Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Şubat 2013 Perşembe

EMEĞİN SANATI'NDAN 134. MERHABA!




Merhaba,

Dün  14 Şubat’tı. Sevgililer günü için çarşısı, pazarı, kuyumcusu herkes telaşta… Sevginin maddeleştirildiği, özünün boşaltıldığı tarih 14 Şubat. Genel olarak bakarsak, naylon, plastik, çakma bir gün!

Bu nedenle bizim için çok fazla bir şey ifade etmiyor. Bizim için gerçek anlamdaki sevginin köklerini bulmak için başka bir yere gitmeye de gerek yoktur.

Anadolu gerçek sevginin, sevenin, sevilenin; eski deyimle âşıkların, maşukların yurdu. Kerem ile Aslıların, Ferhat ile Şirinlerin, Garip ile Senemlerin, Mem û Zin’lerin yeşerdiği toprak. Bu topraklar da Yunuslar, Karacaoğlanlar, Emrahlar bir pınardan bir nehre dönüşerek sevgi yoğurdular, sevgi dinlediler, sevgi çaldılar, sevgi söylediler:

"Ben gelmemişim gaye için benim derdim sevi için dostun evi gönüllerdir gönüller yapmaya geldim" diyen bir Yunus Emre; “Ben seni severim can ile candan / Mevlâ m ayırmasın sevdiğim benden / Canımı esirgemem yârim senden / Götür sat pazara kölem var deyi” diyen Karacaoğlan; “Aşk bir padişahtır müşiri sevda/ hükmeder veziri âlîşânlara/sevda seraskeridir gam mirliva / Ferman alır yüzbin Süleymanlara” diyen Erzurumlu Emrah; “Biz Şirin elinden aşk meyi içtik,/ Hak ile bâtını fark edip seçtik; / Varlık dağlarını deldik de geçtik,/Ferhad olsak da bir olmasak da bir” diyen Dertli; nefret, kin, hasetlik, düşmanlık yerine hiç ayrımsız tüm insanlara barışın ve sevginin yolunu göstermiştir.

Bizim yüreğimizde yeşeren gerçek sevgi onlardan miras kalan sevgidir. Sevgiyi tek bir güne sığdırmak cimrilik, hasisliktir. Tüm zamanlarda gönlümüzü sevgi doldurduğunda ortada ne savaş, ne kavga, ne hırs, ne kin, ne nefret kalacaktır.

Edebiyat cenahında başka bir tartışmanın fitili ateşlendi geçenlerde. Tay Dergisinin129. Sayısından öğrendiğimize göre; şair ağabeyimiz Nihat Ziyalan, şiirpenceresi.com’a yazdığı bir iletide, bizce çok haklı bir çıkış yapmıştı: “Artık slogan şiir yazmanın zamanı gelmiştir” Gerekçesi de hazırdı: “İktidarlar anlamsız şiirden korkmaz. Sözcüklerle oynayan şairleri destekler, onlara ödül bile verirler.”

Tabi bu çıkış, İstanbul merkezli şiir borsasında hemen tepki almakta gecikmedi. A. Galip nam yazar kalemini kılıç eyleyip “Şiiri, ajitasyona, slogana, küfre, ilkel bir duygu patlamasına, ırkçılığa indirgiyorsun öyle mi?” diyerek Nihat Ziyalan’ı büyük bir suç işlemişcesine suçlamaya başlar. 

Bu konu üzerine bir yazı kaleme alan şair Ahmet Günbaş, yazısında iki cami arasında beynamaz olma hâli yaşasa da, Ziyalan’ın belirttiğimiz  sözüne hak verdi sonunda: “Slogan sözcüğünün pek korkulacak yanı yoktur. Hatta bugüne değin onu yanlış kullandığımızı da varsayabiliriz. Sanıldığı gibi içi boş, tangır tungur bir sözcük değildir o. Bağlandığı durumun özünü yansıtan, ayrıntıları en göz alıcı biçimiyle örgütleyen, sınırsız sayıda kullanıma açık olan bir sözcüktür.”

Elbette doğru olan da budur. “Slogan”ı sadece öz anlamı ile tanımlayarak irkilmek yanlıştır. Emeğin Sanatı’nın ta ilk sayılarından bugüne ortaya koyduğumuz temel ilke şiirin kendi estetiği içinde kendi sloganlarımızı ortaya koymak oldu.

 Bizim açımızdan “slogan şiir”, belli çevrelerin pompaladığının tersine bir propaganda aracı olmaktan çok, bireyin bilincini geliştirerek, iç varlığını zenginleştirmek yoluyla toplumsal ilerleyişin itici gücü konumuna ulaştırmayı amaçlar. Özlü olarak vurgulayacak olursak, kişileri sürü psikolojisiyle belli bir noktaya yöneltmez;  sosyalist kişiliğin oluşum ve gelişimi sürecinde gölgeleri aydınlatarak süreci hızlandırır.  Emeğin sanatçısı, bilinci kapalı kalabalıklar oluşturmanın değil,  her katılanın kendi bireysel gücünü ve zenginliğini ortaya koyabilen bilinçli kitleler oluşturmanın sorumluluğunu taşır.


Ali Ziya Çamur


BU SAYININ SAVSÖZÜ

“Şiiri ticari bir meta olarak gören ve öyle pazarlamaya çalışan şiir yazıcıları(!) tüccarlar, demekki bundan iyi kazanç elde ediyorlarki, profesiyonel olarak ve para kazandıkları mesleklerinin yerine görkemli kartvizit bastırıp adlarının altına şair yazdırıyorlar...

Şairlik bir meslek değil efendiler...

Şişmiş karınlarınızdaki birikmiş gazı atıp rahatlamak da iyidir elbet, ama o rahatlama sonrasındaki duyguya şiir demek saygısızlıktır...
Hele o pis, pasaklı, pazarlıklı, hesaplı-kitaplı, sası kokuda cabası...
Yapmayın efendiler...  IBRAHİM HALİL AYCAN


YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ


DÜNYA ÖYKÜ GÜNÜNDE PEN ÖYKÜ ÖDÜLÜ LEYLA ERBİL'İN...


PEN’in 14 Şubat Dünya Öykü Gününde verdiği ödüle Leyla Erbil layık görüldü. Dünya öykü günü bildirisini de Leyla Erbil hazırladı.

PEN Öykü Komitesi Başkanı Zeynep Aliye’nin öncülüğünde düzenlenen ödül töreni etkinliğinde  Genel Sekreter Sabri Kuşkonmaz ödül gerekçesini açıkladı.  Sağlık sorunu nedeniyle etkinliğe katılamayanolan Leylâ Erbil’in Dünya Öykü Günü Bildirisi’ni PEN YK Üyesi Tülin Dursun okudu.

Tarık Günersel (Başkan), Halil İbrahim Özcan (İkinci Başkan), Sabri Kuşkonmaz (Genel Sekreter ), Ahmet Erözenci (Uluslararası İlişkiler Sekreteri ), Tülin Dursun (Sayman), Zeynep Oral (Üye), Mario Levi (Üye) den oluşan PEN Türkiye Yönetim Kurulu yaptığı açıklamada; "Yaratıcılığını bugüne dek aydın sorumluluğu ve hiç eksilmeyen gençlik coşkusuyla beslediği için Leyla Erbil'e teşekkür ediyoruz" dedi.

Ödülün gerekçesi olarak da şu açıklama yapıldı:

“Leylâ Erbil onu saygıyla izleyen okur - yazarları tarafından fikri namusuyla tanınır. Onlar; Türkçeyi bu kadar iyi kullanan yazar nadirdir ve çevirisindeki güçlükte bu yüzdendir. O daha yazarken çevirileceğini hesaba katarak yazan değil, Türkçenin hakkını vererek yazandır” sözleriyle Leylâ Erbil’in bu önemli özelliğine işaret ederler.”


BİLİM ADAMI VE YAZAR M. ŞEHMUS GÜZEL’DEN 
İKİ ÖNEMLİ KİTAP:

Biyografi kitaplarıyla son dönemde öne çıkan; bilimi ve edebiyatı kişiliğinde buluşturan M. Şehmus Güzel, İki yeni biyografi kitabı daha yayınladı.   

İNSAN YILMAZ GÜNEY

M. Şehmus Güzel’in “İnsan Yılmaz Güney” isimli çalışması Kaynak Yayınları’nın «İz Bırakanlar» dizisinin dördüncü kitabı olarak okuyucuya sunuldu. İlk basımı Kaynak yayınları tarafından 1994’te yapılmış olan eserin yeni basımı değişik kapağıyla ve özel sunusuyla dikkat çekiyor.  Birinci basımı uzun zamandır tükenmiş olan yapıtı arayanlara ve henüz okumamış olanlara bu haberi iletmek ve yeni basımını duyurmak için kitabın ikinci basımının « sunu »su ile yeni  kapağını sunuyoruz:

İkinci Baskı İçin Sunu

“Yılmaz Güney için sunu veya önsöz yazılabilir belki ama hakkında son sözün yazılması nâ–mümkün. Çünkü o Anadolu gibi, Türkiye gibi, Çukurova ve Toroslar gibi, bu topraklar gibi bitmez tükenmez bir «dünya»dır.

Herkesin, hepimizin, tek tek aldığımızda bu ülkenin bütün kadın, erkek ve çocuklarının Yılmaz Güney hakkında anlatacağı, aktaracağı ve hatta yazabileceği bir anısı, «bir şeyi» mutlaka vardır : Çünkü O ortak hafızamızın önemli unsurlarından biridir.

