Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Ocak 2012 Cumartesi

EMEĞİN SANATI'NDAN 110. MERHABA



Merhaba,
2012, 2011’in kâbuslarını aratacak bir gerçeklikte karanlık ağını üstümüze attı. Gazetecilere, yazarlara yönelik tutuklamalar sürüyor. 100 gazeteci tutuklu; her geçen gün bu sayı çoğalmaya gebe…

KCK tutuklamaları, 12 Eylül’ü hatta Hitler’i aratmayacak bir hızla yayılıyor. “Gasp edilmek istenen kimliğimi, Gasp edilmek istenen ana dilimi, gasp edilmiş haklarımı istiyorum” diyen her Kürt, KCK dosyası içine alınıp ülkenin dört bir yanında zindanlara dolduruluyor. Kürtlerin yanında yer alan Türk, Laz, Arap vb… devrimciler de bu kırbaçtan nasiplerine düşeni alıyorlar.

Durum böyleyken, sanat dünyasında da devrimci sanatçıların dışında sinikliğin, ezikliğin, ürkekliğin egemen olduğunu görüyoruz. Nasıl hatırlamayalım Hasan İzzeddin Dinamo’yu: “Bir ülkede baskı düzeni yürürlükteyse, o ülkenin edebiyatı dip sularda, köpüklenmeden, sessiz ve sakin akmağa başlar. Sanat simgelerle ve benzetilerle dolup dilin olanaklarını zorlar.”

Emeğin Sanatı, bu karanlık dönemde, iki yeni etkinlikle, kendi adına, sanat dünyasının içine girdiği bu durukluğu, bu sessizliği bozma, dalgalandırma amacıyla kendine düşen çabayı göstermektedir:

I. Kitaplarını yayınlatabilmek ve dağıtmak, öteden beri sosyalist şair ve yazarların karşısında bir duvar gibi çıkıvermektedir. Emeğin Sanatı bu duvarı göreceli de olsa parçalamak amacıyla Emeğin Sanatı E-Yayınevini oluşturdu. Emeğin Sanatı; başta kendi şair ve yazarları olmak üzere, diğer sosyalist şair ve yazarların eserlerini e-kitap olarak yayınlamaya başladı. Emeğin Sanatı E-kitaplarıyla ilgili ayrıntılı bilgiyi aşağıdaki adreslerden almak mümkündür: http://emeginsanatie-yayinevi.blogspot.com ve http://issuu.com/emeginsanati Son adresten kitapların okunma oranları da öğrenilebilir. Dergimizin sol alt sütunundan da e-kitaplara ulaşılabilmektedir.

II. Yeni dönemde sanat alanındaki düşünce alışverişini güçlendirerek, sosyalist edebiyata bir ivme kazandırabilmek amacıyla yeni bir etkinlik başlatıyoruz. Mao’nun söylemiyle biliriz ki, “Eleştiri ve özeleştiri günlük tayınımız olmalıdır!” Bu yeni dönemde de e-kitabı yayınlanan şairler öncelikli olmak üzere eleştiri ve tartışma etkinliği başlatıyoruz.

Ayda bir yapılacak olan etkinlikte, eleştiriler, ya Facebook’taki grup sayfamıza belge olarak ya da emeginsanati@gmail.com adresine gönderilebilecektir. Bu eleştiriler, bir sonraki sayıda topluca yayınlanacaktır.

Eleştiri etkinliğinde ilk olarak, bu fikri bize kazandıran Şair Serkan Engin’in Emeğin Sanatı Yayınevi blogundan ya da http://issuu.com/emeginsanati/docs/arsizakrostis/1 adresinden ulaşabileceğimiz “Arsız Akrostiş” adlı e-kitabında yer alan şiirleri eleştiriye açılacaktır. Tüm okurlarımızı, yazar ve şairlerimizi bu eleştiri etkinliğine katılmaya çağırıyoruz.

Ali Ziya Çamur

BU SAYININ SAVSÖZÜ

Adına popüler kültür ya da kitle kültürü denen benzeştirici ve yozlaştırıcı kültür artık eğlence sanayisinin bir kolu haline gelmiş durumda. Sanat da bundan payını alıyor tabi. Sanat, nesneleşmiş, parçalanmış, yabancılaşmış insanın açık kimliğine kavuşması gibi bir işleve sahipken içi boşaltılıp koflaştırılıyor. Düzenin ve sistemin bir parçası haline dönüştürülüyor.

Sanat yapıtının metalaştırılması, okurun, izleyicinin bir tüketiciye dönüştürülmesiyle mümkün olacağından; sistemin, düşünen ve yargılayabilen gerçek okur yerine, magazinel sığlığına müşteri yetiştirmesi gerekiyor. Etik kavramından nasibini almamış çoğu yazar-çizerler de medyanın elinde magazin gereci, konu mankeni haline geliyor.

Bugün artık sanatçı yaratıcılığı, sanat yapıtından daha çok ‘kendini sunuş’ biçiminin orijinalliği için harcanır hale gelmiştir. Yani sanatçı ürettiklerinden çok, kendisiyle, kendisini pazarlamayla var olabiliyor. Birer ticari nesne halinde sunulmak durumuna düşmüş ya da düşürülmüştür. Sanatçı ve sanat yapıtı ticari piyasanın maddi kurallarını keşfetmiştir artık. Ticari nesneden hiçbir farkı kalmamıştır.

Çağdaş iletişim ve teknolojik gelişim bir yandan sanatı geniş kitlelere ulaştırırken, bir yandan da ticarileştirerek, düzeyinin düşürülmesine, yozlaştırılmasına çanak tutmaktadır. Sanatçı buna karşı tavrını geliştirirken, bu yolla kirletilmeye çalışılan insanı ve insansal olanı kollamayı da gündeminden düşürmemelidir.

Sanatçı insanlığı umutlarının ve geleceğinin tek gerçek sahibi yapmada üzerine düşeni yerine getirmediğinde, taşıdığı ‘sanatçı’ ve ‘aydın’ kimliği erozyona uğrayacaktır. Kendine bağlı olma bir anlamda güncel olana bağlı olmaktır. Bu, hem sanatçının birey olarak kendini yaşamın içine bırakması hem de insanlığını duyumsaması ve kavraması anlamına gelir.

Bütün bunlara karşı durmak sanatın ve sanatçının boynuna borçtur. Çünkü gerçek sanat; zulmün, şiddetin, insanca olmayan her davranışın karşısındadır. A. Hicri İZGÖREN (Özgür Gündem,22 Aralık 2011)

YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ


ÇEVİRMENLER BİRLİĞİ(ÇEVBİR)’DEN 
GÖZALTI VE TUTUKLAMALARA TEPKİ!

Çevirmenler Birliği (ÇEVBİR), akademisyen, yazar, çevirmen ve sanatçıların Terörle Mücadele Yasası’ gerekçe gösterilerek, gözaltına alınmaları ve tutuklanmalarına tepki gösterdi.   Sanat ve fikir emekçilerine, hak savunucularına ve tüm sivil topluma yönelik cadı avına bir an önce son verilmesini isteyen ÇEVBİR açıklamasında, "Gazeteci Zeynep Kuray'ın parmaklıklar ardına götürülürken yüzünden eksik olmayan gülümseyişini, yaratılan korku ve baskı atmosferine verilen en güzel cevap olarak sahipleniyoruz" denildi.

ÇEVBİR açıklamasında şu ifadeler yer aldı:
“Bugün Türkiye, geçmişine defalarca kara birer leke olarak kazınmış darbe rejimlerinin karanlığını aratmayan günlerden geçiyor. Gazeteciler, öğrenciler, akademisyenler, yazarlar, sanatçılar, çevirmenler, avukatlar, Terörle Mücadele Yasası’nın mevcut sistemi eleştiren her muhalefet hareketini potansiyel terörist gören, bir düşünceyi ifade etmeyi veya ifade edilmesine aracılık etmeyi başlı başına suç haline getiren çerçevesi ve uygulamalarıyla, kamuoyunun tüm kesimlerinin vicdanını rahatsız eden hukuk ve akıl dışı gerekçeler ve deliller öne sürülerek gözaltına alınıyor. Haksız-hukuksuz biçimde gözaltına alınan bu insanlar, dosyalarına vurulan "gizlilik" damgası nedeniyle neyle suçlandıklarını bile bilmeden, en temel hakları olan kendilerini savunma hakkından yoksun bırakılarak adeta hemen baştan "suçlu" ilan ediliyor, maruz bırakıldıkları uzun tutukluluk süreleriyle de hâkim yüzü dahi görmeden "cezaları" fiilen infaz ediliyor.

Üstelik bugün bu uygulamalar, faşizmin kurallarıyla işleyen "sıkıyönetim" altında değil, "temsili demokrasi" yoluyla seçilmiş insanların başında olduğu bir "ileri demokrasi" rejimi altında hayata geçiriliyor. Türkiye devleti, Batılı devletler tarafından kendisine biçilen “Ortadoğu'da demokratik yönetim modeli” rolünü sahiplenir, dikta rejimiyle yönetilen komşularına “demokrasi” dersi verir, işgalci devletlere militarist uygulamaları yüzünden rest çekerken, kendi topraklarında kendi halkına 12 Eylül ve sonrasındaki karanlığı yeniden yaşatıyor. Hükümet, farklı kesimlerden kişileri kamuoyu önünde dayanaksız bir biçimde "terörist" ilan ederken, terörü üreten esas taraf oluyor. Gazeteci-yazar Hrant Dink’i güpegündüz, sokak ortasında öldürenleri; suçluları açıkça telaffuz edildiği halde “faili meçhul” sıfatıyla karanlığa gömülen cinayetleri adaletin ışığıyla aydınlatmakta yıllardır aciz kalan; “terörle mücadele” adı altında Uludere’de çoğu çocuk yaşta 35 köylüsünün canını alan devlet, muhalif sesleri neredeyse kitleler halinde hapsetmek suretiyle susturmaya dönük mesneti belirsiz kovuşturma ve soruşturma süreçlerini hayata geçirmekte bir an bile geç kalmıyor.

Son dönemde gözaltına alınıp tutuklanan gazeteci ve yazarların sayısındaki olağanüstü artış, İçişleri Bakanı'nın tüm sanatçıları ve fikir insanlarını, araştırmacıları, sivil toplum örgütü çalışanlarını, farklı dini ve cinsel tercihi olan tüm yurttaşlarını potansiyel suçlularmış gibi hedef gösterdiği demeciyle birleştiğinde, basın-yayın, kültür, sanat, sivil toplum ve hak savunusu alanında faaliyet gösteren tüm kurum ve kişilerin mesleklerini ve uğraşlarını icra etmelerine ket vurmaya dönük bir tehdit atmosferinin yaratıldığı görülüyor.

Biz ÇEVBİR olarak;

Gölgede bırakılmaya çalışılan hakikatleri dile getirmek suretiyle çağlar boyu toplumların sahipleneceği değerleri koruyan ve yaratan sanat ve fikir emekçilerine, hak savunucularına, son tahlilde tüm sivil topluma yönelik bu cadı avına bir an evvel son verilmesini; basın, düşünce ve ifade özgürlüklerini kısıtlayıp ortadan kaldıran yasal mevzuatın ve uygulamaların tümden yürürlükten kaldırılmasını talep ediyor, fikirlerin ve ruhların değil ancak bedenlerin hapsedilebileceğini bir kez daha hatırlatıyoruz. Gazeteci Zeynep Kuray'ın parmaklıklar ardına götürülürken yüzünden eksik olmayan gülümseyişini, yaratılan korku ve baskı atmosferine verilen en güzel cevap olarak sahipleniyoruz.”(EDEBİYAT HABER)

ULUSLARARASI SANAT ELEŞTİRMENLERİ
İÇİŞLERİ BAKANINI İSTİFAYA DAVET ETTİ

Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği (AICA) Türkiye Şubesi, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in sanatçıları ‘terör örgütünün arka bahçesi’ olarak gösterdiği konuşması nedeniyle bir açıklama yayınladı.

“2012 yılında bir bakanın küresel bağlamda tanımı yapılmış ‘terör’ ile küresel bağlamda tanımı yapılmış ‘kültür ve sanat’ı yan yana getirmesi ve sanatın teröre ‘arka bahçe’ oluşturduğunu resmen açıklaması kabul edilemez. Bunu bir bilgisizlik ve gaf olarak değil, farklı seslere tahammül edemeyen antidemokratik bir düşüncenin söylemi olarak değerlendirmek zorundayız” ifadelerine yer verilen açıklamada hükümetin de sanatçılar ve kültür insanlarından özür dilemesi gerektiği vurgulandı. (ÖZGÜR GÜNDEM)

NAİM TİRALİ ÖYKÜ ÖDÜLLERİ
İKİ YAZARA VERİLDİ…

Gazeteci-yazar Naim Tirali’nin adını yaşatmak ve öykücülük anlayışını  gelecek kuşaklara tanıtmak amacıyla düzenlenen “Naim Tirali Öykü Ödülü”nde birincilik ödülü iki genç yazara verildi. 

Doğan Hızlan, Semih Gümüş, Yekta Kopan, Prof.Dr. Cevat Çapan, Oktay Akbal, Nursel Duruel ve Dr. Emine Tirali’den oluşan seçici kurul tarafından yapılan değerlendirme sonunda Kanguru Yayınları'ndan çıkan “Aşk Yüzleri” kitabıyla Tekin Budakoğlu ve Pupa Yayınları'ndan çıkan “Sessizlik Oyunu” öykü kitaplarıyla Mine Utku Savaş ödüle layık görüldü.

Ödül töreninde, Tekin Budakoğlu ödülünü alırken; “Bazı insanların isimlerinin yanında sizin isminizin telaffuz ediliyor olması bile yüreğinizin kıpır kıpır olmasını sağlar. Bana Naim Tirali ile anılma fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim” dedi. Kadınların sorunlarını 17 öyküyle dile getiren Mine Utku Savaş ise, ödülünü alırken; “Büyük ustalar adına konulan bu ödüller yolumuzu aydınlatıyor, teşvik ediyor” diyerek teşekkür etti. (GİRESUNGAZETE.NET)

OKTAY ARAYICI YAPITLARIYLA HÂLÂ ARAMIZDA…

Türk Tiyatrosu'nun sosyalist gerçekçi çizgideki önemli oyun yazarlarından olan Oktay Arayıcı, 12 Şubat 1936’da Rize’de doğar. İlk ve orta öğretimini Rize ve Malatya’da gerçekleştiren Arayıcı, 1956 yılında İstanbul Üniversitesi’ne girer. 1959 yılında ilk senaryosunu yazar. Sansüre takılan “Gel Nişanlanalım” adlı bu senaryonun ardından, ertesi yıl “Dışarda Yağmur Var” adlı ilk oyununu yazar ve sahneler. Arayıcı’nın bundan sonraki tiyatro yaşantısı epeyce hareketli, bol ödüllü ve politik açıdan hareketli geçer. 1964’te İzmit’te Good-Year lastik fabrikasındaki grevi konu aldığı “Kondulu Hayriye” adlı oyunu valilikçe yasaklanır. 1969 yılında yazdığı “Seferi Ramazan Beyin Nafile Dünyası” (Nafile Dünya) adlı oyunu 1971’de AST’ta sahnelenir ve yasaklanır. Bir oyun yazarı olarak artık dikkat çekmeyi başarmış olan Arayıcı, 1974–1976 yılları arasında “Bir Ölümün Toplumsal Anatomisi” adlı, kendisinin önde gelen eserlerinden biri sayılan oyunu yazar. Bu oyunla Türk Dil Kurumu ve Avni Dilligil ödüllerini kazanır.

