göz kamaştıran kanadının şafağıdır, evrensel gençliktir.” Bu nitelikleriyle Eluard, 20. yüzyılın en büyük şairleri arasında yerini almıştır.

İSPANYA'DA

Kan rengi bir ağaç varsa İspanya'da
Hürriyet ağacıdır

Susmayan bir ağız varsa İspanya'da
Hürriyeti haykırır

Bir bardak saf şarap varsa İspanya'da
Milletin olmalıdır.

    PAUL ELUARD
    Çeviren: Orhan Veli Kanık

ŞİİRİMİZİN PROMETESİ ENVER GÖKÇE
SINIF KAVGAMIZDA HEP YANIMIZDA!

Enver Gökçe, şiir ve sosyalizm uğruna akıl almaz çile ve işkencelerle edebiyatımızın Prometelerinden biridir. Öyle ki, yazdığı şiirlerin çoğunluğu kaybolur. 1951 tutuklamasından sonra adının silinmesine çalışılır edebiyatımızdan… Ağızdan ağza dolaşan şiirleri 1970'te kitaplaşma olanağı bulur. Bu tarihten sonra dergilerde yayınlanan şiirleri ve hakkında yazılanlarla tanınmaya başlanır.

Enver Gökçe, hayatın içinde her gün sayısız kere tekrar edilen kelimeleri, yaşayan Türkçeyi, halk dilini şiire ilk defa sokmayı becerebilen şairlerdendi. Halk şiirinden Divan şiirine, Nazım’dan Dede Korkut’a uzanan bu birleşimi 1943’lerde tutturdu. Şiir yükü yoğun sözcükler seçmede, bunları dizelemede, destelemede Enver Gökçe bu geleneklerin hepsinden fayda gördü. Ustaca söylemenin yoluna girmişti. Daha 23 yaşlarındaydı. Verimli şiir yazma yılları ancak yedi yıl sürdü. Sanatını daha da geliştirecek, en olgun eserlerini verecek çağa girmişti. Harbiye mahpusuna düştüğünde 30 yaşında idi. Böyle başlayan ve uzun süren çileli hayat ve hapislik Enver Gökçe’nin yalnız sağlıklı yaşamasının değil, şiir ve sanatçı hayatının da sonu oldu. Arkadaşı İlhan Başgöz bu konuda şöyle diyor: “Onun 1960’tan sonra yazdığı şiirleri ve söylediklerini okudum. Hiç biri Enver değil bunların. Çalışamayan, okuyamayan ve en kötüsü artık düşünemeyen bir adamın kesik kesik sözleri bunlar. Enver’i genç yaşında budadılar."

Enver Gökçe, kardeşçe bir yaşamı kurmanın devrimden geçtiğini söyleyen ve devrimci sanatçıya yakışır bir şekilde yaşayan bir şairdi. Şiire başladığı 1940 yılından ölüm yılı olan 19 Kasım 1981'e kadar sanatını devrime adamış olan Enver Gökçe, "İnsan nasıl yaşarsa öyle düşünür. Yani düşüncesini onun sosyal hayatı ve sosyal pratiği belirler..." diyerek, düşünce ve eylemin birliğini somutluyordu kendinde. Yaşamının her anını devrimci kavga içinde geçiren şair, yapıtlarında işçi sınıfından yana olan tavrını şöyle vurguluyordu: “Ben, sınıf edebiyatı yapıyorum. Yani Türk halkının, hayatın her döneminde aktif olan, güzel olan, büyük olan bu halkın sanatını yapmaya çalışıyorum. Bence sanat, herşeyden önce bu sınıfın yaşam kavgasındaki gücünü, kudretini ortaya koymasındadır. 1940 yılına gelinen yıllarda Türkiye'de çeşitli sanat görüşleri var olmuştur. Ben, gayet tabii olarak bu toplumcu yanı kuvvetli olan akımın içindeydim ve içinde olacağım."

Kırk karanlığını, şiirin ışığı ile aydınlatmaya girişen sosyalist kuşağın unutulmaz şairlerinden olan; edebiyat ortamına egemen gerici ve yoz anlayışlar tarafından on yıllar boyu görmezden gelinen, antolojilere, şiir yıllıklarına alınmayan Enver Gökçe, halkın belleğinde çoktan unutulmaz yerini aldı. O’nu unutmayacağız, unutturmayacağız.

               
   
NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati 

ÖZLEM KESKİN: . . . . .giller



Bir yere oturmanızı tavsiye ederim. Ben öyle yapıyorum. Hatta oda sıcaklığında bir bardak su için. Ben içtim şimdi. Çünkü bu yazıyı okuyup bitirdiğinizde hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Ekmeğe eskisi gibi dokunamayacaksınız, su yırtacak boğazınızı, eşlerinizin elleri cehenneme dönüşecek, hep gelecek aklınıza okuduklarınız. Aferin, güzel yazmış, deyip bırakamayacaksınız bir kenara.
Benim için de aynı şey geçerli. Benim için de hiçbir şey eskisine benzemeyecek. Her zamanki yumuşak üslubumu bırakacağım bir kenara, hiç dokunmayacağım kelimelere, herhangi bir ses oyunu olmayacak, bir yazın klasiği yaratıp kaldıramayacağım arşivime.

İşimiz zor yani. Dehşet yorulacağız karşılıklı, canımız yanacak, geçip aynaların karşısına ağrıyarak bakacağız insanlığımıza. Zor yani, zorlanacağız. Saçmalıyorsun, diyenler vardır mutlaka. Yo, saçmalamıyorum. Aslında ben çok güzel de saçmalayabilirim. Uzun uzadıya boş konuşabilirim ama lütfen emin olun; saçmalayacak olsam bunun için mutlaka çok kolay, çok saçma bir konu seçerim. Niye mi kıvranıyorum o zaman. Kıvranmıyorum. Biraz sonra anlayacaksınız. Duyarlı bir yazar tavrıyla okuru hazırlıyorum.