Kitabın birinci baskısı yapıldığında yirmilerine, otuzlarına ulaşmaya çalışan gençler bugün ellilerine merdiven dayadılar, sorumluluklar aldılar, dertlerine dertler eklendi, ama Yılmaz Güney sevgisi eksilmedi, bu sevgi onlarla birlikte ve onların akrabaları, yakınları, eşleri, çocukları, arkadaşları, yoldaşları ve öğrencileri ile büyüdü. Büyüdü. Büyüdü. Bu konuda kardeşim Mahmut Faysal Güzel iyi bir örnektir. Yılmaz Güney’e, eserlerine ve anısına en iyi o, arkadaşları ve onların kuşağı sahip çıktı çünkü. Yılmaz Güney sevgisi işte böylesine giderek arttı. Unutulmazlarımızdan biridir Güney. Evet. Ve bu kesin.

Dahası da var: Bugün yirmilerine yaklaşan genç kadın ve erkekler, çocuklar ve delikanlılar, Adanalılar en başta, Siverekliler, Muşlular da, ama sadece onlar değil diğer kent ve kasabalarımızın ve köylerimizin çocukları da Yılmaz Güney’i biraz daha tanımak, biraz daha yakından öğrenmek istiyorlar. Bunun her gün bir işaretine tanık oluyorum. Bir gün bir genç, İnsan Yılmaz Güney kitabımından kalıp kalmadığını soruyor. Bir başka gün Yılmaz Güney’i tanımış olan eski takım oyuncularından kendisi genç, kafası, gönlü ve ruhu genç «Vitamın Dede» «Yılmaz hakkında yeni bir kitap yazıyor musun?» diye haber almaya çalışıyor. Daha sonraki bir gün İstanbullu genç ve alımlı, şık ve çalışkan bir Güzel «Yılmaz Güney hakkında yeni tasarılar üretmeye çabalıyoruz» diyor ...

Örnekleri uzatmak mümkün. Ama gelin Yılmaz gibi yapalım ve lafı uzatmayalım, bu işin özü şudur : Yılmaz Güney hep gündemde ve gündemde kalmaya da devam edecek.

Bu işin şakası yok, Yılmaz Güney böyledir, geçen zamana nanik yapıyor ve bizimle yürüyüşünü sürdürüyor. Biz de ondan güç alıyoruz ve yılmıyoruz, çünkü bu yolun umut dolu ve güneşli yarınlara açılacağını biliyoruz. Bu umudu bize zamanında aşılayanlardan biri de Yılmaz Güney’dir çünkü.

Aramızdan ayrılmasından neredeyse otuz yıl geçmesine rağmen  uluslararası ününe kimse toz kondurmuyor. Evet dün olduğu gibi bugün de dünyada sinema sanatı denince ilk akla gelenlerden biri de Yılmaz Güney’dir.

İşte aynen böyle, geçerken, geçip gittikten yıllar sonra bile, yeryüzünde « İz Bırakanlar »dan biridir Yılmaz Güney. Kaynak Yayınları’nın bu dizisinin içinde kitabın ikinci baskısının yapılması bu bağlamda son derece yerindedir. Ve buna karar verenleri burada bir kez daha kutlamak da görevimdir. Emek verenler sağolsunlar. Bu işi Yılmaz da mutlaka çok beğenecektir. Eminim. “

ÖYKÜCÜLÜĞÜMÜZÜN TOROS ZİRVESİ: OSMAN ŞAHİN

Öykücülüğün önemli adlarından Osman Şahin’in yaşamını, öykücülüğünü ve insani yönününü anlatan bu biyografi kitabının girişinde  M. Şehmus Güzel, O’nun hakkın da şunları dile getirmiş:

“Osman Şahin öykü yazmaya 1960’ların ikinci yarısında başladı. İlk öyküsü Kırmız Yel ismini taşır. Bu öyküsünü 1968’de yazıp bitirdi. Kırmızı Yel 1970’de TRT Büyük Ödülü’ne layık görüldü. Ve bunun da etkisiyle ilk öykü kitabı bir yıl sonra Kırmızı Yel başlığı altında okuyuculara sunuldu.

Bu yapıtını diğerleri izledi: Kıraleli, Acenta Mirza, Ağız İçinde Dil Gibi (1980 Nevzat üstün Öykü ödülü’nü aldı), Acı Duman, Kolları Bağlı Doğan, Ay Bazen Mavidir, Başaklar Gece Doğar (Yazarın ilk romanı) ... Ve bunları diğerleri izledi, izliyor, izleyecek.

Osman Şahin’in bir özelliği de sinemaya en çok uyarlanan yazarımız olmasıdır. Birçok öyküsü senaryolaştırıldı, filme alındı. Sinemayla bu git-gel ve gel-git serüveni/süreçi içinde bizzat kendisi de özgün film öyküleri yazmaya başladı : Kurbağalar, Derman, Kum, Firar, İpekçe bu konuda en çok bilinen örneklerdir. Bu işi de sürdürdü, sürdürüyor.

Yaşamını artık bir yandan yayınevleri, öte yandan film çekimleriyle paylaşmak zorundaydı.  Günümüzde de bu paylaşımını sürdürüyor. 

Osman Şahin giderek adından en çok söz edilen öykü ve özgün film öyküsü yazarımız oldu.
Şahin yaşadıklarını, duyduklarını, dinlediklerini, kendisine anlatılanları, Yörüklerin alışkanlıklarını, hayat tarzlarını, deyişlerini, ağıtlarını, türkülerini, bizzat tanık olduklarını, gördüklerini kaleme alan ve onları okuyucularıyla paylaşmak isteyen bir yazar. Yazdıklarında özgeçmişinden derin izler bulmak olası. Çocukluğundan günümüze yaşamını öykülerinden izlemek bile mümkün.

Yapıtlarında Toroslar, Çukurova, Antik Kilikya yani ve bunun son derece önemi var, yani o koskocaman Adana ovası, Mersin ve öğretmen olmak için eğitimini tamamladığı Dicle Köy Enstitüsü’nün bulunduğu Ergani (benim de doğduğum, büyüdüğüm şirin kasabam) ve “ıssız istasyonu”, öğretmenlik yaptığı Şanlıurfa’nın ünlü Siverek ilçesine bağlı Kalemli köyünde dinledikleri, yaşadıkları, köylülerin, yoksul ve kimi zaman ezik Kürt köylülerinin yaşam ve çalışma koşulları üstüne dünya kadar bilgi, öğe, veri sunuyor. Tarihten, tarih öncesinden ve günümüzden. Olağanüstü bir zenginliktir bu. Anlattığı insanlar, destanları ve efsaneleriyle yaşayanlar kuşağındandır. Ayakları, vücutları yanı özetle fiziki olarak belki “burdadırlar” ama akıl ve fikirleri “burada” olmayabilir. Akıl ve fikirleri işte Şahin’in de zaman zaman aktardığı o derin destanlarıyla efsaneleriyle alış veriştedir çoğu zaman. Belki her zaman. Bu tür insanları iç konuşmaları ve dış konuşmalarıyla anlatmak da kolay değildir. Maharet ister. İşte Osman Şahin de bu yetenek, bu maharet olduğu için onu diğerlerinden ayırtedebiliyoruz. Anlattığı insanlar çoğu kez dinlerin, mezheplerin veya Torosların işte o bildiğiniz aşılmaz  duvarların arkasında veya içindedirler, bir hayat boyunca bu duvarları aşıp bir kente, bir kasabaya gitmeye veya “inmeye” bile gerek görmeyenleri vardır “kahramanlarının”. Onlar gerçek yaşamlarında da öyledirler.

Osman Şahin, Yaşar Kemal gibi, “köylülerinin” bilerek veya bilmeyerek, bilinçli ya da bilinçsiz, belki bilinçaltı ve bilinçüstüyle, rüyalarıyla ve ölüleriyle, ölülerinden akıl ve fikirlerinde sakladıklarıyla, ölülerinden kendilerine ve kendilerinde, en derin “içlerinde”, kalanlarla yaşadıklarını sergiliyor, sunuyor, gözlerimizin önüne seriyor.

Evet bu köylüler öyle sıradan köylüler değildir : Rüyaları ve ölüleriyle yaşayanlardandırlar. Peki. Bu yaşam tarzı ve davranış biçimleriyle, dilleri ve ağız içindeki dilleriyle ve onun kullanılışı, sesi ve sözüyle, bu insanların her biri bir “kahraman” mıdır? Evet. Yazılınca kesinlikle. Hele Osman Şahin tarafından yazılınca. İşte yazma sanatının mucizelerinden biri de budur.

Osman Şahin kendisinden önceki birçok usta gibi, ve en başta Yaşar Kemal gibi, dinleyen ve yazandır. Önce dinleyen, sonra bu sözlü tarih unsurlarını, destanları, ağıtları, efsaneleri, anlatıları, kendince yeniden “okuyan” ve yazandır.