1977’de yine en bilinen oyunlarından olan “Rumuz Goncagül”ü yazar; Rutkay Aziz’in rejisiyle sahnelenen oyun 1981–1982 tiyatro sezonunda “Yılın Oyunu” ödülünü alır. Bu oyun daha sonra İrfan Tözüm’ün yönetmenliğinde sinemaya da aktarılır. 1978’de TRT için “At Gözlüğü” adlı senaryoyu yazar. Film TRT Muhabirleri Derneği tarafından yılın en başarılı yerli yapımı seçilir. 1978–1979 yılında “Geçit” (Tanilli Dosyası) adlı oyununu yazar. Oyunda Server Tanilli’nin hayatı ekseninde, bir dönem irdelemesi yapılmaktadır. Yazar 1982’de “Babalar” adlı kabare oyununu yazar. Toplumsal sorunlara getirdiği çarpıcı yaklaşımlarla 1970’lerdeki “toplumcu dalga”nın en etkili isimleri arasında yer alan oyun yazarı Oktay Arayıcı,  21 Ocak 1985 tarihinde de hayata gözlerini yumar.

Tiyatro eleştirmeni Ayşegül Yüksel'in "1970'lerdeki tiyatromuzun devinimini, rengini, dokusunu belirleyen birkaç oyun yazarından biridir" diye nitelendirdiği Türk tiyatrosunun erken yaşta yitirdiği kayıplarından biridir  Oktay Arayıcı. Tiyatromuza sosyalist gerçekçi çizgide seyreden nitelikli eserler kazandıran Arayıcı'nın yapıtlarında üzerinde durup irdelediği sorunların çok daha ağır bir biçiminin yaşamımızı da ele geçirdiğini görüyoruz. Can Gürzap'a göre oyunlarının en dikkat çekici yanı dilindedir: "Oyun kuyumcu titizliğiyle yazılmış. Oktay kılı kırk yaran bir yazardı. Diğer oyunları da öyleydi. Tiyatro yazarlığına bir değişiklik getirebilmiş ender yazarlarımızdan olan Oktay kendi öz üslubumuzdan yani Anadolu'da yüzyıllardır yapılmakta olan köy seyirlik oyunlarından yola çıkmıştır."

Oktay Arayıcı, “Nafile Dünya” oyununda şöyle konuşturur kahramanını:
 “Kime ne düşüyorsa, herkes payını alsın” diyerek…
Sevmek, sevilmek hakkı,
Sarılabilmeli insan sevdiğine,
Sıcak bir somunu tutar gibi elinde,
Isınabilmeli, doyabilmeli.
 Neden yoksun bundan peki ya, onca insan?”

Şair Can Yücel de şu şiiriyle selamlamıştı Oktay Arayıcı’yı:

Oktay Arayıcı'ya

bir arayıcı fişeğiydi oktay
çaktıkça karanlığın çalparalarına karşı
tanyerleri gösterdi bize yer yer
ve perde perde
ayak götürürken şimdi sahnemizden
allah değil, bizcileyin allahlıklar
razı olsun kendisinden
bir solukta oyun bitti
bir 'sol' daha anahtarken
gürleyip güme gitti

biz ne zaman kilit olacağız ki?

CAN YÜCEL/ CANFEDA



HRANT DİNK’İN DÜŞÜ VE GÜLÜŞÜ
EKSİLMEDİ DÜŞLERİMİZDEN...

Acısı taptaze içimizde kanamakta… Gülüşlerinde faşizme karşı umut saçan bir bahar kan içinde hâlâ. “Su Çatlağını buldu” diyen sesi kulaklarımızda çınlıyor.  Ve onun sesinde yiten bir düş şahlanıyor. Grileşen renklerimiz buluyor yeniden nüanslarını. Acısı kor gibi dururken içimizde çok sözü de gereksiz buluyoruz.  Şimdi dostları şu seslenişle çağırıyor Hrant’ı anmaya,  diğer dostlarını. Gelin birlikte bu sese kulak verelim. “19 Ocak'ta, Saat Üçte,  Aynı Yerde... “

Hrant Dink aramızdan ayrılalı tam beş yıl oldu. O’nun devlet görevlilerince ya da onların gözetimi altında  katledildiği oraya çıktı. Deliller karartıldı. Yakalanan bu kanlı cinayetin ortağı sustular. Kimileri ise terfi ettirildi. Şurası gerçek ki, bizler bu ülkenin yurttaşları olarak, güvercin tedirginliğinde, gerçek failleri bulunmamış suikastlarla bir arada yaşamaya alışmak istemiyoruz. Bu akıl almaz cinayetten nefret üretmeyen onurlu kalabalıklar olarak, bebeklerden katil yaratan karanlığa ışık düşürmek için, ülkemizin aydınlık geleceğine sahip çıkmak için, adalet için, barış için, kardeşlik için, Hrant Dink davasının mağdurları ve takipçileri olarak her 19 Ocak‘ta onun halkların kardeşliğini anlatan sesini çınlatmaya devam edeceğiz.

SOSYALİZMİN İKİ KARTALINI
SAYGIYLA ANIYORUZ: LUXEMBURG VE LİEBKNECHT

Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht Komünist Enternasyonal'in katledilmiş ilk komünist militanları olarak, 92. ölüm yıldönümlerinde bütün dünyada anılıyor. Lenin’in “O, bir kartaldı, hâlâ da bir kartaldır.” dediği Rosa Luxemburg ve yoldaşı Karl Liebknecht, 15 Ocak 1919’da Berlin’de daha sonra Alman faşizmin ünlü isimlerini içinden çıkaracak olan Freikorps [Gönüllü Kıta] tarafından tutuklandılar. Eden Hotel’e getirilen iki devrimci, kendilerinden geçene kadar acımasızca dövüldüler. Karl Liebknecht başından vurularak morga kimliği bilinmeyenler arasına yollanırken, Rosa Luxemburg ise Landwehr kanalına atıldı. 25 Ocak 1919’da Friedrichsfelde Mezarlığı’nda toprağa verilen Liebknecht’in yanına Rosa için boş bir tabut gömüldü. Rosa’nın cansız vücudu 31 Mayıs 1919’da Berlin’de su bentlerinin birinde bulundu ve 13 Haziran 1919’da Liebknecht’in yanına gömüldü…

Alman sol hareketinin iki önemli ismi olan 1871 Polonya doğumlu Rosa Luxemburg ile 1871 Almanya doğumlu Karl Liebknecht, I. Dünya Savaşı sırasında Almanya’da kurulan Spartaküs Birliği’nin önderleri olarak tarihe geçtiler. 1 Ocak 1916’da kurulan ve adını Rosa Luxemburg’un yayınlanan program broşüründe kullandığı “Spartaküs” isminden alan “Spartaküs Birliği”, 1 Ocak 1919’da toplanan kongrede ismini Almanya Komünist Partisi (KPD) olarak değiştirdi. I. Dünya Savaşı boyunca savaş karşıtlığı ile öne çıkan, Alman işçi sınıfı hareketinin örgütleyicilerinden olan Luxemburg ve Liebknecht savaş boyunca süregelen grevlerin, direnişlerin öncüsü oldular.

Alman işçi hareketi tarihine Ocak ayaklanması olarak geçen olaylar, 4 Ocak 1919’da sola yakınlığı ile tanınan polis müdürünün görevden alınmasıyla başladı. Spartaküslerin yenilmesiyle sonuçlanan ayaklanma 15 Ocak’ta iki önderin öldürülmesiyle sonlandı.

Geriye, Rosa Luxemburg’un ölümünden bir gün önce, 14 Ocak 1919’da “Die Rote Fahne” (Kızıl Bayrak) gazetesinde yayınlanan “Berlin’de Düzen Hüküm Sürüyor” başlıklı yazısının son satırları kaldı: “Berlin’de düzen hüküm sürüyor! Sizi budala zaptiyeler! Kum üzerine kurulu sizin ‘düzeniniz’. Devrim daha yarın olmadan, ‘zincir şakırtıları içinde yeniden doğrulacaktır!’ ve sizleri dehşet içinde bırakıp, trampet sesleri arasında şunu bildirecektir: Vardım. Varım, Varolacağım!”

Karl Liebknecht’in öldürüldüğü gün, geriye “Die Rote Fahne” de yayınlanan son yazısının son satırları kaldı: “Sıkı durun. Kaçmadık. Yenilmedik. Çünkü Spartaküs –ateş ve ruh demektir, yürek ve can demektir, proleter devrimin iradesi ve eylemi demektir. Çünkü Spartaküs zafer özlemini, sınıf-bilinçli proletaryanın mücadele azmini temsil etmektedir… bunlar elde edildiği zaman, biz ister yaşayalım, ister yaşamayalım, programımız yaşayacaktır ve kurtulan halkların dünyasına egemen olacaktır. He rşeye rağmen!”

Ölümlerinin 93. yıldönümünde işçi sınıfına olan sarsılmaz inançlarının bizlerce de paylaşıldığı iki büyük önderi saygıyla anıyoruz… Onlar’dan bize kalan sloganı en gür sesimizle haykırıyoruz: “Ya barbarlık, ya sosyalizm!”


MUSTAFA SUPHİ VE YOLDAŞLARININ SOSYALİZM İDEALİ,
DEVRİMCİ MÜCADELEMİZDE YAŞIYOR!

Türkiye komünist mücadele tarihinin ilk önemli öncülerinden Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı, bundan 91 yıl önce, Karadeniz’de katledildiler. 28 Ocak 1921, Türkiye devrimci hareketinin tarihinde önemli dönemeç noktalarından biridir. Türkiye komünist hareketinin Ekim Devrimi-Kızılordu pratiği içinde yetişmiş en değerli kadrolarını kaybettiği Karadeniz katliamı, aynı zamanda aslında TKP tarihinde bir gerilemenin başlangıcı olmuştur.

10 Eylül 1920’de Bakü’de Sovyetler Birliği’nden, Anadolu’nun değişik yörelerinden ve İstanbul’dan gelen 74 delegeyle toplanan TKP’nin kuruluş kongresi, her şeyden önce o dönemde Anadolu’da Halk İştirakiyun Fırkası, İstanbul’da Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası ve Sovyetler’deki komünistler olmak üzere üç koldan gelişen komünist hareketi birleştirmek amacını güdüyordu ve bunu da büyük ölçüde başarmıştı. Bütün bu gelişmeleri bir program etrafında gerçekleştiren Kongre’nin en önemli kararlarından biri de Anadolu’da gelişen işgale karşı mücadelenin içine girmek, sıcak mücadelenin orta yerine atılarak önderliğe soyunmaktı. Kongre’de yapılan konuşmalar, alınan kararlar, ortaya konulan tüzük ve program Ekim Devrimi’nin ve 3. Enternasyonal’in devrimci ruhunun damgasını taşıyordu. Örgütlü çalışmanın ağırlık merkezini Anadolu’ya kaydırma kararı alan Kongre, genel başkanlığa Mustafa Suphi’yi, genel sekreterliğe Ethem Nejat’ı ve bunlarla birlikte toplam 7 kişilik bir Merkez Komitesini seçerek tamamlandı.

Kongreden yaklaşık 4 ay sonra, 1921’in başında, Ankara ile iletişim kuran Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve kalabalık bir komünist topluluk Türkiye’ye geçmeye karar verdi. Hedef Ankara’ya, Anadolu ayaklanmasının kalbine ulaşmaktı. Bu yüzden tarihçi Cemal Kutay’ın sözleriyle, “Onları Ankara’ya sokmamak Yunan’ı denize dökmek kadar önemliydi!” Bu yüzden törenlerle karşılandıkları Kars’tan sonra provokasyonlar birbirini izledi. Erzurum’da kışkırtılmış halk tarafından şehre sokulmadılar. Batum üzerinden Bakü’ya geri yollanmak üzere Trabzon’a yollandılar. Yol boyu düzmece gösteriler sürdü. Trabzon yakınlarında da kayıkçılar kahyası Yahya kaptanın adamlarının saldırısına uğradılar. Şehre girmelerine izin verilmedi ve bir iskeleden bindirildikleri takayla denize açıldılar. Arkalarından yetişen Yahya kaptanın adamları silahları alınmış olan Mustafa Suphi ve ondört yoldaşını bıçak, kurşun ve süngülerle delik deşik edip denize attılar. 28 Ocak’ı 29 ‘una bağlayan gece Onbeşler, Karadeniz’e gömüldü. O zamanlar, yeni kurulmaya başlayan derin devletin ilk önemli operasyonudur on beşlerin katli.

Daha sonra bu olayda aktif rol alan Topal Osman ve onun adamı Yahya Kahya da teker teker öldürüldüler. Bu olay, Batı emperyalizmine karşı mücadele edip devrimi gerçekleştirme ideali uğruna canını veren Mustafa Suphi’nin ve 14 yoldaşının saygınlığını; bu coğrafya halklarının ve proletaryanın sosyalist öncü lideri olmalarını önleyemedi. Mustafa Suphi ve 15’lerin açtığı çığırdan Türkiye devrimcileri ölüm pahasına da olsa devrime yürümeye devam etti ve devam ediyor.

ONBEŞLER İÇİN

Yangınlara fazla bakan gözler yaşarmaz
Alnı kızıl yıldızlı baş secdeye varmaz
Dövüşenler ölenlerin tutmaz yasını

Yine fakat bir yıldırım zulmeti yırtsa
Sağır göğün koynundaki çanı haykırtsa
Anıyoruz göğsünüzün son sayhasını

Eski cihan yeni cihan önünde eğil!
Aramızdan birkaç yoldaş ayırmak değil,
Her ne yapsan varacağız emelimize!

Karadeniz… bunu duysun derinliklerin:
O ateşli göğüsleri delen hançerin
Kabzasını alacağız biz elimize!

Nazım Hikmet – Vala Nurettin (Batum, 1922)


İŞÇİ SINIFININ BAŞ ÖĞRETMENİ
LENİN, ÖĞRETMEYE DEVAM EDİYOR!..

Ekim devriminin 90. yılı üzerine dünyanın her bir yanında yazılı ve sözlü görüşler yayınlanmaktadır. İnsanlık tarihinin en  böyük devrimi üzerinde konuşup düşünce bildirmek kadar daha doğal bir bir sebep düşünülemez. S.S.C.B, reel sosyalist sistem olarak dünya yüzünde, yetmiş yıldan fazla var olmuştur.
Lenin’in üstün niteliği, salt devrim öncesinde gösterdiği ileri görüşlülüğüyle sınırlı değildir. Aynı zamanda büyük devrim saatinin ayarlanmasında ortaya koyduğu ileri görüşlü politik çözümlemeler ve attığı taktik adımlar sayesinde olduğunun anlaşılmasından sebepledir.  Devrim alarmı düğmesine basılmasının iyi seçilmesinde,  Lenin’in dehasını  kabul etmeyen hiçbir aklı başında kimse yoktur.

