Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

30 Kasım 2012 Cuma

EMEĞİN SANATI'NDAN 129. MERHABA





Merhaba,

129. sayımızla birlikte 7. yılına girdi Emeğin Sanatı. 7 yıldır, sanat ve edebiyat alanında sosyalist edebiyatta yeni bir çizgi oluşturmak, yeni, farklı ama özgün bir ses yükseltmek amacıyla yayına başladı Emeğin Sanatı…

Emeğin Sanatı’nın yola çıkışındaki en önemli amacı, internet üzerinden bireysel olarak sanatlarını devrimci bir tavırla sürdüren sosyalist sanatçıları bir araya getirmek; onlarla devrimci sanata katkı sunacak bir hareket oluşturmaktı. Bu yönde yapılan çalışmalarda çıkışımızı “Yeniden Sosyalist Gerçekçilik” olarak belirledik. “Yeniden Sosyalist Gerçekçilik” üçlü bir sentezi içeriyordu. İlki, Sovyetlerden bize miras kalan sosyalist gerçekçilik, ikincisi sürrealizmin ilerici, başkaldırıcı özü ve Anadolu’nun binlerce yıldan bugüne süzülen kültürü, edebiyatı idi. Bu üç açılı sentezi sosyalizmin ana çizgileri çerçevesinde oluşturma çabası güttük. Tek tip ve kalıpçı bir arayış değildi istediğimiz. Bu çıkışımız, her sanatçının, şair ve yazarın imgeleminde kendi estetik bakışıyla buluşarak zenginleşti.

Emeğin Sanatı, 6 yılı dolduran serüveninde,  dolu dolu ses getiren sayılar dayayınladı,, kendi düzeyini yakalayamayan sayılar da yayınladı elbette…  Ama her zaman devrimci tavrından, daha iyiyi yakalama çabasından ödün de vermedi… Hissettiğimiz en büyük eksiklik, eleştirilme eksikliğiydi. Özeleştirilerimizle bu açığı kapatmaya çalıştık…

Bizi doğru  ve tutarlı bir tavra yönelten, kendimie sorduğumuz şu sorular oldu:
Sabrımızı mı nabzımızı mı yoklayalım; yoksa sanat adına ortaya sürülen maskaralıkları dinlemeye devam mı edelim? Susalım mı? Sesimizi mi yükseltelim? Bu aşamaya geldiğimizde bir daha oturup düşünelim. Tabii ki varız. Varsak bu kavgada ne kadar varız?

Var olmakla var olmamaya bizi iten içgüdülerin kavgasını diyalektik bakış açısıyla inceledik.  Postmodern ya da şair Serkan Engin’in deyişiyle “puştmodern” bataklıkların ağzında, ağzımızı avazı çıkana kadar, açmaktan çekinmedik… Bu köhne düzenin etkisi altında kalanların üzerimize sıçrattığı çamurlara kulak asmadan.

İsteyenler dar köşelerde içbükey eserler yazmaya devam etsinler…  Elbette her bitli baklanın bir alıcısı vardır. Ama biz alanlardan alanlara yükselen sesimizle, şiirin duyarlığını bilincimizde buluşturarak kendi sloganlarımızı yazmaya devam ettik devam edeceğiz hep:

HER KAVGA BiR ŞAİR, HER ŞAİR BİR KAVGA BESLER! (Uysal Himmet Aslan)

Sözün özü, daha önce de belirttiğimiz gibi biz, pıhtılaşmış soyutların tenezzülünü tartarak, arşive kaldırarak yeni haritalarda yeni kıyılara koşuyoruz artık, ustaların nişangâhını bozmadan. Medcezir sarkacında bungunların suratına fırlatarak dizelerimizi, yapıtlarımızı direnç senfonisiyle terletiyoruz güzün tanklarını, bilinç rüzgârlarıyla sarsarak…

Janjanlı mürekkeplerin gümüşlediği kalemlerin düğümlerine konmadık. Söz girdabında kül simyalarına gül suyu doğrayanlara kuş uçurtmadık. Hükümlü hurufatın sökerek kurşun dizgisini, katratlara sığdırdık infazlı ufukları. 

Kayalık yüreklere kuşların taşıdığı tohumdan filizlenmez bizim şiirimiz, öykümüz, sanatımız… Biz, iğreti kristal ikonların değil, gökle yer arasında bilinci ve gücüyle var olanların kalıp kıranların, yol açanların farklı renkler ve sesler dokuyan izcisiyiz.

İşte, dünden bugüne, bugünden yarına tartarak seslerimizi ustaların haritasında, kendi keşiflerimizi de ekleyerek ilerliyoruz. Adım adım ama hızlı hızlı; sessiz sessiz ama haykırarak koşuyoruz. İltihapları patlatmaya, çürükleri ayıklamaya… Emekle ve sanatla…

EMEĞİN SANATI


BU SAYININ SAVSÖZÜ

“Şairler hayattan ve insandan kopuk. Doğal olarak şiirleri de insandan ve hayattan kopuk. Sokakların nabzı tutulmuyor. Şiirde toplum deyince tiksindirici ve kötü bir şeymiş gibi bakıyor günümüz şairi. Kendisi de toplumun bir ferdi olan şair, içinde bulunduğu toplum gibi ekonomik ve sosyolojik sıkıntılar yaşamasına rağmen, sıkıntılara işaret eden ve çözüm arayışına giren toplumsal şiirlerden nefret ediyor ve öteliyor. Bir şair yara edindiği toplumsal sorunlara yönelik bir şiir yazınca diğer şairler hemen “Bu şiir geçmişte kaldı, günümüzde yazılmaz; şiir bir şey anlatmaz; sen at kullanıyorsun ama günümüzde teknolojik donanımlı arabaya biniliyor!” vb. saldırgan sözlerle provoke etmeye çalışıyorlar. Oysa geçmişte yaşanan sıkıntılar (yoksulluk, güçlünün güçsüzü ezmesi, yaşam standardının düşük olması, demokratik hakların engellenmesi, önü ardı gelmeyen ölümler, kaos ve terör, dilendirilen ve bali çeken çocuklar, ağır vergiler. vb.) hâlâ devam ediyor ve çözüm bulunmamışsa, hatta gün günden daha kötü bir hal alıyorsa toplumsal duyarlılıkla yazılan şiirler geçmişte kalmamıştır ve kalmaz!

Bugün şair ve yazarların büyük kısmı vahşi kapitalizmin önerdiği düşünüş ve yaşayış biçimine sahip. Kendi aralarında etkinlikler, şiir ikindileri ve şiir geceleri düzenliyorlar. Yemekler yeniyor, içkiler içiliyor, şiirler okunuyor ve dedikodu yapılıyor. Kimileri Belediye kaynaklarından yararlanıyorken kimileri de edebiyat dernekleri çatısı altında bunu yapıyorlar. Bu etkinlikleri düzenlemelerinin gerekçesinin “şiirle halkı buluşturmak ve halk arasında şiiri yaygınlaştırmak” olduğu söylenir, lakin katılımcıların neredeyse tamamı şair ve yazarlardır. Yani sunulan gerekçenin gerçekle hiçbir bağlantısı yok. Halkının yaklaşık yarısının açlık sınırında yaşadığı bir ülkede içkili mezeli toplantılarınıza halkı getiremezsiniz. Bu halka şiir kitaplarınızı da aldıramazsınız. Zaten adam üç kuruşluk maaşla evini geçindirmeye çalışıyor, sizin 7 TL, 10 TL, 20 TL olan kitaplarınızı satın alamaz. İllaki şiir adına bir şey yapmak istiyorsanız etkinlik ve ikindilere harcadığınız parayla, bir yayıneviyle anlaşıp parası olmadığı için kitabını bastıramayan iyi şairlerin şiirini bastırırsınız ya da vefat etmiş ama kitabını çıkaramamış şairlerin şiirlerini derleyerek kitap olarak bastırır ve kitapevlerinde halka ücretsiz olarak sunabilirsiniz. Böylece halk da şiirle buluşmuş ve halk arasında şiir yaygınlaşmış olur.” MUAMMER CAN


YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ


ULUSLARARASI PEN BAŞKANI JOHN RALSTON SAUL'UN 
TÜRKİYE BİLDİRİSİ

Dünyanın 20 farklı ülkesinden katılımcıların oluşturduğu PEN heyeti, dün de 15 Kasım “Tutuklu Yazarlar Günü” nedeniyle İstanbul’da bir etkinlik düzenledi. PEN Uluslararası Başkanı John Ralston Saul da heyetin başını çekiyordu. PEN başkanı John Ralston Saul , “Türkiye Bildirisi”ni yayınladı:

İfade özgürlüğü asla otomatik değildir. Daima somut eylemlerle bağlantılıdır. İfade özgürlüğünü işlevli kılan da bu eylemlerdir.
PEN, birkaç yıl, Türkiye’de hapiste tutulan ya da sonu gelmeyen ve insanı tahrip eden hukuk dehlizlerinde olan yazarların sayısında azalmaya tanık oldu. O süreç bizi umutlandırdığı için kınanamayız. Bu kanıda yalnız değildik. Demokratikleşme, askeriye üzerindeki sivil denetimin daha iyi hale gelmesi ve ekonomik kalkınma da söz konusuydu.