Osman Şahin’in yazdıklarını, kendisine anlatılanların, anlatılmış olanların yeni tür bir “okunması” biçiminde değerlendirmek de mümkündür. Bu nedenle yapıtlarını irdelemeye çabalayan ve yıllar önceki Fransızca makalede Fransızcada o yıllarda yeni üretilmiş olan bir terim bu yorumlamaya tam da uyuyordu : “orature”. “orale” (sözlü) ile “lecture” (okuma) sözcüklerinin harmanlanmasından, birincinin ilk üç, ikincinin son üç harflerinin derlenmesinden, oluşan terimin aynı zamanda “anlatmak” eylemini de içermesi, çağrıştırması amaçlanıyordu. Enazından bu terimi yaratanların amaçlarından biri de buydu : “Orature” nam kişi, yazar, usta, anlatmak eylemini de üstlenen sözlü okuma işini yapan/yazan olmalı(ydı). Osman Şahin’in birçok öyküsünde yaptığı eylemin ta kendisi yani. Anlatılanların, anlatılan kişilerin yaşam koşullarının ve aynı zamanda “iç yolculuk”larının aktarılması, yazılması, açıklanması, dışarıya, okuyucuya sunulması eylemi. Sözlü ve hemen sonra yazılı olan (ama ille yazılı olması da şart olmayan) “şey”, öykü, anlatı böylece aynı anda bir eyleme de dönüşüyor. Birlikte yaratılıyor sunulan.

Daha vurucu olan şudur: Anlatılan ve/veya anlatan bir insanoğlu olabilir. Bu pek şaşırtıcı değil. Ama anlatılan ve/veya anlatan bir bitki, bir ağaç, bir hayvan, bir kuş, bir kartal, bir güvercin, bir şahin, bir dağ, bir nehir, bir su, bir çiçek, bir kurt, bir köpek, bir kuzu, bir patika, bir yol, bir karınca, bir örümcek, yeryüzü, yeraltı ... da olabilir. Evet evet işte çarpıcı olan budur : Toroslar’ın, Fırat’ın sesini duymak ve bu sesi okuyucularına iletmek de az şey değildir hani.  Osman Şahin bu işi onlar adına yapıyor yapıtlarında.

Osman Şahin’in köylüleri vücutla-canla ruh, canlıyla cansız arasında ayrım yapmazlar : İnsanoğlu, bitkiler, ağaçlar, hayvanlar hepsi canlıdır ve yaşıyor. Hepsinin bir ritmi, bir hareketliliği var. Gökyüzü ve yıldızlar, güneş ve ay “yatıyor”, “kalkıyor”, “doğuyor”, “batıyor”, büyüyor, güçlü kuvvetli anlar zamanlar yaşıyor, zamanı gelince ise pılını pırtını toplayıp onlar da ölüyorlar. Kaya, taş, araç ve gereç gibi şeylerin de bir ruhu var, onlar da kendilerini yaşatan ve hareket ettiren bir varlığa sahiptir.

Osman Şahin aynı zamanda Toroslar’da öteden beri yaşayan Yörükler’deki şaman alışkanlıklarına, izlerine ve artıklarına öykülerinde değiniyor. Birçok araştırmacı, halkbilimcisi, bilim kadın ve adamı Anadolu köylerinde Orta Asya Türklerinin şaman inanışlarının izlerini daha önceki araştırmalarında göstermişlerdi. Osman Şahin kendi yöresinin, kadim Toroslar’ın, bağrında yaşatılanlardan örnekler veriyor.

Son derece orijinal, coşkulu, çağlayan, bağırbağırbağıran, yeri gelince koşan, terleyen, ölüme yatmak isteyen,  kendine özgü ve epey şaşırtıcı bir yazım tarzına sahip Osman Şahin’in yazmak ve yaratmak işine başlamasının ilk adımlarını aramak istersek yazarın bu konuda söylediklerine kulak kabartmamız gerekiyor:

“Siverek’in Kalemli köyünde ve Fırat yöresinde tanık olduğum, yaşadığım olaylardır asıl beni yazarlığa, yazmaya iten. Anlattıklarıma kimse inanmıyordu. Bari yazayım dedim. Kalemli köyü Fırat nehrine çok yakındı. Mayıs ayında taşan Fırat nehrinden odun çıkaranlar, Zengüçür çayında telp adı verilen tuzakla geceleri balık tutanlar, kavgalar, hırslar, sevinçler, toprağı, ağayı, ‘reşim’i [dikkat resim değil. MŞG] yani harmanlara vurulan ağa mühürünü, ağalık kurumunu, aşiretlerin içyüzünü, yarıcıları, emeğinden başka hiçbir şeyi olmayan marabaları, yakından tanıdım. Onlarla birlikte doğumlarında bulundum, ölülerine ağladım. Fırat sellerinin kenarına vurduğu ölülerin tutanağını tuttum. Unutulmaz olaylar yaşadım. Notlar aldım. İncelemeler yaptım. Sırası gelmişken söyleyeyim : Dünyanın en güzel insanlarıdır onlar. Onların önüne her zaman yüreğimi çıkarır da korum. Öylesine müthiş güzel insanlardır onlar. Yıllar sonra öyküleştirmeye çalıştığım insanlar işte o insanlardır. O insanların ağır dinsel korkulara, muskalara sürgün edilen umutları, içlerindeki yaradan sızan kanı, kısa, yalın sözçüklerle yazmaya çalıştım.

Fırat insanı, içgüdüleriyle, yaşamlarını kaplayan rezilliğe karşı çıkarken, dış görünümleriyle aynı düzene saygılılarmış gibi sürekli bir ikilemi yaşarlar. Çelişkilerle yüklü karşıtlıkların insanlarıdırlar. Fırat’ın öksüzleri, Güneydoğu tarımının Siyah köleleridir onlar. Kırışıklıklarla dolu yüzleri, binlerce yıllık Sümer tabletlerini andırır. Korku ve baskı yüzünden yaşama olan isteklerini asla dillerine vuramazlar. Duygularının adını anmaktan bile çekinirler. Topraksızlıklarının bir yazgı olduğunu ve bu yazgının hiç değişmeyeceğine inanırlar. Ağaları sırtlarını okşayınca : ‘Ağam bana, kapımdaki köpek demiş!’ diyerek çocuk gibi sevinirler. Bu ve buna benzeyen birçok gerçeği, o günlerde öğretmenlik günlerimde, yanımda taşıdığım defterime gizlice yazardım.

Beni yazmaya iten bir başka neden de, küçükten beri yaşamımın her anına sinmiş olan yoksulluğumun iç dünyam üzerinde bıraktığı izler olmuştur. Köy kökenli oluşumun zamanla hor görülmesi ve buna karşı duyduğum öfke olmuştur. Bu duyguların ayırdına daha çok kentlerde vardığımı söylemeliyim. ‘Bu adam köylüdür. Kültürü de köylüdür’ gibisinden alaylarla çok karşılaştım. İnsanlara tepeden bakan böylesi tuzak anlayışların, Beyaz Adamın Siyah Adama ‘bakışından’, yani Avrupa-Amerikancı ‘Ben Merkezci’ yaklaşımdan kaynaklandığını biliyorum. İnsan insana, kültür ve gelir düzeyi ne olursa olsun, yandan, üstten bakmamalı. Günümüzde övünülecek, örnek alınacak insan, çağımızın ünlü insan-bilimcilerinden rahmetli Claude Levi-Strauss’dur, ve örnek alınacak anlayış da yine onun kültürleri ve yaşam biçimleri ne olursa olsun hiç kimseyi hor görmeyen, herkesin uygarlığına, yaşam tarzına saygı gösteren, sayan ve seven anlayışıdır.”

Bu başlanğıçtır : Yazar olacak kişiyi yazmaya iten, yazmaya teşvik eden. Peki sonrası nasıl gelişti? İşte yazarımızın yanıtı :

“Yazmaya ilkin inceleme ve makale türünde başladım. Malatya’da yerel gazete ve dergilerde mesleki sorunlar içeren yazılar yayınladım. Ankara’da yayınlanmakta olan Türkiye Bedeneğitimi Öğretmenleri’nin (Derneği’nin?) çıkardığı Bedeneğitimi Dergisi’nde sürekli yazılar yayınladım. Ama bütün bunlar kuru birer hevesten öteye geçmedi. Öykü yazmaya asıl 1960’ların ikinci yarısında başladım. Aslında ilkin bir roman yazmak istedim. Köy enstitülü yazarlar gibi köyü değil de, bir köylü gözüyle kenti yazmak istiyordum. Ama üstesinden gelemedim. Roman yazmak uzun soluk istiyordu. Yazmanın yokuşlarını o ilk denememde gördüm, bizzat yaşadım. Sonra kısa öykü yazmaya yöneldim. Oysa kısa öykü yazmanın roman yazmaktan da zor olduğunu yıllar sonra anlayacaktım. İlk öykümü Kırmızı Yel adıyla 1968 yılında yazıp bitirdim ...”

Yazarlık alanında ilk adımını böyle attı Osman Şahin. İlk zorlukları da böyle aştı.
Kırmızı Yel öyküsünün de yer aldığı ilk öyküleri, 1971’de, aynı isimle kitap biçiminde okuyuculara sunuldu: “Kırmızı Yel’deki öykülerde aşırı bir yoksulluk, saflık, dinsel baskı ve topraksızlık görülür. O dönemde Güneydoğu’da yeterli fabrika, işletme yoktu. Tek üretim aracı topraktı, o da büyük aşiret ağalarının elindeydi. Bu durum ora köylülerinin her yıl biraz daha köleliğe itilmeleri demekti. En çok ta kadınların ezilmeleri demekti. Adları sanları bilinmeyen, sesleri solukları duyulmayan, değil okuma yazma, yeterince Türkçe bilmeyen, kentten gelen kadına, erkeğe ‘komutanım’ diye hitap eden, o insanların yaşamlarına vuran şaşkınlık, kendi iç dünyalarında hiç eksilmeyen kederli bir türküye dönüşmüş gibiydi. Bu gizli sesin dilini Kırmızı Yel’deki öykülerimde biraz olsun yakaladığımı sanıyorum.”

