Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Ağustos 2013 Cumartesi

EMEĞİN SANATI'NDAN 145. MERHABA




Merhaba,

Yeni bir döneme daha zor bir gündemle ilerliyoruz.  Bu dönemde Gezi Direnişi’yle başlayan devinim başka bir ivmeyle daha da ileriye gideceği görülüyor... Bu ivmeden sanatçıların da gereken dersi aldıkları görülüyor. Her yanda küçük kolektifler, önemli çabalar içinde... Zaten, sanatın gerçek yeri, sürekli gelişen toplumsal yapının bir parçası oluşunda değil midir?

Ama işin en önemlisi, bu küçük kolektifleri, politik etiketlerden uzakta birleştirmek, büyütmek, devleştirmektir... Bu anlamda, Sabahattin Ali’nin de belirttiği gibi: “Hayattaki her şey gibi sanat da bir hizmet ve mücadeledir.”  Karşı olmak, eleştirmek ve yadsımak... Yeniyi önermek, bir şeyleri değiştirmeye çalışmak ve hayatı yeniden yorumlamak...  Sanatın içsel ve temel nitelikleridir bunlar... Yaşamı değiştirmek, sanatın sürekli yönelimidir. 

Sanatta devrimci tavır, hayatı değiştirme tavrıdır. Sanatta yalnızca bilinç ve yalnızca duyarlık tek başına yetmez.İş, bunları devrimci bir tavırla kitleselleştirebilmektir.  Teknolojinin emri altına giren toplum karşısında insanın daha da ötesi kitlelerin kendilerine güvençlerini yitirmemelerinde tek güç sanattır.  Önemli olan bu gücü yerinde, zamanında ve birlikte devrimci mücadele için kullanabilmektir. ERNST FİSCHER’in vurguladığı gibi, “Sanatın görevi, açık kapıları yıkmaktan çok, kilitli kapıları açmaktır.”                                   

1 Eylül Dünya Barış gününü kutlarken, ülkemizde günümüzün en önemli gündemi gene barış, gene barış, gene barış!...

Gerek yazılı-görsel basının, gerekse siyasilerin ağzında her gün savaş çığlıkları atılıyor, savaş övgüleri yapılıyor… Savaş kazanları kaynatılıyor anaların “ah!”ları kullanılarak…

İşte böyle günlerde barışı en yüksek perdeden, en yüksek sesle dillendirmek, haykırabilmektir dürüstlük, yiğitlik, devrimcilik, sosyalistlik, insanlık!...

Barış bir koşuysa, bıçak sırtında bir yaşamın ince cılgalarına doğru; umudun ve çağlayanların türküsünde, ürkülere kapılmadan, alabalıklar gibi oltalara takılmadan, bilinçli kalabalıklarla düşmekse peşlerine barışın ve dostluğun; biz de barış umudunun öyle peşine düşmeli, silahtan ve nefretten oluşan duvarların karşısında barış tutkumuzu haykırmalıyız:

SAVAŞA HAYIR! YAŞASIN ÖZGÜRLÜK VE BARIŞ!


Ali Ziya Çamur


BU SAYININ SAVSÖZÜ

Bireycilikle ve benmerkezcilikle suçlanan şiire gelince, böyle bir şiiri suçlayan kaldı mı bilmiyorum. Tam aksine böyle bir şiirin özendirilmesi, öne çıkarılması ve egemen kılınmak istenmesi söz konusu. Üstelik bu şiir genç de değil. Elli yıldan beri var olan bir şiir.

Toplumcu gerçekçi şiir ise yeni bir gericilikle suçlanıyor. Şiirin özünü sözcüklerin kuşatıp 'yok ettiği, biçimsel ögelere ağırlık veren; imge adına imgelerin boğulduğu, kapalı şiir adına çıkmaz sokaklara varan, bulanık sulara dalan ve bireysel duyarlık adına bireyi zembille indirip arzın merkezi sayan şiir anlayışı göklere çıkarılıyor. Bu tür şiirlerde önemli buluşlar ve konular olsa bile, zoraki kurulan dizeler özü kemirdiği için yaşamda karşılığını bulan bir söylem yoktur. Bu nedenle kendi arkadaş çevrelerinde bile okunmayan bir şiir, günümüzde "saf şiir" adına savunuluyor. Bu şiiri Okumayan gençlikse cahillikle suçlanıyor. Durum böyle olunca da şiir kitapları olmadığı halde şiir klipleri olan televizyon şairleri, üniversite gençliğimizin şairleri oluyorlar. "Ben sevdim mi adam gibi severim" diyerek şiirsiz şairliklerinin tadını bol bol çıkarıyorlar.

Okunmak için şiir yazmayan şairlerimiz ise dar bir çevre tarafından sürekli alkışlanıp ödüllendirildikleri halde toplum içinde şair olduklarının bile farkına varamıyorlar. Bu yüzden de Türkiye dışında, özellikle de Amerika'da kendilerine şiirleşecek şiir arkadaşları uydurup, onlar aracılığıyla şairlik duygusunu yaşamaya çalışıyorlar. Çalışsınlar bakalım.” ADNAN YÜCEL (Çetin Yiğenoğlu tarafından yapılmış bu söyleşi,Cumhuriyet gazetesinin 17 Mayıs 2001tarihli kitap ekinden alınmıştır.)


YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ


SANATÇILAR SAVAŞA KARŞI BULUŞUYOR

Gezi Parkı Direnişi ile başlayan halk ayaklanmasına, hükümetin tüm baskı ve yıldırma politikalarına rağmen sanatçılardan gelen destek devam ediyor. İlk eylemlerini 20 Temmuz günü direnişin merkezi Gezi Parkı’nda gerçekleştiren Direnç-iz oluşumu, 18 Ağustos’ta İstiklal Caddesi’nde halk ile buluşmuştu.

“Biz bu ülkenin geleceğiyiz; ormanlık arazide ağaçlar ve genç fidanlar gibiyiz ya da yıkıp-kesip yerine alışveriş merkezi ve Topçu Kışlası yapmak istediğin yeşillikler gibiyiz. Bizler ustalarımızla birlikte size boyun eğmediğimizi göstermek ve halka çağrıda bulunmak için en iyi yapabildiğimiz şeylerle, fırçalarımızla, kalemlerimizle, boyalarımızla, onurlu ve dik duruşumuzla  size boyun eğmiyoruz” çağrısıyla bir araya gelen Direnç-iz oluşumu, sanat alanındaki direnişe önemli bir katkı sunmuştu.

Hükümet ve yandaşlarının savaş çığırtkanlığı yaptığı bu günlerde, Direnç-iz, yine gündeme müdahalesini yine Gezi Parkı’nda gerçekleştiriyor. “Barış” temasından yola çıkarak üretim yapacak sanatçılar, on metrelik panonun üzerine “Savaşa Hayır” konulu resimler yapacaklar.

Amaçlarının Gezi Parkı’nı bir sanat üretim merkezi hâline getirmek olduğunu söyleyen Direnç-iz oluşumunda yer alan sanatçılardan Adnan Acar, 12 Eylül faşist darbesinden sonra, sanat alanında süregelen baskılara karşı, sanatçıların bir araya gelerek baş kaldırdığını ve direndiğini belirtti. İlk eylemlerinde “Gezi’nin altını çiziyoruz, faşizme fırça atıyoruz” çağrısı yaptıklarını söyleyen sanatçı, Gezi Parkı’na yapılan faşist müdahale sonrası kaybedilen o ruhu, gerçekleştirdikleri eylemle geri kazandırdıklarını belirtti. Eylemlerini uzun vadede tüm Türkiye’ye taşımak istediklerini söyleyen sanatçı Ekin Onat, halktan gelen yoğun ilgi ve desteğe dikkat çekti. Halkın artık iktidarın söylemlerinden sıkıldığını ve on yıldır süregelen öfkenin birikimini dışa vurduğunu söyleyen Onat, politikada estetik oluşturma amacı taşıdıklarını söyledi.

Emperyalizmin Suriye’ye mücadele girişimine kayırsız kalınamayacağını belirten sanatçılar, eylemlerini her ay düzenli olarak sürdüreceklkerini belirttiler. Ayrıca önümüzdeki yıl, daha sonra gelenekselleşmek üzere “Taksim Gaz Günleri” adıyla bir festival gerçekleştirmek istediklerini dile getirdiler.

Eylemlerinin üçüncüsünü, 1 Eylül pazar günü gerçekleştirecek Direnç-iz oluşumunun çağrı metni şöyle:

“Gezi Parkı direnişiyle başlayan ve bütün yurda yayılan, hatta yurt dışına da sıçrayan başkaldırının bir parçasıyız. Hak ve özgürlüklerine sahip çıkmak isteyen çoğunluğun yanındayız. Adımızdan da anlaşılacağı gibi direncin ve direnişin  izi olacak, direnci çizecek bir birlikteliğiz. “Söz uçar yazı kalır, hayat kısa sanat uzundur” demek için var olan bir oluşumuz. Karanlığa karşı direnen plastik sanatlar sanatçıları olarak sanatımızla da ‘BOYUN EĞMİYORUZ’ demek, iktidara karşı demokratik ve estetik tavır koyup direnişe destek vermek için bir araya geldik.
....
Daha önce de söylediğimiz gibi; sanat işlevi gereği her türlü eşitsizliğe, baskıya ve gericiliğe karşı olmak, eleştirmek ve devinmek zorundadır... bütün bu nedenlerle, fırçalarımız savaş karşıtı bir savaşım içindedir ki bu daha çetin bir savaştır. ... “BU DAHA BAŞLANGIÇ, BOYAMAYA DEVAM!”  (SOL GAZETESİ/29 Ağustos)


BURGAZADA FORUMU'NDAN ÇAĞRISI:
ADALET ÖZGÜRLÜK VE EŞİTLİK İÇİN
TÜM SİYASİ TUTSAKLARI ÖZGÜRLEŞTİRELİM!

