Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Ağustos 2011 Çarşamba

EMEĞİN SANATI'NDAN 101. MERHABA



Merhaba

1 Eylül Dünya Barış gününü kutlarken, ülkemizde günümüzün en önemli gündemi gene barış, gene barış, gene barış!...

Gerek yazılı-görsel basının, gerekse siyasilerin ağzında her gün savaş çığlıkları atılıyor, savaş övgüleri yapılıyor… Savaş kazanları kaynatılıyor anaların “ah!”ları kullanılarak…

İşte böyle günlerde barışı en yüksek perdeden, en yüksek sesle dillendirmek, haykırabilmektir dürüstlük, yiğitlik, devrimcilik, sosyalistlik, insanlık!...

Barış bir koşuysa, bıçak sırtında bir yaşamın ince cılgalarına doğru; umudun ve çağlayanların türküsünde, ürkülere kapılmadan, alabalıklar gibi oltalara takılmadan, bilinçli kalabalıklarla düşmekse peşlerine barışın ve dostluğun; biz de barış umudunun öyle peşine düşmeli, silahtan ve nefretten oluşan duvarların karşısında barış tutkumuzu haykırmalıyız: SAVAŞA HAYIR! YAŞASIN ÖZGÜRLÜK VE BARIŞ!

Dergimizin 100. sayıya ulaşmasıyla ilgili dostların, okurların kutlama mesajlarına teşekkür ediyoruz. Birgün Gazetesi’nin 14 Ağustos tarihli Pazar ekinde Emeğin Sanatı’nın 100. sayıya ulaşması ile ilgili Ali Ziya Çamur’la yapılan röportaj da dergimizin daha bilinmediği çevrelerde ilgi odağı olmasını sağladı. Elbette bundan sonra işimiz daha zor, daha güç. Çünkü daha iyisini, daha güzelini başarmamız gerekiyor artık.

Bu sayımızda Emeğin Sanatı’nın 2006’dan beri yayınlandığı blogu değiştiriyoruz. Çünkü diğer blog bol reklâm ve reklâmlı introlar yayınlamaya başlamıştı. Kapitalizmin “gölgesini satamayacağı ağacı kesme” kuralını elbette hepimiz biliyoruz. Ama biz buna aracılık etmek istemedik. Şimdi Google Blogspot’a geçiyoruz. Hem reklâmsız bir dergi çıkarabilme olanağı veriyor, hem de daha nitelikli bir dergi sunabilme altyapısını…

Bugünlerde, dikkatimizi çeken önemli bir çağrı var. Karşı Sanat, 12 Eylül’ün 31. yılında; “Sanatı elitist kültürel cemaatlerin steril yaşam alanlarında oynanan danışıklı pazar oyunlarına hapsetmeyen, estetik arayışların biçim fetişizminden ziyade tematik duyarlılıklarla ve bilfiil hayatın tüm renkleriyle kurulan somut bağlarla anlam kazandığına inanan”herkesi, Diyarbakır Hapishanesi özelinde 12 Eylül zulmüne karşı söz söylemeye çağırıyor. Çağrının tem metni aşağıda yer alıyor. Tüm Emeğin Sanatı şair ve yazarlarını, emekten yana eli kalem tutan, fırça tutan herkesi bu etkinliğe katılmaya çağırıyoruz.


EMEĞİN SANATI


BU SAYININ SAVSÖZÜ


Öyleyse sanattan ideoloji yoksunu olmasını istemek, ideolojiden arınmasını beklemek çocukça bir düş olabilir ancak. İdeolojisiz sanat olmaz mı? İdeolojisiz sanat olmaz, ideolojisiz gibi görünen sanat olur. İdeolojisiz gibi görünen sanatlar da kurulu düzeni “yabancı” ideolojilerden ayırmak isteyenlerin dilekleri koşutluğunda gerçekleşmiştir. “Efendiler hiç düşünmeyin, bakın ben düşünüyor muyum?” diyen adam kurulu düzenden hoşnuttur ve kurulu düzenin düşünüldüğü ölçüde tehlikeye düşeceğini bilir. Gerçekte sanat kurulu düzenlere yerleşmiş, düşünmeyen ve düşünmemeyi öneren insanların değil, yarını arayan insanların elinde biçimlenir. Kurulu düzen sanatı, dilekleri olmayan bir sanat olarak, her zaman sorunsuzluğun getirdiği yavanlıkla sakatlanmıştır. Ancak, kurulu düzenin içinde yer alan sanatçıların dünyası her zaman cennettir.(…)

(…)İdeolojisi olmayan bir sanatçı yarına açık insanı neye göre düşünecek, ne ye göre yansıtacaktır? İdeoloji yaşamda olmanın, yaşamda etkin olmanın bilincidir, sanat bu bilincin en doğru ve en içsel biçimde açınlandığı yerdir. İnsanın geleceğini tartışmak sanatçının işi değilse kimin işi olabilir?AFŞAR TİMUÇİN (Varlık, Aralık 1986)


YAŞAM VE SANATTA

15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ



KARŞI SANAT’TAN TÜM DEVRİMCİ SANATÇILARA ÇAĞRI:
“DİYARBAKIR HAPİSHANESİ NE YANA DÜŞER”

Karşı Sanat tarafından, 12 Eylül’ün yıldönümünde, toplumun, toplumsal dinamiklerin sanatla olan dolayımsız bağlarını kurmakta etkin biçimde rol üstlenmeyi seçen tüm sanatçıları, 12 Eylül 2011 tarihinde KARŞI SANAT’ta, Diyarbakır Hapishanesi’ni, Diyarbakır Hapishanesi’nin katı gerçekliğini ve orada yaşananları tüm boyutlarıyla irdeleyen bir sergi için çağrıda bulunuldu.