Kırmızı Yel 1970’de TRT Öykü Büyük ödülü’nü aldıktan sonra hem öykünün hem yazarının önü açıldı. Kırmızı Yel daha başından itibaren çok yoğun bir ilgi gördü. Osman Şahin o günleri anımsıyor:

“Umduğumun ötesinde bir ilgiyle karşılaştım. ‘Edebiyatımızda taze kanlar’ başlığıyla gazete ve dergilerde boy boy fotoğraflarım yayınlandı. Öyküm Cumhuriyet gazetesinin kültür-sanat ekinde yayınlandı. Doğan Hızlan, Adnan Özyalçıner, Rauf Mutluay benimle söyleşi yaptılar. Edebiyat dünyamızın ortasına paraşetle inmişim gibi duygular yaşadım. Kırmızı Yel kitabım için Hasan İzzettin Dinamo, Ömer Faruk Toprak, Tahir Alangu, Mehmet Seyda, Ahmet köksal, Tomris Uyar, Selim İleri ve Mehmet Ergün ve daha birçok yazar, şair ve gazeteci yazılar yazdılar, görüşlerini açıkladılar, olumlu olumsuz, haklı eleştirilerde bulundular.”
Sonrasını biliyoruz.

Bitirirken şunları da eklemek lazım mutlaka : Osman Şahin’in öyküleri Almanca, Sırpça, Lehçe, İtalyanca, Macarca, Fransızca başta birçok dile çevrildi. Kırmızı Yel 1984’te Den Röde Vinden ismiyle İsveççeye çevrildi. İsveç’te medya, basın ve edebiyat dergileri, yapıtın yayınlanmasına çok büyük bir ilgi gösterdi, son derece olumlu yankılara yer verdi, bunun sonucunda o günlerde yirmi kadar tanıtım yazısı yayınlandı.

Yabancı ülke radyolarında Osman Şahin ve eserleri üzerine özel programlar yapıldı, basın yayın organlarında övgü dolu makaleler yayınlandı. Evet Toroslar’ın çocuğunun ismi böylece ülkesinin sınırlarını aştı ve birçok Avrupa ülkesinde yankılanır oldu. O artık yurtiçinde ve yurtdışında tanınan bir yazardır.

Onu kendi ülkesinin okuyucularına, kadın, erkek ve çocuklarına biraz daha tanıtabilmek arzusuyla bir kitap yazmam son derece doğaldı. Hatta bir tür görev. Aralık 1983’te Acı Duman’ı okur okumaz vurulduğum bu yazı tarzına tiryakiliği sizlere de aşılamam gerekiyordu çünkü. Umarım siz de denersiniz. Birkaç gün önce Kaynak Yayınları’nın “İz Bırakanlar” dizisinin beşinci kitabı olarak meraklılarına sunulan  Öykücülüğümüzün Toros Zirvesi Osman Şahin kitabı bu konuda yol açıcı olursa amacına ulaşmış olacaktır.” 


“ŞAİR İBRAHİM YILDIZ ŞİİR ÖDÜLÜ” SONUÇLANDI

Karabük Kültür ve Sanat Derneği  ve Eflani Belediye Başkanlığı’nca bu yıl dördüncüsü düzenlenmiş olan “Şair İbrahim Yıldız Şiir Ödülü”ne 54 şair, 136 şiiri ile aday oldu.

Remzi Tüfekçi, İsmail Arslan, M. İbrahim Kaytmaz, Hüseyin Özmen ve Gülderen Canyurt’tan oluşan Seçici Kurulumuz; “Şair İbrahim Yıldız’ın şiir anlayışı, şiirsellik, evrensel ve ulusal değerler, dil, anlatım, yazım ve biçimsellik” açılarından yaptığı değerlendirme sonucunda;

Birincilik, PİNHAN rumuzlu Alp Arslan AKMAN’ın TAŞ MESELİ şiirine; Mansiyon, UZAK rumuzlu Fesih VURAL’ın BİR İNTİHAR COĞRAFYASI NOTLARI şiirine; Mansiyon, BENDİMAHİ rumuzlu İbrahim ÇELEBİ’nin DİPNOT şiirine verildi.

Ayrıca, Seçici Kurul, 19 rumuzlu Halime YILDIZ’ın TİRŞE YELEK GÜVEZ ETEK ve NİHAN rumuzlu Selma ÖZEŞER’in SEVİYORSAN BU GECE GEL adlı şiirlerine SEÇİCİ KURUL ÖZEL ÖDÜLÜ vermeyi uygun gördü.


HOMEROS BİR ŞİİRİ İNCELEME— YARIŞMASI SONUÇLANDI...

Karşıyaka Belediyesi tarafından on yıldır düzenlenen “Homeros Edebiyat Ödülleri, Bir Şiiri İnceleme Yarışması” sonuçlandı.

Toplam 33 kişinin katıldığı yarışmada Gökben Derviş birinci oldu. Ulusal düzeyde katılımların olduğu yarışmanın ödülleri 21 Mart Dünya Şiir Günü düzenlenecek etkinlikte verilecek.

Prof. Dr. Mustafa Durak, İsmail Mert Başat, Ahmet Yıldız, Veysel Çolak ve Melih Elhan'dan oluşan seçici kurul, incelenmek üzere seçilen şiirleri, o şiirin içerdiği şiir bilgilerine bağlılığı, o bilgileri açığa çıkartan, incelenen şiirin içeriğini, anlam katmanlarını akla uygun saptayan, teknik, yapı, biçim, biçem, dil, ses, imge, esin kaynağı gibi şiir bilgilerini belirleyen referanslarla değerlendirdi.

Değerlendirme sonucunda yarışmada dereceye giren isimler şu şekilde belirlendi: Gökben Derviş, “Cemal Süreya'nın 'Tristram' Şiiri Politik, Poetik, Estetik ve Etik Bir Şiir Tasarımı“ adlı çalışmasıyla birinciliği, Aslıhan Tüylüoğlu, “Behçet Necatigil'in Manifestosu Bir Şiir” adlı çalışmasıyla ikinciliği Nilüfer Altunkaya, “Saat Onda Kalkacak Vapur” adlı çalışmasıyla üçüncülüğü, Nuran Kekeç, “Behçet Necatigil'in “Balbal' Şiirine Bir Okuma Denemesi” adlı çalışmasıyla Seçici Kurul Özel Ödülü’nü kazandı.


KAR DERGİSİ 2013 ENVER GÖKÇE ŞİİR ÖDÜLÜ...

İstanbul’da yayınlanan Kar Edebiyat Dergisi, 2013’te Enver Gökçe adına bir şiir yarışması düzenledi. Ödül,kitap ve yayına hazır dosya olarak iki dalda verilecek. Yarışmaya 2011- 2013 yılları arasında yayınlanan kitap ya da kitap oylumunda dosya ile başvurulacak.

Ödüller, Eylül 2013'te İstanbul'da düzenlenecek bir törenle kazananlara verilecek, ayrıca, Enver Gökçe'nin doğduğu yerde ( Erzincan/ Kemaliye- Çit Köyü) tören yapılacak. (etkinliklerle ilgili ayrıntılar eylül ayı içinde duyurulacaktır)

Katılımcılar, takma ad ya da rumuz kullanmayacaktır. Özgeçmiş ve iletişim bilgileri bildirilecektir. Sekreterya, Ahmet Saraçoğlu tarafından yürütülecek ve katılacak yapıtlar Kartal Merkez Postahanesi P.K :32 KARTAL/İSTANBUL adresine 8 kitap ya da 8 dosya olarak gönderilecektir. Ön eleme, sekreterya biriminde yapılacaktır.

Başvurular 10 Ağustos 2013 tarihinde sona erecek,bu tarihten sonra yapılacak başvurular dikkate alınmayacaktır.  İletişim : ahmets1956@hotmail.com

Yarışmanın seçiciler kurulunda; Yusuf Alper, Metin Cengiz, Metin Demirtaş, Hayrettin Geçkin, Tuğrul Keskin, Leyla Şahin ( Jüri Başkanı ) ve Niyazi Yaşar yer almaktadır.


21 ŞUBAT ANA DİL GÜNÜNDE
DİLLER YOK OLMAYA  YA DA YOK SAYILMAYA DEVAM EDİYOR...

Günümüzde egemen dillerin azınlık dilleri üzerindeki baskıları sürüyor. Ülkemizde Başta Kürtçe olmak üzere diğer azınlıktaki halkların dilleri de var olma kavgası veriyorlar. Her yıl, dünyada bir dil son kullananı ile birlikte ölüyor.

Kürtçe gibi kimi diller yok sayılarak “bilinmeyen dil” gibi acayip sıfatlarla görmezden gelinmektedir. Her ne kadar, görünürde Kürtçe’nin üstündeki baskılar kaldırılmış gibi görünse de yaşanılanlar, durumun hiç de böyle olmadığını gösteriyor. Kürtçe, belli bir mücadele ile sıfırın üstüne çıkmış ve çabalarını sürdürmekte ise de, diğer diller yerel ağız durumuna ötelenmektedirler. Çerkezce ve Lazca’da yeni başlayan uyanış ve çalışmalar, şovenbaskılarla durdurulmak istenmektedir.