Evet okur, hazırlığa devam:
1-Bu bir öykü değildir. Bilimsel bir inceleme hiç değil. Türün ne olduğuna yazıp, okuyup bitirdiğimizde karar verelim.

2-Sen dili kullanacağım. Kimse üzerine alınmasın. Canım öyle istiyor diye yapacağım bunu. Ne de olsa yazıyı yazan benim.

3-Zaman zaman parantez içi boşluklar bırakacağım. Sizden doldurmanızı istiyorum. Şimdiden teşekkürler ayıracağınız zamana.

4-Yapacağınız doldurmalar için edebi bir bilince ihtiyaç yoktur. İçinizden geldiği gibi davranın.

5-Akıcılıkta pürüzlerle karşılaşırsanız bağışlayın. Pek kolay akmıyor.

6-İmlâ hataları olursa lütfen takılmayın. Aha yakaladım işte, gibi bir tavır takınmasın kimse. Çünkü geriye dönüp hiçbir düzeltme yapmayacağım. Yazacağım ve bitecek. Sonra işi gücü bir kenara bırakıp sokak sokak kendimi arayacağım.

7-Ayrıca; şu kendini arama işini size de tavsiye ederim. İhtiyacınız olacak. Fazlasıyla yiteceksiniz.

8-Yazacaklarım uyduruktan değil, iş olsun diye yapmıyorum. Çok araştırdım. Ayrıca hiç de zorlanmadım. Çok ucuza temin edebildiğimiz çok sayfalı gazeteler dolup taşıyor bunlarla. Kolay oldu. Başımı her çevirdiğim yerde rastladım bir diğerine.

9-Herhangi bir ülke, isim, kurum belirtmeyeceğim. Kimse teşhir olmayacak, özelleştirmeyeceğim. Yer: dünya. Şahıs: insan.

10-Bunu neden mi yaptım. Yani beni bu kadar zorlayan bir yazıyı hem de malzemesi bu kadar kolay bulunurken, bir başkası da kolaylıkla yazabilecekken ya da zaten herkes biraz bilirken ben neden mi yazdım. Aşağıya onu da yanıtlayacağım.

Yazdım. Çünkü; ben telâşlıyım, işim çok. Yüküm ağır. Çünkü; ben literatürde kendime bir yer aralamaya çalışmıyorum. Ne mi yapıyorum? “İnsanlar açlık, ölüm ve kıyımlarda çırpınırken ne yaptın anne?” sorusuna yanıt hazırlıyorum.

Tamamdır. Gerekli açıklamaları yaptım. İhtiyaç duydukça yine döneriz açıklama işine. Suyunuzu içtiyseniz ve oturuyorsanız başlayalım artık. Size bir türden bahsedeceğim yoksa bir süreçten mi demeliyim. Neyse ona da siz karar verirsiniz. Siz bilirsiniz.

Bir gün evde oturuyorsunuz. Ayaklarınızı uzatmışsınız. Çayınız, gazeteniz… Birden karın bölgenizde bir kıpırtı. Şişiyor karnınız. Büyüyor, büyüyor, kocaman oluyor. Hemen bir ambulans çağırıp, koşuyorsunuz hastaneye. Tebrik ediyor doktor. Yaşasın, hamilesiniz. Birkaç dakika sonra anne olacaksınız.

Ya da; iş yerindesiniz. Telefon çalıyor açıyorsunuz:
—İyi günler beyefendi. ….. Hastanesinden arıyorum. Kutluyoruz sizi baba oldunuz. Gelip bebeğinizi alabilirsiniz.

Komik değil mi? Bu tür, kesinlikle bu şekilde meydana gelmiyor. Oluşabilmeleri için iki kişinin karşılıklı kararı ve isteği hatta eylemi gerekiyor. Bunu siz zaten biliyorsunuz.

Ayrıca hepimizin bildiği bir gerçek daha; türün meydana gelebilmesi tam dokuz aylık bir süreci kapsıyor. Bununla bitse iyi. Bitmek ne, asıl o zaman başlıyor iş. Altı ayda tutmayı, sekiz ayda alkışlamayı, bir yılda az çok yürümeyi, iki yılda kendi kendilerine yemeyi, üç yılda halen eksik olmak kaydıyla konuşmayı öğreniyorlar. Altı yılda çoğalttıkları dişlerini bir bir yitirip, sonra yeniden çıkmalarını bekliyorlar. Tam anlamıyla algılamayı öğrenmeleri on sekiz yılı kapsıyor. Daha da çok şey var, uzatmayayım. Saymayacağım. Zaten herkes biliyor.

Süreç demeliyim bundan sonrasında.

Bu süreçte iki yetişkinin ortak kararıyla oluşan küçük insan kendini dünyanın merkezine koyuyor. Önemli hissediyor. Ve mümkün olduğunca gidişatı belirliyor. Vakitli vakitsiz uyanmalar, olur olmaz ağlamalar da buna gösterilebilecek ufak kanıtlar. Merkezde oluyorlar dediysem; işler yolunda giderse, üzülerek belirtiyorum; şansları varsa bu böyle oluyor. Bazen işler yolunda gitmiyor.

Nasıl mı? Kimi zaman oluşumuna karar veren yetişkinlerden biri ya da her ikisi tarafından terk ediliyor küçük insan. Bir merkezde duruyor ama kimse olmuyor etrafında. Acıkıyor, çişini ediyor, korkuyor ama kimse yok. Kimse yok dediysem; var birileri, büyütülüyor bir şekilde çorakta çiğdem gibi. Yeşeremezse ölüyor. Ölürse her şey sessizce bitiyor. Sessiz ve soğuk. Yeşerirse itile itile. Horlana, tırmalana. Hatta yağmalana… Oldukça gürültülü… Bir çırpıda, hemencecik yepyeni kavramlar giriyor algılamayı tamamlamamış ömrüne. İlk kim buldu bilmiyorum. Ne kadar acımasız, ne iğrençmiş bulan. (……………..) ne kadar yazık etmiş. Terkedilmiş olmak damgalıyor küçük insanı. Her bebek bir anne ve babadan oluşuyor oysa. Tıp söylüyor bunu, ben değil.  Annenin yapmış olduğu iş, kiminle yattığı; babanın kimliği, nerede gezdiği değiştirmiyor bu gerçeği. O zaman; piç vb. kavramlara tükürüyoruz bir bir. Kapatıyoruz bu konuyu. Bütün küçük insanlar temiz ve değerli.