Sergiye; kültür endüstrisinin tüketime endeksli sahteciliğine karşı, sanatla hayatın verimli bir ilişkiye girmesinden taraf olan, üretimlerini bu perspektif temelinde dolaşıma sunmak isteyen sanatçılar da, bu sergi kapsamında kendilerini ifade etmeye çağırıldı. Karşı Sanat, çağrısında şöyle sesleniyor: “Sanatı elitist kültürel cemaatlerin steril yaşam alanlarında oynanan danışıklı pazar oyunlarına hapsetmeyen, estetik arayışların biçim fetişizminden ziyade tematik duyarlılıklarla ve bilfiil hayatın tüm renkleriyle kurulan somut bağlarla anlam kazandığına inanan herkesi, Diyarbakır Hapishanesi özelinde 12 Eylül zulmüne karşı sözünü söylemeye kışkırtıyoruz.”

Çağrının tam metni:

AÇIK ÇAĞRI

12 Eylül 1980 tarihi, yaşadığımız topraklarda her açıdan bir milat olarak anılır. O tarihte gerçekleştirilen askeri darbeyle birlikte emekten, özgürlükten, eşitlikten yana olan her bireyin üzerine çöken zulmün karanlık perdesi hâlâ tam anlamıyla aralanmış değil. İşkencenin, idamların, sokak infazlarının en çıplak haliyle, sistematik biçimde yürürlüğe konulduğu darbe döneminin, toplumsal düzlemde yarattığı tahribat da kolay kolay tarif edilemez. Aradan on yıllar geçmiş olmasına rağmen, açık hava hapishanesine dönüştürülmüş bu coğrafyanın her karışında 12 Eylül zihniyetinin izlerine rastlamak mümkün. O döneme ait kurum ve kuralların ekseninde şekillenen yönetim aygıtının, yakın tarihin barındırdığı bu acı dolu geçmişle hesaplaşmaktan kaçınmak için sergilediği manevralar da aşikâr.

12 Eylül zihniyetiyle hesaplaşmanın en önemli başlıklarından biri, hiç tartışmasız, hapishaneler üzerinden açılmalıdır. Egemenlerin ekonomik/sosyal yönelimlerini hayata geçirme yolunda kurdukları stratejilerinin uygulandığı laboratuarlar konumundaki 12 Eylül zindanları, o yıllarda psikolojik ve fiziki işkencenin en sert ve dolayımsız biçimde uygulandığı mekânlar olageldiler. Bir yandan da, Metris’ten Diyarbakır’a kadar mevcut hapishanelerin tümü, özgürlükten taraf olmuş insanlar açısından, kendi kimliklerini, onurlarını, değerlerini zulüm politikalarının en ağır yaptırımları karşısında savunmanın, kanla yazılan tarihin simgesine dönüştü. 12 Eylül karanlığının içinde filizlenen umut tomurcukları, kalın duvarlarla ve dikenli tellerle dış dünyadan soyutlanmış hücrelerde, koğuşlarda toprağa ekildi.

Bu bağlamda, Diyarbakır Hapishanesi’nin kolektif imgelemdeki ayrıcalıklı yerinin altını kalınca çizmek şart. Resmi adı Diyarbakır 5 Numaralı Cezaevi olarak konulan mekânda, söz konusu faşist baskı ve zulmün üstüne Kürt halkının dilini, kimliğini, hatta varlığını inkâra dayanan bir paradigma da ekleniyordu. Diyarbakır Hapishanesi, Kürt halkının, bir bütün olarak, en korkunç araçlarla hayata geçirilen asimilasyonun hedefinde olduğuna dair açık bir örnek teşkil etmekteydi. Bu tespitlerin ışığında, yakın tarihle, 12 Eylül zihniyeti ve uygulamalarıyla hesaplaşmak isteyenlerin yol haritasında Diyarbakır Hapishanesi olmazsa olmaz bir yer işgal ediyor hâlâ. Liberal tahayyülün, geçmişin izlerini yüzeysel biçimde yok sayarak, derin bir sorgulamanın önünü kesmek için kolaycı çözümleri ‘demokrasi’ anlayışına kanıt olarak sunduğu günümüzde, toplumsallığa, siyasete ve sanata içkin her araç ve yöntemle Diyarbakır Hapishanesi’nin, orada yaşananların her boyutuyla ele alınması yakıcı bir gereklilik olarak önümüzde duruyor.