Burgazada Forumu’ndan bir çağrı yükseldi: 
           
“Artık onuruyla yaşamak isteyen, sömürüyü, zulmü reddeden, özgür bir ülke isteyen herkese reva görülen tek mekanın zindan ve emeğini, değerlerini, insanlığını savunan herkese reva görülen tek süsün kelepçe olmasını, birşeylerin ters gittiğini düşünen, söyleyen herkesin tutsak edilmesini istemiyoruz!
           
Ve "gezi tutsakları"nın her birinin birer siyasi tutsak olduğunu, diğer yandan her siyasi tutsağın da aynı zamanda bir "gezi tutsağı" olduğunu da bilerek, TÜM SİYASİ TUTSAKLARA KAYITSIZ ŞARTSIZ ÖZGÜRLÜK diyoruz.
           
 Bu ülkede insanlık onurunun çiğnenmesine daha fazla tahammül etmek istemeyen, adalet, eşitlik ve özgürlük isteyen herkesi, bu şiarı sahiplenmeğe, çevresinde omuz omuza dayanışmaya ve TÜM SİYASİ TUTSAKLARI ÖZGÜRLEŞTİRMEK İÇİN BİR ARAYA GELMEYE ÇAĞIRIYORUZ.
           
Hep birlikte haykırıp, zincir sesini bastıralım! Hep birlikte haykıralım ki sesimiz duvarları aşsın, karanlık zindanlarda umudun ateşini yaksın. Hep birlikte haykıralım:

ZİNDANLAR YIKILSIN, TUTSAKLARA ÖZGÜRLÜK!”


ŞAİR AHMET ERHAN’I SONSUZLUĞA UĞURLADIK...

Türk şiirinin ünlü ismi Ahmet Erhan 53 yaşında 4 Ağustos 2013'te hayatını kaybetti. Şiirleriyle aramızda yaşamaya devam edecek.

1958 yılında Ankara doğan Ahmet Erhan'ın çocukluğu ve ilk gençliği Mersin ve Adana'da geçti. Türk Dili ve Edebiyatı öğrenimi gördü, uzun yıllar Türkçe öğretmenliği yaptı.

Hayatının büyük bölümünü Ankara'da geçiren Ahmet Erhan, daha sonra İstanbul 'a yerleşti. Adana Demirspor'da futbol oynadı, ağır bir sakatlık geçirince şiir yazmaya başladı. İlk kitabı Alacakaranlıktaki Ülke'yle 22 yaşında Behçet Necatigil Şiir Ödülü'nü kazandı.

Ahmet Erhan pek çok çevrede hala ilk kitaplarıyla hatırlanmasına ve bilinmesine rağmen, şiir serüvenini yaşanan zamanla atbaşı götürmekte ve çok genç yaştaki okuyucuları tarafından da ilgiyle takip edildi. Cahit Külebi, 1982 tarihli bir söyleşisinde kendisi için “şaşırtıcı bir olgu” tabirini kullanmıştı. Ahmet Erhan, şiirleriyle hala kendisini izleyenleri şaşırtmaya devam etti.

ESERLERİ:
Alacakaranlıktaki Ülke (İlk basımı Mart 1981'de Yeni Türkü Şiir Yayınları, İlk Eserler Dizisi'nden çıkan bu kitap, şair henüz 23 yaşındayken 1981 Behçet Necatigil Ödülü'ne değer bulunmuştur. Kitabın ikinci basımı bir yıl sonra şairin yeni kitaplarıyla birlikte Lir Yayınları'ndan çıkar. Kitabın tekrar basımları sonraki yıllarda da farklı yayınevlerinden devam etmiş ve etmektedir.) Yaşamın Ufuk Çizgisi(Nisan 1982), Akdeniz Lirikleri(1982), Kuş Kanadı Kalem Olsa (1984), (Bu kitapta daha önce yayınlanan 'Alacakaranlıktaki Ülke', 'Yaşamın Ufuk Çizgisi', 'Akdeniz Lirikleri'nin yanı sıra, sonraki yıllarda Bilgi Yayınevi'nden ayrı kitaplar halinde çıkacak olan 'Sevda Şiirleri', ' Zeytin Ağacı', 'Ateşi Çalmayı Deneyenler İçin' toplamları yer almaktadır.)

Ölüm Nedeni Bilinmiyor (1988), Deniz Unutma Adını (1992), (Yunus Nadi Şiir Ödülü'ne değer bulunmuştur.) Öteki Şiirler 1976 – 1991(1993), Çağdaş Yenilgiler Ansiklopedisi(1997), ( 1998 Cemal Süreya Şiir Ödülü'ne değer bulunmuştur.) Köpek Yılları(1998) (Yayınlanmış tek öykü kitabıdır.) Resimli 'Ahmetler' Tarihi(2001), (Şairin daha önce hiçbir dergide yayınlamadığı 'Türkiye Ayağa Kalk' adlı şiir toplamı da bu kitapla ilk kez okuyucuya sunulur.)  Ankara-İstanbul Karatreni(2001), (Şairin çeşitli dergilerde yer alan denemelerini, Ankara-İstanbul Karatrenine binip İstanbul'a göç ettiği Nisan 2001'i takip eden Ağustos'ta yayınlaması oldukça önemlidir. Şehrine vedası olarak adlandırabileceğimiz 'Daüssıla' şiiri de bunun önemini çizmek istercesine kitapta yer almaktadır.) Bugün De Ölmedim Anne Toplu Şiirler 1(2001), (Toplu Şiirlerinin bu ilk cildinde 'Alacakaranlıktaki Ülke', 'Yaşamın Ufuk Çizgisi', 'Akdeniz Lirikleri' toplamları yeniden okuyucuyla buluşmuş olup, Toplu Şiirler 2. ve 3. ciltlerinin yayınlanmaları beklenmektedir.) Ne Balık Ne De Kuş(2002), Kaybolmuş Bir Köpek İlanı(2003),( Şair bu kitabıyla 2004 yılında ikinci kez Yunus Nadi Şiir Ödülü'ne değer bulundu.) Şehirde Bir Yılkı Atı(2005), (2006 yılı TTB Behçet Aysan Şiir Ödülü bu kitapla Ahmet Erhan'a verildi) Buz Üstünde Yürür Gibi Seçme Şiirler(2006), Sahibinden Satılık(2008), 

Ayrıca 'Kara Köpekli Adam' (roman) ve 'Anne Bu Şiiri Senin İçin Yazdım' (şiir) adlarıyla Bilgi Yayınevi tarafından basılan ve ne yazık ki tükendiğinden şu anda satışta bulunmayan çocuk kitapları bulunmaktadır.  Şair yukarda sözü edilen kitaplarına verilen ödüller dışında yaşamı ve tüm eserleriyle 1999 yılında Halil Kocagöz ve 2005 yılında Dionysos Şiir Ödüllerine değer bulunmuştur.

Kuşaktaşı Şair Muhammet Güzel'in Ahmet Erhan'a yazdığı uğurlama şiiri:


MASAL

Masaldır:
Erhan gelir gider oralara buralara
Uçaktan korkar bu nasıl gitmek
Gece otobüslerinde yolları doldurur göz çukurlarına
Turuncu bir kar yağınca
Belki trenlere binecek

Masaldır:
Kitapların başında uyuşuk bir tazı
Damarlarına eklenecek bir kimya bekleyecek
Bütün elifler mertek, alfalar pozitivist
Bıkkın bir Latin gibi alfabeden tüyecek

Yalandır!
Bir elinde kalem, öbür elinde sigara
İnadına hep tütecek...

1999

AHMET ERHAN


KÜRT ŞAİR ŞÊRKO BÊKES SONSUZLUĞA KANAT ÇIRPTI...
 
Kürt şair Şêrko Bêkes, İsveç'in başkenti Stockholm'de 3.8.2013’te yaşamını yitirdi.

Şiirleri ABD ve Kanada'da lise ders kitabı haline getirilen ünlü Kürt Şair Şêrko Bêkes, 1940 yılında Süleymaniye'de doğan Kürt şairlerinden Faîk Bêkes'in de oğludur. Şêrko Bêkes'in 26 şiir kitabı bulunuyordu.  (EVRENSEL)

"Eğer benim şiirimden
Gülü çıkarırlarsa
Yılımın bir mevsimi ölür,
Eğer şiirimden sevgiyi
çıkarırlarsa
İki mevsimim ölür,
Eğer ekmeği çıkarırlarsa
Üç mevsimim ölür,
Eğer özgürlüğü çıkarırlarsa
Bütün yılım ölür, ben de
ölürüm..."