Başka bir boyuta geçiyorum. Bazen de yetişkinler terk etmiyor da küçük insanı daha farklı bir çelişki başlıyor. Beslenme gibi en tabi, en hak ve en gerçek bir ihtiyacı bile karşılanamaz hale geliyor. Sağlık, eğitim… Bir çok yiyeceğin tadını bilmeden, rahat ve sağlıklı giysiler giyemeden, çok renkli oyuncaklarla oynayamadan kuru, cılız büyüyor küçük insan. Yine çorakta çiğdem gibi… Büyümek işi kısa sürüyor o zaman. Hemen çalışmaya başlıyor. Çöpten kollarının gücünü satıyor ucuz paraya. Alıcı çok. Hatta koca bir pazar. Resmi verilerle açıklardım ama yapmayacağım. Bu noktada sizden çok kolay, küçük bir araştırma yapmanızı isteyeceğim. Lütfen öğrenir misiniz; ülkemizde kaç çocuk işçi var. Peki ya dünyada kaç çocuk çalışıyor ağır işlerde. Kaç tanesi ölüyor iş kazalarında… (……………..)

Çalışamadığı da oluyor küçük insanın herhangi bir sebepten dolayı. Sokakta öylesine şaşkın kalakalıyor. Başına neler mi geliyor? Onu da siz bulun. (…………………)

Sınıf ayrımına erginlerden çok daha önce varıyor da adını koyamıyor. Dedim ya; kavrama yeteneği oluşmamız henüz. Küçücük böbreği, beslenememiş küçücük ciğeri bile vahşiçe alınabiliyor bazen başka bir sınıfın mensubu için. Bedeni boşaltılıp ölüyor o zaman.

Ölmek demişken; ölmesi çok kolay küçüğün. Ölüm hemencecik, ölüm bir anlık. Ama çok korkunç ölüyor. Her ölüm korkunç tabi, her ölüm soğuk, hepsi erken. Küçük dehşet ölüyor ama. O ölünce cebinden şişe parçaları, birkaç bilye, şeker çomakları, biraz gökyüzü, kocaman bir ömür çıkıyor…
Bütün savaşlarda ilk patlayan silah küçük insanı vuruyor, pembecik kan sızıyor. Açlık küçüğü boğuyor. Kıtlık, kıyım, sel, deprem de var. Bazen bu dehşet ölüm en güzeli oluyor. Derin bir uykuya uyuyor küçük. Dünyayı yönetenlerin savaşında ölemezse eğer dünyayı döndürenlerin barış gücü gelip zavallı bedeninde erkeklik yapıyor, eğleniyor kurumuş ette. Sonra birkaç bisküvi sıkıştırılıyor bakımsız örümceği anımsatan ele. Acılarla yiyor küçük insan, doymuyor. Açlık yineleyen bir şey çünkü…

Açlık; saldırıyor kimi defalarca saldırıya uğramış, sütü yitmiş memeye kuru yüzünde koca gözlerle. Çekiyor çekiyor boş. Hani hepsi nasibiyle doğardı; nasip filan yok. Olmuyor.

Savaşlarda, doğal afetlerde kaç çocuk ölüyor, çocuklara neler oluyor; araştırmanızı istiyorum bunu da. (………………….)

Bunlar olağanüstü haller. Olağana dönüyorum şimdi. Olağan ve korkunç olana. Şiddet görüyor küçük insan. Akıl almaz şiddet. Vuruluyor küçük bedenine. Tecavüze uğruyor. En dayanılmazı bu şiddet aile ve yakın çevreden oluyor çoğunlukla. Bunu örnekleyeceğim. Hazır  mısınız? Duyup da tabularınız yıkılmasın, insanlığınız zarar görmesin diye üzerinde durmadığınız şeyler bunlar. Şimdi dinleyin ama;gerçeği görmezsek müdahale etme şansımız da olmaz.

On yedi  aylık bir bebek tecavüze uğradı yaşadığımız dünyada. Annesinin sevgilisi mi ne. (………………) 

Emme yetisi gelişkin olduğu için bebeğine oral seks yaptıran babayla aynı havayı soluyoruz. (…………………….) 

Dört yaşında kız bebeğe tecavüz edip öldüren adam aramızda. Ayrıca yarım bir çikolata bulunmuş ölmüş bebeğin yanında. (……………………..) 

Sekiz yaşında öğrencisinin minicik dişiliğine el uzatmaya çalışan öğretmen benimle aynı meslekten. Belki de sizinle de.(……………….) 

Hiç fotoğrafı olmayan bir oğlancık öldürüldü anasının sevgilisi tarafından; annesini babasından başka adamla sevişirken gördü diye. Kıskandı ve öldü küçük adamın bakışları.(………………) 

Bir okul öncesi öğretmeni arkadaşım tespit etmiş oturamayan tavşanının babasının tecavüzüne uğradığını. (…………….) 

Çocuk pornosu pazarı var. Alanlar da satanlar da bu dünyadan yiyip içiyor. (……………………..) 

On dört yaşındaki kızını bir kere göreceği, kim olduğunu bilmediği kamyonculara yirmi liraya pazarlayan bir anne biliyorum. O kadın o parayı bu dünyada harcadı.(………………..) 

Tanrılar görmüyor, melekler yardıma gelmiyordu bütün bunlar olurken. Olmaya devamdalar. Tarihten başka yazıcı yok. Utanç yazılıyor, kara çalınıyor insanlık hanesine… Kıyısından köşesinden bulaştık pisliğe.

