Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Ekim 2013 Pazartesi

EMEĞİN SANATI'NDAN 148. MERHABA






Merhaba,

Sıkıntılı bir dönemin içindeyiz. Şiddet devletinin en azgın şeklinin içinde nefes almaya çalışıyoruz. Coplar, gazlar, plastik mermiler yetmedi şiddet devletine... Şimdi de insanların canını yakmanın başka şekillerini arayarak elektroşok tabancası bulunmuştur. Diyorlar ki ayarı var, insana zarar vermez. Ahhh! Copun, gaz bombasının, plastik merminin ayarınız hep kaçıran şiddet devletinin vurucu güçleri elbet bunun da son ayarını bizlerin üzerinde sınayacaklardır...   “O da yeterli gelmezse” demeye de korkuyorum, işin sonu top, tabanca, tüfeğe de uzanır gibi de, “Lanet olsun demokrasi var, dünya bize bakıyor” diye çekiniyorlar, şimdilik.

Ey şair, ey sanatçı demokrasiye de, ayarsız şiddetçilere de asıl ayarı vermek zorunda olan bizleriz.  Bizlerin sözde kalmayıp yazıyla, şiirle, romanla, öyküyle, resimle v.b üretimlerimiz, etki alanını büyüten, çoğaltan, yayan yetkinlikte olmak zorundadır.

Eğer yazacaklarımız, yapıcı, yaratıcı, uyarıcı  olamayacaksa; yapılanların, yaratılanların, üretilenlerin altını çizmek yerine üzerini karalayacaksa orada söz düğümlenmiştir. Yazının yankı gücü kısılmıştır. Kalem tabancalaşır; beyinlerde ve yüreklerde çiçek açtırmak yerine tek bir noktaya kilitlenir, ucunun değdiği yeri karartamasa da sahibinin vicdanını karartır. Gemisi karaya vuran kaptanın “Deniz bitti!” demesi gibi yazan için de söz bitmiştir. Söz bitti mi yazanın da işlevi kalmamış demektir.

Biz sözün değil, söz bizim rotamızda yürümeli ki yazılanlar, düşünce bağında yeni düşünceleri çiçeklendirmeli. Yeni güzelliklere köprüler kurmalı. Okuyanda yeni düşünceler çiçeklendiren her yazı, zamanın bağrına düşürülmüş tarihtir. Yazının büyüsü de burada başlamaktadır. Bu büyü, ölümün varlığını da engeller. Çünkü bu yönüyle her yazı umuda ve özlemlere sarkıtılmış bir selâmdır.

Tarihi düşülmemiş bir zamanda, belirsiz bir mekânın kıyısında umuda tutunup giderken, geçmişten ne kalır avuçta yazıya dökülmüş tutkularımızdan başka. Yapıcı ve yaratıcı her yazı, yarınlara aktarılan umut tohumlarıdır. Yaşanılan ‘an’ın çirkinliğine inat yaşam denen ormanda verilen kavgamızın güç kaynağıdır

Bu şiddet devletine inat, barışa, umuda, özlemlere, özgürlüğe, DEVRİME dair yazmaya, yaratmaya, yaşatmaya  devam!...

EMEĞİN SANATI


BU SAYININ SAVSÖZÜ

"Şiir sessel bakımdan ne kadar etkili olursa olsun, semantik yükü olmadıkça, şiir sayılmamak gerekir. Bununla birlikte sessel özellikler semantik özelliklerin değerini arttırabileceklerinden, ses öğesini şiirde yabana atmak da doğru olmaz.

Semantik yükü olan şiirler deyince, bize dar tanımı ile (en dar tanımı ile değil) bir “anlam” iletebilen şiirleri anlıyoruz. Buu yapabilmesi için şiirin normal dile bir dereceye kadar uyması gerekir.

Felsefede semantik yük dile tam uyularak sağlanabilir. Anlatımın biri cümledir.  Şiirde dile tam uymasak da olur. Çünkü anlatım birimi bazen “kelime”ye kadar düşebilir.

Şiir mantığa da uymak zorunluluğunda değildir. Gerçeklere de... her şiir kendi mantığını ve gerçeğini getirir. Bu, “normal dile uymayış” ilkesiyle beraber yürüyen bir ilkedir. Başka bir deyişle, normal dilin, mantığın ve gerçeğin bozulmaları şiirde birlikte olagelir. Hangisinin etken, hangisinin edilgen olduğu güç ayırtedebilir.

Bununla beraber her şiirde bu üç kurumun da bozulması şart değildir. Ama en azından birinin bozulması şarttır. Yoksa şiir başka bir şey olur. Felsefe olur. Konuşma olur. Düzyazı olur.” HÜSEYİN CÖNTÜRK (Değişim, 5. Sayı / 1963)


YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ


DEVRİMCİ SANATÇI HAŞMET ZEYBEK’İ KAYBETTİK...


1948 yılında Tarsuz'un Gülek ilçesinde doğan Zeybek, Karaisalı Yatılı Ortaokulu’nda, Adana, Tarsus liselerinde okudu, okulunu bitirmeden çalışmaya başladı. Tiyatro oyunculuğuna Tarsus’ta başladı. Yerelde kurduğu oynadığı, yazdığı, yönettiği “Irgat” adlı oyunuyla dikkatleri çeken Haşmet Zeybek, tiyatro yaşamına İstanbul’da devam etti.


1962’de “Meydan Oyuncuları” tiyatro topluluğunu kurdu. İstanbul Şehir Tiyatroları’nda ve Dostlar Tiyatrosu’nda oyunculuk, yazarlık, yönetmenlik yaptı. TRT 1970 Sanat Ödülleri Yarışması’nda “Toprak, Balta, Düğün ya da Davul” adlı oyunuyla başarı ödülü aldı. Çorum’daki Alpagut Linyit İşletmesi’nde işçilerin başlattıkları bir işçi yönetimini konu alan “Alpagut Olayı” oyunu Dostlar Tiyatrosu’nca 1974’te sergilendi. 1 Ocak 2013 tarihinde İ.B.B. Şehir Tiyatroları'ndan emekli olmuştu.

1970’te basılan Irgat oyunu ile adını duyurdu. Daha sonra kaleme aldığı Düğün ya da Davul geniş kitlelerce tanınmasını sağladı.  Haşmet Zeybek, geleneksel Türk halk tiyatrosunun özelliklerinden yararlanarak oyunlar yazdı. Köy meydanlarında oynanan köy seyirlik oyunlarını tiyatro sahnesine taşıdı.

Bir süre İstişan (İstanbul Şehir Tiyatrosu Sanatçıları Derneği ) başkanlığını yürüten Şehir Tiyatroları Yönetim Kurulu ve Repertuar Kurulu üyeliklerinde bulunan Zeybek, OYÇED (Oyun Yazarları ve Çevirmenleri Derneği) üyesiydi.

Haşmet Zeybek’in yazdığı oyunlardan bazıları: Alpagut Olayı, Balta, Düğün ya da Davul, Tahsildar Oyunu, Uygarlık Çöplüğü, Anadolu İnsanının Kültürel Kimliğinde,  Ayrangeven,  Evrensel Pezevenk Para, Köroğlu, Theodora, Yaradılış Efsanesi, Kerem ile Aslı, Zilli Şıh, Gılgamış…  Ayrıca mesleki kitapları da vardı: Meddahlık Sınavı Karşılaştırmalı Mitoloji,  Meddah'lık Sınavı Karşılaştırmalı Mitoloji...


TAYFUN GERZ’İN ŞİİRE
YÜRÜYÜŞÜ YARIM KALDI...


Günümüzün dikkat çeken genç şairlerinden Tayfun Gerz, 24 yaşında kalbine yenik düştü.

1989 Bakırköy doğumlu şair Tayfun Gerz 5 Ekim 2013 Cumartesi günü geçirdiği kalp krizi sonucu yaşama veda etti.

Ürünleri Akatalpa, Varlık, Şiirden, Sincan İstasyonu vb. dergilerde yayımlanan Tayfun Gerz'in şiir yürüyüşü yarım kaldı.

GİRDAP 

yuvasından düşmüş bir serçe yavrusu gibi seni sevmek
ve ancak, ölüm kadar yakınsın sevince
iki ucu asla kavuşmayacak bir perdeyiz
ayrı köşelerde bir
ölümle kalım arası mesafe, hasret,
hasretine sözcük bulmak zor
seversem ölürsün diye saçlarını okşamıyorum ölçüsüz
ayışığı vuruyor yüzümüze
deniz sanarak gözyaşlarımızı
bana aşktan bahsetme, bahsetme, sakın,
ayrılığı biliyorum.

TAYFUN GERZ /Akatalpa Dergisi


ÜMÜŞ EYLÜL KÜLTÜR VE SANAT DERGİSİNİN 9. SAYI ÇIKTI


Tekirdağ Cezaevinde devrimci tutsaklar tarafından 3 ayda bir yayınlanan, elle hazırlanıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür Sanat Dergisinin (Ekim-Kasım-Aralık)  9. sayısı yayınlandı.


Ümüş Eylül Kültür Sanat Dergisi; “Ölüm Orucu Direnişi”ne Ümraniye Cezaevi'nde 1. ekiple başlayan, 19 Aralık katliamından sonra direnişini Kartal Özel Tip Cezaevi'nde sürdüren, daha sonra Kartal Devlet Hastanesi'ne kaldırılan, direnişine hastanede de devam eden, durumunun ağırlaşması üzerine tahliye edilen, tahliye edildikten sonra direnişini Küçük Armutlu'daki direniş evinde sürdürürken 14 Eylül 2001’de orucun 330. gününde sonsuzluğa göçen Ümüş Şahingöz’ün anısını yaşatmak amacıyla yayınlanmaktadır.

Hasan Şahingöz’ün hazırladığı dergide; devrimci tutsakların çeşitli çizim ve resimlerinin yanı sıra, Kırıkkale cezaevinden Yılmaz Demir’in “şiirlerim” şiiri, Yazar Temel Demirer’in “İtiraz Hakkı” yazısı, Şair Süleyman Okay’ın “Beşirleme” şiiri, Şair-Yazar Adil Okay’ın “Haziran Direnişinin İlk Sonuçları” yazısı, İzmir Cezaevinden Hasan Koç’un “Bakış – Göz” şiiri, Hasan Şahingöz’ün “İtirazım Var” yazısı, Ümüş Eylül’ün “Çocuklar İçin Rübailer”i, Deli Dalgalar Hareketinden bir mektup, Sabahattin Ali’den şiir,Metin Aydemir’den “Dünyanın Enleri”, Şair Edip Cansever’in “Umuş” şiiri, yine Ümüş Eylül’den “Güzelim Amber Çiçeğim” şiiri yer almaktadır.

Ümüş Eylül Kültür ve Sanat Dergisini aşağıdaki adresten e-dergi olarak okuyabilirsiniz:

Derginin iletişim adresi: 1 No’lu F Tipi Hapishane CT 55 TEKİRDAĞ


1940’LARDAFAŞİZME KARŞI ŞİİRLE
BARİKATLAR KURAN ŞAİR: ARİF DAMAR


20 Ekim 2010 günü sonsuzluğa uğurladığımız 1940 kuşağının  özgün ve şiirini geliştirme imkânı bulabilen  Arif Damar, 1951 yılında bir şiiri nedeniyle gizli örgüt üyesi olma suçundan tutuklandı. İki yıl hapis yattı. Arif Damar’ın şiiri, sanat anlayışındaki değişime bağlı olarak iki döneme ayrılır. İlk dönemini 1940-1956 yılları arasında “Arif Barikat” adıyla sosyalist gerçekçi çizgide yazdığı şiirler; ikinci dönemini ise, 1956’dan günümüze sanat kaygısını daha öne alarak yazdığı şiirler oluşturur. Kavgacı ama barışçıl ve insancıl yanı ağır basan, dil öğelerini ve biçim kaygısını elden bırakmayan bir şiir kurmaya yöneldi.


