Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Ocak 2013 Pazartesi

EMEĞİN SANATI'NDAN 132. MERHABA






Merhaba,

2013’  ten pek umutsuzduk ama, işçi eylermleri ve art arda kazanılan zaferler; 2013’ün sosyalistler ve tüm ezilenler için faşizme ve kapitalizme karşı ayağa kalkma yılı olmasına dair umutlar veriyor. Elbette bu umutların gerçeğe dönüşmesi için niyetler yetmiyor, örgütlü kitlesel bir mücadele de gerekiyor.

Madenlerdeki iş cinayetleri de durmak bilmiyor... İnsan hayatı, daha çok kâra, daha çok ranta kurban edilmek isteniyor...  Bu arada iktidar koltuğunu daha sıkı tuttukça, kitap yasaklanmaları da hortlamaya başladı. Edebiyattan sadece “edep”i anlayan, onu da yarım anlayan öğretmenlikleri kendilerinden menkul kişiler, hayatla çocukların arasına kara bir perde çekmeye çabalamaktadırlar.

AKP’nin ya zorlanmayla ya da ağza bir parmak bal çalma adına barış girişimleri gündemde öne çıkmaya başladı. Ama  iktidarın ölçü, tartı, mizan bilmeyen kibirli çıkışları, barış umudunu zayıflatıyor. Ve biz biliyoruz ki, kılıcı tutanlarla kılıcın ağzındakilerin barış görüşmesinden sonuç çıkarmak zordur. Barış için de her zaman bir umut vardır...

Sanat çevresine dönersek, bugünlerde sol kökenden gelen ama burjuva edebiyat çevresi içine girmeyi tercih etmiş pek çok şair, yazar; bugünlerde kendi cenahlarından pazara verilen  şiirden, sanattan hiç memnun değiller... Bu nedenle de kendi içlerindeki piyasa sanatçılarına açık açık olmasa da veryansın etmeyi ihmal etmiyorlar.

Sanatın işlevi üzerinde gerek burjuva çevrelerde, gerekse sosyalist sanatçılarda, dünden bugüne pek çok tartışma yapılagelmektedir. Ama diyalektik açıdan baktığımızda sanat, işlevini ve sorumluluğunu sistemin yasal düzlemlerinden değil, baskın olan yaşamın kendisinden almaktadır.

Bu bağlamda Ernst Fischer’in sözleri bize ışık tutmaktadır: “Toplumsal işlevinden kaçmadığı sürece, sanat, dünyanın değişebileceğini göstermeli, değişmesine yardımcı olmalıdır.” Bu savsöz, sanatçıyla sanat ürününün buluştuğu noktada daha da berraklaşmaktadır.

Burjuva sanatçılarının hoşnutsuzluğu bizim için içtenlikten yoksundur. Biz devrimci sanatçılar temel sorumluluğu, tarihin belli bir anında insanoğlunun gerçekten ulaştığı bütün maddi ve tinsel zenginlikleri yeniden bulmak yakalamak, dile getirmek ve yapıtına katmaktır.

Yaşamın eksiklikleri, insanlığın ilerleyişine ayak bağı olan engeller, bu engelleri aşma özlemleri, hayatın taşıdığı tüm izler, özlemler, öfkeler, sevinçler, cesaretler, şaşkınlıklar, acılar, başkaldırmalar Sanatçının sanat yapıtına taşıdığı toplumsal sorumluluklardır.

Daha özlü olarak vurgulamak gerekirse, sanatçı, sanatı dünyayı temsil etmenin yolu, bir toplumsal bağ, sınıfsal mücadelede silah, insancıl bir zenginlik, toplumsal bilinç olarak kabul etmelidir. 

Bir adım daha atarsak, sosyalist sanatın gücü insanların duygu ve düşüncelerini yakalayan, onların enerjisini körükleyen, iradesini yetkinleştiren ve onları emekçi insan için, İnsanların özgürlüğü ve kardeşliği için, emperyalist barbarlığa karşı mücadeleye çağıran bilinçli söylemlerde yatmaktadır.

Sosyalist sanat, emeğin yabancılaşmasıyla başlayan insanın insanî niteliklerine yabancılaşmasına, yozlaşmaya karşı mücadele eden, onu tekrar insanîleştiren sanattır.




Ali Ziya Çamur



BU SAYININ SAVSÖZÜ

“Küresel kapitalizmin kültür emperyalizmi depolitizasyon ve tüketim ütopyaları ile şairin kendisinde etkili olmuş ve ‘tarafsızlık’ kimliği, üstün bir değer haline gelmiştir. ‘Tarafsızlık’ yalanı, mevcudun sür-gitliğine hizmet eden bir taraflılığı örgütlerken, şiirin yıkıcılığı, başkaldırırken gelişen estetiği aşınmıştır.

İnsanın düş görme yeteneğini kaybettiği bir dünyada şiir, insanı yeniden düş görmeye çağırmalıdır!
*
Şair, şiirinin önüne geçirilmiştir. ‘Yükselen’ değer olarak yapıtının önünde durmakta ve bu duruşunun rantını talep etmektedir. Amaç, şairlerin kendileri olmuştur, yapıtları değil... Şiir, günümüzde sorunludur, çünkü şair sorunludur, çünkü insan sorunludur. Çünkü sistem sorunludur.
*
Şairin eğlendirici bir özne haline getirilmesi, şiirin bir oyun olarak algılanması reddedilmelidir.
*
Şiirin kaybolan iklimi yeniden yaratılmalıdır. Şiirin düş gördüren bir yaratı olduğu anımsanmalı; bir gelecek tasarımı ve önerisi ortaya koyan şiirler yazılmalıdır.
*
Türk şiirinin izlek yoksunu olduğu görülmeli ve hayatın bütün izlekleri şairlerin gündeminde yerini almalıdır. Çocuk, genç, yaşlı ayrımı yapmadan bütün toplumsal alanların şiiri yeniden tasarlanmalı ve karşılanmalıdır.
*
Teknolojinin yönetimine giren insanı sarsacak, onu kendine, insana yöneltecek şiirlere gereksinme vardır.

Şiir, düzenlenmiş dünyayı yıkma hazırlıklarına hemen başlamalıdır.

Şiir yazanın bu hazırlıklara katılma dışında başka bir seçeneği yoktur. Şiir, yeniden insanı keşfetmeli ve yüzünü bütünüyle ona döndürmelidir. Şiir insana gitmelidir. Şiirin öznesi ve nesnesi sorunu düşünülmeli, insanla örtüşmesi sağlanmalıdır. İnsanın şiirle buluşmasını engelleyen ekonomik, toplumsal ve siyasal tüm olumsuzluklar aşılmalıdır.”  VEYSEL ÇOLAK (Gerçek Edebiyat)


YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ



ÜMÜŞ EYLÜL KÜLTÜR VE SANAT DERGİSİNİN 6. SAYISI ÇIKTI...

Tekirdağ Cezaevinde devrimci tutsaklar tarafından 3 ayda bir yayınlanan, elle hazırlanıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür Sanat Dergisinin 2013 Ocak-Şubat-Mart  6. sayısı yayınlandı.

Ümüş Eylül Kültür Sanat Dergisi; “Ölüm Orucu Direnişi”ne Ümraniye Cezaevi'nde 1. ekiple başlayan, 19 Aralık katliamından sonra direnişini Kartal Özel Tip Cezaevi'nde sürdüren, daha sonra Kartal Devlet Hastanesi'ne kaldırılan, direnişine hastanede de devam eden, durumunun ağırlaşması üzerine tahliye edilen, tahliye edildikten sonra direnişini Küçük Armutlu'daki direniş evinde sürdürürken 14 Eylül 2001’de orucun 330. gününde sonsuzluğa göçen Ümüş Şahingöz’ün anısını yaşatmak amacıyla yayınlanmaktadır.

Hasan Şahingöz’ün hazırladığı dergide; Adil Okay’ın, Cemal Süreya’nın, Adıyaman E- Tipi Kapalı Cezaevinden Yılmaz Demir’in, Tekirdağ 1 Nolu F Tipi Cezaevinden Hasan Şahingöz’ün, Tekirdağ Açık Cezaevinden Fırat Deniz’in, Tomas Tranströmer’in    şiirlerine  Temel Demirer’in, Sibel Özbudun’un, Ankara Sincan 2 No’lu  F Tipi cezaevinden Haci Nehsan’ın, Alaeddin Şenel’in  yazılarına, Ceyhan/Adana’da M tipi kapalı cezaevinden Doğan Uzunyol’un, anı-öyküsüne   Tekirdağ F Tipi cezaevinden Cemal Bozkurt’un çizimine yer verilmektedir...

Ümüş Eylül’ün 6. Sayısına online olarak aşağıdaki ulaşabilirsiniz:
http://issuu.com/umuseyluldergisi/docs/_m___eyl_l_dergisi_6._sayi?mode=window&backgroundColor=%23222222


YASAKÇI  ZİHNİYET İŞ BAŞINDA...

Bir süre önce yeni bir kararname ile 31 Aralık 2011'e kadar, Ankara mahkemeleri veya Bakanlar Kurulu kararıyla hakkında toplatma, yasaklama, dağıtım ve satışın engellenmesi kararı bulunan 453 kitap ile 645 gazete, dergi, broşür ve pankart hakkındaki yasak kalkmıştı.