Sonra, birden, tutuklamalar tekrar başladı. Yargı öncesi tutukluluklar, uzayıp giden davalar, yazarları uçurum kenarında hissettiren ceza ertelemeleri…

Bunlar yetmiyormuş gibi, Terörle Mücadele Kanunu’nun gittikçe daha pervasızca uygulandığını görüyoruz. Terörle hiç ilgileri olmadığını titiz incelemeye dayanan değerlendirmeyle belirlediğimiz yazar ve yayıncılar kanun tuzaklarında kurban oluyorlar.

Başka deyişle, bu kanun ifade özgürlüğünü kısıtlamakta kullanılmaktadır.
PEN daima şiddete karşı olagelmiştir. Toplumları güçlendirecek en önemli toplumsal ve entelektüel aracın ifade özgürlüğü olduğuna inanırız. Her toplumda, teröre karşı mücadelede en iyi silah ifade özgürlüğünü artırmaktır. Terörizm ancak böylece marjinal kılınabilir.

Talep ettiğimiz adımlar anayasa değişikliği ya da olağanüstü çaba gerektirmiyor. Romantik ya da devasa şeyler de öneriyor değiliz. Sadece kanunlarda reform, amaçlarının daraltılıp netleştirilmesi ve şeffaf bir titizlikle uygulanmalarını öneriyoruz.”



PEN DİJİTAL ÖZGÜRLÜK BİLDİRGESİ YAYINLANDI…


Güney Kore’nin Gyeogju şehrinde yapılan PEN Kongresi’nde Dijital Özgürlük Bildirgesi Temsilciler Meclisi’nce onaylandı. Bildirgede şu ifadelere yer verilmekte:

“PEN dijital medyayı temel insan haklarından olan ifade özgürlüğü bakımından bir imkan sayar. Aynı zamanda şairler, piyes, deneme ve roman yazarları, gazeteciler ve blogçular dijital ortamı kullanırken ifade özgürlüğü haklarının ihlal edilmesinden ötürü sıkıntı çekmektedir. Pek çok ülkenin yurttaşları dijital medya kullanımında ciddi kısıtlamalara maruzdur. Devletler dijital teknolojiyi ifade özgürlüğünü bastırıp kişiler hakkında gizlice bilgi toplamakta kullanabilmektedir. Özel sektör ile teknoloji şirketleri bazen devlet sansürü ile ve izinsiz bilgi edinmeyi kolaylaştırmaktadır. Bu durumdan ötürü PEN yaklaşımını şöyle belirlemiştir:

1.Bütün insanlar kendilerini dijital medya kanalıyla özgürce ifade hakkına sahiptir. Baskı ya da tutuklanma gibi tepkilere maruz kalmamalıdırlar.
a.Dijital medya kullanan kişiler uluslararası yasalar ve standartlar bağlamında tam bir ifade özgürlüğü yaşayabilmelidir.
b.Hükümetler, devletler, dijital medyada bilgi, haber, görüş ve fikir ileten kişiler hakkında soruşturma açmamalı, kimseyi baskı altına almamalıdır.
c.Hükümetler dijital medyadaki ifade özgürlüğünü etkili yasalar ve standartlarla fiilen korumalıdır.

2.Bütün insanlar dijital medyada bilgi arama ve bulma hakkına sahiptir.
a.Hükümetler dijital medyadaki içerikleri -yurt içi ya da uluslararası kaynak ayırımı yapmaksızın- denetleme, kısıtlama ya da sansüre tabi tutmamalıdır.
b.Olağanüstü durumlarda, mesela şiddete teşvike karşı, dijital medyadaki her türlü kısıtlama uluslararası yasa ve standartlarla uyumlu olmalıdır.
c.Karışıklık ya da kriz hallerinde bile, hükümetler dijital medyaya erişimi engellememeli, kısıtlamamalıdır. Dijital medyaya erişimi denetim altına almak, özellikle de kapsamlı olursa, ifade özgürlüğünü ihlaldir.
d.Hükümetler dijital medyaya herkesin tam erişimini sağlamalı, teşvik etmelidir.

3.Bütün insanlar dijital ortamda devletçe izlenmeme hakkına sahiptir.
a.Hedef seçilen kişi bilsin ya da bilmesin, dijital ortamda izlenmek mahkemelik olma ya da başka türlü tepkilere yol açma gibi
ifadeyi baltalayıcı bir sonuca yol açar.
b.Genel bir kural olarak, hükümet ya da devletler kişiler arası iletişime nüfuz etmeye çalışmamalı, kişilerin dijital medyayı kullanışlarını izlememeli, ifadelerinde değişikliğe yol açmamalı, takibe başvurmamalıdır.
c. Ulusal güvenlik bağlamında ya da olağanüstü durumlarda iz sürme gerekli görülürse meşru yasal zeminde kalınmalı, mahkeme kararı gibi gerekli hukuki yollara başvurulmalı ve bu takipler uluslararası hukuk ve standartlara uygun yapılmalıdır.
d.Tam ifade özgürlüğü mahremiyet hakkını gerekli kılar. Dijital ortama dönük olarak mevcut bütün uluslararası yasalar ve standartlar uygulanmalıdır. Yeni yasa ve standartlar gerekebilir.
e.Dijital ortamda üretilen veriler ve başka bilgilerin devletçe toplanması sürecinde mahremiyeti koruyucu uluslararası yasa ve standartlara uygun davranılmalı, veri toplama sınırlı sürede, amaca uygun sınırlılıkta ve ilgili kişileri haberdar ederek adım atılmalıdır.

4.Özel sektör, özellikle de teknoloji şirketleri ifade özgürlüğü gibi insan hakları ile sınırlıdır.
a.Bu bildirgede yer alan ilkeler özel sektör için de geçerlidir.
b.Şirketler ifade özgürlüğü dahil olmak üzere insan haklarına saygı göstermeli, ülke yasaları ile kurallarının korumadığı hallerde bile onları korumalıdır.
c.Teknoloji şirketleri ürün, hizmet ve politikalarının faaliyet gösterdikleri ülkelerde insan haklarını nasıl etkilediğini tesbitle yükümlüdür. Ürün ya da hizmetleri insan haklarını ihlal ediyorsa ya da bu ihtimal varsa, şirketler planlarını ya düzeltmeli ya da geri çekmelidir.
d.Teknoloji şirketleri ürün tasarımları gibi temel operasyonlarında ifade özgürlüğü ve mahremiyet ilkelerine uygun davranmalı, casusluktan kaçınmalıdır.
e.Operasyonları ifade özgürlüğünü ihlale yol açarsa, devlet koruması olmasa bile, şirketler mağdur haklarını korumalıdır.”


EĞİTİM SEN BATMAN ŞUBESİ 2012 ŞERZAN KURT
EDEBİYAT ÖDÜLLERİ AÇIKLANDI…

Ülkede yaşanan insan hakları ihlallerine, uzun tutukluluk sürelerine, cezaevlerinde yaşanan açlık grevlerine;  gazeteci, aydın ve yazarlara yönelik süregelen baskıya ve ifade özgürlüğü önündeki engellere dikkat çekmek için Demokrasi Ödülü vermeyi kararlaştırmıştır. Bu düşüncelerle Diyarbakır D Tipi cezaevinde tutuklu bulunan Azadiya Welat gazetesi yazarı Sayın Tayyîp Temel, Demokrasi Ödülü’ne layık görülmüştür.

Eğitim Sen Batman Şubesi, Muğla Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü İkinci sınıf öğrencisi iken 12 Mayıs 2010 tarihinde, Muğla’da yaşanan öğrenci olayları sırasında uğradığı silahlı saldırı sonucu polis kurşunuyla hayatını kaybeden ŞERZAN KURT (1989-2010) anısına düzenlediği, edebiyata özgün yapıtlar kazandırmak ve Türkiye’de yaşanan insan hakları ihlallerine dikkat çekmeyi amaçladığı, bu yıl ikincisi düzenlenen Eğitim Sen Batman Şubesi Şerzan Kurt Öykü Ödüllerini kazananlar da açıklandı:

Kürtçe öykü dalında ödül; Ronî War, Yaqob Tilermenî,  Dilawer Zeraq, Sîdar Jîr, Brahîm Ronîzêr ve Ömer Kurt’tan (Şerzan Kurt’un babası, oy kullanmamıştır.) oluşan seçici kurul, ödülü; “Erdhej” adlı öyküsüyle ödüle katılan Menaf Osman ile “Leylika min” adlı öyküsüyle ödüle katılan Mahmûd Baran arasında paylaştırmıştır.

Türkçe Öykü dalında ödül;Adnan Binyazar, Ayşe Sarısayın, Jaklin Çelik, Özcan Karabulut, Hasan Özkılıç, Nejla Kurt’tan (Şerzan KURT’un annesi. Oy kullanmamıştır.) oluşan seçici kurul, ödülü “Araf” adlı öyküsüyle ödüle katılan Hande Baba ile “…Beklerken” adlı öyküsüyle ödüle katılan Fatih Debbağ arasında paylaştırmıştır.  Yarışmanın  Ödül töreni 16 Kasım 2012 tarihinde Batman’da yapıldı.


III. TURGUT UYAR ŞİİR YARIŞMASI…

Bencekitap Yayınları,Türk şiirinde önemli bir yeri olan, değerli şair Turgut Uyar adına verdiği Turgut Uyar Şiir Ödülü’nün bu sene üçüncüsünü gerçekleştiriyor. Bu ödülün, Ankara edebiyat ortamına canlılık getirmenin yanı sıra, Çağdaş Türk Edebiyatı’na yeni değerler kazandırmak bağlamında katkı sağlaması amaçlanmaktadır.