UNESCO’nun yayınladığı atlasa göre Dünyada 2500 dil tehlikede. Türkiye’de tehlikede olan (100 yıl içinde bir dili konuşacak çocuk kalmayacak ise dil tehlikede kabul edilir-bir dili konuşan hiç çocuk kalmamışsa dil ölü kabul edilir)  dil sayısı ise 18:

    “...kaybolma tehlikesini en az hisseden diller “güvensiz” (unsafe) olarak nitelendiriliyor. Bir dilin bu kategoride yer alması “çocuklar tarafından da konuşulmasına rağmen bazı alanlarda kısıtlanması” anlamına geliyor. UNESCO’nun çalışmasında Abhazca, Adığece, Çerkesçe (Kabartayca) ve Zazaca Türkiye’de “güvensiz” olarak nitelendirilen diller; “Açıkça tehlikede” (definitely endangered) seviyesinde değerlendirilen ikinci grupta Abazaca, Hemşince, Lazca, Pontus Yunancası, Romanca, Süryanice ve Ermenice (Batı) yer alıyor. Bu dillerin kaybolma tehlikesine gerekçe olarak “çocuklar tarafından anadili olarak öğrenilmemesi” gösteriliyor; “Ciddi anlamda tehlikede” (severely endangered) kategorisi genelde toplumun en yaşlı nesli tarafından konuşulan, orta nesil tarafından anlaşılabilen ancak kullanılmayan ve çocuklara öğretilmeyen dilleri içeriyor. Gagauzca, Ladino ve Turoyo bu kategoride değerlendiriliyor; “Son derece tehlikede” (critically endangered) kategorisine Türkiye’den giren tek dil Hertevin. Bu dilin sadece en yaşlılar tarafından, nadiren kullanıldığı kabul ediliyor; “Kaybolmuş” (extinct) diller Kapadokya Yunancası ve Ubıhça, adı üzerinde, dünyada tek bir kişi tarafından bile konuşulmuyor”

Dilbilimciler, bugün dünyada 5 bin ile 6700 arasında dilin konuşulduğunu söylüyor. Bunların en az yarısı, belki de daha çoğu gelecek yüzyılda ortadan kalkmış olacak. UNESCO yöneticisi Koichiro Matsuura "Bir dilin kaybı birçok kültürel kayba da yol açar, şiirlerden efsanelere, özdeyişlerden fıkralara kadar. Dillerin kaybı insanlık için biyoçeşitliliğin de kaybıdır, çünkü diller doğa ve evren hakkında birçok bilgi taşır" diyor.

Diller, onu konuşan insanlarla yaşar. Bugün dünyada egemen güçlerin insanlar ve diller üzerindeki baskısı sürüyor. Zorunlu göçler, katliamlar, yasaklamalar, insanlarla birlikte dilleri de susturuyor. Gelecek yıllarda kim bilir kaç dilin daha yok oluşuna tanık olacağız. Bu yok oluşlar karşısında dünyadan toplu bir çığlık yükselmedikçe gezegenimizden daha çok sesler eksilecek.


UMUDUN VE KAVGANIN ŞAİRİ: HASAN HÜSEYİN…


Edebiyatımızda 1940 kuşağı sonrası sosyalist gerçekçi edebiyatımızın önemli gür seslerinden olan Hasan Hüseyin Korkmazgil’i, 26 Şubat 1984’te yitirmiştik. 28 yıl sonra da, çağımızın dayattığı ve pompaladığı bütün ezilmişlik,  bütün tükenmişlik, bütün siniklik, bütün döneklik bombardımanlarına karşın onun şiirleri, dağlardan okyanuslara, kırlardan kentlere bir çağlayan gibi gürlemekte, yankılanmakta.....

Hasan Hüseyin,  1940 kuşağı ile 1960 kuşağı arasında şiir yazmaya, yayınlamaya başladı. Ama  o dönemin parlak akımı 2.Yeniye bulaşmadı. Buna karşın 2. Yeniyle gelen dilin kullanım özgürlüğünü, anlamın akışını daraltmadan işledi... Şiirleri çok sesli bir koronun haykırışı gibidir.  Şiirlerindeki bu nitelikler, onu çağdaş ve daha eskilerin içinde öne sürükledi...  Bir dönem, Nâzımdan sonra en fazla satılan şiir kitapları onun kitapları oldu. Kitapları toplatıldı. Şair, zindanlarda kelepçelerinin karasında ak güvercinler gibi şiirler yazmaya devam etti.  Edebiyatımız bugün de çelik mengeneye alan fildişi kule baronları önce onu görmezden geldiler... Ama baktılar ki, bir sel gibi önüne dikilen burjuva eleştirmenlerin bentlerini yara yara geliyor... O zaman yarı buçuk, Hasan Hüseyin’i kaale alma zorunluluğu duydular....  Artık kendileri eleştirmeye çekindiler.. Ama  yanlarına çekerek özlerini boşalttıkları fildişi kule  solcularına eleştiri yazdırdılar Hasan Hüseyin için.

Bugün de Hasan Hüseyin’in şiirlerine dudak bükenler, onun ölümü üzerinde geçen bunca zamana karşın şiirlerinin gençliğinden hiçbir şey yitirmeyişi karşısında şaşalamaktan başka bir şey yapamıyorlar.  Onun şiirleri dünyanın bütün nehirlerinde “kızılırmak kızılırmak” akmayı sürdürüyor.

Eşi Azime Korkmazgil’in şu sözleri onu daha iyi anlatıyor: “Bu seslenişte, asla bezginlik yoktur, bunalmışlık yoktur; herhangi bir inancın yitirilişi ve davaya boşvermişlik yoktur. Umut, bir noktada öfkeye yenilirse, öte yandan çıkar günışığına. Ozan kendini, yaşamın orta yerinde bir görev yüklenmiş olarak bulmuştur; bundan caymak, buna sırt çevirmek, ölümle yenilgiyle yokoluşla eşanlamlıdır. O buna, ürettiği hiçbir yapıtta geçit vermez. Gözünün değdiği her alanda eleştirmen, düzeltmen ve eğiticidir. Şu yandan bakınca karanlık gördüğünü evirir çevirir, ışıklara yöneltir ve okuruna öyle sunar. Hem halk çocuğudur, hem de halkçıdır. Günün 24 saati ona yetmez; bir çığır, bir ipucu bir yolak bulmuştur, atlar zıplar gerilir atılır engeli aşar, gözünü diktiği ışığa kavuşturur bilinci. Yenik düşse, kanter içinde kalsa, kolu kanadı kırılsa da vazgeçmez: Onun için vargı bellidir, silkelenir, işini sürdürür. Felsefesi bu; mutluluk yorulmamakta, üretmekte, güzel bir şey yapmakta, yaptığını savunmaktadır. insancıdır; hem birey önemlidir onun şiirinde, hem toplum; ikisinde de gerçekçi, fakat kıyasıya eleştiricidir. Israr, en büyük özelliği; ozan ve yazar, halkın gözü ve kulağı olmalı, umut ve dayanıklılık aşılamalıdır. Züppelikten, çıtkırıldımlıktan ve gevezelikten tiksinir; onun gözünde aydın, aydın olmanın ciddiyetini ve sorumluluğunu taşımalıdır; değerleri, estetik beğençten süzmelidir, seçtiğine sahip çıkmalıdır. Kötümserlik, karamsarlık aşılamaya hakkı yoktur aydının!.."

Hasan Hüseyin şiiri, şiirin gereklerini düşünceye feda ediş yanlışlarını düzeltmiş, böylece şiirin gereklerini yalnızca şairane söylemde arayan; teknik sonuçları, o tekniğin taşıdığı yüke göre değerlendiren ve bunun sonucu olarak da, beğeniyi kısırlıktan kurtaran bir şiir anlayışını ortaya çıkarmıştır.  Hasan Hüseyin, şiiri; derin duyarlılığı, gür sesi, geniş soluğu, renkli hayali, işlek Türkçesiyle diyalektik bir görüş ve insancıl bir bakışa yaslanan hayat ve tabiat sevgisi, barış ve özgürlük tutkusu, devrim ve bağımsızlık özlemiyle kaynaşan bir şiir düzeyine yükseltmeyi başardı.

Dün Kavel Direnişini dalgalandıran şiirleri, bugün de grevci işçilerin, direnişçilerinin ağzında, bağlamanın, gitarın tellerinde daha güzel bir dünya özlemiyle  çınlamaktadır.

“ne bakkalım
                ne üstenci
sokakları koşmak diye bildiğim günden beri
                                                               şiir yaşar
                                                               şiir söyler
                                                               şiirle oynaşırım
puştlukla yaklaşmadım o güzelin ülkesine ben
                onurumu satmadım ozan desinler diye
işte kavgam
işte alnım
                işte ellerim
kim ki yaklaşır şiirime kahpece
bakmam gözünün yaşına babam da olsa
                               dişi kartal kesilirim tepesinde
çünkü benim
                yaşamımdır yarınımdır onurumdur şiirim”
       

FAŞİZME KARŞI DİRENİŞİN ÖLÜMSÜZ ŞAİRİ: RENÉ CHAR...

