Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Kasım 2012 Çarşamba

EMEĞİN SANATI'NDAN 128. MERHABA





Merhaba,

“Kara gün kararıp kalmaz” demiş atalar. Ama ülkemizde ve dünyada gün karardıkça kararıyor. Kapitalizmin, faşizmin, gericiliğin ağır perdesi devriliyor üstümüze… Ama gene biliriz ki, hangi gece vardır ki sabahı olmamış…

Sabaha yaklaşmanın yolu da yöntemi de bizim çabamızın yoğunluğu ile doğru orantılı değil midir? Öyle de, “Eksik olan ne?” diye sorarsanız, cevabımız şu olacaktır:

Hâlâ direnişlerde farklı bayrak ve flamalarla, sayı üstünlüğü çabasını ön planda tutarak hiçbir şey başaramayız. Tüm ezilenlerin, sosyalistlerin, komünistlerin, Kürt ulusal hareketinin tek bir bayrak altında buluşmasıyla, yığınlardan dev kitlelere dönüşebilmek mümkündür. 

Artık küçük burjuva çıkarlarımızı bir kenara atarak,  örgütsel bürokrasileri yıkarak, birbirimizle yarış yapmak, kavga etmek yerine, sınıf bilincinin ışığında, sadece ve sadece kızıl bayrağın aydınlığında bir araya gelebilmeliyiz. Biz bir araya gelemezsek, faşizm bizi —12 Eylül’de olduğu gibi— zindanlarda buluşturacaktır!

Artık silkinip, üstümüzü örten ağır perdeyi savurup atmanın zamanı geldi de geçmek üzere!

İşçiler, köylüler, öğrenci ve işçi gençler, sanatçılar, kısaca toplumun ezilen tüm unsurları; başlarından ellerini kaldırıp ayağa kalkmak, gittikçe kararan ufka iyi bakmak gerekiyor. Tek tek, ayrı ayrı çıkarlar peşinde koşmak yerine topyekün bütün insanlığın ortak çıkarları için başlarını yukarı kaldırmalılar artık!

Ey sanatçılar, kendilerinizi ilgilendiren konularda ayağa kalkarken, işçilerin, köylülerin, gençlerin, kısacası tüm ezilenlerin sorunları içinde alanlara, grevdeki fabrika önlerine koşmazsanız, ne hükmünüz olur icra ettiğiniz sanatın! Twitter gevezeliklerini bir yana iterek tüm ezilenler aynı havayı solumak; size yeni esin kaynakları kazandırarak sanatınızı geliştirecektir… Aralıksız entellektualizasyon ile boğulmuş özünüzde yeni bir yaşam yaratacaktır.

Devrimci bir sanatçı kültürel ve sosyal direnişin ön saflarında olmaktan korkmamalıdır asla. Devrimci bir sanatçı, insanlığı yeni zirvelere yükseltmek için sanatıyla bir asansör oluşturmalıdır! Devrimci sanatçı, satmak için değil, insanlığın kurtuluşu için eserlerini üretir. Devrimci sanat, sanatsal ve siyasi özgürlüğün bir anlatımı olmalıdır!

Artık dünya kapitalist tekellerin hasta pençesinden dünyayı geri alabilmenin yollarını insanlara gösteren bir sanat ihtiyacı var. Daha fazla insanın eşitlik, adalet ve özgürlük için mücadele katılmanın gerekliliğini anlatan bir sanat ihtiyacı var.

Kısacası, açlık grevleri 65. güne girerken, onların direnişini içerden ve dışarıdan destekleyen, sesini yükselten bir sanata ve sanatçıya ihtiyacımız var bugün!



Ali Ziya Çamur


BU SAYININ SAVSÖZÜ

“Görüldüğü üzere, gene sürrealizmden post-modernist şiire eklemlenmiş oto-didakt yöntemiyle şair öznenin bencilce bilinçaltını dışavurumundan öte gitmeyen, anlam’ı ve okurun alımlama sürecini hiçleyen, kendi üstüne kapanan bir kara kapı olmaktan öteye geçemeyen ve böylece sanat tarihinin çöplüğündeki yerini daha doğar doğmaz hazırlayan bir başka metin daha…

Ne acıdır ki bu post-modernist şiirlere daha pek çok örnek verilebilir, edebiyat dergilerinde ve şiir yıllıklarında kendilerine ayrılan geniş yer eşliğinde. Er geç sanat tarihinin çöplüğünü boylayacak bu yazınsal oyunların varlığı ise, zaten az sayıda olan şiir okurunu iyice şiirden soğutulması sonucunu getirmektedir öncelikle. Şiirden okurun ve “yaşayan, sahici” insanın dışlanmasıyla birlikte şiir, iyice hayatın dışına itilmekte, “entelektüel gevezelik” sığlığına indirgenmektedir. Hayattan yansımayan, toplumsal devinime katkısı olmayan, şiirin asli derdi ve niteliği olan/olması gereken politik muhalefet tavrından sıyrılmış, toplumdaki bireylerin şiir düzleminde dili olmayı umursamayan, sadece şair öznenin oyuncağı haline getirilmiş güdük bir şiir anlayışı hüküm sürmekte ve buna el veren edebiyat erk odakları sayesinde kapitalizmin ekmeğine yağ sürülmektedir. Böylece kapitalizm tarafından istendiği gibi, soru sormayan, sorgulamayan, muhalefet etmeyen, estetik algı ve bilinç düzeyleri sığ, sadece birer tüketim makinesi haline gelmesi beklenen “sürü” bireyler üretilmesine katkıda bulunulmaktadır.” SERKAN ENGİN


YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ


ANA DİL BÖLMEZ TECRİT ÖLDÜRÜR



 "Açlık grevi; ideolojik ve politik, devrimci direniş yöntemidir.                     
Amaç; meşru hakların yasal olarak kabul ettirilmesidir."

Süresiz ve dönüşümsüz açlık grevinin 60. günlerindeyiz. Somut olarak bir adımda, henüz atılmış değil. Ülkenin çeşitli; illerinde, ilçelerinde, mahallelerinde, '' parkta, boş arazilerde, sokaklarda, işlek caddelerde, meydanlarda’’, tutsakların süresiz ve dönüşümsüz açlık grevlerine, destek amaçlı; eylemler, yürüyüşler, günlük açlık grevleri, basın açıklamaları yapılmakta.
Buralardaki izlenimlerden, bir basın açıklamasında, cezaevleri izleme koordinasyonu avukatları açıklamalarda bulunuyor; ‘’Açlık grevleri 60. günde Bolu, Kandıra, Gebze, Bakırköy, Silivri, Tekirdağ, Edirne hapishanelerinde ki’’ tutsakların son durumlarını aktarıyor; ‘’ Bolu ve Kandıra’daki tutsakların, avukat görüşmesine gelemediğini, mide kanamalarının başladığını ve 12 Eylülden bu tarafa açlık grevinde olan tutsaklarda, kemik ve eklemlerde erimeler, kilo kayıplarının yoğun    hatta 20 kiloya kadar düşen tutsakların olduğunu, binlerce siyasi tutsaktan 64’ünün durumunun son derece ağır’’ olduğunu aktarıyorlar.

Bu ülkede, yoğun bir medya sansürü var! Demokratik kitle örgütleri, açlık grevleri başladığı günle paralel olarak, her gün sokaklarda. Ölüm haberi duyulmasın diye,  insanların bu ülkede ki gerçekleri duymaları için haykırıyorlar. Medya tarafından, bu konu ile ilgili çok küçük haberler yayınlanıyor, hiç haber yapılmadığı günlerde çoğunlukta.

Yaşar Kemal’in daha önceki açlık grevlerinde ve ölüm oruçlarında ki tutumunu tekrar yaşıyoruz açıklamasında şunları ifade ediyor tüm Türkiye’ye; “Bir insanın açlıktan ölümünü izlemek acıların en büyüğüdür. Bu, insanlığa hiçbir zaman yakışmaz. Bugün insanların ölüm pahasına talep ettikleri demokrasiler de, insan haklarının içindedir. Çözümü mümkünken, ölümler engellenmezse vebali iktidarın, muhalefetin, medyanın ve hepimizin olacaktır. Barış, bu ülkede herkesin özlemi ve hakkıdır. Barışın önüne yeni engeller konulmasına karşı çıkmak, barışın önünü açmak, hepimizin işi olmalıdır. Bunun için içtenlikle uğraşan herkese şükran duyarım.”  Ama yetersiz.  Egemenlerin faşist olduğu bir ülkede, somut kazanımlar ancak büyük kitleleri yaratarak sağlanır.