Lenin’in dehasını yakalayabilmek için, onun marksistçe politik çözümlemelerini ve taktiksel manevra ustalığındaki ince hünerlerini, devrimci amaçlara ulaşmak yolunda iyi kavramak gerekli ve hatta zorunludur. Lenin, devlet yapısında bürokrasinin kaldırılmasına ve üreten güçlerin alttan yukarıya doğru üretimden siyasete ve her alanda devlete egemen olmasının sağlanmasına ilkesel anlamda büyük bir önem vererek çalışmıştır. Lenin’e göre, sosyalist bir düzende işçi temsilcilerinin bir çeşit parlamentosu, işlerin yönetimine ve makinanın işlemesine elbette bakacak, fakat bu makine bürokratik olmayacaktı. Üretenlerin kendi kendilerini yönetmesinin en iyi biçimde hayata geçirilmesine, İşçi, Köylü, Asker sovyetlerinin dünyada ilk sosyalist devlet modeli biçiminde kotarılmasına büyük önem veriyordu. Sosyalist sistemin Marksist ilkeleri doğrultusunda ve proletaryanın demokratik diktatörlüğünün garantisiyle komünizme geçişle tamamlanacağına büyük bir ileri görüşlülükle inanıyor ve savunuyordu. Lenin sosyalist sistemin organizasyonu ve güvenlikte tutularak korunabilmesi için, İşçilerin devlet aygıtının en önemli noktalarına tayin edilmesinde gereklilik görmüş ve buna önem vererek gerçekleşmesi doğrultusunda çaba sarf etmiştir.  

Lenin, dünyada kendisi için hiç bir ayrıcalık kaygısı taşımamış ender insanlardan biridir. Sovyetlerin lideri olarak ayrıcalık kaygısı güttüğüne hayatının hiç bir aşamasında tanık olunmamıştır. Sovyetlerin Devlet Başkanlığına getirilmesinden itibaren, hayatında her hangi bir değişiklik yapmamıştır. Kremlin’de karısı N.Krupskaya ve küçük kız kardeşi Mari ile kubbeli, az çok loş, topu topu beş odadan oluşan bir daireye sıkışmıştı. Bu dairede durmaksızın çalışıyordu: Yalnız Sovyetler hükümetinin yöneticisi değildi, Bolşevik Partisi’nin –ya da 1918 de kabul edilen adıyla, Rus Komünist Partisi’nin de genel başkanıydı.1922 de çok çalışmaktan dolayı kendisinde yorgunluk belirtisiyle baş gösteren rahatsızlıklar ortaya çıktı. Mayıs ayında vücudunun sağ yanı tutuldu,  inme indiği teşhisi kondu.  Ekim ayında ayağa kalktı ve yeniden görevlerinin başına geçti. Pravda’ya yazılar yazmayı sürdürüyor ve değişik toplantılara katılıp konuşuyordu. Aralıkta hastalık nöbetleriyle yeniden yoklandı. 1924 yılının Ocak ayının yirmi birinci pazartesi günü, saat altı sıralarında yaman bir kriz tekrar kendisini yokladı, Yeniden yatağa düştü, saat altıyı elli geçe, elli dört yaşında hayata gözlerini kapadı.

O bugün de, dünya proletaryasının gönlünde ve sevgisinde yerini almış olarak, yol göstermeye devam ediyor.

LENİN DESTANI’NDAN…

Fikirleri işlendi
           her flâmaya,
                        her bayrağa…
Her şeyi o düşünüp
          karara bağlıyordu.
Her kale
         kalkıp ayağa
Ondan hücum
        emrini
                      bekliyordu.
Lenin'i tanıyor
            emekçi ordusunun
                                               her eri,
Lenin adı,
işçi yüreklerinin
                                   sesi.
O kaldırdı onları
                        savaşa,
                                    O sağladı zaferi,
dünkü
       proletarya
              bugün ülkenin efendisi!
Lenin!
            Her köylü bu
                                   aziz adı
muska gibi kalbinde saklıyor

V. MAYAKOVSKİ

NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati

SERPİL BAŞAK: “Kaptan İle Tayfası”





Artık, hiçbir şeyden emin değilim. Kız arkadaşımla darıla barışa, üç yılda biriktiğimiz düşten gelecek, naftalinlenmiş çeyiz gibi askıya çıktı. Işık, kötü vuruyor üstüne. Korkarım, solacak.

Ve ben, “Keşke olmasaydı” diyerek başladığım, iki aylık dâhiliye stajımda Erhan Dağca’yı, yani, Kaptanı tanıdığım için mutluyum. İlk günler, kibirli ve çokbilmiş gelen hallerinden dolayı uzak durmuştum oysa. Bir devlet hastanesinin genel hasta görünüşünden çok farklıydı. Her gün gazeteleri okuması, okuma gözlüğünü takıp kitap sayfalarına gülümsemesi dikkatimi çekiyordu. Kanser gibi pis bir hastalığın son saldırılarıyla boğuşsa da, ağrılarından çok yakınmıyor, kendisi için bir şey yapan herkese gülümseyerek teşekkür ediyordu. Tüm bunlar, saygıyla karışık bir ilgi uyandırıyordu bende.

Onun, (kullandığı dil ve okudukları nedeniyle) denizcilik eğitimi almış, yıllarca denizleri kulaçladıktan sonra emekli olmuş bir kaptan olduğuna karar vermiştim. Kimsesinin olmamasını da, işinden dolayı bir aile kuramamasına bağlamıştım. Bir gün, onu beslerken, yalnızlığına üzüldüğümü ama bu ülkeye bir kaptan olarak uzun yıllar hizmet ettiği için çok özverili bir insan olduğunu söyledim. Güldü. “Ben, kaptan değilim” dedi. Şaşırdım. Zorlanan sesinin elverdiğince anlatmaya başladı:

“Atmışlı yılların başında, İstanbul’da inşaat mühendisliği okudum. Babam, bana, daha okulu bitirdiğim günlerde, bir inşaat şirketi kurdu. Her şey onun düşüncesiydi zaten. Ülkeyi boydan boya barajlarla, yeni yapılarla yeşertecektim. Oysa babamın bilmek istemediği bir şey vardı bende; eğitimini aldığım alanda, temelini atıp bağlayabileceğim bir çatı düşüm yoktu. İnşaat harcından uzaktım. Kıraçtım. Baktım ki, kurtuluş yok; çekip gittim uzaklara. O deniz senin, bu kıyı benim, dolandım durdum dünyanın içini dışına çıkaran sularda.”

“Kaptan, istersen biraz dinlen. Çok yoruldun” dedim. Su istedi. Yutamadığı suyu gargara yaparmış gibi tükürdü. İçindeki yalnızlığı ayrıştırmaya çalışanlara özgü bir şekilde gözleriyle yutkundu. “Dinle tayfam. Şimdilik iyiyim” dedi ve her şeyiyle anlatmaya koyuldu:

“Bazı limanlarda günlerce demirlediğimiz olurdu. Yolcuların bir kısmı iner. Yerlerine yenileri gelir. Ben de, fırsat buldukça, o bölgeyi tanıma gezilerine çıkardım. Karaya ayak basıp, sallanmayan yollardan geçer, kenar mahallelere dalardım. Kentlerin, içine almayıp kustuğudur kenar mahalleler. Kötüdür, hırçındır, tekinsiz albenidir, ötekidir ve tüm bunlardan
dolayı da, kentin, aynadaki kendi yansımadır. O, çok modern yapıları, çok şık, çok ışıklı, çok bulvarlı caddeleri, o caddeleri süsleyen son model arabaları ve marka kılıklarıyla çok uluslu tüketim merkezlerini parselleyen çok kartlı kalabalıkları değerli ve ayrıcalıklı kılandır kenar mahalleler. Denizde tekne gibi sallanır durur, oralarda hayat. Belki de bu nedenle,
giderdim oralara. Bilmiyorum. Ha, bir de, her limanda Tanrının evine giderdim. Günlerce, Buda Rahipleriyle bağdaş kurup, tüm anlamalardan döndüğüm olurdu. Elimde, büyüyen bir yok demeti. Bir defasında da, umreye götürdüğümüz insanlarla birlikte Kâbe’nin çevresini yedi kez döndüm. Beyazını ağartmış, eski bir yelken bezinden uydurduğum ihramın içinde, tinsel geçişler yaşadım. Çok ilginç bir boyuttu ama serseriliğime teğet geçti. Sonra, ağlama duvarında ağladım, bir gün. Ann Frank, bit yeniği gözleriyle uzattı mendilini. Kilisede şaraba banılmış ekmek yedim, turistik bir ayinde. Rab İsa yeniden gerildi çarmıha ve “Etimle kanım, sana da yarasın, e mi, serseri” diye, inledi. Büyük bir merakla, Meksika’da İnka
Tapınaklarına gittim. Altın tozuna bulanmanın anlamını aradım, günlerce. Yüzü güneşe dönük bir aynaydı insan. (Bir güneş, bir de insan, karşılıklı aynalar gibi yansıtırlardı evreni, hayatı ve insanı.) Nuh’un Gemisinden atılmış bir asi… Eşsizdi çünkü. İşte böyle, tayfam.

Yüzümde yenilmişlerin utancı, kulaçladım durdum bilinmezin sularını. Çok şey bulduğumu söyleyemesem de; soruların çengeline takılıp, sırt çantama yerleşen serseri göçmenliğimle, Anka Kuşunun, küllerinden yeniden doğmaya ilişkin masalına indirdim yelkenlerimi. Salata tabloları yapardıığğm…”

Bir hırıltıya dönüşen sesi ve yorgun bedeninin devinimleri artık anlaşılmıyordu. İncitmekten korkarak üstünü örttüm. Onu, pencereden vuran akşamüstünün terli ışıklarında uzayan gölgesine bıraktım.

İki saat sonra, tekrar odasına girdiğimde uyuyordu. Yüzü, pencereden dökülen ışıkla yıkanmış gibi ıpıslaktı. Hırıltılı soluğu, fırtınalı denizlerden dönen yorgun bir geminin son limana yanaşma çabalarına benziyordu. Yeni yetme kızmemesini andıran elmacık kemiklerinin eteklerinden başlayan yanakları, göçük vadiler gibi, iri burnunun iki yakasından sivri çenesine kavuşuyordu. Dudakları, müstehcen bir Âdemle Havva fıkrası patlatacakmış da, sanki son anda zorla susturulmuş bir ağız gibi küskündü.

Huzursuzca kıpırdandı, uyandı. Sağ elinden destek alıp, zorlukla doğruldu. Bana bakıp gülümsedi. “Hoş geldin tayfam” dedi. Komutanını selamlayan bir asker duruşuyla, elimi şakağıma vurup, “Hoş bulduk kaptan. Çulsuz tayfanız emrinizdedir efendim. Söyleyin bakalım; bu akşam, hangi oynak denizi, hangi eril rüzgârın ıslığında, dişil bir özne gibi özleyeceğiz?”

Boğulmak üzere olan birinin, çırpınırken çıkardığı gülmekle ağlamak arası sesler doldurdu odayı. İrkildim. Hemen oksijen musluğunu açtım. Sırtını yastıklarla destekledim. Hazırladığım mama enjektörünü, burnundan midesine kadar uzanan beslenme sondasına takıp yavaş yavaş iteklemeye başladım.

Kanserli yumruların (ki, onlara, ”Gestapo patatesi “ diyordu Erhan amca) saldırısından dolayı, gün be gün gerileyen boğaz cephesi, solunum ve yutma gibi en temel gereksinimlerini bile tıbbi yollarla (Onun deyimiyle, “korsan yolu”) sağlamaya çalışıyordu. Kendini ifade etme ve yaşama dair her şeyle iletişim kurma konusundaysa sözel, görsel ve bedensel tüm
dilleri, inatçı yüreğinin çöl torbasından besliyordu.

Mamadan dağılan muz kokusu, ona, yaşamın kokusunu taşımıştı yine. “Ah, tayfam” deyip, sürdürdü. “Bu akşamı, Kaş sularında rüzgârlayalım, e mi? Ah, şu koku. Muz likörünün kokusu. Bayılırım. Çalıştığım gemi, bol adacıklı Kaş sularında demirlerdi zaman zaman. Tam da bu saatlerde, mutfaktaki işimi bitirip, bir kadeh muz likörüyle güverteye çıkardım.”

Her türlü iletişim yolunu kullandığı için çok çabuk yoruluyordu ve ben, ne anlattığını anlayabilmek için, hem çıkardığı sesleri, hem de tüm devinimlerini birbirine katarak dinliyordum. Bu arada, yavaş yavaş midesine mama akıtıyordum. Besliyordum onu da, sanırım bu süreçte, ben de, başka türlü besleniyordum. (Bunu, otuzlu yaşlarımdayken, kırılgan bir zamanımda, ivedi bir kararla, sınır tanımaz sağlıkçılar grubuna katılıp Ön Asya içlerine savrulduğumda, bilginin kullanılabilme olanakları olarak daha iyi anlayacak ve devenin hörgücündeki su gibi süzecektim ıssız bilincime.)

Yüzüme baktı. Bir adres aradı. Bir yolak. Bir suyolu… Buldu da... Yaşama ve hiçbir gerekçesine gebe kalmadan yaşayanların bildiği, o adaya, bakışlarıma ulaştı. Bulaştırarak sürdürdü sözünü.

“Yolcuların çoğu, çoktan güvertede yerini almış, batan güneşi izliyor olurdu. Çocuklar, uzayan gölgeleriyle en çok bu saatlerde büyürdü sanki. Büyüklerin kaygılarını, paylaşamadıklarını, çok yaşlı hüzünlerini yüreğinin fırınında kurutur, öylece batardı güneş. İnsanların beden dili, ana dillerine karışır, doğanın diline dönüşürdü.

Sofia adında İspanyol bir kız vardı yolcular arasında. Zengin bir ailenin kızıydı. Aynı zamanda da dünyanın çiçek çocuklarındandı. Zengin bir çiçek kız olmak, atmışlı yıllarda, dünyanın en umutlu ve sağlıklı gülüşlerinden biriydi, bana göre. Apaçık ama fantastik, başına buyruk, özgürlükçü bir kızdı. ‘Mademki, dünya bir adalar ve eşitsizlikler topluluğu; onu anlamanın, tanımanın, çözmenin, barıştırmanın ve sevmenin en iyi yolu; içini dışını saran sularda karış karış yıkanarak, hiç kurulanmadan, damla damla süzülmektir.’  derdi. Gözlerime baktığında içimi gördüğünü sanırdım. Tuz kokardı. Arada bir kamarasına çağırırdı beni. Tuz gibi çıtır çıtır yanardı teni. Saçlarımdan, gözlerine damlayan terimle kavrulurdu. Temmuz’da, öğle vakti, denizkızıyla sevişmiş gibi olurdum ben.”