Fransız şair René Char 14 Haziran 1907'de L'Îsle-en-Sorgue'da doğdu, 19 Şubat 1988'de Paris'te öldü. Avignon Lisesi ve d'Aix-en-Provence Üniversitesi'nde öğrenim gördü.İkinci Dünya Savaşı'nda Nazi işgaline karşı Direniş Hareketi'nde görev alarak Provence bölgesinde 'Yüzbaşı Alexander' takma adıyla bir taşra çetesinin komutanlığını yaptı. Savaştan sonra doğduğu yer olan L'Îsle-en-Sorgue'a yerleşti. René Char kendinden sonraki kuşakları hem biçem hem de içerik açısından etkilemiştir. Başlangıçta Gerçeküstücülüğü benimsemiş, sonradan uzaklaşmış; özdeyişler ve yoğun imgelerle gelişen kısa ve özlü şiirler yaratmış, mağrur ama gösterişsiz bir alay içeren, yer yer ahlaksal bir boyut taşıyan ekonomik ve son derece içe dönük kavramsal şiire yönelmiştir. Düzyazı şiirler de yazan Char, karşıt düşünceleri iç içe geçirişiyle Heraklitos-Heidegger esintileri de barındıran farklı ve özgün bir söyleyiş elde etmiştir. 1966'da tüm yapıtları için Eleştirmenler Ödülü'nü (Prix des Critiques) almıştır.

Şiire bakışını bir yazısında şöyle anlatır:
“Ozanım ben, ey aşkım, senin ufkunun doldurduğu kurumuş kuyuların yöneticisi.
Yaşamın yalanladığı, ozanın yeğlediği deneyim.
Şiirin merkezinde, bir çelişki bekliyor seni. Hükümdarındır o senin. Dürüstçe savaş onunla.
Şiirde, dönüşmek uzlaştırmaktır. Ozan gerçeği söylemez, onu yaşar; ve onu yaşayarak, yalana dönüşür. Musaların çelişkisi: şiirin doğruluğu.
Şiirin dokusundaki gizli tünellerin, uyum odalarının, aynı zamanda da gelecek öğelerinin, güneş siperlerinin, aldatıcı yolların ve birbirlerine seslenen varlıkların sayısı eşit olmalıdır. Ozan bir düzen oluşturan tüm bunların salcısıdır. Ve başkaldıran bir düzendir bu.
Ozanlar, alarm çanlarının çocukları.
Şiir ölümümü çalacak benden.
İnsanın kendisiyle ve dünyayla ilgili bir parçacık hata olmadan, ilk sözcüklerde bir tutam saflık olmadan şiire başlanamaz.
Şiir büyük bir sevinçle elimizde tuttuğumuz, bize göründüğü anda, kırağıyla kaplı sapının üstünde, çiçeğin çeneğinde, geleceği belirsizleşiveren o olgunlaşmış meyvedir.
Bak işte yine baş başayız, ey Şiir. Geri döndünse, bir kez daha seninle, genç düşmanlığınla, dingin uzam susuzluğunla boy ölçüşmem ve sahip olduğum o denge sağlayıcı yabancıyı senin sevincin için hazır etmem gerekiyor demek.”

RED TÜRKÜSÜ

__Partizanın işe başlaması__

Şair, uzun yıllar için babanın hiçliğine döndü
Onu seven sizler ne olur çağırmayın. Eğer kırlangıç
kanadının toprakta bir aynası kalmadı diye düşünüyorsanız
biraz unutun bu mutluluğu. Acıyı tasarlayan
artık kızaran ölgünlüğün içinde görümez oldu.
Ah, güzellik ve gerçek öyle kılsın ki kalabalıkça varolun
kurtuluş salvolarında!

RENE CHAR
(Türkçesi: Okay Gönensin)


AYDINLIĞIN ÖNCÜSÜ GİARDANO BRUNO
KARANLIĞA KARŞI MÜCADELEDE YOL GÖSTERİYOR…


"Pişmanlık duyacağım hiçbir düşünceyi benimsemedim. Siz karar verirken korkuyorsunuz. Ama ben onu dinlerken korkmuyorum."

Bu sözlerin sahibi Giardano Bruno, 17 Şubat 1600 günü odun yığınlarına doğru ilerlerken donuk ve solgundu, işkenceler yüzünden çok kan kaybetmişti. Güçsüz ve zayıftı. Etleri bazı yerlerden kemiğine kadar parçalanmıştı. Eklemleri tekerlek işkencesinden yırtılmıştı. Odun yığınına götürüldüğünde yüzüne öpmesi için İsa'nın çarmıhtaki yontusu tutuldu. O, küçümseyen bakışla kafasını çevirdi. Yüzlerce Romalının toplandığı çiçek meydanında odunlar tutuşturuldu. Yel ateşi körükledi. Alevler Bruno'nun ayaklarına yaklaştı. Elbisesini sardı. Papazlar dikkat kesilmişti. Bruno hiç olmazsa bu son dakikada pişman olup fikirlerinden döner miydi? Umutları boşunaydı, Bruno'nun ağzından ne bir söz, ne bir inilti çıkacaktı...

İnsanlık tarihi, özgürlük yürüyüşüdür. İnsan bilinçlendikçe özgürleşmiş, özgürleştikçe bilinçlenmiştir. Tarih boyunca mutluluğu ve özgürlüğü arayan insanoğlu, karşısında hep zorbalığı bulmuş, işkencelerle, ölümlerle, baskılarla dolu yolda ilerlemiştir. "Başkaldırıyoruz o halde varız" diye haykırıldığı zaman insanlık tarihi başlatılmış ve özgürlük yolu açılmıştır.  Ölüm kararını Bruno'ya bildiren yargıç, ondan şu cevabı almıştır: "Ölümümü bildirirken siz benden daha çok korkuyorsunuz".  Bruno’dan bize kalan önemli bir miras da şu sözde saklıdır:

"Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım."


NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati

YAVUZ AKÖZEL: Bir Türkiyeli Göçmenin Notları(3)




BİR TÜRKİYELİ GÖÇMENİN NOTLARI - III


Geçmişten Yankılar





     
Gecenin yarısı oldu ve biz hâlâ gidiyoruz.Autobahn bazen üç-dört şerit oluyor. Yine de trafik kalabalık. Dikkatli sürmek gerekiyor. Çünkü arabanın farları çiseliyen yağmurda kırılıyor ve  görüş zaviyesini iyice daraltıyor. Nürnberg’i bir solukta geçip Münih (München) dolaylarında hem arabaya benzin aldık hem de bir kahve molası vermiş olduk... Yağmur, giderek  iyice hafifledi  ve sonra gökyüzünde tüm görkemiyle yıldızlar göz kırpmaya başladılar. Rastplatz(Mola, dinlenme yeri) hınca hınç dolu, fiatlar ise cepleri alev alev yakacak türden... Ama kimsenin aldırdığı yok... Tepsiyi kapan sıraya giriyor. Ataman Abi’yi  bir köşeciğe oturtup ben de sıraya giriyorum. Alacağım sadece iki bardak Cappucino. İki bardak Cappucino: 6.40 euro! En ucuz dinlenme, soluk alma ücreti bu olsa gerek! Oysa biz de açız yani! Kahvelerimizi içtikten sonra, arabadaki evden aldığımız yol azıklarımızdan yeriz, gökyüzündeki görkemli yıldızları seyredip de... Hem neler yok ki arabada?.. Domates, salatalık, Peynir, börek, pişmiş yumurta, soğan, zeytinyağlı biber —domates— patates kızartması. Daha ne olsun ki! Bunları Rastplatz’daki hiçbir yiyeceğe değişmem. Masalar hınca hınç dolu. Gezi  otobüslerinin biri durup biri kalkıyor. Genellikle yaşlarını başlarını almış emekliye ayrılmış yaşlılar. Neşeleri yerinde ve fiatlar umurlarında değil! Zor bela yer bulup da  iliştiğimiz bir köşecikten şaşkın şaşkın bu kıtlıktan çıkmış neşeli yaşlıları gözlüyoruz... Ataman abi’ye bakıyorum. Üzgün görünüyor. Kendi gerçekleriyle onları kıyaslıyor gibime geldi. Elimi sırtına vurdum bir kaç kez, sevecenlikle, okşar gibi,
—Boş ver.... dedim... Kafanı takma be Ataman abi!
—350 Euro emekli bağlamışlar! Nasıl boşvereyim! Bir de bunlara bak,  diye kahırlı konuştu.

1980 sonrası, yani askeri faşist cuntanın Türkiyenin emekçi halklarını inim inim inlettiği dönemde  karısını alıp Almanya’ya kaçmayı başarıp sığınma isteğinde bulunmuş. İki oğlu; biri bebek, diğeri  üç yaşında! Türkiye’de kalmışlar, çünkü getirememişler.

—Nasıl olmuştu, diye soruyorum.
—Anneme bıraktım onları, dul olan anneme! “Gözünüz arkada kalmasın... Yemem yediririm, içmem içiririm” diye, torunlarını gözyaşları ile bağrına bastı. “Önce siz canınızı kurtarın! Sonra allah kerimdir!”
 —Ama kahveni de bu ara iç Ataman abi, sonra arabaya gider, birşeyler atıştırırız. Ama dertlerimiz tam depreşmişken, biraz şu kaçış, sığınma öykülerinden anlatsana! hadi, hadi anlat!
—Önce İsviçre’ye gittik. Bir yılı aşkın bekledik ama sığınma talebimiz reddedildi. Almanya’ya giriş oldukça zor olmasına karşın, kaçak yollardan girmeyi başardık ve bu kez Almanya’ya sığınmak için başvurduk. Tabii bizi hemen mülteci(sığınma) kampına aldılar... Etrafı yüksek duvarlarla çevrili, Hitler Almanyası’nın toplama kamplarını anımsatan sevimsiz, oldukça geniş bir alana kurulmuş, sıra sıra barakalardan oluşan bir   kamp. Girişinde tahtadan yapılma iğreti bir kulübe var. İçeriye, kampta yaşayanlardan başkasını almıyorlar. Gelen ziyaretçiler, ancak, kimliklerini sığınmacılara nefretle bakan asık suratlı memurlara bıraktıktan sonra üstelik  kısacık görüşme şartı ile içeri girebiliyorlar. Bulgarlar, Romanyalılar, Afrikalılar,İranlılar, Pakistanlılar, Sri Lankalılar, Kürtler... Nasıl anlatayım? Her  milliyetten kozmopolit bir insan yığını... Kimi politik nedenlerden ötürü, kimi aç kalmışlıktan ötürü , yani canını kurtarabilen , Avrupa’ya bu kahrolası emperyalist ülkelerin bolluğuna kapağı atmış. Evet bolluk...Yani etten sıyırdıkları kemik parçaları bize sunulan. Ama biz buna da razı olmuşuz.