Her ne siyasi görüşte olursa olsun, her şeyi bir kenara koyup insanlığa, insan olana yakışmaz bedenini açlığa, ölüme yatıran insanlara seyirci kalmak. Gerçekten insan olmanın bir ayrıcalık olduğunu, bir kez daha anlıyorum.  Bir ana haykırıyor!   “DAYANAMIYORUM, OĞLUM YAVAŞ YAVAŞ ÖLÜYOR”

PKK VE KCK davalarından tutuklu özgür tutsakların 12 Eylülden bu yana sürdürdükleri açlık grevini, Diyarbakır cezaevinde sürdüren Mazlum Tekdağ’ın annesi Aysel Tekdağ’ın anlatımları; ‘’oğlumun telefonda bile konuşacak takati yok, görme ve işitme kaybı yaşıyor, yürümekte zorlandığını’’ söylüyor. Hangi ana ister, evladının ölmesini! Hangi ana ister, oğlu açlık grevini, ölüm orucuna dönüştürüp, aç susuz kalmasını. ‘’ Çığlıkların sessizleştiği bir ülkede yaşamak utanç verici’’   

Onlar meşru olan haklarını, kazanmak için; bedenlerini silaha dönüştürdüler. Tereddüdsüz göğüslediler bu zorlu günleri. Aslolanda, iradi ve ideolojik sağlamlığı değil midir bir devrimcinin? Elbette. Ve doğru olandır, zalimin zulmüne başkaldırmak, hiçbir şekilde uzlaşmamak.

Günlerdir, 19 Aralık 2000 hapishaneler katliamını düşünüyorum. F Tiplerinin kapatılması için tek tek ölen insanları, sonra ölüm oruçlarında 122 devrimcinin ölümsüzleştiğini. O dönemde sayılı aydın ve sanatçının dışında, ses veren olmadı. Bunun dışında, F Tiplerinin villa gibi olduğunu savunanlar, halka yalan söyleyenler, bugün sistemin köhnemiş zindanlarındalar. Buda ayrı bir boyut.

Şimdi senaryo gene aynı, tutsaklar ölüme bir gün daha yaklaştılar. İnsanlar haykırıyor, ‘’ANALARIN’’ gözyaşları sel oldu aktı hapishanelere. O kendini; Aydın, sanatçı, yazar, şair, doktor…… Bir cümlesi bu sistemin (kapitalizm) ne kadar lanet olduğunu bilen, insanlığa dair ufacık faydası olmayan, bir sistem olduğunu bilen şahsiyetler. Çıkın ve kimliğinizin sorumluluklarını, duruşunuzun vermiş olduğu görevleri yerine getirin.
Aydın olmak, halkının acılarına, mutluluklarına, isyan edişine ortak olmaktır. Bu bağlamda, halkın gözü ve dili olmalıdır. Bireyci ve bencil olmamalıdır, gerçekleri gören ve korkusuzca savunan olmalıdır. Gerekirse bedeller ödemeyi göze almalıdır. Dili ve kalemi burjuvaya, silah olmalıdır.

‘’İnsan korkuya Hükmettiği sürece özgür kalacaktır’’ .Bizlerin korkusuzluğu, halklarımızın özgürlüğü için adım olacaktır. Özgür tutsaklar içerde bedenlerini açlığa yatırıp direniş gösterirken, bizler onların sesi olmalıyız. Tarihinde bize öğretmiş olduğu gibi; ‘’ yalnızca örgütlü halk yenilmez’’ . Esas olan güç, halkın bütünlüğüdür!


İÇERDE DIŞARDA HÜCRELERİ PARÇALA! DİRENİŞE SES VER!
HAYKIRIŞLARIN SESSİZLEŞMESİNE İZİN VERME!
ÖLÜMLERE ORTAK OLMA!..
GÜRHAN TORUN



ANADOLU DERGİCİLİĞİNDE İKİ IŞIK DAHA SÖNDÜ…


Adana’da  4 yıldır yayınlanmakta olan Tersakan Toros dergisi  21-22. sayı ile yayın yaşamına “Başka Ortamlarda Buluşmak Üzere” sözüyle  son verdi.  Dergi kurucularında Ali Ozanemre, bir veda mektubu gönderdi dostlarına. Mektupta Tersakan Toros dergisinin serüvenini özetle şöyle anlattı:

“Toros Âşık Hüseyin’in dizelerindeki gibi, “Hangi günü gördün akşam olmamış?” Tersakan Toros da akşamına vardı; her şey ve her durum gibi o da çan-eğrisini tamamladı.  Yaklaşık 4 yıl önce, 08.11.2008 günü, adreslerini edinebildiğimiz edebiyat dostlarına; “Sevgili dostlar, Bu e-posta ekinde kısacık bir duyuru bulacaksınız.” diye başlayan, “Buyurun; bu sofrayı birlikte açalım.” biçiminde biten bir ileti göndermiştik. İletimizin içeriğinde; Adana’da, sahibi ve sorumlusu olduğum, Gen. Yay. Ynt. Hasan Hüseyin Gündüzülp, yayın kurulunda Bülent Gökgöl, Cenk Battal ve Sadık Çil adları yer alan, iki ayda bir yayımlanacak, okuyucusuna ücretsiz ulaştırılacak bir derginin 2009 yılı başından itibaren çıkmaya başlayacağı haberi vardı.

Tersakan Toros, “Benden bu kadar” dedi. “İster yağmur yağsın isterse dolu / N’idem ben ummana daldıktan sonra” demiş ya Pir Sultan… Tesakan Toros, yayın yaşamına kendi istemiyle (iradesiyle) başlamıştı, şimdi kendi istemiyle son veriyor. Artık, etmen/ler arasında şu da var, bu da var demenin bir anlamı yok, biliyorum. Bu, son sayımızda, Tersakan Toros okuyucularına Nâzım ustayla el sallamak istiyorum:

Antakya’da “Amanos Yazıları” dergisi kurucularından Onur Aslan da yaptığı açıklamada, Amanos Yazıları’nın yayınına son verildiği belirtti.

Antakya’da çıkan “Taflan Edebiyat Dergisi” ile “Dar Sokak Dergisi”nin güç birliği yapmasıyla birleşerek kurulan  “Amanos Yazıları Kültür Sanat Edebiyat Dergisi”  2010’da Mart- Nisan sayısıyla yayına başlamıştı…

Anadolu’da iki edebiyat ışığı daha söndü. Anadolu'da iki dergi kapandı, yası tüm edebiyatseverlere düştü!


2012 YILI ABDULLAH BAŞTÜRK 
İŞÇİ EDEBİYATI ÖDÜLLERİ AÇIKLANDI

Genel-İş ve DİSK eski Genel Başkanı Abdullah Baştürk (29 Mayıs 1929 - 21 Aralık 1991) anısına, Baştürk ailesi ve DİSK/Genel-İş Sendikası’yla birlikte bu yıl onuncusu düzenlenen yarışma sonuçları belli oldu.

Emewkçi yazar Hüseyin Akyüz “Yağmurda Kuş Sesleri” adlı öykü kitabıyla ödülü paylaşan üç yazar arasında yer aldı. Ödüle değer görünen diğer yapıtlar: Adil Kurt’un “Emeğin Çukurovası”, Dürsaliye Şahan’ın “Hikâye Hırsızı”.

Yarışmanınn seçici kurulunda Remzi İnanç, Özgen Seçkin, Vecihi Timuroğlu, Tuncer Uçarol, Şiir Erkök Yılmaz yer aldı.



KOMÜNİST RİTSOS ŞİİRLERİYLE YAŞIYOR…

Yunan komünist şair Yannis Ritsos 22. ölüm yıldönümünde şiirleriyle barışın dili olmaya devam ediyor.

Dünyaca tanınan komünist şairlerden Yannis Ritsos'un aramızdan ayrılışının 22. yılında, büyük şairin halkla birlikte güçlü melodilere dönüşen şiirleri hala özgürlük ve eşitlik mücadelesinden ayrı düşünülmüyor.

Yannis Ritsos için 'çağımızın en büyük şairidir' demiştir, Louis Aragon. İkinci Dünya Savaşı sırasında faşizme karşı kendi yurdunda direnişe katılan Ritsos'un şiirleri yine kendi yurdunda yasak edilir, Ege adalarına sürgün edilir. Epitaphios (1936- Yazıt Mezar Yazıtları ) adlı kitabı faşist cunta tarafından Zeus Tapınağı'nda törenle yakılır.