Toplumun, toplumsal dinamiklerin sanatla olan dolayımsız bağlarını kurmakta etkin biçimde rol üstlenmeyi seçen bizler, 12 Eylül 2011 tarihinde KARŞI SANAT’ta, Diyarbakır Hapishanesi’ni, Diyarbakır Hapishanesi’nin katı gerçekliğini ve orada yaşananları tüm boyutlarıyla irdeleyen bir sergi için çağrıda bulunuyoruz. Kültür endüstrisinin tüketime endeksli sahteciliğine karşı, sanatla hayatın verimli bir ilişkiye girmesinden taraf olan, üretimlerini bu perspektif temelinde dolaşıma sunmak isteyen sanatçıları da, bu sergi kapsamında kendilerini ifade etmeye davet ediyoruz. Sanatı elitist kültürel cemaatlerin steril yaşam alanlarında oynanan danışıklı pazar oyunlarına hapsetmeyen, estetik arayışların biçim fetişizminden ziyade tematik duyarlılıklarla ve bilfiil hayatın tüm renkleriyle kurulan somut bağlarla anlam kazandığına inanan herkesi, Diyarbakır Hapishanesi özelinde 12 Eylül zulmüne karşı sözünü söylemeye kışkırtıyoruz.

Sergileme Tarihi : 22 Eylül Perşembe 2011 - 22 Ekim Cumartesi 2011
Sergi Mekânları: Karşı Sanat Çalışmaları – Beyoğlu / Evrensen Sanat Galerisi Tarlabaşı.
Başvuru: Katılımcılar, eserlerinin; boyut ve tekniklerini, özgeçmişlerini, diğer açıklayıcı bilgileri ile bir adet görselle birlikte (yüksek çözünürlükte) ve ihtiyaç duydukları takdirde konu ile ilgili metinlerini en geç 01 Eylül Perşembe 2011 günü mesai saati bitimine kadar, Karşı Sanat Çalışmaları - Beyoğlu adresine ulaştırmalıdırlar. İşlerin Teslim Tarihi : En geç 13 Eylül Salı 2011 Saat : 18:00 Beyoğlu Adresine.” E-Posta : info@karsi.com Web: http://www.karsi.com


12 EYLÜL UTANÇ MÜZESİ YENİDEN AÇILIYOR


12 Eylül Askeri Darbesinin 31. yılında Devrimci 78’liler Federasyonu yine toplumu ayıplarıyla, yasaklarıyla, insanlık dışı işkence ve katliamlarıyla yüzleşmeye çağırıyor. Tahrip edilen bir kültürün, yok sayılan bir kimliğin, örgütsüz hale getirilen bir toplumun aynası olarak önümüze konuluyor “12 Eylül Utanç Müzesi” 78 kuşağı tarafından…

12 Eylül Utanç Müzesi’nin açılışına sayılı günler kala (26 Ağustos 2011, saat: 11:00) Ankara’da Mülkiyeliler Birliği’nde gerçekleşen bir basın toplantısında müze ve programı hakkında detaylı bilgiler paylaşıldı. Devrimci 78’liler Federasyonu tarafından gerçekleşen basın toplantısına başta İnsan Hakları Derneği (İHD) olmak üzere pek çok kurumdan temsilciler, sanatçılar ve aydınlarda katıldı. 12 Eylül darbesi sürecinde yakınlarını kaybeden ailelerde vardı basın toplantısında ve bunlar arasında İlhan ERDOST’un kızı Alaz ERDOST dikkat çekti.

Sanatçı Yılmaz DEMİRAL, 6 – 27 Eylül arasında gerçekleşecek program içinde sokak gösterileri, sinema, müzik ve tiyatro etkinliklerini detaylı olarak anlattı.

Öğretim Üyesi Mustafa DURMUŞ, Akademi 78 adıyla geçen yıl başlattıkları ve bu yıl da sürecek olan programdan bahsetti. DURMUŞ, yaptıkları çalışmanın Devrimci 78’liler Federasyonu imzasıyla, “12 Eylül 1980 Askeri Darbesi – Ekonomi – Politik bir çözümleme” adıyla yakında kitap olarak çıkacağını söyledi.

Ankara Aydın ve Sanatçı Girişimi’nden Sait ÇETİNOĞLU kısa konuşmasında; Türkiye de toplumsal hafızanın, aydın duyarlılığının devrimcilerin vicdanı olan İSMAİL BEŞİKÇİ için bu etkinlikler içinde bir araya geldiklerini ifade etti.

Mamak Askeri Ceza ve Tutukevinde 12 Eylül darbesi sürecinde askerlerce öldürülen yayıncı İLHAN ERDOST’un kızı Alaz ERDOST ise yaptığı konuşmada; suçluların cezalandırılması için bir toplumsal bellek platformu oluşturduklarını ancak yeterince başaramadıklarını, çünkü hafızası yitik bir ülkede yaşadıklarını belirterek, “iyi ki bu hafıza kaybına izin vermeyen sizin gibi dostlar, devrimci 78liler federasyonu var ” dedi. Alaz ERDOST konuşmasını topluma yaptığı şu çağrı ile bitirdi. “Haydin gidelim babamın kanlı paltosu, tek ayakkabısı, kırık kalemi ve cüzdanındaki 30 lirayı birlikte görelim.”

Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Vakfı Başkanı Emel SUNGUR ise; program çerçevesinde kitlesel katliamlar, dinsel gericilik ve son yıllarda kadın cinayetleriyle ilgili çeşitli etkinlikler düzenleyeceklerini söyledi.