Daha sığındığımız gün bizi Rotekreuz’a(Kızılhaç)  ait büyük bir binaya götürdüler. Odalar itina ile tanzim edilmiş gebraucht(Alm. kullanılmış) kadın-erkek-çocuk giysileri ile dolu. Tabii bu gebraucht giysiler, tek tek yıkanmış, ütülenmiş ve sıra sıra dizilmiş, asılmış! Doğrusu oldukça kaliteli ve markalı şeyler de var. Yani en pahalı butik ve moda evlerine ait asortik mağazaların malları. Ne olacak! Zenginde para çok! Üç-beş kez giydi mi bıkıyor. Giydiklerini Kızılhaç’a verip günahlarından arınıyor ve böylece toplumun içerisinde vicdan azabı çekmeden alnı açık, mağrur yürüyebiliyor, insanların gözlerine bakabiliyorlar. Hele bir de şu Tv’lerde sürekli anons edilen ‘Afrikadaki açlara yardım’, ‘Aksiyon insan’ gibi organizasyonlara da üç-beş kuruş havale edince artık hiç sorun kalmıyor. İnsanlık görevlerini yapmış oluyorlar böylece!

Hem hanımım hem de ben, elbetteki gereksinimimiz olan giysileri fazlasıyla aldık! Çünkü İsviçre’den Almanya’ya gizli yollardan girerken yanımızda fazla eşya getirememiştik. Üstümüz başımız kir pas içinde ve dökülüyordu.

Ataman abi anlatırken kendinden geçiyor, hayıflanıyor, üzülüyor..

—Kahveni soğutma Ataman abi!

Kahvesinden bir fırt çekip gözleriyle insan kalabalığını şöyle bir tarıyor...

—Sanki hiç dertleri yok bunların! Nasıl da neşeliler!
—Evet! Savaş yıllarında çektikleri acı ve açlıktan intikam alıyor gibiler.
—Biz hâlâ sürünüyoruz! Yarı aç yarı tok ve yüzümüz hiç gülmüyor, dolu dolu neşelenemiyoruz tıpkı bunlar gibi!
—Neden biliyor musun Ataman Abi ?
—Neden?
—Çünkü biz, ikinci dünya, üçüncü dünya ülkelerinin insanlarıyız. Sorun burada!

Kahvemizi içtikten sonra tuvalete gidiyoruz. Otomatiğe 50 sent atıyorum, giriş açılıyor, kabinlerden boş olan bir tanesine giriyorum. Herşey tertemiz, mis gibi. Uzun uzun oturup rahatlıyorum, adeta bu temizlikte ve sessizlikte dinleniyorum, beynimin içerisindeki uğultular yok oluyor! Sonra...  Sonra Sifonu çekiyorum! Klozet’in üzerindeki oturma yeri aniden hareketleniyor... Yamuluyor, birşeyler oluyor ve otomatik olarak hem üzeri hem de iç çeperi ilaçlanıp,yıkanıp,fırçalanıyor. Üstelik üzerine oturduğumuz oturak bölümü de ilaçla silinip kağıtlanıyor..Hayretler içerisinde kalıyorum... Tertemiz bir klozet... Otomatik olarak kendi kendini yıkayıp yuyan, hamarat bir klozet!  Korkusuzca, tedirgin olmadan otur, rahatla ve dinlen! Bu yoğun kalabalığa karşın tuvaletler gerçekten pırıl pırıl ve ferahlık veriyor insana... Derinden de nostaljik hitparade havaları çalıyor.

1974’lerde herkesin dilinde olan, insanı kıpır kıpır kıpırdatan bir şarkıyı Günter Gabriel gitar ile söylüyor:

“Ich bin Knut Wuchtig und seit 15 jahren hier
  İch war immer pünktlich und habe meine Arbeit getan.
  Tag für Tag,und ich habe meinen mund gehalten.
  Aber heute,muss es raus :

  Hey! hey !hey Boss,ich brauch mehr Geld !

  Seit Wochen schon liegt meine Frau im Bett und hustet stark,
  Und Kinder hab ich reichlich hier zuhaus
  Und früher machte sie noch nebenbei’ne echte Mark
  Und mein Aetester trug morgens Zeitung aus.

  Hey! Hey! hey Boss,ich brauch mehr Geld !oh ja ja (1)
                                                                                                                                                      
—Gördün mü diye, soruyor Ataman Abi..

Tuvaletleri  sorduğunu hemen anlıyorum;
—Evet diye, biraz da şaşkınca yanıt veriyorum.

Tuvaletlere sokulan teknoloji, insanı biraz da hayretler içerisinde bırakıyor... Bunu yapmayı öngören işletme sahipleri, kalantor patronlar acaba salt halkın çıkarlarını, rahatlığını düşündükleri için mi bunca kapitali tuvalete sokmuşlar? Biraz düşündürücü değil mi?

Herşey öylesine mükemmel ayarlanmış ki! Ama tüm bu mükemmelliklerin ayaklarının yere basmadığı, en ufak bir sendelemede yüzü koyun yere kapanacağı izlenimi bende uyanıyor.

Bu yaşlılar ordusuna dönüp yeniden yeniden bakıyorum. Çoğu ikinci emperyalist paylaşım savaşını yaşamış insanlar. İçlerinden bir bölümü henüz çocuk ve bebek yaştaydı o yıllarda. Bir bölümü de  genç delikanlı ve çiçeği burnunda bayan. Şimdi emekliliğin tadını doyasıya çıkarıyorlar. Dolu dolu gülüyor, dolu dolu yiyiyor ve de dolu dolu geziyorlar. Gözüm yok elbetteki. Dolu dolu gülsünler yesinler, içsinler, gezsinler... Ama? 

Onlarla aynı toplumda yaşıyoruz  ama; birbirimize ne kadar çok yabancıyız! Onların bize gönüllerini ve ellerini uzatmaları gerekmez miydi?

Onların bizleri ayrımsız bağırlarına basmaları gerekmezmiydi?

Onlar da açlığı ve kıtlığı zamanında yaşamadılar mı? Savaş yıllarının zulmunü, ölmelerini, çaresizliklerini barbarlığını yaşamadılar mı?

Fabrikalarda  akkord(götürü) bandlarında tıpkı bizim gibi en acımasız sömürü ve  köleleşmişlikleri yaşamadılar mı?

Yan yana gelemiyoruz. Sefaletimiz onları ürkütüyor. Dolu dolu gülmelerinden dolu dolu yemelerinden, dolu dolu gezmelerinden bizlere birazcacık da olsa vermek istemiyorlar.

Gökyüzünde yıldızlar parlıyor... Autobahndan vızır vızır arabalar gelip geçiyor... Park  yeri sıra sıra dizilmiş TIR’lar, otobüsler ve binek arabalarıyla adeta dolup taşıyor. Kimi arabalar işini bitirmiş, hareket edip giderken kimileri de gelip konaklıyacak park yeri arıyor, konaklıyor. 24 saat sürekli aynı devinim. Hızla gelenler ve yine ayni hızla gidenler...

Bu devinimi hem gözlüyor hem de arabamızın kapılarını aralamış yemeğimizi yiyiyoruz. İşte dünya böyle böyle  bizi de içine almış, ha babam de babam  şaşkın şaşkın  dönüyor da dönüyor. “Daha ne istiyorsunuz? İşte tümünüzü yüklenmiş  sırtımda taşımıyor muyum? Yorulmaksızın, öf demeksizin; ufak-tefek küçücük isyanlarımla yetinip de?“ der gibi  bir hali var, dert yüklenmiş dünyamızın!

Şu araba yığınaklarına bakınız: Trilyonlarca metre küp zehir kusuyorlar her saniye. Şu haksız savaşlara bakınız: Her gün sayısı belirsiz suçsuz emekçi halk öldürülüyor.

Şu kâr hırsıyla her yanı doldurmuş ve ha bire ölüm üreten, denetimden yoksun katil fabrikalara, nükleer santrallara bakınız: Bir yandan sömürü çarkını kurmuş acımasız sömürüyorlar, bir yandan da tıpkı arabalar gibi şaşkın dünyamızı kirletiyorlar. Daha neler neler!..

Dünya ufak-tefek küçücük isyanlarıyla yani tsunamileriyle, depremleriyle, hortumlarıyla, sel felaketleriyle vb. hâlâ bizi sabırla taşımaya devam ediyor... Ama artık, bir o yana bir bu yana yıkıldım yıkılacak, sallanıp duruyor.  Anlıyacağınız, dünya şaşkın şaşkın biraz da kederli ve yorgun, ritmini yitirmiş bir düzensizlikle dönüyor da dönüyor.

