Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

15 Ekim 2011 Cumartesi

EMEĞİN SANATI'NDAN 104. MERHABA



Merhaba,

Sanatta pek çok şey, sanatçının kişiliğine ve görüşlerine bağlıdır. Tek ve aynı nesnel gerçeği, her şeyden memnun olan, var olan tüm gerçeği olağan bulan sanatçıyla, olaylara ve olgulara eleştirel yaklaşan sanatçılar farklı görürler. İşte bu fark, düş ile gerçek arasındaki çelişkinin dramatik biçimde farkında olan, ama kötülüğün düzeltilemez olduğuna inanan sanatçıyla, her şeyin iyiye doğru geliştirilebileceğine inanan, sanatını toplumsal kalkınmanın hizmetine adayan sosyalist gerçekçi sanatçı arasındaki farktır.

Emeğin Sanatı, hep arka planda kalmış olanları tarihin ön safına çıkarmanın sanatsal mücadelesini verme amacıyla yola çıktı. Postmodernizmin yoğun saldırısı altındaki sanat alanında yeniden sosyalist gerçekçilik mücadelesini sürdürüyor.

Elbette sanat alanında gelişmeye ayak uydurabilmek için, bir yöntemi kaldırıp onun yerine başka bir yöntem getirmek yetmez; insanın çağında olanlara karşı duyarlı olması, yaşamı tanıması ve yaşamın akışını doğru algılayabilmesi gerekir. Sanatın gerçekle, okur ya da izleyicinin de sanatla ilişkisini çözümleyebilmek her zaman önemlidir. Okur ya da izleyicinin gerçekle ilişkisini çözümleyebilmek çok daha önemlidir. İşte Emeğin Sanatı’nın çizgisi budur: “Gerçek” ölçütüne çağdaş bir anlam kazandırmaktır. Sosyalist gerçekçi sanatçılar olarak, devrimci tavır ve tarihsel sorumluluğumuzu emeğe ve insana saygıda birleştirdik. Ancak bu birlikteliğimiz sanata ve insana yaklaşımımızda, toplumsal sorunlara bakışımızdadır elbet. Buna karşın, her birimiz, sanatı yepyeni buluşlarla zenginleştirerek, kendi bireysel arayışlarımızı sürdürmekten de geri kalmayız.

İşte bu sayımızda da son on beş günün toplumsal ve yaşamsal yoğunluğunun izdüşümünü yansıtmanın yanında; estetiği, sanatta nesnel yasaların varlığını asla yadsımayan, hatta bu yasaların kesinliğini vurgularken, toplumsal yaşamın temel yasalarıyla aralarındaki ilişkileri ve karşılıklı etkileri üzerine yapıtlarını kuran sanatçı dostlarımızın yapıtlarını bulacaksınız. Eleştirileriniz ve önerileriniz yolumuza ışık tutacaktır...


EMEĞİN SANATI


BU SAYININ SAVSÖZÜ


Sanatçının birinci görevi, gerçeğin değişebilirliğini yansıtmaktır. Bu yansıtma işi, onun gücünü, inancını koyar ortaya. Toplumsal dengelerin düzenleyicisi, kimi kez değiştiricisi, dinamik unsurların işlevini hızlandırmak görevini yüklenir sanatçılar. Bu, tartışmasız, onlardaki toplumsal gerçekliği kavrayış düzeyini belirler.

Toplumsal gerçekliği kavrayamamış sanatçıyı çağdaş sanatçı olarak nitelemek olası değildir. Her çağda, her dönemde kendisini tarihe belletebilen sanatçıların varlığı, onların toplumsal gerçeği kavramışlıklarını da gösterir. Bugüne taşınmalarının biricik nedeni budur.

……

Bugünün gerçek sanatçıları aynı zamanda geleceğin ve kuşkusuz dünyanın en sevdalı insanları olan, en büyük aşkları yoğuran emekçilerin yeni dünyasını, onların olan dünyayı kurmak için mücadele edenlerin sanatçılarıdır.

Acıyı, işkenceyi, sömürüyü, çürümüşlüğü, kısaca eskiyi, eskimiş olanı reddeden; bunların bizzat nedeni olan burjuva aptallığını yerden yere vuran devrimci bir doku da, sosyalist gerçekliği kavramışlıkla olasıdır.

Gerisi… Evet gerisi: Boş tenekem tangur tungur!.. METİN TURAN (Yeni Şiir, Aralık 1987)


YAŞAM VE SANATTA

15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ


KÜRTÇE’NİN BÜYÜK ROMANCISI
MEHMET UZUN MEZARI BAŞINDA ANILDI


Diyarbakır'da tedavi gördüğü hastanede 11 Ekim 2007 tarihinde yaşamını yitiren Kürt edebiyatçı Mehmet Uzun, mezarı başında ailesi, dostları, arkadaşları ve sevenleri tarafından anıldı.

Yakalandığı mide kanseri nedeniyle uzun süre tedavi gördüğü hastanede 11 Ekim 2007 tarihinde yaşamını yitiren Kürt edebiyatçı Mehmet Uzun, ailesi, dostları, arkadaşları ve sevenleri tarafından Diyarbakır Mardinkapı Mezarlığı'ndaki mezarı başında anıldı.

Anmaya Uzun'un annesi Asiye Uzun, kardeşi Mahmud Uzun, kayınpederi Celal Uzun, doktoru ve arkadaşı Adem Avcıkıran, Kürt Yazarlar Derneği Başkanı Şehmus Sefer, PEN Diyarbakır Temsilcisi Şehmus Diken, Yazar İrfan Babaoğlu, 78'liler Girişimi Diyarbakır Temsilciliği'nden Cuma Topalan, Sur Belediye Başkanvekili Mehmet Ali Altınkaynak, Siverek Belediye Başkan Yardımcısı Cuma Yılmaz, Çermikliler Yardımlaşma Derneği Başkan Yardımcısı Kamil Şeker'in yanı sıra aile dostları ve çok sayıda seveni katıldı.

Anmada ilk konuşan Kürt Yazarlar Derneği Başkanı Şehmus Sefer, yaşamını yitiren Uzun'u 4. yılında mezarı başında andıklarını belirterek, bu sabah anmaya gelmeden önce Uzun'un "üstadım" dediği Yazar Yaşar Kemal'i aradığını söyledi. Sefer, yaptığı telefon görüşmesinde Kemal'e "Bugünlerde Bahar İndi" isimli şiir kitabından "Hannaya Şiirler" isimli şiirini anmada okumak istediğini, Kemal'in de bundan memnuniyetini dile getirerek, Uzun'un büyük kapılardan geçen bir edebiyatçı olduğunu dile getirdiğini aktardı.

Sefer, konuşmasının Hannaya Şiirler isimli şiirin, "Dünyanın neresinde olursa olsun / Kötülüğün sesi dünyanın neresinden gelirse gelsin iyi değildir / Yüreğimizi dağlamalı kötülük / Bak bu söylediklerimi ancak sen anlarsın." dörtlüğünü okudu.

Mehmet Uzun, Kurmanci, Türkçe ve İsveççe yazdığı kitapları yirmiye yakın dilde yayınlandı. Uzun hakkında, Türkiye'de çok sayıda dava açıldı. 1981'de Türk vatandaşlığından atıldı ve 1992 yılına kadar Türkiye'ye gelemedi.

Uzun yıllar İsveç Yazarlar Birliği yönetim kurulu üyeliği yaptı. Ayrıca İsveç Pen Kulübü ve Uluslararası Pen Kulüp'te aktif çalıştı. İsveç ve Dünya Gazeteciler Birliği'nin de üyesi olan Uzun'un bugüne kadar çok sayıda Kürtçe roman yazdı.(T24)


MUSTAFA ANGIN, ÇIKMAZ SOKAK
ROMANIYLA HAYATIN NABZINI TUTUYOR…


Mustafa Angın, İlk kitabı Çıkmaz Sokak’ta insan- sokak ilişkisi içinde hayatın nabzını tutuyor. Farklı bir teknikle bizleri farklı sokakların farklı tipleriyle karşılaştırarak, roman boyunca, sokaktan sokağa, tipten tipe geçerek bizi insanlığın farklı yönleriyle karşılaştırıyor.

Çıkmaz Sokak’ta yazar Mustafa Angın tüm dünyayı bir sokağa sığdırarak, bizi uygarlığın getirdiği uçurumun kenarına bırakıyor.

Yaşamda karşılığı olmayan ayrıntılara zaman ayırmayan insanlar… Tamamen kendilerini soyutladıkları bu yeni dünya, doğanın kuralları karşısında iğrençleşiyor, her şeyi –kendisini de- yok ediyor, varlığını sürdüremez hale geliyor. Yaşamını sürdürmesi için sokağın, sokaktaki insanların ruhuna gereksinim duyuyor. Hatta inançlarının nedenini de sokakta buluyor. Çünkü sokak doğayı referans alıyor. Sokak deviniyor, devşiriyor ve doğanın çatışmasıyla birlikte değişiyor.

Mustafa Angın, romana ve romanda anlattığı insanlara ilişkin şu yargısını ortaya koyuyor:

“İNSAN VEBA'YI GÖRDÜ, SITMAYI GÖRDÜ, CÜZZAMI GÖRDÜ; BİR DE KENDİNİ GÖRDÜ. Yaşam, anlatacak öykün varsa güzeldir. Herkes yaşamaya hükümlü doğar. Ancak kimi hükümsüz, kimi hükümlü yaşar. Hükümsüzlerin hüküm sürdüğü bu koca evrende, onları birbirinden ayırt eden tek şey, hükümlü yaşayanların adlarıdır daima. Okunacak bir anı görürsen bir yerde, hükümsüzlerin hükmüne karşı bir öykü anlatılmıştır mutlaka. Bir altüst oluş yaşanmışsa bir yerde, mutlaka hükümlü birisinin gölgesi dolaşmaktadır oralarda. Yaşamı sorguladığın ölçüde güçlü, kabullendiğin ölçüde zayıfsındır. Bu nedenden ötürü, yaşamın nasıl yaşanması hakkında hüküm verecek olanlar, yine hükümlü insanlar olacaktır. Hükümsüzlerin hükmü sona erene dek.”


CEVDET KUDRET ÖDÜLÜ NURDAN GÜRBİLEK’İN…


Şiir, roman, öykü, deneme ve incelemeyle tiyatro dallarında her yıl dönüşümlü olarak verilen “Cevdet Kudret Edebiyat Ödülleri”nin sonuçları açıklandı.