1 Mayıs 1909’da Yunanistan'ın Monemvasia kentinde doğan Ritsos, 1934 yılında ilk şiirlerini Vladamir Mayakovski'den esinlenerek yazmaya başlar, ilk şiir kitabının adı Traktör’dür. Yannis artık hayatı boyunca işçi sınıfı mücadelesi için çalışır.

11 Kasım 1990'da Atina'da hayatını kaybeden Yannis Ritsos'un şiirleri 80'den fazla dile çevrilmiştiir. Türkçe'ye çevrilen eserleri şöyledir:  Alışkanlıklar Da Değişir, Umarsız Penelope, Yaşlı Kadınlar ve Deniz, Helena ve Nöbetçi, Boyun Eğmeyen Ülke, Graganda, Erotika, Dikkatli Ariostos (Anlatı/Roman), Seçme Şiirler, Tüm Şiirleri, Ölü Ev, Taşlar, Yinelemeler, Parmaklıklar, Bir Mayıs Günü Bırakıp Gittin (soL)

Yannis Ritsos 'Barış' adlı şiiri ise şöyle:

'Çocuğun gördüğü düştür barış,
annenin gördüğü düştür barış,
ağaçlar altında sevdalıların sevda sözleridir barış;
Gözlerinin içinde uçsuz bucaksız bir
gülümseme elinde yemiş dolu bir zembil ve
alnında ter tomurcukları,
Pencerede suyu soğutan testideki damlalar gibi;
Akşam üstü eve dönen babadır barış,
Dünyanın yüzünde yara izleri kapanırken
ağaçlar diktiğimizde
havan mermilerinin kazdığı çukurlara;
Yangının kavurduğu yüreklerde
ilk tomurcuklarını açarken umut
ve ölüler kanlarının boşa gitmediğini bilerek
yana dönüp içerlemeksizin uyuyabildiklerindedir
barış…
Barış yemek kokusudur tüten…


TÜRKİYELİ ŞAİRİN ŞİİRLERİ JAPON EDEBİYAT DERGİSİNDE

İngilizce şiir çevirileri daha önce The Tower Journal, Mediterranean Poetry gibi uluslararası edebiyat dergisi ve platformlarında yayımlanan, İmgeci Sosyalist Şiir Akımı’nın öncüsü Şair-Yazar Serkan Engin’in şiirleri, geçtiğimiz aylarda Osaka Üniversitesi’nden Prof. Sugiyama Masao tarafından Japonca’ya çevrilmişti.  Bu Japonca şiir çevirileri, editör Ishiki Makoto  tarafından Shi to Sisou adlı Japonya’nın en önemli şiir ve felsefe dergisinde yayımlanmak üzere seçildi.  Derginin Mayıs sayısında, Serkan Engin’in şiirlerine, özgeçmişine ve sanatsal çalışmalarına dair ayrıntılı bilgilere üç sayfa yer verilerek Türkçe Şiir’in Japonya’da temsil edilmesi sağlanacak.


SORUN YAYINLARI 'NDAN  5 KİTAP YENİ KİTAP!

Sorun Yayınları, yeni dönemde  beş kitap yayımladı. Yeni yayımlanan 1. kitap,“EĞİTİM ÜZERİNE”( Vasili Suhomlinski)   Bilimsel İnceleme-Araştırma Dizisi(Tercüme)nde; 2. kitap: İslâm Ve Modernizm(Muhammed Rıza Şalguni) Halkların Tarih-Kültür Dizisi; 3. kitap, Emekçi Kadın Hareketinin Sorunları (Kolektif), Sorun Broşür Dizisi ; 4. kitap, derleyen: Ata Soyer (Kolektif), Sağlığın Siyasal Ekonomisi  Hekim/Sağlıkçı Emek, Tartışmaları,  Bilimsel İnceleme-Araştırma Dizisi; 5. kitap: Yüreğimdeki Desteler (Rabia Semra Yücel), Edebiyat-Sanat-Estetik dizisi…

V. Suhomlinski’nin 208  sayfalık “Eğitim Üzerine” kitabında, hayatını eğitime, özellikle çocuk eğitimine adayan dünyaca ünlü V. Suhomlinski’nin eserlerinden derlenmiştir. Eğitim Üzerine ciddî bir sistematikle oluşturulan kitaba Simon Soloviçik sunuş yazmış; kitap, ilerici eğitime önem veren bütün ülkelerde ilgi ile karşılanmıştır. A. Makarenko okulundan gelen V. Suhomlinski, Sovyetler Birliği dışında başta ABD olmak üzere diğer ülkelerde de büyük yankılar uyandırmış, eserleri çeşitli eğitim kurumlarında baş sırayı almıştır. V. Suhomlinski (1918-1970), Ukrayna’nın Pavliş köyü yakınlarında, marangoz bir babanın çocuğu olarak dünyaya geldi. Onyedi yaşında öğretmen olarak doğduğu köyde çalışmaya başladı. Büyük Anavatan Savaşı’na (1941-1945) katıldı. Savaş sırasında karısı ve çocuğu Nazi’lerce öldürüldü. Kendisi de Moskova yakınlarındaki çarpışmalarda yaralandı. Ukrayna’nın işgalden kurtulmasından sonra yeniden öğretmenliğe döndü. İlk yıllardan başlayarak eğitim üzerine olan teorilerini geliştirmeye başladı. 1947’de Pavliş köyündeki okulun yöneticiliğine getirildi. Pedagoji Bilimler Akademisi Muhabere Üyesi seçildi. Göğsündeki şarapnel parçalarının etkisiyle yirmi yıl rahatsızlık çeken Suhomlinski,  1970’de öldü. Okul Çocukları Arasında Kolektif Ruhu Geliştirme (1956), Çalışmaya Karşı Sosyalist Tavrın Geliştirilmesi (1959), Okul Çocuğunun İç Dünyası (1961), Sovyet Okullarında Kişiliğin Biçimlenmesi (1965) adlı araştırmalarında düşüncelerini bir eğitim teorisi içinde ortaya koydu. 1969’da Pavliş Okulu’nu kaleme aldı. Aynı yıl Kalbimi Çocuklara Verdim adalı monografi yayınlandı. Ölümünden bir ay sonra da Bir Yurttaşın Doğuşu basıldı.

 2. Muhammed Rıza Şalguni’nin 144 sayfalık İslâm Ve Modernizm kitabında, İslâm’ın modernizme karşıt olduğunu söyleyen, daha uç biçimlerinde, Müslümanları gerileten ve onları Batı kültürüne karşı kışkırtan asıl nedeni olarak İslâm’ı gösteren görüşün bir eleştirisidir. Özünde bu görüşün hem teorik açıdan savunulabilir olmadığını hem de tarihsel gerçeklere uymadığını iddia eder. Bunun dışında, söz konusu görüşün özellikle sol için barındırdığı tehlikeli sonuçları ele alır.

Elimizdeki kitap, Marksist açıdan İslâm tarihini, Batılı düşünürlerin bu dinle ilgili yaklaşımlarını ve solun kurduğu ilişki biçimlerini tartışmaktadır. Hem Türkiye ile benzer sorunları yaşamış bir ülkenin Marksist’i hem de günümüzde hâlâ Yakın Doğu’da önemli bir katkı sunmuş bir aydın olarak Şalguni’nin bu çalışması günümüz için ön açıcı olacaktır.

3. kitap, Kolektif bir çabayla yayına hazırlanan 96 sayfalık “Emekçi Kadın Hareketinin Sorunları kitabı, kadın sorununu sosyalist perpektiften ele almakta: Burjuvazinin resmî ve gayrıresmî tarih anlayışı ile resmî ve gayrıresmî ideolojisine dayalı kadın hareketleri ve örgütleri “Emekçi Kadın Hareketinin Birliği” sorununun yeni nitelikler kazanmasının önündeki engellerden biridir. Sosyalist kökenden geldiğini iddia eden kadın örgütleri dahi kapitalist Batı kaynaklı feminist örgütlerin büyük etkisi altındadır. Sosyal muhalefet dinamiklerini programıyla uyumlandırıp sevk ve idare edecek Sınıf  Partisi’nin kurmaylığından / güvencesinden yoksun bir emekçi kadın hareketi ise teori pratiği ile etkili olamamaktadır. 
Siyaset sahnesinde; birleşik, ciddî, güçlü, güvenilir ve donanımlı bir Sınıf Partisi’nin yokluğunda emekçi kadın hareketi de sınıf kardeşleriyle buluşup bütünleşememekte dolayısıyla etkisiz kalmaktadır.