Örneklere devam edemeyeceğim. Sekizinci kez ayaklarımı suya tutmaya gidiyorum. Bedenim tutuşuyor. Sancıyor kadınlığım. Analığım atıyor kendini yerden yere… Bu arada  siz de sayar mısınız son sekiz boşluğun kaç tanesine küfür yazmışsınız.

Hayır, silin onları. Ben de biliyorum küfür söylemeyi. Düşüyorum sizinle aynı hataya zaman zaman. Dehşet küfür kusuyorum. Ama benim sizden istediğim o değil. Benim bilmediğim bir cevap istiyorum. Beraber bulmamız gereken bir cevap… (……………)

Ne istiyorum biliyor musunuz:
Tanımadığınız büyüklerden uzak durun, cümlesini bir daha hiç kurmamak istiyorum.
Çocuk poposu* ticayetleyenler** insan mı anne, sorusunu bir daha hiç duymamak;
Savaşta çocukları kimse düşünmez mi öğretmenim, sorusuna kendi içime sinerek yanıt aramamak;
Abla bir tane mendil al sesiyle irkilmemek;
Babam vurdu, cevabını almamak istiyorum.

Çok var daha. Ama benden şimdilik bu kadar. Canım yanıyor, yazamıyorum. Başlangıçta söylediğim gibi bu tür; çocukgiller ancak yetişkinler isterse meydana geliyor. Türün tüm üyeleri kendi tercihleri olmayan bu hayatı herhangi bir ayrım olmadan, saldırıya uğramadan, tüm ihtiyaçları karşılanarak, sevgiyle, güvenle yaşamayı hak ediyorlar.

Şimdi anladınız mı? Boşuna değilmiş değil mi çırpınışım. Siz ne âlemde siniz? Ellerinizi koyacak yer bulabiliyor musunuz?

Ne mi yapmalı. İşte beraber bulacağız bunu. Hadi bakalım! Benden bir öneri; şimdi biz çocuklarımla pencereye kuşlar için yiyecek bir şeyler bırakacağız. Ilısın diye insanlığımız. Sıcacık düşünürüz sonra. Siz ne dersiniz oradan başlamaya?

Eeeee okur. Ben üzerime düşeni yaptım. Söyledim duydunuz. Paylaştık yükü. Şimdi sıra sizde.
Kolay gelsin.

(………………………………………………………………………………………………)
ÖZLEM KESKİN
________________________
*porno          ** ticareti yapan

ADNAN DURMAZ: Pervane Olmak İçin Yanmak Gerekir



içine içine tüter bacalar
ölümcül sessizliği bekleyen kuru dallar
dağlarda hep o aynı
sonsuzda yitmek duygusu
kaburgaları sayılan
avurdu avurduna geçmiş sokaklar
ölü doğmuş sabahlarda deli bir kasvet
sen bu taşra
boz yüğrük yılan kadar yabanıl
uçurum çiçekleri kadar aykırı duygulara
alışabilir misin

bıçak mavisi hüzünler taşımak zordur zulanda
mavzer çeliği sabırlar
imgeler devşirir misin boz toprağın yarıklarından
ve o büyük umudun eskimiş çarıklarından
düşlere uzanan çığralar bulur musun
at izinde birikmiş bir avuç sudan
ve boşalmış dere yataklarında akıp giden sessizlikten
destanlar duyabilir misin kavgaya sevdaya dair

keseğin ve kıraç kıraç gülümsemenin
alnına kazınmış derin izlere yazabilir misin şiiri
yazdıkça
daha çok yara açılır bağrının dağlarında
acının çuvaldız iğnesiyle sırıyarak yırtılan yüreğini
bu sonsuz yolculuğa dayanabilir misin

şair misin
adam mısın
kim anlar buralarda
ıssız ve zaptedilmiş
kahredilmiş ve yaralı bozkırlarda
bir örümcek gibi
kendi kemendini kendin dokuyabilir misin
kolaydır sümbüli kent akşamında menekşe gözlere bakıp
erguvan erguvan dizeler döktürmek
her şair aşıktır kuşkusuz her aşık şair
lağım temizleyen işçinin kokusu
ve kölenin
başı taşla ezilen kadının son bakışı
gözbebeklerinde kıvılcımlanan zincir
milyon milyon bombalanan insanlık
bu vahşet çağında ateşten dizeler gerektirir
ve saplamak kalemini yüreğinin kanayan yerine
değilse söz cambazlıkları
ordan buradan çalınmış birkaç imge
şiir miir değildir

kuşkusuz
pervane olmak için yanmak gerekir


ADNAN DURMAZ

MEHMET RAYMAN: Sığıntı}{ERCAN CENGİZ: Yürek İşçisi


SIĞINTI

FOTOĞRAF:ADNAN DURMAZ


beni hiç dinlemez
yaramı kavlatan rüzgar

ağlayan kız incinir
bir daha bakar yüzüme

nakış ipliğinden bir ilmek attım
alaca düşmüş yüreğimin üstüne

göz göze geldik ama
sular bulanmıştı bir kere

yağız atların yelesine sığındım
tozumu vermedim yele.


MEHMET RAYMAN



YÜREK İŞÇİSİ


bir devrimcinin silahı
kılıfsız kıldığı yüreğidir

devrim mi
büyük bir aşkla bağlanarak
çıkarıp da ortaya koyduğun
o çıplak yüreğinle
şerbet ederek sevgini
birer birer içirdiğin
çatlayan o dudaklarda
gülümseyen o yüreklerdedir
hiç bir rüzgarın silemediği
gökkuşağındadır renklerin

bir devrimcinin iki gözü vardır
senin benim gibi can
biri karşısındakine diğeri kendine bakan
sade, iki çıplak göz
ve en büyük savaşı bir devrimcinin
kendi kendisiyledir