Oruç Aruoba, Nüket Esen, Doğan Hızlan, Orhan Koçak ve Nilüfer Kuyaş’tan oluşan seçiciler kurulu, “Deneme-İnceleme-Araştırma” dalında verilen 2011 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne “Benden Önce Bir Başkası” adlı kitabıyla Nurdan Gürbilek’i değer gördü. Yanı sıra “Kayıp Destan’ın İzinde” adlı kitabıyla Erkan Irmak’a da Özel Ödül verildi.

Nurdan Gürbilek’in “Benden Önce Bir Başkası” adlı kitabı, “Edebiyata eleştirel düşünce ve kuramın bütün olanaklarını kullanarak yeni perspektifler kazandırdığı, karşılaştırmalı, güçlü kuramsal bakışını incelikli bir deneme üslubuyla birleştirdiği ve metin okumalarında alışılmış kalıpların dışına çıkabildiği” gerekçesiyle ödüle değer görüldü.(EDEBİYATHABER)


1940 FEDAİLER MANGASI ŞAİRLERİNDEN
ARİF DAMAR'I 1. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE ANIYORUZ


20 Ekim 2010 günü sonsuzluğa uğurladığımız 1940 kuşağı Fedailer Mangası’nın önemli adlarından Arif Damar’ı anıyoruz.

1951 yılında bir şiiri nedeniyle gizli örgüt üyesi olma suçundan tutuklandı. İki yıl hapis yattı. Arif Damar’ın şiiri, sanat anlayışındaki değişime bağlı olarak iki döneme ayrılır. İlk dönemini 1940-1956 yılları arasında “Arif Barikat” adıyla sosyalist gerçekçi çizgide yazdığı şiirler; ikinci dönemini ise, 1956’dan günümüze sanat kaygısını daha öne alarak yazdığı şiirler oluşturur. Kavgacı ama barışçıl ve insancıl yanı ağır basan, dil öğelerini ve biçim kaygısını elden bırakmayan bir şiir kurmaya yöneldi. Sonraları İkinci Yeni şairlerinin yanında, imgeye ağırlık veren, biçim ve dil araştırmalarına girmiş bir şair olarak göründü. Bu yönüyle 1940 kuşağından ayrıldı. 1956 sonrası şiirlerinde geçirdiği iki dönemin özelliklerine dikkat çeker. Behçet Necatigil'in saptamasıyla “Toplumsal içeriği yoğun; dilde, biçimde yoğun, titiz” şiirleriyle tanındı.

1960’tan sonraki şiirlerinde, özellikle biçim ve söyleyiş bakımından sosyalist gerçekçilerden ayrılan Damar, İkinci Yeni hareketinin de etkisiyle, kendine özgü buluş ve imge gücüne dayanan bir şiir kurmaya yöneldi. Arif Damar’ın dünya görüşü ya da şiirinin içeriği değişmemiş; ancak, sanatı algılayış biçiminde büyük değişiklik olmuştur. Sanatçı, artık şiirinin içeriği kadar biçimine, üslûbuna ve imgeye de ağırlık verecektir. Sanatçı bu tutumuyla, yalnız duyguların değil, her türlü düşüncenin de şiire konu olabildiği Tanzimat sonrası şiirimizde, düşüncelerin sanatın işlevine ve ruhuna uygun olarak estetik sınırlar içinde nasıl ele alınması gerektiğinin en güzel örneklerinden birini vermiştir. Devrimci mücadelenin yükseldiği, işçi sınıfının eylemleriyle düzeni sarstığı 70’li yıllarda “Ölüm Yok ki” kitabında topladığı şiirleriyle devrimci şiirin en güzel örneklerini vermiştir. Geniş, zengin, evrensel bir şiirle akrabalık kurmuştur; bu kalabalık içinde her durumda yalınlığıyla, dupduru diliyle ve “ölüm yok ki!” diyen hayat yanlısı kararlılığıyla tanınır. Belki de en önemlisi inatçı karakteridir; kendine inanmış ve şiiri bir direnç silahına dönüştürmüştür. O yüzden her zaman gençtir.

Şükran Kurdakul, O’nun şiirde ulaştığı aşamayı şu sözlerle saptıyordu: "Yüksek sesle okunacak coşkun söyleyişler yerine öz yönünden toplumsallığı yitirmeyen, değişik duyarlılıklara açılan temiz, etkili, kendine özgü buluşlara ve imge gücüne dayanan bir şiir kurmayı başardı.''

Arif Damar, yaşamı boyunca sosyalist duruşundan taviz vermedi. 1990’larda kimi tatlı su şair ve yazarları “Kürt” sözcüğünün olduğu yerden kaçarken, O, Kürt basınında, Gündem gazetelerinde yazmaktan çekinmedi. Tayad’ın etkinliğinde tecride karşı, ölüm orucu eylemcisi Sevgi Erdoğan için yazdığı şiiriyle desteğini sunmuştu. Bu devrimci tavrını şu sözlerle ortaya koymuştu: "Gerçek şair, kendisine dayatılan değerleri içine sindiremez, tüm baskılara başkaldırır. Çünkü şiir bir başkaldırı, bir ayaklanma, çağdaş aklın ve ilkelerin savunulmasıdır."


KÜRT HALKININ KİMLİĞİNİ HAYKIRAN SESİ
KIR EMEKÇİLERİNİN DEVRİMCİ ŞAİRİ: CİGERXVİN


22 Ekim 1984’te sonsuzluğa uğurladığımız Devrimci Kürt şairi Ciğerhun’u anıyoruz.

Ciğerhun(1903-1984) Mardin'in Gercüş İlçesinin (şu anda Batman'a bağlı) Hesar köyünde doğdu. Asıl adı Şeyhmus Hasan'dır. Yoksul bir ailenin çocuğu olan Ciğerhun küçük yaşta anasız babasız kalır ve yoksul ablasının yanında yaşamaya başlar. Ancak çocukluğunda, varsıl ağaların yanında çobanlık, ırgatlık yapmak zorundadır. 1. Dünya Savaşı şartlarında Suriye'deki Kamışlı yakınındaki Amud köyüne gider. Yaşam Mardin'den farksızdır. Okuma tutkusu onu oralarda dinsel eğitim veren medreselere yönlendirir. Ve zor şartlarda cami imamı belgesi alır. Ciğerhun köy köy dolaşabilecek, köylülerin yaşamını daha çok tadabilecektir.

Ciğerhun'un çocukluk yaşından beri sınıf çelişkilerini yaşayarak büyümesi, onu 1924'de yazmaya başladığı şiir'de ezilenlerin safına kor. Onun kullandığı rumuz bundan böyle "Ciğerhun (ciğerikanlı)"dır. Tüm yazdıkları, genelde dünya yoksulları özelde tarım emekçilerinin çektikleridir: "Hey ırgat ırgat ırgat/ Orağa kalmadı iş// Kızıl buğdayın orak mevsimi/ Homurdanıyor biçerdöğerler/ Irgatlar sarmış çevresini/ Mal sahibinin kördür gözleri// Hey ırgat ırgat ırgat/ Orağa kalmamış iş (...)"

Çektiği acılar nedeniyle toplumcu bir dünya görüşüne sahip olan Ciğerhun, Marksizm-Leninizm'i öğrenince eşitsizlik karşısında daha güçlü bir duruş gösterir. Onun özgürlük anlayışı, sınırların olmadığı, emeğin-emekçilerin yönettiği bir dünya yaratmaktır: "(...)Egemen olacağız demire/ Tanıyacağız birbirimizi/ Biz tüm yaşayanlar/ Toprağı deşip çıkartacağız içinden/ Gizli olan ne varsa./ O zaman ey güzel su, duru su!/ Herkes için mülk, mal olursun/ Zulüm ve zorbalığın kalmaz hiç(...)"

Ciğerhun, dünya görüşü ve imgelerini tüm dünya yoksulları için seçer. Son ereği sömürünün olmadığı bir dünya yaratmaktır. Tüm ezilenler ezenlere karşı birleşmelidir, bu birleşme ağa, bey, molla, şeyhlere başkaldırı için olmalıdır: "Kardeşlik buysa, istemiyoruz böyle kardeşliği/ Eşek semerine bağlı kaldıkça yularımız/ Onlar ağa, bey; bizler zayıf, köle,/ Onlar düşmanın, biz de onların rençperleri oldukça.../ Hey işçiler, köylüler, ne zamandır, kalkın yeter// Ne güne dek ağa ve beylerin işçileri olacağız/ Ne güne dek köpeklerin ayakları arasında kemik?(...)"

Savaşa karşı, barış yanlısıdır Ciğerhun. Çünkü o biliyor ki, tüm savaşların asıl galibi varsıllardır ve yine o biliyor ki, tüm savaşların kaybedeni yoksullardır. "Yiğit arkadaşlar, güzelim gençler barış ister/ Gül, çiçek, gülnaz ve nesrin barış ister(...)Sevenler, Şirin'le Zin barış ister(...)Düğün-halay mı; yoksa savaş mı istersiniz?/ Bahçe, bostan, bağ mı; yoksa savaş mı istersiniz?(...)"

Sosyalist gerçekçi Kürt şairi Ciğerhun, tüm ezilenlerin kurtuluşunu istemekle evrenselleşen bir edebiyatçıdır: "Doğu cennet bağının gülüyüm/ Güneşim, ışıdım karanlığında gecenin/ Fışkırmışım çağın sinesinden/ Fırat'ım, geniş tarihlerden geldim/ Hayat doluyum, güzel yaşamak isterim/ Bin dokuzyüzlerde yeşeren bir ekinim/ Yıldırımım, çok kıvılcımlı, bulutla gökgürültüsü/ Görkemli bir sesle geliyorum vatanın göğünden/ Selim ben, dalgalarla çağlarım/ Yenilemek isterim toplumumu(...)"

Şiirlerinde "Kimim Ben?" diyerek silinmek istenen Kürt kimliğini haykıran Ciğerhun, aynı zamanda yazdıklarıyla evrensel bir ozandır.(Kaynak: Bülent Tekin)




NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler. Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati

14 Ekim 2011 Cuma

CEYLAN ŞİMŞEK:O Kentte “O”



— Hüseyin Gürcan’ın anısına saygılarımla… —


Mavi yüzlüydü kent, karaydı gözleri. Sabah, güneş içinden geçer; sıcak bir çay içerdi ışıkları. Sonra yumuşak bir eğimle selamlardı işe gidenleri. Düşler devindiriyordu umutları. Gözlerinin içinden başlayıp giden yol, sevgi yüklü bir duygu oluyordu: Sokaklar, cıvıl cıvıl kuş sesleriyle, çocuklarla, baba işe giderken anne evde gülen yüzüyle…

Mavi hep öndeydi, ışığın içinde dans eden inceliği diri tutan duyarlıkta…

Kentin içinde akıp giden bir ırmak gibiydi cadde. İnsana hiç yorgunluk vermiyordu. Esnaflar gülüyordu, alışverişler yolunda… Bir köylü geçti. Şalvarının içinde bacakları, eminim sağlıklı, kasketin altında yüzü aydınlık. Ellerindeki nasır onun nişanı. Hasat sonu anlaşılan, ürünü satmış, cebinde parası. Kalabalık tehlikeli değil.