Basın açıklaması metnini Devrimci 78’liler Federasyonu adına Hüseyin ESENTÜRK okudu. ESENTÜRK, 12 EYLÜL FAŞİZMİ’NİN 31. YILINDA BARIŞ VE HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN ETKİNLİKLER düzenlediklerini söyleyerek konuşmasına başladı.

“2004’te ilk kez alanlara çıkıp 12 Eylül ile hesaplaşma sürecini başlattığımızdan bu yana yine yıllar geçmiş; tıpkı o lanet darbe tarihinden bu yana geçen 31 yılın akıp gitmesi gibi”diyen ESENTÜRK konuşmasını şu sözlerle sürdürdü; “Alanlara çıktığımız bu yıllarda acıları dillendirdik; anıları dillendirdik, o güzel günlere koşan ve bu yolda düşen yoldaşlarımızı, arkadaşlarımızı dillendirdik. O kanlı dönemin direniş simgelerini, ceza ve eza evlerini, işkencecileri, katilleri ve sahiplerini teşhir ettik. Mezarsız ölülerimize de mezarlarından hayat yükselen kardeşlerimize de sevgimizi, bağlılığımızı dile getirdik. Ve darbenin 30. yılında, geçen yıl bütün bu çalışmaları ‘12 Eylül Utanç Müzesi’ oluşturarak yineledik, çoğalttık.”

Tüm hızıyla devam eden bir zaman diliminin 31. yılında olduklarını belirtenESENTÜRK, o gün başlayarak kurulan mekanizmanın ırkçı ve dinci faşist oluşumlarıyla, ordu, polis, yargı örgütlenmeleriyle, adaletsizliğin sokaklara taşan linç kültürüyle; ideolojik aygıtları, yalan ve düzmece haberleriyle, eğitim politikalarıyla, savaş çığırtkanlığıyla ve daha birçok hamleyle meyvelerini topladığını söyledi. Kısaca söylemek gerekirse o gün bugün, “düşman kazanmaya devam ediyor” diyen ESENTÜRK, konuşmasını şu sözlerle sürdürdü.“Öyle bir yapı ki bu, artık darbelere gerek kalmayacak kadar açık bir darbe sistemi yarattığı bir dönemde, en açık darbe şakşakçılarını; dincisinden, sözde demokratına, liberalinden faşistine ‘darbeye karşı (!)’ hale getirdi. Karşıtlarımız kendilerinden beklenen tarihsel misyonlarını yerine getiredursunlar. Kimin tarihsel hesaplaşmanın peşinde olduğunu, kimin uzlaşmanın ve yardakçılığın çamurlu kuyularında boğulduğunu en iyi halklarımız ve onların bedeller ödemiş savunucuları bilir.”

Devrimci 78’liler Federasyonu olarak, tüm kurum ve kurallarıyla güçlenerek sürmekte olan 12 Eylüle ve darbelere karşı olmanın bir sistem sorunu olduğunu belirten ESENTÜRK, bugün yaşanılan her şeyin başladığı ‘O gün’e karşı çıkmanın artık somut olarak bugünle doğrudan ilişkili bir yaklaşımla anlamlı kılınabileceğini kaydetti.

Temel görev olarak çizdikleri bu çerçevede, geçtiğimiz yıl ilki Ankara’da Devrimci 78’liler Federasyonunca gerçekleştirilen, ‘12 Eylül Utanç Müzesi’ni bu yıl da 6 – 27 Eylül 2011 tarihleri arasında Çankaya Belediyesi’ne ait Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde yeniden sergilenecek...

Sürecin mağduru olarak değil de muhatabı olduklarını ifade eden ESENTÜRK, “Bilen, haklılık ve meşruluk temelinde yükselen böylesi bir çalışmanın darbecilerle hesaplaşmaya katkısı olabileceği gibi, faşizmin, militarizm ve şovenizmin, gericiliğin yarattığı ortamın tersine, halklarımızın kardeşliğine ve barışa da katkıda bulunabileceğini düşünmekteyiz. Bu nedenle federasyonumuz ‘12 Eylül’e karşı etkinliklerin her yıl güncel bir ana eksen etrafında örülmesi gerektiği’ yönündeki düşüncesini, bu yıl çok can yakıcı bir sorun olarak somutlaşan Kürt Sorunu’na atfen “BARIŞ VE HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN 31. YIL ETKİNLİKLERİ” ana başlığı altında yürütmeye karar vermiştir” diye konuşmasını sürdürdü.

Hüseyin ESENTÜRK konuşmasının sonunu şu sözlerle bitirdi. “Tüm kurumlarımızı, örgütlerimizi ve dostlarımızı, halkımızı 05–27 Eylül 2011 tarihleri arasında 12 Eylül Utanç Müzesi’nin kuruluş çalışmalarına katılmaya, önümüzdeki günlerde broşür, afiş ve duyurularla bütün detaylarıyla paylaşılacak olan etkinlik programına aktif destek vermeye çağırıyoruz.”