 “Emekçi Kadın Hareketinin Birliği” gibi önemli bir konuyu/sorunu Kasım 2011’de 30. İstanbul Kitap Fuarı’nda da gündeme getirmeyi uygun bulmuştuk. Kolektifimiz’in düzenlediği Panel-Söyleşi etkinliğimizde bu konuyu, konuşma sırasıyla; Derya Ulu (Sanat Cephesi Dergimizin Yazarı), Funda Karaosmanoğlu (İŞÇİ BİRLİĞİ Gazetemiz Çalışanı ve Yazar), Gülümser Seyitcemaloğlu (Proleter Devrimci Duruş Gazetesi Çalışanı ve Yazar) arkadaşlarımızın katılımı ile tartışmaya açtık. Etkinliğimiz ilgi ile izlendi. Elimizdeki kitap etkinliğimizin ardından hazırlandı. Kitaba Turgay Ulu ile Babür Pınar arkadaşlarımızın bu konu ve sorunlar hakkındaki birer yazısının eklenmesini de ayrıca uygun bulduk.

 4. kitap,  kolektif çabayla hazırlanıp Ata Soyer’in derlediği 248  sayfalık “Sağlığın Siyasal Ekonomisi  Hekim/Sağlıkçı Emek Tartışmaları” kitabı, sınıf mücadelesindeki konum ve rolleriyle giderek proleterleşen Hekim ve Sağlıkçıların güncel sorunlarını ele alıyor ve bu sorunlarını bilimsel yöntemle inceliyor ve çözüm yöntemleri üretilmesini amaçlıyor.

Hekimler/Sağlık Emekçileri: Sağlıkta Tahribat, Mücadele Ve Eylemler, Sınıfsal Dönüşüm konuları son derece önemli ve hayatî birer konudur. Son yıllarda kapitalist sistemin sağlık konusunda işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki baskısı ve sömürüsü giderek artmaktadır.

Sistemin işçi sınıfı ve emekçi karşıtı taraflı tutumu karşısında Hekim-Sağlık Çalışanı: Eylem, Emek Ve Sınıf…  Sağlık Emekçisi-Hekim: Neden Eylem Yapıyorlar? Sağlık Emekçisi Eylemde, Hekim (Yeni) Sınıfta Nasıl Bir İdeolojik, Politik ve Örgütsel Tavır İçindedir? Konuları tartışılmaktadır.

5. kitap, Rabia Semra Yücel’in 80 sayfalık Yüreğimdeki Desteler  şairin şiir çalışmalarını kapsamaktadır.




ORHAN KEMAL ARMAĞANINA 
BAŞVURULAR BAŞLADI…

Türk edebiyatının önemli isimlerinden Orhan Kemal anısına düzenlenen 42. Orhan Kemal Roman Armağanı’na başvurular başladı. 2013 yılı Orhan Kemal Roman Armağanı’na, yayınevleri 2012 yılında ilk kez yayınlanmış kitaplar başvuru yapabilecek.

Tahsin Yücel, Osman Şahin, İnci Aral, Turhan Günay, Feyza Hepçilingirler, M. Nuri Gültekin ve Nazım K. Öğütçü’den oluşan seçici kurul, armağanı kazanan romanı Mayıs ayında açıklayacak. Armağanı kazanan yazara ödülü, 3 Haziran’da yapılacak Orhan Kemal’i Anma Günü’nde sunulacak.

Yönetmelik ve detaylı bilgi www.orhankemal.org adresinden ulaşılabilir. (EVRENSEL)


ASIM BEZİRCİ BELGELİĞİ AÇILIYOR…

2 Temmuz 1993’te Sivas Kıyımı’nda yaşamını yitiren Asım Bezirci de Türkiye Yazarlar Sendikası Edebiyat Müze ve Belgeliği’ndeki yerini aldı. Bilimsel eleştirinin bu üretken eleştirmeni için TYS bir belgelik hazırladı. Yazarın ilk baskı kitaplarının, yazı gereçlerinin, yazı taslaklarının, fotoğraflarının sergilendiği belgelik, 5 Kasım 2012 Pazartesi günü saat 15.00’te sendika merkezine bağlı Edebiyat Müze ve Belgeliği’nde açıldı.

TYS, geçtiğimiz aylarda Arif Damar, Halil İbrahim Bahar, Melih Cevdet Anday, Cemal Süreya, Mehmet Seyda, Güngör Gençay için de belgelikler düzenlemişti. (EVRENSEL)


SOSYALİST SANAT FELSEFESİNİN  ÜLKEMİZDEKİ ÖNCÜLERİNDEN
AZİZ ÇALIŞLAR IŞIK TUTUTOR'

Marksist felsefe ve sanat konusunda yazdığı kitaplar, yaptığı çevirilerle sosyalist edebiyatımızın düşünsel temelinde önemli emeği olan Aziz Çalışlar’ı 17. ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz.  27 Kasım 1995’te yitirdiğimiz Aziz Çalışların,  sanatımızda, öncelikle değer yaratan bir düşünce adamı olarak  anılması, anımsanması gerekir. Bıraktığı ürünleri, üşenmeyip sayarsak, yazar ve çevirmen olarak imzasına rastladığımız 35 dolayında yapıtla karşılaşıyoruz. Bunlardan 14'ü tiyatroyla ilgili. Yazılmış, uyarlanmış, çevrilmiş oyunlar. Felsefe, kültür, estetik içerikli kitaplarının sayısı da bir o kadar. Sözlük, ansiklopedi çalışmalarını bunlara kattığımızda, ortaya çıkan görünüm, yoğun bir emek birikimini ve üretken bir çalışkanlığı sergilemiş oluyor.

Yaptığı çevirilere baktığımızda Materyalist Felsefe Sözlüğü'nden Suchkov'un Gerçekçiliğin Tarihi'ne, Kagan'ın Güzellik Bilimi Olarak Estetik ve Sanatı'ndan Redeker'in Edebiyat Estetiği'ne,  Marx-Engels-Lenin'den Sanat ve Edebiyat derlemesine kadar, nasıl bir bilinçli seçimle, yaşadığı dönemi aydınlatmaya yöneldiğini görüyoruz. Çevirmenliğin ötesinde, bu kaynaklardan sanat-edebiyat dünyamızda nasıl yaralanacağımızı, yaşanılan sorunları nasıl tartışıp hangi sonuçlara varacağımızı Günümüzde Kültür Sanat ve Estetik, Sanatsal Kültür ve Estetik, Gerçekçilik Estetiği, Ulusal Kültür ve Sanat gibi kitaplarıyla da gündeme taşımıştı. Özellikle 1980 sonrasında, ülkemizde yaşananların kültür, sanat, edebiyat dünyamızda yaptığı  "tahribat"a karşı bir direniş odağı içinde Aziz Çalışlar'ın yeri  çok önemliydi.

“Sosyalist gerçekçi sanat, sanatsal gücü, yan tutarlılığı ve halka bağlılığı ile tüm derinliği ve çeşitliliği ile halkın yaşamında etkin bir rol oynamaya, sosyalist kanılarla sosyalist yaşamsal tasarım ve ilişkileri, güzellik duyusunu ve idealini biçimlendirmeye çalışır… Sosyalist gerçekçilik yöntemi, sürekli değişimi ve ileriye doğru gelişimi içinde gerçekliği sanatsal olarak içselleştirmeye çalışır.”(Ansiklopedik Kültür Sözlüğü/Aziz Çalışlar)


AHMET KAYA TÜRKÜLERİYLE SES VERİYOR  KAVGAMIZA ! 

Ahmet Kaya’yı yitireli 11 yıl oldu. Ama o türküleriyle kavgamıza direnç ve umut katmaya ediyor, devam edecek.  12 Eylül sonrası, sazlar ve sesler susturulmuştu. Kasetler, plaklar ya toplatılmış ya da korkudan yakılmıştı. Topluma arabesk vurdumduymazlığın pompalandığı o günlerde gür bir ses,  sinmiş umutları yeniden yeşertti. Gürül gürül sesinden akan türküler, 12 Eylül faşizminin zindanlarından, işkencehanelerinden yükselen bu gür türküler, şarkılar devrimci umudu yeniden diriltmeye, özlemleri tazelemeye başladı.