Ama biliyoruz ki, yasakçı zihniyet var oldukça, yasakjlar da hep var olacak. Önce Yunus Emre’nin dörtlükleri ders kitabından budanmaya başlandı. İzmir’de ünvanı “edebiyat öğretmeni” ama edebiyattan bihaber, edebiyattan sadece edep sözcüğünün anlamını çıkarabilen yeni Molla Kasımlar,  bir masanın çevresine oturup,  Dünya Edebiyatının iki önemli eseri; “Fareler ve İnsanlar”, “Şeker Portakalı” ile ilgili yasaklama kararı almışlar.

Tabi yasaklama bir kere başladı mı “benim yasağım kiminkinden eksik” diyen kimileri de Türk Edebiyatının yüz aklarından Muzaffer İzgü’nün kendi çocukluk yıllarına dayanan  “Zıkkımın Kökü” kitabı da sakıncalı bulunuvermiş.  Eee, kendi açılarından haklılar elbet, onlar isterler mi yoksul çocukların hayat mücadelesi vererek gecekondudan Türkiye’nin en önemli yazarlarından biri olmasını?...  Onların mantığı, yoksul çocuklarına ucuz işçiliği layık görür.

Yazar Ahmet Ümit, bir okulda katıldığı “Okuyorum Yazıyorum” etkinliğinde, konu ile ilgili açıklamalar yaptı. Sanata sansürü ve müdahaleyi tümüyle yanlış bulduğunu ifade eden yazar Ahmet Ümit, ''Fareler ve İnsanlar' ile 'Şeker Portakalı'nda sakınca aramak öküzün altında buzağı aramaktır'' dedi.  Ahmet Ümit, sanata sansürü ve müdahaleyi tümüyle yanlış bulduğunu ifade ederek, ''Sanat eserinin yanlışlığı, yasaklayarak değil, karşısına bir eser koyarak anlatılır. Nasıl ekonomiye, ekonomi dışında müdahalede bulunduğunuz zaman iş rayından çıkarsa, sanata da sanat dışında müdahalede bulunduğunuz zaman iş rayından çıkar. 'Fareler ve İnsanlar' ile 'Şeker Portakalı'nda sakınca aramak öküzün altında buzağı aramaktır. O kitapları sakıncalı bulmak kimsenin haddi değildir'' diye konuştu.

Öğrencilerin, geleceğin kulları değil, özgür insanları olduğunu vurgulayan Ahmet Ümit, ''Bütün kitaplar okunmalı ki, insanlar neler olduğunu anlayabilsin. Sansürle, yasaklayarak, yakarak, insanlık bir yere varamaz. Bazı kararlarımızı her şeyi okuyarak, her şeyi öğrenerek vermemiz lazım. 'Fareler ve İnsanlar' ile 'Şeker Portakalı'nı mutlaka okuyun. Bu yasaklar bizi geri bırakıyor. Bu anlayış sadece çocuklara değil, topyekun tüm ülkeye zarar vermektedir'' diye değerlendirlendi kitap-çocuk-yasak ilişkisini.


2. ADNAN YÜCEL EDEBİYAT VE SANAT FESTİVALİ
ŞİİR VE ÇOCUK ÖYKÜCÜLÜĞÜ YARIŞMASI

2. Adnan Yücel Edebiyat ve Sanat Festivali kapsamında düzenlenecek olan şiir ve çocuk öykücülüğü yarışmasının şartnamesi TMMOB Makina Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’ndeTürkiye Yazarlar Sendikası Yönetim Kurulu’ndan Aba Müslim Çelik, yazar Adnan Özyalçıner veYapı Sanatevi adına Öncü Akgül’ün katıldıkları bir basın toplantısıyla açıklandı.  Basın toplantısına, 2012 Haziran’ında ilki gerçekleşen festivalin şiir dalında Roboski Ölüleri adlı şiiriyle birinci olan Uygur Orhan da katıldı.

Basın toplantısı Yapı Sanatevi adına Öncü Akgül’ün yaptığı konuşmayla başladı. Toplumcu şiirin önemli şairlerinden Adnan Yücel’in anısını yaşatmak, düşünce ve yapıtlarını gelecek kuşaklara aktarmak için Adnan Yücel Edebiyat ve Sanat Festivali’nin ikincisini düzenlediklerini belirten Akgül, yarışmanın amacının Adnan Yücel’in şiirini genç kuşaklara aktarmanın yanı sıra genç şair ve yazarları da yazmaya özendirerek, yazının yeni yapıtlar kazanmasını sağlamak olduğunu da ifade etti.

Yazar Adnan Özyalçıner de emperyalist-kapitalist bir kuşatma altında olunduğunu belirterek, savaştan da sömürüden de en çok kadınlar ve çocukların etkilendiğini bu sebeple bu yıl belirlenen “Çocuk ve Savaş” temasının çok anlamlı olduğunu kaydetti. Özyalçıner sözlerini şair Sennur Sezer’in “Bay Bilgin’e Mektup” isimli şiiriyle bitirdi.

Aba Müslim Çelik sözlerine, festivalerin bir ülkenin yüreğine kan pompalayan etklinlikler kapsamına girdiğini söyleyerek başladı. Festival temasının çocuk ve savaş olmasının çok yerinde bir saptama olduğunu ifade eden Çelik, sözlerini Adnan Yücel’in "Rüzgarla Bir" ve kendi şiiri olan"Şahan" isimli şiiri okuyarak sonlandırdı.

1 Nisan 2013’e kadar şiir ve öykü dallarında yarışacak eserlerin başvurusu yapılabilecek.

Yarışmanın amacı, toplumcu şiirimizin önemli şairlerinden Adnan Yücel’in anısını yaşatmak, kişiliğini, düşüncelerini ve yapıtlarını gelecek kuşaklara aktarmak, genç kuşakların dil duyarlılığını artırmak, yazınsal becerilerini değerlendirmek amacıyla, 2. Adnan Yücel Edebiyat ve Sanat Festivali etkinlikleri kapsamında Şiir yarışması ve Çocuk Öykücülüğü Yarışması olarak iki ayrı dalda yarışma düzenlenmiştir. Yarışmanın amacı; Adnan Yücel şiirini genç kuşaklara tanıtmanın yanı sıra; genç şair ve yazarları yazmaya özendirerek yazınımıza yeni yapıtlar kazandırmak; ödül alan yapıtları yayınlayarak kitlelerle buluşmasını sağlamaktır.

Bu yılki yarışmaların teması, SAVAŞ VE ÇOCUKLAR olarak belirlenmiştir. Yarışma; şiir kitabı, şiir ve çocuk öykücülüğü dallarında yapılacaktır.  Şiir kitabı dalında; daha önce kitabı yayınlanmış şairler; yayınlanmış bir şiir kitabıyla ya da kitap bütünlüğü içeren şiir dosyasıyla (posta ile gönderilecekse 6 kopya gönderilecek);  Şiir dalında; kitap yayınlamamış şairler en az 5 şiirle; 4. Çocuk öykücülüğü dalında; kitap yayınlamamış genç yazarlar en az 3 öyküyle katılabilirler (posta ile gönderilecekse 7 kopya gönderilecek).

Yarışmada dereceye giren şiirler ve öyküler bir kitapta toplanıp basılacak. Yarışmaya gönderilen yapıtlar, son başvuru tarihine kadar, hiçbir yerde yayınlanmamış olmalıdır.  Şiir ve öykü dalında; Seçici Kurul'un derecelendirmeden seçeceği şiir ve öyküler bir arada tek kitap halinde yayınlanacaktır.

Yarışmaya gönderilecek yapıtlar; 1 Nisan 2013 tarihi akşamına kadar, mutlaka dijital ortamda, disket/CD ile Yapı Sanatevi'ne teslim edilmeli/posta ile gönderilmelidir.
Adres: Katip Mustafa Çelebi Mah. Tel Sok. No:8/2 Beyoğlu/İstanbul
Telefon: 0 212 244 77 72
e-posta: info@yapisanatevi.org

Başvuruda bulunanlar, adlarını, adreslerini, kısa özgeçmişlerini ve telefon numaralarını, gönderilen yapıtlarda açıkça belirtmelidirler. Kimliği yazılı olmayan metinler yarışma dışı tutulur.  Yarışma, her yıl Adnan Yücel Edebiyat ve Sanat Festivali kapsamında şiir kitabı dalının yanı sıra; yazının veya sanatın öteki dallarını kapsayacak biçimde dönüşümlü olarak yapılacaktır.

Seçici Kurul'un değerlendirme sonuçları, 7 Mayıs 2013 günü açıklanacaktır. Sonuçlar aynı tarihte Yapı Sanatevi’nin internet sitesinde www.yapisanatevi.org duyurulacak; kazananlara ayrıca e-posta veya telefonla bilgi verilecektir.

Her dalda kazanan üç şair ve yazara plaketin yanı sıra Adnan Yücel Kitap Seti armağan edilecektir. Şiir ve çocuk öyküsü dalında seçici kurulun uygun gördüğü şiirler ve öyküler; birlikte bir kitapta yayınlanacaktır. Kitapta ürünü olan şair ve yazarlara kitap yayınlanınca 10’ar adet telif olarak verilecektir. Ödül töreni, 31 Mayıs-1-2Haziran 2013 tarihleri arasında düzenlenecek olan 2. Adnan Yücel Edebiyat ve Sanat Festivali etkinlikleri sırasında yapılacaktır.