Sonraları İkinci Yeni şairlerinin yanında, imgeye ağırlık veren, biçim ve dil araştırmalarına girmiş bir şair olarak göründü. Bu yönüyle 1940 kuşağından ayrıldı. 1956 sonrası şiirlerinde geçirdiği iki dönemin özelliklerine dikkat çeker. Behçet Necatigil'in saptamasıyla “Toplumsal içeriği yoğun; dilde, biçimde yoğun, titiz” şiirleriyle tanındı.

Arif Damar’ın dünya görüşü ya da şiirinin içeriği değişmemiş; ancak, sanatı algılayış biçiminde büyük değişiklik olmuştur. Sanatçı, şiirinin içeriği kadar biçimine, üslûbuna ve imgeye de ağırlık vermeye başladı. Bu tutumuyla, yalnız duyguların değil, her türlü düşüncenin de şiire konu olabildiği Tanzimat sonrası şiirimizde, düşüncelerin sanatın işlevine ve ruhuna uygun olarak estetik sınırlar içinde nasıl ele alınması gerektiğinin en güzel örneklerinden birini verdi.

Devrimci mücadelenin yükseldiği, işçi sınıfının eylemleriyle düzeni sarstığı 70’li yıllarda “Ölüm Yok ki” kitabında topladığı şiirleriyle devrimci şiirin en güzel örneklerini verdi. Geniş, zengin, evrensel bir şiirle akrabalık kurdu; bu kalabalık içinde her durumda yalınlığıyla, dupduru diliyle ve “ölüm yok ki!” diyen hayat yanlısı kararlılığıyla tanındı. Şükran Kurdakul, O’nun şiirde ulaştığı aşamayı şu sözlerle saptıyordu: "Yüksek sesle okunacak coşkun söyleyişler yerine öz yönünden toplumsallığı yitirmeyen, değişik duyarlılıklara açılan temiz, etkili, kendine özgü buluşlara ve imge gücüne dayanan bir şiir kurmayı başardı.''

Arif Damar, yaşamı boyunca sosyalist duruşundan taviz vermedi. 1990’larda kimi tatlı su şair ve yazarları “Kürt” sözcüğünün olduğu yerden kaçarken, O, Kürt basınında, Gündem gazetelerinde yazmaktan çekinmedi. TAYAD’ın etkinliğinde tecride karşı, ölüm orucu eylemcisi Sevgi Erdoğan için yazdığı şiiriyle desteğini sundu. Bu devrimci tavrını şu sözlerle ortaya koymuştu: "Gerçek şair, kendisine dayatılan değerleri içine sindiremez, tüm baskılara başkaldırır. Çünkü şiir bir başkaldırı, bir ayaklanma, çağdaş aklın ve ilkelerin savunulmasıdır."

“Karşı koymazsak eğer
tehlikededir günlük ekmeğimiz
bacamızın tütmesi tehlikededir
evimiz, aşkımız, çocuğumuz
pencerede saksı
kitap sevgisi, insan sevgisi
tehlikededir.

Gözlerini ölüm bürüdü onların
uyumak, uyanmak tehlikededir,
tehlikededir çiçek koklamak
bardakta su, ateşte yemek
bahçede güneş tehlikededir.

Tehlikededir gözbebeklerimiz
Adana'nın pamuğunu yabancılar işliyor
dokuma tezgahları tehlikededir.
İzmir'in üzümü, fındığı Giresun'un
Samsun'un tütünü tehlikededir.
Kapanıyor fabrikalar birer birer
varımız yoğumuz tehlikededir.”

“Dayanılmaz” şiirinden…


KÜRT HALKININ VE KIR EMEKÇİLERİNİN
DEVRİMCİ ŞAİRİ: CİĞERHUN


22 Ekim 1984’te sonsuzluğa uğurlanan devrimci Kürt şairi Ciğerhun’ saygıyla anıyoruz.


Ciğerhun(1903-1984) Mardin'in Gercüş İlçesinin (şu anda Batman'a bağlı) Hesar köyünde doğdu. Asıl adı Şeyhmus Hasan'dır. Yoksul bir ailenin çocuğu olan Ciğerhun küçük yaşta anasız babasız kalır ve yoksul ablasının yanında yaşamaya başlar. Ancak çocukluğunda, varsıl ağaların yanında çobanlık, ırgatlık yapmak zorundadır. 1. Dünya Savaşı şartlarında Suriye'deki Kamışlı yakınındaki Amud köyüne gider. Yaşam Mardin'den farksızdır. Okuma tutkusu onu oralarda dinsel eğitim veren medreselere yönlendirir. Ve zor şartlarda cami imamı belgesi alır. Ciğerhun köy köy dolaşabilecek, köylülerin yaşamını daha çok tadabilecektir.

Ciğerhun'un çocukluk yaşından beri sınıf çelişkilerini yaşayarak büyümesi, onu 1924'de yazmaya başladığı şiir'de ezilenlerin safına kor. Onun kullandığı rumuz bundan böyle "Ciğerhun (ciğerikanlı)"dır. Tüm yazdıkları, genelde dünya yoksulları özelde tarım emekçilerinin çektikleridir: "Hey ırgat ırgat ırgat/ Orağa kalmadı iş// Kızıl buğdayın orak mevsimi/ Homurdanıyor biçerdöğerler/ Irgatlar sarmış çevresini/ Mal sahibinin kördür gözleri// Hey ırgat ırgat ırgat/ Orağa kalmamış iş (...)"

Çektiği acılar nedeniyle sosyalist dünya görüşüne sahip olan Ciğerhun, Marksizm-Leninizm'i öğrenince eşitsizlik karşısında daha güçlü bir duruş gösterir. Onun özgürlük anlayışı, sınırların olmadığı, emeğin-emekçilerin yönettiği bir dünya yaratmaktır: "(...)Egemen olacağız demire/ Tanıyacağız birbirimizi/ Biz tüm yaşayanlar/ Toprağı deşip çıkartacağız içinden/ Gizli olan ne varsa./ O zaman ey güzel su, duru su!/ Herkes için mülk, mal olursun/ Zulüm ve zorbalığın kalmaz hiç(...)"

Ciğerhun, dünya görüşü ve imgelerini tüm dünya yoksulları için seçer. Son amacı sömürünün olmadığı bir dünya yaratmaktır. Tüm ezilenler ezenlere karşı birleşmelidir, bu birleşme ağa, bey, molla, şeyhlere başkaldırı için olmalıdır: "Kardeşlik buysa, istemiyoruz böyle kardeşliği/ Eşek semerine bağlı kaldıkça yularımız/ Onlar ağa, bey; bizler zayıf, köle,/ Onlar düşmanın, biz de onların rençperleri oldukça.../ Hey işçiler, köylüler, ne zamandır, kalkın yeter// Ne güne dek ağa ve beylerin işçileri olacağız/ Ne güne dek köpeklerin ayakları arasında kemik?(...)"

Savaşa karşı, barış yanlısıdır Ciğerhun. Çünkü o biliyor ki, tüm savaşların asıl galibi varsıllardır ve yine o biliyor ki, tüm savaşların kaybedeni yoksullardır. "Yiğit arkadaşlar, güzelim gençler barış ister/ Gül, çiçek, gülnaz ve nesrin barış ister(...)Sevenler, Şirin'le Zin barış ister(...)Düğün-halay mı; yoksa savaş mı istersiniz?/ Bahçe, bostan, bağ mı; yoksa savaş mı istersiniz?(...)"

Sosyalist gerçekçi Kürt şairi Ciğerhun, tüm ezilenlerin kurtuluşunu istemekle evrenselleşen bir edebiyatçıdır: "Doğu cennet bağının gülüyüm/ Güneşim, ışıdım karanlığında gecenin/ Fışkırmışım çağın sinesinden/ Fırat'ım, geniş tarihlerden geldim/ Hayat doluyum, güzel yaşamak isterim/ Bin dokuzyüzlerde yeşeren bir ekinim/ Yıldırımım, çok kıvılcımlı, bulutla gökgürültüsü/ Görkemli bir sesle geliyorum vatanın göğünden/ Selim ben, dalgalarla çağlarım/ Yenilemek isterim toplumumu(...)"

Şiirlerinde "Kimim Ben?" diyerek silinmek istenen Kürt kimliğini haykıran Ciğerhun, aynı zamanda yazdıklarıyla evrensel bir ozandır.(Kaynak: www.cafrande.org)

KİN EM ?
Türkçe çevirisi ile beraber...

KÎNE EM?   —  KİMİZ BİZ?
Cotkar û karker  — Çiftçi ve işçi,
Gendî û rêncber  — Köylü ve emekçi,
Hemû proleter —Tümden proleterdir
Gelê kurdistan — Kürdistan Halkı.

Şoreş û volqan —Devrim ve volkan,
Tev dînamêt in — Tümü dinamittir.
Agir û pêt in — Ateş ve alevdir.
Sor in wek etûn, — Benzersiz kızıllıktır.
Agir giha qepsûn — Alev kapsüle ulaştı.
Gava biteqin — Patladığı anda
Dinya dihejî — Dünya sarsılıyor.
Ev pêt û agir — Bu alev ve ateş

Dijmin dikujî — Düşmanı öldürüyor.
Kîne em? — Kimiz biz?
Hey hey hey hey kîne em? — Hey Hey Hey Hey Kimiz Biz?

..........................................

CİGERHUN


ÇOKSESLİ TOPLUMCU ŞİİRİN ÖZGÜN  ŞAİRİ: SABRİ ALTINEL


19 Ekim 1985’te İstanbul’da yaşamını yitiren Sabri Altınel, edebiyat öğretmenliği yaparken çeşitli dergilerde şiirler yayınlamaya başladı. Derin bir kültürün ve duyarlığın ürünü yapıtlarını onurlu bir geride duruşla hiçbir çevrenin rüzgârına açmamış, yalnızca şiirin gücüne yaslanarak yükselmiş gözlerden uzak bir şair olarak önce çıktı. İlk şiirlerde yalnızlık ve yabancılaşma gibi temaları ele aldı. 1940 kuşağının etkisiyle Garip akımına, ve romantik şiir geleneğine karşı çıkarak barış, özgürlük, yaşama sevinci gibi duyguları dile getiren şiirler yazmaya başladı. 1958'den sonra şiirini değiştirerek yeni bir anlatıma yöneldiği görüldü.


1959'da yayımladığı Kıraçlar adlı kitabında yalnızlığı, içine kapanık bir halkın çağlar boyu sürüp giden acısını, doğa öğelerinin simge olarak kullanıldığı hüzünlü bir dille seslendirdi. 1967'de 'Soyut' dergisinde yayımlamaya başladığı 'Yaban Yazıları' adlı şiir dizisinde neredeyse insancıllaştırılmış bir doğal çevreyle bütünleşmiş köy yaşamının süregelen yalnızlığını, destanlarda, ağıtlarda görülen bir dille aktardı. Sabri Altınel, Türk şiirinin çeşitli akımlarından hiçbiriyle çakışmayan, ama toplumcu bir yönelişin ürünü olan şiirleriyle, özellikle kırsal yöre halkının dramını özgün bir şiir diliyle işledi… Onu, “sessiz sosyalist gerçekçi şair” olarak tanımlayanlar da oldu.

Lorca çevirileri ile ün kazandı. Doğan Hızlan'a göre, Lorca'dan yaptığı çeviriler edebiyatımızda yapılmış en iyi çevirilerdir.