 YAPI KREDİ YAYINLARI 10 TON KİTABI ÇÖPE Mİ ATTI?

YKY, çöpe attığı 10 tona yakın kitap iddiası ile çalkalanıyor...

İtalya’da tereyağ üreticileri yıllık tereyağı üretimi beklenenin üstünde olduğunda tereyağların bir kısmını denize dökerler. Piyasada bulunacak fazla tereyağı aynı oranda fiyatların da düşmesine, karlılığın azalmasına neden olacaktır. Denize dökülen tereyağları ile fiyatlar dengelenmiş ve normal düzeye getirilmiş olur.

Kitap da tereyağı gibi Türkiye’de bir piyasa malı. Öyle ki Türkiye’de yayıncılık pastasının büyük dilimini banka yayınevleri paylaşıyor. Banka yayınevlerinin süvarilerinden biri olan Yapı Kredi Yayınları şu sıralar denize olmasa da “çöpe” attığı 10 tona yakın kitap iddiası ile çalkalanıyor.

İddiaya göre Yapı Kredi Yayınları, içlerinde baskısı bitmiş kitapların da bulunduğu 10 ton kitabı bir kağıt hurdacısına kilo ile sattı. Hurdacı 10 ton sıfır kitabı kilo ile lüzumsuz kağıt ederinde satın aldı. Hurdacıya bu kitapları aldıktan sonra bir kağıt geri dönüşüm fabrikasına götürmesi ve orada geri dönüşüme verilmesi istendi. Ama herhangi bir belge imzalanmadı, yazılı anlaşma yapılmadı. Hurdacı Yapı Kredi Yayınları’na parasını ödedi ve kitapları geri dönüşüme vermektense İstanbul’da birkaç kitapçı-sahafa ayrı ayrı tonla sattı. İçlerinde Sabahattin Ali’ler, Nazım Hikmet’ler, prestij kitaplar ve dergilerin yer aldığı çeşit çeşit sıfır kitap sahaflar için eşsiz bir hazine ve iyi bir ‘mal’dı. Kitaplar kısa sürede fuarlarda, pazarlarda kârlı bir şekilde alıcı buldu kitapçıların yüzünü güldürdü. İddiaya göre hurdacının kitapları satması üzerine Yapı Kredi Yayınları avukatları kitapları satan hurdacının kapısına dayansa da bir sonuç elde edemedi.

Peki Yapı Kredi Yayınları gibi kârlılık amaçlı yayıncılık yapan bir yayınevi 10 tona yakın kullanılmamış kitabı neden bir hurdacıya sattı? Yapı Kredi Yayınları’na telefon ve mail ile ulaşmaya çalıştıysak da yanıt alamadık.

Nazım Hikmet’in, Sabahattin Ali’nin ve en son Orhan Pamuk’un ve daha birçok saygın yazarın telifini, yayın hakkını elinde bulunduran Yapı Kredi Yayınları içlerinde baskısı da bitmiş ve bulunamadığı için değeri daha da artmış kitapların yer aldığı 10 ton koliyi neden bir hurdacıya sattı? Bir yanlışlık mı oldu? Elde bulunan defolu kitapları kağıtçıya verelim diye mi yeni kitaplar verildi? Yoksa İtalya’da tereyağını denize döken ticaret erbapları gibi bir hesap mı yapıldı?

Konu ile bilgisine danıştığımız kitap emekçileri kitapların bandrolsüz olduğu için kağıtçıya verilip yeniden bandrol parası ödemek istenmemiş olabileceğini söylese de Yapı Kredi Yayınları’nın çöpe verildiği iddia edilen kitaplarında bandrol bulunuyor ve bu tez de geçerliliğini yitirmiş oluyor.

Türkiye kültür piyasasının bu önemli aktörünün iddia edildiği gibi 10 ton kitabı hurdacıya satıp satmadığı, sattıysa hangi amaçla sattığı Türkiye edebiyatı ve yayıncılığı adına büyük önem içeriyor. ((VAGUS.TV)


ERCAN CENGİZ'İN YENİ KİTABI ÇIKTI: ROJ MARÊ SA WANO

15 yıldır İsviçre’de sürgünde yaşayan Emeğin Sanatı dostlarından Kürt şair Ercan Cengiz, şu ana kadar üç Türkçe kitaba imza attı. Dördüncü kitabını ise “Artık Kürtçe ağlamak serbest/ama gülmek yasaktır hâlâ çocuklar“ dizeleriyle dikkat çektiği anadilinde hazırladı. Şair Ercan Cengiz’in dördüncü şiir kitabı  “Roj Marê Sa Wano” (Güneş Bize Ne Diyor)  Bu kitap 168 sayfadan oluşuyor, kitapta Kurmanckî dilinde şiirler yer almakta.

Ercan Cengiz, sosyalist-gerçekçi bir çizgide sürdürüyor edebiyat yaşamını. Onun için şiirle uğraşan hiçkimse toplumsal gerçekliğe sırtını dönmemeli: “Böylesi bir çaba boşunadır zaten. Ezilenden yana görünüp, onun emeği üzerinde yükselmeyi, hele hele popülist olmayı başta şiir olmak üzere kendime de bir ahlaksızlık olarak değerlendiririm. Bu anlamda ezilenlerin en dip dalgasındaki sesi duyup duyurmaya çalışırım. Hatta toprağın, suyun, dağın, ağacın sesini duymaya çalışırım; üstü örtülen - bastırılan - yok sayılan her şeyin orada saklı olduğuna inanırım.’’

Kürt halkının yaşadıklarından da yola çıkarak dünyada yaşanan savaşlara da karşı duran Cengiz, “Şiirle uğraşan biri, en başından savaşa karşı olduğunu ve ne pahasına olursa olsun savaşa karşı sonuna kadar savaşacağını, devletin bir somun ekmeği ya da sıcak bir yatağı için şiiri satmayacağını kendine ilke edinmeli. Bu aynı zamanda yüksek ahlaki bir değerdir’’ diyor. ‘’Savaş ve Barış’’ şiirindeki ‘’Üç kişiliktir savaş/tamı tamına üç kişilik/ göz göre göre iki yoksul/karşı karşıya ölürüz...’’ mısraları da bu yaklaşımını ortaya koyuyor.

Cengiz’in şiirlerinde, Kürt, Kızılbaşlık ve üçüncü bir kimlik olarak eklediği direngenlik büyük yer tutuyor. “Barışçıl, hoşgörülü, tüm canlılara karşı saygılı, alabildiğine derin ve insancıl” olarak tanımladığı Kızılbaş yaşam felsefesinin izlerine çokça rastlıyoruz. Kitapta Dêrsim Soykırımı’nda yaşanmış kimi trajik karelere odaklanmış şiirler de var; ölen annesinin memesini emen çocuk gibi. Ardından sürgünler, Munzur’a kapılan bedenler... Dêrsim’de halk arasında yer edinmiş Firik Dede, Se Wuşe gibi insanlar için de söyleyecek sözü var Cengiz’in. Ancak kentte hâlâ süren yıkımlara da dikkat çekiyor: “ve Dêrsim’i kendi suyu ile/boğacaklar karanlığa/boğacaklar” dizesinde barajlara karşı çıktığı gibi.

Şair, yurdunda yaşananları dünyanın uzak diyarlarında başka halkların yaşadıklarıyla buluşturuyor. Benzerlerinden soyutlamadan ortak acılarda vedirenişlerde yakınlaştırıyor halkları. "Sri Lanka: Tamiller Ayakta" şiiri bunlardan biri. Cengiz de bu konuya ilişkin, "Elbette dünyanın birçok yerinde de halkımızın yaşadığı evreleri yaşayan halklar var, şiirimde onları görmezden gelemezdim. Halkımla diğer halklar arasındaki bağları, ortak noktaları ve kurtuluş umutlarını, çabalarını görmezden gelemezdim. Şiirle uğraşacaksam eğer, böyle bir lüksüm yoktu" diyor.

Şiirlerinde Dersim Dağlarının koyaklarından yükselen kavga seslerinin yankılarına yer veren Ercan Cengiz, Dersim halkının acı ve ağıtlarını, umutlarını keskin bir dille ortaya koyuyor. Kimi zaman sert politik bir dil kullanan Ercan Cengiz, kimi zaman yerel efsanelere, söyleyişlere yaslanıyor, kimi zaman da kavganın yüreğinden ses vermeye devam ediyor.

“Roj Marê Sa Wano” Tevn Yayınlarından çıktı: Kitabın kapak resimleri, yazar-ressam Muzaffer Oruçoğlu’na ait. (Tanıtım Kaynağı: ÖZGÜR POLİTİKA 02 Ağustos 2012)


NECMETTİN YALÇINKAYA’DAN YENİ KİTAP:
“12 EYLÜL'DE DE ÇOK GÜLDÜK NETEKİM! ANAMDAN İNCİLER”

Geçtiğimiz aylarda, Emeğin Sanatı dostlarından Necmettin Yalçınkaya’nın Ozan Yayıncılık’tan “12 Eylül’de de Çok Güldük Netekim!” adlı  kısa anı-öykülerini içeren kitabı yayınlandı.