Şiir ve öykü dallarında seçici kurul; şiir dalında Gülsüm Cengiz, Sennur Sezer, Aba Müslim Çelik, Evren Barış Yavuz, Ali Öztürk; öykü dalında Adnan Özyalçıner, Medine Sivri, Atilla Keskin, Şaban Akbaba, Aysel Korkut, İdris Yiğit’ten oluşmaktadır.


HRANT DİNK KATLEDİŞİNİN 6. YILINDA
"BURADAYIZ AHPARİG!" BAŞLIKLI ETKİNLİKLER DÜZENLENDİ...

Kendilerine "Hrant'ın Arkadaşları" diyen şair, yazar, sanatçı, aydın bir grup aydın, etkinlik öncesinde şöyle seslendiler:

 "Hrant Dink'in katledilmesinin üzerinden tam 6 yıl geçti. Bu 6 yılda katillerin eline silah veren, onları cesaretlendiren, cinayeti örgütleyen, soruşturmayı karartan devlet içindeki yapı yargı önüne çıkarılmadı, verilen sözler tutulmadı. Tam tersine Hrant Dink'i ölüme götüren neredeyse tüm resmi görevliler, hükümet tarafından el üstünde tutuldu, terfi ettirildi. Kararttılar, çözmediler, unutturmak istediler, üstünü örttüler, örgüt “bulamadılar”, gerçek katilleri korudular, sahiplendiler. Bu, cinayete ortaklıktır. Hrant’ın gerçek katilleri yargı önüne çıkarılmalıdır. Bunun için adalet arayışımızı daha da güçlendirmeli, kararlılığımızı göstermeli, sesimizi daha da gür çıkarmalıyız. İstedikleri kadar karartsınlar, korusunlar, kollasınlar. Biz bitti demeden bu dava bitmez...."

Etkinliklerde çeşitli segiler, müzik ve tiyatro etkinlikleri, panel ve sempozyumlar düzenlendi. Sempozyumun son oturumda Fethiye Çetin, Rober Koptaş ve Yetvart Danzikyan geleceğe yönelik tahayyüllerini anlattı. Çetin, birarada yaşamanın yolunun birbirine dokunarak, küçümsemeden, konuşarak birlikte eylemekten geçtiğini söyledi. Koptaş önümüzdeki iki temel meselenin birbirimizi anlama ve demokratikleşme olduğunu söylerken, Danzikyan 2015'e doğru AKP'nin soykırım karşıtı çok ses çıkaracağına dikkat çekti. Sempozyum, askerde öldürülen Sevag Balıkçı'nın davasının kararlılıkla takip edilmesi çağrısıyla ve 19 Ocak'ta yürüyüşte buluşma sözüyle sona erdi.

Bitmiş ve devam etmekte olan etkinliklerle ilgili bilgiler http://buradayizahparig.net/ sitesinden öğrenilebilir.


HRANT DİNK’İN DÜŞÜ VE GÜLÜŞÜ
EKSİLMEDİ DÜŞLERİMİZDEN...

Acısı taptaze içimizde kanamakta… Gülüşlerinde faşizme karşı umut saçan bir bahar kan içinde hâlâ. “Su Çatlağını buldu” diyen sesi kulaklarımızda çınlıyor.  Ve onun sesinde yiten bir düş şahlanıyor. Grileşen renklerimiz buluyor yeniden nüanslarını. Acısı kor gibi dururken içimizde çok sözü de gereksiz buluyoruz.  Şimdi dostları şu seslenişle çağırıyor Hrant’ı anmaya,  diğer dostlarını. Gelin birlikte bu sese kulak verelim. “19 Ocak'ta, Saat Üçte,  Aynı Yerde... “

Hrant Dink aramızdan ayrılalı tam beş yıl oldu. O’nun devlet görevlilerince ya da onların gözetimi altında  katledildiği oraya çıktı. Deliller karartıldı. Yakalanan bu kanlı cinayetin ortağı sustular. Kimileri ise terfi ettirildi. Şurası gerçek ki, bizler bu ülkenin yurttaşları olarak, güvercin tedirginliğinde, gerçek failleri bulunmamış suikastlarla bir arada yaşamaya alışmak istemiyoruz. Bu akıl almaz cinayetten nefret üretmeyen onurlu kalabalıklar olarak, bebeklerden katil yaratan karanlığa ışık düşürmek için, ülkemizin aydınlık geleceğine sahip çıkmak için, adalet için, barış için, kardeşlik için, Hrant Dink davasının mağdurları ve takipçileri olarak her 19 Ocak‘ta onun halkların kardeşliğini anlatan sesini çınlatmaya devam edeceğiz.


ŞİİRİMİZİN İNCE KUYUMCUSU: ÖZDEMİR ASAF

Çağdaş edebiyatımızın kendine özgü şairlerinden Özdemir Asaf’ı yitireli 32 yıl oldu. 28 ocak 1981’de sonsuzluğa uğurladığımız şairin gerçek adı Halit Özdemir Arun’dur.

Şiirleri genel olarak dörtlük ve ikiliklerden oluşur. Yoğun ve kısa bir söyleyiş özelliği vardır. Düşünce ile duygu yoğunluğuyla beraber, taşlama ve alay şiirine egemen olan etmenlerdir. En çok kullandığı ayrılık, sevgi ve ölüm temaları son dönemde şiirlerinde yerini kaçış ve umutsuzluğun tedirginliğine dönüşmüştür. Onun inandığı şiirde bir anlam ve görüşün yansatılmasının gerekliliğidir. Geleneksel Türk şiiri ve batı şiirinin harmanlamasıyla son derece zengin bir sanat değeri oluşturmuştur.

Şükran Kurdakul, onun şiire üzerine yaptığı değerlendirmede şunları söyler:

" Özdemir Asaf şiiri, temelde doğaya, insanlara, yakın çevre oldubittilerine açılarak yeni yorumlarla donanır. Yer yer keyifli, bıyık altından gülen bir şair vardır. Ama “insanın ömrüyle devam edecek bir oyun”da acılarını hafife almaktan yorgun düştüğünü sezersiniz. Dikkat edilirse, kendisini ve dış dünyayı yorumlamaya çalışırken bizim uzağında olduğumuz bişeyleri göz ucuyla izlediği görülür bu şairin.”

İnsana aykırı pisliklerin biriktirdiği tepkiler, Özdemir Asaf şiirinde çoğunlukla  ince yergi öğeleriyle çıkar karşımıza. Yer yer acıya ve öfkeye dönüşür:

“Savaş onu okul kapısında yakaladı
Bir adım kala insanları görmeye
Elinden kalemini aldılar,
İttiler ölmeye, öldürmeye.

Tam düşünürken vurdular.”


ROMANDA SOSYALİST GERÇEKÇİLİĞİN  ÖNCÜ ADLARINDAN
KEMAL BİLBAŞAR ESERLERİYLE YAŞIYOR!

21 Ocak 1983’de yitirdiğimiz  Kemal Bilbaşar, Anadolu’nun feodal yapısını ele alan ve sinemayav da uyarlanan romanları “Cemo” ve “Memo” ile ünlendi ama o, daha 1943 yılında "Denizin Çağrısı" adlı ilk romanıyla Türk yazınında yabancılaşma olgusunun ilk örneğini verdi. 
Çeşitli yörelerinde öğretmenlik yaptığı Anadolu’yu iyi tanıyan Bilbaşar, öyküleriyle de öne çıktı. II. Dünya Savaşı sonrası Doğu Anadolu köylüsünün geri kalmışlığını da dile getiren yazarın eserlerini Doğan Hızlan, "Kasaba olgusu değerlendirilmesinde edebiyat ve toplumbilim açısından paha biçilmez belgeler taşır." şeklinde yorumladı.

Kemal Bilbaşar, sanat anlayışını şöyle belirtiyor: "Yapıtlarımı genellikle küçük kasaba ve köylerde yaşayan, çok çalışan, az mutlu olan insanların hayatını yansıtmak, onların belli bir bilince varmaları amacıyla kaleme aldım.  Fikirde toplumcu, sanatta gerçekçi, görüşe bağlı kaldım.  Memleketimiz insanlarının dertlerini, toplum gerçeklerini ancak bu edebiyat tekniğiyle gün ışığına çıkarmak, onlara çözüm yolunu göstermek mümkün olacağına inandım.  Yapıtlarımda halk masal ve öykü deyişlerine de yer veriyordum.  Bununla yapıtlarımı halkıma daha rahat okutacağım, sanatımda geleneksel bağlantıyı sağlıyacağım kanısındaydım.”

Bir başka röportajında da kendini şöyle ifade eder:  “Fikirde toplumcu, sanatta gerçekçi görüşe bağlı idim. Memleketimiz insanlarının dertlerini, toplum gerçeklerini ancak bu edebiyat tekniğiyle gün ışığına çıkarmak, onlara çözüm yolunu göstermek mümkün olacağına inanıyordum. Eserlerimde meddah taklitlerine, halk masal ve hikaye deyişlerine de yer veriyordum. Bununla eserimi halkıma daha rahat okutacağım, sanatımda geleneksel bağlantıyı sağlayacağım kanısındaydım. Batı mükemmelliğine ulaşabilmek için eski sanat değerlerimizin tümünü inkar etmek, geleneksel bağlardan arınmak gereğini savunanlara katılmıyorum. Bizim halk edebiyatımız zengin bir dil ve sanat hazinesine dayanır, ölü değil, yaşayan bir dil hazinesidir bu. Olanakları geniştir. Halk için yazan bir sanatçı, bu hazineyi görmezlikten gelir, ondan faydalanmazsa, ister istemez halkla arasına mesafe koyar. Bu hazineden faydalandıkça yapıtın milli yanının güçleneceğini ve halklara daha rahat ulaşacağını CEMO ispatlamıştır.”