Cemal Süreya, onu şu sözlerle tanımlıyor: “Türkçenin tadını çıkaran bir şair. Düşüncenin şairi. Çoksesli bir toplumcu şiir için kusursuz bir yapı hazırladı….. Kendi yatağında sessizce aka aka getiridiği alüvyonlar işte orada duruyor.” Adnan Benk ise, “Umudu yeryüzüne indirirken, insanoğlunun bütün bırakılmışlığını da içten duymuş olmalı ki, acı, keder, hüzün, şiirlerindeki bütün dizelerin kaçınılmaz bir yoldaşı, bir yananlamı gibi sürüp gidiyor. Bu yoldaş, bu yananlam işte biziz, biz, bir insan açısı, gerçeklerden bir gerçek” diye yorumluyor onun şiirini.

Asım Bezirci, onu, şu sözlerle anlatıyor: "... anlatımı etkili bir havayla donatır. Belki bu taşkın bir duyarlık değildir, ama derindir. Alttan alta kanayan bir yaraya benzer: Ağrısı git gide içine oturur insanın. Buna iyice arınmış esnek bir dil, sesleri ustaca değerlendiren bir orkestra tekniği ve ağıtlara özgü o iç sızlatıcı ezgi de katılınca şiirler alımlı bir evrene çekiverir bizi. (...) Bu eşsiz hikâyeyle (Kıraçlar) Altınel, şiirimizde bağımsız bir ada gibi durur. Altınel'in dumadan arayan, kendini tazeleyen ve geliştiren cins bir sanatçı olduğunu gösteren şiirlerdir..." Şükran Kurdakul ise şiirimizdeki yerini şöyle saptıyor:  "Yalnızlığı, içine kapanan bir halkın çağlar boyu sürüp giden acısını işlerken bireysel ve toplumsal tepkileri özümlemede güç rastlanır bir düzeye ulaştı."

Sabri Altınel ise şiire bakışını şu sözlerle anlatıyor:  “Şiir bir hayat deneyidir, bir yaşama anlayışıdır. Şair, doğru gönlünce, doğru kafasınca yaşamasının şeklini anlatır, deneyini anlatır."

Yapıtları: İnsanın Değeri (1955), Kıraçlar (1959), Zamanın Yüreği (1982), Şiirler (1983), Kentin Küçük Sokağı (Ölümünden sonra yayınlandı, 1995), Seçme Şiirler (Ölümünden sonra yayınlandı, 1995), Issız Çığlık (Toplu Şiirler-2005), Federico Garcia Lorca Seçme Şiirler (Çeviri )  

IPISSIZ

Şimdi nasıl da uzaklardasın benden
Üşümüş bir kan gibi damlıyorsun geceme
Bu alçak karanlıklardan beni bekleme
Bir sınırdayım delinmiş ellerimden

Toprağın hüznü dinamitlerin attığı
Yaşamış ağır elleri işçilerin
Kanı bu namusun alınterinin
En güzel yerinden vurmuşlar insanı

Ne şanlar aradım ne keyif ne dinlenme
Yaşadım hep onurunu insan doğmanın
Dibinde bu yangın yangın karanlığın
Ipıssız ikimiz yapayalnızız Türkiye

Bu eski bir sonbahara bakan pencerelerin
Açlıklar kıvranıyordu camlarında
Yılan ıslıkları çağdan çağa
sömürenlerin haydutların katillerin

Kim bu, kim? Kimler sesleniyor sana?
Kimler tüketmiş emiyor kemiklerini
Kendi sesinden ürktüğün geceleri
Umutların Türkiye’m düşer yanına...



SABRİ ALTINEL






Not: e-dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Facebook grup adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107twitter adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati

MEHMET SÖĞÜT: Rüya Alemi






RÜYA ALEMİ









X-şehrinin Tren Garı’nın karşısında dar bir geçit görürseniz, oradan sağa sapınız, karşınıza ihtişamlı binaların arasında görkemsiz, hatta yer yer sıvaları dökülmüş Röstad Oteli çıkacaktır. İçindekilerin bazıları hayata küserek odalarına kapanmışlardır.  Onları rahat bıraksanız iyi edersiniz. Çünkü ne etseniz konuşmazlar. Onların bu tavrını, siz, güçlünün yazdığı kadere sessizce karşı çıkmak biçiminde, değerlendirin. Röstad Oteli’ne girdiğinizde izbe, loş, iç karartıcı salonunda birkaç kişinin sohbet ettiğini görebilirsiniz. Salonun köşelerinde derin düşüncelere dalmış kadın ve erkekleri de bulmak pekala mümkündür. Dalgın olanların temel düşünceleri, ülkelerinin kırları, bayırları, sokakları, dağları ve insanlarıdır...

Röstad denilen mülteci kampına düşenler anında hapse girmiş gibi olurlar. Zaman geçtikçe, çoğu kişi, kampın, sıkıcı ortamını kanıksar. Kimi de, Sefkan gibi, bir gün nasıl ülkesine dönebileceğinin hayalini kurar.

Sefkan, sakallı yüzünü avuçlarının arasına almış, düşünüyordu. Geçmişin siyah beyaz, boz bulanık görüntüleri gözlerinin önünde geçiyordu. Acılarla dolu dağarcığında neler yoktu ki, kan, gözyaşı, barut kokusu, ölümler, yeri, göğü, börtü, böceği, kurdu, kuşu, cümle kainatı titreten acı çığlıklar. Kurşunların, bombaların, panzerlerin uğursuz sesleri, işkencede inleyenler, haykırışlar, faili meçhuller, azgın katillerin satırlarla lime lime ettikleri çocuk bedenleri, üniversite kampüslerinde çakallar gibi fırsat kollayan jurnalciler, hepsi hepsi bellek denen havsalasında yer edinmişti. O günleri unutmak, yaşanılanların üzerine çizgi çekmek mümkün değildi. Başını nereye çevirse zalimlerin görüntüsü gözlerinin önünde depreşip duruyordu. Ve o lanet olası sessizlik. Sessizlik!.. Çık mazlumun kalbinden. Çık...Çık...

Sefkan’ın dirseklerini dayadığı masa eskimişti. Masanın üzerindeki Yılmaz Güney posterine gözlerini dikmiş düşünüyordu. Kitaplık olarak tanımladığı, küçük bir kasadan yaptığı dolaptan, kitap seçme isteği kafasından geçti, fakat sonra bu düşüncesinden vazgeçti. Yarı kapalı cezaevlerini andıran kampın odasına kapandı kapanalı baş ağrılarına tutuluyordu. Baş ağrısı vahşi bir hayvan gibi yine hücum etmişti beynine. Sanki beynini kızgın tellerle oyuyorlardı. Dayanılmaz bir acı. Üzerine gündüz ve geceler devrilmişti sanki. Odasının dört duvarı arasına sıkışmış, ezilmiş, un ufak bir toz zerreciği gibi hissediyordu kendisini. Ve sekiz gündür odasından dışarı çıkmıyordu. Evet, kamp sorumlularının küçümseyici bakışlarından korunmak için sadece yemek saatlerinde yemek odasına kadar gidebilmişti. Gelirken keskin bir bıçakla söküp atacağını sandığı geçmişi, yeniden yakasına ilişmişti. Hem de kampa ayak basar basmaz.

Bir ressamın fırçasından çıkmışçasına, rengarenk olan ülkenin doğal zenginliklerinin sadece o ülkenin insanlarına mutluluk verebileceğini anlamış oldu. Ülkesinden uzak olanın yürek gözü yakın olur. İnsan nerede açmışsa gözlerini orada atar yüreği. Gördükleri tırısa kalkmış bir kısrak gibi gelip geçiyordu gözlerinin önünden. Bu ülkenin curcunalı, şatafatlı gece yaşamı, gürültüsüyle, kalabalığıyla, yalnızlığına, özlemine derman olamamıştı. Farelerin içinde cirit attığı, herkesin içinde kendi acısını yaşadığı, farklı milliyetlerden oluşan, onlarca kişiyle birlikte yaşamanın üzerinden tam üç ay, üç tonluk bir silindir gibi, kanata kanata, yüreğini ezerek geçmişti.

Sefkan, kamptaki iki ayını bulutlarla yoldaş olan, sürekli düş aleminde gezinen, olmadık düş kalelerini kuran Hakan’la aynı odayı paylaşarak geçirmişti. Sefkan’dan birkaç ay önce kampa gelen Hakan’ın tek amacı iş izini alabilmek ve bir an önce çalışabilmekti. Dertlerinin en büyüğü iş bulamayışıydı. Çalışarak zengin olmak istiyordu! Kırmızı araba alacak, kırmızı arabasının gazına bastığında, gökteki şahin misali uçacaktı. Sefkan, Hakan’ın aynadaki görüntüsüne göz kırparak güldüğünü görünce, (kız ayarlamanın provaları olsa gerek), Hakan’ın yavaş yavaş tırlatmaya doğru gittiğini anlamıştı tabii. Sonunda, kamp yaşamına tımarhaneyi boylayarak son noktayı koymuştu. Artık Sefkan’ın civarında vıdı vıdı edecek, kimsecikler de kalmamıştı böylece. Yurdunda kendisine sunulmuş biricik armağanı, kaşla göz arası kaybolup gitmişti. İşte uçurumun kıyısında sallanırken tutunabileceği dalda kırılıvermiş ve çaresiz orta yerde kalakalmıştı.

Gece yarısından sonra kampta kalan haylaz gençler, teker teker ortaya çıkar ve ortaya çıkmalarıyla da gürültü patırtı alır başını giderdi. Kimi zaman yangın tüplerini birbirilerine şaka mahiyetine sıktıkları bile görülmüştü. Oyuncular değişse de, olayların geçtiği yer aynıydı. Yaşanan olaylar da şaşırtıcı bir biçimde birbirine benzerdi. Sefkan’ın başı dışarıdaki bağırışların etkisiyle daha çok ağrımaya başlardı.
“Ah! Bu baş ağrılarım” diye inledi. Sesi dipsiz bir kuyudan çıkarcasına boğuk ve anlaşılmazdı. Sesinin biçimine kendisi de şaşırdı. Kendisinin olamayan ses!..
Bedeni iliklerine kadar acı kesti. Durup dururken zonklayan beyni tüm vücudunu rehin alıyor, sonra da sivri uçlu iğnelerini vücudunun her yanına batırıyordu. Yalnız düşüncelerini, hayallerini, anılarını, acının tatsız kollarına teslim etmiyordu. Sık sık düş alemlerine dalar, tıpkı katillerin suç işledikleri yere geri dönmeleri gibi, Sefkan da durup dolanıp ırak olan asıl mekanına dönüyordu. Kah çocukluğuna, kah anasının tatlı ve ustalıkla başardığı ya da başarabildiği tebessümlerine uzanıveriyordu. Kederin karanlık koridorlarında yol alırken, her şey bir rüyaya, her şey bir düşe dönmüştü. Yaşadıkları sanki yalandı. Yüreğini sıkıştıran mengene daha da acımasızlaşmıştı. Beynindeki acılar okyanusta yolcu gemisine saldıran azgın dalgalar gibi şiddetle saldırmışlardı.

Gündüzün aydınlığı gecenin karanlığına teslim olmak üzereydi. Güneş günlük nöbetini birazdan tamamıyla devredecekti. Kurşun geçirmez karanlık itina ile aydınlığın üzerine çökecekti. Elektrik olmasa her şeyi karnına alarak saklayabilirdi. Evlerin, fabrikaların, ağaçların, kötülüklerin üstüne kalın ışık geçirmez örtüsünü seriverecekti. Ortalık usuldan kararmaya başlamıştı.

“Yıldızlar, göz kırpan nazlı bir kız edasıyla, şöyle bir parlayıp tekrar inlerine çekildiler. Işıl ışıl balkıyan, uzatsan elinin yetişeceği kadar yakın gibi görünen, ülkesinin yıldızları da çok uzaklarda kalmışlardı. Demek ki her ülkenin göğü başka başka oluyordu. Her ülkenin güneşi ayrı şavkıyordu. Kimi ülkelerde cimriliği üstündeyken, bazı ülkelere de cömertlikle sunuyordu ışınlarını. Belki de böyle sanılıyor. Güneşin ekşi, saklanan soğuk yüzü buradaki insanlara da yansımış, böylece buradaki insanlar ekşimiş ve soğumuşlar” diye, düşündü.