Kimse ananı al da git demiyor.

—Hoyn emmioğlu, dediği günler…

Bir adam yürüyordu. Başı dik, alnı hep karşıda. Onu biçimlendiren kekili öyle taramış ki, sol elin marifetiyle, sağ el de tarakla işçiliğini yapmıştı. Gözler mi? Kaşlarından sorulur., siyahın ince tonu bu dersin kaşlarda. Yüzü bir yerleri çağrıştırıyor.

Çocukluğumda siyahlar giyinmiş bir kadın, ağıtlarında oğlu. Jandarma kurşunuyla paramparça bir beden… Gözümün önünde hâlâ…

Caddede ne de güzel harmanlıyor, farklı insanların selamına aynı selamı.

Bir meydana çıkıyor. Yürürken, tek başınayken seçilir onun başkalığı. İşçilerin içindeyken işçi, memurun arasında memurdan ayırt edilmiyor. Köylülerin gözünde onun gülümseyişi. Bir fabrikanın önünde işçilere bildiri dağıtıyor. Birkaç saniyede bütün işçiler birbirine bildiri dağıtıyor.

Okul paydosunda öğrencilerden biriyken, birden “biri” oluyor!

Apartmanlara ağıyor gözüm. Balkonlara çarpıyor başım. Yok, oralarda göremiyorum.

Ertesi gün partideyim. Arkadaşlarla konuşuyoruz. Bulunduğumuz odanın kapısından biri göründü. Genelde dış kapımız açık kalırdı. Kapıdan odamıza ricasız giren adam, uzun boylu, esmer, zayıf biriydi.

Selam verdi, selamını aldık. Dedik:
—Buyur…

Buyurdu, teklifsiz oturdu sandalyeye. Oturur oturmaz kendini tanıtmaya başladı:
—Ben birinci şubeden polis!


Şaşırmıştım, arkadaşlar da ne durumdaydı bilmiyorum. İlk kez partiye bir polis geliyordu, kongreler dışında.

O, bu kez isteğini ve dileklerini sıralamaya başlamaz mı:
— Bütün partilere girip çıkıyorum. Bir tek sizin parti bize soğuk…

Bu şaşkınlığı üzerimizden atan o geldi. Sandalyesine oturdu. Bize hiç hoş-beş demeden polise bakıyordu. Sezmişti onun tekin biri olmadığını.
—Arkadaşı bana tanıtır mısınız?
—Arkadaş, birinci şubeden polismiş.
—Neee, polis mi? Çık, defol!

Polis;
—Kötü bir niyetim yok, dediyse de.
—Hadi, daha duruyor musun? Elimden kaza çıkmadan çık git!

Polis, neye uğradığına şaşırmıştı. O devam etti,
—Hiçbir zaman unutma; burası işçi sınıfının partisi, düzen partisi değil!

Polis merdiven basamaklarından koşa koşa iniyormuş. Odaya aynı anlarda giren bir arkadaş görmüş, o söylemişti.

Polisi kovup bize yüzünü çevirdiğinde siniri geçmemişti,
—Böyle şey olmaz. Onlar seni iyi mi karşılıyor karakolda.

Düşündüm, düzenin adamları arasında kaybetmiyordum onu.

Bir gün bir başka caddedeyim. Dolaşıyorum. Gene onu gördüm, karşı kaldırımda. Adımları çok hızlı. Karşıya geçtim. Onun ardı sıra yürüyorum. Aramız bayağı açık, yetişmem mümkün değil.

Bir sokağa girdi. Girdiği sokağı gözümün ucuyla takipteyim. O sanki bir iğnenin gözü; oradan geçeceğim iplik gibi. Koştum, koştum, sokağa girdiğinde onu gözden kaybetmemek için. Bir kapıdan girdi. Kapının görüntüsünü uzaktan gözüme astım. Birkaç saniyede dayandım kapıya. Kapı açık, çift kanatlıydı. Buradan kamyon girerdi. Kapıdan bir meydana çıkıyordun.

Meydanda oturmuş binlerce insan oturaklarına, bir yere bakıyorlardı. Daldım meydana. Baktıkları yeri merak ediyorum. Karşılarında bir sinema perdesi, onun önünde sahne, sahnede o adam konuşuyor:

“İşçiler, emekçiler, kardeşlerim,
Sömürenlerin elleri cebimizde, gözleri emeğimizde.
Aldatırlar bizi, dilimizden konuşarak.
Bizim gibi davranıp, bizim kılığımıza girerek.
Ellerini cebimizden, gözlerini emeğimizden çekmek için; onlara karşı durarak, onların karşısında horon tepeceğiz, halay çekeceğiz, zeybek oynayacağız.
Onlara türkülerimizi söyletmeyeceğiz, şiirlerimizi okutmayacağız!
Onların dilinde hiçbir değerimizin kirlenmesine izin vermeyeceğiz!”

O, binlerce insan oturdukları yerden kalkıp ‘hep beraber’ derken elleri havadaydı.

Bir deniz böyle yüzüyordu dalgalarını devire devire… Yepyeni bir deniz olmaya…


CEYLAN ŞİMŞEK

ADNAN DURMAZ: Ay Kara – Düş Aydınlık





Akvaryumunun dışını bilmeyen balıklar gibi
Herkes kendi küçücük macerasını kanıyor
devasa sonsuzun
en izbe köşesinde
Bunu ben
Gece yarısı otobüsleriyle geçtiğim
Kentlerin ıssız sokaklarından öğrendim

………………………


Terkisine bindiğim
Atımı azat ettim
Bulut kara
Dağ kara
Ağıdıma köz bastım da yanarım
Düştüm karanlıkta
Erguvanı ezilmiş kentin
Yosma kaldırımlarına
Umudum yara yara
Hüznüm asi - bir başına


Bıraktım
Bir yaylanın
Uçurumlarında
Güttüğüm bulutları
Bıkmadım rüzgâr kovalamaktan
Lakin
Etim batar kendime
Senden kalan
Bütün dokunuşlar
Silinmeden


Yeminliyim
Ölmem
Bu deli hüzün sağanağı
Dinmeden
Dal kara
Yaprak kara


Sevda alanlarından
İsyanların dağlarından geldik
Dost hançeri
Puşt mermisi
Yar yarası
Baskınlar …
Alevler içinde tarih
Nere gitsek sürüklenir peşimizde
Çöller geçtik susuz
Zındanları türkülerle donattık
kurşun izi gövdemiz
Çok mu şimdi
Böylesi bir âlemin
Mutsuzu kesilmemiz
Ve aşklarda yenilmemiz
Çok mu böyle bir dünyada


Teslim olmasak da
Yenildik işte
Ay kara
Düş aydınlık…




ADNAN DURMAZ

İRFAN SARİ:Ey Kent!...}{HALİL MANAP:Yaşamak


EY KENT!...




toprağında çıplak ayak bir kavga...
akşamüstü telaşesi bir bayrak...
gecenin bir yerinde kokmuş ekmek ve aç çocuk
ölmek erken bir yazgıdır
sevda sürmek meşakkat


ordular yalnızlaşır
sen ırmak suyu üstünde hayal
Kırdağında toprağı tası tarağı
ecnebice bir küfür
içer gibi ciğerlerinden
yaşlı gözlerinden nehirler akar bak.


yine sensizliğine sığındım
yorgun, şaşkın, pişman ve çaresiz
al beni
elifbayla taşlarına yaz günah
ve bütün kavak ağaçlarına polen düşür
beni santim santim parke taşları arasına serp
yaz gelir biraz…


sana sığınıyorum
al beni sar sakla
kimsenin dokunamayacağı kadar derinleş
çıplak yarım ay değmişken tenine
uykularına fırtına bir delikanlı gelmiş san
ağırla
koynunda ateşlerle kahve pişir az


kervan yolundan gelmişim
üstüm başım uyumuş kadın kokusu
bakracın içinde sini yüzü bir su
öyle ellerinle serpiştirir gibi
toprağın canını al
benim kalbim barut yanığı
köz biraz.


ve hayaline başımı kaldırıp
gerçeğini göl mavisine çizdiğim güne geldim
dudağına bir gece uçuğu düşmüş
dağınık yıldız
dağınık saçın
üstüne örttüğün şehvet
örsünde dövülen terin
terime değdi az.


İRFAN SARİ




YAŞAMAK




RESİM:ADNAN DURMAZ


Yaprak düşer
kırılgandır
toprak üşür
çürür hayat
özü var eden tohum
yağmurla beslenir
başlar hayat
bir tutanaktır tutulan
çatık kaşlara rehindir
direngendir
öylesine derindedir
çınarın kökleri
suya salınır
damarları durulaşır
güneşi okşar
kar gülü uzanır
mavi gökyüzünü
okşar hayat
her şeye rağmen
"Direnmektir Yaşamak"



HALİL MANAP

AZİZ KEMAL HIZIROĞLU: Kusmuk


FOTOĞRAF:ADNAN DURMAZ


konuşmak ve yazmak işe yaramadığında
durulan yere yaslanmaktır susmak
sessizliği giyinmek dedikleri belki
deri altına dek kapanmak


işitilir bölgelerde bozguna uğramak
sesin takılmasıdır tel örgülere
bir ormanın sisinde tarih bozumu olabilir
yaşlanmayan düşe yıl düşürmek


ölü canların sağır kokusuna katlanmak
camı bile kesmektir kumundan
pasın şırıltı tanımıdır mutlak
vardiyalara uyum içinde kanamak


karanlık ülkeye lâl bir yüz yakıştırmak
ustalıkla kasılmaktır salya boyunca
yürekten yüreğe gülen dünya dedikodusu
bozkırın göbeğinde vaha bulmak


zamanın acıtan ortaklığında
tınıları gem işi sıralamaktır susmak
çocuk öldüreni öldürememektir bir türlü
dayatılan çığlığa sus içinde sus kusmak


kusmuğundan medet umanlar yesin hâlâ
ve artık konuşmasınlar
çıkandan korksalar da


AZİZ KEMAL HIZIROĞLU

ABDULLAH KARABAĞ:Sokakların Dili}{ÖZER GENÇ: Fiil


SOKAKLARIN DİLİ



Kapıldım
tutsak sınırların uzun havalarına
Gezdim bir uçtan bir uca,
hoyratlar içinde kalan gezmen gibi.