III.Turgut Uyar Şiir Ödülü 2013 Seçici Kurul Üyeleri; Hami Çağdaş, Tarık Günersel, Sennur Sezer, Gonca Özmen, Gültekin Emre’den oluşmaktadır

Yarışmanın başvuru tarihi, 1 Aralık 2012 / 19 Mart 2013 tarihleri arasındadır. Bu tarihten sonra gelecek eser dosyaları kabul edilmeyecektir. Yarışmaya, kitap bütünlüğü taşıyan bir şiir dosyası ile yurt içinden ve yurt dışından herkes katılabilir. Yarışma dosyalarında konu ve uzunluk serbesttir. Her yarışmacının eser dosyası, bilgisayarla 12 punto ve 1,5 satır aralığı ile yazılacak ve A4 boyutunda, 6 nüsha olarak gönderilecektir.

Eserin üzerinde ve/veya herhangi bir sayfasında kimlik bilgileri yer almayacaktır. Bunun yerine, rumuz yazılacaktır. Yarışmacının adı, soyadı, telefonu (cep, ev, iş), adres ve e-mail bilgileri, kapalı bir zarf içinde gönderilecektir. Yarışmanın sonuçları 20 Mayıs 2013 tarihinde ilan edilecektir.

Yarışmaya katılan eserlerden dereceye giren ilk üç dosya, Bencekitap tarafından basılacaktır. Seçici Kurul’un yayımlanmaya değer bulduğu eserlerin ilk baskıları için yazara telif ücreti ödenmeyecektir. (daha sonraki baskılar için yazarla telif anlaşması yapılacaktır), ayrıca yarışmaya gönderilen hiçbir eser dosyası iade edilmeyecektir.  Yarışmanın ödülleri (ilk üç) Haziran ayı içinde İstanbul Pera Palas otelinde düzenlenecek bir ödül töreniyle sahiplerine verilecektir.

Yarışmaya şiir dosyası ile katılanlar, eserin bütünüyle kendilerine ait olduğunu, dosyanın daha önce düzenlenmiş hiçbir yarışmaya gönderilmediğini, daha önce eser dosyalarına basılması içim hiçbir şekilde muvafakat vermediklerini, hiçbir kuruma kayıt ettirmediklerini ve Bencekitap tarafından düzenlenen 3. Turgut Uyar Şiir Ödülü şartnamesini aynen kabul ettiklerini belirten yazılı ve imzalı EK-1 belgeyi Bencekitap Genel Merkezi’ne göndermekle/vermekle yükümlüdürler. (Başvuru ve EK - 1 Belgesi için Başvuru sayfamızı inceleyebilirsiniz)

 Katılımcılar dosyalarını, en geç 19 Mart 2013 tarihine kadar, elden bırakarak ya da posta yoluyla, Ankara Bencekitap Yayınları ofisine ulaştırmalıdırlar. Postadaki gecikmeler dikkate alınmayacaktır. Yarışmaya gönderilen eserler yayınevimizde bir ön elemeye tabi tutulacak, bu şartnamenin herhangi bir maddesine aykırılığının tespit edilmesi durumunda, yarışma dışı bırakılacaktır.

İletisim Bilgileri: Bencekitap Yayınları Telefon: 0312 417 88 77, Adres: Selanik Caddesi 28 / 18 Kızılay Ankara Website: http://www.turgutuyarsiiryarismasi.com/


DÜNYA BARIŞ TUTSAKLARI GÜNÜ VE İNSAN HAKLARI GÜNÜ‘NÜ
ACILAR, BASKILAR ZULÜMLER İÇİNDE KUTLUYORUZ

01 Aralık Dünya Barış Tutsakları Günü ile birlikte ülkemizde ve dünyanın bir çok yerinde izi silinmeye çalışılan 10 Aralık, Uluslararası İnsan Hakları Gününü kutluyoruz…   Vicdanî ret hakkını kullanmak isteyen, bu nedenle işkencelerden ve zindanlardan geçen barış tutsaklarını da selamlıyoruz…

Aralık, Uluslararası İnsan Hakları Günü kutlanmaya başlayalı 64 yıl oldu. Ancak her 10 Aralık, dünya genelinde yaşanan insan hakları ihlallerinin gölgesinde kalıyor... Gün geçmiyor ki, ülkenin ve dünyanın bir yanından insanlık hakkı ihlalleri gelmesin.

İnsan Hakları Evrensel Bildirisinin 10 Aralık 1948‘de, BM‘de kabulünden bugüne dek geçen sürede ise yaşanılan savaşlarda yaklaşık 18 milyon insan yaşamını yitirdi. Özellikle kadınlar ve çocuklar insan hakları ihlallerinin mağdurları oldular.

Hâlâ savaşlar, baskı, işkence, zulüm kol gezmektedir. İnsan hakları barış, demokrasi, özgürlük ve insanca yaşam hakkı söylemleri altında her geçen gün daha da derinleştirilerek ihlal edilmektedir. Dünyamızı yöneten emperyalist-kapitalist sistemin egemenliği altındaki milyarlarca insan barınma, beslenme, eğitim gibi temel insan haklarından yoksun yaşamaktadır.

Sömürüye, baskıya, işkenceye, şiddete, sürgüne, savaşa, karşı; ekmek, su, özgürlük, barış, eğitim, barınma, beslenme... Kısaca insanca yaşamın tesisi için insan hakları mücadelesi kazanılması gereken önemli bir mücadele olarak önümüzde durmaktadır.

Hâlâ İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin en önemli maddeleri, engellenmeye; iktidarlar, bu maddelere sırt çevirmeye devam etmektedirler:

“Herkes ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka türden kanaat, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet, doğuş veya başka türden statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, bu Bildirgede belirtilen bütün hak ve özgürlüklere sahiptir.”

“Hiç kimse keyfi olarak yakalanamaz, tutuklanamaz ve sürgün edilemez.”

“Hiç kimseye işkence ya da zalimce, insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele ya da ceza uygulanamaz.”

“Herkes yasa önünde eşittir ve ayrım gözetilmeksizin yasa tarafından eşit korunmaya hakkı vardır. Herkes, bu Bildirgeye aykırı herhangi bir ayrımcılığa ve ayrımcı kışkırtmalara karşı eşit korunma hakkına sahiptir.”

“ Kimse mülkiyetinden keyfi olarak yoksun bırakılamaz.”

“Herkes, eğitim hakkına sahiptir. Eğitim, en azından ilk ve temel öğrenim aşamalarında parasızdır. İlköğretim zorunludur. Teknik ve mesleki eğitim herkese açıktır. Yüksek öğrenim, yeteneğe göre herkese eşit olarak sağlanır.”

“2.    Eğitim, insan kişiliğinin tam geliştirilmesine, insan haklarına ve temel özgürlüklere saygıyı güçlendirmeye yönelik olmalıdır. Eğitim, bütün uluslar, ırklar ve dinsel gruplar arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu yerleştirmeli ve Birleşmiş Milletlerin barışı koruma yolundaki etkinliklerini güçlendirmelidir.”

“Ana-babalar, çocuklarına verilecek eğitimi seçmede öncelikli hak sahibidir.”

Bu hakların hiçbirisinin uygulanmadığı, üstelik, uygulanmasının suç sayıldığı ülkemizde, yarınlara daha güzel bir dünya bırakma adına "İnsan Hakları Günü"nü kutluyoruz.


İNSANÎ GERÇEKÇİLİĞİN İNCE ŞAİRİ
BEHÇET NECATİGİL’İ ANIYORUZ!


Burjuva edebiyatçılarca “küçük duyarlıkların şairi” olarak nitelenen, ama evinin penceresinden dünyaya açılan yüreğinde insanî gerçekleri de yansıtmaktan çekinmeyen şair Behçet Necatigil 13 Aralık 1979’da geride kendi şiir-düz yazı çevirilerden oluşan altmış üç yapıt bırakarak aramızdan ayrılmıştı.


İlk şiiri, lise öğrencisi olduğu yıllarda Varlık dergisinde çıktı. O tarihten, ölümüne kadar hep şiirinin ve edebiyatının içinde oldu. Şiirlerinde evler, aile, çevre, aşklar, bunalımlar, hastalıklar, yalnızlıklar ve ölüm onun kendine has anlatımı ile çok defa kısa mısralar haline gelir. Eski ve yeni kelimeleri ustaca şiirine yerleştirir. Sağlam ve tutarlı bir şiir dünyası vardır.

Döneminin garip ve sosyalist gerçekçi ve daha sonra 2. Yeni şiir akımlarına rağmen daha çok bağımsız bir söyleyiş özelliği gösterdi.

Behçet Necatigil'in şiir evreni daha derli toplu, daha somut, ama şiirsel derinliği daha az değil. O, titiz bir dize kurma ustasıdır, böylece de, en uç modernliğine ve özgünlüğüne karşın, Necati'den Şeyh Galib'e büyük divan şairlerinin muhteşem dize sanatlarında derin kök salmıştır. Bu bağlılığını göstermek için, Gönül olan soyadını, Necati soyundan anlamına gelen Necatigil olarak değiştirmiştir. Onun şiiri, inceltilmiş dize sanatıyla uyum halinde, sıradan insanın yaşamındaki sözde küçük, her gün yeniden karşılaşılan, dolayısıyla önemli sayılması gereken tasaları ve aykırılıkları kavrar: "Bir yanı var ömrümüzün kırık / Farlar büyültür gecede".