Haftada sadece on beş dakika yayın yapabilen, Kürtçe programın yayın zamanında kalktı, önce elektriği sonra da radyoyu açtı. Radyoda, Xelîl Xemgîn’in acı nağmeleri beyaz badanalı odanın duvarlarına çarptı, tekrarda çığlık gibi Sefkan’ın kulaklarına doluştu. Klam, Sefkan’ın yüreğine çöreklenmiş kasveti daha da katmerleştirdi. Aldı onu taa gerilere götürdü. Duygu fışkıran gözleri donuk bir perdeye dönüştü. Yakılan köyü, inip kalkan dipçiklerin görüntüsü... Tepeden tırnağa göz kesildi. Sadece görüntüler dönüp dolaşıyordu gözlerinde. Evlerde patlayan yalımlar, her yanı yalayıp yutuyordu. Ateş, uygarlığa yaptığı katkıları unutmuş, zalimin elinde oyuncağa dönüşmüş, durmadan evlere saldırıyordu. Sefkan’ın kulaklarında hilkat garibesi kadar çirkin kalplerin, sunturlu küfürleri çınlıyor ve yine acımasız görüntüler... Geçmişte yaşadığı olaylar türkünün etkisiyle canlanıyor, zalimlerin zulmü depreşiyor ve ayyuka çıkıp tekrar kırbaç gibi Sefkan’ın beynine iniyordu:
- Yakın Allahsızların evlerini!
- Bunların topunu!..
- Hawar... Hawar... Hawar!..

Keder amansızca abanmıştı ülkesinin dört bir yanına. Çilenin dört bin çeşidi, ölümün dört bin çeşidi icat edilmişti. Kederin derin kuyusundan çıkabilen umut ışığı, ülkesinin dört bir yanına dağılarak ülkelerine gelecek vaat ediyorlardı. Kırdılar, kopardılar, kurşuna dizdiler ki, bitsinler... Aşk hiç biter mi? Tüm bu düşünceler beyninde ışık hızıyla geçerken, vücudu da durmadan titriyordu. Radyoda program daha bitmeden titreyen elleriyle radyoyu kapattı. Kulaklarında hala çığlıklar vardı. Yatağına uzandı. Başını yorganın altına gömdü. Gözlerini yumdu ki görüntüler ve sesler gitsin. Bu kabuslar uzun süre peşini bırakmadı ve öylece uyudu.

Sabah uyandığında bulunduğu yeri çıkaramadı. “Ne işim var bu odada? Burası evimiz değil ki!” diye düşündü. Şaşkın şaşkın pencereye doğru yürüdü. Dışarıya baktı ve X-şehrinde olduğunu anladı. Kampın önündeki yoldan arabalar zincirden boşalırcasına sökün etmişlerdi. Yağmur hafifçe çiseliyordu. Bavulunu aldı ve dışarı çıktı. X-şehrinin tünelinde sola saparak, yüzünü ülkesine döndü. Umudun ışınlarına katılıp yücelecekti.



MEHMET SÖĞÜT

http://www.mehmet-sogut.com 



ADNAN DURMAZ: Ateşin Dağ Yumruğu




ATEŞİN DAĞ YUMRUĞU




 FOTOĞRAF: ADNAN DURMAZ



İrin akar erer yara ağrılarla patlar çıban
Su yara yara büyütür yarı - acılarda büyür insan

Eski bir meseldir bulutlar-sonsuz bir şiir dokurlar akşamın atlasına
Dipsiz bir susuş uçurumu kalır-selsele başlayan eprimiş sevdalardan

Neye tanık değil ki zamana gülerek bakan devasa fanus
Ayaklar altında ezilen toprak değil sayısız can

Aşkın kapısına vardım da bir gece bulutların tüllerinden
Derin bir sessizlikle dilsiz söyleştim zirvelerin en derininden
diplerin zirvesinden

vardım da aşkın kapısına anladım zincirlenmiş bileklerimden
erilmezmiş gerçek aşka zindanlardan geçilmeden

Kendinden çıktı da çiçek oldu dikenli dal
Var sen de çık kendi hayal kapılarından
Ulaş arşa
Buluş kâinatın uçsuzluğuyla
Çık kendi kabuğundan
Biz ki insanlığın cümle ayak takımı
Ayaklarınızın altında
İnsanken çevirdiniz bizi kula ve karavaşa
Çapulcular,böcek sürüleri,prangalı kelepçeli doğanlar
Zincirle gömülenler
Var sen yücel arş-ı alaya
Kibar ince nazenin kadınlar
Asaletlinden sual olmaz adamlar
Öyle ya insan diye tek sizi yarattı bütün tanrılar
cümle cennetler sizin her İki cihanda
Ve biz böcekler gibi
Sürüne sürüne ölmeye devam edelim
Ya sürdüğünüz savaşlarda gırtlak gırtlağa
bazan üşütme-kızamık-çocuk üstüne
gah bir karış tarla için
gah namus uğruna
Yiyerek birbirimizi

Benimkisi alın teri
Kan ve gözyaşı
Sökülen yürek
Ve celladının sen olduğunu hiç bilmeyerek
Ve bilcümle tanrıların
Bizi sana hizmetkar yarattığını düşünerek
Sen devam et daha kaç yüz yıl
Kan içip can yemeye
Sürüp gitsin
Cennetinde
Tartışılmaz sultanlığın
Ey firavun oğlu firavun

Dilsizdir aşklarım bile
Kalmışım aşılmaz izbelerin ardında
cahilim
Göğün ve alın çizgilerinin kitabından okudum
Sevdamı kanımla dokudum
Canımla isyanlar tutuştu
Çıbanlar olgunlaştı cerahat içindeyim
Büyüdüm zulumlarda acılarda büyür isyan
Kıyamet alameti öfkeyle sarsılır dağlar
Mataramda kendi terim
Sırtımda yüklü binyıllar
Yüreğim büyüyor döşümde
Ateşten dağlar kadar
Susacağım susacağım
Kan kusacağım
Öfkemin dağ yumruğu başına inene kadar..





ADNAN DURMAZ


TAN DOĞAN: Yeter—BEKİR KOÇAK: Düştüğün Ateş Tufanı






Y E T E R









her şair bir dize bıraksa bize yeter

keşfetse bir insan yanımızı
bal eylese acımızı
açlığımıza bir ekmek kırıntısı olsa
susuzluğumuza bir damla su
derdimize can

kan olsa en küçük kılcalımızda
zemherimizde yaz
ölgünlüğümüzde umut
ağumuzda tat

ses olsa dilimizde
gözümüzde ışık
ve yüreğimizde aşk


her şair bir dize bıraksa bize yeter

insanlık yazar sonra şiirini





TAN DOĞAN















DÜŞTÜĞÜN ATEŞ TUFANI





RESİM: ADNAN DURMAZ





karanlık
yüzü gözü dili
hep geceye kaçıyor o
her şeye karşın
iyi günde kötü günde sevgili
olan bir halkın
sırtında kanlı bıçak
korkularına tutsak
kesilen dalları yarının

geçiver bir akşam kapımızdan
duymadan sesini ecelin
söndürdükçe geleceğini
sayısız gencin
ne su bulabilirsin ne rüzgar
düştüğün ateş tufanına

kimleri alırsan al yanına
yalnızsın
medet umma aydınlıktan
ödenen bedelleri
dostlukla yıkamadan
esenliğe çıkamazsın
çıkamazsın elin yüzün kan

nedir bu işin kolayı
baskıların taşıp gitmesi sokak sokak
halkın yok sayılma olayı
mıdır demokratikleşme
oysa bir serçe kadar ürkek
güvercin kadar tedirgin
üstümüze karanlığı saldığınız gün
ne gül kalır ne bahçe




BEKİR KOÇAK





ALİ ZİYA ÇAMUR:Üç Mavi Uçurum





ÜÇ MAVİ UÇURUM









Yaslanırken gecenin demir kafesine
Gövdemin siliniyor taşlanmış nakışları.
Uyandığım göç dirliğinde kesiyorum  kederlerin kurdelasını.
Uzun yürüyüşlerde büyüler kırık düşüyor kaldırımlara,
Çözüyorum kanlı sargılarını bir bir...
Üç yurtsuz  turna tünüyor şimdi yıldızlı sonsuzluğa

Düştü hayatın soğuk terlerine üç mavi uçurum,
Nefretlerin baskın sessizliğine döküldü takvim.
Gün günü döllerken kısır döngüye
Paylarına  düşen umut tükendi!

Uğurlanıyor bahçesiz  üç gül konduğu kırık dallara,
Uçuklamış tomurcuk uçlarında barut izleri,
Erikler çıkmadan gömüldü içine kendi rahimlerinin.
Elim açılıyor kutup boylarının ak yaylasına...

Şimşek gölgelerinde keder uzun gün kısa bu kış.
Sılalardan  dokunmuş yağmurlar saçaklarda,
Anlık vuruşlarda  sırt sırta üç  damla...
Anlaşılmaz ürpertiler kaldı o kayıp imgelerden,
Dizelerimde kara delikler,  adresi bucaksız zincir sessizlik...

İhanetler bozuyor kilitlerini ateşlerin,
Bir katran süreği maviden cinayete boyuyor
Bütün nehirleri...




ALİ ZİYA ÇAMUR



Ö.GENÇ: Keleb..—N.LEYLA:Nobel—N.TIRPAN: İmgenin...






KELEBEK ETKİSİ











Asyada kanat çırpan kelebek
Pasifikte fırtınaya sebep olabilirmiş

Kimbilir kaç aşık adam
Sarayburnu’nda
Of çekmiştir yürekten
Sırtını verip poyraza

Karşıki dağlar yıkılmasa da
Karışmıştır nefesleri rüzgara

Göçmen kuşlar sonbahardan kaçarken
Sevgiyi mi izlerler acep
Egeli kızların güzelliği
Sevdalı rüzgar solumalarından mı yoksa




ÖZER GENÇ










NOBEL




GÖRSEL ÇALIŞMA: ADNAN DURMAZ



ermiş kanatlarıyla
yalnızlığı kovan bir tanrı
her günü çöpe atıp
yeni bir cd’yi hayata takan

elinde yağlı boyaları
şiiri ve romanları
alamadı ya hâlâ bir nobel
sonsuzluğuna bıraktı dünyayı

ve bekledi sanatçıların
içindeki boşluğu doldurmasını….