Kendini anlatmak üzere kurduğu bedeni ve sesi artık iyice ağarmış, gelmiş geçmiş zamanları gönül gözünden eleyen bakışları, şimdiyi seçemez olmuştu. Yavaşça yatırdım, oksijenin hızını biraz düşürdüm ve çıktım. Servisin akşam yoğunluğu sürüyordu. Yemek saati olduğu için hasta odalarını ve koridoru dolduran çeşitli yemek kokuları, kaşık çatal sesleri, terlik şıpırtıları ve Elif hemşirenin her zamanki anaç ablacıl sesi duyuluyordu. Güney batıya bakan, kapısı koridora açık odaların önünde, akşam güneşinin (Sağlıcakla ey insanlar) gülüşü, nemli bir hoşgörüyle çınlıyordu. Sekiz numaralı odada yatan Dudu teyze, kendisine verilen
tuzsuz kerevizi yememek için geliniyle kavga ediyordu. Kırılan bir bardağın şangırtısına, üç numaradaki kimsesiz Veli amcanın bağırışları karışıyordu. Karnını doyururken kazayla çıkan serum iğnesinin yerinden akan kan üstüne başına bulaşmıştı. Tepeden inme bir biçimde, servisteki özel odaya yatırılmış, iktidar partisinin bilmem nere başkanının, bilmem nereli yeğeninin babası, zırt pırt, hemşire çağrı ziline basıyordu.

Pencereleri kolsuz yapılan, hastaları da, çalışanları da psikolojik olarak baskılayan, “Siz beni biliyor musunuz?” anlayışının kabul gördüğü, bu(?) modern binadan ve çıldırtıcı SS zaman diliminden kaçıp kurtulmak istiyorum. Gizli sigara odası haline getirdiğimiz penceresi açık kalabilen tuvalete sığınıp, yaktığım sigaranın dumanını soluksuz kalmış gibi ciğerlerime dolduruyorum. Bir daha, bir daha emiyorum sigaranın emmecini. Derken, Elif hemşirenin sesi geliyor koridordan. Apar topar çıkıyorum. “Ahmet çocuuuk. Sen, gene mi, tütmeye kaçtın, bakayım?” Gülüyor, “Ablacığım. Canım benim. Al şu, tedavi tepsisini. Veli amcaya bir damar yolu açıver. Sonra da, şu ilacını içir.” Yine gülüyor. “Söz, Ahmet. Bu akşam, yanık dondurmalarınız benden.”  Yapay bir bakış fırlatıyorum Elif ablaya: “Sen, bizi, Derin mi (Elif ablanın beş yaşındaki kızı) sandın? Dondurmayla kandırıyorsun. Aşk olsun, abla.” O meşhur kahkahalarından birini patlatıveriyor oracıkta. “Bebem, dişlerin çıkınca, yanmamış mutlu sözler de bulacağım sana; söz… Şimdilik, dondurmanın, bilmem kaç yüz derecede kristalleşmiş yanık mutluluğuyla yetinmelisin.”

Veli amcayla uğraşırken, Elif ablayı, hoşça sevdiğimi düşünüyorum. Hani, hep derler ya; “Kendinle barışık ol. Kendini sev.” Oysa birçok insan, bu kavramların açılımını bilmez aslında. Sadece, doğru olduğunu düşündüğü için yineler durur da, bir türlü barışa çıkan yolu yürüyemez. Kaşını, gözünü, yampiri yürüyüşünü, yüzünün olmadık yerinde biten benleri kendine sevdiremez. Ailesinin yoksul oluşundan ya da başka bir mezhebe bağlı oluşundan utanmalıdır. Ötekine benzer ne varsa yaşamında ve bedeninde, üstünü örtmelidir. Kabul görmeyen her şey bir ceza gibi verilmiştir ona. Sürekli bir savunma hattından bakar dünyaya. Her sözünün bir aması, her duruşunun bir eğretisi vardır.

Elif abla, aması olmayan eğretisiz kadınlara benziyordu. Neyse o, gibiydi. Sık sık anlattığı fıkraları ve bulaşıveren sevecen kahkahalarıyla sıcak bir çalışma ortamı oluşturuyordu.

İki ay (ki, başlayalı beş hafta oldu) sürecek olan dâhiliye stajına başladığımdan beri, içimde ve dışımda bazı çakıl taşlarının sallandığını, harçlarının döküldüğünü ve bunun bana, delikten sızan bir hava sağladığını görüyordum. Yirmi yıllık ömrümün, üstü örtülü kuyularına adını bilmediğim bir rüzgâr vuruyordu hoyratça ve ben, üşümüyordum. “Daha çok soyun” diye, kışkırtıyordu lodos.. Kabuklarımdan soyundukça derecesiz bir ışık
vuruyordu gün görmemiş solukluğuma. Kaplıca sularının kabul gören sıcaklık derecesine inat, hızla yükselen yürek altı sularımın korsan gözü pekliğinde kulaç atıyordum,. Bazen de, tayfun çarpıyordu yüreğime ve sular hızla yükselmiyordu. Gözelerini dürtükleyip, tortularını süzmem gerekiyordu. Üst üste yıkılıp, yığılıyordu ömrüm.

Yirmi yıllık bir ömür diliminde, dürtüklenecek kaç kapalı gözesi olur ki, insanın? Ya da, kaç yüz bin baloncuktan, kaçının ipine, “içi dolu” diye, sarılır insan? Kim bilir, kaç gündür benimle görüşmeyen sevgilim, kaç kuşağın geniyle oynanmış dişil tortusunu süzüyordur, aşk diye?

Oysa okulu bitirdiğimiz gün, toprak zengini olan babasının vereceği arsaya, düşlerimizin yaşlılar dünyasını inşa edecektik. Uzun yaşama özürlü bedenlerine ihanet eden düşünme ve algılama yetenekleri, bir tür tutsaklığa dönüşen kendilerine yetebilme özgürlükleri ve canlarına tak eden yalnızlıklarıyla kent soylular…

Varsıllar tercihimiz olacaktı elbette. Onların parasıyla, onların biriktikleriyle ve birikemedikleri sevgileriyle, saygılarıyla, düşleriyle ağırlayacaktık onları. Son yaşlarında, yaşanabilir dünya sunacak ama asıl önemlisi huzur içinde öte yakaya geçirecektik onları. (Azrail, her zaman erkencidir nasılsa. Belki de, son dakika golü gibi, en son bahar aşklarına tanıklık ederdik. Neden olmasın canım? Böyle sevgili bir durumda, hemen iki aşığı aynı odaya yerleştirir, çift kişilik bir yatakla onurlandırırdık onları. Belki, afrodizyak bir deste bile sağlardık; kim bilir? Oğul kız ocağının sığıntı üyeliğinden bağımsız, yalnızlığın fildişi kulesini yıkıp, son denize yelken açan âşıkların teknesine soluğumuzla rüzgâr olurduk.)

Gerçekten yapabilir miydik, tüm bunları? İki çocuk, güzel ve akıllı bir eş ve güvenli sularında yüzdüğümüz, sınırları yüzyıllar önce belirlenmiş bir hayat. Artık sanmıyorum…

Yorulurduk zaten. Çatlardı sınırlarımız. Bu, sadece, benim öngörüm elbet ve bu günlerde ayrımına varabildiğim bir gerçek. Üstelik sevgilim bana küsmüşken ve tam da o sokağın başında Erhan Dağca gibi bir serseriye toslayıp, çırılçıplak soyulmuşken aklım. Dağılmıştım. Biriktiğim gelecek, son zamanlarda yaşadıklarımın çıtasında dibi çizmişti. Hastanenin onuncu
kattaki çatısında, bir intihar gösterisi düzenleyip, dibe vuruşumun hiçliğini, gecenin yakasına, zorunlu bir not gibi iliştirmek üzereydim ki, Elif abla, “Ahmet çocuuuk” diye, bangır bangır sesiyle tuttu kolumu ve beni yine Erhan amcaya yolladı. Yollarken de, dedi ki; “Ablacığım, bu çılgın ihtiyara ne yaptın sen? İlker’i kovmuş, odasından. İlle de seni istiyor. Yarın sabah anımsat da bana, denetlemeye gelen öğretmenine anlatayım bunu. Stajın biterken, bir onurluluk örneği olarak paketleyip sana vereceğim Erhan Dağca’yı.”

Yine gülüyor kahkahalarla. “Yaşarsa elbet o güne değin. Haydi Ahmet.” Beni ayakta tutan tüm kirişlerin göç çığlığına abandığı adımlarla yürüyorum odasına. Bıraksalar, onuncu kattan düşeceğim, paldır küldür. Elimde beslenme seti. Gerçekten beslenmeye gereksinimi olan kim? Bilmiyorum…

Elinde televizyon kumandasıyla karşılıyor beni. Öfkeli. “Nerde kaldın tayfam? Çok acıktım. Su… su…” diyor, el ve yüz diliyle. “İyi değilim kaptan. İstersen sen, televizyonunu izle, ben, seni beslemeye başlayayım.” Başını arkaya atıp, “Yok” diyor. Yine, insanın, kendini ve dünyayı ne kadar yok edebildiğini gösteriyorlar. “Kapat gitsin. Evet, sen, niye kötüsün tayfam? Sen de mi, kendine tekinsizce dokundun?” İkilemde kalmış bir söz süzülüyor parmaklarından. Elleriyle mi, gözleriyle mi seslendirsin; karar veremiyor.

Araya giriyorum. “Beni, uzak sulara götür kaptan. Tuz kokan su kızlarının
ülkesine götür, beni. Ya da, sallanmayan yollardan geçirip, bir kestane gibi içinden çıkıp da ötelediğim kabuğuma, yalpalayan o, su teknesine götür, beni. Köpüklerle birbirine iliştirilmiş yirmi baloncuk asılı sırtımda ve öyle sanıyorum ki, çoğunun içi boş. Söz, yok. Ben, yokum.”

Eliyle, eğilmemi söylüyor. Başımı okşuyor. Bir baba gibi değil, bir dost gibi okşuyor. “Büyüyoruz tayfam” diyor. “Sen de, ben de. Hepimiz, yeryüzüyle gökyüzünün çocuklarıyız. O boş balonlar patlayacak bir bir ve sen büyüdükçe, yerlerine söz geçecek. Senin sözün. Sen, yaşamı anlayışını ve anlatışını taşıyacaksın sırtında. Yakınarak değil tayfam. Yaşayarak.”

İçime dolan hafif bir yelin rahatlatıcı serinliğini duymaya başlıyorum. Bu arada, enjektöre yeniden mama dolduruyorum. “Biliyor musun” diyor. “Ben, çok güzel salatalar yaparım. ‘Tablo gibi’ der, görenler. Etrafı tanıma gezilerinden, çalıştığım gemiye dönerken, çarşı pazardan, bir sürü sebze, meyve alırdım. Bazen, bir iki saat boyunca dolanır; gördüğüm gözlerdeki anlamı arardım tezgâhlarda. Sonra da bulamadığım o, anlamı alır, hemen mutfağa dalar, yıkar, doğrar, soslar ve değişik tabaklara tablo yapar gibi yerleştirirdim onları. Bazen, oralarda gördüğüm güzel bir çocuğun yüzünü, bazen ilginç bir ağacı, bazen balıkları, bazen de değişik bir yapının görünüşünü salata olarak düzenler yemek saatinde servise sunardım. Sonra bir köşeden izlerdim insanları. Çok beğenirler, alkışlarlar, fotoğrafını çekerler, hatta beni de katarlardı fotoğrafa ama hiç birisi de yaptığım tablonun anlamını sormazdı. İki dudak arasından mideye inerdi benim tablolar. Gerçekliği kurumadan tüketilmiş tüm düşlerin kulağını büker, yeni düş anlamlar çatmaya çıkardım.”

Yaşanıp bitmiş ömürler kadar bitkindi. Zor anlaşılıyordu ki; anlattıkları, benim, her şeyi görme ve anlama çabam sayesinde bir anlam kazanıyordu. ( Ben de, kendimi, bundan dolayı önemli hissediyordum ve bu durum çok hoşuma gidiyordu.) Tam çıkıyordum ki, seslendi; “Tayfam, ışığı kapatma e mi? Serseri göçmen ruhum beni, sonsuz göçlere kışkırtıyor. Tabanlarım üşüyor tayfam. Bastonum, kara değmiş gibi. Gitmeliyim tayfam. Sen, altıma bez bağlamaya başlamadan hem de. Yağmur, çamur başlamadan göçmeliyim.”

“Tamam kaptan.. Uyu şimdi… Uyu ve dinlen. Çok yoruldun, biliyorum. Sabah yeniden görüşürüz nasılsa. Haydi, iyi geceler kaptan”diye, bir selam çakıp, üstünü örtüyorum ve tam da, yeniden çıkmaya hazırlanıyorum ki; “Kalem getir, tayfam. Bir kalem ve bir kâğıt
parçası getir bana”diye, çırpınıyor. Ona dönüyorum; göğüs cebimdeki not defterini ve kalemi gösteriyorum. Başparmağını başat bir şekilde sallayıp, “Yeter elbet” diyor.Ve ben, nihayet çıkıyorum.

Çayın yanına sigarayı katık edebilmek için, hastanenin bahçesine inip, kantine doğru yürüyorum. Sesi fazla açılmış televizyon kanalında, kuyruğuna basılmış zengin iti gibi havlayan konuşmacının saldırgan görüntüsüne dayanamayıp, eski hastane tarafına yöneliyorum. Kuytuda kalan bir ağacın dibinde öpüşen çifti rahatsız etmemek için oradan da
ayrılıyorum. Akşamın bu saatinde iyice ıssızlaşan, eczanelerin olduğu kaldırıma vuruyorum adımlarımı. On beş, yirmi adım derken, “zınk” diye duruyorum. Kuyruğuna basılma sırası bana gelmiş olmalı ki; gerisin geri dönüp, koşarak hastaneye dalıyorum. Asansörü bekleyecek sabrım yok. Merdiven basamaklarına çift basıp, beş katı koşar adım, soluksuz çıkıyorum.

Kaptan, odasında yok. Haklı çıkmak istemiyorum. Onu görmek istiyorum.
Yok. Elif ablayı arıyorum. Elinde bir şeylerle, hasta odasından çıkıyor. Şaşkınlığıma, tizliğime bakıyor. “Kaptan” diyorum. “Kaptan yok, Elif abla” Eliyle “Tamam” işareti yapıyor. “Senden sonra, koridorda gördüm onu. Seslendim arkasından. Döndü, dışarıyı işaret etti ve eliyle bir öpücük yolladı bana. Gülüştük. Başıyla selam verdi ve ağır ağır yürüdü gitti.
Merak etme ablacığım. Gelir şimdi.”

Elif ablaya aldırmadan, aynı hızla bahçeye iniyorum. Dip, köşe, bucak, kantin, kuytu her noktayı karış karış arıyorum. Yok… Yeniden servise çıkıyorum; yok. Odasını arıyorum, düşündüğüm gibi; yastığının üzerine bırakmış, benden aldığı kalemi ve not defterini. İlk sayfayı, herkese teşekkür ve mutluluk ifadeleriyle doldurmuş. Hızla diğer sayfayı çeviriyorum; “Tayfam” diye, başlıyor. “Bırak, patlasın içi boş balonlar. Sen, kendine ulaşacaksın nasılsa… Kaptan. ”

Gecenin bakılmamış bir saatinde, hastane polisi, bilgi vermek için servise geldi. Konyaaltı kıyısında, bacaklarıyla dalgaların oyununa katılmış, sol kolunu başına dayamış, ufukta, yelkeni henüz görünen gemisini bekliyormuş.