Onun yapıtı bir divan oluşturur, ama saray yaşamının ve saraylıların hayal dünyasının değil, milyonluk kent İstanbul'daki semt insanlarının yaşamını, duyarlıklarını modern ve tarihsel çizgide ortaya koyar. Necatigil şiirini bilinçli olarak geliştirmeyi, onu öykünülmesi güç, öykünülünce sırıtan, kendine özgü bir şiir dili haline getirmeyi bildi. Şiirin araç ve gerecinin dil ve sözcükler olduğunu çok iyi bilen bir şair olarak Necatigil, baştaki yalınlığın, sadeliğin bir amaç değil, ancak gerçek şiire varma yollarından biri olduğunu da göstermiş oldu böylece. Nitekim çok sonraları, 1973'te, "Yalın şiir, bilgiden yoksun şiir, tek yönlü şiirdir. Oysa şiir, kesin bir açıklama, bir bildiri değildir; şaşmaz doğru, doğrultu değildir, tek yön değildir. Dilediğimiz yollara, yolculuklara açık, çeşitli yönlerdir, türlü doğrultulardır" diyerek "yalın" sözcüğünün başlangıçtaki dar algılanışına karşı çıkacaktır.

Behçet Necatigil şiirlerinde, bir insanın ilgilenmesi lazım gelen sorunlardan bu sorunlar içinde hayat mücadelesi veren insanlardan bahseder. Harp olmuş, nice insanlar ölmüş, niceleri evsiz-barksız, anasız-babasız kalmıştır. Bir küfeci bile harpten, harbin getirdiği sefaletten bahsettiği halde, bir şair bundan niçin bahsetmesin? Behçet'in denizaltı şiirinden bir parça: “Harp patladı, nüfus azaldı,/Çehreler ufaldı./Toprağın üstü kan içinde / yüzdü./ Ölüleri yerleştirmekte  / Aciz gökyüzü.” Ve şair, bu vahşet karşısında "İnsanlık sevgisi lafta kaldı" demekten kendini alamaz..

O, kendi zamanını, beraber yaşadığı, her gün görüp tanıdığı insanları, onların dertlerini, sevinçlerini, küçük ve temiz hayallerini veriyor şiirlerinde. Onun şiirlerinde kendimizi, haklı buluyoruz. Gerçi şiirde bir kişi konuşur; fakat bu konuşan, geniş bir insan kütlesinin dertlerini, sevinçlerini kendi kalbinde duymuş, bu geniş insan kütlesinin sözcüsü olmuştur. Fertçi gözüken bu şiirlerin böyle bir sosyal karakteri vardır.

Behçet Necatigil'in şiirlerinde çok tabiî, rahat bir söyleyiş vardır. O hakikaten söyleyecek sözü olduğu için şiir söyler. Bundan dolayı şiirlerinde hiçbir zorakilik, kendini sıkma yoktur. Behçet Necatigil'in de her şiirinde konuşma dilinin ifade zenginliğinden gayet ustalıkla faydalandığını görüyoruz.

Behçet Necatigil, şiire bakışını şu sözlerle somutlar: "Şiir bilgi mi? Kuramsal bilgilerle mi yazılır şiir? Yoo, hayır, küçültür şiiri bu! Bilgiyi, bildiriyi öne alarak, standart maddelerle şiir yazanlar da olur. Ama şiir bir yaşantıdır; bize el koymuş, içimize taş gibi koymuş olayları, olguları kalıplara, biçimlere dökmek işidir..... Şiir, kesin bir açıklama, bir bildiri değildir; şaşmaz doğru, doğrultu değildir, tek yön değildir. Dilediğimiz yollara, yolculuklara açık, çeşitli yönlerdir, türlü doğrultulardır. Ben, düşündürücü yanlarını çoğaltmış, yatırım ve çabaları çokça, çokgen bir şiirden yanayım. Şiiri ağırlaştırıp, atraksiyonlara, süslere yatırıp, özü havasızlıktan boğmak değildir bu. "

BUĞULU CAM

Gökleri, yıldızları geç bir kalem;
Bir de mazi malı bu ağızları!
Bak ne düşünmekte elâlem.
Kaşık kadar kaldı yurdumun kızları
Bu bahar vakti verem,
Aldı gıdasızları.
Geçim derdi canımıza tak dedi;
Gel de bahset havadan, sudan.
Kalmadı yaşamanın eski lezzeti;
Nerdesiniz memleketimin bolluk çağları
Artık kalkın da derin uykudan
Emrinize verelim mısraları.

BEHÇET NECATİGİL


FATVA TUKAN, ŞİİRLERİNDEN
KAVGA VE UMUT SAĞIYOR HÂLÂ…

Filistin ve Arap şiirinin en önemli temsilcilerinden; yaşamı sürgünler ve işgaller içinde geçen Fatva Tukan,  9. ölüm yıldönümünde de şiirleriyle Filistin’in ve dünya halklarının özgürlük mücadelesine ses vermeye devam ediyor.

Fatva Tukan, 1914 yılında Nablus'ta doğdu. Filistin şiirinin önemli adlarından İbrahim Tukan'ın kardeşidir.  Ağabeyinin katledilmesi üzerine geçirdiği üzüntülerin ardından onun izinden yürümeye karar verdi.  1967 yılında çıkan savaştan önce şiirleri bütün Arap dünyasına yayıldı. Bu savaşta Nablus düşünce Fatva Tukan da İsrail'in işgal ettiği topraklarda yaşamak zorunda kaldı. Bu savaşın sonucunda O'nun şiiri yeni bir görünüm kazanmaya başladı. Sürgün ve ezilmişlik duyguları altında, kavga şiirine yöneldi.

Fatva Tukan yıllarca Filistin’in özgürlüğe, bağımsızlığa ve kurtuluşa kavuşması için savaşmış devrimci bir şairdir. Ömrü boyunca baskılara, işkencelere ve zulümlere maruz kaldı, cezaevlerinde yattı. Ama 7’den 70’e bütün Filistinlilerin elinde dolaşan bir silah oldu O’nun şiirleri. Şiirleriyle yurtsever Filistin halkını, Filistin’in bağımsızlığı için kavgaya ve mücadeleye çağırdı.  Onun şiirleri, Filistin halkını kavgaya çağıran bomba süsü verilmiş pankartlardır ve bildiriler olarak da tanımlandı. Onun şiirleri emperyalizme, faşizme ve sömürgeciliğe karşı pimi çekilmiş bombalar ve dinamitler oldu. Bu yüzden olsa gerek, İsrail Savunma Bakanı ve Başkomutanı Moşe Dayan, Fatva Tukan hakkında, "Onun şiirleri, 10 suikasttan daha yıkıcıdır" demişti.  Bir süre hapiste de yatan Fatva Tukan, Nablus’ta yaşamaya devam etti. 13 Aralık 2003'te sonsuzluğa göçtü. Filistin şiirinin bu önemli kavga şairini saygıyla selamlıyoruz.

“Sürdüreceğim kavgayı,
yazacağım toprağa, duvara, pencerelere, kapılara,
Meryem tapınağına, mihraplara,
saban izlerine, inişlere yokuşlara, yollara,
hapisanelere, işkence odalarına, darağaçlarına,
yazacağım zincirlere inat,
dinamitlere, bombalara inat,
yanıkların açtığı yaralara inat, yazacağım,
adını yazacağım senin,
yurdumun dört bir yanında görene dek seni,
görene dek büyüdüğünü senin,
büyüdüğünü, büyüdüğünü, büyüdüğünü,
görene dek kapladığını her karış toprağı,
her kapıyı açtığını görene dek,
görene dek gecenin kaçtığını,
Işığın sisten kaleleri yıktığını görene dek,
sürdüreceğim kavgayı.
 Özgürlük!
 Özgürlük!
 Özgürlük!”
("Özgürlük" şiirinden… Çeviren: A. KADİR - AFŞAR TİMUÇİN)


ABİDİN DİNO EMEĞİN ÇİZGİLERİNDE 
VE RENKLERİNDE YAŞIYOR…

Tek bir bireyin değil, insanlığın mutluluğuna resimler çizen Abidin Dino’yu 16. ölüm yıldönümünde anıyoruz.

Ağabeyi şair Arif Dino'nun desteğiyle resim, karikatür ve yazı alanında kendini geliştirmeye başladı. İlk desenleri Yarın gazetesinde, ilk yazıları Artist dergisinde 1930'lu yılların başında yayınlandı. Bu yıllarda Nazım Hikmet'in şiir ve oyun kitaplarına kapak desenleri çizdi. Çok genç yaşta ünü ülke sınırlarını aştı.

1933 yılında D Grubu adlı sanat akımının kurucuları arasında yer aldı. Grubun amacı, memlekette sanatın gelişmesini ve yayılmasını sağlamaktı. Düşünce yanı ağır basan resimler yapacak, batıdaki çağdaş akımlarla boy ölçüşecek yenilikler getireceklerdi.

Başlangıçta  Chagall ve Picasso'nun etkisinde kalan sanatçı, daha sonraları yapıtlarında özgün ve yerel bir senteze ulaştı. Yeniler Grubu'nun Liman çevresindeki balıkçıları konu alan ilk sergisini açtığı 1941 yılında Abidin Dino, siyasi nedenlerle önce Çorum Mecitözü'ne, sonra da Adana'ya sürgüne gönderildi. Adana'da Türk Sözü gazetesini yönetti. Kel adlı bir oyun yazdı, ancak oyun hemen toplatıldı. Çukurova'nın pamuk işçilerini  konu alan resimler yaptı. Resmin yanı sıra heykel ile de ilgilenen Dino 1943 yılında dilci Güzin Dino ile evlendi. Sürgün sona erince İstanbul'a döndü. 1952'de yurt dışına çıkış yasağı kalkınca Paris'e yerleşti. Zaman zaman Türkiye'de kişisel sergiler açan Abidin Dino, 7 Aralık 1993 günü Paris'te hayatını yitirdi.