Hangi duvarın boyuna boy vermeli,
Sokakları zapt eden
mazbatasız öfkenin yasak savmaları!


Meydanlara çıkarmışız
gül ve yumruğu kol kola yürütenleri
Ve miladın öncesinden Sokrates’in
savunmalarından tutmuşuz köşeleri.


Meydan okumuşuz
hak ve halden anlamaza,
Miladın sonrasından spartaküsler’le
serilmişiz pusulara, kan damlacıkları.


Yöneldim bugüne, mirasın anısına
yenilenmiş günün güncelerine
Soludum her nefeste
elem ve sevinç içinde bir sılacı gibi.


İşimizi, gücümüzü
ve bilinçte bizi çıkmaza sürenler,
Çoğu zaman çayın şekersiz içildiği
elektriksiz evlerden akarız alanlara!


Hangi yerin kalıp taşını sökmeli,
Barikatları
zorlayan çelik yelekli tekerlekliler!


Dünde olan, bugüne selâm olandır
Bugünde olan,
yarının dününe yazılacak olandır.
Kimin dünüdür, kimin bugünüdür
Ve yarın doğacak olan biz, kimindir!



ABDULLAH KARABAĞ



FİİL



Önce sevdiğim gitti bugün
Peşinden sevdiklerim
birer ikişer
En sonunda dostlarım da katıldı gidenler kervanına

Yarın da ben gideceğim ya
Gitmek fiili üstüne bugünkü hikayemiz
Hepimiz gitmeliymişiz


Meyhaneci denen hain
Zamanlardan habersiz
Öyle şarkılar seçmiş ki pes
Nokta atışı yapıyor
geçmiş zamanıma
şimdiki zamanıma

Bahçedeki ağacın yapraklarına
takılıp kalmış ya gülüşün
Üstünde gökyüzü inadına mavi


Unutulmuş çocukların mezarlarına
basıp geçen zamanda
Acılara gelmiş sahne sırası

Yalnızlık bir buruk bencilliktir aslında


ÖZER GENÇ

ERCAN CENGİZ: Şairsen Eğer, Şaire




—şairler mi dediniz, ötekilerin adına
bin bir parçaya ayırıp da yüreğini
gizli gizli en çok ağlayanlardır onlar-


sabrını sınama bu şairin
toprağına salmıştır kökünü diyorum
kızıldır gözleri ve kızıl akar
toprağa düşen her çocuğun gözünde


şairsen eğer, şaire
bazı şeyleri tersinden okumasını
bilmelisin dostum, bilmelisin artık
savaşın barışı, barışın savaşı doğurduğunu
ve tersinin de düzünün de bu dünyanın
bir parçadan ibaret olduğunu
bu yıkılası, bu kara düzenin, bu sömürünün
ve akını yaratabileceğini de bir arının


şairsen eğer, şaire
hani bilmediğin olur
hani çözemediğin, yalpaladığın
düştüğün yollar, kalktığın kaldırımlar falan
dişiliğin, erkekliğin umurumda değil, inan
cinsiyeti yoktur şairin diyorum sana
cinsiyeti yoktur şairin, ölümün
ırkı, dili, dini, rengi de öyle
haydi çıldırtma da anla insanı
insanın sınırlara sığmayacağını
büyüttüğün, büyüdüğün burun görünür bak
ve duygunun beş para etmediği anlar
ya da gırtlağında düğümlenen bir şeyler
vardır benden gizlediğin diyorum sana
illa ki vardır diyorum inatla
anla dostum, anla şair, şaire anla


şairsen eğer, şaire
bir şairin gülerken kahkahalarla
anlamalısın dostum, anlamalısın şairce
o an hıçkıra hıçkıra
senin yerine de ağladığını sabaha kadar
bu kahrolası düzende ötekilerin de yerine
dökülen her damla kanda
sıkıştığında yüreği


şairsen eğer, şaire
kozasından çıkar gibi çıkmalısın kendinden
çıkmalısın dostum, çıkmalısın diyorum sana
patlarcasına tomurcuğundan
bin bir parçaya parçalayıp da canını
başka da yolu yok bu düzenden kurtulmanın
dünyanın en uyduruk köşesindeki
en uyduruk hücresinde sen varsın
bil ki doğurmak için yeniden
yeniden aramalısın kendini, haydi durma
orda insanlığını aramalısın dostum
bir anaç gibi insanlığını ve dimdik ayakta


şairsen eğer, şaire
tanımalısın dostum, tanımalısın diyorum
seviyi, aşkı, direnci, dirilişi
ve ihaneti haliyle bu kara düzenin
ve mazlumun dökülen her damla göz yaşında
hece hece sökmesini de tırnaklarınla
düştüğü o kara topraktan çıkarıp
çocuklara muştulayacağın geleceğini de elbet
unutma şair, unutma şaire


yoksa
yoksa neye yarar söyle
gecenin bir yerinde senin o tir tir
titreyen yüreğinin
altına gizlenmiş göz yaşları ve ben
ve katlandığın bu karanlık…ve soğuk
ve kanatlanıp uçmaya hazır bu yürek
ve kahrolası bunca zulüm
neye yarar, söyle neye


şairsen eğer, şaire
üç çekiç ağırlığında geceye bıraktım üç noktamı
ister gör, ister görmezden gel
her şeyden habersiz can vereni
ama sen, sen de anlamazsan şair, şaire sen
sabahlıyorum hücrende bilesin
senden de habersiz
ve tümüyle yalnızım artık, yapayalnız
bilesin yalnızım, bu daracık hücrede…
ama o dünyanın bütün düğümlerini
tutmuşum elimde, unutma yumruğumdur benim
şafak söktüğünde çözeceğim birer birer


ve babam gülerek diyor ki ordan
ne yapacağını biliyor oğlum
heceleyerek söktüğü Türkçe’siyle o işkencede
ve hâlâ işkencede şair, şaire
hala işkencede sınanıyor direncim
gel de bağla gözümü, gel de bağla
artık akmasın göz yaşım
ölmek değil
gülmek istiyor gözlerim



ERCAN CENGİZ

VEYSEL KEBANLI:Uyuma Abuzer}{ULAŞ DENİZ KESKİN:Metris Mamak



UYUMA ABUZER



RESİM: AVNİ MEMETOĞLU


kalk gör oku
yazma istersen ama oku
makarasını geriye sar tarihin
kim kime sokmuş oku
kim kime hançeri
mahşeri kim yaşamış asurda
şaraba kim kesilmiş babilde
kime kanun yazmış hamurrabi
hangi abi kesmiş kardeşini
bekası için saltanatın
cinnetleri değil
cennetleri hurileri gılmanları
cehennem edenleri de yeryüzünü
öksüzleri de öküzlerini de apisin
hallacı mansuru
nesimiyi tabakhanede
hayyamı şarap içerken
romayı yakarken neronu
varidatta bedrettini
kim kimin değiştirmiş dinini
kanla kılıçla
oku işte
kadayıf olmadan


VEYSEL KEBANLI




METRİS MAMAK




İçinden geçesim var bir yürüyüşte,
Usulca koparken kuklamın ipi,
Gülümsese yüzündeki klarnet sesli çocuk…

Ardıma katılsan ben giderken,
Bak en barbar karanlıklar ihtişamlı görünecek.
Yüreğim yorulmadan,
Hep yanında seni götürecek.

Tarla kuşu’nun hazan mevsimine hasretidir,
Seni kendimde taşımak,
Üst üste koysak kalplerimizi gram taşmaz,
Kokun üstümdeyken,
Gözlerimi sıksak,
Damla gözyaşı çıkmaz!
Boy ölçüşmeye kalktı mı Ferhat,
Sonu ya Metris ya Mamak!


ULAŞ DENİZ KESKİN

TEMEL DEMİRER: Sanat Ticari Değil, İnsanîdir




“Sanat,
ekmek peşinde
koşarsa alçalır.”[1]


Paul Gauguin’in, “Sanat ya intihâldir ya da devrim”; Albert Camus’nün, “Sanat gerçeğe karşı çıkabilir ama gerçekten kaçamaz,” diye betimlediği konuda; “Sanatın en yüce amacı, insanî formlar göstermektir, olabildiğince duyusal anlamlı ve olabildiğince güzel,” notunu düşer W. Goethe de…

Bu uğurda “Ne”yi ve daha çok da “Nasıl”ı düşünen; “Taze bir öz eski biçime uymaz,”[2] diyen sanatçı için Pablo Picasso da, “Her yandan gelen duyguları algılayan bir anten gibidir,” der…

Adnan Binyazar’ın, “Gerçeği yaratıya dönüştürmek” diye betimlediği “Sanat duyguları yoğunlaştırarak yansıtıp insanları etkileme yeteneğidir.”[3]

Yaygın anlatıyla; Michelangelo’ya sormuşlar: “Bu kaya parçasından muhteşem Davut heykelini nasıl yapabildin?” O da demiş ki: “Hayalimde Davut zaten vardı. Mermerin fazlalıklarını aldım, Davut açığa çıktı…”

Sanatın “geneli”, özetle bu…

Yine W. Goethe’nn ifadesiyle, “Hakiki sanatlı anlatımın didaktik bir amacı olamaz. O, cevap vermez, azarlamaz, yalnızca sonuç olarak görüş ve davranışlar geliştirir ve bu yolla da aydınlatır ve öğretir.”