SERPİL BAŞAK

ADNAN DURMAZ: Her Sevda Bir Kale Oluncaya Kadar



HER SEVDA BİR KALE OLUNCAYA KADAR



anısı yüreğimi besleyen dostlar
zamana asıldılar
akşamın kederinde pür bulut oldular
çarmıhlara gerildiler
vuruldular
zaman kör kaldı arkalarından
bütün renkler kanadı
sevinç küküm kaldı
o gün bu gün bu yürek
acının tarlasını nadaslar

anısı yüreği besleyen dostlar
kimisi binyıllar öncesinde yaşadı
kimisi sehpalarda
kimisi baldıran zehirinde ölümsüzlük buldular
birinden diğerine
yaralı bir umudu
yasak bir kitap gibi aktardılar
devrim şarkısıydılar
karlı dağbaşlarında yanan ateş
umudun insanlaşmış haliydiler
spartaküs soludular
yurtseverlik bayrağıydı saçları rüzgarlarda
aşk ermişiydiler
sürgün ömürler yaşadılar
şimdi hüzün huzmesi bakışımızı
onların ışıltısı tamamlar

her birinin gülüşünden kalan anlam
ve ölüme giderkenki son bakışları
kör zamanın gözesinden süzülüp
yüreğimize sağıldı
kuşkusuz ki her biri
yeniden dirilen bir öncekiydi
tahammülün tükendiği anlarda
onların yağmurları acıyı sildi
yüreği kuşatan kara bulutlar
onlar esince dağıldı
şimdi insanlığa yazgı biçilen
acı ormanı yaşamaklarsa
bin yıl önce daha azman inerdi
zulüm harmanı karanlık
zaman esti tarihin keçe göklerinden
acısı –kederi –bencilliğiyle
savruldu ölüme kör kalabalık
ömür dedikleri bir karışlık yol
geriye onlar kaldı unutulmuş ülkelerden
bir de aşıklar
anısı yüreğimizi besleyen dostlar

bütün müfrezeleriyle zulüm
saldırır sevdaların en aydınlık yerine
sevgilim
karanlık çakallar gibi ulurken
sokaklarda yürekler pazarlanır
sahte düş evlerinin yıkılır çatıları
taklit yaşamaklardan –sahte sözlerden
yalan huzmesi gözler
geriye harcanan ömürler kalır
ve asla geçmez o sokaklardan
anısı yüreğimizi besleyen dostlar
umut ki inmemeli yüreğin gönderinden
bu yıldız sönmemeli gözlerden
bu yağmur dinmemeli
ve sürmeli kavga attığın her adımda
belki bin yıl sonra
insanlığın yüzünde özgürlük gülünceye
her sevda bir kale oluncaya kadar



ADNAN DURMAZ
 

AHMET TAHSİN: Dağlar ele vermez adamı...}{ÖZER GENÇ: Bir Varmış Bir Yokmuş



DAĞLAR ELE VERMEZ ADAMI...



BİRKEZ TANIDIN MI TAŞI KAYAYI
PINARI, KOVUĞU PEYLEDİN Mİ BİR KEZ.
HELE KÖROĞLUNU DUYMUŞSAN RUHUNDA,
PİR SULTANI, DADALI.
DAĞLAR ELEVERMEZ ADAMI

Keklik avındayım, dağlar başında.
Şu anda, ne zulüm ne işkence, korku yok.
Kayalar ki yiğit kalesi;
Gelincikler fışkırmış yüreğimden,
Bir hal olmuş kır menekşesi,
Gülüyor fişekliğim kahkahalarla,
Kınında bayılmış bıçağım, sevincinden.
Oturdum pelit ağacının dibine,
Bir ağızlık yaptım çamdan.
Keklik avındayım, söylediğim geyik türküsüdür.
Düşünmekteyim asılanları;
Dağlarda mahpusluk yok gülüm,
Dağların darağaçları.
Ve oralarda ölmek, yaralı bir tavşan gibi,
Yaralanmanın sızısı, yakalanmamanın sevinci,
Ve talihsiz bir konu olmamak, zengin salonlarında.

Keklik avında, pelit ağacının dibinde seni düşünüyorum.
Bir dost geldi Ankara’dan
Üstünde kömür isi ve ölüm kokusu,
Yüreğinde sevda, sevda vurgusu.
Yüzüyormuş Gençlik Parkı’nda kayıklar, yalancı kayıklığında.
Yapma gölde kayık, uçurtmayı kuşa benzetmektir.
Gayrisi aldatmaca, siyaset sandık yani,
Yani seçim falan.
Yani çalmak çarpmak,
Kim kimin adamıyla tutmak köşe başını.
Yani soymak sömürmek,
Beni hiç sevindirmez Ankara’da kayığa binmek.

Bu kaçıncı sevdalanış Köroğlu’ndan bu yana.
Nasıl severse okşarsa toprağı çiftçi,
Ve usta bir marangoz eli, nasıl sıvazlarsa ağacın hasını;
Ben yiğidi öyle tanırım,
Öperim alnının ortasından.
Ve karasaban toprağa dalınca, böyle salınır tohum,
Böyle mayalanır doğa
Sen ki böyle dişi, alıştı ellerim bereketli göğüslerine.
Kollarımdayken çocuklarımın kutsal beşiği,
Doğayı yırtıp tohumlamaya hazır bedenim.
Ve de öyle hazır çekip almaya, emeğimin ürününü,
Dayanmaz yüreğim soyulmalara.

Yurdumun dağlarında keklik avında,
Dayadım sırtımı pelit ağacına,
Seni düşünüyorum.
Birde hep bir ağızdan dağlarda, türkü söylenecek günler
i.


AHMET TAHSİN




BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ
 

Kokmayan çiçekler gönderiyor insanlar sevdiklerine
Korna kakafonisi dinleyip
Karakış ikindisi yüzleriyle evlerine dönünce

Belki de bitkiler eskisi gibi kokmuyor diye
Sanmalarımız yalındı çok eski olmayan zamanlarda
Sol gösterip sağ vuran devletimizle
Yaşıyorduk
bir öyle
bir böyle
İki cami arasında nafile namaz

Ters köşeye yatıran senaristler
Mahremimize girmeden önce
Çokça öldürülmüş çocukları vardı
Bu toprakların
Dik başları çuvalsız
Sanalımız bambaşka günümüzde
Kan ter içinde inatla
Yıllarca sabır ve aşkla yontulmuş
Rönesans heykellerinin
Fabrikasyon bibloları gibiyiz
Bilip bilmeden atlamaktan bıkmadık
Hep ayni köşeye

Yalnızca bir ile sıfırın üstüne kurulu
Cafcaflı
kandırıkçı
hikaye
Garip hayatımızın tonları gibi
Bir varmış bir yokmuş
Kara mizah makamında bir tekerleme
Haydi gidip
mis kokulu
yeşil yapraklı
Kızıl çiçekler alalım
Dünyanın en güzel Çingenesinden
Sayıları azalan çelik yürek dostlarla birlikte
İçi boş olmayan şarkılar söyleyelim yüz yüze
Horonlar oynayalım tutuşarak gerçek ellerimizle
Kurşun geçirmeyen sevgiler şerefine

Sevgiler ki
İnsanlık hazinesinin en değerli parçası
Cevahir taşıdır saklanılası


ÖZER GENÇ

ARAM ALZAN: Hrant İçin



HRANT İÇİN



Hrant İçin
Bu sabah ordaydım
Sessizlik vardı
Dört yıl oldu
Adaletten tık yok
O kadar ağabeyin oldu ki
Ne kardeşmişsin be Hrant

O gün sıska bir çocuk sıktı kurşunu
Şimdi içerde
Palazlanmış biraz
Onun da arkasında ağabeyleri var
Ben senin kardeşin değilim be Hrant
Doğduğum evi yapanlar sizinkiler
Onlar şarap yapardı üzümden
Bizimkiler yaprağından sarma
Tanıdığım her yaşlı
Sizden bir hikaye anlattı bana
Ortada bir kan var
Ve siz yoksunuz
Sen de yoksun
Aklımda bir yırtık ayakkabı
Bir de gelmeyen adalet kaldı

Üzgünüm ama
Ben senin kardeşin değilim Hrant
Ölmeseydin belki hiç tanımazdım seni
Ceylan vardı bir çocuk
Havan mermisiyle vurdular
Onu da tanımam
Uğur vardı on üç kurşun sıktılar
Yine herhangi bir ayın on dokuzuydu
Dört duvar arasına sıkıştırıp
Diri diri insanları yaktılar
Bunlar hep arkadan sıktılar
Senin ne çok kardeşin var
Hepsi adalet istiyor
En çok da senin için
Oysa bilirim ki
Sen de bilirsin
Havan mermisiyle çocuk vuranların adaleti olmaz

O gün sana kurşun sıkan sıska çocuk içerde
Ağabeyleri ülke yönetiyor
Senin kardeşlerin karanlığa ışık tutuyorlar
Düştüğün yerde mum yakıyorlar
Senin için adalet için
Herhangi bir ayın on dokuzundan on dokuzuna
Seni arıyorlar
Vicdan adalet yürekli insan arıyorlar
Burada ne oldu diye soruyorlar
Bilirsin ki güneş yoksa aydınlık da yok
Siz de yoksunuz
Vicdan da yok adalet de
Masallar var masallar
Çocuklar var
Ölen öldürülen çocuklar
Bir mum yaksam çıkar mıyız sence
Karanlıktan aydınlığa
Kan döksem tüm kan dökenlerin üstüne
Sabunla yıkayabilirler mi aramızdaki kanı
Kuruttuğumuz dut’u sizinkiler dikti
Belki yüz yıllık bir ağaç
Pekmez yapıyor bizimkiler
İçinde ölü böcekler
Ben senin kardeşin değilim Hrant
Bizim bahçede dut ağacının gölgesinde
Aslında bahçenin sizin olma durumu bittiğinde
Biten kardeşlikti
Ölen adalet


 
ARAM ALZAN
 

OSMAN COŞKUN: Suzinak— MEHMET GİRGİN: Ankara




SUZİNAK




kırk yerinden yara bere içinde kalbim
sıvanmış paçalarım dere kenarlarında
dünlerime yarınlar eklenmiş
bugünleri yitirmişiz vesselam.


kırık yerinden kan kaybediyor kalbim
savaşmış dünlerimizle yarına bileniyoruz
bugünlerimiz ziyan edilmiş
elimizde yokluğumuz kalmış vesselam.


suzinak makamından adına bestelenmiş
makama istinaden bu yangınlar
ne kadar kabahat varsa bu sevdaya dair
hepsini üstlenmişiz vesselam.


adını düşman ağızlara yasak etmişiz
savaş sebebidir bu suzinak makamı
makama istinaden yanarız
yandığımız kadar doğarız vesselam.


OSMAN COŞKUN


ANKARA

FOTOĞRAF:ALİ ZİYA ÇAMUR


Çocukça değil neşesi, güneşten teni
Yaşlı bir bilge sanki, sevgi seli- elbette deli
Kavuşsa gökyüzüne değişir belki bilgeliği
Susarak özlüyor kırılgan sevincini- hislerini
Kuşlar gibi, buzu deliyor, kışı kazıyor sürekli
Bulutlara tutunuyor, bırakıyor kendini
Zaman kemirgen, günü kemiriyor- harç
Karıyor işçiler, dişliler dönüyor- elini
Kesiyor soğuk su, çeşme gözyaşı yüklü
Ağlıyor bebekçe, bebek taklidi yapıyor
Gece yorganı açılıyor Ankara’nın -üşüyor
Dayanabilir mi yıldıza, poyraza ve Sibirya’ya
Dayandıkça ısınıyor, işimiz mutlak dayanmak
Battaniyeye sarılı gündüzler, ağlıyor bazen
Başörtüsü- ilk kez ağartıyor yüzümüzü- ekranı
Yalanlar dökülüyor, inanmıyor söyleyenler
Bile, bileniyor karnesini almış çocuklar
Alkışlar Ankara’ya, alkışlar kalkan yumruklara
Kırılsın ayaz, kara bakışlar- tutuşsun
Sana dokunan sözler, kazanlar kurulsun
Doysun açlık, duysun kıtalar, yeşersin bahar
Kış yenilsin, soğuk yenilsin, kara yenilsin
İlk kez kazanalım, ilk bakışın tuhaflığı sarsın
Sürsün, görüşülsün, bıçaklar çekilsin yine
Aç kalalım, doğrulalım, yollara düşelim
Güzelleşsin ve yerleşsin diye sıcaklık
Ülkemize, evimize- susarak - çığlıklarımızla
Akıtalım inancımızı düşlerimize- yaşlı
Bir bilge olalım yine, hayatı ve insanları sevelim
Nazımca olsun selamımız, dikili ağaçlarımız
Olsun ülkemiz- gülü güzelleştirelim- birlikte


MEHMET GİRGİN

ERCAN CENGİZ: Selam Alıp Vermek Değil Eylem


SELAM ALIP VERMEK DEĞİL EYLEM

ABİDİN ELDEROĞLU

(Firik Dede’nin anısına)


selam alıp vermek değil eylem
duvara duyurmak değil sesini
benzin dökmeden de bedene
sessizce yanabilir insan
inzivaya çekilmek değil
karanlığa hapsetmek kendini

havasını suyunu aşını alıp
tek kelime etmemektir hayata
dost düşmanla tanıştırmaktır
kendinde başlattığı eylemi
sessizce,
dışa sızmayan ağrısıyla
küsmüş bir dilin kaçıncı vatanıdır bu
kimin vatanıdır ki
batmak üzereyken kurtarılır darbeyle
can alınır can yakılır

sokağa çıkmak yasaksa
ağlamak gülmek yasaksa
dost yüzü görmek yasaksa
konuşmayı da ben yasakladım
sakalım uzasın, dilim kısalsın
çekilsin hatta yutsun kendini
yükselen her dumanda
insan kokusu aramak nasıldır
patlayan her silahta evladı aramak

bir kafatasıyla konuşmak
bir kafatasına ağlamak
sarılmak, öpmek nasıldır

uzardı sakalı / bıyığı uzardı
gözleri iyice kısılır
keskinleşirdi kısıldıkça
düşmanı iyi seçmek için
kaçıncıydı kaçıncı sahipsizlik
kaçıncı sürülmek

vatansızlar kurtarmaz vatanı
cansızlar canı / kansızlar kanı
bura kimin vatanı
batmak üzereyken kurtarmaya
oğul alır oğul
dede ocağından
pınar gözesinden
közden, gözden
kollarımın arasından oğul alınır

yas tutulur
sakalının yaşı erişinceye oğula
yas tutulur / dili ötmeyinceye sorguda
ölmek kurtuluştur bu acıya
ölmek kurtuluştur oğul külü görene
yaşama mayalanmış rüya
rüyaya bağlanmış yaşam
derviş eder adamı
bundandır, kimse görmez gözyaşını
kimse duymaz ahını
cesaret edip de hiç kimse
sormaz, soramaz kendine

kendinde düşmanı vuran direniştir adı
toprağa ağır gelir
toprağa ağır cansız bedeni
kurşunla değil / ateşle değil
vicdanıyla öldürür de ölür