Necmettin Yalçınkaya, 12 Eylül vahşeti nedeniyle, yurtdışında yaşamak zorunda olan bir politik göçmen. Daha önce çeşitli internet sitelerinde yayınlanan öykülerini kitap haline getirerek, yayınladı.

Yalçınkaya, 12 Eylül öncesi, lise çağlarında bir genç. Doğu’dan İzmir’e göç edip yerleşen bir ailenin çocuğu olarak mahallenin gençleriyle birlikte devrimci savaşım içinde yer almış. Kitabındaki öyküler, anılardan yola çıkarak o günleri dile getiriyor. Birinci ağızdan, tarihe gerçekçi bir not düşüyor yazar.

Anılarından yola çıkarak yazdığı kısa öykülerini, rahat, içten, yalın, mizahî bir dille yazmış. Bu öyküler aracılığıyla, “Ana” tiplemesi ekseninde, 1975-1980 arasında, devrimci kanatta yer alan gençliğin bir bölümünü anlatıyor. Gençlikteki saf, naif, ateşli, coşkulu inancı, sosyalizmi öğrenme çabalarını, yapılan hataları, yanlışları, doğruları  abartısız. nesnel bir gözle aktarıyor.

Ana, Nasrettin Hoca’nın torunu sanki. Gençlerin hatalarına, halkın anlayamadığı yaklaşım ve davranışlarına Hocavari şakalarla, kimi zaman öfkeyle ama sevecenlikle yönelttiği eleştirileri gülerek okuyoruz. Gençler mi?... Ah, gençlik işte ne olacak… Elbette gülüp geçiyorlar, bildiklerini okuyorlar.

Aile içi ilişkilerde, büyük kente göçle gelmiş, bir ucu Anadolu’ya uzanan, o yıllardaki sosyolojik yapıyı da gözlüyoruz bu öykülerde.

Ana, aile birliğinin temeli, direği pekçok Anadolu kadını gibi. Göçle gelip kentlerde üretime katılınca mayasındaki özgüveni daha da yükselirdi o zamanlar kadınların. Örtünüp saklanıp, eve tıkılıp çocuk doğurmaya açıkça zorlanmazlardı şimdiki gibi. İş bulabilen çalışırdı. Bu da kadınların toplumsal eşitsizlikleri algılamasında kolaylık sağlardı. Zeki bir kadın ana. Kent yaşamı, onun cahilliğini, yaşamın deneyimleriyle aşmasına, kendine özgü bir bilgeliğe dönüştürebilmesine neden olmuş. Korkusuz, inatçı ama Anadolu köylüsünün bencilliği ve kurnazlığını da yitirmemiş. Tehlike karşısında, koruma ve tehlikeyi savuşturmada kullandığı silahlar bencillik ve kurnazlık. Ana; canlı, düşündüren, sahiplenen, koruyan, kollayan, sevecen, gülümseten ve güldüren bir tip bu öykülerde.

Yalçınkaya ve Ana’sı, acılı bir dönemin bir grup gençliğinin yaşamından ve iç dünyasından, birinci ağızdan, gerçekçi, sevimli, hüzünlü bir kesit sunuyor bize. Özellikle dönemin acısını yaşamamış ama öğrenmek isteyen okurlara ve o dönemle özellikle bağı kopartılmış sonraki kuşaklara bu dönemi, gülümseterek bazen de kahkaha attırarak aktaran bir kitap “12 Eylül’de de Çok Güldük Netekim!”  (KİTAP TANITIMI: VİLDAN  SEVİL)


1 EYLÜL DÜNYA BARIŞ GÜNÜ SAVAŞ ÇANLARI İÇİNDE
KUTLANMAYA ÇALIŞILIYOR!

1 günde kaç insan ölür. 1 günde kaç insan savaşır. 1 günde kaç emperyalist saldırı düzenlenir. 1 Eylül’de kaç insan ölüyor. Rakamların acımasızlığı mı insanları duyarsızlaştıran ya da para-kâr hırsı, sömürü vs...’in yarattığı değerler (!) mi yok ediyor insanlığı.

Dünyanın en kanlı savaşının başladığı gün insanlığın bitişinde bir adım (bir adım daha) mıydı?

Yılın her günü kapitalizm ve emperyalizm insanı ve insanlığı öldürüyor.

Yılın her günü insanca yaşamak, eşit ve özgür olmak için insan ve insanlık mücadele ediyor.

Barış salt savaşsızlık değil, barış ancak eşit ve özgür bir dünyada mümkün. Bugün barışı daha yüksek sesle talep ediyoruz.

Kürt sorununa barışcıl, insan hak ve özgürlüklerine dayalı bir çözüm bulunmasını istiyoruz. 

Filistin özgürlük mücadelesinin insanlık onuruna yakışan bir sonuca ulaşmasını istiyoruz.

Suriye halkı üzerindeki emperyalist tehditin kaldırılmasını, halkların kendi geleceklerini kendilerinin tayin etmesini istiyoruz.

Silahlanmaya değil sağlığa bütçe ayrılmasını, çocuklarımızın ishalden ölmemesini istiyoruz.

Yaşasın 1 Eylül Dünya Barış Günü!

Yaşasın eşitlik, özgürlük, kardeşlik! Yaşasın Barış!


ÇİFTLİK SAHİPLİĞİNDEN TOPRAKSIZLARIN
SAFINA GEÇEN SOSYALİST YAZAR: SAMİM KOCAGÖZ

5 Eylül 1993′te yitirdiğimiz sosyalist gerçekçi romancı ve öykücü Samim Kocagöz’ü 19. ölüm yıldönümünde anıyoruz.

Samim Kocagöz, öykülerinde genellikle Ege bölgesinde yaşayan insanların sorunlarını anlatır. Öykülerin konularını yaşadığı Söke çevresinden ve Menderes vadisinin toprak sorunlarından alan yazar, alışılmış teknik ve anlatıma bağlı kalarak sınıflararası çıkar çatışmalarını, ekonomik nedenlerle değişen düzen ve dünya görüşlerini inceler. Yazara 1967′de Türk Dil Kurumu′nun öykü ödülünü kazandıran “Yağmurdaki Kız”da değişen insan ilişkilerine eleştirel bir dille kaleme alınmıştır. Kendisi de büyük toprak sahibi bir ailenin bireyi olan Kocagöz, yokluk içinde yaşayan, bir karış toprağı bile olamayan yörüklerin, yaşamlarını “Bir Karış Toprak” adlı romanıyla dile getirir. Bu romanın devamı olarak bir çift öküze sahip olmak isteyen göçmenlerin dramını anlattığı bir çift öküz (1970) romanını yayınlar.

“İzmir′in İçinde” adlı romanında ise 1960 Hareketi öncesi oluşan toplumsal karışıklığı feodalizmin tasfiyesiyle birlikte ve çeşitli kesimlerden seçtiği karakterler aracılığıyla verir.

Güçlü gözlemlerine dayanarak köy ve kasaba insanlarının sorunlarını, günlük yaşamlarını ve duygularını yalın bir dil ve gerçekçi bir tutumla yansıtır. "Sanat hayat içindir." görüşüne bağlı kalarak içinde doğup büyüdüğü çevreyi, daha çok hayatını emeğiyle kazanan insanları, toprak sorunlarını, toplumsal çatışmaları hikâye ve romanlarında yansıtır. Gözlemlerini sanat endişesiyle İşler. Olayları yeniden kurgulayarak onların psikolojik yapısını tamamlar.

Samim Kocagöz aynı zamanda TİP üyesiydi. 1970 yılında ayrıldı. TİP'te geçirdiği yıllara dair gözlemlerini ve Davutpaşa Kışlası’ndaki tutukluluk zamanlarını anlattığı “Tartışma” adlı romanında 12 Mart müdahalesine yer verdi. Onun kişiliğini ve yaşama bakışını şu anekdotta görmek mümkündür: Melih Cevdet Anday'ın Türk Dil Kurumu'na üyeliği konusu yönetim kurulunda görüşülürken üyelerden birinin "Melih solcu, nasıl kabul ederiz üyeliğe" demesi üzerine Kocagöz'ün fırlayıp "Ben de solcuyum" diye bağırır. Sanata bakışını şu sözünde somutlar: “Sanatçı, güncel, küçük politikanın içinde değildir. İnsanın eşitliğini, özgürlüğünü, haysiyetini kapsayan büyük politikacıdır.”

“Bir yazar, sanatçı, bir bilimci, politikadan korkar; en hafif deyişle, politikayı sevmez, ilgilenmezse, ne sanatçı, yazar, ne bilimci olabilir. Bütün nitelikleri bir yana, sanatçı ve bilimci, bir bakıma yaşadığı toplumun SÖZCÜSÜDÜR… Toplumun istediği, ama dile getirermediği düşlerini dile getirebilmek yeteneğine sahiptir sanatçılar.”  (Samim Kocagöz / Sanat ve Politika)


EDEBİYATTAN SİNEMAYA YAPITLARIYLA
YILMAZ GÜNEY KAVGAMIZDA YAŞIYOR…

9 Eylül 1984 tarihi, Türkiye’nin ender yetiştirdiği sanatçılardan birisi olan Yılmaz Güney’in aramızdan ayrıldığı tarihtir. Yaşamını devrim ve sosyalizm davasına adayan, “Halkın sanatçısı, halkın savaşçısıdır” şiarı temelinde yaptığı devrimci sanatla Türkiye halklarının gönlünde taht kuran Yılmaz Güney’in ölümünün üzerinden yirmi sekiz yıl geçti.