Kemal Bilbaşar, Cemo adlı romanıyla  1967 Türk Dil Kurumu Roman Ödülünü, Yeşil Gölge romanıyla da  1969 May Roman Ödülünü kazanmıştı.


SOSYALİST GERÇEKÇİ  TİYATRONUN ÖNCÜ SESİ: OKTAY ARAYICI

Türk Tiyatrosu'nun sosyalist gerçekçi çizgideki önemli oyun yazarlarından olan Oktay Arayıcı, 12 Şubat 1936’da Rize’de doğar. İlk ve orta öğretimini Rize ve Malatya’da gerçekleştiren Arayıcı, 1956 yılında İstanbul Üniversitesi’ne girer. 1959 yılında ilk senaryosunu yazar. Sansüre takılan “Gel Nişanlanalım” adlı bu senaryonun ardından, ertesi yıl “Dışarda Yağmur Var” adlı ilk oyununu yazar ve sahneler. Arayıcı’nın bundan sonraki tiyatro yaşantısı epeyce hareketli, bol ödüllü ve politik açıdan hareketli geçer. 1964’te İzmit’te Good-Year lastik fabrikasındaki grevi konu aldığı “Kondulu Hayriye” adlı oyunu valilikçe yasaklanır. 1969 yılında yazdığı “Seferi Ramazan Beyin Nafile Dünyası” (Nafile Dünya) adlı oyunu 1971’de AST’ta sahnelenir ve yasaklanır. Bir oyun yazarı olarak artık dikkat çekmeyi başarmış olan Arayıcı, 1974–1976 yılları arasında “Bir Ölümün Toplumsal Anatomisi” adlı, kendisinin önde gelen eserlerinden biri sayılan oyunu yazar. Bu oyunla Türk Dil Kurumu ve Avni Dilligil ödüllerini kazanır.

1977’de yine en bilinen oyunlarından olan “Rumuz Goncagül”ü yazar; Rutkay Aziz’in rejisiyle sahnelenen oyun 1981–1982 tiyatro sezonunda “Yılın Oyunu” ödülünü alır. Bu oyun daha sonra İrfan Tözüm’ün yönetmenliğinde sinemaya da aktarılır. 1978’de TRT için “At Gözlüğü” adlı senaryoyu yazar. Film TRT Muhabirleri Derneği tarafından yılın en başarılı yerli yapımı seçilir. 1978–1979 yılında “Geçit” (Tanilli Dosyası) adlı oyununu yazar. Oyunda Server Tanilli’nin hayatı ekseninde, bir dönem irdelemesi yapılmaktadır. Yazar 1982’de “Babalar” adlı kabare oyununu yazar. Toplumsal sorunlara getirdiği çarpıcı yaklaşımlarla 1970’lerdeki “toplumcu dalga”nın en etkili isimleri arasında yer alan oyun yazarı Oktay Arayıcı,  21 Ocak 1985 tarihinde de hayata gözlerini yumar.

Tiyatro eleştirmeni Ayşegül Yüksel'in "1970'lerdeki tiyatromuzun devinimini, rengini, dokusunu belirleyen birkaç oyun yazarından biridir" diye nitelendirdiği Türk tiyatrosunun erken yaşta yitirdiği kayıplarından biridir  Oktay Arayıcı. Tiyatromuza sosyalist gerçekçi çizgide seyreden nitelikli eserler kazandıran Arayıcı'nın yapıtlarında üzerinde durup irdelediği sorunların çok daha ağır bir biçiminin yaşamımızı da ele geçirdiğini görüyoruz. Can Gürzap'a göre oyunlarının en dikkat çekici yanı dilindedir: "Oyun kuyumcu titizliğiyle yazılmış. Oktay kılı kırk yaran bir yazardı. Diğer oyunları da öyleydi. Tiyatro yazarlığına bir değişiklik getirebilmiş ender yazarlarımızdan olan Oktay kendi öz üslubumuzdan yani Anadolu'da yüzyıllardır yapılmakta olan köy seyirlik oyunlarından yola çıkmıştır."

Oktay Arayıcı, “Nafile Dünya” oyununda şöyle konuşturur kahramanını:
 “Kime ne düşüyorsa, herkes payını alsın” diyerek…
Sevmek, sevilmek hakkı,
Sarılabilmeli insan sevdiğine,
Sıcak bir somunu tutar gibi elinde,
Isınabilmeli, doyabilmeli.
 Neden yoksun bundan peki ya, onca insan?”


BİREYSELDEN TOPLUMSALA UZANAN  İZ BIRAKAN
 ÖYKÜLERİN YAZARI: MUZAFFER HACIHASANOĞLU

Kasaba insanının bireysel sorunlarını, aile ve toplum ilişkilerinin sağlıksız yanlarını işleyen öyküleriyle edebiyatımızda sessiz ama kalıcı bir iz bırakan Muzaffer Hacıhasanoğlu, 1943’lerde Büyük Doğu dergisinde Muzaffer Doluca imzasıyla yayınladığı şiirlerle yazın alanında görünmeye başladı. 1947 ve sonrasında daha çok öyküleriyle tanındı. Öykülerinde Anadolu insanının yaşantısını, sokaklardan çıkardığı tipleri ve çevre ilişkilerini başarılı bir biçimde betimledi. 70’li yıllarda, işçilerin kahramanları olduğu öykülere de ağırlık verdi. 19 Ocak 1985’te öldü

Muzaffer Hacıhasanoğlu'nun öykülerinde, yazarın gerçeklik anlayışı çerçevesinde inancını ve yaşamın anlamını yakalama çabalarını yansır.  Feridun Andaç onun öykülerini Türk öykücülüğü kategorisinde modernleşme yolunda öyküler sınıfına koyar. Selim İleri’de “Enstitülü yazarların dışında olmakla birlikte, kasaba insanını içli bir sesle anlatan Muzaffer Hacıhasanoglu'nu da anmak istiyorum. Hacıhasanoglu kasaba insanlarının acılı, üzünçlü serüvenlerini işliyor. Sessiz, durgun, dönüp baktığımızda aynı tadı veren öyküler bunlar” demektedir onun öyküleri için.  Adnan Özyalçıner'e göre de Muzaffer Hacıhasanoğlu, Anadolu kasabalarının yaşantısından gündeme yansıyan olayları gündemin insanların yaşamlarını etkileyen olumsuzlukları çelişkileri anlatır.

“Ellerime baktım. İri, nasırlı, yaba gibi. Bu eller benim ellerim. Elimizle görürüz her işi. Elsiz düşünemiyorum insanı. Orak tutar, masra sarar, tüfeğin tetiğindedir. Dostumuz mu, düşmanımız mı biri gelir karşımızdan, elini sıkarız. Neden? Korkumuzdan belki de. Elleridir bize her şeyi yapacak olan; tokat atabilir, tabancasına sarılabilir. Eller vardır, sert, kuru, kemikli; eller vardır yumuşak, pamuk gibi bembeyaz. Paralar elden ele geçer. Kumaşlar elle yoklanır. Kıllarla kaplı kiminin üstü, damarlar iyice belirgin bazılarında. Zar da tutar, kalem de, telefonda…”


SOSYALİZMİN İKİ KARTALINI SAYGIYLA ANIYORUZ:
LUXEMBURG VE LİEBKNECHT

Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht Komünist Enternasyonal'in katledilmiş ilk komünist militanları olarak, 92. ölüm yıldönümlerinde bütün dünyada anılıyor. Lenin’in “O, bir kartaldı, hâlâ da bir kartaldır.” dediği Rosa Luxemburg ve yoldaşı Karl Liebknecht, 15 Ocak 1919’da Berlin’de daha sonra Alman faşizmin ünlü isimlerini içinden çıkaracak olan Freikorps [Gönüllü Kıta] tarafından tutuklandılar. Eden Hotel’e getirilen iki devrimci, kendilerinden geçene kadar acımasızca dövüldüler. Karl Liebknecht başından vurularak morga kimliği bilinmeyenler arasına yollanırken, Rosa Luxemburg ise Landwehr kanalına atıldı. 25 Ocak 1919’da Friedrichsfelde Mezarlığı’nda toprağa verilen Liebknecht’in yanına Rosa için boş bir tabut gömüldü. Rosa’nın cansız vücudu 31 Mayıs 1919’da Berlin’de su bentlerinin birinde bulundu ve 13 Haziran 1919’da Liebknecht’in yanına gömüldü…

Alman sol hareketinin iki önemli ismi olan 1871 Polonya doğumlu Rosa Luxemburg ile 1871 Almanya doğumlu Karl Liebknecht, I. Dünya Savaşı sırasında Almanya’da kurulan Spartaküs Birliği’nin önderleri olarak tarihe geçtiler. 1 Ocak 1916’da kurulan ve adını Rosa Luxemburg’un yayınlanan program broşüründe kullandığı “Spartaküs” isminden alan “Spartaküs Birliği”, 1 Ocak 1919’da toplanan kongrede ismini Almanya Komünist Partisi (KPD) olarak değiştirdi. I. Dünya Savaşı boyunca savaş karşıtlığı ile öne çıkan, Alman işçi sınıfı hareketinin örgütleyicilerinden olan Luxemburg ve Liebknecht savaş boyunca süregelen grevlerin, direnişlerin öncüsü oldular.