O dört dörtlük bir insandı. Sevmesini bilir, sevgisini hak edenlere sevgisini en yürekten sunardı. Sevgisini en güzel şarkılarıyla düşmanlarına da duyurur ve önyargılara, haksızlıklara karşı en insani tepkisini göstermekten geri durmazdı. 1985’ten 1990’lara değin her albümü ayrı bir patlama yapmış, albümler hep liste başı olmuştu.
Kürt halkına baskıların yoğunlaştığı, Kürtçe konuşmanın suç sayıldığı bir dönemde Magazinciler Derneğinin ödül gecesinde de duyduğu ve düşündüğü gibi konuştu. Kürtçe bir klip yapacağını söylüyordu. Birden düğmeye basılmış gibi burjuvazinin beslediği sanatçı, gazeteci bozuntularının ve faşist basının saldırısı başladı.  Kürtçe şarkı yapma, Kürt dilini savunma çabasında çatal bıçak yağmuruna tutulurken, kimi Kürt kökenli burjuva sanatçıları, devrimcilere seslenen müzikleriyle köşe olan sahte demokrat sanatçılar,  sonradan Kürtçe şarkılar söyleyerek şov yapacak olan şarkıcılar kös dinlemiş gibi sus pus bu saldırıya seyirci kaldılar.  Onların çoğu Ahmet Kaya ve diğer sanatçıların kanını, canını verdiği bu savaşım üzerinden bugün Kürtçe şarkı söylemenin rantına talip olmaya başladılar.

Toplum ve kendi yaşamında gördüğü haksızlıkları, müziğiyle, türküleriyle protesto eden, doğru bildiklerini söylemekten çekinmeyen, düşündükleri ve söyledikleri şeyler için bedeller ödemiş, sürgün edilmiş bir sanatçıyı, Ahmet Kaya’yı ölümünün 11. yılında türküleriyle anıyoruz.

“gençliğimi kimse bilmez sakallarımdan çocuk kokusu
ağzımdan ay ışığı fışkırır benim
ceketimi yağmurlara astığımdan beri
tehlikeli şiir okur dünyaya sataşırım ben

gözüm baharlara , yüzüm yağmurlara
hüznüm dağlara küs
gözüm sabahlara , ömrüm topraklara
hüznüm dağlara küs

geceden karanlık sebebim , geceden mülteci kederim
korkarım dönmez yüreğim , korkarım güzelim korkarım

beni soracaklar , beni bulacaklar
beni yoracaklar yar
beni tutacaklar , beni yakacaklar
bana kıyacaklar yar

sorulur karanlık sebebim , vurulur mülteci kederim
korkarım dönmez yüreğim , korkarım güzelim korkarım”

                                                              
KIRK KUŞAĞININ ÖNCÜ VE ÖZGÜN ŞAİRİ:
ERCÜMENT BEHZAT LAV

17 Kasım 1984’te sonsuz Şair Ercüment Behzad Lav, çok yönlü bir sanatçıydı. Aktörlük, tiyatro yönetmenliği ve radyoda spikerlik ve yayın şefliği yaptı.

Türk şiirinin gelişiminde sürekli öz ve biçim arayan Ercüment Behzad Lav, Şiirimizde 40 kuşağının öncüleri arasındadır, özgür koşuğu ilk kullananlardandır. Onun şiirlerinin malzemesi içinde fütürizm ve sürrealizm’in yanında kübizmin ve sosyalizmin öğelerine de rastlanır. Çoğunlukla toplumsal bir duyarlığın izini sürmüştür.  Şiirlerinde kimi zaman ironi öne çıkar, kimi zaman üstü örtülü, sürrealistlerin çizgisini taşıyan buluşlar öne çıkar.  Ataol Behramoğlu’na göre, “1930´lu yılların başlarında yayınladığı kitaplarıyla Ercüment Behzad Lav´ı da, Batı ülkelerindeki modern şiir biçimlerini yerli temalara uygulayan deneyci, yenilikçi bir şair olarak anmak gerekir. Ercüment Behzad Lav, çağdaş şiirimizde önemli yeri olan ironik şiir türünün de şiirimizde ilk önemli temsilcisi” sayılabilir.

Doğan Hızlan nitelemesiyle, "kimselere benzememiş, hep kendi açtığı yolda yalnız yürümüş" bir şairdir. Şiirinde belli bir tavrı sahiplenip üzerinde yürüme yerine, her şiirinde farklı arayışlar ortaya koymuştur. Onun monografisini yazan Eser Demirkan’a göre de: “Bin kişilik şairdir” o. Her şiirinde yeni bir Ercüment Behzad Lav bulursunuz. Bir tane de ‘ondan bu beklenirdi’ diyebileceğiniz şiiri yoktur. Her biri ayrı bir sürprizdir. Çünkü her birinde ayrı bir şair yatar. Belki de bu yüzden onun eserlerini okurken siz de çoğul hissedersiniz."

MADEN KUYULARI

Damar kadar
Dar oluklarda ekşimiş hava
Kol boyun bacak fener
Tok kazma sesleri
Tırnakla cenkleşen kömür
Sür götür
Parya
Gün yüzü görmez
Kaburgası fırlak katırı
Başlıyor angarya
Kara köstebek sürü
Kızı kısrağı yağlı kalıplara emzik
İn bu inde sarhoş uyu
Gece ses veren kuyu

ERCÜMENT BEHZAT LAV


SOSYALİST GERÇEKÇİ 40 KUŞAĞININ ÇOK YÖNLÜ ŞAİRİ: SUAT TAŞER

Sosyalist 1940 kuşağı şiirinin kendine özgü şairlerinden biridir Suat Taşer çok yönlü bir sanatçıdır. Ankara Devlet Tiyatrosu'nda oyuncu, Ankara Radyosu'nda spiker olarak çalıştı.

Şiirlerinde, 1940 kuşağının ortak tavrı olarak sosyalist gerçekçilik ön plandadır.  Buna karşın şiirlerinde özgün bakış ve duruşundan da ödün vermemiştir. Biçim ve üslûp olarak diğer kırk kuşağı şairlerinden farklıdır. 1942–1950 yılları arasında yayınlanan, ilk dönem şiirlerinde toplumsal konulara yönelirken coşkulu bir anlatımı benimsedi. Ancak 1950'den sonraki şiirlerinde mizah ve ironi öne geçti. Yeryüzü dergisinde yayımlanan bir şiiri nedeniyle Türk Ceza Kanunu'nun 142. maddesine aykırı davranmaktan yargılanıp aklandı. Bu davadan sonra daha göze batmayacak şiirler yazmaya başladı. Sonra bir dönem şiiri tümüyle arka plana iterek tiyatro ve tiyatro eğitimi üzerine çalıştı.

17 Kasım 1982’de aramızdan ayrılan Suat Taşer,  sosyalizm mücadelesinin öne çıktığı 70’li yıllarda yeniden şiire döndü, 70’lerin havasını taşıyan toplumsal şiirler yazdı.  Şiirin yanı sıra tiyatro yazıları, incelemeler, çocuk kitap, gezi yazıları da yazan Suat Taşer, dünyaca ünlü şairlerin şiirlerini de dilimize kazandırdı. 1982’de ölümünden kısa süre önce, Stanislavski'den çevirdiği 'Bir Karakter Yaratmak' adlı çalışmasıyla 1982 yılında Yazko çeviri-inceleme özendirme ödülü almıştı.

G Ö K Y Ü Z Ü N E

Gökyüzüne ağar gider acılar
dumanı yüreklerimizin
uzun umutlar ucunda köklerimizin al gülü
tan alacasında bir yavru güvercin uçar

Bozkır  ikindileri mor başlı dikenlerin
kurt seslerini yalar çoban ateşleri
bir su akmaz bir çalı gövermez
aldanmışlığı yorgun inancı ellerin

Kambur söğüt kambur durur yerinde
dereboyu düzlenir

SUAT TAŞER


FELSEFENİN PENCERESİNDEN 
GÜÇLÜ BİR ŞAİR: MELİH CEVDET ANDAY

29 Kasım 2002’de yitirdiğimiz Melih Cevdet Anday, Garip serüveninden sonra şiirimizde ayrı bir ses, ayrı bir bakış getirip felsefeyi şiirle buluşturarak kendi şiirinin özgün temellerini attı. Pablo Neruda, onun hakkında, “Nazım Hikmet'ten sonra çok büyük bir Türk şairi daha buldum. Bütün gece gözüme uyku girmedi" dedi.  Anday, şiirini toplumsal bir duyarlılığa ve bilince ilk açanlardan birisiydi.