Öyküleriyle, romanlarıyla başlayan sanatsal gücü simeayla birlikte doruk noktada eserler üretti.. Has sinemacıydı, muhteşem bir gözlemciydi. İçerde olmasına rağmen dışarısının darbe ortamını nasıl bu kadar kusursuz betimleyebildiğine hâlâ daha şaşanlar vardır. 

Yılmaz Güney devrimci bir sanatçıydı. Onun sanatını belirleyen şey ise hayata bakışıydı. Onca baskıya ve yasaklamaya karşın yolundan dönmeden üretmeye devam edecek kadar gerçek bir sanatçı, THKP-C önderleri Mahir Çayanları evinde saklamayı göze alabilecek kadar da devrimciydi. Bunun bedelini yıllarca ödeyecek ama yaptığından pişmanlık değil, onur duyacaktı.

Hapishane yıllarında da üretmekten geri durmayacak, halkının yaşadığı acıları, yoksullukları, çelişkileri, hasretini, özlemini sinema perdesine aktaracaktı. Halkın sanatçısıydı, kaynağını halktan alıyordu. Çocukluğundan itibaren ırgatlık, çobanlık, satıcılık gibi işlerde çalışması halkı daha yakından tanımasını, yokluğu yoksulluğu kavramasını sağlar. Bunları ilerde sanatına yansıtacaktır.

1957de başlar sinema serüveni... İlk filmini çektiği 1958 yılında çok önceden Onüç isimli edebiyat dergisinde yazdığı Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Denklemi isimli yazı nedeniyle komünizm propagandası yapmak suçundan hapse mahkum edilir. Tutuklanıp hapishaneye konulur. Hapishanede de üretmeye devam eder ve daha sonradan Orhan Kemal Roman Ödülünü kazanacak olan Boynu Bükük Öldüler isimli romanını yazar. Hapishane ve sürgün yıllarının ardından yine art arda filmler çekecektir.

Bu dönemde çektiği filmler vurdulu kırdılı diye adlandırılan kabadayı, mert, delikanlı, haksızlıklara karşı çıkan, adaleti savunan tiplemelerinin olduğu filmlerdir. Daha sonraları Kızılırmak Karakoyun ve Hudutların Kanunu gibi filmler çekecek, ödüller alacaktır.

70’li yıllar ülkemizin toplumsal çalkantılardan geçtiği, bilinçlendiği toplumsal bir başkaldırının temellerinin atıldığı yıllardır. Yılmaz Güneyde bu dönemden etkilenir ve bu değişimi sanatına yansıtır. Ve Türk sinemasına başyapıt niteliğinde eserler de armağan eder. Umut, Ağıt, Acı, Baba, Umutsuzlar bu dönemde çektiği filmlerdir. Umut Türkiye’de yasaklandığı gibi, yurtdışına çıkması da yasaklanır. Fakat daha sonra Yılmaz Güney “Umut”u yurtdışına çıkartmayı başaracak ve Umut Fransa Gronoble Film Şenliği’nde Jüri Özel Ödülünü kazanacaktı.

Ülkede 12 Mart Cuntası hüküm sürmektedir. 12 Martın baskıcı yasakçı faşizan kanunları... 1972 yılında Mahir Çayan, Hüseyin Cevahir ve Oktay Etiman’a yardım yataklık etmek suçundan tutuklanır. Mahkemede yaptığını gururla anlatır ve insanlık dışı düzene karşı olan, yürekleri halkı için çarpan herkese yardım etmeye devam edeceğini söyler. Sosyalisttir, düşüncelerini, ideolojisini her zaman savunur. Kendisini şöyle tanımlar:

“Göğsümü gere gere ben sosyalistim demiyorum. Küçük ve acemi bir çırağım şimdilik. Safım açık ve bellidir. Emekçi ve yoksul halkımın safında, bilimsel sosyalizme inanan, sosyalizmin acemi sanatçısıyım. Bütün olanaklarımla kurtuluş mücadelesinin içinde olmaya çalışacağım. Bu yüzden başıma gelebilecek belaları şimdiden göğüslemeye hazırım. Halk yolunda halk için ölüm, şerefli bir ölümdür.”

Kendi kendini eleştirebilen, eksik yanlarını aşma çabası içinde olan ve aşan bir kişiliktir. Kendinde zaaf olarak gördüğü her şeyle mücadele etmiş ve aşmasını başarmıştır. Bu mücadelesini şöyle açıklar:

“Dışa karşı mücadelenin temel koşullarından biri iç birlik ve sağlamlıktır, içten çürük, tutarsız olan hiç bir şey dışa karşı başarılı olamaz.”

Yılmaz Güney değişime inanan ve dünyayı değiştirme iddiasına sahip bir düşüncenin ve kavganın neferiydi. Çünkü ona göre Devrimci sanatçı, devrimci tabiatı gereği militandır, yenileştirici ve değiştiricidir. Toplumsal kurtuluş mücadelesinden ayrı düşünülemez. Devrimci mücadele ile organik bir bağı olmalıdır. Bu nedenle, devrimci bir sanatçı, o ülkenin devrimci mücadelesinin hedefleri ve görevleri doğrultusunda görevlerle yüklüdür. O her şeyden önce bir devrimcidir, militandır, sanatı devrimin bir aracıdır, bir silahıdır.

1980 faşist cuntası geldiğinde bütün kitapları ve filmleri yasaklanacak, 130 filminden 104ü yakılacaktı. Filmleri ve eserleri cuntayı korkutmayı başarır. Ondan böylesine korkanlar bir efsaneyi yok etmeyi amaçlarlar. Hakkında pek çok dava açılacak ve Yılmaz Güney hapishaneden kaçıp, yoluna devam etmek üzere yurtdışına çıkacaktı. Bu durumunu şöyle özetleyecekti:

“Böyle bir dönemde Türkiye’de yapabileceğim hiç bir şey kalmadı. Türkiye için bir şeyler yapabilmek, ezilen halk ve ulusların mücadelesine aktif olarak katılabilmek, faşizme karşı mücadele edebilmek için Türkiye’den geçici olarak ayrılıyorum.”

Yurtdışında da halkların kurtuluş mücadelesinden geri durmaz Yılmaz Güney. Yurtdışında bulunduğu süre içinde Duvar filmini çekecek ülkemiz hapishanelerinin gerçekliğini gözler önüne serecekti. Yurtdışına çıkmadan önce yaptığı bir film olan Yol ise Cannes Film Festivalinde Altın Palmiye ödülünü kazanacaktı.

47 yıllık ömrünün 13 yılını cezaevinde 3 yılını ise yurtdışında geçirecek ömrünün son anına kadar halkların kurtuluş düşünü yüreğinde yaşatacaktı: “Hayatın her alanında iyi savaşçılar, başarılı savaşçılar olmak ve yetiştirmek zorundayız. Biz sazımızı çok iyi, çok iyi çalmalıyız. Biz, iyi, çok iyi türküler söylemeliyiz.”

Unutmayacağız, unutturmayacağız!

“Devrimin önündeki sosyal güçler, kendi sınıf çıkarlarına uygun sanat hareketleri de yaratırlar. Siyasi ve askerî mücadelelerini sanatsal çalışmalarla güçlendirmek isterler. Biz proletaryanın sanatına, halkın demokratik devrimci sanatına sahip çıkar ve onu geliştirmeye çalışırken, gerici sınıfların sanatına karşı nasıl bir mücadele yöntemi izleyeceğimizi de bilmeliyiz. Halkın sanat alanındaki savaşçısı olmak istiyorsak, burjuvaziyle, revizyonizmle, oportünizmle aramıza berrak sınırlar çizmeye çalışmalı ve devrimin zor yolunun gerektirdiği sabrı, fedakârlığı ve kararlılığı göstermeliyiz.”YILMAZ GÜNEY


HO CHİ MİNH YOLDAŞA BİN SELAM!

ABD’ye ilk tokatı indiren, Vietnam devriminin büyük ustası Ho Chi Minh’i ölümünün 40. yıldönümünde saygıyla selâmlıyoruz.

Halkının deyişiyle, Ho Amca, Yeni sosyalist kuşağımızın bütün o bitmez, tükenmez tartışmalardan kurtulması için gerekli en yanılmaz sosyalist mihenk taşını bizlere gösterdi:
1 - Teoride: Kendi tarihinin ve toprağının çözümlemesini iyi yapmak;
2 - Pratikte: Kişi ya da kişileri sivriltmeyen elbirlikçi davranış yapmak.

Günümüzde öne çıkan liderlik kompleksleri ve onun getirdiği parçalanmaya karşı tek ilaç Ho Amca’yı iyi tanımakta yatmaktadır.