Abidin Dino, büyük dostu Nâzım Hikmet gibi, Marksistti. Dünyadaki tüm değişikliklere, yaşanan büyük tragedyalara, reel sosyalizmin çöküşüne karşın, bu inancını hiçbir zaman yitirmedi. Bu inancın gereği olarak da halktan, özgürlükten, barıştan yana bir sanat yolunu izledi.

Nazım Hikmet’in ondan istediği mutluluğun resmini çizememişti ama  Neden çizemediğini Nazım Hikmet’e şiir yoluyla anlatmıştı:


ERDAL EREN HALKIN KAVGASINDA HALKIN YÜREĞİNDE DAİMA!

Sadece Türkiye tarihine değil, dünya tarihine de kara bir leke olarak geçen 12 eylül askeri cuntası, 17 yaşında idam sehpasına yolladığı Erdal Eren adıyla da lanetlenmeye devam ediliyor. Bir askeri öldürdüğü iddiasıyla, “jet hızıyla” yapılan göstermelik yargılama sonucu idam edilen erdal eren, idamının 29. yılında tüm devrimciler ve kavga arkadaşları tarafından anılıyor.

Askeri yargıtay 3. dairesi’nin, önce “delillerin noksanlığı” nedeniyle esastan, ardından da, idamın müebbet hapse çevrilmesini gerektiren “TCK’nın 59’uncu maddesinin ygulanmaması” nedeniyle usulden bozmasına rağmen, daireler kurulu iki kararı da reddetti. red kararlarıyla yargılamanın yeniden yapılmasının yolu kapatılırken, Eren’in avukatı Nihat toktay, kararı, “yargıtay içinde bitirildi” diye değerlendirdi. Güvenlik konseyi tarafından onaylanan karar, dünya çapında yürütülen “idamı engelleyelim, Erdal Eren idam edilemez” kampanyalarına rağmen 13 aralık 1980’de ankara merkez cezaevi’nde infaz edilirken, faşist cuntanın başı Kenan Evren’in, “asmayalım da besleyelim mi?” sözleri zihniyetlerini özetledi.

17’sinde yiğit, genç devrimci Erdal Eren’in idamını, basit bir hukuksuzluktan çok, sınıf mücadelesinde önemli bir uğrak, durak, nokta olarak görüp, öyle değerlendirmek gerekir. Zira, o işçi sınıfının bu mücadelede en önde çarpışan, çarpıştırılan ve her türlü yiğitlik, kahramanlığı hak etmiş bir militanıdır. Sınıf mücadelesinin ne kadar keskinleştiğini gösteren bir tanıktır. Mahkemelerdeki, işkencehanelerdeki, mahpushanedeki duruşu bunu gerektiriyor. O bir mazlum olmaktan çok, sınıf mücadelesinin keskinleştiği bir dönemde saflarda yerini almış, devrimci, yiğit bir gençtir. Böyle anılmayı hak ediyor. Erdal da mahkemede söylediği şu sözlerle bu savı doğruluyor: "Bir gün, mutlaka sizin yerinizde halkımız olacak, sizi ve koruduğunuz düzeni yargılayacak ve doğru kararı verecektir!"

"bir halkı astılar bir sabah
ölümü geçirirken senin boynuna
generaller küçüldü sen büyüdün
yarınların özgürlüğü adına
küçük yaşta büyük ölümle öldün
yaşasaydın ağabey diyecektim sana
Erdal Eren, ölümsüz kardeşim"                   

   CELAL KABADAYI



NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati

MUHAMMET DEMİR: Kâğıttan Kayık



KÂĞITTAN KAYIK






Bir sonbahar günüydü. Kendimi sokaklara vermiştim, kaybolmuştum ya da kaybolmak istiyordum. Bu mümkün değildi elbette. Sancım tutmuştu böbreklerim sancıyordu. Bir parkın yanından geçiyordum. Parktaki bir bankta oturmuş buldum kendimi. Yorgundum parkeme daha da sıkı sarılmıştım. Üşüyordum köşede mısır kaynatan bir satıcı vardı. Bir süre onu izledim gelenler, gidenler nadir olarak pişmiş mısır alıyorlardı. Canım çekmişti benim de, banktan kalkıp bir mısır aldım ondan. Gözleri ışıldıyordu her satıştan sonra, teker teker liralarını biriktiriyordu.

Ben aylaktım oysaki. Bu saatte herkes işinde gücündeyken, ben sokakları arşınlıyordum. Amaçsızca tekrar banka oturdum, haşlanmış mısırımı yemeye başladım. Mısır sıcaktı, ben ise üşüyordum. Ellerim ısınmıştı önce, gelenler ve gidenler hızlı adımlarla geçiyorlardı önümden. Mısır bitmiş koçan elimde kalmıştı, tıpkı hayatım gibi. İşe yaraması için bankın köşesine bıraktım koçanı. Bir süre sonra bir güvercin kondu ürkek adımlarla koçana saldırdı, daha sonra bir tane daha ve başkaları da geldi yanına. Ben banktan kalktım bir tebessüm fırlattım güvercinlere. Yola kaldığım yerden devam ettim böğrümde bir sancı ile yüreğimde değil ama...

Sonra sancımla beraber eve gittim. Daha doğrusu kendimi eve zor attım. Üç gün çektim acıyı. Artık dayanacak hal kalmamıştı bende. Acile gittim. Hemencecik iğne yaptılar böğrüme. Ertesi gün polikliniğe gelmemi salık verdiler. On, on beş dakika sonra sancım bitti. Hastaneden çıktım, yürümeye başladım, rahatlamıştım artık yeni bir sancıya kadar. Yolum yine o parka düştü. Geceydi. Köşe de arkadaşları gördüm, gece avarelerini. Ateş yakmışlardı. Bağıra çağıra şarkı söylüyorlardı. Sarhoştular. Selamlaştık, öpüştük, sarıldık. Şarapları tükenmişti. Tükenmiştik…

Onları kendi sarhoşluklarıyla yüz yüze bırakarak oradan ayrıldım. Kaçtım demem gerek belki de. Neden kaçtım sanki. Hâlbuki onlar için canımı seve seve verebilirdim ve bunu hemen yapardım, hemen. Şimdi caddeye çıktım. Caddede kimsecikler yoktu. Tenhalar kalabalık, açıklıklar ise tenhaydı bu şehirde.

Bir yerlere gitmeliydim. Bir yerlere gitmeliydi ayaklarım. Beynim bir yerlere gitmek istiyordu. Bir yerlere, hep bir yerlere gitmem gerekli. Bir yere, bir ana bağlı kalmamalıyım. “Bir yere bağlı kalmamalısın” diye telkin ediyordu beynim. Buna yalnızlık demek yanlış olur. Kök salınca sanki ölecekmişim gibi bir his. Ama değil. Kök salmak istiyorum. Ama şimdi değil. Böyle bir his yok. Yok, bu da değil. Bir his işte… Keşke sarhoş olsaydım, parktaki arkadaşlarım gibi. Sarhoş olsam ve kussam, içim dışıma çıksa, iğrensem kendimden, berbat bir halde uyansam, kaldırımda. Biliyorum onlar şimdi yine oradadır. Ne yapıp edip bir şişe şarap parası bulmuşlardır bir yerlerden. Geri dönmeliyim. Geri dönmek mi?

Bayılmışım sokağın ortasında. Bir süredir böyle oluyor hep. Zaman zaman bayılıyorum. Bayılacağımı anlıyorum, tam bir yere tutunacakken… Kendimi ayıltılırken buluyorum. Tuhaf işte. Soğuktu kaldırım granit, pürüzsüz. Çöpçüler beni ayıltmıştılar. Bir iki yudum su içirdiler. Teşekkür ettim. Gittiler. Kendimi karşıdaki otobüs durağının taburesine zor attım. Sabah oluyordu ve ben daha çok üşüyordum git gide. Arabaların sayısı arttı, otobüsler işlemeye başladı, şehir kalabalıklaştı. Artık caddeler ve sokaklar kalabalık tenhalar ise olması gerektiği gibi ıssızlaşmıştı. Günün ışıltısıyla birlikte ben de güne doğmuştum. Güne doymuştum...
       