NİSA LEYLA












İMGENİN İFLASI






İmgenin talan edildiği sulara,
yemsiz salarım oltamı boşuna,
bilirim imgenin kavgada usta işi olduğunu.
Ne kadar katili varsa şiirin görürüm,
nefessiz yatarlar orada.
Zulasında gezse de keskin sürmene’li,
o ateşler yakmaz beni.
Bahara açılan kapıları kırar,
sudan çıkmış çelik gibi yürürüm,
ben şiiri,
böyle bilirim…


NECİP TIRPAN

ERCAN CENGİZ: Ölümle Aramda Duvar Yok




ÖLÜMLE ARAMDA DUVAR YOK






-ateşe attıkları o akrep
çoktan sokmuştu kendini-

ölümle aramda duvar yok
dokunduğum cisimler perdesiz
akan bir iki sözcüktür dilimden
parçalayabilir bedeni

sıcak bir günüdür baharın
gün geceye eşit
ve dolunay çıpıl çıplak
çiçekten çiçeğe arılar gün boyu
hiç mi takılmazdı ayakları
hiç mi korkmadılar ölümden

bahar sevdası yazı çıkarır
iki nergisi koparıp
takmak gelmişti saçına
dikine yarılmış bir vadi
kulaklarımda derin bir uğultu
mermi çıkmış kovandan
ola ki diyorum çocukça
ola ki kan değmişse köküne

tut ki kurşunla / bombayla
tut ki gazlayarak öldürdüler onar onar
ve gömdüler toprağa

öldürmeyi öğretiyorlar
bu nasıl alfabe / bu nasıl öğreti
kimden kalmadır bu
arı yolunu değişir
ölümle aramda duvar yok diyorum
yol boyu serpilmiş mermi kovanları
yarısı boş konserve kutuları
skorskynin suyu kesen pervanesine
telsizlerden inen ‘vur’ emrine
yere düşen çığlıklarına bu halkın
kapanıp / ölümle aramda duvar yok diyorum

sözcükten öte, ne bilsin ki savaşı
besleme şehir züppesi o çocuklar
burada panzer izinden yürütürler
kırılmış elleri, ezilmiş ruhları
ağlamakla gülmek kardeştir burada
kısa devre çatışmalı bir hayat
bir yaşına girmeden alınırken elinden
kimse döndürülmez kıbleye
kimse beklemez döşeğinde ölmeyi

ben ki arasından geçtim
ağlamakla gülmenin / biliyorum
nefes vermek mutluluktan sayılmaz
bir içimlik gülüşü kadar annemin
belki zirvesindedir dağların
belki okyanusun derinliğinde bir yerde
kim bilir / bir patlamada canını kurtaran
karıncanın sırtında bekliyordur özgürlük

ağlamayı bırakın, nasıl bir şeydir açlık
yırtılıncaya yaması giyilen elbise
nasıl bir şeydir ölmekle terbiye
çiçeğine varıncaya kanamış bu toprak
her bahar, her Newroz iki büklüm
yeniden uyandırmak için sabahı
ateş yakıp atlarız üstünden




ERCAN CENGİZ

F.ERCANLI—A.KARAKAYA —A.KARABAĞ







AYAZIN ÇOCUKLARIYIZ






Ülkemin doğusunda karlı dağlarda
Beyaz örtünün ayazında doğdum.
Ondandır ısınmaz ellerim
Sevgi sıcaklığına özlem duydum hep,
İzin ver sevgilim
Sıcak avuçlarındaısınsın ellerim.

Doğduğum yerlerde ayazdı her yan
Uğraşları başlarından aşkındı anaların
Toprak dolu çaputlar içindeydi bebekler
Bir avuç sıcaklığa hasret
Beşiklerinde debelenir çırpınır ağlar
İşe yaramaz çırpınışlarıaranır analar
O bebekler ki sıcak memeye hasret,

Çoğumuz bebekliğimizde küstük
Ayaz kesen yaşamın acımasızlığına
Kanatlandık uçtuk bir bir
Ayaz ötesi bilinmez sonsuzluğa

Sıcak memelerini veremedi analar 
Çaresiz baka kaldılar ayaz kesen bedenlere
Gözlerinde dökecekleri yaşbile bulamadılar
Ufuklarıaşan yavrularının ardından

Sevgilim işte böyleydi bizim memleket
Kırık dökük ören örneği evler
Böylesine ayaz keserdi her yan
İşte o ülkenin buz kokan çocuğuyum
Ellerimi al avuçlarına
 Hasretim sevgi sıcağına
Yaklaşın ısınayım sevginizin sıcağında biraz


FAHRİ ERCANLI










DAMARLARIMIZDA GÜZEL HAYAT






                                        Güzel insan Hasan Ferit Gedik kardeşime

yüksek oksijenini
mısır inciri tadını
özgürlük fırsatını bir de
veriyordu
boyun eğmeyenlere sokaklar

saklamadıkça korktuğumuzu birbirimizden
durdukça yan yana; inatçı, eşitlikçi, tanıdık
doğanın ışığı doluyordu hücrelerimize
ayın güneşin suyun gecenin...
                                                      insanın kanı bir de

beklenmedik bir fotosentez haliydi sokaklar anlatılmaz
yaşamın yanında olmanın o en koruyucu esrimesi ile
gökyüzüne benziyorduk gittikçe

azalıyordu yüreklerimizde korku
çoğalırken damarlarımızda güzel hayat

sirke, süt, maske, ölüm gazı ve kan.
ama hiçbir yerde şifresi olmayan
doğanın her yaşa tanıdığı onurlu yaşama fırsatını
sunuyordu boyun eğmeyenlere
                                                             sokaklar ile acıyı
                                                             kendinde duyan yürekler



ABBAS KARAKAYA
















TEMEL DEMİRER: Aşkın Ve Sanatın Hayatı







AŞKIN VE SANATIN HAYATI 

(YANİ GEZİ/ KIZILAY/ GÜNDOĞDU VD’LERİ)[1]







“İyi ki hatırlattın
Başkaldırı diye bir şey var
İsa’dan beri insanı güzelleştiren
Şimdi daha güzel her şey
Daha insan herkes.”[2]


“Aşk, Sokak ve Sanat”tan söz ederken; eğri otursanız da doğru konuşacaksanız; söylediklerinizin hakkını verecekseniz eğer; doğrudan Gezi’den, Kızılay’dan, Gündoğdu’dan, vd’lerinden dem vuracak yani dünyayı, coğrafyamızı sarsan sınıflar mücadelesinin, isyanların, barikatların, sokakların yani aşka ve hayata mündemiç tutkuların destanını paylaşacaksınız, haykıracaksınız…

Aşk mı? Sanat mı? Onun ne olduğunu size tutkularıyla dünyayı, coğrafyamızı sarsan Gezi, Kızılay, Gündoğdu, vd’leri anlattı, anlatıyor…

Sınıflar mücadelesi, ayaklanmalarla, devrim ve karşı-devrim süreçleriyle, toplumsal mücadelelerle ilerlerken tarihi de yaratır…

Tarihi tarih yapan aşkları, sanatı ve hayatı…

Aşk, sanat ve hayat şimdi Tahrir’de, Sintagma’da, Tottenham’da, Burgiba Caddesi’nde, İnci Meydanı’nında, Sao Paolo’da, Plaza Del Mayo’da, Gezi/ Kızılay/ Gündoğdu vd’lerinde yaratılıyor…

Aşk, sanat ve hayattan yana olanlar şimdi sokaklarda büyük aşkları, ölümsüz sanat yapıtlarını yaratırken; hayatı, geleceğimizi estetize ediyorlar…

Bu insan(lık)ın tanık olduğu devasa dönüşümlerden birisidir…

Hatırlayın: “Mayıs’ın kanlı günü Haziran’a dönüyor” diyordu bir eski marşta; öyle oldu gerçekten. Mayıs, 2013 Haziran’ına döndü ve bu olup bitenler, “Haziran Günleri” diye tarihe kaydoldu aşkı ve sanatıyla…

Hatırlayın: Dewey Meydanı’ndaki ‘Occupy/ İşgal Et’ konuşmasında Noam Chomsky, 2010’da Amerika’da başlayıp, daha sonra dünyanın pek çok farklı yerine yayılan başkaldırının neden önemli olduğunu şöyle anlatıyordu:

“1970’lerden beri böyle bir şeyle karşılaşmadık. Yani, hareketin altında epey bir birikim var… İşgal hareketinin günlük hayata sirayet etmesi çok önemli... Eşitsizlik, mali yozlaşma ya da tel tel dökülen demokratik sistem ve üretken ekonominin çöküşü gibi meselelerin halkın gündemine sokulması ayrıca kıymetli. Bu meselelerin her gün konuşulan konular hâline gelmesi hareketin gerçek bir halk hareketi olduğunun göstergesi. Mesela harcama ve tüketim alışkanlıklarının değişmesi, direnişe destek vermeyen kurumlarla ilişkinin kesilmesi, direniş söyleminin gündelik dile yerleşmesi gibi…”[3]

Sözü edilen bir kırılma, kopuş, değişim, dönüşüm eşiği olma hâlidir… Bir Ermeni atasözündeki üzere, “Şaşıran, düşünmeye başlamıştır.”

Evet 31 Mayıs 2013’te Gezi/ Kızılay/ Gündoğdu vd’lerinde başlayan ayaklanma; kapsamı, içeriği, taşıdığı potansiyel, bugüne kadar yarattığı birikimler ve olağanüstü deneyimleriyle tarihsel bir kırılmayı yani yeni bir tarihsel momente geçişi simgeliyor.

Yığınların yaratıcı zenginliği ve mücadelesinin devasa gücü, ayaklanmayı besledi, çok boyutluluğunu ve çok yönlülüğünü ortaya çıkardı. Radikal ve militan ruhunu güçlendirdi.

Gezi Parkı Direnişi birikimi ve öfkeyi harekete geçirip, patlatarak, ayaklanmaya dönüştü.

Ayaklanmanın dinamikleri ve bileşenleri halk isyanıyla biçimlendi. Ayaklanma heterojen, çok katmanlı ve çok sınıflı bir gelişme dinamiği gösterdi. Gençlik ayaklanmanın katalizörü işlevi gördü. ‘Orta sınıf’ gibi melez tanımlamalar yapılsa da, ayaklanmaya emekçi yığınların yoğun katılımı görüldü.

Gençlik ve ‘orta sınıf’ vurgularıyla ayaklanma, özellikle sol-sağ liberaller tarafından içeriği boşaltılıp, apolitize edilerek, stilize bir gösteriye dönüştürülmek istendi.

Bu yaklaşım ayaklanmanın içeriğini boşaltma, taşıdığı devrimci potansiyeli eritme, gözlerden gizleme gayretiydi.

Ama tutmadı; isyan aşkı, sanatı yani hayatı etkiledi; onlardan etkilendi…

AŞK VE SANAT; YANİ HAYAT

Son yılların en büyük aşklarından, en görkemli sanat yapıtlarından biri olarak Gezi/ Kızılay/ Gündoğdu vd’leri hayatın ne kadar vazgeçilemez olduğunu hatırlattı…

“Hatırlattı” diyorum çünkü insan(lık)ın tarihinde, durmadan kendini çoğaltan aşk ve sanat, yani hayat dışında yeni hiçbir şey yoktur...

İyi, kötü, güzel, çirkin, doğru ve yanlış gibi insanın yaşamını saran kavramlar da aşk ve sanat, yani hayata karşı alınan tavırlarla betimlenir.

Aşksız ve sanatsız yani hayatsız bir insan(sızlık) hâli “ben-siz”dir...

Böylesi bir “ben-sizlik”, sizden her şeyi alır ve de “bireyciliğinizin” hammallı yapar.

Kaldı ki “ben-siz” olanın “ben neyim” sorusunu sorması da mümkün olmadığı gibi sorduğunda da vermiş olduğu “yanıt(sızlık)” önemsiz ve anlamsızdır.

O hâlde aşksız ve sanatsız yani hayatsız olunamayacağının altı çizilip, dağları deldiren aşkın, ikinci doğum, yeniden doğuş olduğunun unutulmaması gerek.

“Her insanın aşka bakışı farklıdır. Ama aşk her insana hep aynı şekilde bakar: ‘Evsiz barksız, kimsesiz çocuklar gibi,’ Camille Laurens’in sözüyle…”[4]

Siz bakmayın Charles Bukowski’nin, “Aşk, pençesinden hiç kurtulamadığımız çok ciddi bir hastalıktır”; Platon’un, “Hastanın memnun kaldığı tek hastalık aşktır,” demesine! Hayır, doğru değil bu! “Aşk hastalık değil, insanı yücelten ihtiyaçtır.”[5]

Aşk ve sanat, yani hayat devinimidir.
Aşk ve sanat, yani hayat ayıplayan ve yasaklayan her şeye başkaldırır.
“Başkaldırı” ile “aşk ve sanat” arasında doğrudan bir ilişki vardır.