ERCAN CENGİZ

İRFAN SARİ: Özgürüz


FOTOĞRAF:ADNAN DURMAZ

En sonunda gözlerin asıldı ardıma
Bileklerimde demir ağırlığı
İki kolumda iki dünya üryanı
verip selamı
eğdim,
kiraz ağır gelir dala

bir kitabın en süren yerindeki gözler gibi yürüdüm…
alnım mavi sürmeli gök
yüreğimde çekirdeği çatlamış sevda
özgürsün artık
her seher duvarın ardında
suyu avucunda besle
çiçeği dağ yolunda
akşamdan, akşama

her daim sürülü fişenk gibi
tetiktesin
yalnızlık orduları sürer üstüne
cehennem yaralarının kanadığı yerde

burada düşünme beni
tavşanın kendi koşmasından korkar gibi olursun
beni
ırmak kollarının buluştuğu yerde
bir gevenin toprağa doyduğu
yorgun bir kaçağın
nefesini sakladığı yerde

olmadı
kınalı bir kısrağın
kasıklarına düşen ıslak bir akşam üstünde
limoni ay yansıması düşmüşken yelesine
orda
yalnızlığını mayın infilaklarında bağırırsın
ölmedim ben
gözlerinin altına yosun tutuşun neden?

ölmedim…
duvar sabırsızca bekler hala
senin sabrın çimen boyundadır
ekilmiş tek tohum özgürlüğümüz
patlamış aşk dolu sabahların müjdecisidir.
özgürüz…
bilmesen de…
özgürüz yarınla…

İRFAN SARİ

VEYSEL KEBANLI: Diyorum ki}{ÖZER GENÇ: Nöbet


DİYORUM Kİ


hep bahar türküsü olsak diyorum
notaları olmasın isterse
kardeş ve barışı olsun yeter
nakaratına sevgiyi ve çocukları koysak
bir yudumda şiir eklesek
söylesek hep bir ağızdan

anaların ağlamadığı
hep güldüğü çocukların mavilere sarılıp
pay ederek ekmeği ve suyu
sürdürsek bir ömür boyu
mevsimleri tek mevsim yapsak
günler aylar haftalar
korkmasa geleceğinden

diyorum ki işte
bunlar ne rüyada ne düşte
yoksa insanlık bizden çok mu uzakta
yoksa ben mi çok farklı bir gidişte

VEYSEL KEBANLI


NÖBET

Dağların özgür rüzgarı
Esip gelir ansızın
Onlar zaferlerini kutlarken

Yaşamak bir nöbettir
uzaklarda yol gözleyen
bir çift güzel göz gibi
umudun türküsüyle beslenen

Seni düşündüğümde
türküler geçer içimden
ırmakların akışıyla uyumlu
yitikleri umuda çeviren

Sen geldiğinde
ırmaklar akar içimden
yenilmeyen kızların
türküleri yakışıyla uyumlu

Galiplerin kibirini deviren 
ÖZER GENÇ

ARAM ALZAN: Sonbahar




Tozlu sokaklarda pedal çevirdim
O yılları hep çok sevdim
Asiydim asi
Yalnızdım
Yalnızlık her açık kapıya götürür insanı
Her kapıdan girmemek lazım...

Kapalı kapıları tekmeleyerek açan çocuklar vardı
Sabırla açılmasını bekleyenler
Hayatın tozlu sokaklarında
Beklemesini bilenler
Şimdi nerdeler
Neyin peşindeler...
Her yerde yabancıyım
Yerlisi olamadım bu dünyanın
Nereye gitsem dışında kaldım yaşamın

Her şehir ayrı bir sonbahar
Her şehirde başka bir şehri
Her sonbaharda
Başka sonbaharları özledim...

Yapraklar döküldü ağaçlardan
Kırılgan olan bendim
Yağmurlar yağdı sağanak
Islanan ben
Rüzgar esti dağıldı tüm yapraklar
Üşüyen bendim savrulan ben
Her şehir başka bir şehri
Her sonbahar başka sonbaharları özletti...
Ne kışından korktum hayat ikliminin
Ne de ansızın yağan yağmurundan
Her karda ayak izlerim oldu
Her mevsimi sonbahar gibi sevdim
Birden güneş açınca hep ürperdim
Bana yalan geldi ansızın açan güneş
Gökkuşağı uzağımdaydı hep
Renklerine baktım
İmrendim altından geçenlere
Ama uzaktım
İçinde dünyanın güneşe
İçimdeki mevsimlerin sonbaharına uzaktım...

Korku egemendi ıssız sokaklarda
Yalnızlık nasıl bir erdemdi kalabalıklarda
Coşkusu kalmamış umutsuz insanlarla
Her sonbaharda
Rüzgara direnen
Yerde bir yapraktım...
Her kırıldığımda sessiz bir hışırtıydım
Dağıldığımda beni gizleyen tek dostum rüzgardı
Altında ıslandığım yağmur ufkumu rahatlatandı
Yolumu aydınlatan güneş
Her bulut gölgen olmasın
Renklerini her yağmur almasın...

Yapraklar döküldü ağaçlardan
Mevsim yine sonbahar
Üşüyorum ey ulu güneş
Yalnızlıklar kadar...

ARAM ALZAN

METİN KAYA: “Yağmur Alazı”}{ERHAN TIĞLI:Kurban Kim...



YAĞMUR ALAZI


sırtlasam rüzgarını dünyanın bir orman sırrıyla
yüreğim pastel son-bahar
ve sen derviş sabrı işlesen gergefinde
dalgalar suçlu zamanın izlerini silerken
korkma, kirpiğine biriken sevdanın damlası
iz düşürür tarihin gizemine
sessiz hıçkırıklar çoğalır uykusuz gecelere
soysuz gitmelere kayıt düşer fahişe uslar – kendince
gözlerin(m)e resmedilen pastel son-bahar olursun
dağlarımda denize nazır
aşka örülü sokaklar sırnaşır
lal geceler sensiz
çizdiğim kuş sesleri
dökülür defterimden birer birer

seni bir yağmur alazında seveceğim

METİN KAYA


KURBAN KİM...