Hayır, sanmayın ki ısındım. İnsan ısınamaz ki. Daha çok üşür, içten içe donar, bir tek kalp o da yavaş yavaş söner. Kalbimin yavaş yavaş söndüğünü hissediyordum. Böğrümün sızısının ilacı vardı. Bir iğne saplıyordular böğrünüze tamam sızı geçiyordu. Hâlbuki kalp sızısı… Ona çare yoktu ki. Avareydim. İşsiz, beş parasız. Bu halde nasıl çalışabilirdim,  bu haldeyken kendimi işime nasıl verebilirdim? Hem ne gereği vardı anlamsız ilişkiler içine girmenin? Aylaktım, alışmıştım aylaklığıma. Herkes bana acıyordu elbette ama ya ben. Ben onlara acımıyor muydum sanıyorsun. Güne hiç uyanmamalı insan, güne hiç doğmamalı, günü hiç yaşamamalı. Ama ne fayda, bu mümkün değil ki. Yine yollara düşmeliyim, bildiğim bir iki yerdeki ekmek kırıntılarıyla karnımı doyurmalıyım, bir iki kafadara takılıp, bir iki lakırdı etmeliyim, bir çatı altı bulup dinlenmeliyim belki de…

Hâlbuki yakınlarda birçok tanıdık var. Ama ben yine de onlara görünmesem iyi olur diye düşünüyorum. “Bu rezil halimi görmemeliler. Acımalarını istemiyorum onların. Zaten bin bir sıkıntıları, dertleri var. İçten içe sevinirler bu halime. Ben bilmiyorum, aslında hiçbir şeyden emin değilim. Her şey yaban, her şey yavan geliyor. Bir şeyler var anlamlandıramadığım. Dedim ya, bir his lanet olasıca bir his beni kemiriyor, verem gibi, kanser gibi.” Birisi simit bırakıyor kucağıma, birisi bir kaç bozukluk bırakıyor kucağıma, birisi “vah vah” diyor “ne zavallı bir adam” Simidi umursamadan yiyorum. Açım çünkü. Bozuklukları cebime koyuyorum. Muhtacım çünkü. Zavallıyım. “Evet, ben zavallının tekiyim, naçarın tekiyim, bu toplumda işim yok benim. Pisliğim onlar için. Çöpçüler dün gece beni ne diye ayılttılar ki. Donup ölseydim oracıkta. Bir pislikten kurtulurdu toplum işte. Tüm kötü görüntülerinden kurtulurdu.” Bir ekip otosu yanaşıyor durağa. “Hişt” diyor “çek git buradan, insanları rahatsız ediyorsun. Yoksa seni karakola çekeriz” diyorlar. Umursamıyorum. Sonra benim koluma birisi giriyor. Kolumda bir sıcaklık hissediyorum. Tanıdık birisinin… Tanıdık birisinin şefkatli bedeni koltuğuma giriyor. Bu bu... Çok seviniyorum. “Hadi gel” diyor bana. “Hadi gel, uzaklaşalım buralardan, çöplüğümüze geri dönelim.”

Ben onu kıramam ki. Beni anlayan tek kişi bu dünyada. Zor zamanların savaşçılarıyız, dostluğumuz bu nedenle baki kalmıştır. Tüketmeyiz hiçbir şeyi. Şarap gibidir dostluğumuz, yıllar geçtikçe daha bir kıymet kazanır. Hep olması gereken zamanlarda olur karşılaşmalarımız. Hızır’ı gibiyizdir birbirimizin. Yürek sızılarımızı en iyi biz anlarız birbirimizin. Aslında mizacımız, düşüncelerimiz birbirine taban tabana zıttır. Fakat asıl önemli ve değerli olan da budur, bu bizim dostluğumuzun değerini arttırır. Başka bir şey değil. Belki de ben değil ama o hep oradaydı, hep beni gözlemliyordu, o hep en dirençli olanımızdı. O hep bilir, o her zaman kararlıdır. Oysa ben hep yalpalarım zaten, hep kaçarım, hep bir gölge gibiyimdir, hiçbir samimi inancım yoktur. Ne diye bana değer verir ki. Hep zor zamanlarımda omzuma girer, yürek sızılarıma ortak olur, buna anlam veremem. Ben ona hep dert, sıkıntı vermişimdir. Oysa ben onun hiçbir vakit zor zamanında yanında olmamışımdır ve şimdi bu pejmürde, bu avare, bu dilenci kılığımla, bu ne idüğü belirsiz yerde, yine yanı başımda. “Çöplüğümüz” diyor ama oysa bu, burası, bu yer benim çöplüğüm. Yine kaybolacak, yine vaktini bekleyecek. Tıpkı Sur'a üfleyecek İsrafil gibi...

“Bırak kolumu yürürüm ben. Hem neredeydin sen, neredeydin bu zamana dek. Yine tansiyonum düşüyor galiba tut beni düşüyorum.”Yine soğuk kaldırımdayım etrafımda yabancı insanlar acıma hisleriyle dolu bir kalabalık. Ne oldu bana, neredeyim ben, kimim, siz kimsiniz, nereye kayboldunuz, hepiniz nerede, kayboldum ben... “Hey sen neredesin” Halüsinasyondu galiba…

Parka gitmeliyim hemen şimdi. Bir şey unuttum. Çoktandır yapmayı istediğim bir şey. Kâğıttan bir kayık yapmalıyım, suya bırakmalıyım, küçülmeliyim. Ta ki kayığa sığacak kadar küçülmeliyim. Yelken açmalıyım havuzun içinde. Bir yel esmeli, kayığım alabora olmalı, düşmeliyim suya. Yüzme bilmem ben. Boğulmalıyım, ölmeliyim. Yoksa bu yürek sızısı dinmez başka türlü...

Tıpkı dediğim gibi yaptım. Parktayım şimdi. Kâğıttan kayık yaptım, suya bıraktım. Annesinin kolundan çekiştiren bir kız ve erkek çocuk annelerini yanıma doğru çekiştirdiler. Çocuklara tebessümle baktım. İkisinin de ışıl ışıldı gözleri. Onlara da birer kayık yaptım kâğıttan. Sevindiler ve suya bıraktılar. Yürek sızım işte o anda geçti…



MUHAMMET DEMİR

ADNAN DURMAZ: Unutulmuş




UNUTULMUŞ



RESİM: ADNAN DURMAZ



yürekler satılmış-aşklar iflas etmiştir-öpüşler krom tadında
bir yağmur yağıyor-bu şehirde düşler mezatlanmıştır
hüzün hüzün dedikleri bir
yağmurlu sokak lambalarıyla kalmıştır
ey ölümü parka yapıp girdiğim bulvarlar ey
kaçtır ki
metruk parklarda sabahlanmıştır
kaçtır ki
bakışımın peşi sıra sivil polisler
gülüşüm taammüden suç sayılmıştır
sen beni yaramdan sevemedin ya

kemanları kan içinde ilistir olmuş dostluklar
büyük ve şanlı çınarların altında
yaşanmamış aşklar örümcek bağlamıştır
gecenin en kahpe sularında
can vermeye değer gözler
zümrüt broşlara kapatılmıştır ey
berceste dizeler gibi bakışlar
irinli aşkların son model ön koltuğunda
hüzün ki
yağmurlu bir gecede soluk soluğa koşan o deli tay
gelip gelip tam döşümde çatlamıştır
sen beni kavgamdan sevemedin ya

bir bakışın bir yüreğe saldığı bahar
bitti artık
bu şehir iflah olmaz
sokaklarda bali çeken çocuklar
kaç gündür aç gezen gurbetçi
bayrakları paçavraya döndürülmüş
eski korsan gemileri
çürümüş atıldığı kıyılarda
meydanlardan geçersem ne zaman
içimde bir şair yeniden asılmıştır
nere gitsem
üstüm başım bir yağmur
geride sen kalmışsın nereye gitsem
yüreğini tartarak yosma salon ışıklarında
yürüdükçe bir bulut çıkar koynumdan
mavileşir yüzüm
akşam
hicrana keser
gözlerime yıldızlar damlar benim
ben ne zaman ağlasam
sen beni
kasırgamdan boramdan sevemedin ya

alnıma bozkır eylüllerini çizdim
sarı yapraklar savur peşim sıra ey şehir
yaralı bir turnanın kanadını sararım ıssızlarda
kapaklanmış atımı vurdum
üç el ateş ağladım yaslanıp ondan kalan buluta
dem olur bu devranda sata sata nen varsa
bir saltanat alırsın belki bir zaman sürer
bir ömür kalır geride
bir yığın makyajlı söz cilalı günler
aşkı artık bulamazsın
ağla ey şehir
bütün suçlu insanlarınla
sokak çocuklarınla işsizlerinle
yüreği lazımlığa dönmüş bar mafyası eski gerilla
ve utanç yataklarınla
suçluluk gözyaşlarınla ağla ey şehir ağla
ben o yıldırım düşenim haritadan silinmiş bakışlarımla
sevdayı ben acının topraklarında buldum
sen beni kavgamdan sevmedin ya

ömür dedikleri savrulan bir kum
bir bozlağım bozkırlarda
kendimi söyler giderim

iyi ki ben sende unutuldum



ADNAN DURMAZ



MEHMET GİRGİN: İsyan— YAŞAR DOĞAN: Hoppa uyku



İSYAN



ADNAN DURMAZ


Kan kusuyorlar
Kelimeler şaşkın
Kış bastırıyor
Yazı bekliyoruz
Bahar umutsuz

Kan kusuyorlar
Kelimeler kahraman belki
Ölüm bastırıyor
Yaşamak ağır
Uyku hafif

Kan kusuyorlar
Sabır ekiyor birileri
Buz kesiyoruz
Kız acısını bekliyor
Hayat ona oynayacak

Kan kusuyorlar
Kusursuzlar elbette
Oyun değil yaşanılan
Peki ne
Cilası dökülen
Medeniyetin kendisi

Kan kusuyorlar
Herkese sundukları bu
İtaat istiyorlar
Acılarımızı içmemizi
Kardeşlerimizin kafataslarında

İsyanı bastırabilirler mi
(mümkün değil)