Ya da Jacques Ranciere’ye göre, sanatın günümüzdeki alternatif çözüm örnekleri, sanatçıyı “yeni yaşam biçimleri inşa etme”ye yönlendirir[4] insan(lık) için…

Ancak bunun böyle olmasının önündeki en önemli etken yine sanatı sanat olmaktan çıkaran meta fetişizmidir…

Örneğin Alman galericiler, ‘Contemporary İstanbul Sanat Fuarı’nın uluslararası bir nitelik kazanabilmesi ve İstanbul’un sanat piyasasında bir çekim merkezi hâline gelebilmesi için fuarda sergilenen sanat ürünlerine yönelik “serbest bölge” oluşturulması gerektiğini düşünüyorlarken; iktisatçı Don Thompson, ‘Sanat Mezat’ta çağdaş sanat ortamının, sanat tacirlerinin ve müzayedelerin ekonomisini ve ruh hâlini inceleyip; “sanatseverliğin” nasıl bir satın alma ve biriktirme fetişizmine dönüştüğünü irdelerken;[5] burada kapitalizmin yıkıcılığına dikkat çeker…

Ali Artun’un deyişiyle, “Kültürün özelleştirilmesiyle birlikte sanata yatırılan para inanılmaz ölçülerde şişmiş ve bu da bir grup müzayede zengini sanatçı yaratmış”ken; kapitalizmin “Sanat dünyası tabii ki paranın döndüğü, değerlendiği bir borsa da sayılabilir.”[6]

Sanatı, borsadaki “tahvil kağıtları”na dönüştüren “Sanatçının ve sanat üretiminin sağlıksız piyasada parasal güce sahip olanların değer ölçütleri ile değerlendirilmesi gibi sorunlar, sanatçıları ve sanat uzmanlarını çoğu zaman istemedikleri konumların içine itiyor,” notunu düşen Beral Marda hiç de haksız değildir…

Oysa kendine özgü bir gücü olduğunu, bugünde yarını görebildiğini söyleyen Kandinsky’nin işaret ettiği sanat bu değildir…

* * * * *

Gerçekten de Paul Klee’nin, “Dünya -bugünkü biçimiyle- olabilecek tek dünya değildir,”[7] saptamasındaki bir yaratıcılık olarak sanat; örneğin resim boyutuyla bir “Biçim oluşturan düşünme”dir.[8]

Yine Klee’nin, “Renk beni ele geçirdi. Onun peşinden koşturmama gerek yok. Beni sonsuza dek ele geçirdi, bunu biliyorum. En mutlu saatin anlamı bu: Ben ve renk bir bütünüz. Ben ressamım,” saptamasındaki bütünsellik olarak resim sanatı için şu notu düşer Filiz Gencer:

“İnsanın ürettiği en karmaşık ürünlerden biridir resim. Tarihi çok eskilere dayanır. İlk insanın mağara resimleriyle başlayan bu yaratıcılık süreci aynı zamanda ilk iletişim araçlarından biridir. İnsanlığın yazıyı bulmasına da ilham vermiştir.

Resim, yaratıcılığa dayalı, devrimci bir kültür ve sağlam bir tekniği ifade eder. Büyük bir el emeği ürünüdür. Bir işçiliktir. Kalıcılığıyla görsel bir belge niteliğine sahip bir uğraş, beceridir.”[9]

Aslında “Leonardo’nun dehası” da böyledir; yani ticari olmaktan uzak insanî bir yaratıcılıktır…
Bu bağlamda resmin ana öğelerinden biri değil resmin kendisidir insanîlik.
Zaten Monet’den Picasso’ya uzanan sonsuzluk da budur; buradadır…
Zaten bir sanat olarak resmin temelinde, dünyayı ve insan(lık)ı sorgulayan, inceleyen, yorumlayan bir yaratıcılık oluşumu yatar.

Siz bakmayın Oğuz Erten’in, “Dubai’de Christie’s tarafından düzenlenen müzayedede Türk sanatçılar ‘görülmemiş’ fiyatlarla satılıyor. Ömer Uluç’un bir resmi için tahmini satış fiyatı 400 bin dolar! Doğançay ve Başağa 250, Çoker 200 bin dolar,” çığlıklarıyla insanî olanın yerine ticarinin ikame edilmeye kalkışılmasına!

Çünkü Yüksel Arslan’ın, “Sanatta güncel kalabilmenin yolu, gündemdeki konuları ya da en son felsefi kavramları (üstelik beceriksizce) illüstre edebilme çabasında değil, kendi yaşam felsefeni yaratıcı bir biçimde üretebilmekten geçer. Moda diye yeni medyaya yönelen değil, kullandığı mecranın sınırlarını sorgulayabilen ve genişletebilen sanatçıdır, ‘güncel’ olan. Zamanını gününün hayhuyuyla değil, çağına tanıklıkla geçirenler ‘güncel’ kalır ve aslında bunu herkes bilir.” “Sanatta ciddi olmak kadar mizah yanını da düşünmek çok önemli. Ben buna büyük komedya ve büyük trajedi diyorum. Eğlenilecekse tam eğlenilmeli, ağlanacaksa tam ağlanmalı. Hayat böyleyken sanatın da böyle olması gerekiyor bence,” kaydını düştüğü koordinatlarda “Sözün bittiği yerde resimle diyalog başlar… Sanatın özü her zaman özgürdür ve evrenseldir…”[10]

Çünkü “Resim kafayla yapılır, ellerle değil,” der Michelangelo…

Ardından da ekler John Ruskin, “İyi bir resimde el, kafa ve yürek uyum içindedir”; Henri Matisse, “Bir kilo mavi yarım kilo maviden daha mavidir”; Henri de Toulouse-Lautrec, “Önemli olan tek şey var: Bir şeyin özüne işlemek ve onun daha iyisini yaratmak”; Addison, “Renkler, her dili konuşurlar”; John Opice, “Ben bu boyaları kendimle karıştırıyorum”; Pablo Picasso, “Ben aramam, bulurum,” diye…

* * * * *


“Mit Yaratıcı” olarak anılan Paul Gauguin de Onlardan birisidir…

Gerçekten de ‘Gauguin: Maker of Myth/ Mit Yaratan Gauguin’ belli bir coğrafyanın hikâyesini, o toprağın renkleriyle bütünleşmiş efsaneleri bambaşka yerlerde yeniden anlattı hep.

Dönemin empresyonist sanatçılarını takip etti, sembolist yazarları okudu, sonra Monet’yi, Pissaro’yu manzaralarıyla birlikte dışarıda bırakıp kendini stüdyosuna kapattı ve zihninde kalan görüntüleri hayal gücüne teslim etti. Yalnız güney Pasifik’i değil, Bretanya’yı da çok sevdi. Bretanya’da yerli kostümleriyle dans eden kızları, Fransız köylüsünü, o insanların tabiatla kurduğu ilişkiyi o bölgenin cevheri olarak gördü.

“Aslında ne zaman Gauguin’i düşünsek, hep, çoğunlukla Tahitili kadınların rengârenk, göz alıcı resimlerini yapmış, burjuva uygarlığının insan ruhunu yok eden maddeciliğine karşı çıkmış bir ressam gelir aklımıza. Saçlarındaki güzelim çiçekleriyle, dudaklarındaki tarifsiz gülümseyişleriyle, hayatın ne olduğunu ve nasıl olması gerektiğini sorgulayan bakışlarıyla Tahitili kadınlar.

Oysa, Gauguin’in yolunun Tahiti’ye nasıl düştüğünü kendimize sormayı hep unuturuz sanki; Gauguin’i ve sanatsal yaklaşımını günümüzde de çarpıcı ve şaşırtıcı bulmamızın nedeni belki de budur: Yaşam yolu ve yolculuğu.

1891’de Tahiti’nin başkenti Papeete’ye varışı, Gauguin’in yaşamını değiştirecektir. Bu benzersiz varışı şöyle anlatır:

“Haziranın sekizinde, geceleyin, altmış üç günlük yolculuktan, altmış üç günlük sabırsız bekleyişten sonra, denizin üstünde zikzaklar yaparak hareket eden acayip ateşler gördük. Sivri girintileriyle siyah bir kozalağı andıran bir ada, kasvetli gökyüzünden koptu. Moorea Adası’nı döner dönmez, Tahiti beliriverdi karşımızda.”

Sanatçının oluşumuna giden bu yolu yadsıyamayız. Gauguin’in, daha adının bile konmadığı bir dönemde postempresyonizmin ustası olduğu söylenebilir. Bugün bir gezgin, yazar ve ressam olarak görülmelidir Gauguin.

Zamanın onu eskitememesinin nedeni, tıpkı büyük bir müzisyenin besteleri gibi, tüm yapıtlarında dile getirdiği evrensel duygudur. Belki de en iyisi, şu son derece can alıcı bakış açısını onun kaleminden, Mart 1899 tarihli André Fontaines’e mektubundan aktarmak olacaktır:

“Bundan böyle rengin modern resimde oynayacağı müzikal rolü düşünün. Renk, müziktekiyle aynı anlamda bir titreşimdir; o yüzden de, doğada en yaygın, ama aynı zamanda en belirsiz olan şeye, doğanın iç gücüne erişebilir.”[11]

* * * * *

Ve anlamanın, değiştirmenin önemli bir parçasını oluşturan resim deyince en anlamlı örnek olarak Frida Kahlo…

Frida Kahlo, Diego Rivera ile Meksika’nın en önemli ressamlarındandır; aynı zamanda da Frida Kahlo’nun, “Hayatta başıma iki korkunç kaza geldi, ilkinde bana bir otobüs çarptı, diğerinde Diego” diye betimlediği bir aşk hikâyesi…

6 Temmuz 1907’de Mexico City’nin güneyindeki Coyoacan’da doğan Magdalena Carmen Frida Kahlo Calderon, altı yaşındayken geçirdiği çocuk felcinin sonucu olarak bir bacağı engelli kalmış. Bu engeliyle baş etmesini bilen Kahlo, genç kızlık çağında, dönemin en iyi eğitimini veren Ulusal Hazırlık Okulu’nda okumuş. Bu okul, onu sanat, edebiyat, felsefe gibi alanlara yönlendirmiş. İleride Meksika düşün yaşamının önemli isimleri olarak anılacak Alejandro Gomez Arias, Jose Gomez Robleda, Alfonso Villa okul arkadaşları olmuş. Okulda, anarşist bir edebiyat grubuna dahil olunca; güçlü bir kişilik oluşturmaya başlamış. 19 yaşında geçirdiği bir trafik kazası bütün hayatını değiştirmiş. Kaza sonrası leğen kemiği kırılıp, omuriliğinden sakatlanan ve vajinası paramparça olan bir kadın. Bu kazanın acısını bir ömür boyu çekip de ‘gık’ demeyen, güçlü kadın Kahlo, ülkenin en nevi şahsına münhasır ressamı olan Rivera’ya âşık oluncaysa kelimenin tam anlamıyla dağılıyor. Bir seferinde şöyle diyor hatta, “Ben sakat değilim, kırgınım…”

Her şeye rağmen resim çizmeye devam eden Kahlo aynı dönemde bir gün, ‘Meksikalı Michelangelo’ olarak anılan ünlü ressam Diego Rivera’yı görmeye ve resimlerini göstermeye gider. Birbirlerini görür görmez âşık olan iki sanatçı 1929’da evlenirler. Daha sonra ABD’ye giden çift Rivera’nın aldığı duvar resmî siparişlerini bitirinceye kadar orada yaşadılar.