Ho Amca', önsüz ve sonsuz bir sosyalizm çabası içinde, en gerçek emeğin adsız ruhu olarak yaşadı ve göçtü. Bütün ömrünce "kişi" olarak "sivri"liği ile hiç kimseye batmadı. En rezil düşmanı Amerikan emperyalizmine bile, en yalınkat hakkın kılıcı gibi batarken: "Tek kişi" olarak değil, bütün bir Vietnam halkı olarak savaştı. Ulaş Başar Gezgin’in “Bir Tablet Üstüne şiirinde belirttiği gibi:

“Kuşandığında silahını Ho Şi Minh,
Yalnız değildi...
Halkı, eritip bir kapta onu,
Tanklar yaptılar, bombalar, uçaklar...
Öyle uçucu, öyle uyumlu...”


ŞİLİ’DEKİ FAŞİST DARBE
UNUTULMADI, UNUTTURULMAYACAK…

Bundan tam otuz yedi yıl önce Şili’de Allende hükümeti askeri bir darbe ile devrildi ve yerine Latin Amerika’nın en kanlı, cani, terörist-faşist rejimlerinden biri kuruldu. Zindana ve kitlesel işkence merkezine dönüştürülen Santiago stadyumu ve binlerce “kaybedilen” eli kanlı cuntanın simgesi oldu… Seçimle işbaşına gelmiş Devlet Başkanı Salvador Allende dahil, otuz binin üzerinde devrimci, yurtsever ve sosyalist katledildi. 150 bin kişi toplama kamplarına gönderildi. İşçi sınıfı ve emekçilerin örgütlülükleri şiddet ve terörle dağıtıldı… Şili devrimi ağır bir yara aldı.

1973 Şili faşist darbesinin 37. yıldönümünde tam da bu gerçekleri bir kere daha bilince çıkarmak, dünya ezilenlerinin ve sömürülenlerinin kurtuluşu için emperyalizmin ve dünya gericiliğinin yeryüzünden silinmesinin ivedi gereklilik olduğunu kavramak önemlidir. Emperyalistlerin dünya halklarına “kurtuluş” diye sattıkları şeyin ne olduğu Afganistan’da, Irak’ta, Filistin’de ve Kongo, Nijerya, Liberya’da bütün çıplaklığıyla görülmektedir. Emperyalistlerin kendi çıkarlarından başka gözettikleri hiçbir şey yoktur ve onlar bu çıkarlar için dünya halklarını felakete, açlığa-yoksulluğa ve savaşlara sürüklemekten biran olsun çekinmemektedirler. İşçi sınıfı ve dünyanın ezilen halklarının kendi gücünden başka güvenecek kapısı yoktur. Örgütlenmek ve emperyalizme ve dünya gericiliğine karşı ortak mücadeleyi yükseltmek -dün olduğu gibi bugün de görev budur!

El pueblo unido jamas sera vencido! Birleşmiş halk asla yenilmeyecek!


33. YILINDA 12 EYLÜL’LE
HESAPLAŞMAMIZ SÜRÜYOR!..

12 Eylül faşist darbesinin üzerinde 31 yıl geçti. Ama bu dönemin suçluları hâlâ ellerini kollarını sallayarak ortalıkta dolaşmakta ve büyük itibar görmektedirler. 12 Eylül’ün karşısında olduğunu iddia edenler de 12 Eylül türevi uygulamalara devam etmektedirler. Hatta bu yüzsüzler, 12 Eylül faşizminin katlettiklerini ambalajlarında kullanma yüzsüzlüğünden de geri durmamaktadırlar. Günümüzde de karakollarda infazlar, kaybolmalar sürerken, yazarlar, gazeteciler tutuklanırken, kim inanır düzenin egemenlerinin 12 Eylül karşıtlığına.

12 Eylül darbecileri ve onların sürekleri sanık sandalyesine çıkartılmalıdır. Ama bu kendiliğinden olmaz. Bunu sağlayacak olan proletarya ve emekçilerin mücadelesinin dayatmasıdır. Yakın dönemin Yunanistan, Arjantin, Şili, Peru vb. deneyleri de bunu gösteriyor. Oralarda halkların mücadelesinin dayatması sonucunda cuntacılar ve suç ortakları sanık sandalyesine oturtuldu ve oturtuluyorlar. Türkiye’de de en başta yapılması gereken şeylerden biriside cuntacıların halka karşı yapmış olduklarından dolayı sanık sandalyesine oturtularak yargılanmalarının sağlanmasıdır.

32. yıl dönümünde 12 Eylül faşist darbesini protesto ederken ve yaptıklarının hesabının mutlaka sorulması gerektiği bilinciyle demokrasi ve özgürlükler kavgasını örerek, bu mücadele de yaşamını yitiren devrimcileri anıyor, devrimci onurlarını 12 Eylülcülere çiğnetmeyerek direnen devrimci ve komünistlerin kavgasını kavgamızda yaşıyoruz, yaşatıyoruz, yaşatacağız.

12 Eylül faşist darbesini unutmadık, unutturmayacağız!






NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanatiGoogle Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.comFacebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati

VİLDAN SEVİL: Ahtapotun Kollarında Bir Adam





AHTAPOTUN KOLLARINDA BİR ADAM





RESİM: BABÜR PINAR



Ona hiç “Enişte” demedi. Eniştesi olmadan önce, ilk gördüğü günden beri abisiydi. Kırk yedi yıl olmuş meğer...



Ey zaman... Bazen ne denli hızlı akarsın, yetişemeyiz. Bazen nasıl da yavaşlar, durursun.  İtesi itesi gelir insanın ya da insan seni yok saymak isterken kendi yok oluşunu özler öyle anlarda.



.....................


 
Ayarlanabilir yatağın arkası, neredeyse dik duruyor. O, orada öylece oturuyor.



Yatağın sol üst tarafında, yukarda, “Bip bip” diye sesler çıkaran koca bir ahtapot başı. Ahtapotun ağzı, gözleri siyah, yeşil ışıklarla zikzaklar çiziyor. Sürekli, sürekli Bip bip bip...

O,  görmüyor, duymuyor , bilmiyor. Öylece oturuyor. Yatağın iki yanında, çeşitli sıvılarla dolu şeffaf torbalar, yüksek metal askılarda. Hortumlar, hortumlar... Ahtapotun kolları… Sıvılar vücuda akıyor, oradan aşağıda asılı duran başka torbaya boşalıyor.

Göğsünde korse, altında sayısız dikiş. Gırtlakta tüp ve hortum. Öylece oturuyor.



Otuz beşinci gün bu serüven başlayalı.



...................


 
Kadının tanıdığı bir tablo bu, deneyimli. Sonunda, katmer katmer açan ihanet çiçekleriyle ödüllendirildiği kaç deneyim yaşamıştı böyle. Çiçeklerin kimini ertelenmiş öğrenmelerle almıştı, kimine bile bile, canı yanarak ama susarak uzatmıştı ellerini. Gözaltındaki morluklarını saklar umuduyla başvurduğu koyu mavi far kullanma alışkanlığını armağan eden, uykusuz ve sayısı belirsiz, korkulu nice hastane günleri.



(Zor ve zoraki afların anası lanet olası vicdan, kör olası, olmaz olası hatta, isyan bilmez vicdan)



Ama abininki çok uzadı, iki ameliyat üst üste ve onun da üstüne şu azgın mikrop. Dayanılır gibi değil.



Kadının yüreğinde umarsızlığın önü alınmaz isyanı.



Beyninde binbir parça kristal, binlerce iğne batıyor, batıyor... Boğazında bir koca tokmak, itsen inmez, çeksen çıkmaz.



Böyle zamanlarda gözyaşları yasaktır. Onlar da bilirler böyle zamanları, (gözyaşları da öğrenir) akmaya kalkışmazlar hiç. Karşısındaki anlar, diye düşünürler. Hasta umudu görmelidir hep, gözleri görmese de… Yaşamı hissetmelidir hep, hissetmediğini sansak da... Senin görevin, hep yaşamı anımsatmaktır ona. Gözlerinde korkuyu asla görmemelidir hasta.



O, öylece oturuyor. Görmüyor, duymuyor, bilmiyor/mu?...



Gözkapaklarının, parmaklarının istem dışı kıpırtıları...



Belli ki bilinçdışı rahat durmuyor. Durmasın, sakın rahat durmasın...



Bin bir renkte kuzey ışıkları mı dans ediyor gözkapaklarının altında? Kocaman bir gökadası Samanyolu, yağmur olup akıyor mu acaba? Karısı, çocukları, damatları, torunları kanatlanmış mıdır o uçsuz bucaksızlıkta? Şimşekler çakıyor mu? Yıldız yağmurları mı yağıyor yoksa?



Şileplerde hangi dalgalarla boğuşmaktasın şimdi? Yoksa Süveyş’e ya da Cebelitarık’a, Hamburg’a mı demir atıyor gemin?



(Getirdiğin akik kolyeler, defterler çeşit çeşit...)



.......................



Vals, tango, slow gibi ağır danslardan hoşlanırdı, daha ortaokuldayken vurulduğu nişanlısı.