Tıkanmış bacası duygularının
Halin duman!
Kurt dadanmış düşüncelerine
Farkında değilsin
Kuyuda olduğunun
Kül yağıyor gül yerine
Kirlettiğin evrenine...
Bencil tutkulara
Çoktan olmuşsun kurban!
Neyi aklayacak sanıyorsun
Kurban ettiklerinden akıttığın kan...

ERHAN TIĞLI

LÜTFİYE BOZDAĞ: “DİYARBAKIR HAPİSHANESİ NE YANA DÜŞER” SERGİSİ NEDEN ÇOK ÖNEMLİ?....



1980 sonrası Özal ile başlayan özelleştirme 1990’lardan itibaren sanat alanında da kendini gösterdi. Sanat devlet himayesinden çıktı ve bankaların, finans şirketlerinin özel müzelerin himayesi altına girdi. Bu süreçle giderek elitleşen sanat, kamusal alandan ve toplumsal sorumluluğundan sıyrılarak sermaye şirketlerinin kendilerini temize çekmek için gerçekleştirdikleri sosyal sorumluluk projelerinin nesnesine dönüştü.

Buna karşın bugün Türkiye sanat piyasasında hiçbir sermaye grubuna bağlı olmaksızın sanatı destekleyen galeriler ve inisiyatifler var ve zor koşullarda ayakta kalmaya çalışıyorlar. Maddi-manevi kaynakları kendinden menkul bu oluşumlar sadece yerel sermaye şirketlerine değil aynı zamanda çok uluslu sermaye şirketlerine karşı da kendi imkânlarıyla çetrefilli bir varoluş mücadelesi veriyorlar. Karşı Sanat Çalışmaları, Evrensel Sanat Merkezi, diğer müstakil sanat galerileri gibi.


“Diyarbakır Hapishanesi Ne Yana Düşer” sergisi bu yüzden çok önemli. Çünkü bu sergi kamusal alandan elini eteğini çekmeden bilakis sanatı toplumla bir arada kurgulayan, sanatla hayatın biraradalığını savunan bir anlayışa sahip. Sanatın toplumsal süreçler ve disiplinlerinden ayrı tutulamayacağı inancıyla, sanatın ve sanatçının tepkiselliği ve eleştirelliğini gözler önüne sermek için gereken ortamı sağlamayı kendine hedef edinen Karşı Sanat çalışmaları, başlangıcından bu güne toplumsal sorumluluğundan ödün vermeden yürüttüğü çalışmalarına bir yenisini daha ekledi. Bu sergi “78'liler Türkiye Girişimi-78'liler Federasyonu”, “Karşı Sanat” ve “Evrensel Sanat Merkezi”, ortak kararı ile Karşı Sanat Çalışmaları kurucusu Feyyaz Yaman’ın koordinatörlüğünde gerçekleştirildi. Karşı sanat, kurulduğu günden bu yana düzenlediği sergilerde; yapıtlara sadece teşhir nesneleri olarak bakmadı, hepsini ayrı ayrı ve bir bütün olarak tarihsellikleri içinde anlamlandırma, ilişkilendirme ve sorgulama hedefinden yola çıkarak tarihin karanlığına gömülen toplumsal bir yarayı sanat aracılığıyla görünür kılmayı hedefleyen önemli bir sergiyi kamuyla paylaştı.



Resim2: Beyza Boynudelik

“Diyarbakır Hapishanesi Ne Yana Düşer” sergisi 12 Eylül 1980 askeri darbe döneminde karanlıkta kalmış, üstü örtülmüş toplumsal bir gerçekliği, bir travmayı görünür kılmak için samimi ve ikna edici bir yerde duruyor. Bu sergi, Türkiye’de 12 Eylül sürecinin en ağır yaşandığı ve ağırlıklı olarak Kürt kökenli vatandaşların bulunduğu Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi’nde Kürtlerin ötekileştirilmesi ve kimliklerinin imha edilmesine yönelik insanlık dışı uygulamaları deşifre etmeyi ve tartışma ortamı yaratmayı, yaşananları toplumla yüzleşmeyi hedefleyen önemli bir sanat hareketi.

Resim3: Karşı Sanat

Sermayenin emeği sömürüp, doğayı kirletip sonra da sanat korporasyonları* vasıtasıyla kendini temize çekmek, saygın bir prestij elde etmek için sanatı nesneleştirmesi ne kadar ahlaksızca ise Karşı Sanat’ın bu sergide sanatı nesneleştirmeden araçsallaştırması da o denli ahlaklı ve onurlu…



Resim 4: Lütfiye Bozdağ

“Diyarbakır Hapishanesi Ne Yana Düşer” sergisi önemli bir sergi. Çünkü görünenin arkasında saklı amaçları olmadan tavrını doğrudan ortaya koyuyor. Çünkü toplumun trajik bir olayını seyirlik bir nesneleştirmeye dönüştürmeden görünür kılıyor. Bu yüzden samimi ve ikna edici.

1990’lardan bu yana özellikle son on yılda daha da açık görüldüğü gibi; Türkiye’deki sanat korporasyonları, banka sergileri, finans sektörü tarafından desteklenen sanat organizasyonlarında toplumun en radikal, en tabu, en önemli ve en trajik sorunları dile getirilirken bu durum sermaye, iktidar ve medya tarafından büyük bir demokrasi ve özgürlük gösterisine dönüştürülüp ilerleme gibi gösteriliyor. Bu yüzden başta İKSV-(İstanbul Bienali) ve diğer korporasyonlar gerek ulusal gerekse uluslararası arenada aferinleri topluyor, büyük prestij kazanmaya devam ediyorlar.