Kahlo ile Rivera’nın fırtınalı bir evlilik yaşamları oldu. Sağlık sorunları nedeniyle bir çocuğunu aldıran ve ard arda iki düşük yapan Kahlo, eşinin sadakatsizlikleri nedeniyle ondan ayrıldı ama bir sene sonra yeniden evlenip Kahlo’nun çocukluğunu geçirdiği Mavi Ev’e yerleştiler. Kahlo’nun da evlilikleri sırasında çeşitli erkeklerle ilişkileri oldu.

Sık sık sağlığı bozulan Kahlo, dayanılmaz acılarla başa çıkmak için bütün gücüyle resim yapmış, yalnız ülkesinde değil, Amerika ve Fransa’da sergiler açmıştır. 1938’de New York’ta açtığı sergiyse ona büyük ün getirdi. 1939’daki Paris sergisi ile övgüler topladı. 1943’te ‘La Esmeralda’ adlı yeni bir sanat okulunda öğretim üyeliğine başlayan Frida, sağlık durumu kötüleşmesine rağmen ders vermeyi sürdürdü. 1953 yılında Mexico City’de bir kişisel sergi açtı; temmuz ayında sağ bacağı kesildi.

Frida Kahlo’nun 143 resmi var. Resimlerinin 55 tanesi oto-portrelerden oluşuyor. Yaşamının büyük bir bölümünü yatakta başının üstünde duran, ‘gündüzlerinin ve gecelerinin celladı’ olarak tanımladığı bir aynaya bakarak geçirdiği için sürekli oto-portre çizmiştir. Resimlerindeki ustalık, Pablo Picasso’ya bile “Biz onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz” dedirtmiş. Kahlo’nun resimleri sürrealist olarak değerlendirilse de o sürrealizmi reddetti. Resimleri aslında acı ve kesin gerçekliği yansıtıyordu. Kahlo’nun resimlerinde Meksika kültürü ve devrimci ulusal kimlik tuvale aktarılmıştı.

Rivera, alkol ve kadın düşkünü bir ressam olarak biliniyor. Bir de doymak bilmez iştahı ve iri cüssesiyle tanınıyor. Zaten Kahlo’nun minyon yapısına oranla aşırı iri görünen Rivera, Kahlo’nun ailesi tarafından ‘Fil’ diye niteleniyordu. Kahlo ise ‘Güvercin’...

Sonrasında… Diego Rivera 1929 yılında Frida Kahlo’yla evlendiğinde, dönemin entelektüel ve sosyal çevreleri Rivera’nın dev fiziğiyle Frida’nın küçük ve narin bedeninde göndermede bulunarak bu evliliği “bir fille bir güvercinin birleşmesi” olarak nitelemişlerdi. Diego Rivera, Meksika Devrimi sonrası hükümet tarafından başlatılan kültür programı kapsamında resimler yapmakla görevlendirilmiş, Meksika duvar resmi geleneğinin kurucuları arasında yer alan bir figürdü. Komünist Parti’ye yazılmış, 1917 devriminin kutlama törenlerine katılmak için Sovyetler Birliğine gitmiş, sürgündeki Lev Troçki’yi evinde konuk etmiş ve André Breton’la birlikte devrimci sanat manifestosunu hazırlamıştır.

Frida, Diego’nun gücüne âşık oldu ve hiç kuşkusuz bunda ona sırtını yaslama isteği de vardı. Diego ise Frida’nın karizmatik kişiliğinden etkilenmiştir. Bu iki insan Tina Modotti’nin aracılığıyla 1928 yılından tanışmış ve ilişkileri başlamıştır. Bu ilişki ikisi içinde yıpratıcı olmasına rağmen bir ömür boyu sürmüştür. Acılardan beslenen Frida’nın aradığı ilişki de belki böyle bir ilişkiydi.

Frida’nın eserleri acılarla ve çileyle doludur çünkü Frida mutluluğu yaşayamamıştır. Daha 18 yaşında geçirdiği trafik kazası hayatının akışını değiştirdi. Hayali olan tıp okumak yerine yatağa mahkûm olan Frida’nın belki de çizmekten başka şansı yoktu. Frida, bu sakat bedene hapsedilmiş asi, âşık ve devrimci bir kadındı. Parçalanmış bedenini resimleriyle bir araya getiriyordu. Yaşadığı acılar, geçirdiği 22 ameliyatın fiziksel çöküntülerinin, gerçekleşmeyen annelik isteğinin ve çalkantılı bir birlikteliğin karşımıdır. Otoportrelerinde izleyiciye çevirdiği sorgu dolu bakışlar, Frida’nın iç dünyasının aynasıdır.

Özetle ‘İç Gerçekliğinde Yaşayan Devrimci Bir Kadın Ressam: Frida Kahlo’ başlıklı yazısında Lütfiye Bozdağ’ın dikkat çektiği gibi,“Günümüzün tekelci kapitalizm çağı, her şeyi metalaştırırken kapitalizme karşı olan ve her koşulda bunun mücadelesini veren insanları da ‘pop-ikon’ a dönüştürerek pazarlamakta meta malzemesi yapmaktadır. Oluşturduğu kültür endüstrisiyle her şeyi satılacak mal gibi gösteren bu anlayış, insanların ideolojik kahramanlarını, idealizm duygularını pazarlayarak bir yandan sermayesini büyütmekte öte yandan da değerlerin içini boşaltarak daha fazla sömürünün önünü açmaktadır.

Bu metalaştırmadan fazlasıyla payını alan sanatçılardan biri de Frida Kahlo’dur. Günümüzde altın çağını yaşayan kapitalizm, Kahlo’nun özellikle sosyalist ve feminist yönünü törpüleyerek talihsizliklerle geçen hayatının acılarını ve ayakta kalma mücadelesini melodrama dönüştürerek pazarlamaktadır. Bu pazarlamayı yapan kültür endüstrisinin en önemli ayaklarından biri olan medya, özellikle sermaye medyası, Kahlo’nun nasıl bir tutkuyla hasta yatağından kalkıp mitinglere, eylemlere gittiğini, ne kadar sıkı bir devrimci ve feminist olduğunu ve kapitalizme nasıl kafa tutuğunu anlatmazlar. Onun sosyal içerikli ve protest resimlerini öne çıkarmazlar. Bütün bu çabalara rağmen kültür endüstrisi pazarlayıcıları, Kahlo’nun politik ve feminist kimliğini görmezden gelme ve içini boşaltma konusunda başarılı olamamışlardır. Çünkü Kahlo, tüm dünyada ‘inadına aşk, inadına devrim, inadına sanat’ diyerek yaşamış ve varoluşunu bunun üzerinden gerçekleştirmiş bir kadın sanatçı olarak hâlen devrimci mücadelenin önemli bir temsiliyetidir. Sanatçı, tüm hayatını ve kimliğini üzerine oturttuğu bu sac ayağını kendi sözleriyle şöyle özetler.

‘Ben hayatımda üç şeyden vazgeçemem.
Birincisi aşkım Diego,
İkincisi sanatım,
Üçüncüsü ise Komünist Partisi’...’
[12]

Kahlo için devrimcilik öyle büyük bir tutkudur ki varoluşunu onunla başlatır; 1907 yılında Coyoacan’da dünyaya gelmesine rağmen bu tarihi asıl doğum tarihim dediği Emiliano Zapata önderliğindeki 7 Temmuz 1910’da Meksika devrimi tarihiyle değiştirmeyi isteyecek kadar büyüktür devrim tutkusu…

Lise öğrenimi sırasında dönemin kültürel ve politik havasından çok etkilenir, politika, sanat, edebiyat okumanın yanı sıra özellikle babasının yardımıyla Alman felsefesini inceleme fırsatı bulur. Daha sonra anarşist bir edebiyat grubuna katılan Kahlo, sürekli kitap okuyarak kendini donatır ve giderek daha net bir politik kimliğe ulaşır. 17 yaşında Komünist Gençlik Birliği’ne üye olur. Cachuchas adını taşıyan anarşist ruhlu bu grup, ‘köklere dönüş’ anlayışını sahiplenen bir sosyalizmi savunur. Bu anlayış sanatçıyı öylesine derinden etkiler ki resimlerine konu olur. Bu resimlerinden biri 1943 yılında yaptığı ‘Tehuana’dır.

Kahlo’nun Meksika yerli kıyafeti içindeki otoportresi olan ‘Tehuana’ protest bir resimdir. Parlayan modernizm, beyaz adamın sömürgeci iktidarını cilalamaya devam ederken sanatçı, koloniciliğin yerlileri aşağı gören beyaz ırkçılığına karşı çıkar. Bu ırkçılığa Amerikanın asıl sahibi olan Latin Amerika ülkeleri ve onların yerli halklarını temsil eden geleneksel giysilerle cevap verir. Kendi ırkını üstün gören Avrupa kökenlilerin, yerli ırkların geleneksel kültürlerini yok etmek istemelerine ve kendi kültürlerini dayatmalarına karşın, Meksika’nın geleneksel giysilerini giyerek protestosunu görsel bir manifestoya çevirir…

Kahlo’nun politik ve feminist kimliği hatta sanatsal yeteneği bir tarafa sadece yaşamak için ayakta kalma savaşı bile başlı başına ‘anıtsal’dır. Kadınlar için sosyalistler için sarsılmaz ve büyüleyici bir ‘idol-ikon’dur. Peter Wollen’in, tanımladığı gibi ‘Fridamania’ devrimci mücadelenin anıtsal bir abidesi olarak içi kolay kolay boşaltılamayacak bir Frida Kahlo kültü olarak yol almaya devam edecektir…”

“Evet sanat tarihçisi Dr. Helga Prignitz-Poda’nın, “Frida’nın tablolarını anlamak için zaman ve çaba harcamanız gerekir. Diego’nun tabloları ne görüyorsanız onu anlatır ama Frida’nın tabloları sadece iki değil, üç ya da dört boyutludur. Bu tabloların gerçekte ne anlatmak istediğini anlamak uzun yıllarımı aldı ama hâlen tam olarak çözümleyemediğim tablolar var,” diye betimlediği O; “Hayatını anlatımsal özgürlüğe, özgünlüğe, cesurluğa ve meydan okumaya adamış, duygularına çığlık attıran yenilikçi bir ressamdı; ‘Uçmak için kanatlarım varken ayaklarıma ne gerek var ki!’ deyişindeki üzere…”[13]

* * * * *

Diyeceklerimi sonluyorum.