Alman işçi hareketi tarihine Ocak ayaklanması olarak geçen olaylar, 4 Ocak 1919’da sola yakınlığı ile tanınan polis müdürünün görevden alınmasıyla başladı. Spartaküslerin yenilmesiyle sonuçlanan ayaklanma 15 Ocak’ta iki önderin öldürülmesiyle sonlandı.  Geriye, Rosa Luxemburg’un ölümünden bir gün önce, 14 Ocak 1919’da “Die Rote Fahne” (Kızıl Bayrak) gazetesinde yayınlanan “Berlin’de Düzen Hüküm Sürüyor” başlıklı yazısının son satırları kaldı: “Berlin’de düzen hüküm sürüyor! Sizi budala zaptiyeler! Kum üzerine kurulu sizin ‘düzeniniz’. Devrim daha yarın olmadan, ‘zincir şakırtıları içinde yeniden doğrulacaktır!’ ve sizleri dehşet içinde bırakıp, trampet sesleri arasında şunu bildirecektir: Vardım. Varım, Varolacağım!”

Karl Liebknecht’in öldürüldüğü gün, geriye “Die Rote Fahne” de yayınlanan son yazısının son satırları kaldı: “Sıkı durun. Kaçmadık. Yenilmedik. Çünkü Spartaküs –ateş ve ruh demektir, yürek ve can demektir, proleter devrimin iradesi ve eylemi demektir. Çünkü Spartaküs zafer özlemini, sınıf-bilinçli proletaryanın mücadele azmini temsil etmektedir… bunlar elde edildiği zaman, biz ister yaşayalım, ister yaşamayalım, programımız yaşayacaktır ve kurtulan halkların dünyasına egemen olacaktır. He rşeye rağmen!”

Ölümlerinin 93. yıldönümünde işçi sınıfına olan sarsılmaz inançlarının bizlerce de paylaşıldığı iki büyük önderi saygıyla anıyoruz… Onlar’dan bize kalan sloganı en gür sesimizle haykırıyoruz: “Ya barbarlık, ya sosyalizm!”


MUSTAFA SUPHİ VE YOLDAŞLARININ SOSYALİZM İDEALİ,
DEVRİMCİ MÜCADELEMİZDE YAŞIYOR!

Türkiye komünist mücadele tarihinin ilk önemli öncülerinden Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı, bundan 91 yıl önce, Karadeniz’de katledildiler. 28 Ocak 1921, Türkiye devrimci hareketinin tarihinde önemli dönemeç noktalarından biridir. Türkiye komünist hareketinin Ekim Devrimi-Kızılordu pratiği içinde yetişmiş en değerli kadrolarını kaybettiği Karadeniz katliamı, aynı zamanda aslında TKP tarihinde bir gerilemenin başlangıcı olmuştur.

10 Eylül 1920’de Bakü’de Sovyetler Birliği’nden, Anadolu’nun değişik yörelerinden ve İstanbul’dan gelen 74 delegeyle toplanan TKP’nin kuruluş kongresi, her şeyden önce o dönemde Anadolu’da Halk İştirakiyun Fırkası, İstanbul’da Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası ve Sovyetler’deki komünistler olmak üzere üç koldan gelişen komünist hareketi birleştirmek amacını güdüyordu ve bunu da büyük ölçüde başarmıştı. Bütün bu gelişmeleri bir program etrafında gerçekleştiren Kongre’nin en önemli kararlarından biri de Anadolu’da gelişen işgale karşı mücadelenin içine girmek, sıcak mücadelenin orta yerine atılarak önderliğe soyunmaktı. Kongre’de yapılan konuşmalar, alınan kararlar, ortaya konulan tüzük ve program Ekim Devrimi’nin ve 3. Enternasyonal’in devrimci ruhunun damgasını taşıyordu. Örgütlü çalışmanın ağırlık merkezini Anadolu’ya kaydırma kararı alan Kongre, genel başkanlığa Mustafa Suphi’yi, genel sekreterliğe Ethem Nejat’ı ve bunlarla birlikte toplam 7 kişilik bir Merkez Komitesini seçerek tamamlandı.

Kongreden yaklaşık 4 ay sonra, 1921’in başında, Ankara ile iletişim kuran Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve kalabalık bir komünist topluluk Türkiye’ye geçmeye karar verdi. Hedef Ankara’ya, Anadolu ayaklanmasının kalbine ulaşmaktı. Bu yüzden tarihçi Cemal Kutay’ın sözleriyle, “Onları Ankara’ya sokmamak Yunan’ı denize dökmek kadar önemliydi!” Bu yüzden törenlerle karşılandıkları Kars’tan sonra provokasyonlar birbirini izledi. Erzurum’da kışkırtılmış halk tarafından şehre sokulmadılar. Batum üzerinden Bakü’ya geri yollanmak üzere Trabzon’a yollandılar. Yol boyu düzmece gösteriler sürdü. Trabzon yakınlarında da kayıkçılar kahyası Yahya kaptanın adamlarının saldırısına uğradılar. Şehre girmelerine izin verilmedi ve bir iskeleden bindirildikleri takayla denize açıldılar. Arkalarından yetişen Yahya kaptanın adamları silahları alınmış olan Mustafa Suphi ve ondört yoldaşını bıçak, kurşun ve süngülerle delik deşik edip denize attılar. 28 Ocak’ı 29 ‘una bağlayan gece Onbeşler, Karadeniz’e gömüldü. O zamanlar, yeni kurulmaya başlayan derin devletin ilk önemli operasyonudur on beşlerin katli.

Daha sonra bu olayda aktif rol alan Topal Osman ve onun adamı Yahya Kahya da teker teker öldürüldüler. Bu olay, Batı emperyalizmine karşı mücadele edip devrimi gerçekleştirme ideali uğruna canını veren Mustafa Suphi’nin ve 14 yoldaşının saygınlığını; bu coğrafya halklarının ve proletaryanın sosyalist öncü lideri olmalarını önleyemedi. Mustafa Suphi ve 15’lerin açtığı çığırdan Türkiye devrimcileri ölüm pahasına da olsa devrime yürümeye devam etti ve devam ediyor.

“Kazıdık on beşlerin ismini,
Kanlı kızıl bir mermere!
Bir çelik aynadır gözlerimiz,
On beşlerin resmini
Görmek isteyenlere...”

NAZIM HİKMET / 1925


İŞÇİ SINIFININ BAŞ ÖĞRETMENİ
LENİN, ÖĞRETMEYE DEVAM EDİYOR!..

Ekim devriminin 90. yılı üzerine dünyanın her bir yanında yazılı ve sözlü görüşler yayınlanmaktadır. İnsanlık tarihinin en  böyük devrimi üzerinde konuşup düşünce bildirmek kadar daha doğal bir bir sebep düşünülemez. S.S.C.B, reel sosyalist sistem olarak dünya yüzünde, yetmiş yıldan fazla var olmuştur.

Lenin’in üstün niteliği, salt devrim öncesinde gösterdiği ileri görüşlülüğüyle sınırlı değildir. Aynı zamanda büyük devrim saatinin ayarlanmasında ortaya koyduğu ileri görüşlü politik çözümlemeler ve attığı taktik adımlar sayesinde olduğunun anlaşılmasından sebepledir.  Devrim alarmı düğmesine basılmasının iyi seçilmesinde,  Lenin’in dehasını  kabul etmeyen hiçbir aklı başında kimse yoktur.

Lenin’in dehasını yakalayabilmek için, onun marksistçe politik çözümlemelerini ve taktiksel manevra ustalığındaki ince hünerlerini, devrimci amaçlara ulaşmak yolunda iyi kavramak gerekli ve hatta zorunludur. Lenin, devlet yapısında bürokrasinin kaldırılmasına ve üreten güçlerin alttan yukarıya doğru üretimden siyasete ve her alanda devlete egemen olmasının sağlanmasına ilkesel anlamda büyük bir önem vererek çalışmıştır. Lenin’e göre, sosyalist bir düzende işçi temsilcilerinin bir çeşit parlamentosu, işlerin yönetimine ve makinanın işlemesine elbette bakacak, fakat bu makine bürokratik olmayacaktı. Üretenlerin kendi kendilerini yönetmesinin en iyi biçimde hayata geçirilmesine, İşçi, Köylü, Asker sovyetlerinin dünyada ilk sosyalist devlet modeli biçiminde kotarılmasına büyük önem veriyordu. Sosyalist sistemin Marksist ilkeleri doğrultusunda ve proletaryanın demokratik diktatörlüğünün garantisiyle komünizme geçişle tamamlanacağına büyük bir ileri görüşlülükle inanıyor ve savunuyordu. Lenin sosyalist sistemin organizasyonu ve güvenlikte tutularak korunabilmesi için, İşçilerin devlet aygıtının en önemli noktalarına tayin edilmesinde gereklilik görmüş ve buna önem vererek gerçekleşmesi doğrultusunda çaba sarf etmiştir. 