MEHMET GİRGİN








HOPPA UYKU







Bir gözü açık uyunan uykulardayız
Sabaha az kalsa da her an sabote edilebilir;
Esnaların enternasyonal dalaşma eşiğindeyiz
Başımız Kerbela’da kesilmiş olabilir asırlar önce
Yeniden bilenmiş Bıçaklar şimdi Washington’dan gelir
Yarı zenci yarı Müslüman su orta doğuda
Saman altından usulca daha iyi akarmış
Aklara yaltaklık akıllara hizmetin
Al sana paha biçilmez Hint kumaşı –
Hadi / keste içine gir iki yüzün; tüm yüzsüzlüğünde…

Köle torunların lanetiyle
Nasıl uyuyacaksın yarın; şu topraklar altında
O altın mezarında
Medyalaşmak mı?
Meydanı savurup sarmalamak mı? Etti aklına
Yoksa domuz gibi yiyip sıçmak cazibesi mi?
Çeldi o kabak çekirdeği aklınızı
Neyi garantilediğini sandınız o tilkilikle
Yedi milyar tükürük yedi milyar lanet üstünüzde

Dünyanın aç gözü her an o usuz usulsüz üstünüzde…

Pınarım susadım bir bardak su var Allah aşkına
Şu güzelim Pınar da avuçlarımızda kurumadan.
Hadi ödü kopmuş günlerin ödleğinden kop da
Yeni gündoğumlkarı yaşat yetim yarına
Elimizde kalanla
Kalanla kafa kafa-kafaya…



YAŞAR DOĞAN/Lolan



ALİ ZİYA ÇAMUR:Alışmak

Alışmak,
                               Karanlığın yüreğinden atılan zokayı yutmak
                               Bugünün cilâlanmış yüzünde acıları unutmak.

Alışmak,
                               Bileti belkisiz yarınlara kesilen yolları tutmak
                               Kadeh diplerinin mahmurluğunda  özlemleri uyutmak.

Alışmak,
                               Arzuların kör kuyusuna itilen onurunu avutmak
                               Zevk pazarında umutları    haraç-mezat okutmak.

Alışmak,
                               Suskunluğun kör pençesinde yüreğini soğutmak
                               Kara kaygısızlığın dar boğazında  cevherini  kurutmak.


Alışmak,
                               Şahlanan özlemlerimize it, çakal, kurt ulutmak
                               Karanlık düşlerin dar köşesinde bilincini burkutmak.

Alışmak,
                               Beyninin kıvrımlarında örümceğe ağ dokutmak
                               Işınsız düşünlerin burgaçlarında   tuzu kokutmak.

Alışmak,
                               Güneşe tırmananları cısla, susla korkutmak

                               Emeğin ezgisi evreni çınlatırken kafeslerde  tozutmak.








ALİ ZİYA ÇAMUR



HALİL MANAP: Dağlardan Çağıldayan Sulara Kulak Ver—HAKAN KAYA: Bizimle Doğacak



DAĞLARDAN ÇAĞILDAYAN 
SULARA KULAK VER




FOTOĞRAF:ADNAN DURMAZ


'Erdal Eren'in anısına'



Kemendi boğazına geçirmeye gelince cellat
Gözlerin zulme inat iki yıldız gibi parlayacak
Işıyıp sulara yansıyan yıldızlar yanmayacak
Güvercinler kanatlarında barışı taşımayacak
Ama senin özlemin bitmeyecek çocuklara
Dağ başlarında baharla sevişen çiçeklere
Ve başı dik onurun devrimci sevdana

Delikanlı !
Öyleyse dağlardan çağıldayan sulara kulak ver!
Bak nasılda türkü tadında sunuyor özgürlüğü
Uğruna ölümlere soyunduğun güller
Belki yüreğinde yeşerttiğin sevdanla
Bir daha sevişemeyeceksin
Belki yüzün bir daha gülümsemeyecek
Yüreğinden kopan çığlığınla izin verme!
Kanlı kirli elleriyle ipi boğazına geçirmesinler
Haykır! bir şarkı
Ve tekmele sehpalarını zulmün
Gözleri dona kalsın kurt sürülerinin
Ardında bıraktığın bayrak olacak ölümün
Okyanuslarda köpüren dalgalara
Karlı dağ zirvelerinde çığlaşan şarkılara
Ve bilincini kuşanmış çoğalan milyonlara

Bir selam ver!
Çeliği eriten iradenle
Bin selam ver!
Vatanına halkına




HALİL MANAP










BİZİMLE DOĞACAK







Yer ve gök bizimle
durdurulamaz bir şafak açacaktır
umutlu bin sevda için,
ekim bahçelerinde.

Yıldızlar bizimle
ay bizimle
doğanın bedenini kanattı
burjuvalar
doğa bizimle.

Artık
vakitsiz olan hiçbir şey yok
gidenlere selam
rüzgar bizimle
rüzgarda yürüyen çocuklar bizimle
bizim bir fırtına içinde yürüyen
cesretlilerimiz var
hepsi bizimle .

Bir ananın
Kanayan göğsü
ağıtlar,
bizimle.

Artık
açmaz deme
güneş bizimle
Artık yağmaz deme
Yağmur bizimle .

Doğanın tüm dengesi bizimle
insan bizimle
bitki ve kuşlar bizimle
kötülük ve çirkinlik
zulme kalsın
insanlığın zulmü yenecek gücü var
doğacak kızıl şafak
bizimle .






HAKAN KAYA




ERCAN CENGİZ: Ağlama Çocuk, Ağlama




AĞLAMA ÇOCUK, AĞLAMA





ağlama çocuk, ağlama gülüyorsa toprak
güneş gülüyorsa
güneşi karşılamaya yıldızlar varsa hâlâ karanlığa inat

ağlaya ağlaya büyürsen, gözyaşını bilesin de büyüyesin
artık kaldıramaz bu toprak

zulüm altındasın çocuk, ellerimden biliyorum zulmü
de ki son halkasıdır yükselişi o karanlık yüzlerin

ağlama çocuk, ağlama güneşe çık selamla her gün
kara gözün, kara kaşın o mazlum bakışınla
elinde nergis olsun açsın her bahar

ağlama çocuk, ağlama baban vurulsa da gözlerinin önünde
senin ile koyun koyuna uzansa da toprağa
kara ellerin tetiğinden çıkan o donuk yüzleri güldürme
ağlayıp da umudunu köreltme kardeşinin
zamansız işlere çekme beni

ağlama Uğur, ağlama
senin yaşındakiler ağlamamalı
bedenine saplansa da on üç kurşun
ağlamakla tüketmemeli kendini

son nefesin de olsa çocuk haykır inatla, haykır ki
zulme ve faşizme karşı bir yürek olabilsin bütün çocuklar
yoksa nasıl dağılacak ki toprağı saran bu karanlıklar





ERCAN CENGİZ




M. SÖYLEMEZ: Boş Kovan—Ö. GENÇ: Lama—Ş. H. SİZER: Ölmek Yaşamakmış



BOŞ KOVAN





Doğduk doğrudan dosdoğruya
Giyindik kanla, canla gerçekle
Yalan değmedi tenimize,
Eğri oltalar düştü gölgemize
Eğri boyunlarına eğri yalanlar takılı
Av olduk kanlı kasalara
Kara para yapıldı küllerimizden.

Buldu çocuklar bir kovan,
Barut kokusu yok olmuş mermisiz
Geçmişin külleri dağınık çevrede
Yalnızca yasak bir dil
Yalnızca bir isyan çığlığı
Tüm yalanları kavuran
Doğanın erişilmez yasasını sunan
Yeşil yapraklardan sulara
Özgür emekten bağımsız ufuklara.



MUSTAFA SÖYLEMEZ







LAMA






Ne yani
Hakem düdüğü müdür şair
Zaman’ında ötecek
O zaten kesilecek bir baş biriktirme şehvetindedir

Asit yağmuru altında çelik yontma planemosu
Pazar’lardan uzak durup
Mavi güller sunar yürekten
Kiminin yüzüne tükürebilir


ÖZER GENÇ






ÖLMEK YAŞAMAKMIŞ…





”Erdal Eren’e”

Ölmek Yaşamakmış…”
Beni bir ölüm anladı bu çağ yangınında,
Bir de onursuz işkenceler..
Siz bakmayın on yedi’sinde olduğuma,
Ben dünyanın en büyük adamıyım aslında..
Böyle fısıldamıştı tanrı kulağıma, son nefesimde.
Bakın işte;
Sonum nasıl da kurtardı vatanı!
Kimsenin benim kadar sevemeyeceği,
Bu eşsiz,
Bu yalnız vatanı..
Kanım nasıl da akladı nice celladı!
Yok yok..
Sakın,
Sakın turnalar küsmesin gökyüzüne ben yokum diye..
Sakın yıldızlar geceyi ışıksız bırakmasın,
Güneş inadına doğudan doğmayı ihmal etmesin..
Ve yoldaşlar,
Ve gardaşlar,
Ölüm, bazen en onurluca yaşamakmış..
Ölüm, bazen yeni bir başlangıçmış..
Sesiniz susmasın,
Yüreğiniz tükenmesin..
Sizlerleyim ebediyen…
Beni unutmayın..