Eğer W. Goethe’nin, “Sanat sınırsızdır,” saptaması doğru ise -ki buna kuşku yok-; o hâlde sanat ticari değil, insanîdir…


TEMEL DEMİRER

N O T L A R

[1]Aristophanes.
[2]W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.480.
[3]Abidin Kumbasar, “Sanat, Sanatçı ve Toplumlar”, Cumhuriyet, 7 Şubat 2011, s.2.
[4]Jacques Ranciere, Özgürleşen Seyirci, Çev: E. Burak Şaman, Metis Yay., 2010, s.67-68.
[5]Don Thompson, Sanat Mezat, Çev: Renan Akman, İletişim Yay., 2011.
[6]Bedri Baykam, “Sanat Piyasası, Polemik ve İçerik”, Cumhuriyet, 30 Kasım 2010, s.17.
[7]Paul Klee, Günlükler 1898-1918, Çeviren Selahattin Dilidüzgün, YKY, 2005.
[8]Nazan İpşiroğlu, “Klee’nin Dünya Görüşü ve Sanatı”, Cumhuriyet Kitap, No:1102, 31 Mart 2011, s.16-17.[9]Filiz Gencer, “Resim Sanatına Dair”, Tavır, Mart, Mart 2011, s.46-58.
[10]Canan Atalay, “Sözün Bittiği Yerde Resimle Diyalog”, Radikal, 5 Mayıs 2009, s.21.
[11]Hande Eagle, “Uçacak Kanatlarım Varken”, Cumhuriyet, 22 Mart 2011, s.16.
[12] Lütfiye Bozdağ, “İç Gerçekliğinde Yaşayan Devrimci Bir Kadın Ressam: “Frida Kahlo” http://emeginsanati2.blogcu.com/lutfiye-bozdag-devrimci-bir-kadin-ressam-frida-kahlo/9742574
[13] Hande Eagle, “Mit Yaratan Bir Ressam”, Cumhuriyet, 28 Eylül 2010, s.17

LÜTFİYE BOZDAĞ: Emeğin Sanatı Dergisi 100.Sayısını Çıkardı


Emeğin Sanatı E-Dergi’nin 100. Sayısını Yayınlaması

Nedeniyle Ali Ziya Çamur’la Yapılan Röportaj[*]



Emeğin sanatı dergisi ne zaman ve nasıl kuruldu?

Emeğin Sanatı Grubu 2004 yılında, sosyalist gerçekçiliği benimseyen ama onu yeniden sentezlemenin gerekliliğine inanan; eserlerini bastırma olanağından uzak, internet üzerinden okurlarına ulaştırabilen şair, yazar ve sanatseverlerce kuruldu. Bu grupta yayınlanan eserlerin daha geniş kitlelere ulaştırılabilmesinin gerekliliği ortaya çıkınca, 2006 Aralığında ilk sayımız yayınlandı.


Emeğin Sanatı’nın devamlılığını sağlamak için bunca özverili çabayı sarf eden Ali Ziya Çamur kimdir? Kısaca kendinizden bahseder misiniz? Ben sizin şair, yazar ve çizer olduğunuzu biliyorum, bilmediğim başka yönleriniz var mı? Fotoğrafla da ilgilisiniz.

Ali Ziya Çamur, yaşananlara ve yaşatılanlara tanık değil, sanat adına müdahil olma çabasıyla, yaşamının sırtına yüklediklerini beyninden yüreğine aktaran, yüreğinden dökülenleri sanatın büyülü ufkuna aktarabilme çabasında bir eğitim ve sanat emekçisidir.

Çalışırken başladığım ama yoğunlaşamadığım sanatsal çabalara emekli olduktan sonra daha fazla ağırlık verme olanağı buldum. Evet, şiirle başladım. Sanat bahsinde okuyup öğrendikçe, yanlış gördüğüm, hayata bakarken eksik bulduğum noktalarda öğretmenliğimin de baskınlığıyla deneme ve eleştiri yazılarıyla sürdürdüm uğraşımı. Teknolojinin getirdiği olanaklarla hayatı, doğayı ve insanı fotoğraflarla yansıtabilmenin tadıyla amatör olarak fotoğraflar çekmeyi sürdürüyorum. Çizerliğim amatörlüğün de altında kaldığı için söz konusu etmek istemem.



“Meydanı Burjuva Sanatına Bırakmayız”



Emeğin Sanatı dergisini tanımlayacak olsak neler söyleyebilirsiniz? Nasıl bir künyesi var?

Emeğin Sanatı, sanata öncelikle sınıfsal kimliği ile sahip çıktı. Emeğin Sanatı’nın yola çıkışındaki en önemli amacı, internet üzerinden bireysel olarak sanatlarını devrimci bir tavırla sürdüren sosyalist sanatçıları bir araya getirmek; onlarla devrimci sanata katkı sunacak bir hareket oluşturmaktı. Emeğin Sanatı olarak ortaya koyduğumuz sanat felsefemiz, üçlü bir sentezi içermektedir. İlki Sovyetler’den bize miras kalan sosyalist gerçekçilik, ikincisi sürrealizmin sanatta statikliği kıran ilerici, başkaldırıcı özü ve Anadolu’nun binlerce yıldan bugüne süzülen kültürü, edebiyatı idi. Bu üç açılı sentezi sosyalizmin ana çizgileri çerçevesinde oluşturma çabası güttük. Elbette, tek tip ve kalıpçı bir arayış değil istediğimiz. Bu çıkışımızın, her sanatçının, şair ve yazarın imgeleminde kendi estetik bakışıyla buluşarak zenginleşme çabasını savunduk.

Emeğin Sanatı, temel sorumluluğu; sanatı, salt seçmek ve susmaktan ibaret sananlara, sanatı bilinçli müdahaleye değil rastlantıların peşine takanlara karşı suskunluk perdesini indirmek, toplumsal kavganın içinde bunlara karşı sanatsal kavgasını sürdürmektir. Bu bağlamda kurucu arkadaşlarımızdan Uysal Himmet Aslan’ın ortaya koyduğu “HER KAVGA BİR ŞAİR, HER ŞAİR BİR KAVGA BESLER!” savsözü, Emeğin Sanatı’nın da temel çizgisini vurgular.

Emeğin Sanatı olarak yapmak istediğimiz, toplumsal gelişmenin yasalarını tam bir anlayışla yorumlayarak, sanatın gerçeği, tarihsel ve toplumsal hareketi içinde, salt dış belirtileriyle değil, iç özüyle yansıtmasını istiyoruz. Böylece sanat, hem yeni, hem de eski insanı, dünün, bugünün, en önemlisi de yarının insanını açıkça yansıtacaktır.

Emeğin Sanatı, yanlış anlamlandırmaların ötesinde, bir propaganda aracı olmaktan çok, bireyin bilincini geliştirerek, iç varlığını zenginleştirmek yoluyla toplumsal ilerleyişin itici gücü konumuna ulaştırmayı amaçlar. Özlü olarak vurgulayacak olursak, kişileri sürü psikolojisiyle belli bir noktaya yöneltmez; sosyalist kişiliğin oluşum ve gelişimi sürecinde gölgeleri aydınlatarak süreci hızlandırır. Emeğin sanatçısı, bilinci kapalı kalabalıklar oluşturmanın değil, her katılanın kendi bireysel gücünü ve zenginliğini ortaya koyabilen bilinçli kitleler oluşturmanın sorumluluğunu taşır.

Kısacası, Emeğin Sanatı; konularını, gereçlerini, öğelerini emeğin acı, tatlı, soylu, soysuz durumlardan alarak, onları yeni, özgün, estetik biçimler içinde ayrı bireşimlere götüren sanatın izindedir.


Emeğin sanatı internet ortamında yayınlanan bir dergi. Derginin okur sayısı hakkında bir veri var mı? Okuyucu profili hakkında bilginiz var mı?

Google analytic’ten aldığımız verilere göre, yayınlandığı her ayın birinde ve 15’inde ziyaretçi sayımız 300’ü aşıyor. Daha sonraki günlerde ziyaretçiler 150-200’e dek düşüyor. Ama hiçbir zaman 100’ün altına düşmüyor. Bu sayıların yüzde 30’unu, dergide kalmayıp girip çıkanlar oluşturuyor.

Hemen hemen dünyanın her yanından okurlarımız var. Okuyucu profiline baktığımızda, gençler büyük çoğunluğu oluşturuyor. Bu gençlerin bir kısmı bize yapıtlarını da gönderiyorlar. Biz de onları kırmadan eleştirerek, ilgileri doğrultusunda okumaları gereken kitapları önererek rehberlik yapıyoruz. Geriye kalanların çoğunluğunu sosyalizm kavgası içinde yer alan, sanatı bu kavganın bir parçası olarak gören, bu doğrultuda üreten, interneti yoğun kullanan şair ve yazarlar, sanatseverler oluşturuyor.


Emeğin sanatı dergisine destek veren dostlar kim? Onlardan kısaca bahseder misiniz?

Emeğin Sanatı’nı Emeğin Sanatı yapan elbette pek çok arkadaşımız var. Bunlardan biri, Adnan Durmaz arkadaşımızdır. Afyon Emir Dağlarından dünyaya uzanan gür bir şiir ırmağıdır. Yanı sıra deneme ve eleştirileri ile Emeğin Sanatı’nın düşünsel temellerini oluşturan bir arkadaşımızdır. Fransa’da yaşayan, çağdaş Fransız şiiri ile Anadolu şiiri arasında köprü kuran Yaşar Doğan arkadaşımız, Emeğin Sanatı’nın en önemli seslerinden oldu. Aragon’dan, Eluard’dan, Rene Char’dan yaptığı çevirilerle, sürrealizmin devrimci yanını bize tanıtan Yaşar Doğan, sanat felsefemizin bu ayağının oluşmasında emeği vardır. Emeğin Sanatı’nın gelişim çizgisinde şiirleri ve yazılarıyla yön veren Uysal Himmet Aslan; Hakkari Yüksekova’dan Emeğin Sanatı’na ses veren İrfan Sari; İstanbul’da, grubumuzu çeşitli platformlarda temsil eden, 90. sayıda gruptan ayrılan Evin Okçuoğlu; Şanlıurfa’dan Halil Manap, Almanya’dan Yavuz Aközel ve adlarını sayamayacağım pek çok arkadaşımız; şiirleriyle, öyküleriyle, yazılarıyla, fotoğraflarıyla, resimleriyle Emeğin Sanatı’na destek vermiştir.