Lenin, dünyada kendisi için hiç bir ayrıcalık kaygısı taşımamış ender insanlardan biridir. Sovyetlerin lideri olarak ayrıcalık kaygısı güttüğüne hayatının hiç bir aşamasında tanık olunmamıştır. Sovyetlerin Devlet Başkanlığına getirilmesinden itibaren, hayatında her hangi bir değişiklik yapmamıştır. Kremlin’de karısı N.Krupskaya ve küçük kız kardeşi Mari ile kubbeli, az çok loş, topu topu beş odadan oluşan bir daireye sıkışmıştı. Bu dairede durmaksızın çalışıyordu: Yalnız Sovyetler hükümetinin yöneticisi değildi, Bolşevik Partisi’nin –ya da 1918 de kabul edilen adıyla, Rus Komünist Partisi’nin de genel başkanıydı.1922 de çok çalışmaktan dolayı kendisinde yorgunluk belirtisiyle baş gösteren rahatsızlıklar ortaya çıktı. Mayıs ayında vücudunun sağ yanı tutuldu,  inme indiği teşhisi kondu.  Ekim ayında ayağa kalktı ve yeniden görevlerinin başına geçti. Pravda’ya yazılar yazmayı sürdürüyor ve değişik toplantılara katılıp konuşuyordu. Aralıkta hastalık nöbetleriyle yeniden yoklandı. 1924 yılının Ocak ayının yirmi birinci pazartesi günü, saat altı sıralarında yaman bir kriz tekrar kendisini yokladı, Yeniden yatağa düştü, saat altıyı elli geçe, elli dört yaşında hayata gözlerini kapadı.

O bugün de, dünya proletaryasının gönlünde ve sevgisinde yerini almış olarak, yol göstermeye devam ediyor.

Komünistler, bir çift sözüm var size;
İster devlet başında olun, ister zındanda
İster sıra neferi, ister parti kâtibi
Lenin girebilmeli, her zaman, her mekânda.
İşinize, evinize, bütün ömrünüze
Kendi işi, öz evi, kendi ömrüymüş gibi.

NÂZIM HİKMET






NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati  Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati

DENİZ FARUK ZEREN: Kayıp



KAYIP   







ZU; birkaç saat önce seyahat için bindiğim otobüs, İç Anadolu’nun içlerinden, yeşil, sarı bozkırın ortasından geçti süzülerek. Bakır bir tepsi gibi görünen güneş batmak üzereydi. Mavi olsa, durgun, süt liman bir deniz sanırdın bozkırı. Uzak tepelerin arkasından yorgun argın çekilen akşam güneşinin umutlu gözlerine dalarak uyuyakalmışım. İçim geçmiş desem de olur. Yıllarca uyumuş gibi, tok, uyandım. Hava kararmış. Araba kayıp gitmeye devam ediyor.

Nerede olduğumu bilmiyorum. Yol kenarındaki tabelaları arıyor gözlerim. ZU, nerede olduğunu bilmemek ne kadar kötü bir duygu! Bu yeryüzü parçasının neresinde olduğunu bilmemek… Bilmemek hangi kentin neresinde olduğunu! Peki ya zamanı da yitirmişsen? Daha doğrusu çalmışlarsa zaman kavramını da!

Zamandan ve mekândan koparılmak! Bir bakıma hayattan ve varlığından koparılmak gibi olmalı!
  
ZU birdenbire aklıma “gözaltında kayıp” edilenlerimiz geldi. Düşün ki, bir akşamüstü iş çıkışı yahut bir sabah okula giderken bildiğin, tanıdığın, yürüdüğün bir caddeden, tanımadığın insanlarca bilinmediğin bir yere kaçırılıyorsun. Götürüldüğün yer şubenin bodrumu da olabilir, bir apartmanın beşinci katında işkencehaneye çevrilmiş bir evde hatta yemyeşil bir kırın ortasında harabe bir ahır da olabilir.

Sen bunu bilmiyorsun! Oraya kaçırılıp götürüldükten sonra kaç saat, kaç gün, kaç hafta, kaç ay geçtiğini de bilmiyorsun. Dünyadan habersizsin. Dünyanın senden haberi olup olmadığını da bilmiyorsun! Çırılçıplaksın! Yapayalnızsın!

Salt iradesin! Sırf iradesin! Onlarla çarpışıyorsun ideallerin adına. Beyninle, bedeninle, sonunda fiziken yok edileceğini bile bile…

Zu ne büyük bir hüzün bu!
  
Bu ne kadar büyük bir muharebe.
  
Ne büyük bir insanlık!
  
İki sistem, iki dünya, iki sınıfın muazzam bir güç dengesizliğinin içinde kıran kırana çarpışması! Ve bu çarpışmalardan cansız bedenleriyle çıkan bizimkiler… Bunun romanı, sineması, şiiri, şarkısı yeterince yazılmadı, çizilmedi daha ZU!

Ama yazılacak!



DENİZ FARUK ZEREN



ADNAN DURMAZ: Dönekler Döne Döne Yürür






DÖNEKLER DÖNE DÖNE YÜRÜR








manzarayı sevmelerinden değil
dönekler döne döne yürür
sesini iğdiş ettiren horoz
ibiğini kestirtmiş... yoldurmuş kuyruğunu
gayri kıçıyla bakar
gözleriyle tükürür...

akılları döner dönmekten
şurada kim var
bu bakış neden eğri
korkudan yüreği çürür...

gülüşünün bir ucu kırmızı
bir ucu pas sarısı
bir bakışı gökte uçar kuş gibi
bir bakışı yuvarlanır taş gibi

bir eli zulüm yumağı
Demokles’in kılıcı
kısasa kısas
bir eli vicdanlarda dolaşır
katışıksız dilenci
tevekkülle yaltaklanır sahibine el göğüste
gücünün yettiğince ürür ha ürür
bir kulağı periskoptur uzar ileri
diğeri peşi sıra sürünür
öfkesini korku
korkusunu yalakalık bürür
bir garip lağım böceğidir
dönekler döne döne yürür



ADNAN DURMAZ





MEHMET RAYMAN: Yara— MEHMET GİRGİN: Dörtlükler






YARA







işte bizi yolan çığırtkanlar
bu kanaldan atlıyorlar öbürüne
hepsinin saçları dökülmüş beline
yarışa çıkarılan atların yelesi gibi
ıldır ıldır yanıyor omuz başları

atımız olsa sürer giderdik daha ileri
tuz taşını yalayan nehirleri dinledim
içlene içlene döküldüler denize

bir elmayı dörde böldük
her dilimde bir çekirdek vardı
çocukların geleceği olsun diye
çekirdeği dilimizin üstünden
kaydırdık yaralı toprağın içine

bir serçenin pırpırıyla değişmiyor
alnımızı yazan kalemin gündemi
estirdikleri hava hep egemen
kara kazanların gölgesini çektiler
boynu bükük ölenlerin üzerine

yalancıktan baş okşamalara kanmayalım
onların konforu bizim yoksulluğumuz
olmayacak bundan böyle

              


  MEHMET RAYMAN





       
 DÖRTLÜKLER



RESİM: ADNAN DURMAZ




SESİNDE


Rüzgârda buz taşıyordu çocuklar
Cılız dallar gibi sallanıyordular
İçlerinde seni aradım kaybolan sesini
Sanki bir vadi yatağı vardı sesinde

14 OCAK 2008



TAHRA


kör zamanı kesiyorum
patikanın kanını içiyorum
zamanı emziriyorum
büyüsün diye içimdeki bozkır

14 EYLÜL 2012



ÖLÜ YILDIZLAR


ölümü besliyor zaman
sütüyle değil zehriyle
büyümez bu yüzden
ölü yıldızlar ve kızları

14 EYLÜL 2012



İNİLTİ


rüzgârın yaladığı
tepeler huzursuz
şimdi iniltili
dağ başları

15 EYLÜL 2012



YAYLA


yaylanın anlamı yok
mevsimin merhameti
uzun taşlar ve
kısalan gölge
anlatıyor yolu

15 EYLÜL 2012




MEHMET GİRGİN


AHMET TAHSİN : Anlattığım Sana Sana




ANLATTIĞIM SANA SANA






1979 yılında Suluova Çeltek Maden Ocağının
 sel baskınında ölen ve bu ocakta
sonsuza dek kalacak olan
kömür işçilerinin anısına.




Dün gece, küçük vampir ağızları
Memeleri
Ve etten kanatlarıyla yarasalar havada.
Dün gece
Su
Lığ
Milek
Kömür
Çamur
Bahçelerde ıhlamur
Nar yarılmaya yatkın dalında
Elmalar salkım söğüt
Şeftaliyi indirdik komisyona kasalarla bedavaya
Bu gün dokuz gündür, on altı işçi, otuz iki el, ayak, göz
Maden ocağında.

Çeltek’te dokuzuncu günde de
Hafif alüminyum ve bakır sefertasları
Elleri kafaları ardından ağlayanları karalar bağlayanları
Canları Allah’a emanet
Kazma kürek ve yokluklarıyla beraber
Kendi hesabına alamadıklarını
Kazmayla sökmek için başkalarının hesabına
Tekrar inecekler dağların altına.