ERCAN CENGİZ
 

İSA TEKİN: Ardımdan Yas Tutmayın—VEYSEL KEBANLI: Kirliyiz



ARDIMDAN YAS TUTMAYIN



Sen ve Amed
Ardımdan yas tutmayın
Yeterince acı var sokaklarında
Dicle hüzünlü akmasın
Sonra bensiz düşlerimin rengi solar
Çıkmaz karanlık gölgeler
Çöker surlarımın üstüne
Darağaçlarında sallanır düşlerim
Oysa sevdamı sana bıraktım
Dicleye saldım acılarımı
Kırklar dağına güneş doğanda
On gözlü köprüden Dicle gözlerim sana bakar
Sen ve Amed ardımdan yas tutmayın.
Her şey yalan gerçek kaleş ölüm
Unutma Gülüm
Bomba patlar gülüşlerim kırılır
Kan tutar umutlarım vurulur
Bir kahpe kuşun yüreğimden vurur
Sen ve Amed ardımdan yas tutmayın


İSA TEKİN


KİRLİYİZ



kirliyiz işte;
ekmek ve barış,
yoksul ve sahipsiz sokak çocukları,
çocuklar ki geleceğimiz.
lastik tamircisi,
motor tamircileri,
kendileri pırıl pırıl
tulumları kir pas içinde.
pancarda ve tütünde,
ve fabrikada
ekmeği elinden alınmış
yol boylarında demiryolu işçileri.
ve amale pazarlarında,
çayda ve pamukta,
ve fındıkta mevsimlik ırgarlar,
karın tokluğuna.
ve madenciler canlı canlı,
yerin altında;
kefenleri sırtlarına yüklenmiş.
sofralarında çok uzun zaman sonrası,
sıcak bir tencere mercimek çorbası;
heyecanla sallanan kaşık.
top sesleri,
tüfek sesleri,
misket bombaları,
mitralyözler,
napalmlar.
atomlar bin parçaya bölünür;
nagazakide
hiroşimada.
bilim barut kokusu denemelerinde,
et kemik
kol bacak ayrı yerde.
ölüm oruçları,
açlık grevleri.
üstü demokrasi cilalı
petrol pastalarında it dalaşı.
aşı ekmeği çalınmış;
kocaman bir dünya.
BARIŞ çok mu uzakta?
hiç yeşermedi mi yoksa!
halimiz vaktimiz yerinde!
eşkali zamanımız;
dünden geride.
santim santim ileriye,
kirleniyoruz işte
metre metre geriye!


VEYSEL KEBANLI

SERKAN ENGİN:Ödül Düzleminde Şiir Erkini Yıkmanın Anatomisi




ÖDÜL DÜZLEMİNDE ŞİİR ERKİNİ YIKMANIN ANATOMİSİ 

Ödüllendirmek, üst konumundaki biri ya da birilerinin, ast konumundaki biri ya da birilerine övgü lütuf etmesidir. Yani her şeyden önce iki birey arasında hiyerarşi kurar ki hiyerarşi insani değildir, dolayısıyla ödüllendirmek ve ödül beklemek de insani bir eylem değildir.

Sahibinden daha doğrusu kendisini sahibi olarak gören insandan ona uygun eylem sergilediği için bir köpeğin “ödül” beklemesi, kendi yapısı açısından anlaşılabilir bir durumdur, oysa insani eylemin temel ölçütü, herkese göz hizasında bakıp kalp hizasında sevebilmek, yani kimseyi üst ya da ast saymamak, herkesi kendiyle eşit düzlemde görüp buna göre hareket etmektir. Oysa ödül beklediğiniz zaman, otomatikman ödül veren özneleri üst, kendinizi ast konumuna getirirsiniz, kendinizi eşitlik çizgisinin altına, ödül veren özneleri de çizginin üstüne çekersiniz, yani fırlatılan topu sahibine getirdiği için ödül olarak kuru mama bekleyen köpekten farkınız kalmaz.

Bu açıdan ele alındığında, tek tek şiirlere ya da şiir dosyaları veya şiir kitaplarına verilen ödüllerin hem ödül talep eden hem de ödül verenler açısından, insanın insana üstünlüğünün olamayacağı, aralarında hiyerarşi kurulmaması gerektiği temelindeki insani öze aykırılığı ortaya çıkar.

Ödül veren özneler, “sunan” taraf olduğu, ödül talep edenlerle aralarında kurulan hiyerarşik yapıda “üst” konumunda oldukları için bir erk gücü elde ederler. Tıpkı istediği eylemi yapan köpeğe kuru mama “sunan” ve ödül talep eden köpeğe karşı “üst”  konumunda bulunan “sahip” insanın durumundaki gibi. Dolayısıyla bir şiir ödülü almayı talep edenler, ödül verenlere, bu talepleriyle bir erk alanı sağlar ve bu alana tabi olurlar. Politik bağlamda da erki yaratan, gene kendi başlarında bir politik erk bulunmasını talep edenlerdir zaten. Ancak toplumdaki bireyler erkperestliği aşmaya başladıkça, sınıfsız bir dünya kurulması yönünde adımlar atılabilir.

Ödül talep edenlerin varlığıyla, ödül verenlerin şiir erki oluşur, oysa şiir muhalif duran/durması gereken ve şiir erki başta olmak üzere her türlü erke muhalif tavır sergilemesi gereken bir olgudur. Ancak bu şekilde sanatın eleştirme, sorgulama ve toplumsal devingenliğe katkı işlevi gerçekleştirilebilir. Şiir erkine tabi olmak, pekâlâ politik erke tabi olmayı da getirir ki şair özne, politik erki elinde bulunduranlar, kendi ideolojik algısında olsa dahi toplumun muhalif sesi olmak adına, sanatın ve dolayısıyla şiirin eleştirme/sorgulama/toplumsal devingenliğe katkı işlevi açısından politik erkten uzak durmalıdır. Dolayısıyla şiir ödülü sunan ya da talep eden şairler, en baştan sanatın ve şiirin temel yapısına, asli işlevine, birincil niteliğine aykırı hareket ederler.

Yani şiir ödülü vermek ya da almak her iki taraf için de hem insani öze hem de sanatın ve şiirin temel niteliğine aykırı bir eylemdir.

Buraya kadarki şiir ödülü irdelemesi, idealize edilmiş, yani kendi içinde tutarlı ve kendi koyduğu çizgiler dahilinde ödül veren ödül mekanizmaları baz alınarak yapılmıştır. Yani, şiir ödülü sunan tarafın, kendi ilkelerini ortaya koyup bu ilkelere uygun olarak ödül talep ederek şiirlerini gönderenlerin eserlerini, şiir sanatının günümüzdeki nesnel ölçütleri, şiir ödülü şartnamesinin içeriği ve eğer varsa adına ödül verilen şairin poetik algısına paralellik temelinde değerlendirdiği varsayılmaktadır. Oysaki pratikte durumun böyle olmadığı, şiirle az çok ilintisi bulunan herkes tarafından bilinmektedir. Geçmişten bugüne, şiir ödüllerinin verilmesinde yaşanan pek çok olumsuzluğun varlığı sürekli gündeme gelmiştir. Ödüllerin verilmesinde şeyh-mürit, baba-oğul, ahbap çavuş hatta sevgili-metres ilişkilerinin belirleyici olduğu ya da para ödülü olan kimi ödüllerin ekonomik destek amaçlı olarak durumu kötü olan ve elbette “tanıdık, eş-dost” şaire verildiği ya da sosyalist bir şair adına konmuş bir ödülün post-modernist bir şaire verilmesi gibi ödülün kendisini hiçleyen eylemler sıkça ve sürekli yaşanmaktadır. Yani şiir ödülü talep edenlerin şiir ödülü verenlere sağladığı şiir erki, ödül veren özneler tarafından kendi çıkar ve keyfiyetlerine göre kötüye kullanılmakta ve idealize edilmiş ödül mekanizmasından daha kötü bir tablo ortaya çıkmaktadır. Böylece insani özden iyice uzaklaşılan, şiirin küçük kirli çıkarlara alet edildiği ve şiir erkinin gücüyle, şiirin ve şairlerin yönlendirilmeye çalışıldığı bir durum var olmaktadır. Özellikle ödül veren öznelerin (jüri üyelerinin) çoğunun her sene aynı ödülün jüri üyesi olmaları, hatta bazı şairlerin pek çok farklı ödülün jüri ekibinde yer almaları, edindikleri şiir erkiyle, kendi egolarını beslemek amacıyla mürit edinebilmelerini sağlamakta ve özellikle genç şairlerin, jürinin poetik algısına uygun şiirler yazmaları yönünde yönlendirilmesi sonucunu da doğurmaktadır. Böylece jüridekiler, kendi şiir algılarına ivme kazandırma yetisi elde etmektedirler, elbette şiir erkini var eden ve besleyen ödül talep ediciler sayesinde.

Sanat eserinin bir başka eserle “yarıştırılması” ise bir başka ve çok yönlü, derinlikli bir tartışma konusu. Ontolojik bağlamda her sanat eserin biricikliği ve bir başka eser ile niteliksel açıdan kıyaslanmasının sakat bir tavır olmasına vurgu yapan Cengiz Gündoğdu’nun şiir yarışmaları/ödülleri ile ilgili yazıları ve İonna Kuçuradi’nin “değer” kavramı ve “bir sanat eserinin değerlendirilmesi” ile ilgili yazıları, bu konuda açımlayıcı ve tartışma alanını genişletici olacaktır.

İdealize edilmiş bir şiir “yarışmasında”, yani kendi paradigması içinde referans aldığı politik ve poetik düzlemde, jüri üyelerinin, şiirin nesnel ölçütlerine göre yarışmaya katılan ya da aday gösterilen şiirleri değerlendirmesi ise elbette değerlendiren öznelerin öznel algılarından bağımsız olamaz, çünkü hiçbir nesnel amaçlı değerlendirme, öznel algıdan bağımsız değildir. Burada “nesnel ölçütler” derken, o sanat disiplinin diyalektik gereği tarihsel değişim/dönüşüm sürecinde geçirdiği aşamalar sonucu bugün geldiği konumu ile ortaya çıkan niteliksel özelliklerine vurgu yapılmakla birlikte, bu ölçütler pozitif bilimlerdeki gibi sayısal veriler ve ölçümlerle somutlanabilir olmadığından, jüri üyelerinin öznel algılarına dayalı yorumlarının eserin değerlendirilmesine etkisi yadsınamaz.

Bir şiir ile bir başka şiiri niteliksel olarak kıyaslamak, temelde bir atı diğeri ile hız üzerinden kıyaslamak ile aynı düzlemde, kapitalist ekonominin rekabetçi algısına koşuttur. Kaldı ki at yarışında, hız üzerinden iki atın kıyaslanmasının yarışı izleyenlerin öznel algısından bağımsız nesnel bir sonucu vardır, yani atlardan biri ötekini geçer ve izleyici öznelerden bağımsız olarak kıyaslama kendi sonucunu doğurur. Sanat eserinin “yarıştırılmasında” ise, idealize edilmiş bir yarışmada dahi, eserleri değerlendirenlerin öznel algısı kıyas mekanizmasına dâhil olacağı, hatta ağır basacağı için kıyaslamanın kendi nesnel sonucunu doğurmasından söz edilemez. Cengiz Gündoğdu’nun “Sanatta Star Sistemi” yazısında (Varlık Dergisi, Temmuz 1984) belirttiği gibi, kendi yapısı gereği sürekli kâr marjını arttırmayı hedefleyen kapitalizmin, mal olarak gördüğü sanat eserlerini “piyasada” palazlandırmak için ödül kavramını da araç olarak kullandığı, bilinen bir durumdur ki bunun “çok satan” roman türü düzlemindeki etkileri yıllardır görülmektedir. Şiir bugün “satan” bir yazınsal tür değil, dolayısıyla kapitalizm için kâr unsuru olarak roman kadar iştah açıcı değil. Bugün sadece yayınevlerinin (ne acıdır ki “solcu” geçinen kimi yayınevleri de dahil) şair üzerinden kâr elde ettiği, kitabın maliyetinin üstüne yüzde yüz kâr eklenip şairden alınarak şiir kitaplarının basıldığı bir “şiir kitabı piyasası” var ki bu da bir başka derinlikli bir tartışma konusu elbette. Bugün “satmayan” hatta “hiç satmayan “ yazınsal tür olan şiir, ilerde roman gibi “satan” bir tür haline gelirse, hiç şüphesiz kapitalizm, romanda olduğu gibi şiirde de ödül mekanizmasını, satışları arttırmak ve böylece yüksek kâr elde etmek için kullanacak, “piyasada çok satması muhtemel” şiir kitaplarına ödül verilmesi, belirleyici unsur olmaya başlayacak ve yazılan şiirlerin niteliği de bu ödüllere tabi şiir yazanlar tarafından “piyasaya” göre belirlenecektir. Bugün “rekabetçi” mantaliteyle kurulan ödül mekanizmasını reddetmeyen şairler de o koşullarda, şiiri “piyasa için üretilen meta” konumuna getiren tavra koşut davranacaklardır.

Mevcut durumun değişmesinin ilk adımı olarak, tüm şairlerin önce insan olarak kendi öz benliklerine ve şiire saygı gereği şiir ödülü kavramını toptan reddetmesi, böylece kendilerinin ödül talep eden olarak “ast”, ödül verenlerin de “üst” konumuna gelmesine, böylelikle aralarında insan onuruna aykırı olarak bir hiyerarşik yapı kurulmasına, bu sayede bir şiir erki mekanizmasının kurulmasına ve bunun, erki elinde bulunduranlar tarafından kişisel çıkar ve amaçlarına yönelik olarak kullanılmasına, şiirin poetik ve politik düzlemde muhalif tavrına aykırı şekilde yönlendirilmesine, sanat eserinin kapitalist ekonomi anlayışına koşut “rekabetçi” algıyla “yarıştırılmasına” itiraz etmeleri gerekmektedir.

Özcesi, ödül düzleminde şiir erkinin yıkılması, şiire ve insan onuruna saygı gereğidir.
SERKAN ENGİN
(*Eliz Edebiyat Şubat 2011)

TEMEL DEMİRER: Satıl(amay)ıp, Alına(maya)n Sanat (ile Sanatçı)



SATIL(AMAY)IP, ALINA(MAYA)N SANAT (İLE SANATÇI)[*]


“Ey insan!
Sanat yalnız senindir.”
[1]

Adına “sanat” denen çok şey ile bu alışveriş konusunun “sanatçı”larının üzerinde bir fiyat etiketi var…
Alıp, satabilirsiniz; paranız kadar “özgür”sünüz!
Ya alınıp-satılanlar! Fiyat etiketlerinden ne kadar “bağımsız”lar?
Sanat, bu/ ve böyle olabilir mi?