Emeğin sanatı nasıl hazırlanıyor? Önceden oluşturduğunuz konseptler oluyor mu? Örneğim Mart ayında Dünya emekçi kadınlar gününe, Mayıs ayında işçi bayramına odaklı mı çıkartıyorsunuz?

Ürünlerini Emeğin Sanatı’nda yayınlatmak isteyen üyelerimiz, grup üzerinden eserlerini gönderiyorlar. Dışardan ürünlerini yayınlatmak isteyen şair ve yazarlar e-posta adresimize ürünlerini gönderiyorlar. Bütün bunlar havuzumuzda toplanıyor. Ürün seçiminde arkadaşlarımızla msn üzerinden görüş alışverişi yapıyoruz. Zorunlu ve acil durumlarda seçim işi de bana kalıyor. Dergide yayınlanacak ürünler ve bunlarla ilgili görseller belirlendikten sonra bunları internet ortamına aktarmak da bana kalıyor.

Belirttiğiniz gibi toplumsal kavgamızda önem taşıyan zaman dilimlerinde, özel bir konsept uygulamaya özen gösteriyoruz. Bu önemli günlerde, yayınlanacak ürünleri, Emeğin Sanatı’nın yayınlanacağı güne ya da gündeme uygun olarak seçiyoruz.


Emeğin sanatı sadece sanat yazılarının paylaşıldığı bir dergi değil aynı zamanda sanatçılardan bize haber veren de bir dergi. En çok da ölüm haberleri ve ölüm yıldönümü haberleri beni üzüyor. Sermaye dergilerinde popüler olmayan özellikle sermaye karşıtı emek yanlısı sanatçı haberlerini göremiyoruz. O nedenle emeğin sanatı Türkiye sanat ortamında çok önemli bir boşluğu dolduruyor. Arşiviyle ciddi bir bellek oluşturuyor. Bu konuda siz neler söylemek istersiniz?

15 günlük periyotla çıktığımız için güncellik önem taşıyor. Bu nedenle bir önceki 15 günün kültür ve sanat haberlerini duyurmanın gerekliliğine inanıyoruz. Zaman içinde Emeğin Sanatı belirttiğiniz gibi kültür-sanat günlüğü işlevini kazanıyor. İlk dönemlerde sadece yazılı ve internet basının taratarak haberleri oluşturuyorduk. Zaman içinde, dergimiz e-posta adresine kültür-sanat, etkinlik haberleri akmaya başladı. Tarama haberlerin yanı sıra, kendi haberlerimize de yer vermeye başladık.

Sosyalist bir dergi olarak, haberlerimizi seçerken, elbette sermaye karşıtı, emek yanlısı haberler bizim için ön planda gelmektedir. Bireysel değil toplumsal önemi olan sanat haberlerine ağırlık verme çabasındayız.

“En çok da ölüm haberleri ve ölüm yıldönümü haberleri beni üzüyor” diyorsunuz. Belki haklısınız. Ancak belleği sınırlı, unutkan bir toplumsal yapımız var. Bu nedenle, sonsuzluğa uğurladığımız sanatçıları, devrimcileri anmak ve anlatmak; bir sorumluluk oluyor bizim için. Özellikle belli çevrelerce görmezlikten gelinen, unutturulmak istenen şairleri, yazarları yeni kuşaklara tanıtma gibi bir işlevimiz de var. Bu nedenle sonsuzluğa uğurladığımız değerleri, ölüm yıldönümlerinde anarak anılarını canlı tutma gayreti içindeyiz.


İstanbul Türkiye’nin kültür ve sanat başkenti. Türkiye sanat ortamı buraya kilitlenmiş hatta sıkışmış durumda. İstanbul sanat piyasası mantığında İstanbul dışı her yer periferi kabul ediliyor. Merkezden taşraya, taşradan merkeze akan bir Türkiye sanatından bahsedemiyoruz. Ankara ve İzmir’in özellikle 2000 yılından itibaren sanatsal aktivitelerde İstanbul’u takip edemediğini ve sürekli irtifa kaybettiğini görüyoruz. Buna karşın Avrupa Birliğinin Diyarbakır’da Kürt sanatçıları desteklemesiyle Diyarbakır’ın yükselen bir ivme gösterdiğini, daha sonra küreselleşme politikalarının bir yansıması olarak zengin etnik yapıya sahip olan Mersin, Antakya ve Mardin gibi illerin öne çıkarıldığını görüyoruz. Ancak bu örnekler istisnai kalmaya devam ediyor ve bu iller yükselen sanat çizgisini aynı istikrarda sürdüremiyor. Siz sermaye karşıtı, emek yanlısı tavrınızla, gönüllü birkaç kişinin özverisiyle Anamur’da taşrada bir dergi çıkartıyorsunuz? Taşrada böyle bir dergi çıkarmak, sanatın merkezinden uzak olmak dergiye olumlu ya da olumsuz nasıl yansıyor?

Taşrada dergi çıkartmak kolay da dergiyi yetkin biçimde yürütmek, yaşatmak çok zor… Biz internet olanağını avantaja dönüştürdük. Bu açıdan taşra dergisi olmaktan çok dünya dergisi olduk.

Sorunun ikinci bölümüne gelince, belirtmeliyim ki, öncelikle “olumlu” olarak yansıyor. Çünkü birtakım odaklara saplanıp kalmak, kendi kendimizi tekrar etmek yerine Anadolu’dan ülkeyi ve sanatı daha nesnel değerlendirme imkânımız oluyor. Akıntılara kapılmak yerine kendi çağlayanlarımızı oluşturmanın çabası içine giriyoruz. Olumsuzluk, teknik açıdan ortaya çıkıyor. Emeğin Sanatı’nı basılı bir dergiye dönüştürme isteğimiz, Emeğin Sanatı öncü kadrolarının Anadolu’da ve başka ülkelerde yer alması nedeniyle, bir araya gelip sinerji oluşturacak bir takım çalışması yapamadık.


“Sanatın ve sanatçının alınıp satıldığı
bir dünya istemiyoruz!”



İstanbul’a kilitlenmiş bir sanat piyasasının açmazları, sermayenin sanata desteği, sermaye karşıtı sanatçıların durumu, aynı paralel de iktidar karşıtı sanatçıların durumu ne? Türkiye sanat ortamını değerlendirir misiniz?

Emeğin Sanatı, sanatın alınıp satılan meta olmasına karşıdır. Sanatçının, pazar için üretmesine karşıdır… Sanatın ve sanatçının alınıp satıldığı bir dünya istemiyoruz. Artık gerçek sanatçıların, piyasa egemenliğini benimsemiş sanatçılardan ayrıştırmasının gerekliliğine vurgu yapıyoruz… Piyasalaştırılan sanatın ürünlerinin sanat olma niteliklerinin sorgulanması gerekliliğini savunuyoruz. Parlak dergiler, büyük sermayeli yayıncılar ve dağıtımcılar, elbette sermaye karşıtı sanatçılara kapalıdır. Sermaye karşıtı muhalif sanatçılar, yapıtlarını kitaba dönüştürmekte zorluklar çekmektedir. Hadi iyi-kötü yayınlasa da bu kez dağıtım güçlüğü sermaye karşıtı sanatçıların elini kolunu başlamaktadır. Bütün bu güçlüklerin yanı sıra bir de yoğun baskılarla karşı karşıya kalıyor iktidar karşıtı sanatçılar…

Elbette bu açmazları yenecek imkânlar da elimizin altından uzak değildir. Bunun için de mutlaka, küçük burjuva hesaplarından uzakta, birleşmek, örgütlenmek, bir zorunluluk hâline gelmiştir. Günümüzde var olan örgütlenmelerin genelinde grupçu tavır öne çıktığından toplumsal bir yarar görülememektedir.

Yukardan beri yaptığım vurgulamalarımdan, Türkiye sanat ortamının durumunu görmek mümkündür. İnsansız, içbükey bir sanata yöneliş öne çıkmaktadır. Sanatçıların yapıtlarında sanat emeği ve çabası değil rastlantılar ağırlık kazanmaktadır. Bu durum da sanatçıyı sanata yabancılaştırmakta, burjuva sanatı kaotikleştirmektedir giderek…

Bunları söylerken olumlu çabaları da göz ardı etmemek gerekir elbette… Ağır ağır da olsa, burjuva sanatının zirvelerine oturtulanlar, çekim merkez olma niteliğini yitirmeye başladılar. Diyarbakır’dan, Karadeniz’den, Ege’den, Akdeniz’den, ülkenin her yanından “biz de varız!” diyen sanat erleri, iddiası ve tezi olan sanat dergileri artık meydanı burjuva sanatına bırakmayacaklarını ortaya koyuyorlar.


Emeğin Sanatı nasıl devam edecek? Geleceğe ilişkin yeni projeler var mı?

Emeğin Sanatı, kendini geliştirip dönüştürerek blog üzerinden yayınına devam edecek. Geleceğe ilişkin en önemli projemiz, dergimizi, kalıcı olması kaydıyla, basılı bir dergiye dönüştürebilmek. Diğer sosyalist sanat örgütlenmeleriyle kolektif bir yayın-dağıtım birliği oluşturma çabamızı sürdüreceğiz. Sanatsal tavrımızı ve bakışımızı geniş çevrelere ulaştırmanın farklı imkânlarını deneyeceğiz.


Emeğin sanatı dergisinin 100. sayısını kutluyorum. Sizinle gurur duyuyorum. Bu dergi hepimizin dergisi. Emeğin Sanatı, sömürü ve baskıların üstesinden gelebilmemiz için gereken duygusal ve ruhsal gücü ayakta tutmamızı sağlayan, her koşulda direnmeyi, mücadeleyi ve umudu aşılayan tavrıyla ayrıca önemli. Daha nice sayılara.

Sesimizi, sanata bakışımızı duyurma imkânı verdiğiniz için Emeğin Sanatı topluluğu adına size teşekkür ederim. Gelecek sayılarımızda da onur veren sözlerinize layık olmaya gayret edeceğiz.



LÜTFİYE BOZDAĞ



[*]Emeğin Sanatı E-Dergi’nin 100. sayısının yayınlanması nedeniyle dergimiz editörü Ali Ziya Çamur’la Sayın Lütfiye Bozdağ’ın yaptığı bu röportaj, BİRGÜN GAZETESİ’nin 14 Ağustos 2011 tarihli Pazar ekinde yayınlanmıştır.