3 Ayrı dilde; İngilizce, Kürtçe ve Türkçe olarak hazırlanmış 12 Eylül Utanç Müzesi programı incelendiğinde geçen yıla göre daha kapsamlı olduğu görülmektedir. Ankara’da yaşayan izleyiciler bu yıl oldukça fazla belgesel film izleme ve yönetmenleriyle tanışma şansına sahipler. Öte yandan katledilen devrimcilere ait özel eşyalar bu yıl epeyce fazla görülmektedir. Bunlar arasında MAHİR ÇAYAN, AKYAZI ŞEHİTLERİ, HÜDAİ ARIKAN ve İLHAN ERDOST başta olmak üzere daha pek çok devrimciye ait özel eşyaları görebilmek mümkün olacak. İstanbul’dan Cumartesi Analarının ve Diyarbakır’dan Barış Annelerinin de Ankara’ya gelmeleri söz konusu. 12 Eylül’ü yaşayanların Gırgır vb. mizah dergilerinde yayınlanan çizdikleri yüzlerce karikatür yine görülecekler arasında ön sırada bulunuyor. Devrimci 78’liler Federasyonu arşivlerinde bulunan ve fotokopisi yetiştirilemediği için geçen yıl klasör halinde paylaşıma sunulamayan nice bilgi ve belgelerinde bu yıl ziyaretçilerle buluşulacağı belirtildi.


TEKİRDAĞ CEZAEVİNDEN ÖZGÜRLÜĞE UZANAN
BİR SANAT DERGİSİ: ÜMÜŞ EYLÜL


Tekirdağ F Tipi Hapishanesi’nde doğan, Hasan Şahingöz'ün hazırladığı el yazımı ÜMÜŞ EYLÜL Kültür, Sanat, Edebiyat Dergisi; demir parmaklıkları aşarak okurlarına ulaştı. Bizlerin sorumluluğu ise ÜMÜŞ EYLÜL Kültür, Sanat, Edebiyat Dergisi’ni tanıtarak, yaşaması ve ileriye doğru gitmesi için, daha iyi bir yapıtlara, daha çok devrimci tutsaklara ulaşması için destek sunmaktır..

İçeri de yaşam gerçekten zordur. İçeriden birçok devrimci tutsak bilinmeyen yönlerini bu bağlamda bulmuş oluyor. Bizlerin görevi de desteklerimizi sunmaktır. Mümkün olduğunca ÜMÜŞ EYLÜL Kültür, Sanat, Edebiyat Dergisi’ni yaygınlaştırmaktır.

Derginin PDF adresine aşağıdaki linkten ulaşabilir, dergiyi indirip okuyalım, yayalım, okutalım:https://skydrive.live.com/?cid=bdf11dd1ca068fe6&permissionsChanged=1&id=BDF11DD1CA068FE6%214683# (ADİL OKAY’DAN)


ŞAİR SEYHAN ERÖZÇELİK SONSUZLUĞA GÖÇTÜ


İçbükey şiirin önde gelen şairlerinden Seyhan Erözçelik, 24 Ağustos 2011’de yaşamını yitirdi.

Deformasyon, alıntı, kolaj ve sözcüklerin benzerliklerinden yararlanarak yapılan söz oyunlarına sık başvuran, kendisine yabancılaşmış bir öznenin dağılan parçalarını dağılma anında şiirleştiren Seyhan Erözçelik, 13 Mart 1962 , Bartın doğumluydu.

Az sözle çok şey anlatma sanatı olan şiir Seyhan Erözçelik’te "hiç sözle her şeyi anlatmak" haline dönüşmeye başlamıştı.

Şiir kitapları: Yeis ile Tabanca (1986), Hayal Kumpanyası (1990), Kır Ağı (1991), Gül ve Telve (1997), Şehir’de Sansar Var! (1999), Yeis (2002), Toplu Şiirler (2003), Yağmur Taşı (2004), Varidik Yoğidik (2006)

"Gülleri de eskittik.


Zaten artık almıyoruz. Gül zamanları
geçti. Rüzgar esti. Sert esti. Jestler bitti.
Kendimizi kaybettik.
Gül verecek kimse de kalmadı.


Bazen şunu diyoruz kendi kendimize:
İşte bu bizim hayatımız.
Bak işte biz buyuz
bunları yaptık.
Şimdi nerdeyiz?


Ben de şunu diyorum kendime:
Jestlerimi harcadım, artık jest kalmadı.
Jestlerle hayat sürmüyor.
Net olmak lazım." (Jestlerin Ölümü'nden)


EMEĞİN SANATI ŞAİRLERİ ERCAN CENGİZ
VE OSMAN COŞKUN’DAN
İKİ YENİ KİTAP


Emeğin Sanatı şairlerinden Ercan Cengiz ve Osman Coşkun’un yeni şiir kitapları çıktı.

Ercan Cengiz’in “Toprak Tutsun Külümü” kitabı Tevn Yayınları arasından çıktı. Kitapta yer alan şiirlerde, Ercan Cengiz’in haksızlığa kafa tutan, öfkeli ama bilinçli başkaldırının sesini yansıtan şiirler yer alıyor:

“şairsen eğer, şaire
üç çekiç ağırlığında geceye bıraktım üç noktamı
ister gör, ister görmezden gel
her şeyden habersiz can vereni
ama sen, sen de anlamazsan şair, şaire sen sabahlıyorum hücrende bilesin
senden de habersiz
ve tümüyle yalnızım artık, yapayalnız
bilesin yalnızım, bu daracık hücrede…
ama o dünyanın bütün düğümlerini
tutmuşum elimde, unutma yumruğumdur benim
şafak söktüğünde çözeceğim birer birer”

Osman Coşkun’un “Nefesim Ruhumdur” adlı kendi yayını olan şiir-deneme kitabında; kendi bireyselliği içinde aşk-birey-hayat-özgürlük-başkaldırı duyarlıklarını birey-toplum gelgiti içinde bir gergef inceliğinde dokuyor:


“kırk yerinden yara bere içinde kalbim
sıvanmış paçalarım dere kenarlarında
dünlerime yarınlar eklenmiş
bugünleri yitirmişiz vesselam.

kırık yerinden kan kaybediyor kalbim
savaşmış dünlerimizle yarına bileniyoruz
bugünlerimiz ziyan edilmiş
elimizde yokluğumuz kalmış vesselam.”