Eğer Bertolt Brecht gibi, “İnsanlık yara almışsa sanat yoktur artık. Güzel sözcükleri biraraya getirmek sanat değildir. İnsanların kara yazgılarından etkilenmezse, insanları nasıl etkileyebilir sanat?” “Tüm sanatlar, sanatların en büyüğü olan yaşam sanatına katkıda bulunur,” diyorsanız…

Karl Marx’ın işaret ettiği üzere, “İnsanı insan olarak, dünyayla ilişkilerini de insani ilişkiler olarak kabul ederseniz, sevgiyi yalnız sevgiyle, güveni yalnız güvenle, vb, değiş tokuş edebilirsiniz. Sanatın tadına varmak istiyorsanız, sanat kültürü almış biri olmalısınız. Başkalarını etkilemek istiyorsanız, gerçekten başkalarını canlandıran ve yüreklendiren biri olmalısınız, insanla ve doğayla ilişkilerinizin her biri gerçek bireysel hayatınızın belirli bir şekilde dışavurumu olmalı, iradenizin nesnesine uygun olmalıdır. Karşılığında sevgi uyandırmadan seviyorsanız, yani sevgi olarak sevginiz karşılıklı sevgi yaratmıyorsa, seven bir kişi olarak dışa vurumunuzla kendinizi sevilen bir kişi yapamıyorsanız, sevginiz güçsüzdür, bir talihsizliktir,” diye düşünüyorsanız…

Sanat, bu/ ve böyle olamaz!
Birkaç şey daha eklenmeli:
W. Goethe, “Sanat bağımsız olmaktır; ne dindarlık, ne de vatanseverlik burada yardımcı olabilir”;[2] Schiller, “Sanat, özgürlüğün çocuğudur”; Paul Valéry, “Sanatta en rahatsız edici şey özgürlüktür,” derler…

Sanatın düşmanı, üzerine iliştirilen etiketin bağlılığı, biatıdır!
Kim buna “Hayır” diyebilir!
Dese de “İnanmamızı” isteyebilir?

İnsan bir şeyin güzelliğini göremiyorsa, aslında hiçbir şey göremiyor”[3] saptaması doğruysaeğer, sanatçı olmak ve kalmak için “olmazsa olmaz,” satınalınamayan özgürlüktür.
Çünkü sanat, yaşama eklenen insanın, insanlaşarak, toplumsallaştırılmasıdır; malum “Sanatı kendine hayat edinenler için hayat büyük bir sanattır,” Brachvogel’in dediği gibi…
“Görünmezi” görünür kılan sanat, insan(lık)a özgü olan her şeyin bütünleyicisi ve kendisidir;
Paul Klee’nin, “Sanatçı, görünmeyeni görünür kılandır”; Özdemir Asaf’ın, “Sanatçı ıslık yaratandır dillerde ezgisi kalır. Adını aratandır,” saptamalarındaki üzere…
Evet, yaratıcılığın gücü ve sorumluluğunun bilincinde olması gereken sanat, doğası gereği insanî bir vicdanın sesidir, soluğu, haykırışı olmakla da mükelleftir…
Sanatın hakikâti insan(lık) hakikâtinden muaf olamazken sanat hayat içindir; bağrındaki “Birey” ile…
Ve sanatın dilini savunmak, “sponsorluk”a, “Pop kültür(süzlük)ün, pop-art saçmalığı” veya “Bienal” ticaretine indirgenemezken!

* * * * *

İlk kez 1895’te Venedik Bienali’nde kullanılan -İtalyanca’daki- “Bienal” sözcüğünün Türkçe karşılığı “yılaşırı” olsa da bu bana, sadece ve sadece “ticaret”i anlatıyor; kanımca burada durup bir parantez açmak gerekiyor.

“Dünya sanatının yıldız isimleri”nden diye sunulan Sarah Morris, “Sanat marjinal bir faaliyet değil,” diyor; doğrudur…
Ancak bu doğruyu; en büyük doğrudan soyutlamamak gerekir: O da ne mi?
Gayet basit: Marjinal bir faaliyet olmaması gereken sanat ve onun hiçbir dalı ticari de olamaz, olmamalıdır da…
Ancak bu kapitalizmin meta fetişizmi koşullarında böyle değil, olamıyor …

Örneğin ‘Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nün Başkanı Nora Şeni, “İstanbul Kültür Mirası ve Kültür Ekonomisi Envanteri” kapsamında yazıp, İstanbul 2010 Ajansı’nın katkılarıyla yayınladığı ‘İstanbul’da Özel Kültür Politikası ve Kentsel Alan’ kitabında özel kültür girişimleri ve sanat-kültür sponsorlukları konusunda” derinleşiyor”!

“Ülker’e kadar genişleyen bu derinlik”, burjuvazinin dipsiz çukurudur!
Örnekleri çoğaltmakta yarar var!

İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nca Koç Holding sponsorluğunda düzenlenen “İsimsiz” başlıklı XII. İstanbul Bienali’nde Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa V. Koç, “Biz Koç Holding olarak ülkemizdeki en büyük güncel sanat platformunu, bienali destekliyoruz. Çağdaş sanatı herkese sevdiren bu platforma sahip çıkıyoruz” vurgusuyla ekliyor: “Bizim amacımız, güncel sanatın ülkemizde gelişmesi, daha geniş kitlelere ulaşması ve özellikle genç ziyaretçilerin sayısının artması sayesinde özgür düşünme altyapısının oluşturulmasıdır. Madem özgür bir dünyada yaşıyoruz ve madem buna çağdaş sanat diyoruz, herkes özgür olarak kendini ifade edebilmeli…”

Dikkat edin! Bunları söyleyen Koç Holding İmparatoru Mustafa V. Koç’un selefi, Koç Holding’in Kurucusu Vehbi Koç’tu…

Ve O, 3 Ekim 1980’de Kenan Evren’e yolladığı mektupta aynen şunları diyordu: “Yakalanan anarşistlerin ve suçluların mahkemeleri uzatılmamalı ve cezaları süratle verilmelidir. Polis teşkilâtı teçhiz edecek ve onu kuvvetlendirecek imkânlar genişletilmeli, gerekli kanunlar bir an önce çıkarılmalıdır. İşçi-işveren ilişkilerini düzenleyecek olan kanunlar asgari hata ile çıkarılmalıdır. Bazı sendikaların Türk Devleti’ni ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıkları aşırı hareketler, göz önünde bulundurulmalıdır. DİSK’in kapatılmış olmasından dolayı bir kısım işçiler sendikal münasebetler yönünden bekleyiş içindedirler. Militan sendikacılar bu işçileri tahrik etmek ve faaliyeti devam eden sendikaların yönetim kadrolarına sızarak davalarını devam ettirmek niyetindedirler. Bu durum bilinerek hazırlanacak kanunlarda gerekli tedbirler alınmalıdır. Komünist Parti’nin, solcu örgütlerin, Kürtlerin, Ermenilerin, birtakım politikacıların kötü niyetli teşebbüslerini devam ettirecekleri muhakkaktır, bunlara karşı uyanık olunmalı ve teşebbüsleri mutlaka engellenmelidir. Zatıalilerine ve arkadaşlarınıza muvaffakiyetler temenni ediyorum. Emrinize amadeyim.”

Ne kadar özgürlükçü ve de sanatsal değil mi?
Koç’ların “Binenal”leride yer alanlar; adına “sanat” denen alışverişin “sanatçı”ları utanmıyor musunuz? Sizin suratınız kızarmaz mı hiç?

Bakın “Kamusal Sanat laboratuarı”, “Emrinize Amadeyim Paşam” başlığıyla kaleme aldıkları basın açıklamaları ne diye haykırırlar?

“Uluslararası İstanbul Bienali 2007 yılından beri Koç Holdingin sponsorluğunda gerçekleştiriliyor. Bu durum önümüzdeki on beş yıl boyunca da böyle devam edecek. Hatırlayacağınız gibi geçen seneki XI. İstanbul Bienali Bertolt Brecht’in “Üç Kuruşluk Opera”adlı eserinden yola çıkmış ve Koç hanedanlığı, Türkiye’de yaşayan sanatçılara, ‘İnsan Neyle Yaşar?’ sorusunu sorarak bir çağrıda bulunmuştu. Sermayenin Brecht’i şefkatle bağrına basması tartışmalara neden olmuş hatta ‘İstanbul Beğenal, Direnal ve Alternatif Platform’ yaratıcı eylemlerle de protesto etmişlerdi.

Şimdi bir kez daha, küresel kültür başkenti İstanbul’da 12 Eylülün hemen ertesinde aynı sahne yeniden kurulacak. Herkes yerlerini alsın! Sermaye yaldızlı sanat maskesini takacak. Silah sanayi ve kültür endüstrisinin, finans kenti ve kültür başkentinin tek ve aynı sistemin iki farklı yüzü olduğunu ispat edercesine Koç Holding gururla sunacak: ‘İsimsiz.’

Açıkçası bu kez de başlık bize biraz korkakça geldi; utanmış da saklanmış gibi, muhbir gibi, itirafçı gibi. Bienalin başlığı faili meçhul isimsiz mektupları düşündürdü. Biz de imzası belli, ismi üzerinde sahici bir mektup bulalım dedik. Adı konsun bu işin artık. Okunsun ve hatırlansın. Kültür sanat hamisi babacan sermaye Türkiye’nin ekonomik düzenini kurarken elleri titremeden imzaladı bu mektubu…

Bu mektup sömürü düzeninin kuruluş sözleşmesi, faşist iktidarın protokolü, işçiler, öğrenciler, sanatçılar ve ülkenin tüm ilerici güçleri için idam fermanıdır.

On yıl boyunca bir dize şiiri, bir paragraf romanı, bir muhalif resmi işkencelerde, cezaevlerinde sanatçıların burunlarından fitil fitil getiren bir güç hangi sanata destek çıkar? Sosyal devlet anlayışı gereği sanata, eğitime, sağlığa harcanması gereken paralar, şişirme operasyonlarla dağları taşları bombalayarak harcanırken devletin savunma ihalelerini alan bir firma neden biz sanatçılara sponsor olur? ‘90’lı yıllarda yapılan bir araştırmaya göre devletle iş birliği içinde olan büyük sermaye gruplarına borcu olmayan insan yokken, hatta bu holdinglere borçlu çocuklar doğmuşken, Koç hanedanlığı bu dikensiz gül bahçesinde neden sanat ve sanatçıya sponsor olur?

Unutturmak iktidarın en büyük silahıdır. Ama biz o isimleri hiç unutmadık. Ne insanca yaşamak için bedel ödeyenleri ne de yaşamı pazarlamak için can alanları. Gerçekleri gün yüzüne çıkarmak için, üzerindeki yaldızı çekinmeden KAZIYINIZ. Göreceğiniz bu ülkenin geçmişi, bugünü ve geleceğidir.”[4]

* * * * *

Durum bu denli vahim ve utanç vericiyken, görülmesi gerek:“Günümüz sanat sahnesi, tüm aktörleri ve ilişki ağlarıyla bir bütün olarak, kitle kültürünün tüketim kalıplarına angaje olmuş durumda. Bu düzlemde dolaşıma giren, ‘tasarlanan’ sanat da, piyasa normlarıyla anlam kazanmakta artık. Sanatın, özerkliğini yitirmesinin üzerinden çok zaman geçti tabii, ama sanat üretimi hiçbir tarihsel dönemde, 2000’li yıllarda olduğu gibi, değerini gösterge ekonomisine tabi bir skala üzerinden belirleyecek kadar tekdüzeleşmedi.

Çağdaş sanat adıyla kodlanan popüler sanat akımlarının dünyevi saltanatı, kendi etik ve estetik anlayışı kadar dağıtım-pazarlama-finansmana öncelik veren bir kurumlaşmaya dayanıyor ve bu bağlamda kendi sözünü, medyasını da yaratıyor.

Küresel çapta egemenliğini ilan etmiş olan çağdaş sanatın geçerli kodlarını sorgulama, çağdaş sanat dünyasının arkeolojik temellerine dair derinlikli, kökten analizler ortaya koyma çabalarına da son yıllarda pek sık rastlanmaz oldu.”[5]
Çünkü nihayetinde alınır/satılır metaya tahvil edilmişti onların “sanat” dediği!

“Sermayenin kuralı -teknik ve teknoloji aracılığıyla- bedenleri bölmek ve parçalamaktır. Bu bedenler orta malı hâline getirilmiş, makineleştirilmiş metalardır. Meta fetişizminin şeyleştirme işlemi aracılığıyla sermayenin düzenlenmesi, yaşamı ölüm saçarak tüketir,”[6] formülasyonundaki üzere Esther Leslie’nin…

Kolay mı? “Bugün, kültür endüstrisi, bilinçli-bilinçsiz yürütücüleriyle epistemolojik herhangi bir yükü sırtına almayan yeni bir kültür tanımı yarattı. Düşünsel süreçlerle birlikte arzuların yönlendirilmesiyle de şekillenen bu yeni süreçte sanat tarihçisine olduğu gibi küratöre de yer yok. Akla karşı olduklarını dilinden düşürmeyen postmodern cihanda ‘araçsallaşan akıl’ piyasanın manipüle edici gücünün bir parçası olmakla kalmadı, distopik bir sonsuz karnaval içinde özneye dair bütün anlatıları da kocaman gövdesinde sindirdi.

1920’lerin avangardının, 60’ların özgürlük söyleminin ya da 80’lerin estetik karşıtlığının yokluğunda, sanata dair her türlü belirti bugün git gide daha da teatralleşerek var oluyor. Bugünün sanatından geriye kocaman bir ‘kitsch’ kalırsa şaşırmamak gerek.”[7]

Gerçekten de Denizhan Özer’in işaret ettiği gibi, “Türkiye’de parayı elinde tutan sermaye sahipleri sanatı keşfetti. Keşfetti derken, sanatın nasıl bir değere dönüştüğünü, sahip olan kişiye nasıl bir repütasyon kazandırdığını gördü ve büyük alımlara başlayıp müzeler vs kurmaya başladı.”

Sonrası da izah ettiğimiz gibi… Hatta bunun da ötesindeki bir gülünçlük…
“Nasıl” mı?!