Çaça’lar, sambalar, mambolar, rock and roller, sonra twistler... Onları sevmezdi hanım hanımcık nişanlısı. Zamanın deli dolu dansları...



Oturan adam, deli dolu kardeşini çekip piste fırlatışını, Türkiye’de tam bilinmezken Avrupa limanlarından taşıdığı dansları öğretişini anımsar mı acaba?



Yön Dergisi’ni, Das Kapital’in özet baskısını eve getirişini, Akşam Gazetesini, eski TİP’i... İlkokulda, babasının (ucuza gelir diye) düzineyle aldığı kalem ve silgileri sınıftaki yoksul arkadaşlarına götüren, o okuma oburu deli kızın, onun getirdiği kitaplara, dergilere gömülüşünü... Anımsar mı artık?



On dört yaşındaki asi kızda, sönmeye hiç niyetlenmeyen özgürlük ve eşitlik ateşini bilmeden nasıl tutuşturduğunu, anımsar mı? Prometheus’a öykünüşünü deli kızın...



......................

Orada oturuyor öylece. Sessiz çığlıklar da yasak size gözyaşları, susun, susun... Ya bilinçdışı ispiyonluk ederse...



Bilinçdışı, başına buyruktur, uyumaz, düş olur. Sanı, varsanı olur uyanışın bir anında, bin bir cisme bürünüp görünür, bin bir sese bürünüp, duyulur. Susun siz de gözyaşları, uslu durun.



.................

“Emin misin kızım?” demişti erkenden yitip giden babasından rol çalarak. Emin misin?... Sınıf farkı, kültür farkı, ekonomik durum, onu, ailesini yeterince tanımama, falan filan...



Deli kız, on dokuzunda. Kitapları devirmiş, tartışmalara doymamış, yurdunu, dünyayı kurtarmaya durmuş. Breh breh breh... Deli kız deli, kanı ondan da deli... Her şeyi biliyor ki, nasıl bilmek hem de... Dil, bir koca kürek.



Yakışıyor mu o dergileri, kitapları getiren abiye bu sorular?


Ayıp, ölçütler bunlar mı olmalı? Sınıflarını insanlar mı seçiyor doğarken? Söylediklerin, aşılmaz engeller mi sanki? Biz ki, değişime, değiştirmeye başkoymuşuz, kendimizle mi başa çıkamayacağız? Kafalar ve gönüller birse eğer... Samanlık seyran olmasa da bir uzun yolda yoldaşlık var.


"Hani çok gençsin , böyle kararlar çok düşünülerek ve bir defa verilir diye... Sen bilirsin elbette.”



O zaman, böyle dedi ve öylece sustu, bakıp kızın deliliğine.



Deli kız, bir daha öyle deli deli, öyle hareketli ve öyle kıvrak danslar etmedi. Hatta “adet yerini bulsun”lar dışında hiç dans etmedi. Kocası bilmiyor, incinmesin falan diye değil elbette (Aman kimse incinmesin), “burjuva” eğlencesiydi de ondan.



Deli kız, burjuvaziye isyan ederken yani fena halde bilinçlenirken yani, epeyce köylüleşti. Köylüler, işlerine geldiği kadar burjuvalaşırken, deli kızlar kendilerini törpüledi de törpüledi emekçi sınıflarla iletişim aşkına. Müzik zevkleri uysun derken, müzik de dinleyemez oldu kimisi. Oku oku oku...Koş, koş, koş... Neden hiç “Off” demez, yorulmazlardı acaba?



Küçük burjuvazi, aptaldır, korkaktır. Kimi küçük burjuvalar, burjuvaziye  özenir, öykünür durur, yamanır, kişiliğinden olur. Kimi, kapitalistlere, kapitalizme isyan edeyim, küçük burjuva bencilliğimle savaşayım derken kurnazlığın tuzağına düşer, yine bir başka biçimde kişilikten olur.



Küçük burjuva, iki arada bir derededir. Aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyıktır.



Küçük burjuva, kurnazlığı hiç bilmez, yalpalar durur; yalpalamayı, aşağıdaki de görür, yukarıdaki de… Çekiştirir dururlar. Onun için hem aşağıdan yer tekmeyi, hem de yukarıdan, paramparça olur.



Sınıfsal, kültürel kalıtlar vardır. Evet, sınıfsal arkaik kalıtlar... Küçük burjuva  deli kızlarla deli oğlanlar bilmezdi ki  bunları… Önce onlar vuruldular hep.



(İlk fırsatta tango dersleri almalı, evet yine dans etmeli hem de şöyle raconuna pek bir uygun. Sil baştan, şu dayatılan Arap yaşam biçimine isyan adına ve yaşanmamışlıklar aşkına, hani şöyle görkemli devrimci inatla)



.......................

Parmaklarını kıpırdatıyor oturan adam. Nedir imlediği? Kadının yüzüne mi vuruyor bir şeyleri? Yooo... Yapmaz. Bilir ki, deli kız, kendine hiç acımaz, yüzleşmeyi derisini soya soya yapar hem de.



Hadi aç gözlerini oturan adam, aç... İzin verilince açacaksın değil mi?



Bak, ameliyat yaraların nerdeyse geçti. Nerden buldu şu lanet streptokok seni, geldi akciğerlerine tünedi.



Bak şimdi, tanrısal bir edimde doktorlarının hepsi. Nasıl sevecen ve nasıl insan gibi insan ve nasıl da tanrısal birer insan hepsi.



İnsandan yana umudu keseriz zaman zaman... Ama şimdi pek az bulunan bu insanlara rastlamanın mutluluğunu yaşayalım birlikte, gel, umudu tazeleyelim...



Bak, koskoca Yusuf Hoca yemeğini yedirdi sana biraz ayıldığında. Dr. Ferda keza... O, gerçekten güzeller güzeli bir tanrıça. Ve diğerleri, hepsi... Onların destanını yazmalı birileri. Sonra göğüsleri yarılmış, savaşın acısını ana karnına düşmeden taşıyan Iraklı, karakuru, bir yaşına gelmemiş minicik bebekleri, onlara uzanan bu kutsal elleri yazmalı biri. İnsanlık için ve insanlık aşkıyla. Savaş tanrılarına inat hem de... Bebeler büyüdüğünde savaşlar bitsin diye.



Haydi aç gözlerini oturan adam, yaşam seni çağırmakta...



.........................

Uyandırıldığında, bir ara “Zaman geçmiyor burada” demişti. Zaman geçmiyor.



Haklısın geçmez abicim, geçmez. Hele bunca ızdırabı çekerken hiç geçmez. Yerden göğe haklısın. Derler ya hastane, hapisane ve askerde zaman geçmez.



Bilmez mi deli kız hiç, bilmez mi? Askerlik bir yana, talimli ne de olsa diğerlerine...



Zaman dediğin nedir ki? Alt tarafı insanların çizdiği görünmez bir sınır. Beyninde bir oyuncak olmalı senin için zaman. Izdırabına inat.



Yaşam, bir büyük bilgedir. Sınırlarını zorlarsan, ders almadan da bir yogacı direncini el yordamıyla öğretir sana.



Haydi, hoşuna giden düşlemlere dal, durdur zamanı, hoşuna gitmeyenler oldu mu koştur onu, akıp gitsin. İnan ki bunu yapılabilirsin, tecrübeyle sabittir.



Zaman ile oynanan oyunlar, bir direniş biçimidir, tanı ve öğren onu... Öğrenmenin yaşı yok ki...



Haydi lütfen aç gözlerini...



Aç gözlerini... Aç gözlerini...



Yaşam seni çağırmakta çığlık çığlığa...



05.07.2011

VİLDAN SEVİL 

SERKAN ENGİN: Hor Gazel





HOR GAZEL










Adının ucundan başlar yıkılmaya bu dem şanlı Babil Kulesi
Yas nehirleri teyellersin şimdi o yitik yaz gecesinin cesedine

Sarı bir yalandı elbet bir tek elif olduğu ikimizin birden
Toplasan bir hareke bile etmezdi senin şu naylon kalbin

Kaç serenata bölmüştüm çağla heveslerimi pencerenin altında
Arabesk öptüm, rezil sevdim, hun revan özledim bir dem seni

Kendi üstünden uçan aptal bir kuşsun sen ela bir baharı ıskalamış
Artık gam çanları çalacak son nefesine kadar düşlerinin tepesinde

Adının ucundan başlar yanmaya U dönüşsüz kunt yollar
Yas harfleriyle bezersin şimdi o yaz gecesinin yitik silüetini





SERKAN ENGİN


TAN DOĞAN: Elveda İstanbul—MEHMET RAYMAN: Hasır Şapka





ELVEDA  İSTANBUL








kimsenin kalbini kırmadan uçmalı diyor bir kuş
bir diyardan diğerine göçerken
üç şey alacağım diyor şâir yanıma:
oğlumu yârimi bir de ömrümü
maviyi unutma diyor deniz susamı unutma diyor simit kanadımı unutma diyor güvercin
ağladıkça anlatıyor sokak sokak kediler köpekler martılar bulut bulut bir umut
mezarlıklardan sesleniyor serviler çürük içlerinden çınarlar kırık dallarından güller
yitik tarihlerinde susuyor haydarpaşa garı kalamış sahili moda plajı
acı her yerde acı diyor istanbul beyefendisi bir dede
gidelim beyim diyor kolundaki hanımı sadabâd’e





kimsenin kalbini kırmadan uçmalı diyor bir kuş
bir diyardan diğerine…
üç şey alacağım diyor şâir yanıma…


istanbul elvada



TAN DOĞAN










HASIR ŞAPKA







arada kalma yürü
gezine gezine gel bize
bir ağaç gölgesi buluruz sana
suyun akışına bırak cebindeki taşı

yağmur yağdığı zaman
çağcıl kesilir diken kurusu bile
dilini dudaklarına sür
sakın gözlerini yumma

dönüyor dünya
çarpışan kıtaların kırıkları dökülmüş
kol kola gezdiğimiz yollara
bir demet gül sun ötekine
soğukların bölgesi düşmüş
daha yeni doğan güneşin üzerine

kulağını göstermen için
kolunu kaldırman yeter
yayın balığı gibi geçtim gözlerinden
kırmızı bir nokta kaldı geride

kum yalnızı kesildim
çölleri düşündüğüm günden beri
bütün gün yoluna bakıyorum
ağarmaz ki dünyanın öbür tarafı




MEHMET RAYMAN




OSMAN COŞKUN: Haziran’da “Gülmek” Zor..