Melih Cevdet şiiri, öznel, az yerel, evrensel temalar içeriyordu. Savaş yıllarının yoksulluğunu küçük insanın dünyasına taşırken öfkeliydi, suçlayıcı bir tavır takındı. Rahatı kaçan dünyada, rahatı kaçmış insanın bazen ironik, bazen yergi dolu dili, Anday’ın şiirinde de etkisini hissettirdi. Telgrafhane ile başlayan şiirlerinde yeni benzetmelere, yeni temalara, düşünceyle duyguyu kaynaştırmaya yöneldiği görüldü.

Doğayı imgeye dönüştürmeye başladı. Özyaşamsal deneylerini şiir diline dönüştürüyor; barış, doğa, çağ, doğanın çeşitli varlıkları, doğa-insan diyalektiği öne çıkmaya başlıyordu. İroninin yerini zaman zaman coşku, tepki ve düşünce aldı. Ama Anday’ın poetiğinde duygu da, düşünce de, bilgi de şiirin kendi değildir; sadece bahaneleridir. Bu konuda şöyle düşünüyordu: “Hiçbir konu, hiçbir tema gerçekte şiiri yaratmaz. Ortaya çıkarmaz. Onla birer bahanedir. Şiir asıl yazılırken ortaya çıkar.” Bir dünya şiiri mirasçısı olduğunu düşünerek, şiirinde evrensel temaları derin bir bilinçle ele aldı, özgün şiirsel yaratıcılıkla ortaya koydu.

Melih Cevdet Anday, şiirlerinin yanı sıra oyunları, romanları ve denemeleriyle geleceğe kalan önemli kültür zenginliğimizdir.

  DEFNE ORMANI

Köle sahipleri ekmek kaygusu çekmedikleri
için felsefe yapıyorlardı, çünkü
Ekmeklerini köleler veriyordu onlara;
Köleler ekmek kaygusu çekmedikleri için
Felsefe yapmıyorlardı, çünkü ekmeklerini
Köle sahipleri veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Köleler felsefe kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapıyorlardı, çünkü
Felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara;
Felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini
Felsefe veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Felsefenin ekmeği yoktu, ekmeğin
Felsefesi. Ve sahipsiz felsefenin
Ekmeğini, sahipsiz ekmeğin felsefesi yedi.
Ekmeğin sahipsiz felsefesini
Felsefenin sahipsiz ekmeği.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Hala yeşil bir defne ormanı altında

MELİH CEVDET ANDAY


SOSYALİST ROMAN VE ÖYKÜCÜLÜĞÜN
DORUKLARINDAN  SEVGİ SOYSAL’UN UTMAYACAĞIZ

Roman ve öykücülüğümüzde sosyalist duruşun öncü yazarlarından Sevgi Soysal’ı yitireli 35 yıl oldu. 12 Mart faşizminin zindanlarında yakalandığı kanser hastalığı nedeniyle aramızdan ayrıldığında kırk yaşındaydı.

Edebiyatımızda, kendine özgü yere sahip olan Sevgi Soysal, siyasal ve toplumsal olana bakışıyla, öğretici olmayan ama sorgulamaktan da geri durmayan diliyle, bazen alaycı anlatımıyla ve henüz daha ortalarda yokken kadınlık sorununu ele alışı, öne çıkarışı, arkasında duruşuyla farklılığını ortaya koydu. Devrimcilik kavramına yaklaşımı ve kadın konusunu ele alışı, basit bir feminizm yerine, derinlikli bir sorun çözümleme tavrı yarattı.  Kadın yazar olmaktan öte sosyalist kadın yazardı.

Kadınlığını suç apoletleri gibi değil dik ve ödünsüz taşıyan, politik bilincini duruşa tahvil edebilmiş insanca bir direniştir Sevgi Soysal. 12 Mart faşizminin bile "dize" getiremediği, cümlelerinin sonundaki her noktada saklı soru işaretleriyle aklımıza sızıveren, "yanlışını bile boyutlandırabilen" başka bir kalemdir. Tükenmek ve beklemek arasındaki sarkaçta asılı kalma hakkını ne kendine, ne de okuyucusuna tanımayan bir gözü pektir. “Kadın kimliğini patriyarka ve sistem karşısında yeniden ve inatla kurmayı deneyen, kendi gelişim çizgisinde sonrasında "sınıf"la buluşan ve yıkıcı-yıktığı oranda da yapıcı bir gözle 70'li yılların Türkiye’sine bakan, kitaplarında kimi zaman Yenişehir’in tam ortasında devirdiği bir kavak ağacıyla, kimi zaman da baskınların ve sorgulamaların ardından getirdiği şafağıyla ülkenin, sistemin ve en çok da insanın anlatıcısına dönüşen devrimci bir yazardır.”
Romanları, hikâyeleri ve diğer eserlerinde belirleyici iki temel unsur vardır. Bu da “kadının özgürlüğü” kavramı ile “bilimsel sosyalizm”dir. Soysal, ilk eserlerinden itibaren kadının psikolojik sorunlarını ele alır. O, herkesin girmeye cesaret edemediği cinsellik dâhil birçok konuyu kamuoyunun gündemine taşır. Baskın kişiliğinden yola çıkarak kadının birey olması için çalışır. Kendi deyimiyle kadını “şaşkın ördek”likten kurtarma çabası içine girdi. Bunun yanında 12 Mart faşizmini kimin zaman simgelerle kimi zaman açıkça eleştiren öyküler yazmaktan hiç çekinmedi:

“…Bu kent, ortaçağdan bu yana idam seyretmeye bayılırdı. Çoluk çocuk güle eğlene, fındık-fıstık yiyerek idamları seyrederdi. İdam edilene hakaretler savururlar, başı kesilirken alkışlarlardı. Çocuklar günlerce idamcılık oynardı arkadan. Köklü bir eğlentiydi bu. Ama sonra, baş kesildikten bir süre sonra kesilen başa özel bir sevgi duyulur, bu haksızlığı işleyen cellât lanetlenirdi. Cellât bütün haksız ölümlerin tek suçlusuydu. Bu neşeli ölümlerin. Kentin cadılarının, kiliseye, tanrıya karşı gelenlerin, kralın savaşlarından kaçanların, prense vergi ödemeyenlerin, ırz düşmanı papazların başını bazen prenslerine ayaklanan halkın başını hep bu aile kesti. O hem hüküm sürenlerin hem başkaldıranların cellâdıydı.  Hüküm sürenlerin ve başkaldıranların somut haksızlığıydı. Kesilen her baş için bir ağıt yakıldı. Bu ağıtta cellât düşmanca anıldı. Ta ortaçağdan bu yana.”(“Cellât Fuchs Kent Halkına Nasıl Karıştı” öyküsünden)


ŞAFAĞIN, SEVDANIN, KARDEŞLİĞİN
VE ÖZGÜRLÜĞÜN ŞAİRİ: PAUL ELUARD…

“Aşk ve devrim şairi” sıfatını hak eden şairlerinden başında gelen Paul Eluard’ı  Kasım 1952’de sonsuzluğa göçüşünün 60. yıldönümünde saygıyla selamlıyoruz.

Sürrealizmin dört kurucusundan biridir. Şafağın, sevdanın, kardeşliğin ve özgürlüğün büyük savunucusu olur ömrü boyunca. Birinci ve İkinci Dünya savaşını yaşadı. Arkadaşlarıyla, 1. Dünya Savaşı’nda on milyon insanın ölümüne neden olan medeniyetin yarattığı bu korkunç savaşa karşı ortak çalışmalara girişti. Bunlara Tristan Tzara da katılınca Fransa’yı da aşan Dadacılık akımı kuruldu. Sonra tatmin olmadılar ve terk ettiler Dadacılığı. 1919 da Uyku ve bilinçaltı gibi çalışmalardan sonra Otomatik yazıyı icat ederler, bir nevi psikanalitik şiire yönelirler. Bu da onları sürrealizm akımını kurmaya kadar götürdü.

1 Aralık 1924 de “Sürrealizm Devrim”in ilk sayısı çıkarıldı. 1925 de  “Açın zindanların kapısını, Askere teskere verin!” diye haykırdı Eluard. Sürrealistler böylece Komünistlerle bağdaştı. Eluard 1926’da Fransız Komünist partisine üye olurken aradığı ortamı bulmuş ve en güzel şiirlerini yazmaya başlamıştır bile. Sürrealizmin ikinci manifestosu yayınlanınca Robert Desnos, Michel Leiris, Jacques Prevert, Raymond Queneau ve bir kaçı ayrılırlar. Ama Bunuel, Rene Char, Salvador Dali gibi yeni katılımlar olur ve ideolojik çizgilerini belirtmek için derginin adını “Sürrealizm Devrimin Hizmetinde” diye değiştirilir. İlk sayısı 1930’da çıkar.