Bugün
Dün
Dokuz gün
Evlerde ağıt gülüm
Toprağın altında umut
Yürekten inanıyor ozan
Kazmanın ucunda yaba dirgen ve emeğin
Başakların ve kömür ocaklarının kaderi
Alın yazısı on beşlik gelinlerin
Kara yazısı çağ çocuğun, değişecek.
İşte o zaman hapisliğimiz, saçlarımızdaki zamansız ak
Dişimizin kırığı yumruk altında, dudaklarımızdaki çatlak
Sökerek yüreğimizdeki kurşunu
Yüz yıllık havanında dövüp , dermanın ak merhemini
Gelişecek yüreklerimize sararak.

Bugün ben haklıysam kavgada
Barışta sen benden haklısın gülüm,
Şimdi dövüşmek benim hakkım
Sonra senin hakkındır yaşamak.

Emek su
Emek lığ
Emek çamur
Ölüm emek.
Soğuk kış gecelerinde sıcağında ısındığım
Bebelerimi büyüttüğüm bebek bebek
Kurşun kurşun çaldığım sabahlara dek
Hapis hapis yattığım
Asıldığım sehpa sehpa
Uğruna sürüm sürüm süründüğüm emek.
Su
Lığ
Çamur
Kömür ocağında ölüm.
Dün
Bugün
Dokuz gün
Her gün,
bilerek.






AHMET TAHSİN ÇINAR
EYLÜL 1979


HAMZA İNCE: Ceza ve Suç—NECİP TIRPAN: Gülümse





CEZA VE SUÇ




FOTOĞRAF: ADNAN DURMAZ


Tarafım
Ceza ve suç denkleminde
Bağlarken zincirleme özgürlüğü
Düşüyor şiirim dostlar sofrasına
Ve ben bağışlıyorum
Özgür sözü ezilene

Taşıyorum sözü söze
İnsanın özünü öze
Yürürken yaşama dair ne varsa
Mıhlayarak sevişmelerde
Yaşamın tüm sözcüklerini
Güneşin gözlerine dikiyorum

Baş kaldırı zamanı yaşamımda
Gözlerinizin önünde
Yakılan bir direniş hainler sofrasında
Yanan söz ve ses
Benden çok siz bir uyansa ah uyansa
Ve uyku taklidindeki halkım

Taktım ölülerin sesini
Baş uçlarında mermeri taş
Konuşmaya dair yok yok tek sözcük
Efendilerinden bir de tanrılarından başka
Böceklere çıyanlara yem olurken
Yaşayıp yaşamadıklarından bi haber

Çağımızda adalet dağıtıcılarının yalanında
Firensiz konuk ediyor zaman
Güzel kadın sevişmelerinin yalanlarıyla
Cennet dolarken gördüm
Gördüm
Tanrı sözcülerinin taraf olduğunu

Emzirerek eşitliyor düşleri toprak
Şairin heykeli gölgesinde
Ve zaman
Kaybolmuş insan insan arayışında
Tanrıların sahtekarlığında bozulan dünya
Dağları karlanıyor şairin

İnadına yakar can suyu iklimde toprak
Memelerinden fışkıran sütte
Ararken insan insanı
Piç tanrı sözcüleri lanetler anayı
Kendi inkarında evrimsiz insan
Çıldırtır çıldırtır şairi sözcüklerde


HAMZA İNCE






GÜLÜMSE






Gülümse,
karanfil solmasın teninde,
gülümse,
sensiz zamanlar şenlensin,
gülümse,
allık vurmuş,
kuytularına sessizce,
ay’ın şavkı bizimle.
Gülümse,
ay dolu kadehim, şerefine içelim.
Gülümse,
yorgun sabahları doğuracak bu gece,
gülümse,
yakamozlar sevişir senince,
dinle,
ay bizimle
Gülümse Gülüm,
o gece, işte bu gece...



NECİP TIRPAN


BEKİR KOÇAK: Kar Mevsimindeyim





KAR MEVSİMİNDEYİM







boynu bükük bir çiçeğim ben
sarp kayaların dibinde
yosunca konuşur
susarım yosunca
selam verirse bir kuş
bir karınca
dünyalar benim olur
bulutlarla konuşurum
yıkanırım yağmurla

boynu bükük bir çiçeğim ben
emmim yok dayım yok
arkamda dağım yok
ne söyledimse çoğuluna
kızına oğuluna
yeleksiz kurşunlara durdum
umulmadık bir yerde
nedensiz vuruldum

soldum vakittir dendi
kar mevsimindeyim
dökülürken ten
kederin dilinden
söylencem
unutulmayacak belki
eksildim sustu dilim
çizildi canım
geldim gidiyorum ama
anlayana aynayım




BEKİR KOÇAK


F. OĞUL: Olmayan Yüzüne— G.TORUN: 122’lere— OZAN ŞAHTURNA: Güvercinler Zara Düştü





OLMAYAN YÜZÜNE






Biraz sonra
Tan yeri ağaracak.
İşçilerin önce alınlar sonra sırtları daha sonra tırnakları terleyecek.
Bugün sana çalışacak.
Yarın yüzüne haykıracak yüzsüzlüğünü,
Üç kuruş için kaç takla attığını.
Dönekliğini,
Puştluğunu ,
Haykıracak olmayan yüzüne
Birçok gece
Aile boyu aç yattığını,
Açlıktan benekleşen o yüzü,
Bir kaplana dönüşecek.
Haykıracak
Olmayan yüzüne soysuzluğunu,
Açlıktan dökülen o tırnakları
Bir hançere dönüşecek.
Saplanacak boğazına ,
Sen ise
Şimdiki halinden
Daha zavallı.



FERHAT OĞUL
15. 05. 2012






122’LERE





Ölümü
Yudum yudum içtiler!
Ölenler,
Şahan gibi omuzlarda
Ölenler,
Yiğitçe düştü toprağa
Mimoza oldular,
Işık oldular, umut oldular...
Yol gösterdiler,
Bilinç oldular.
Onlar;
Geleneğin,
Değerlerin,
Taşıyıcıları...
Kazındılar tarihe.
Selam olsun
El pençe durmayanlara!..
Selam olsun
Bedreddince, Pir Sultanca
Direnenlere...
Selam olsun!



GÜRHAN TORUN






GÜVERCİNLER ZARA DÜŞTÜ





Kırdı gönül tellerimi
Parçalandı YERE düştü
Ayaz vurdu güllerimi
Yaz ayında KARA düştü

Bulutlar karardı küstü
Ay tutuldu, güneş pustu
Turnalar, kumrular sustu
Güvercinler ZARA düştü

Güneşi aldım koynuma
Bedeller verdim aynıma
Dostlar ip taktı boynuma
ŞahTurna Can DARA düştü!...

Bulutlar karardı küstü
Ay tutuldu, güneş pustu
Turnalar, kumrular sustu
Güvercinler ZARA düştü


OZAN ŞAHTURNA



HALDUN HAKMAN: Birey,Yazın ve Aydın





BİREY, YAZIN VE AYDIN






Yazınsal ortamın günümüzdeki durumunu değerlendirmeden hemen önce akla geliveren bir soru olsa şöyle bir soru olurdu: "Bu ortama ilişkin bir ‘bunalım’dan neden çokça söz edilmektedir?"

Sonrasında ise ‘bunalım’dan söz edenlerin "aydın" kimliğiyle çok yakından ilgilendiği ve daha açık denilirse kendisini bir "aydın" olarak değerlendirme istenciyle ilişkin olduğu çok açıktır.

Birey, böylece bir ‘bunalım’dan söz eder duruma geçinceye kadar, belki de yoğun ve disiplinli bir düşünsel süreçten geçmemiştir bile. Yaygın olarak, etkilendiği bir çok düşünürün öz-yaşamlarında varolan yoğunluğun, kitap aracılığıyla kurulan iletişimi sonucunda kendisine verili olarak geri gelmesi olmaktadır.

Kimbilir, belki de gerçekten bu verili ortamdaki algılamaları sonucunda oluşan sezgisel bilgileri bağlamında, örnek alınan "düşünür"ün gerçek ‘acı’sını başarabilmektedir birey!

Ama ne olursa olsun, çağdaş bir aydın-bireyin kendi gerçek acılarından oluşmuş bir öz-bilince sahip olması gerekmiyor mu? O halde "aydın sorunsalı"ndan söz edildiğinde, söz edişin paradigmal düzeylerini ayırdedebilmek kaydıyla, öncelikle EGEMEN BİR YAZINSAL İKTİDAR İDEOLOJİSİ olup olmadığını sorgulamak gerekecektir. Elbette söz konusu bireyin bu egemen yazınsal iktidar ideolojisinden görece ne denli bağımsız olup olmadığı da sorgulanmalıdır. Bu kadarını söylemek yukarıdaki büyük harflerle yazılmış söylemi henüz açıklamamakla birlikte, burada ideolojik aygıtlara dönüşen bir düzlemden örnek vermek gerekirse; dergi, kitap, internet sitesi vb... Pazar içerisinde alınıp satılan bu emtianın bu "İKTİDAR"ın ideolojik aygıtları olduğunu vurgulamak en temelli bir saptama olmaktadır.