Edgar Morin, “Aşk toplumsal düzene itaat etmez: Belirir belirmez, engelleri görmezden gelir, onlara çarparak dağılır ya da onları dağıtır,”[6] derken tam da bunu anlatır.

Aşk, bir başkasının hayat(lar)ını yaşamaktır; “Aşk, insanın kendinden kaçma duygusudur,” sözündeki üzere Baudelarie’in…

Aşk, bir yangındır; Onu daha büyük bir yangından başka bir şey söndüremez.

Evet, aşık insan, yaygınlara tutkun bir “deli”dir.

Nihayet Turgut Uyar’ın, “Zamansız gelme elim kolum dağınıksa sarılamam!”; Orhan Veli’nin, “Bekliyorum… Öyle bi vakitte gel ki vazgeçmek mümkün olmasın”; Nâzım Hikmet’in, “Sende, ben, imkânsızlığı seviyorum; fakat asla ümitsizliği değil”; Cemal Süreya’nın, “Cenaze arabalarını süslemek gibidir yokluğunu yazmak, ne kadar güzel olsa da ölüm taşır”; İlhan Berk’in, “Sesini hatırlamıyorum bile; ama söyledikleri hâlâ aklımda,” ifadelerindeki üzere aşık olmadıktan sonra kalp, hiçbir işe yaramaz!

Tekrarlıyorum: Aşk, bir yangındır; aşık insan da yangınlara tutkun bir “deli”dir. Sanat da bunun ürünü ve başkaldırının yoldaşı değil ise, nedir ve ne olabilir ki?

GEZİ’NİN, KIZILAY’IN, GÜNDOĞDU’IN VD’LERİNİN GERÇEĞİ

O hâlde aşkın ve sanatın; yani hayatın Gezi’den, Kızılay’dan, Gündoğdu’dan, vd’lerinden etkilenmemesi mümkün değildir!

1 Mayıs 2013’de de işçi sınıfının Taksim’i için sokaklara çıkan Genco Erkal’ın, “Nereden geldiyse o hep beklediğimiz ama bir türlü geleceğine kendimizi inandıramadığımız o soluk, o coşku, o gencecik enerji çıkıp geldi işte, bütün beklentilerimizin üstüne çıkarak. Yaşlı bir çapulcu olarak bu günleri yaşadığım için çok mutluyum. Gazı biliyorum artık. Gençlerle birlikte meydanlara çıktık. Kaçtık bir yerlere sığındık. Korudular beni. Cin şişeden çıktı bir kere, geriye sokamazsınız,” diyen tarif ettiği Gezi/ Kızılay/ Gündoğdu vd’leri gerçeği; Vadim Zakharov’un, “Beyler, kabalığınızı, şehvetinizi, narsisizminizi, demogojikliğinizi, sahtekârlığınızı, bayağılığınızı ve hırsınızı, yüreksizliğinizi, haydutluğunuzu, vurgunculuğunuzu, müsrifliğinizi, oburluğunuzu, çıkarcılığınızı, kıskançlığınızı ve aptallığınızı itiraf etmenin zamanı gelmiştir,” saptamasında dile getirdiği başkaldırıdır!

İktidarların neo-liberal aşırılıkları ve yozlaşmaları karşısında halkların her yerde ve Türkiye’de Gezi Eylemi’nde söylediği tam da bu değil midir?

Gezi Parkı Direnişi, siyasal iktidara dönük eleştiri olgusuyla sınırlı kalmadı, sanatsal, ekinsel etkinliklere, çalışmalara da uzandı, bilimsel, ahlâksal vb. alanlara sızarak enikonu bir silkelenmenin/ uyanışın önünü açtı.
“Gezi Parkı Direnişi güncel sanata nasıl dokundu” mu?

Mesela rekor satışlarla, “yıldızı parlayan” mahallelerdeki sergi açılışlarıyla gündeme gelmek istemeyen sanatçılar için bir açık kapı oldu Gezi. Zaten son dönemlerde - galeri vitrinlerinin arkasından da olsa - bir isyan hâli başlamıştı. Sermayenin tahakkümüne, “müze-dükkân”lara, sanatçılara imzalatılan tuhaf sözleşmelere karşı sesler yükseliyordu.

Parkı yalnız bırakmayan sanatçılardan Banu Cennetoğlu, “Son dönemde ‘sanat’taki tıkanmışlık” ve “gülünçleşen sanat ve güç ilişkisi”nden dem vuruyor, “Yazılacak basın bültenleri, sergi ‘konsept’leri ezberden gelmez artık bundan sonra” diyordu.

Yine ‘Genç Sanat Dergisi’ Editörü Seda Yörüker’de şunların altını çiziyordu: “Gezi eşsiz bir soru… Sanatı sadece elle tutulur, gözle görülür olanla, yani fiziksel anlamda üretilmiş nesnelerle ilişkilendirmek mümkün değil; sanat aynı zamanda hareketin, duygulanımın, ağlar arasındaki bağları yeniden kurgulamanın, bellek oluşturma ediminin ve kendiliğinden oluşanın potansiyellere dönüşmesinin de bir karşılığı. Gezi’yle birlikte ortaya çıkanlar yalnızca toplumsallık adına değil, aynı zamanda kamusal alan üzerine çok düşünüldüğü son dönemde, doğrudan sanat alanında da zihin açıcı.”

Nihayet “Hayatın içinde sanatın vazgeçilmez olduğunu gördük” vurgusuyla Özen Yula, “Gezi Direnişi neticesinde insanlar sanatta hayatın ne kadar eksik kaldığını farkına vardılar,” derken; yine Gezi Direnişi’nde gözaltına alınan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde öğretim üyesi Osman Erden, “Gezi olayları ‘yeni Türkiye’yi muştulayan bir süreç” vurgusuyla ekliyordu:

“Alman sanatçı Joseph Beuys’un ‘genişletilmiş sanat kavramı’ vardır. Sanatçı statü olarak diğer insanlardan yukarıda değildir, herkes sanatçıdır der. Çünkü biz doğumumuzdan ölümümüze kadar kendi hayatımızı şekillendiriyoruz; verdiğimiz kararlarla, ortaya koyduğumuz tavırlarla bir üretimde bulunuyoruz. Dolayısıyla hepimiz yaratıcıyız.”[7]

“Söz konusu genç sanatçılar olduğunda Gezi direnişinin de işin içine girmesi kaçınılmaz. Sena, direnişin etkilerini hissedip hissetmediği sorulduğunda ‘Olmaz mı?’ diye cevap veriyor. ‘Sergiye astığım resimlerden birisi Gezi’yle birlikte hızla değişerek kendisini ‘Çapulcu’ başlığı altında ıslak bir şekilde duvara asılmış buldu. O da benim gibi olaylar karşısında hem heyecanlı, hem çok üzgün hem çok umutlu, aynı zamanda çok şaşkın. Ben Gezi’nin Türkiye’nin özlemini çektiği bir birlikteliğin başlangıcı olduğunu düşünüyorum. Dikenli ve gazlı bir aşk hikâyesi.’

Merve ise ‘Gezi olayları öncesinde büyük bir ‘yağmur bekleyen teyze’ darlanması yaşıyorduk. Gergindik, sıkıntılıydık, hazımsızdık, sıkışıp kalma hâli hüküm sürüyordu. Bu genel sıkışmaymış ki kallavi bir patlama yaşadık ve yaşıyoruz. Birden bu durum yaptığım işlerle de kesişti’ diye açıklıyor.”[8]

Gerçekten de Özlem İnay Erten’in, “Damlası tsunami oldu” diye tanımladığı Gezi Parkı Direnişi pek çok taşı yerinden oynattı. Geleceğe önemli miraslar bıraktı. Kültür-sanat camiası da buna sessiz kalamazdı. Kısa zamanda sanatın her alanında yapıtlar ortalığa saçılmaya başladı, üretim hâlâ aynı hızla devam ediyor. Kitaplar, belgeseller ve fotoğraf çalışmaları sanatın Gezi Parkı’na bakışının en canlı örnekleri gibi görünüyorken; direnişin ilham verdiği bir grup sanatçı Moda Yoğurtçu Parkı’na cephesi olan Galeri Park Art’ta ‘Direnişin Estetiği’ sergisinde buluştu.

Örneğin Gezi Parkı Direnişi sırasında, çoğunlukla kadınların başrolde oynadığı bir sürü romantik imge üretildi: direnişin, isyanın, dayanışmanın imgeleri. Tüm başkaldırılar gibi romantik bir tarafı var Gezi Parkı Direnişi’nin ve romantik imgelerin de başrolde olması kaçınılmazdı ve öyle de oldu.

Örneğin İstanbul’a ayak basar basmaz kendisini Gezi Eylemi’nin içinde bulunan Güney Afrikalı sanatçı Kendell Geers’e göre, eylemin yaratıcılığı 2013 yılında düzenlenecek İstanbul Bienali’ni anlamsız kılıyordu.
Örneğin dünyanın dört bir yanında şiir festivalleri düzenleyen ve şiirin tüm sorunlarını gündeme getiren ‘Dünya Şiir Hareketi’ (WPM), Taksim Gezi Parkı’nda başlayıp ülkenin birçok kentine yayılan Direniş’e bir mesaj gönderdi. WPM’ın mesajında, “kurtarılmış ilkbahar düşünün herkese cesaret veren yeni bir soluk olduğunu” vurguladı ve “Dünya şiir hareketi/ yürüyüştedir kucaklamak için/ sevgili, kardeş halk,/ senin uzun, görkemli savaşımını” denildi.

Örneğin Gezi Parkı’ndan ülkeye ve dünyaya yayılan direniş, demokrasi, insan hakları ve özgürlük taleplerine destek için İtalyan aktivistler Venedik Bienali’ndeki Türkiye Pavyonu’nu işgal etti. Türkiye Pavyonu’ndaki ‘Direniş’ başlıklı yapıtın yaratıcısı Ali Kazma da aktivistlerin desteği için, “Sanatın bir kere daha hayatın tam ortasına gelişine şahit olduk,” yorumunu yaptı.

Toparlarsak: “Direnen, yardımlaşan, özgür bedenlerin inşa ettikleri bir sanat yapıttıdır Gezi Parkı,” Rahmi Öğdül’ün ifadesiyle…

“BİAT”IN YALAKA PİYONLARI

Gezi’den, Kızılay’dan, Gündoğdu’dan, vd’lerinden etkilenen aşk ve sanat, yani hayat aynı zamanda bir çok şeyi de tanzim ve tasnif ederek açığa çıkardı.

Mesela, Gezi Eylemi’ne katıldığı için Başbakan’dan el etek öperek özür dileyen Şafak Sezer ya da “Başbakan’la hiçbir problemim yok çünkü yapılan iyi işler de var… Vatandaşla polis karşı karşıya kaldığında ağladım,” diyen İpek Tuzcuoğlu gibi!

Bir de ‘Ankara Festivali’nde “türküsü”yle Gezi Parkı Eylemcileri’ni hedef alarak, “Camide göbek atan Allahsız şerefsizler, zararlı mikroplar” diyen İsmail Türüt!

Onlar biatın, biat kültür(süzlüğ)ünün yalaka piyonlarıdır!

Işıl Özgentürk’ün de işaret ettiği üzere, “Biat kültürü asla hayatı kucaklamaz, çok fazla öbür dünyayla ilgilidir ve bu nedenden sanata hiçbir katkıda bulunamaz. Bu amaçla yola çıkanı, ne yazık ki, yarı yolda bırakır. Çünkü sanat, muhalif ve soru soran bir yapıya sahiptir. Biat kültürünün tuğla taşları ise sorgulamamak üstüne kurulmuştur…

Biat kültürü emreder, örneğin, bir muhafazakâr olan Prof. Dr. Ahmet Atan sanat için bakın neler söylüyor. Kendisi Gezi eylemleri sırasında, Gezi direnişçileri için şöyle demişti: ‘Ermeni, Yahudi, Rumsanız sizlere söyleyecek bir sözüm yok...’ Bu ırkçı ve nefret söyleminin sahibinin elbette sanat için de söyleyecek bir sözü var. ‘İslâmın estetik anlayışı Allah’ın beğenisiyle çok sıkı bir ilişki içindedir.’