 “Erdal EREN’i saygıyla anıyoruz”



ŞERWAV HAMZA SİZER


SERKAN ENGİN: Poetik Gerilla Eylemi - II





NELER UĞRUNA ŞİİR YAZMIYORUM

(Atını al tımarını sikeyim)






Nobel Edebiyat Ödülü’nü almak için şiir yazmıyorum. Ola ki elli sene sonra beni bu ödüle aday göstermek gafletinde bulunanlar çıkarsa, şimdiden ödülü reddettiğimi, hatta birilerinin bana ödül vermeye kalkmasını hakaret saydığımı belirtmek isterim. Bunun politik-etik gerekçelerini daha iyi algılamak isteyenler “Ödül Düzleminde Şiir Erkini Yıkmanın Anatomisi” adlı yazımda, yeterince veri bulacaklardır. Nobel Edebiyat Ödülü’ne olası, farazi aday gösterilişimi daha şimdiden reddettiğimi ifade ettikten sonra, ulusal ve uluslar arası diğer tüm ödülleri de reddettiğimin altını çizmeme ihtiyaç olmasa gerek. Uluslar arası edebiyat-şiir ödüllerinde işleyen mekanizmaları bilemiyorum, ama ulusal çaptaki ödüllerin işleyişi hepimizin malumu. Ödülü bir sıçrama tahtası olarak kullanarak “ünlü” olmak, bu “ün” üzerinden maddi ya da manevi rant sağlamak, şair olarak bu yolla rüştümü ispatlamak, ödül yoluyla ulufe dağıtan şiir erk odaklarına biat etmek,  bu şiir baronlarının politik-poetik dümen suyuna girmek,  bu kişilerin müridi olmak gibi dertlerim yok.
Yani “Atını al tımarını sikeyim”…

Şiir yıllıklarına (ya da antolojilere) girmek için yazmıyorum.  Ülkemizde başlangıcından bu yana her biri nesnel olmaktan çok uzak kalmış, politik-poetik yanlılığın ötesinde, kirli kişisel ilişkiler, intikamlar için araç olarak kullanılmış şiir yıllıklarını, adamdan saymıyorum. (Bu noktada, kendisine kötü söz eden şairi, hazırladığı şiir antolojisine almaktan çekinmeyen, tepeden tırnağa şiir namusuyla, şövalyece davranan İhsan Topçu’nun, tüm şairler, yıllıkçılar, eleştirmenler tarafından örnek alınabilmesini diliyorum…). Hangi şiirim- poetik yazım hangi antolojiye alınmış ya da alınmamış diyerek de zerre kadar takip etmiyorum,  ama kalkıp birkaç gülünç şair gibi “Filanca editöre küstüm, benim şiirlerimi yıllıklara zinhar almaya kalmasın” da demiyorum, çünkü idealize edilmiş, olması gereken bir şiir yıllığının amacı, şiir coğrafyamızın yıllık fotoğrafını çekmektir. Burada toplu fotoğrafa girmekten kaçınmanın tek yolu, dergilerde hiç şiir-yazı yayımlatmamak olmalıdır. “Filanca editöre küsen” gülünç şairlerin, bu yolla diğer şiir yıllıklarını onaylıyor olduklarını (ki diğer hiçbir yıllığa rest çekmediler) fark edememeleri acınası.  (Tabi o yıllıklarda kendi şiirleri her sene boy gösteriyordu ne de olsa. Ne gerek vardı o zamanlar, durduk yerde şiir yıllıklarını eleştirmeye). Oysa ilk şiir yıllığından bu yana, “olabildiğince nesnel”, bilinçli olarak öznel seçimlerin bataklığına girmemiş şiir yıllığı hiç olmadı bu coğrafyada. Buna rağmen şairler, kendileri için karne saydılar bu yıllıkları. Kırık not alınca “Örtmen bana taktı”, dediler, iyi not alınca koşar adım aferin alacakları kişilere gösterdiler karnelerini. Obur egolarını doyurmak isteyen şairler tarafından, kendisine gereğinden çok daha fazla değer atfedilen şiir yıllıkları, aslında teknik bir dokümantasyondur, yıllık hazırlayıcıları da teknisyen.  Teknik çalışmanın başarısız kotarılmış olması sadece teknisyenin ayıbıdır.  Şairlerin obur egolarını beslemek adına, yıldızlı pekiyi almak düşleriyle debelenmeleri ise sadece yıllık hazırlayıcı şiir tarihinin “hizmetçilerinin” erk gücünü arttırır, şair-yıllıkçı hiyerarşisi oluşturur. Tıpkı biat kültürünün hüküm sürdüğü sefil coğrafyamızda bireylerin, topyekûn kendilerinin çıkarları için “hizmetçi” olması gereken politikacıların karşısında el pençe divan durması gibi. Şairler karnelerini yırtmadıkça, yıllıklara girip girmediklerine karşı kayıtsız kalmadıkça, yıllıkçıların erk alanı genişler ve bu traji-komik oyun temcit pilavı olmaya devam eder her sene. Buyrun, isteyen elinde gezdirsin gülünç karnesini, ben almayayım.
Yani “Atını al tımarını sikeyim”…

“Reytingimi” arttırmak uğruna, son on yıldır “moda” haline getirilen puşt-modernist şiirler düzleminde yazmıyorum.  Şiirden anlam’ı, anlak’ı, yaşayan “sahici” insanı dışlayan, sürrealizmden ödünç alma oto-didakt yöntemiyle şair öznenin bilinç altını kusmasından, sözcük ve harf oyunlarından öteye gitmeyen, öteki’ni önemsemeyen ve böylece kendi yaralarınızdan başkasına ilgi duymanızı, empati kurmanızı engellemek isteyen, kapitalizmin yabancılaştırmasını besleyen, bizzat kapitalizmin kendi çıkarlarının bekası için istediği mankurtlaşmış, “çoban köpekleri gibi aptal”, sormayan, sorgulamayan, itiraz etmeyen, eleştirmeyen, örgütlenip “devirmeyen”, birer tüketim makinası haline getirilmiş bireyler üretmek için şiir coğrafyasında palazlandırdığı bu “sentetik” post-modernist şiir, bir insanlık suçudur. Çoktan arkaik hale gelmiş bir estetik algının neo-şaklabanlığı olan görsel şiir/somut şiirler de bu puşt-modernist şiir panayırının “iş” koludur.  Dergilerde kolay köşe kapmak, ödüller için takla atmak, gazetelerin kitap eklerinde hakkımda övgüler düzdürmek uğruna bu insanlık suçuna iştirak etmiyorum.
Yani “Atını al tımarını sikeyim”…

“Ünlü” yayınevinden şiir kitabımı çıkartmak adına vampir yayıncılara rüşvet vermiyorum. Maliyetinin üstüne yüzde yüz kâr ekleyerek şiir kitabımı basmalarına, bu kârın bir kısmını işkembelerine indirmelerine izin vermiyorum. Kârın geriye kalan kısmıyla bu vampir yayıncıların şair dostlarının, yayımlanmasını istekleri şiir kitaplarının, tarafımca finanse edilerek basılmasına göz yummuyorum.  Bu rüşvetin karşılığı olarak vampir yayıncıların, “ünlü” dergilerinde reklamımı yapmasını, yandaşlarının ise gazetelerin kitap eklerinde “kitap tanıtımı yazısı” adı altında şahsımı pohpohlamasını reddediyorum.
Yani “Atını al tımarını sikeyim”…

Şairlik “üst kimliği” edinmek için şiir yazmıyorum. Gördüğüm buncaları şair ise (istisnalar hariç) ben anti-şair olmayı, şiirli köyün delisi olmayı, şiir haini olmayı seçiyorum. Yakamdaki gülünç şair rozetiyle sefil bir bar faresi olarak genç kadınları yatağa atma çabalarına girmek için şiir yazmıyorum.  Cihangir Orospu Çocukları Cumhuriyeti’nde gerzek bir “entel karikatürü” olarak dolanmak için şiir yazmıyorum. İstanbul Şiir Dûkalığı’na yamanmak için şiir yazmıyorum. Yerel ya da ulusal gazetelerde köşe kapmak için şiir yazmıyorum. Beleş “rakı-balık” sefası için, şairler ve şair olma heveslileri dışında hemen hiç kimsenin katılmadığı şiir dinletileri/panelleri/kongreleri gibi, aslen belediyelerin, derneklerin, üniversitelerin maddi kaynaklarını, yani halkın vergilerinden toplanan paraları küçük konformist çıkarlar uğruna sömürmek için ya da kitap fuarlarında yalancı pehlivan gibi boy göstermek için şiir yazmıyorum.  Annem beni sevsin diye şiir yazmıyorum. Babam bana “aferin” desin diye şiir yazmıyorum, sevgilim bana hayran kalsın diye şiir yazmıyorum…

Benim şiirde temel derdim, okurun empati ya da özdeşlik kurabileceği, yani hayata geçen şiirler yazabilmek, okurun kalbine iki dize çakabilmek. Benim şiirdeki asli görevim, bütün horlanan, dışlanan, yok sayılan, kenara itilen, ezilen ve sömürülenlerin şiir düzleminde dili olabilmek. Böylece toplumsal farkındalık yaratarak kapitalizmin yabancılaştırmasına kendi sıkletimce karşı durmak. "Kırık Çırak", "Tenha Tezgahtar", "Kız Veysel", "İtirazlı İşporta", "Evsizliğin Çocukluğu", "Genelev Travması",...gibi şiirleri yazmamın nedeni de budur.

Birgün şiirlerim ya da dizelerim, boyacı çocukların sandıklarına, tezgâhtar kızların cep aynalarının arkasına, simitçilerin camekânlarına, gündelikçi kadınların mutfak dolaplarının kapaklarına, fabrikaların, arka sokakların, kenar mahallelerdeki liselerin duvarlarına yazılmaya başlanırsa, işte o zaman, şiir adına bir şeyler yapmaya başlamışım demektir.



SERKAN ENGİN

Temmuz 2011