BEHÇET AYSAN ŞİİR ÖDÜLÜ İÇİN BAŞVURULAR BAŞLADI


TÜRK Tabipleri Birliği’nin, 2 Temmuz 1993’te, Sivas’ta gericilerin kuşattığı Madımak Oteli’nde çıkan yangın sonucu yaşamını yitiren şair Dr. Behçet Aysan ve 34 kişinin anısına verdiği TTB Behçet Aysan Şiir ödülü için başvurular 14 Ekim 2011 tarihinde sona erecek.

TTB’nin 1995 yılından bu yana verdiği Behçet Aysan Şiir Ödülü, bu yıl on yedinci kez sahibini bulacak. TTB Behçet Aysan Şiir Ödülü Seçici Kurulu ise Cevat Çapan, Doğan Hızlan, Emin Özdemir, Ahmet Telli, Ali Cengizkan, Turgay Fişekçi ve Zeynep Oral’dan oluşuyor.

Ödüle, Ocak 2010’dan sonra yayımlanmış bir kitap ya da yayına hazır bir kitap dosyası ile aday olunabilecek. Yayımlanmamış yapıtların A4 dosya kağıdına çift aralıklı olarak yazılmış olması gerekiyor. Ödüle, kişiler kitap ve dosya ile kendileri doğrudan katılabilir ya da yayımlanmış şiir kitaplarını sivil toplum örgütleri, yayınevleri ve üçüncü kişiler, şairin onayı alınmak koşuluyla önerebilirler. Yarışmaya katılan yapıtların daha önce hiçbir yarışmada ödül almamış olması gerekmektedir. Ödüle aday olacak şairler; adı, açık adresi ve kısa yaşam öyküsüyle birlikte kitaplarını (8 adet) ya da şiir dosyalarını (8 adet) TTB Merkez Konseyi GMK Bulvarı Şehit Daniş Tunalıgil Sok. No:2 Kat:4, 06570 Maltepe-ANKARA adresine gönderecek. (EVRENSEL)


NAİM TİRALİ ÖYKÜ YARIŞMASI DÜZENLENDİ

Gazeteci ve yazar Naim Tirali adına ailesi tarafından her yıl Naim Tirali’nin doğum günü olan 25 Aralık tarihinde verilmek üzere öykü ödülü konuldu. Ödül, Naim Tirali adını yaşatmak ve gelecek kuşaklara kendisinin öykücülük anlayışını tanıtmak amacını taşıyor. Naim Tirali Öykü Ödülü “1 Eylül 2010-30 Eylül 2011” tarihleri arasında yayınlanmış öykü kitapları içinde Seçici Kurul’un belirlediği esere verilecektir. Ödül tutarı 5.000 TL dir.

Yarışma seçici Kurulunda; Doğan Hızlan (Başkan), Semih Gümüş, Yekta Kopan, Prof.Dr. Cevat Çapan, Oktay Akbal, Nursel Duruel, Dr. Emine Tirali yer almaktadır.

Başvurular 30 Eylül akşamı saat 17.00 ye kadar , her kitaptan 7 şer adet olmak üzere şahsen veya posta yoluyla aşağıdaki adrese yapılabilir. Adres: Türk Dili Dergisi , Mühürdar cad. No:101 Kat 2 Daire 5 34710 Kadıköy/İST

Tel : (0216) 3303121 (Şahsi başvuru için Perşembe ve Pazar günleri hariç, saat 10.00-17.00 arası ) Her türlü bilgi için GSM: 0537 6839490 veya 0538 410 38 50 aranabilir.


SOSYALİST ŞAİR ABDÜLKADİR BULUT,
ÇEŞİTLİ ETKİNLİKLERLE ANILDI.


8 Mart 1985 günü aramızdan ayrılan şair Abdülkadir Bulut, ölümünden 26 yıl sonra memleketi Anamur’da, Mersin’de ve Antalya’da yapılan etkinliklerle anıldı.

Anamur’da Anamur Kültür Derneği öncülüğünde düzenlenen panelde ÇAĞSAD Başkan Yardımcısı şair Aydan Yalçın’ın “Abdülkadir Bulut ve Akdenizlilik” konusunu ele alırken; eleştirmen Sabit Kemal Bayıldıran da onun sanatçı kişiliği, dili ve toplumcu yönü üzerinde durdu.