Gökyüzünde yıldızlar gülümsüyor. Gecenin içerisinde, hafif bir rüzgarla kımıldayan ağaçların yaprakları hışırdıyor. Ataman Abi, elindeki ekmek lokmasını biber-domates kızartmasının suyuna banıp iştahla yiyiyor. Ardından da Edirne peynirinden bir parça koparıp ağzına atıyor. Termosta kalan son çayı da bardaklara koyup bölüşüyoruz.


Yemeğimizi yiyip toparlandık. Saat gecenin ikisi olmuştu. Emniyet kemerlerimizi bağlayıp hareket ettik. Hiç yorulmamış gibiydim ama içimde bir acı yumağı der top olmuştu. Kederliydim. Ataman Abi’ye bakıp gülümsedim. Neşeli görünüyordu veya bana ’öyleymiş’ gibi geldi. Sinyalimi verip yavaş yavaş autobahn’a çıktım  ve gaza yüklendim.

(*)Ben Knut Wuchtig 15 yıldır bu iş yerinde
hiç aksaklık çıkarmadan gece-gündüz çalıştım
ve dilimi  hep tuttum.
Ama bugün herşeyi söylemem gerek!
               Hey patron! Fazla paraya gereksinimim var
               Haftalardır karım hasta, yatakta yatıyor ve kuvvetli öksürüyor.
               Evde yeterince çocuklarım var (ama)
               Daha önce yardımcı işlerde çalışıp da para(Mark)  kazanmadılar.
               (onun için) Benim kararım sabahları gazete dağıtmak.
               Hey patron ! Fazla paraya gereksinimim var.
               Oh.. Evet evet..

      
     
      
YAVUZ AKÖZEL




ADNAN DURMAZ:Akşamın Kanayan Sözü




AKŞAMIN KANAYAN SÖZÜ



FOTOĞRAF:ADNAN DURMAZ



gel ha gayri... meşe selim mor bulutum serçe masumu gözlüm
bu bir kaval kanaması zamanın sinesinden sağılır gelir
bir keder bahçesidir... her gönüle uç verir de açar bir zaman
bir masal bohçasıdır
bu yürek yürek değil
ıssızda bir kuyunun delik kovasıdır
beri gel allı turnam... türkü gülüşler taşısın gözlerin
kendinde bul beni... sana gel... bana git
bu sevdasına yitik karıncanın öyküsüdür

akıp gider de allı telli bu kıraçta
koyunların kukusudur... bulutların kokusudur...
sabahın kokusudur...
akşamın teri
gecenin elleridir akıp gider de hayat... dokunur taşa
dokunur ıslığa... onu kavislendirir...
kayaya gül oyan sevdadır...
ve biz geliriz...
bir kahır... bir acı bir hay bir huy
yağma sofrası bir ömrün haritasında
tutsak geldiğini bilemeden sevdik de yaşamayı...
sevdik teneke barakaları...
kerpiç damları...
yağmurda akan evlerde seviştik gece karanlıktı
anlamadık... çözemedik...
doğuştan hasretli bir suydu işte hayat
ve öldük geride türküler bırakan karasevdalarda yana yana
bir gün belki de bozkırdan kalkan
bir toz hortumu olur da düşlerimiz
savruluruz günahlarımız suçluluk duygularımızla
bir gün belki
adamı eşkıya düşüren sevdanın türküsünü
bir çocuk gelir de söyler yıkılmış evlerimizden kalan
son taşın üzerine oturarak
beri gel... belki zaman da hiçtir
her neyse yaşamın anlamı...
onun en güzel andacı olsun ki aşkım sana
bütün ciddi adamlar sultanlar öfkeler
bar bar bağırmalar... başını taşlara vurmalar da yok olacak
biz varız şimdi... gel de gör senim işte
yokluğun... ömrümün gecesidir

dağlar da ağlar... aslında uzun havalar yankılanır ya
ahını zaptedemeyenin çığlığı kesilir taş olur doruklarında
dağlar da ağlar bulutlar öperken saçlarını...
gün her batışında kanatırken yüreğini
taşlar da gülümser... o en eski usta aşkı nakşederken bağrına
güler taş... hüzünden bakışlarında eğirerek sevdayı
ne zaman bir kadın kilim dokusa
sen beni aramaya çıkarsın yüreğinin gergefinde gül sağnar
gel... artık gel
sensizlikte dağlar da ağlar

yıkılmış surların altında kaç ömür rüzgara dönüştü
dağların ardında kaç sevda bulut olup yağdı çöle
ferhadın yüreği sebil
külüngü söz oldu... bütün dinler kovdu onu
yağmalana yağmalana geldim de işte
ömürdü azığım... sermayem yürek
taşlandım sokaklarda ibreti alem için
sensiz gözlerimi saçtım karanlığa yıldızlardır şimdi
damıttığım düşlerim ekşiyip zehir oldu
yenilgilerden geldim-yorgunum ellerin yok
ve zaman
ve rüzgar
gel gayri gel
yaşamak seninle başlar



ADNAN DURMAZ

Bilirsin Aşk da Serseri, Art Yay, Ank. 2003





MEHMET RAYMAN:Çığ—ŞERİF TEMURTAŞ: Yurdum Ağıt Sesi




ÇIĞ







bir çiğdemdim
karlı sulu kayalar arası
güneşe türkü yaktım
emeğin yanına koydum bileğimi

muş ovası kar altında
sarı nergis yollarım benelükse
bir çiçekte benden katsınlar
şirin köy yollarına

emek verdim
su verdim kuşlara
avucumda besledim serçeyi
nar gibi demiri yaladım
dilimi yatırdım çığ altına




MEHMET RAYMAN



    
  




YURDUM AĞIT SESİ





Zap kan suyu
kaçkar bir kartal
kanat çırpar aşka
ayaz yağmış içime susamam

yanarsa sesim yansın
gidersem yad ellere
izim kalsın

cilo da yansa tek ağaç
bozdağ sızım sızım
gidersem toprağım ağlar

dal kırıldı
havalandı kuş
senden geçmem yurdum

düşlerim yıldız
biri kumru biri üveyik
hangi can benim
ağıt sesleri dağlarında yurdum


Tmolos Edebiyat sayı:10 0cak/2013


ŞERİF TEMURTAŞ


ALİ ZİYA ÇAMUR: Kan Damlıyor Ateşten



KAN DAMLIYOR ATEŞTEN








Çoğalan kamburumuz çilesidir hayatın.
Yıldızların ırzına uzanmış çelişkiler,
Kan damlıyor ateşten betonarme günlere.
Tufanların şakağında çatlıyor uygarlıklar!

Sızlanıyor cinayetler sokaksız bir telaşa,
Ağlamalar birikmiş sızıyor afiş afiş,
Helâk pazarında zincire vurgun sloganlar...
Ekmekler sahte, bankalar ortak cemseyle,
Kırgın ormanlarda kanamalı dallar...
Coplanıyor sessizlikler tütüyor çığlıkları kentin!

Gözlüklerin arkasında işleniyor sıyrık cinayetler,
Düşüyor üç gözlü yıldırımlar karanfil sofralara...
İhbarlar birer mürekkep imzalanıyor kanla,
Uydularda bütün gün dönüp duruyor yalanlar!

Haramdır çağın dokunuşları her bedene,
Haramdır kösnül tükürükleri ekşimiş kentin!
Kiralık haramiler devşiriyor salyalarını ateşin,
Yakıyor hadım tacirler frengili leşlerini,
Karnelerinde hazları kırık, tüyü bozuk nazlar...

Kederlere altın doğranıyor kasalardan,
Kanlı suyu döndürüyor çarkını rezaletlerin.
Yarasalar suskun, akrepler sessiz, çıyanlar dingin...
Bir ustura dönüp duruyor
primitif tanrıların elinde.


(Tay Dergisi S. 129)


ALİ ZİYA ÇAMUR


MEHMET GİRGİN: Dörtlükler—AHMET TAHSİN ÇINAR: Ellerin Bu Artımlının Anası



DÖRTLÜKLER






TAY    
             Şerif Temurtaş'a

güzel bir tay doğur
bozkırda koşturalım


8 ARALIK 2012






DÜNYANIN DIŞI


dünyanın dışı soğuk
insanın içi


9 ARALIK 2012






GÖLGE


gölgeni izliyorum
gölgeni yakaladım
gölgenden kalp yaptım
herkes bizi sevdi mi
sevdi


26 ARALIK 2012






EPEY ESKİ


gölgeni yaktım
izmaritini şehre attım
şehir zifiri karanlıktı
oysa yeni yıl geliyordu
epey eski olmalı


26 ARALIK 2012



 



2012&2013 



zamanı kuruttum
2012 ye astım
yeşil biber gibiydi
hayatta
hayata kareler çizdim
2013 evimdi sanki


26 ARALIK 2012




MEHMET GİRGİN






ELLERİN BU ARTIMLININ ANASI






Ellerin,
Güz kütüklerinde üzüm salkımı.
Ellerin üzüm gibi ak,
Yaprak gibi sade,
Ellerin yüreğine benzer,
Kolların asma dalı.
Ellerin uygar,
Ellerin yaz aylarında bir rüzgâr.
Veremedi, en usta atılmış mayalar,
Bu kadar bereketli toprak ve tarla,
Ve ısrarla;
Çanak kaba çaldığın yoğurdun tadını.
Dokuyamadı daha,
Hiç bir makine, senin dokuduğun halıyı.
Senin gibi aç kalmadı, hiçbir makine ve halı.
Geçti boynumuzdaki ilmeği,
Senin halıya attığın ilmeğin gizi.



AHMET TAHSİN