Oysa bunların hiçbiri samimi ve ikna edici değil. Çünkü “kimlik, bellek, cinsellik, eşcinsellik, göç, mübadele, öteki” gibi tabuları yıkan, ötekini temsil eden bu sorunlara samimi yaklaşmıyorlar. Başta İKSV-bienal olmak üzere bu korporasyonlar, sergilerine konu olan bu sorunları siyasi bakış sorunu olarak görmedikleri gibi bu sorunların gerçekliklerini görünür kılarak kamusal bir sorgulama oluşmasını da önemsemiyorlar. Toplumun marjinal olan, tabu olan problemlerini sanat yoluyla görünür kılarak çözümlenebilme iyimserliği oluşturuyormuş gibi yapıyor ve bundan nemalanıyorlar. Örneğin tüm özellikleriyle bir Asya kenti olan İstanbula 2010 Avrupa Kültür Başkenti yakıştırması yapılarak bu proje adı altında yapılan göstermelik kültür sanat etkinliklerine Avrupa Birliği tarafından büyük bir finans sağlanmış ve bu finanstan iktidara yakın olan küratörler (Beral Madra gibi) ve bazı sanatçılar yararlanmıştır.


Bu yüzden bu korporasyonların yaptığı sanat etkinlikleri samimi ve ikna edici değil, hatta iki yüzlü… Çünkü taşın altına elini sokmadan, sorunun etrafında dolaşıp gerçekliğine inmiyor ama iniyormuş gibi yapıyorlar. Devamında tabu konuları, trajik toplumsal olayları ve felaketleri yeni hikâyelerle ajite ederek, çarpıcı görüntülerle süsleyerek, sürekli gündemde tutarak kanıksatma yoluyla gerçekliğin içini boşaltıyor sanal bir temsiliyet alanı yaratıyorlar. Böylece toplumsal duyarlılık geri çekiliyor, problemi çözmeye, acıları azaltmaya yönelik çözüm önerileri oluşması da engellenmiş oluyor.  



Resim5: Zülfikâr Tak

“Diyarbakır Hapishanesi Ne Yana Düşer” sergisi, bu yüzden çok önemli. Çünkü sorunun etrafında dolaşmıyor, “mış” gibi yapmıyor, değindiği toplumsal trajediyi sanal bir temsiliyet alanına hapsetmeden, kanıksatmadan aksine taşın altına elini sokarak yaşananlara müdahil olduğunu gösteriyor. Bu sergi, bir dönemin toplumsal trajik bir gerçekliğinin aydınlığa kavuşması ve o travmayı yaşayan insanların toplumla ve kendileri ile yüzleşmesi için cesaret ve destek veriyor.

Çünkü sanatçı toplumun vicdanıdır.


Bu sergiye katılan sanatçılar tüm samimiyetleriyle, vicdanlarıyla Diyarbakır hapishanesinde yaşanan travmayı yüreklerinde duydukları acı ve üzüntüyle, kurdukları empatiyle sanatsal bir estetik üzerinden görsel bir dille anlatmaya çalıştılar.


Bu empatiyi kurmadan bu tür sorunları anlatmaya çalışanların nasıl çuvalladıklarını da belirtmek gerekiyor. Örneğin hem bienalde hem ARTER’deki sergide yer alan ve uluslararası arenada büyük şöhret sahibi olan Kutluğ Ataman.


Kutluğ Ataman’ın yoksulluğu ve eşcinselliği anlattığı işleri samimi ve ikna edici değil. Kendince toplumun en can alıcı sorunlarını ele alan Ataman’ın bu sorunları yaşayan insanlarla empati kuramaması ve sorunlara yaklaşımındaki samimiyetsizliği her iki sergide de açıkça görülüyor. Çünkü Ataman, ele aldığı sorunları gerçekte bilmiyor, tanımıyor ve yaşamıyor. Bu sorunlar ona çok uzak. Çünkü kendi hayatında olmayan bir gerçeklik bu. Ataman’ın sergisinde yer verdiği yoksul veya eşcinsel insanların sorunlarıyla hiç muhatap olmadığını, bu sorunları yaşayan insanların acılarına, dışlanmışlıklarına, travmalarına maruz kalmadığını biliyoruz. O nedenle ele aldığı sorunların gerçekliğine inemediğini ve yaptığı çalışmaların da eğreti kaldığını görüyoruz. Örneğin Beyoğlu ARTER’deki sergide toplumun kıyısında dediği varoş insanlarını gösteren birçok ekran var. Bu ekranda insanların yoksullukları, acizlikleri, yoksulluğun getirdiği ötekileştirilme gözümüze sokuluyor. Ancak bienalin son yıllarda usandırırcasına işlediği bu trend artık çok bayat ve hiç kimseyi ikna etmiyor.





Resim6: “Mezopotamya Dramaturjileri” (http://www.arter.org.tr)

Ayrıca, Kutluğ Ataman’nın varoş insanını anlamak, onlarla empati kurmak, onların sorunlarına çözüm oluşturmak adına onları görünür kılmak gibi bir derdi yok. Ataman varoşa sadece ve sadece oradaki insanların fotoğrafını çekmek için gidiyor. O, varoş insanının gerçekliğine inmeden sadece onların fotoğraflarını çekmenin sonra da onları sergilemenin peşinde. Oysa onların yoksullukla mücadelesinden ve çözüm önerileri için çabalarından habersiz. Aynı şekilde bir eşcinsel olarak bienalde sergilediği eski bir ilişkisinden kalan, ortasında derin bir yırtık olan ve bir ucu kırmızı iple dikilmiş gerçek yatağı ve eşcinsel olduğu için askerlikten muaf olduğunu belgeleyen sağlık raporu da eğreti ve ötekini temsil etmede ikna edici değil.