Bakın neler diyor Kanat Atkaya:
“2011’de billboard’larda, elektrik direklerinde, üstgeçitlerde ‘I. Uluslararası Boğaziçi Sanat Bienali’ ilanları görmeye başlayınca kafam karıştı.
İlanlarda bir hanımefendi, tablosunun önünde gülümseyerek poz veriyordu. ‘Sanat ulusları yüceltir’ şeklinde gayet derin bir vecizesiyle ön plana çıkan hanımefendinin ‘Neşe Banu’ olduğunu, aynı ilandaki www.nesebanu.com adresini kafama not edip hayatımı sürdürdüm…
‘Tamam da kim bu Neşe Banu?’ diye düşünmeye başladım.
Çare belli, web sayfasına bakılacak...
‘I. Uluslararası Boğaziçi Sanat Bienali’nin… sponsorları sağlam; devlet, hükümet bu sanatsal organizasyonun kaya gibi arkasında.
Başbakanlık Tanıtım Fonu, Kültür ve Turizm Bakanlığı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ‘hep destek, tam destek’ demiş.
Yaman bir sanatçı olmalı Neşe Banu (‘Sanatçı adı’ olarak Aden Goldenberg’i kullanıyor).
Daha önce Viyana’daki bir karma sergide sanat görüşünü şöyle özetlemiş: ‘Spontanizm tekniğinde tümüyle kendime mahsus geliştirdiğim eserlerimde romantizm çok ağır basarken, modernizmin, ebru tekniğinin özelliklerini, modern oryantalizmi, yer yer sürrealizmin etkisi, Asya ve Anadolu sanatlarının, kubizmin etkilerinin tümünü hayalden zihinsel anlamlı bir bütün içinde eserlerime yansıtmaktayım...’
Anlamış gibi davranmak için ‘spontanizm akımı’ nedir diye Eczacıbaşı Sanat Ansiklopedisi’nden girdim internetten çıktım.
Hiçbir yerde bulamadığıma göre ‘spontanizm’ gerçekten Neşe Banu hanımefendinin özgün yoludur.
Tanıştığıma memnun oldum spontanizm; biraz spontane oldu ama olsun...
Neşe Banu (nam-ı diğer Aden Goldenberg), bienal fikrinin nasıl oluştuğunu, geliştiğini, serpildiğini ve hayata geçtiğini web sayfasında anlatıyor.
Neşe Banu, sohbetleri sırasında birçok sanatçının bienallerde yer almak istediğini ancak değişik nedenlerle bunun gerçekleşemediğini fark etmiş.
‘Sanat hiçbir zümreye ait değildir’ diyerek kolları sıvamış, ‘Neden benim ülkemin sanatçılarının eserleri on milyon dolardan, yüz milyon dolardan satılmamaktadır?’ sorusunu kendine sormuş ve ‘sanatçı seçiminde daha hoşgörülü davranarak’ bu bienal’e niyet etmiş.
Temayı ‘XXI. Yüzyıl Sanatçıları ve Hz. Mevlânâ’ olarak belirleyip hoşgörü kavramını da ön plana çıkarınca...
Neşe Banu sanatı ‘vatanın milli menfaati’ olarak görüyor, ‘kabuğunu kıran yeni Türkiye devletinin kalkınmasına destek olacağını’ düşünüyor.
Bu girişimi küçük göreceklere de ‘şırank!’ şeklinde bir tokat çağrışımı yapan şu hatırlatmayı yapıyor:
‘Sivas Kongresi akabinde Amerikalı bir general Atatürk’e muvaffak olabileceğinize inanıyor musunuz diye bir soru yöneltti. Aldığı cevap aynen şöyle idi: Ben ve arkadaşlarım inandığımız bir gaye uğruna yola çıktık, başaramayacağımızı düşünenler sükûtuhayale uğrayacaktır...’
Okuyunca coştum, bendime sığmadım ve Boğaziçi Bienali’ne yan gözle bakacak olanlara şöyle seslenmek istedim:
‘Hz. Mevlana, Atatürk, Başbakanlık Tanıtım Fonu, Kültür ve Turizm Bakanlığı, İstanbul Büyükşehir Belediye... Behey gafiller, behey gafiller!’
Çok yönlü ve sansasyonel bir sanatçı Neşe Banu.
İnternette haberler arasında gezerken müzisyen yönünü öğrendim mesela: ‘Sanatçı Banu daha sonra da önceden anons edilen piyanistin gelememesi üzerine kendi bestesi olan ‘Göz yaşların inci tanesi’ adlı şarkıyı konukları için enstrümansız olarak seslendirdi.’
Boğaziçi Bienali 5-10 Ekim tarihleri arasında gerçekleşti…”[8]

‘I. İstanbul Boğaziçi Sanat Bienali’nin posterlerinde kendi resmini kullanan Neşe Banu Argadal, “Neden sorusu”na, “Posterlerde resmimin olması çok doğal, çünkü Boğaziçi Bienali benim eserim. İlk defa bir kadın böyle bir şey yapıyor... Albüm kapaklarında müzisyenlerin resmi yer almıyor mu? Bienali Batı’da yapmış olsam resmimin afişlerde olmasını kimse yadırgamazdı... Bundan sonra ben yapacağım bütün bienallerde yüzümü kullanacağım, insanlar kıskançlığı bir yere bırakmalılar,” yanıtını verirken her şeyin ticarileştiği oranda ne kadar da teşhirci olduğunun altını çiziyordu farkında olmadan…

* * * * *

Burada durup, bir daha sıralamak gerekir ise; sanat, satılmaktan ısrarla uzak olmaktan başka bir seçeneği olmayan, olmaması gerekendir.

Faturası, özgürlükleri (ile bağımsızlığımızı) ciro eden ve sanatı da sanat olmaktan çıkaran meta fetişizmine teslimiyet, kendini kendi olmaktan çıkartmaktır.

Unutulmasın bağımsız olmak bir seçimdir; o neye mal olursa olsun ve nelere yol açarsa açsın…
Çünkü W. Goethe’nin, “Hiç kimse özgür olmaksızın kendini özgür sayan kimseden daha çok köle değildir,” uyarısını göz etmeyen bağımsızlık insanın kendine, ilkelerine sadakatidir; bu da çoğu zaman çoğunluğun tapındığı put ve fetişlere sadakatsizlik ve isyandır.

Ludwig Feuerbach’ın, “Çağımız... İşaret edilenden çok işareti, hakikisinden çok sahtesini, gerçeklikten çok hayali, özden çok görünüşü yeğliyor... Çünkü bugünlerde yanılsama kutsal sayılıyor, gerçek ise küfür,” diye betimlediği; çok şeyin göründü gibi olmadığı saçmalığın ortasında; nasılsa, öyle olan, görünen, yapan bağımsızlık; gerçeklerden çok görünüşe; doğrudan çok yalana bağlanılan iklimin, biliyormuş gibi görünen manipülasyonlarına meydan okumanın “olmazsa olmaz”ıdır…

İnsan(lık)ın, meydan okuma yeteneğinin, satın alınamayan bağımsız/ özgür sanat ile güçlenip, artırılabileceğini unutmadan; böylesinin de, hayatı yaşamaya değer kılan şey olarak tanımlandığı göz ardı edilmemelidir…

Bu bağlamda başkaldıran sanat: İnsan(lar)a dayatılarak, hayata dair her şeyi imajların denetimiyle yalanın boyunduruğu altına alan egemenlik karşısındaki bir çığlıktan başka bir şey değildir…
Söz konusu egemenliğin bir elinde sopa, öbür elinde de havuç (para) vardır...
“Sopa” herkesin malumu; para, büyük bir iğfal vasıtasıdır; “İnsanlığın hiçbir icadı para kadar fesat verici değildir,” Sophokles’in deyişindeki üzere…
Çünkü para ve insanî ahlâk ters orantılıdır. Biri azaldıkça diğeri artar.
Honore de Balzac’ın, “Para denen şey, kimseyi tanımaz; kulakları, kalbi yoktur ki paranın,” diye betimlediği ilişkinin egemenliği insanı insan olmaktan çıkarırken insafsızlaştırır; ruhunu sattırır…
“Herkesin bir fiyatı vardır,” diye haykıran, bunun bir “kural” olduğunu vaz’eden meta fetişizmi, hava güneşliyken şemsiyesini size ödünç veren, ama yağmur yağmaya başlar başlamaz geri isteyen ilişkidir.
Yeri gelmişken Tom Stoppard’ın, “Parayı hep zamanı satın alan bir şey olarak gördüm,” uyarısı eşliğinde altını özenle çizmeliyim: Para, insanî yoksulluğun karşılıksız kredi kartından başka bir şey değildir…

Sanatın, böylesi bir yoksulluğa yani “pazar ilişkileri”nin ağına teslim edilmesi; doğası gereği Anakharsis’in,“Pazaryeri, insanların birbirlerini aldatmaları ve üçkâğıda getirmelerine ayrılmış bir yerdir”; Oliver Goldsmith’in, “Ticaretin uzun süre hüküm sürdüğü yerde onur kalmaz”; Charles Dickens’in, “İşte pazarlığın kuralı: ‘Ya sen onların canına okursun ya da onlar senin canına okur.’ İş hayatının ahlâk ilkesi budur”; Charles Baudelaire’in, “Tüccar, dürüstlüğü bile para getirsin diye kullanır,” sözlerini anımsatır…

Sanatsal faaliyetle aynı kapsamda ele alınması mümkün olmayan “pazar ilişkisi”, nihayetinde iyilikbilmez bir açgözlülükle betimlenir.
Her zaman yoksul olan açgözlülük, aynı zamanda yoksullaştırıcı bir düşkünlüktür.
Şimdi sanat açısından soru(n), hayata ve insan(lık)a karşı sorumluluklarını, örneğin bienal denen ve benzeri düşkünlüğe ciro edip, edemeyeceğindedir.
Kolay mı? Yerküredeki sürdürülemez kapitalist çürümenin verili safhasında, büyük sergiler/ bienaller “Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i”nin pazarlaması, kitleleri denetim altına almaya çalışan manipülasyon ve pasifleştirme taktiğidir.
Bienallerin, yığınlar üzerinde afyon etkisi yapan futboldan farkı yoktur.
Pasif katılımcılar, sürüleştirilmişlerdir. Amaç, insanlarda algılama bozukluğu, anlam kargaşası yaratarak uyuşturma ve sindirmedir; yani “gergedanlaşma süreci”dir.
Bienallerle başlayan “gergedanlaşma süreci” hızla çevreyi/ benlikleri sar(s)arken; insanlar, insanlıktan gergedanlığa ya da sürülüğe dönüştürülmektedir.

“Gergedanlaşma süreci” dedim: Eugene Ionesco, ‘Gergedan’ başlıklı oyununda şunları der: “Bilmem hiç dikkatinizi çekti mi, insanlar sizin düşüncelerinizi artık paylaşmıyorsa, sanki canavarlarla karşı karşıyaymışsınız duygusu uyandırıyorsunuz. Gergedanların saflığı, aynı zamanda acımasızlığı var onlarda. Onlar gibi düşünmüyorsanız göz kırpmadan öldürebilirler sizleri… Modern dünyada, totaliterleşme süreci, gündelik hayattaki pratiklerin deşifre edilmesiyle değil, totaliter toplum düşüncesini canlı biçimde çağrıştıran ‘gergedan’ imgesinin sürekli ‘taraflar’ca kullanılmasıyla sağlanmaktadır. Kahraman Bêrenger, etrafındaki tüm kişilerin aşama aşama ‘gergedanlaştığı’ bir dünyada, ayakta kalmaya çalışan bir ‘insan’dır. Öyle ki, Bêrenger’nin ‘gergedanlaşmaması’, bir noktada ona acı veren bir olgu olur. Bêrenger büyük bir kahraman olduğu için değil, bir türlü gergedanlaşamadığı için ‘insan’ kalmayı seçer, dolayısıyla da oyunun sonunda boyun eğmeyip insan kalmayı seçmesi, ironik bir etki yaratır. Kendi kurtuluşunu örgütleyemeyen ‘birey’ toplumun sorunlarına çare olamamıştır…”

Sanatın metalaştırıldığı güzergâhta, Bêrenger gibi insan olmak/ kalmak, daha bir zorlaşıyor.
Yani sponsorların, tekelci himayeciliğin tacir ilişkileriyle oluşturulan “çağdaş endüstriyel sanat”ın bienal denen “şizofrenik karnaval”larla pazarlanması, insan(lık)ın yabancılaştırılmasını güçlendirmektedir.
Söz konusu pazarlama da insan(lık)ın tüketilişinin zeminidir (hayattır).

Şimdi bir kez daha soralım: Benlikleri, aklı tutsak eden azami kâr/kazanç hırsıyla “sanat” mümkün müdür, olabilir mi?
Elbette ve kesinlikle “Hayır”!
İnsan(lar)ı, yabancılaştırıp/öteleyerek insanî/ sanatsal mecraların/ mekânların dışına iten sanat tacirlerinin manipülasyonu küratörlerin cinayeti değilse nedir ki?
İktidar küratörleri, sanat kavramının üzerine tül örtüp, ortamı karartıp/efsunlayarak, her şeyi metalaştırır…
Anlaşılmaz olanı anlaşılır kılma yönündeki eleştirel faaliyeti sabote eder; boyun eğmeyi, egemene biatı, kirliliği körükler.
Tüm bunları yapanlar ise pazar oligarşisinin soytarılarıdır.

Kapitalist kültür endüstrisi totaliter bir sektördür. Kocaman bir ağzı, nokta kadar aklı ve hassasiyeti, bodyguardları, hizmetkârları, parası mukabilinde rol kesen figüranlarıyla herkesin üstüne düşen rolü oynadığı bir orta oyunudur.
“Akıl tutulması”dır!
Şimdi bu devasa “akıl tutulması” karşısında eğer, “Var olmak bir ödevdir; isterse bir dakikalık olsun,” diyebiliyorsak W. Goethe gibi; sonsuza kadar yaşayacakmışız gibi -insanca- yaşamalıyız, zamanımızın az olduğunu hiç unutmadan…
Ki bu da, başkasının keyfine göre, satılan, alınan bir yaşamakla mümkün değildir. Çünkü insanın hayatı, sevmek yaşamaktır/ başkaldırmaktır içtenliğiyle sanatı var eden hayalidir.

“Sanat, sanatçı mı?” dediniz!
O hâlde Rod Steiger’in, “En önemli şey utanç duymadan kendin olmaktır”; Kazancakis’in, “İnsan uçurumun kenarına varmadan kanatlanmaz”; Karl Marx’ın, “Bir kimsenin özgür olarak gelişmesi, herkesin özgür olarak gelişmesinin şartıdır”; I. Kant’ın, “Böcek olmayı kabul edenler, ayaklar altında kalmaktan ve ezilmekten yakınmamalıdırlar,” uyarılarını unutamazsınız/ unutturamazsınız!

TEMEL DEMİRER

N O T L A R
[*] Patika Dergisi, No:76, Ocak-Şubat-Mart 2012…
[1]Schiller.
[2]W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.473.
[3]Oscar Wilde, Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil-Estetik ve Etik Üzerine, çev: Esin Soğancılar, Kaya Genç, Fatih Özgüven, Türker Armaner, İletişim Yay., 2008.
[4]Özcan Yaman, “Sanat AŞ”, Evrensel, 18 Eylül 2011, s.16.
[5]Gökhan Gençay, “Akıntıya Karşı Sanat”, Radikal Kitap, Yıl: 10, No:551, 7 Ekim 2011, s.33.
[6]Esther Leslie, Walter Benjamin - Konformizmi Alt Etmek, Çev: Eda Çaça, Habitus Kitap, 2011.
[7]Barış Acar, “… ‘Küratör’e Dönüşümden ‘Küratörün Dönüşümü’ne”, Birgün Pazar, 18 Eylül 2011, s.7.
[8]Kanat Atkaya, “Milli Menfaat Olarak Bienal”, Hürriyet, 6 Ekim 2011, s.7.