Paul Eluard’ın sürrealizm için dile getirdiği şu görüşler, bizim yeni sosyalist gerçekçilik anlayışımızın da ana çerçevesini yansıtmaktadır: “Sürrealizm bir savunma aracı olduğu kadar kuşatma aracıdır, insanın gün ışığına kavuşturması gereken depderin vicdanıdır. Sürrealizm, düşüncenin herkeste mevcut olduğunu göstermek, herkesi düşünmeye çağırmak için çaba harcamaktadır; insanlar arasında var olan farkı azaltmak için absürt bir düzene, eşitsizlik, aldatmalar alçaklıklar üstüne kurulmuş bir düzene hizmet etmeyi reddeder. Hele insan kendini tanısın, kendinin farkına varsın, o zaman şimdiye kadar mahrum bırakıldığı zenginlikleri, nice acılar içinde teşkil ettiği bir kaç sağır ve kör büyük adam adına biriktirdiği maddi ve manevi bütün zenginlikleri ele geçirebileceği gücü bulur kendinde...”

Nazi işgali boyunca direnişçi olarak savaştı. Her an yer değiştirmek, tanınmamak, ortaya çıkmamak gereken bu yeraltı dünyasında Eluard, her gittiği yere müthiş geniş kütüphanesini de götürdü.  Fransız direnişçilerini, uçaktan atılan onun güzelim şiirleri umutlandırdı.

Güncel sözcükleri alışılagelmemiş bir şekilde işleyip kendine has bir şekilde imgeler kurması; dizelerine yön verdi ve onu farklı kıldı. Klişe dizeler Eluard’ın imgeleminde esinin gülüşleriyle büzüldü. Onun şiirleri, Yaşar Doğan’ın deyişiyle: “Bozulmamış bir meyvenin tiftiği gibidir.  Utkun bir kelebeğin göz kamaştıran kanadının şafağıdır, evrensel gençliktir.” Bu nitelikleriyle Eluard, 20. yüzyılın en büyük şairleri arasında yerini almıştır.

AYDINLIK

Hiçbir vakit tam karanlık değil gece
Kendimde denemişim ben
Kulak ver dinle
Her acının sonunda
Açık bir pencere vardır.
Aydınlık bir pencere
Hayal edilecek bir şey vardır
Yerine getirilecek istek
Doyurulacak açlık
Cömert bir yürek
Uzanmış açık bir el
Canlı canli bakan gözler vardır
Bir yaşam vardır yaşam
Bölüşülmeye hazır.

Paul ELUARD


ŞİİRİMİZİN PROMETHEUS’U ENVER GÖKÇE
SINIF KAVGAMIZDA YAŞIYOR!

Enver Gökçe, şiir ve sosyalizm uğruna akıl almaz çile ve işkencelerle edebiyatımızın Prometelerinden biridir. Öyle ki, yazdığı şiirlerin çoğunluğu kaybolur. 1951 tutuklamasından sonra adının silinmesine çalışılır edebiyatımızdan… Ağızdan ağza dolaşan şiirleri 1970'te kitaplaşma olanağı bulur. Bu tarihten sonra dergilerde yayınlanan şiirleri ve hakkında yazılanlarla tanınmaya başlanır.

Enver Gökçe, hayatın içinde her gün sayısız kere tekrar edilen kelimeleri, yaşayan Türkçeyi, halk dilini şiire ilk defa sokmayı becerebilen şairlerdendi. Halk şiirinden Divan şiirine, Nazım’dan Dede Korkut’a uzanan bu birleşimi 1943’lerde tutturdu. Şiir yükü yoğun sözcükler seçmede, bunları dizelemede, destelemede Enver Gökçe bu geleneklerin hepsinden fayda gördü. Ustaca söylemenin yoluna girmişti. Daha 23 yaşlarındaydı. Verimli şiir yazma yılları ancak yedi yıl sürdü. Sanatını daha da geliştirecek, en olgun eserlerini verecek çağa girmişti. Harbiye mahpusuna düştüğünde 30 yaşında idi. Böyle başlayan ve uzun süren çileli hayat ve hapislik Enver Gökçe’nin yalnız sağlıklı yaşamasının değil, şiir ve sanatçı hayatının da sonu oldu. Arkadaşı İlhan Başgöz bu konuda şöyle diyor: “Onun 1960’tan sonra yazdığı şiirleri ve söylediklerini okudum. Hiç biri Enver değil bunların. Çalışamayan, okuyamayan ve en kötüsü artık düşünemeyen bir adamın kesik kesik sözleri bunlar. Enver’i genç yaşında budadılar."

Enver Gökçe, kardeşçe bir yaşamı kurmanın devrimden geçtiğini söyleyen ve devrimci sanatçıya yakışır bir şekilde yaşayan bir şairdi. Şiire başladığı 1940 yılından ölüm yılı olan 19 Kasım 1981'e kadar sanatını devrime adamış olan Enver Gökçe, "İnsan nasıl yaşarsa öyle düşünür. Yani düşüncesini onun sosyal hayatı ve sosyal pratiği belirler..." diyerek, düşünce ve eylemin birliğini somutluyordu kendinde. Yaşamının her anını devrimci kavga içinde geçiren şair, yapıtlarında işçi sınıfından yana olan tavrını şöyle vurguluyordu: “Ben, sınıf edebiyatı yapıyorum. Yani Türk halkının, hayatın her döneminde aktif olan, güzel olan, büyük olan bu halkın sanatını yapmaya çalışıyorum. Bence sanat, herşeyden önce bu sınıfın yaşam kavgasındaki gücünü, kudretini ortaya koymasındadır. 1940 yılına gelinen yıllarda Türkiye'de çeşitli sanat görüşleri var olmuştur. Ben, gayet tabii olarak bu toplumcu yanı kuvvetli olan akımın içindeydim ve içinde olacağım."

Kırk karanlığını, şiirin ışığı ile aydınlatmaya girişen sosyalist kuşağın unutulmaz şairlerinden olan; edebiyat ortamına egemen gerici ve yoz anlayışlar tarafından on yıllar boyu görmezden gelinen, antolojilere, şiir yıllıklarına alınmayan Enver Gökçe, halkın belleğinde çoktan unutulmaz yerini aldı. O’nu unutmayacağız, unutturmayacağız.

KARDEŞLİK ACILARI

Yıllar var ki sizleri düşünüyorum:
Yanan şehirlerim,
Düşmana ekmek veren tarlalarım
Teknelerim, ocaklarım, öğretmenlerim!
Ve sizleri:
Caddeler, tarlalar, fakülteler,
Nehir boyları, şehirler, ordular
Aşklarım, hünerlerim, sefaletlerim!
Ellerime ateş düştü
Yüreğime, gövdeme, kollarıma.
Biliyorum ey demokrasi!
Bütün şairlerin ölür
Barikatların susar
Ve yanar da limanların, iskelelerin
Zafer gülleri sensiz açmaz
Böyle bir macerada.

ENVER GÖKÇE





NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati

SAYMAN ARUZ: Postmodern Özgürlük Masalı



POSTMODERN ÖZGÜRLÜK MASALI








Yağmur, şırhaşırla yağıyordu. Ahırın damına dökülen damlalar içeri süzülüp başımıza dökülmek için birbirleriyle dalaşırlardı.

Sol tarafımdaki camsız pencereden dışarıyı görebiliyordum. Manzara güzeldi.

Ama bize yağış güzellik demek değildi. Üstümüzdeki ve tavladaki kıvılcımlarla gübreleri birleştirip damdan damlayan suları gözümüze serpiyordu.

Yağmur yağdığında, ahırda yaşadığımı bütün bedenimle hissediyordum.

Hava çok soğuk olurdu. Anam beni,  kardeşlerimi ve bacılarımı bir yere yerleştirmeye mecbur kalırdı.

Daima isterdim, yağmur altında durup, doyuncaya kadar meeelemeyi…
       
Anamın gözüne girmek için yemek sırasında hep kavga olurdu.
       
Çoban bizi otlamaya götürseydi kavga olmazdı. Ama böyle günlerde çobanın yolunu gözlemeye mecbur kalırdık.
       