Resim7: http://www.dipnot.tv

Çünkü Kutluğ Ataman hiçbir zaman bir eşcinselin uğradığı dışlanmaya, kötü muameleye, mağduriyete uğramıyor. Çünkü O, gerek ekonomik yaşam standardı gerekse sosyal statüsü gereği eşcinselliğini rahat, sorunsuz, en konforlu biçimiyle yaşayan mutlu azınlıktan biri. Kendisi Gay olduğunu kamuyla paylaşırken güçlü, şöhretli bir durumda. Yani mağdur değil. Çünkü onun yaşadığı çevrelerde Gay’ler kabul görülüyor hatta iyimserlikle karşılanıyor. Ataman, kalın duvarlarla örülmüş, güvenli, topluma kapalı izole bir hayat yaşıyor. O yüzden ikna edici değil. Çünkü sahici değil, sorunun gerçekliğine dokunamıyor. Sokaktaki gaylerin hangi güçlükleri yaşadığını bilmiyor ve onların hayatını kolaylaştıracak, sorunlarına çözüm olacak herhangi bir çabanın içinde de yer almıyor. O nedenle Ataman’ın ne sokaktaki eşcinseli ne de toplumun kıyısındaki yoksulu anlaması, onların sorunlarına empati duyması mümkün değil. Çünkü hayatının başka evrelerinde oradaki insanlarla hiçbir yerde ve hiçbir şeyde ortaklaşmıyor. Yoksulluk ya da eşcinsellik sorunları onun uzaktan bakıp “vah vah, tüh tüh” dediği arada sırada sadaka bağışlarıyla vicdanını rahatlattığı aynı zamanda prestijini arttırdığı metadan öteye gitmiyor. Buna rağmen Kutluğ Ataman, Türkiye toplumunda hâlâ marjinal kabul edilen, tabu sayılan bu konuyu “eşcinselliği” bienallerin vazgeçilmez trendi olarak bir kez daha kullanarak şöhretine şöhret katıyor ve karşılığında sponsorlar tarafından yüklü meblağlarla ödüllendiriliyor. Bu nedenle de samimi ve ikna edici değil.


Resim8: http://www.dipnot.tv

ARTER’in Ataman ile ilgili web sayfasında yayınladığı metin 2008 den beri yurt dışında sergilenen Türkiye’de ise ilk kez 2011 İstanbul bienali ile eş zamanlı sergilenen Mezopotamya Dramaturjilerinin, birçok kültürün ve halkın doğuşuna sahne olmuş, bu nedenle de "Medeniyetler Beşiği" diye adlandırılan bir coğrafyanın yakın tarihine geri döndüğünden bahsediyor. Türkiye'nin modernleşme serüvenine Doğu-Batı, modernite-gelenek, küresel-yerel arasındaki karşıtlıklara odaklandığından söz ediyor.

Bu karşıtlıklara odaklanan Ataman, modern ütopyanın, tüm dünyadaki tek sahibi modernliği kendinden menkul sanan sömürgeci Anglo Sakson tahakkümünde devam eden sanat piyasasında yer bulmanın sevinciyle Neoliberal politikaların küreselleşme adı altındaki kültür emperyalizmini ve kültür endüstrisi pazarını da görmezden geliyor.


Beyaz adamın üçüncü dünya ülkeleri, azgelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerin, modernleşme çabalarını ve bu çabalar sırasında kültürlerinde açılan yara üzerine odaklanan işleri ve sanatçıları görünür kılmak, hatta kahramanlaştırmak istemesi üzerine hiç kafa yormuş mudur Ataman?...


Eğer kafa yorsaydı, beyaz adamın o ülke sanatına olan ilgisinin o ülkedeki pazar payını kapmaktan öteye gitmediğini görebilirdi. Çünkü beyaz adamın, muhteşem ve kusursuz modern ütopyası karşısında batı dışı kültürleri, tüm ötekileri, modernleşme projesinin “imalat hatası” olarak gördüğü, bugün herkes tarafından biliniyor. Bununla birlikte küreselleşme adı altında küresel sermaye dolaşımının tüm nemalarından yararlanmak için kucaklayıcı ve iyimser görünerek “çok kültürlülük, kültürlerin biraradalığı” söylemiyle kültür endüstrisi üzerinden sömürmeye devam ediyor. Bunu da festivaller, fuarlar ve bienaller üzerinden yapıyor.


Örneğin İstanbul bienali üzerinden çağdaş sanatı gösteri kültürünün metası haline dönüştürdü. Çünkü bugün Türkiye'de sanat ciddi bir yatırım aracı olarak sermayenin yükselen lüks ideolojisine ve pazarına eklemlendi. Küreselleşme ile finans dünyasının yatırım portföylerinin, servet yönetiminin neredeyse en güvenilir enstrümanı haline geldi. O yüzden batı dışı tüm ötekilerin, moderniteyle gelenek, küreselle yerel arasındaki karşıtlıkları ve tabu konuları anlattıkları sanatsal çalışmalar “kitsch”** de olsa eklektik de olsa çağdaş sanata esin kaynağı olduğu için batı tarafından hoş görülmektedir. Çünkü reel politikayı karikatürleştiren bir realizme çevirmenin en iyi yolu bienallerde en radikal, en tabu konulara yer vermek. Çünkü seyirlik bir nesneleştirmeye dönüştürülmüş trajedi kimseye zarar vermediği gibi toplumsal patlamaları önleyen emniyet sibobu olarak da işe yarıyor. 




LÜTFİYE BOZDAĞ
____________________
NOT: Bu yazıda adı geçen Kutluğ Ataman’a yönelik özel bir kasıt yoktur. Kutluğ Ataman sadece bir temsil. Küreselleşme politikalarının ve o anlayışı benimseyen sanat korporasyonlarının tercih ettiği, öne çıkardığı bir sanatçı ve bir rol model,  o nedenle bu yazıya konu olmuştur. 


*korporasyon: aynı meslek ve sanatı sürdürenlerin, birbirlerine yakın bir ortamda toplanarak kurdukları düzen. Avrupa'da Fransız devrimine kadar sürdürmüş olan bu oluşumdan, lonca olarak da söz edilir
**Kitsch: ('Kiç' diye okunur) varolan bir tarzın aşağı bir kopyası olan sanatı sınıflandırmak-ifade etmek için kullanılan Almanca bir terimdir. Bu terim ayrıca, kibirli ve bayağı bir tada sahip şeylere ve ticari kaygılarla üretilmiş olan banal, rüküş ve sıkıcı ürünlere gönderme yaparken de kullanılır.( http://tr.wikipedia.org)