9 Ağustos’ta Mersin’de düzenlenen etkinlikle şair anıldı. 13 Ağustos’ta ANSAN tarafından Manavgat Köprülü Kanyon’da gerçekleştirilen Dolunayda Şiir ve Müzik Gecesi’nin konusu da Abdülkadir Bulut oldu. Abdülkadir Bulut’un eşinin de katıldığı etkinlikte şair Muhammet Güzel; Abdülkadir Bulut’un sosyalist kişiliği ve ona bakışlardaki çarpıklıkları ele alan bir konuşma yaptı. (Konuşma metni, bu sayımızda yayınlanmaktadır.)


ÇİFTLİK SAHİPLİĞİNDEN TOPRAKSIZLARIN
SAFINA GEÇEN YAZAR:SAMİM KOCAGÖZ


5 Eylül 1993′te yitirdiğimiz sosyalist gerçekçi romancı ve öykücü Samim Kocagöz’ü 18. ölüm yıldönümünde anıyoruz.

Samim Kocagöz, öykülerinde genellikle Ege bölgesinde yaşayan insanların sorunlarını anlatır. Öykülerin konularını yaşadığı Söke çevresinden ve Menderes vadisinin toprak sorunlarından alan yazar, alışılmış teknik ve anlatıma bağlı kalarak sınıflararası çıkar çatışmalarını, ekonomik nedenlerle değişen düzen ve dünya görüşlerini inceler. Yazara 1967′de Türk Dil Kurumu′nun öykü ödülünü kazandıran “Yağmurdaki Kız”da değişen insan ilişkilerine eleştirel bir dille kaleme alınmıştır. Kendisi de büyük toprak sahibi bir ailenin bireyi olan Kocagöz, yokluk içinde yaşayan, bir karış toprağı bile olamayan yörüklerin, yaşamlarını “Bir Karış Toprak” adlı romanıyla dile getirir. Bu romanın devamı olarak bir çift öküze sahip olmak isteyen göçmenlerin dramını anlattığı bir çift öküz (1970) romanını yayınlar.

“İzmir′in İçinde” adlı romanında ise 1960 Hareketi öncesi oluşan toplumsal karışıklığı feodalizmin tasfiyesiyle birlikte ve çeşitli kesimlerden seçtiği karakterler aracılığıyla verir.

Güçlü gözlemlerine dayanarak köy ve kasaba insanlarının sorunlarını, günlük yaşamlarını ve duygularını yalın bir dil ve gerçekçi bir tutumla yansıtır. "Sanat hayat içindir." görüşüne bağlı kalarak içinde doğup büyüdüğü çevreyi, daha çok hayatını emeğiyle kazanan insanları, toprak sorunlarını, toplumsal çatışmaları hikâye ve romanlarında yansıtır. Gözlemlerini sanat endişesiyle İşler. Olayları yeniden kurgulayarak onların psikolojik yapısını tamamlar.

Samim Kocagöz aynı zamanda TİP üyesiydi. 1970 yılında ayrıldı. TİP'te geçirdiği yıllara dair gözlemlerini ve Davutpaşa Kışlası’ndaki tutukluluk zamanlarını anlattığı “Tartışma” adlı romanında 12 Mart müdahalesine yer verdi.

Onun kişiliğini ve yaşama bakışını şu anekdotta görmek mümkündür: Melih Cevdet Anday'ın Türk Dil Kurumu'na üyeliği konusu yönetim kurulunda görüşülürken üyelerden birinin "Melih solcu, nasıl kabul ederiz üyeliğe" demesi üzerine Kocagöz'ün fırlayıp "Ben de solcuyum" diye bağırır. Sanata bakışını şu sözünde somutlar: “Sanatçı, güncel, küçük politikanın içinde değildir. İnsanın eşitliğini, özgürlüğünü, haysiyetini kapsayan büyük politikacıdır.”


YILMAZ GÜNEY KAVGAMIZDA YAŞIYOR…


9 Eylül 1984 tarihi, Türkiye’nin ender yetiştirdiği sanatçılardan birisi olan Yılmaz Güney’in aramızdan ayrıldığı tarihtir. Yaşamını devrim ve sosyalizm davasına adayan, “Halkın sanatçısı, halkın savaşçısıdır” şiarı temelinde yaptığı devrimci sanatla Türkiye halklarının gönlünde taht kuran Yılmaz Güney’in ölümünün üzerinden yirmi yedi yıl geçti.

Kimi insanlar vardır, bedenen aramızdan ayrılsalar da geride bıraktığı eserleriyle yaşarlar… Bizimledirler; o büyük davanın gerçekleşmesi mücadelesindedirler. Bu insanlar, bu yanlarıyla yaşayan birçok “ölüden” daha canlıdırlar… Saygıyla anılır adları… Yılmaz Güney işte öldükten sonra yaşayan bu insanlardan birisidir.

Onu anmak demek, egemen sınıfların her türlü engeline rağmen yapıtlarını, düşüncelerini kitleler arasında yaygınlaştırmak, özellikle gençlerin onu tanımalarını, sahiplenmelerini sağlamak demektir.

Onu anmak demek, onu tek yanlı olarak, sadece “iyi bir sinemacı” olarak görüp göstermek isteyenlere karşı mücadele etmek, onun sanatına yön veren şeyin siyasi görüşleri olduğunu propaganda etmek demektir.

Onu anmak demek, onun sanatını kitlelere ulaştırmak, onun açtığı yoldan ilerlemek demektir. Sanatı devrim mücadelesinde bir silah olarak kullanmak demektir.