Bu söze ne diyorsunuz, bunu küçük bir çocuğa sorsanız şöyle der:

‘Bu adam Allah’la mı konuşuyor?’
Nedir Allah’ın sanat beğenisi?
İşte sormanız gereken bir soru?

Bilmelisiniz ki, sanat tutku, aşk, cinsellik gibi kavramları sürekli sorgular, iyilik ve kötülüğü de... Bir sanatçının en başta kendine şunu söylemesi gerekir: ‘Hayata dair hiçbir şey bana yabancı değildir.’

Ama biat kültürü, en çok aşkı, tutkuyu ve cinselliği yasaklar. Bu nedenle bir türlü Mevlana’nın Şems’e duyduğu cinsel tutku, anlatılamaz. Bu nedenle aralarında ulvi bir aşk varmış gibi sayfalar dolusu kitaplar yazılır. Ama siz bilmelisiniz ki, bu, biat kültürünün en büyük günahlardan biri saydığı eşcinsel bir ilişkidir.

Devam edelim, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Hamdi Döndüren, ‘Diri bir kadının ya da şarabın heyecan verici niteliklerini anlatan şarkıların caiz olmadığını’ söylemiş.

Diri bir kadının ve şarabın, görüyorsunuz size sadece ölü kadınlar için yazılmış ağıtlar kalıyor. Neden? Çünkü ölüler insanları tahrik etmez. Öyle düşünüyorlar ve sizlere de buna biat etmeniz söyleniyor. Bunu söyleyenler kaç yaşında bilemiyorum ama sizler gençsiniz ve hormonlarınız atom bombası gibi çalışıyor, diri kadınlar ölülerden daha şenliklidir.

Bunu öğrenin!

Marmara Üniversitesi’nden Prof. Ekrem Buğra Ekinci daha da ileri gitmiş, ‘Eğer çalgı kadın sesi içermiyorsa, sözleri de dinen sakıncalı değilse’ dinlenebileceğini ifade etmiş.

Hadi gelin bir film yapın ve müziği sadece erkek seslerinden ve dini içerikli sözlerden oluşsun. Biraz tuhaf olmuyor mu? Bu sözüm ona ilahiyatçıların, erkek sesine tutkularını hiç sorguladınız mı?

Yani kısaca, bu biat kültürü size iyi film yaptırmaz. Ama biat kültürünü sorgulayan filmler yaptırabilir.”[9]

AKP İCRAATLARI

Nasıl olur da, hem “sanat” deyip, hem de “sanatçı” olduğunuzdan söz ederek, AKP patentli biatın icraatlarını savunabilirsiniz?

Nasıl olur da Emre Kınay’ın, Beni en çok rahatsız eden şey Başbakan’ın insanlara sanatçıları yuhalatması oldu,” infialini unutursunuz?

Nasıl olur da, 9 Haziran 2013’de Gezi Eylemleri’ne destek veren sanatçılara “Yazıklar olsun,” diye haykıran Erdoğan’ın önünde diz çökersiniz!

Bilmiyor musunuz? Görmüyor musunuz? AKP iktidarı döneminde sanata müdahale, baskı ve sansür tavan yaptı!

Victor Hugo, “Düşüncenin gümrük memurlarından” söz ederek, düşünce özgürlüğünün denetlenemeyeceğini söylerken; hemen her dönemde bunu yapabileceklerini düşünür iktidar odakları...

Haldun Taner ustamızın dediği gibi, kendilerince statükonun bekçiliğine soyunurlar. Bunu, baskıyla, sansürle yaparlar. Ya da yapabileceklerini sanırlar...

Akif Beki, “AKP 11 yılda sokağı mafyadan, devleti çetelerden temizledi. Kurulu düzeni bile yıktı. Fakat 11 yılda eski sanat egemenlerini sahneden söküp atamadı,”[10] diye haykırırken bir kez daha yapılmakta olan budur…
‘Sanatın Desteklenmesi Hakkında Kanun Tasarısı’nda, Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesindeki Devlet Opera ve Balesi ve Devlet Tiyatroları genel müdürlükleri ile Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü kaldırılıyor.
Açıkta kalan opera, tiyatro, bale, dans ve müzik sanatçıları, bulundukları ildeki kültür ve turizm müdürlüklerine bağlanıyor.

Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türkiye’nin sanat yapısını sil baştan değiştiren kanun taslağına son şeklini verdi. Ağırlıklı olarak İngiltere’deki Sanat Konseyi’ni örnek alan taslağa göre, Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü (DOBGM) ile Devlet Tiyatroları (DT) lağvedilerek Türkiye Sanat Kurumu kurulacak.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın, DOBGM ile DT’yi lağvederek Türkiye Sanat Kurumu’nu kuracak kanun taslağı, özel sanat sektörünü “destekleme” üzerine kurgulandı.

Ankara Sanat Tiyatrosu yöneticilerinden Mahir İpek’in, “Hep baskı görmüş; aslında bu, gayet olağan bir şey. Çünkü Türkiye gibi bir ülkede muhalifsen, var olan çarkın dişlerine bir çomak sokuyorsan, başına her zaman böyle şeyler gelebilir,” diye özetlediği tabloda birkaç çarpıcı örnek daha aktarırsak:

* “Devletin tiyatrosu olmaz,” diyen Başbakan, kendi sanat anlayışını kuruyor. “Türkiye’deki Sanat Kurumlarının Oluşumu ve İşleyişi” başlıklı yeni yasa tasarı taslağına göre, üyelerini Bakanlar Kurulu’nun belirleyeceği Türkiye sanat kurulunun onay vereceği oyunlara maddi destek sağlanacak.

* AKP iktidarının 10 yıldaki kültür sanat politikaları, bale sanatını vurdu. Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı’nın orta kısım bale bölümüne 10 yıl önce 700 başvuru yapılırken, bu sayı 2011’de tek sınıf için 43, 2012’de iki sınıf için 59, 2013’te ise yine tek sınıf için 38 kişide kaldı.

* Danıştay 13. Dairesi’nin RTÜK’ün Muhteşem Yüzyıl dizisinin 2010 ve 2011’de yayınlanan altı bölümünün “toplumun milli ve manevi değerlerine aykırı olduğu” gerekçesiyle kestiği idari para cezasını onayan gerekçeli kararında, bilirkişinin “Harem gizemi çözülememiş ciddi eğitim kurumu” tespitine vize verdi. Mahkemenin diziye ceza kararını Danıştay oybirliği ile onadı!

METALAŞ(TIRIL)AN “SANAT”IN TÜCCARLARI!

Aslı sorulursa AKP icraatları, metalaş(tırıl)an “sanat”ın tüccarlarınca işgal edilen kapitalist “coğrafyamıza” hiçde ters değildir…

Çünkü sanatın “ticari” bir metaya tahvil edildiği koordinatlarda[11]Gezi Parkı’na AVM yapılmasında hiç de şaşırtıcı bir şey yoktur!

Örneğin “Şimdi sanata yatırım zamanı… Türkiye’de pahalı çanta, otomobil gibi eşyalar yerine yeni trend artık sanat eseri almak,”[12] haberini birinci sayfadan gören ‘Sabah’, durumu, hâl ve gidişatı gayet veciz biçimde özetliyor…

Hızla sıralıyorum: “Krizde yeni güvenli limanlar arayan yatırımcı, sanata yöneldi. Türkiye’de son 10 yılda 20 kat büyüyen sanat eserleri piyasası 2013 yılında 300 milyon dolarlık büyüklüğe ulaşacak. Kriz dönemlerinin gözde yatırım aracı olan ve güvenli liman olarak görünen altın, son dönemdeki sert değer kaybı nedeniyle gözden düştü. Alternatif yatırım araçları arasında özellikle sanat sadece dünyada değil Türkiye’de de oldukça popüler hâle geldi,”[13] diyor ‘Vatan’ gazetesi…

“Sanata yatırım yapanların sayısı her gün artıyor. Sadece iş dünyası değil, oyuncusundan müzisyenine bilinen simalar da sergi sergi geziyor, koleksiyonlarını zenginleştirmeye çalışıyor. İşte sanattan kazandığı parayı sanata yatıran ünlüler…2009 yılında Burhan Doğançay’ın Mavi Senfoni isimli eserinin 2.2 milyon liraya satılması Türkiye çağdaş sanatında milat oldu. Gözler çağdaş sanata çevrildi ve daha önce plastik sanatla ilgilenmeyenler, sergi gezmeye eser toplamaya başladı. Artık yeni trend pahalı eşya değil, sanat eseri almaktı. Kısa süre içinde yeni zengin işadamları ve sanatçılar da dümeni çağdaş sanata kırdı,”[14] diyor Burcu Aldinç…

Sonra da “… ‘İstanbul 2010’ çalışmaları çerçevesinde, iki akademisyen Asu Aksoy ve Zeynep Enlil tarafından kaleme alınan ‘İstanbul Kültür Ekonomisi Envanteri’ne göre, 2011 yılında Türkiye’deki kültür ekonomisinin hacmi 46 milyar dolar. Bu rakamın yüzde 63’ü İstanbul’da gerçekleşiyor… Kültür ekonomisi dünyada yükselmekte olan bir trend. Almanya’da kültür ekonomisinin yıllık cirosu 351 milyar euro. Neredeyse otomotiv sektörünü yakalıyor. BM verilerine göre, kültür ekonomisinde Hindistan’dan sonra en hızlı büyüyen ikinci ülke olan Türkiye rahatlıkla 46 milyar doların üzerine çıkabilir. Yeter ki, bakanlık bununla ilgili bir strateji oluştursun,”[15] diye akıl veriyor Gila Benmayor…

“2011 yılında kültür ekonomisindeki harcamalar 46 Milyar Dolar sınırını aşmış ve milli gelirin yüzde 6’sını oluşturmuş,”[16] diye ekliyor Ayşegül Sönmez…

Bu arada Hasan Kaçan, “Yapılan bütün filmler ticaridir… ‘Sanat filmi’ diye bir şey olduğuna inanmıyorum. Neticede bilet satılıyorsa ve insanlar bunu parayla alıyorsa; bu aynı zamanda ticari metadır… Bilet satılan her şey ticari bir metadır,”[17] diye buyururken; “yeni gerçek”le karşılaşıyoruz; Doğan Hızlan’a göre, “Sanatın yeni hamisi Katar”mış(!)

“Katar Müzesi için alınan tablolar ve ödenen paralar: Rothko 70 milyon dolar, 2007’de alınmış. Damien Hirst’ün eserine 20 milyon dolar verilmiş. Şimdiye kadar yaşayan bir sanatçıya en çok ödenen miktar!

Cezanne, 250 milyon dolar. 2011’de alınmış. Bir yetkili, “Sanat piyasasının bugün en önemli alıcıları onlar” diyor. Yeni Katar Emiri’nin 30 yaşındaki kız kardeşi, sanat dünyasındaki en etkin alıcılardan biri…”[18]

Ayşegül Sönmez, “Hepimizin okyanus aşırı kitapçısı Amazon, sanat işine de el attı. Kelimenin tam anlamıyla öyle çünkü... Artık Amazon.com’da sanat eseri satılıyor. Galeri duvarlarından ev duvarlarına başlığı altında sanat eseri siparişi vermek mümkün. Tıpkı Murakami’nin romanını sipariş ettiğiniz gibi...”[19] derken; “Contemporary İstanbul’u düzenleyen Ali Güreli çağdaş sanat şirketi kurdu,”[20] diye ekliyor Songül Hatısaru da!