HAZİRAN’DA “GÜLMEK” ZOR...




 RESİM: MARC CHAGALL


bütün biletler kesilmiş fizan'a
umman'a alınmış bütün demirler

içimde bir kuşku kemirir durur
düşler sarkacında bir yağlı ilmek
sallanır durur boşlukta

iklimlerine el atıyorum boş zamanlarımda
yeni hava durumları ekliyorum tarihçene
kar, yağmur, güneş, rüzgar, dolu
güllerin solacak
sanacaksın vakitlerden kıyamettir
kıyametin de kopacak, sürünecek ama
ölmeyeceksin...

içimde bir kuşku kemirir durur
ağaçta bir kuş ölüsü düşmez aşağı
aşağıda bir papatya yeni bitiyor
yaprakları sararmış hasretinden
tabiat için kutsal sebep sensin
gelişinle yeşeriyor okyanuslar
derken bütün sular çekiliyor
adına -gel git- diyorlar
şaşırtıcı şeyler oluyor bu aralar

kilimlere yeni desenler dokuyorlar
henüz yazılmamış bir kitabı okuyor kızlar
felsefe yapıyor aklınca filozofun biri
bir haber sunucusu intihar ediyor canlı yayında
canlı yayını kesiyorlar, haber değeri olan bu olayda
gerçekleri gizlemeye çalışıyor yine kanaryalar
tilkiler kafasının dikine gidiyor, ama hepsi o kadar
kurtlar meydanda yok, hariçten maval okuyorlar

şarkılar bir şeyler anlatıyorlar, sus biraz
dilsiz bir rapunzel olursun sarı saçlarının örgüsünde
saçların ki merdivendir gönlünden gönlüme

içimde karanlık adamlar kaçışıp durur
ağır yaralı derin kanamalı savaşlar
ve bu şiirin bitmesi lazım bir yerde
yoksa birazdan müttefik olacağım gidişine
bana bunu yapma, bir şey söyle
susuşun bile bir şeydir, ha şöyle

gönül rahatlığı ile bitirebilirim şimdi

çok bir şey beklemiyorum, "sen gel" sadece

yoksa ben gideceğim artık kaç ay oldu
vakit doldu, günler hafta, haftalar ay, aylar yıl oldu
güller tomurcuktaydı, gelmedin soldu



 

OSMAN COŞKUN


AHMET TAHSİN ÇINAR: Tuz Yokluğu—CEM EREN: Sek Sek





TUZ YOKLUĞU







Sabah erken uyandım
Hüzünlü güne yağmurlar doğuyordu
Eski fırından taze ekmek alıp
Kahvaltı yapacaktım
Seneler var ki masamız hazır olurdu
Eve dönmelisin
Yokluğun anne yokluğu
Terliğini kapının önüne koydum.

Traş olamadım canım çekmedi
Kanadı kırık topal bir kuştu gönlüm
Susuz kedi gibi dolaştım evde
Nereye dönsem ben olamıyordum
Yokluğun su yokluğu
Bastonunu terliğinin yanına koydum.

Masaya oturdum hüznüm kapıya dönük
Geleceksin
Geleceksin biliyorum
Bu gece sanki sesini duydum
Ne kadar kirli varsa yıkadım evde
Çoraplarını çoraplarımın yanına koydum

Televizyonu ben açtım bu kez
Her zaman açık olurdu
Sevdiğin diziler dizi dizi
Nereye baksam senden göz izi
Seni eve getireceğim yokluğun tuz yokluğu
Ayakkabılarını çantama koydum.



AHMET TAHSİN ÇINAR











SEK SEK






sonbahardı
sıkıyönetim çok sıkı sıkıcıydı ...

hüzünleri olgunlaştırma enstitüsü kuruldu heryerde
aşk ,muhbirlerin dilinde karakola düşüyordu
saçlar başlar hemzemin oluyordu yerle...

tek kelime türkçe bilmeyenleri,
istiklal marşına zorluyorlardı demir parmaklıklarda
ve acı her dilde aynıydı...

çok sıkıcıydı Evrenimiz
tombul adam ve papatyalarla süsledik heryeri
birden prenslik ilan edildi memlekette....

papatyalar yetmedi
ıspartanın gül kokuları bezedi heryeri

sonra baktık ki bu iş çiçekle böcekle olmayacak
karardı gözlerimiz,
bir aydınlık gelsin memlekete dedik
yaktık ampulleri

ışık ...
o kadar çoktu ki
görmez oldu gözlerimiz

ey eylül
1000,900,80
sek hayatımdan...



CEM EREN


BAYRAM ATAKUL: Okul Yolunda, Dün Gibi Bugün Gibi



OKUL YOLUNDA, 
DÜN GİBİ BUGÜN GİBİ








Yuvası bozulmuş kuşlar gibi halimiz
Bağları bozulmuş topraklar gibi memleketimiz
Yağmalanırken bir bir köylerimiz, şehirlerimiz
Parmaklıklar ardındaydı boydan boya ülkemiz

Vurulup toprağa düştüler bir bir
Okul yolunda
Kahpece kurşunlanan gençler gibi
Hayallerimiz

Fısıltıya büründü ülke
Duvarların hatta sokakların bile kulağı var
Kuşku tutmuş köşebaşlarını
Kitaplar bize hiç düşman olmadı ama
Biz ne halt yiyeceğimizi bilemez halde
Deli divane aşıkken terkeden sevgililer gibi
İçimiz ürpererek yaktık kimliğimizi ele verecek muhbir kitaplarımızı
Astığı astık, kestiği kestik genarellerin
Korku kol geziyor sokaklarda
Kaçağız, mülteciyiz komşu topraklarda

Umutla çıkılan yolculukta karşımıza dikilen
Dimdik sonsuz yükseklikte kaygan bir duvardı hayat
Biz dağılmıştık çil yavrusu gibi
Çil yavrusu gibi dağılmıştı umutlarımız
Yenilmiştik, sanki sona ermişti yaşam

Faşizm, kimsesizlik olduğu kadar yalnızlıktır da
Can pazarıydı boydan boya coğrafyamız
İşkencecilerden başka kimseler duymadı, işkence görenlerin çığlıklarını
Ben diyeyim, kağıtlar, hoparlörler
Siz anlayın gazeteler, televizyonlar kapatmıştı kulaklarını
Darağaçlarının gölgesi düştü toprağa
Perişandı hayat ve karanlık bir zindandı ülke

Direnişe kıvılcım olmak için
Bir ateş topu gibi düşmemişti henüz
Hapishanenin beton zeminine nice genç beden
Asıldığında onsekizine bile basmamıştı Erdal Eren
Yasalara göre aklı başında değildi henüz
Aklını başına getirmek için geçirdiler boynuna ipi
Ve daha acısı, geride kalanların aklını başına getirmekti hevesleri
Direnişin tohumları işkencenin zalimliğinde yeşerirken
İnsanlığın onuru, işkenceyi yenecektir sloganlarının
Zindanların duvarlarında patlaması için
Henüz vakit çok erken

Ölüm oruçlarında yavaş yavaş yanan bir kömür gibi
Erirken gencecik bedenler
Sessiz bir çığlıktı yankılanan hapishane duvarlarında
Duvarlarda sönümlenen sessiz ve canhıraş bir çığlık
Yavrunuzun köşesinde sokulurken gözlerinizin içine
Baldırı çıplak kızların fotoğrafları
Toprağı yenice yarmış, tazecik bitip gelen filizler
Sararıp solarken, eriyip biterken ölüm oruçlarında
Yer almadı yemyeşil sürgünlerin sessiz çığlığı
Yer almadı gazete köşelerinde
Haberden bile sayılmadı
Dün gibi, bugün gibi
Kör ve sağır bir toplum yaratmak için
Elden gelen ardına konulmadı
Dün gibi, bugün gibi



BAYRAM ATAKUL