Yonca getirdiğinde de kıyamet başlardı. Yazık ki, anam yoncaları görürdü ama elinden bir iş gelmediğinden bizlere ilenirdi:
—Etinizi şişte göreyim kuzularrr! Çobana yem olasınız kuzulaaarr!

Ben hiçbir zaman bu cümlelerin anlamını öğrenmemiştim. Şişin ne olduğunu bilmiyordum. Sanırım anam da anlamını bilmiyordu.

O da anasından işittiğini söylerdi. Ama ben hissederdim ki, çoban olmak, koyun olmaktan iyiydi.

En azından evinin damı vardı. Camsız pencereden dışarı bakmaya mecbur değildi.
       
Aklıma geldi, birkaç gün önce, kardeşlerimin birini bizden ayırıp götürdü çoban.
       
Başka iki çobanla gelmişti. Önce bize yakından baktılar, sonra kardeşimin ayaklarını bağlayıp götürdüler.
       
Anam da bilmiyordu nereye götürdüklerini. Biz de, tedirgin mi olalım sevinelim mi, bilemiyorduk.
       
Belki bu nemli ahırdan daha güzel bir ahıra götürmüşlerdir. Anam; 
—Gidenlerden hiçbiri geri dönmüyor, diyordu.

Herhalde, çobanın yanındadır sanırdık. Çoban, sevecen bir insandı. Hiçbir zaman beni incitmemişti.
       
Yalnız sürümüzü koruyan köpekten şikâyetçiydim. Bilmem neden, aniden karşıma gelip, bana havlardı.
       
Ben de arkamı çevirip anama doğru gider, onu köpek yerine koymazdım.
       
Anam, itlerinin hepsinin başı belâda olur, derdi. Doğrusu, koyun olmaktan memnun değildim. Ama koyun olmanın köpek olmaktan daha iyi olduğunu bilirdim.
       
Ona göre de, başımı aşağı salıp yoncamı yerdim.
       
Yağmur bardaktan boşalırcasına yağıyordu. Çoban, başka iki çobanla ahırın kapısını açtı. Önce hepimize göz gezdirdiler. Sonra çobanların biri, parmağıyla beni gösterdi.
       
Çoban benden tarafa gelip beni iki eliyle havaya kaldırdı. Sonra kapının önünde böğrüm üstüne yıkıp ellerimi ve ayaklarımı bağladı.    Bir çığlık attım:
—Anaaaa, beni nereye götürüyorlar? Anne,
—Bilmiyorum ama muhakkak kardeşinin yanına götürüyorlar. Güüüüüçlü oool! Biz de birkaç gün sonra geleceğiz, dedi.

 İnandım, yağmur yağıyordu. Beni bir torbaya sokup, arabanın arkasına koydular.
       
Bedenim tamamen ezilmişti. Kendi kendime düşündüm. Bu ne iyi yerdi. Elim kolum bağlı gitsem de…
       
Arabanın her hareketiyle bir o yana bir bu yana değip eziliyordu. Çok geçmedi ki, araba durdu.
       
Beni torbayla götürüp yere koydular. Torbadan çıkardılar. Ben kendimi büyük bir avluda buldum.
       
Gözümü çobana diktim. Belki gözlerimdeki soruyu görür dedim. Gülüyordu. Sürekli sevecen bakıyordu.
       
Yanındaki adama seslendi:
—Şişleri yıkadınız mı? Mangalı saçağın altına götürün, yağmur söndürmesin.
—Ay kız, ordan bir muşamba getir. Bunun altına serelim.
       
Şiş? Çobanın şişin ne olduğunu bildiğini anladım. Dilimi anlasaydı, sorardım.
       
Çok meeeeeledim ama faydası olmadı. Yavaş yavaş korkmaya başladım.
       
Çoban elindeki bıçağı başka bir bıçağa sürterek yanıma geldi. Boğazımı oynattı. Hoşuma gitti.
       
Yağmur yağıyordu. Düşündüm, “Beş kardeşim nerdedir?” Meeeeeeledim ama nedense sesim çıkmıyordu. İnanmadım.

Bir daha meeeeeeledim. Bu defa sesim çok az çıktı. Bir gözüm yere yapışmıştı. Öbür gözümü de yağmur bırakmıyordu ki, açayım.

Korktum. Bütün bedenimi ağrı kaplamıştı. Çoban başımdan tutup yukarı kaldırdı. Bedenimi gördüm. Her yer kandı. Çoban başımı kesmişti. İnanmadım ama ne yazık ki gerçekti.
—Çoban! Çoban! Meeeeeeliyemedim. Kardeşlerim!... Ailem!... Demek bundan dolayı gidenler geri dönmüyor.  Demek bundan bilmiyor anam şişin ne olduğunu.
       
Yağmur yağıyordu… Ve ben ilk defa yağmur altındaydım…



SAYMAN ARUZ
(Azerbaycan Edebiyatı'nın genç şair ve yazarlarından)


ADNAN DURMAZ: Kıyamet Kitabesi




KIYAMET KİTABESİ






bütün peygamberler oraları terk etti
bitti bütün vaatler
tekinsiz karanlıkta kördüğüm oldu yollar
güneşin ölümüne şahit oldu sömelek çocukları
artık güneşsiz bir dünyada yaşayacak doğacak olanlar
alışır mı  karanlığa gözleri
bunu konuşuyor köşe  başlarında etliye sütlüye karışmayanlar

herkesin sorusu şuydu
peki güneşe ne oldu
ne yaptık biz ona

fahişelerin ve zındıkların başlarına
kutsal peygamberlik nuruna benzer
ışıklar taktı birileri
dağıldı dağlardaki sürüler
ve çoban çok geç anladı
artık kavalının ötmediğini
öylece kalakaldı ıssızda
nereye gideceğine bir türlü karar veremedi
belki hala oradadır
açlıktan ölmemişse oturduğu taşın üzerinde

peki neden doğmuyor güneş
çoban ne yaptı ki ona

ihtişamlı bir çürüme başladı
dans ediyor çürük kurtları
lağım fareleri şarkı söylüyor
kemiriyor böcekler kutsal kitapları
din adamlarının sesleri delik deşik çıkıyor bu yüzden
kevgire dönmüş yağlı sesleriyle hala devam ediyorlar dualarına
ne dedikleri anlaşılmaz oluyor seslerinin deliklerinden üğünürken heceler
hatta gülüşleri ve düşleri yiyen  asalaklar yüzünden
gülüşler liyme liyme yüzlerden dökülüyor

gülüşler ne kusur işledi güneşe karşı
neden doğmuyor

baharat kokan zeytin kokan aşk kokan
şehirler yıkılmaya başladı
bilinmedik caniler doluştu umutların sokaklarına
yol kıyılarında ölmüş it leşlerinin
açılmış ağzının içinde kıvıldayan kurtlar gibi
sokak satıcılarının-türkücülerin-seslerine bile üşüştüler
kervan yollarını eşkıya kesmiş olmalı
çünkü türkü ve aşk gelmedi kaç gündür buralara
ayı yakalayıp şehrin meydanında çırılçıplak oynatmışlar
fısıltıyla yayıldı böylesi haberler
ve rüzgar ürküp kaçtı uzak bir yerlere
başları sımsıkı kapalı yüzleri peçeli kızlar
donlarını çıkartıp dolaşmaya başladı ortalıkta
tam bir rezalet

karanlıktı
karanlık keskin bir bıçak kadar ölüm taşıyordu
dün kol kola dolaşan arkadaşlar
köşe başlarında birbirini katletti
ve kandan uykulara yattı kalanlar
kandan döşeklerde

çocukların yüreklerine saklandı Tarık suresi
bir adam içindeki eşiği söktü ölürken
uzattı yarine ve dedi ki
aslında bu eşikten varılan sendin
sana açılıyordu içimdeki kapılar
bir adam dedi ki
bir başka yurt aradım bunca ömrümde
dolaştım o diyardan bu diyara
meğer asıl diyar ya özgürlük ya ölümmüş
lakin özgür olmayan bir dünyada ölmek kurtuluş değil
cellatlar susturdu ölüleri
dünyanın kulaklarına kurşun döktüler

tarihin bütün kazanımları
insan hakları hayan hakları kadın erkek çoluk çocuk hakları
bütün haklar seyre çıktı bir çağın göçüşünü
oysa aşk nerede ve ne zaman göçerse göçsün
bütün çağlardır devrilen karanlığa

zulum öyle bir vurdu ki aşka
devrildi bütün çağlar
güneşin doğmama nedeni bu olmalıydı



ADNAN DURMAZ