Bu "iktidar olmuş yazın" kendi paradigmal çerçevesi içerisinde görece ideolojik söylemler geliştirse bile son bağlamda egemen yazınsal iktidarın ideolojik aygıtları olmaktan öteye gidememe konumunda olma riski taşırlar. Bu iktidara karşı olan birey bu dizgenin dışına çıkmayı nasıl başarabilecektir ?

Bu sorunsalın yanıtı bireyin öz-bilinç üretiminden geçmektedir. Bu bir bilgi üretim sürecini içerecek biçimde, hem bilginin edinebileceği kaynakların niteliği nedeniyle, hem de bireyin öznel çabasının yeterli olup olmaması nedeniyle, birey için maddi-manevi maliyeti (diyeti) büyük olan sonuçlar doğurmaktadır. Peki birey böylesi bir öz-bilinç üretim sürecini böylesi büyük bir maliyetle gerçekleştirirken (okur olarak) ne tür bir tinsel ve özdeksel özendiriciyle karşı karşıya kalmaktadır? Ya da yılgınlığa uğramaktadır?

Böylesi bir süreçte çekilen tüm "acı"ların aranan yanıtları, "aydınlanma sürecindeki birey"in kafasında bir çok değişik yanıtlara doğru ilerleyebilmiş ise; bu, adı geçen ikili tinsel/özdeksel özendiricilik düzeyinin kendi öz yaşamında değişik değişik aranabilmesinden kaynaklanmaktadır. Ya da aramaktan caymasından...

Kısa soru: aydınlanma sürecindeki bireyin yaşam tarzı ne olmalıdır, bir başka deyişle dünyaya karşı duruşu nedir olmalıdır?..

Aydınlanma sürecindeki bireyin sorununun çözümüne ilişkin bilgileri yaşam tarzında, üslubunda bulabileceğimizi söylediğimizde, bunun ne ile ilişkilendireceğimizin yanıtını da aramalıyız. Hayatın maddi üretimindeki konumunu mu yoksa aydınlanmasını sağlıyan her türden bilgi birikiminin yeniden üretimini gerçekleştirdiği konumunu mu anlıyacağız? İşte anahtar soru bu olmalıdır. Ben ikinci konumun anlaşılması gerektiğini düşünüyorum. Birinci konum ise bireyin toplumsal ilişkilerinde durduğu yeri belirliyecektir.

Herşeyden önce birey, sahip olduğu bilgi birikiminin soyut durumuyla kendi imgelemi ve sorunsalı ile sınırlı olarak arıyacaktır aradıklarını. Yani kendi bilgi kümelerinden geçecektir yeniden üretime yöneldiğinde. Burada özellikle kendi tüketimine yönelik bir yeniden üretimden sözediyorum. Yazınsal iktidar ideolojisinden bağımsız ‘yaratıcılığının koşullarını’ kendi ürettiğini kendi tüketebilme yeteneğinde gerçekleştirme fırsatı bulacaktır.
Hemen belirtmeliyim ki, burada bir başkasının ürettiğini tüketmekten nitelikçe farklı bir tüketim yeteneğinden sözediyorum. Birey okur olma konumundan giderek çıkmaya başlıyarak, yazmaya yönelmiştir. Ki bu yazınsal iktidar ideolojisinin yeniden-üretimi ve tüketimi çemberinden çıkarak, kendisine ait bir öz-bilinç oluşturmaya başlaması, egemen dizgenin söylemlerinden farklı bir söylem geliştirme gereksinmesi anlamına gelmektedir. Bireyin özgürleşme isteği tam da böylesi bir gereklilik bilincinden kaynaklanmakta. Zorunluluğun bilinci olarak tutsaklığıını aşmaya, gerekliliğin bilinci olarak özgür olmaya çalışmaktadır. Bir bağlamda yazarlık macerası böylesi bir özden yola çıkmaktadır. Sürecin ilerleyen noktalarında kendi egemen yazınsal iktidarını yaratıp yaratmıyacağı ise henüz bilinmemektedir.

Öyleyse aydınlanma sürecinde, okur olan birey kaçınılmazcasına yazma sürecine sürüklenecektir. Burada yazma eyleminin niteliği yani öz-bilinci önem kazanmaktadır. Yoksa niceliği ya da ideolojik itkileri değil. Yazın insanının temel sorunsalı bu niteliğin yanılsamalı bilinçten ne ölçüde kendini ayırdedebileceğinde yatmaktadır ki , tam burada ideolojik olandan görece kendini ayırme gerekliliğinin kavranışı olarak öz-bilinç geliştirme yeteneği irdelenmelidir. Bu eyleminin sürekliliği içerisinde pratik becerisini artıracaktır. Bunu kavram yaratmak olarak kendi "felsefesini" sürekli kurarak (oluşturararak ve yitirerek yeniden kurararak) yaşıyacaktır.

Bu birey okur olma koşullarında edindiği "teorik" bilgileri ile yazma eyleminin koşullarında edindiği "pratik" bilgilenmesi arasındaki çelişkiyi kavrıyabilir ise, bu ilişkinin çözümsüz kalması durumunda yabancılaşarak, yapıtı ile arasındaki ilişki parçalanmaz ve yozlaşmaz ise, yapıtını sunmaya hazır bir psikoloji oluşturacaktır. Bu çelişkiyi başka türlü de ifade etmek olasıdır: 1.Egemen yazınsal ideoloji ile kendi öz-bilinci arasındaki çelişki, 2. yazar sunusunun kaynaklandığı nitelik ile okur talebinin kaynaklandığı nitelik arasındaki çelişki

Okur, ortaklaşmacı dilin nesnel sınırları içerisinde düşünüp, tüketimini bu sınırlar içinde ve bu dilin olanaklarıyla tüketecektir. Yazar ise, özgün bir dil geliştirme arayışının öznel sınırsızlığı içerisinde yer alacaktır. Bu bağlamdadır ki yazar; "felsefesini" yapıtını oluşturduğu süreç zincirlemesinde üretmekte ve yapıtını bitirdiği anda ise bu "felsefeyi" yitirmektedir. Yeniden ve yeniden. Bu bir yazar için bir gereklilik, dahası gerekliliğin bilinci olarak özgürlüktür. Yapıtının "özgür" ve "özgün olduğunu duyumsaması ve egemen yazınsal iktidar ideolojisine bağlanmak istememesi bundan kaynaklanmaktadır.

Yazarın yaşam tarzını değerlendirirken ‘okurunu seçmemesi’, dahası ‘okuruna meydan okuması’nı bağımsızlığının bir niteliği olarak görmek ve anlamak gerekir.Bu tavır alışı aynı zamanda egemen yazınsal iktidara bağlanmaması anlamına, yani muhalif bir kimlik edinmesine ilişkindir. Özellikle de son kertede geniş okur kitlesinin yazınsal iktidara ideolojik bağımlılığının kırılması doğrultusunda olumlu bir savunma mekanizması "süblimasyon" geliştirmesi, radikal bir aydın tavrın demokrasi bilinciyle bağdaştırılacağı ya da çelişeceği bir kırılma noktasını açığa çıkarmasıyla önem kazanmaktadır.

Başından itibaren yazma eyleminde okur istemlerine uyarlanmış bir yazma eyleminin yadsımayı yadsıyamıyacağını, diyalektik maddeci bir yazım geliştirmek yerine, öznel idealist bir yazım geliştireceğine dikkat çekmek gerekiyor. Bu ise doğası gereği, pazar ilişkilerinin rasyonalitesini kabulden tutup, bir başka mistik rant yemeye değin gidebilen bir olumsuz duruş getirecektir.
Egemen Yazınsal İktidar`a ‘muhalif’ kimlik edinilmesi istemi, -süreç içerisinde farkında olmaksızın- ideolojik olarak iktidara alternatif bir başka iktidar arayışını beraberinde getirecektir. Tam burada bazen bir tür "ikili iktidar” görünümü içerisinde çeşitli ‘obalar’ın oluşumu olgusuyla karşılaşılabilecektir.

Bu obaların her biri kendi içinde pre-ideoloji diyebileceğimiz aygıtlara, sahip olacaktır. Sağlıklı bir eleştiri-özeleştiri sürecinin geçiş diyalektiğine oturmamış ‘muhalefet’ çabaları, egemen yazınsal iktidar ideolojisini eleştirmek adına, yadsımanın yadsıması olamayışı ile sığ bir başka olumsuz ‘iktidar’ arayışını içeriğinde taşıyacaktır.

Süreçleri diyalektik olarak kavrayamıyan "aydın" karşı çıkışlarında mutlaka bir başka ‘iktidar’, demokrasi arayışı içerisinde gene kendi demokrasisini boğazlıyan bir ilkel karşı-çıkış mantığı bulunmaktadır.

İşte bir bunalımdan bahsedenler bazen, ‘muhalif’ kimlik edinmenin bir başka bunalımı da içerisinde barındırdığının farkına varmıyan bir takım ‘yalancı aydın’, ‘yalancı demokrat’ olmaktan kaçınamamaktadır. Gerçekte egemen yazınsal iktidar ideolojisinden beslenen `sahte muhalif` kimliklerdir bunlar. Bir başka deyişle, gerçek bir aydın olma tavrını birey olma konumuyla koyamıyan insanların bu `muhalif bunalımları` tam da bu ilkel muhalefet eğilimlerinden türemektedir.




HALDUN HAKMAN