Sonra da ‘Taraf’dan bir haber: “Global ekonomide yavaşlayan büyüme ve belirsizlik dünya sanat piyasasını etkilemesine rağmen Türkiye’de sanat eserleri piyasası hız kesmedi. 10 yılda 20 kat büyüyen sanat piyasasının 2013 yılında 300 milyon dolarlık hacme ulaşacağı tahmin ediliyor. Avrupa Güzel Sanatlar Vakfı (TEFAF) sanat piyasası raporundan derlenen bilgilere göre, 2012 yılında küresel satışlar küresel ekonomideki yavaşlamayla birlikte yüzde 7 düşerek 43 milyar avroya geriledi…

Buna rağmen altın çağı 2000 yılında başlayan Türkiye’deki sanat piyasasının büyümesi tüm hızıyla da devam etti. Galerilerin ve müzayedelerin belli başlı takipçilerinin etrafında dönen piyasada 2000’li yılların başlarında, farklı bir alıcı profili olarak beyaz yakalıların sayısı arttı. Sanata sahip olmanın yaşattığı hazzı ve prestiji yeni keşfeden hatırı sayılır miktarda kişi de galeri ve müzayede salonlarında boy gösterdi. Türkiye’ye gelen dünyaca ünlü sergiler hem yerli sanatseverler hem de yabancı koleksiyoner ve galerilerin akınına uğradı.

Özel bir müzayede bilgi bankasının verilerine göre, 2011’de düzenlenen müzayedelerde yaklaşık 80 milyon dolarlık satış gerçekleşti. 2012 yılında ise müzayedelerde satılan sadece 10 eserden 15 milyon lira elde edildi.
Talepteki patlama, anında fiyatlarda da etkisini gösterdi. Türkiye’de sanat piyasası 10 yılda 20 kat büyüdü. 2001’de 5 milyon dolar olan sanat piyasası hacmi, 2010’da 105 milyon dolara çıktı. 2013’te ise Türk sanat piyasası büyüklüğünün 300 milyon dolara yaklaşacağı tahmin ediliyor.”[21]

Özetle “Koç Grubu’nun çağdaş sanat alanında attığı adımların en büyüğü Dolapdere’deki müze olacak”ken;[22] artık “Şirketleşen sanat” açmazının altını çizen Rahmi Öğdül hepimize sesleniyor:

“Performanslar görünmez hâle gelmiş sanat ve piyasa ilişkisini, egemen anlayışı tüm çıplaklığıyla görünür kılmaya yarıyor bazen. Meta toplumunda hepimizin fahişe olduğunu, kendimizi yabancılara sattığımızı söylemişti Walter Benjamin…”[23]

ÖZGÜRLÜK, AŞKIN VE SANATIN, YANİ HAYATINDA KENDİSİDİR

Evet, evet Giorgio Agamben’ın, “Tarih, egemen ideolojinin söylediği gibi, insanın çizgisel zamana köleliği değil, ondan kurtuluşudur,” saptamasındaki üzere aşk ve sanat insana yaşama, tanımlama ve özgürleşme olanakları sunar.

Nelson Mandela’nın, “Özgürlük için gökyüzünü satın almanıza gerek yok. Ruhunuzu satmayın yeter”; Harriet Tumban’ın, “İki şeye hakkım olduğuna karar verdim: Özgürlük ve ölüm. Birine sahip olamazsam ötekini isterim çünkü hiç kimse beni canlı tutsak edemez,” diye tanımladığı özgürlük; bazen, iki kere iki dört eder diyebilmektir; uğruna mücadele edilmeye layık kavramlardan birisidir özetle…

Elbette Ursula K. le Guin’in, “Özgürlük ağır bir yüktür, ruhun yüklenmesi gereken büyük ve garip bir sorumluluk. Kolay değildir. Verilen bir armağan değil, yapılan bir seçimdir; bu seçim de zor bir seçim olabilir. Yol yukarıya, ışığa doğru çıkar; ama yüklü yolcu oraya hiçbir zaman varmayabilir,”[24] uyarısını unutmadan…

En başta karşı çıkmak olan özgürlük verilmeyip, alınandır. (Bardakta su değildir ki yarısı dolu olsun. Ya özgürsündür ya değil!)

Özgürlük, boyun eğmemektir; insanın var olma sebebidir, nefes almaktır, yaşamaktır. “Bağışlanmış” özgürlük ise tutsaklıktan başka bir şey değildir.

Özgür olmadan sevemezsin, dokunamazsın, yaratamazsın Norveçli ressam Edvard Munch ‘Çığlık’ı hakkında belirttikleri gibi:

“Kente ve fiyortlara yüksekten bakan tepelerin ardında güneş battı. Ansızın gökyüzü kan kırmızısına bulandı. Olduğum yerde kalakaldım; ölesiye yorgundum... Kentin üzerinde alev almış bulutları seyrettim. Endişeyle, korkuyla titriyordum. İçimde, doğanın sonsuzluğunu yaran hiç bitmeyen bir çığlık hissettim... O çığlığı duydum. Havadaki o titreşim sadece gözlerimi değil, kulaklarımı da etkiledi... Ve sonra Çığlığı resmettim...”

Gerçekten de Jean Jacques Rousseau’nun, “İnsanlar özgür olarak doğar, ama her yerde zincire vurulmuş olarak yaşarlar,” uyarısı eşliğinde İnsanî duruşla, bakışla, deneyimle, bilinçle, eylemle biçimlenir; uçurumun kenarında anlam kazanır özgürlük. Bu bağlamda insanî davranışlarda “ahlâk”, “etik” diye tanımlanan kavramı en fazla etkileyen değerdir. Çünkü taammüden davranabilme yetisidir; çok büyük bir sorumluluk getirir beraberinde…

Özgürlüğün ne olduğunu tahmin etmek için bile birçok şeyden vazgeçmeliyiz. Özgürlük bilgisinin fiyatı hayatta ödeyebileceğinizden çok daha fazladır çoğu kez. Hatta bazen hayat fiyatın ta kendisidir.

Namık Kemal’in, “ne efsunkâr imişsin ey didar-ı hürriyet/ gerçi esirin olduk kurtulduk esaretten,” dizelerini de anımsarsak; özgür olmak ve özgür kalmak için mücadele etmek de bir çeşit “esaret” midir? Özgürlük insanı kendine esir edebilir mi?

Tam da bu noktada “Neden özgür olduğunu söyleme bana, ne için özgür olduğunu söyle,” der F. Nietzsche…

Evet, hiç bir şey ummamaktır, hiç bir şeyden korkmamaktır...

En büyük aşktır özgürlük; karar verme ve seçme yetisidir.

Zorunluluğun kavranmasıdır.

Emek isteyen şeydir; direnmektir özgürlük.

Ve nihayet Nikos Kazancakis’in, ‘Zorba’sında, “Hayır, özgür değilsin, senin bağlı bulunduğun ip, öbür insanlarınkinden biraz daha uzun! Hepsi bu kadar!” diyen bakış açısı sunduğu ve Vladimir İlyiç Lenin’in “Devlet varken özgürlük yoktur; özgürlük hüküm süreceği zaman devlet olmayacaktır,” notuyla altını çizdiğidir!

Evet özgürlük, özgür olunamayan ortamlarda geçerliliği olandır; sorumluluk ister.

Nurullah Ataç’ın, ‘Günce’sinde şu notları düştüğü kavramdır: “Özgürlük, gerçekten düşünenler için bir gereksinmedir”...[25]

Peşinden koşulan şeydir; hedeftir; her gün yeniden kazanılması gerekendir.

Bunun içinde devrimi “bir yaşam fışkırması”, özgürlük olarak tanımlıyordu Bakunin; aşk, sanat, yani hayat deyince Gezi’den, Kızılay’dan, Gündoğdu’dan, vd’lerinden söz edildiğinin altını çizercesine…


TEMEL DEMİRER
13 Ağustos 2013 16:41:46, Çeşme Köyü.


N O T L A R
[1] 15 Ağustos 2013 tarihinde Dikili’deki “VII. Türkiye Tiyatro Buluşması”nda düzenlenen “Aşk, Sokak ve Sanat” başlıklı söyleşide yapılan konuşma… Patika Dergisi, No:83, Ekim-Kasım-Aralık 2013…
[2]Turgay Fişekçi, “Yedi Canlı”, Sözcükler, No:44, Temmuz-Ağustos 2013.
[3]Noam Chomsky, Occupy/İşgal Et, Çev: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, 2013.
[4]Haşmet Babaoğlu, “Pazar Notları: Su Gibi...”, Sabah, 27 Ocak 2013, s.4.
[5]Gündüz Vassaf, “Aşk”, Radikal, 17 Şubat 2013, s.17.
[6]Edgar Morin, Aşk, Şiir, Bilgelik, çev: Haldun Bayrı, Om Yay., 1999.
[7]Aslı Uluşahin, “Yeni Türkiye’nin Müjdesi”, Cumhuriyet, 22 Temmuz 2013, s.15.
[8] Hülya Avtan, “Sanki Tek Bir Sanatçıya Ait”, Radikal, 8 Ağustos 2013, s.27.
[9]Işıl Özgentürk, “Biat Kültüründen Sanat Çıkmaz!”, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2013, s.20.
[10]Akif Beki, “Sanatın Yıkılmayan Kaleleri”, Radikal, 12 Mart 2013, s.11.
[11] “ABD ekonomisinin simge şehirlerinden Detroit’in iflası ardından, şehrin 18.5 milyar dolarlık borcunu ödemek için kent müzesindeki sanat eserlerinin, tabloların satışı ile borçların yüzde 13.5’i yani 2.5 milyar doları kapatıldı.” (“Detroit Sadece Tablolarla Borcunun Yüzde 14’ünü Kapattı”, Akşam, 10 Ağustos 2013, s.7.)
[12]“Şimdi Sanata Yatırım Zamanı”, Sabah, 28 Temmuz 2013, s.1.
[13]“Güvenli Liman Altın Değil...”, Vatan, 22 Temmuz 2013, s.11.
[14]Burcu Aldinç, “Sanattan Gelen Sanata Gider”, Sabah, 28 Temmuz 2013, s.7.
[15]Gila Benmayor, “Kültür Ekonomisini Yabana Atmayın”, Hürriyet, 26 Temmuz 2013, s.19.
[16] Ayşegül Sönmez, “Sanat Dünyası Tartışmaya Devam Ediyor”, Milliyet, 7 Ağustos 2013, s.2.
[17]“Sanat Filmi Olmaz Bilet Varsa Ticaridir”, Akşam, 1 Ağustos 2013, s.2.
[18]Doğan Hızlan, “Sanatın Yeni Hamisi”, Hürriyet, 26 Temmuz 2013, s.18.
[19] Ayşegül Sönmez, “Amazon Kitap Değil Sanat Satınca”, Milliyet, 10 Ağustos 2013, s.8.
[20] Songül Hatısaru, “Çağdaş Sanat Bodrum’a 2 Milyon $’Lık Köyle Geldi”, Milliyet, 7 Ağustos 2013, s.8.
[21] “Ekonomik Kriz Sanata Uğramadı”, Taraf, 22 Temmuz 2013, s.8.
[22]Cem Erciyes, “Dolapdere’de Bir Çağdaş Sanat Müzesi”, Radikal, 27 Temmuz 2013, s.30.
[23]Rahmi Öğdül, “Keskin Düşünceleri Körelten Sanat”, Birgün, 30 Mayıs 2013, s.13.
[24]Ursula K. le Guin, En Uzak Sahil (Yerdeniz 3), Çev: Çiğdem Erkal İpek, Metis Yay., 2013.
[25]Nurullah Ataç, Günce, 1956-1957, Yapı Kredi Yay., 2005, s.202.