Unutmayacağız, unutturmayacağız!


Üretime, gelişmeye katkısı olmayan, gelişmenin dokusu olamayan toplumsal ve kişisel bütün ilişkiler, gerici, tutucu lişkilerdir. Hayatın dinamizmi ve tarihsel akışın doğru çizgiyle bağlar kuramamış sınıflar, kişiler, geri ilişkiler içinde yerlerini alırlar.

İnsan, üretici güçlerin en temel, en önemli unsurudur. Doğa ve toplum çelişkileri, bilince yansır; bir yığın olaydan çıkan dersler bilince yansır… bilinç gelişir… Bilincin sağlıklı gelişimini sağlamak için, hayatın bütün alanlarında, gelişmeyi engelleyen, gerici güçlerin etkisine açık yanlarını nasıl yenecek Salpa? Kalemi eline aldı. Düzgün beyaz bir kâğıdın sağ köşesine günün tarihini attı….

“Salpa Sıkı Yönetim Komutanlığının 1 Numaralı Bildirisi

Gerekli görüldüğü için sıkı yönetim ilan edilmiştir.

Bundan böyle gelişi güzel yaşamak, düşünmek, çalışmak, uyumak ve tespih çekmek, tavla, satranç, langırt, kâğıt oyunları oynamak; milli piyango, spor-toto, lotarya gibi şans oyunlarına bel bağlamak; pazarlık etmeden herhangi bir mal almak; gereksiz kolonya ve diş macunu kullanmak; jilet harcamak ve ne nedenle olursa olsun her türlü gevezelik ve gerici ilişkiler yasaklanmıştır” (SALPA’dan)


HO CHİ MİNH YOLDAŞA SELAM!


ABD’ye ilk tokatı indiren, Vietnam devriminin büyük ustası Ho Chi Minh’i ölümünün 39. yıldönümünde saygıyla selâmlıyoruz.

Halkının deyişiyle, Ho Amca, Yeni sosyalist kuşağımızın bütün o bitmez, tükenmez tartışmalardan kurtulması için gerekli en yanılmaz sosyalist mihenk taşını bizlere gösterdi:

1 - Teoride: Kendi tarihinin ve toprağının çözümlemesini iyi yapmak;

2 - Pratikte: Kişi ya da kişileri sivriltmeyen elbirlikçi davranış yapmak.

Günümüzde öne çıkan liderlik kompleksleri ve onun getirdiği parçalanmaya karşı tek ilaç Ho Amca’yı iyi tanımakta yatmaktadır.

Ho Amca', önsüz ve sonsuz bir sosyalizm çabası içinde, en gerçek emeğin adsız ruhu olarak yaşadı ve göçtü. Bütün ömrünce "kişi" olarak "sivri"liği ile hiç kimseye batmadı. En rezil düşmanı Amerikan emperyalizmine bile, en yalınkat hakkın kılıcı gibi batarken: "Tek kişi" olarak değil, bütün bir Vietnam halkı olarak savaştı. Ulaş Başar Gezgin’in “Bir Tablet Üstüne şiirinde belirttiği gibi:

Kuşandığında silahını Ho Şi Minh,
Yalnız değildi...
Halkı, eritip bir kapta onu,
Tanklar yaptılar, bombalar, uçaklar...
Öyle uçucu, öyle uyumlu...


ŞİLİ’DEKİ FAŞİST DARBE
UNUTULMADI, UNUTTURULMAYACAK…

Bundan tam otuz yedi yıl önce Şili’de Allende hükümeti askeri bir darbe ile devrildi ve yerine Latin Amerika’nın en kanlı, cani, terörist-faşist rejimlerinden biri kuruldu. Zindana ve kitlesel işkence merkezine dönüştürülen Santiago stadyumu ve binlerce “kaybedilen” eli kanlı cuntanın simgesi oldu… Seçimle işbaşına gelmiş Devlet Başkanı Salvador Allende dahil, otuz binin üzerinde devrimci, yurtsever ve sosyalist katledildi. 150 bin kişi toplama kamplarına gönderildi. İşçi sınıfı ve emekçilerin örgütlülükleri şiddet ve terörle dağıtıldı… Şili devrimi ağır bir yara aldı.

1973 Şili faşist darbesinin 37. yıldönümünde tam da bu gerçekleri bir kere daha bilince çıkarmak, dünya ezilenlerinin ve sömürülenlerinin kurtuluşu için emperyalizmin ve dünya gericiliğinin yeryüzünden silinmesinin ivedi gereklilik olduğunu kavramak önemlidir. Emperyalistlerin dünya halklarına “kurtuluş” diye sattıkları şeyin ne olduğu Afganistan’da, Irak’ta, Filistin’de ve Kongo, Nijerya, Liberya’da bütün çıplaklığıyla görülmektedir. Emperyalistlerin kendi çıkarlarından başka gözettikleri hiçbir şey yoktur ve onlar bu çıkarlar için dünya halklarını felakete, açlığa-yoksulluğa ve savaşlara sürüklemekten biran olsun çekinmemektedirler. İşçi sınıfı ve dünyanın ezilen halklarının kendi gücünden başka güvenecek kapısı yoktur. Örgütlenmek ve emperyalizme ve dünya gericiliğine karşı ortak mücadeleyi yükseltmek -dün olduğu gibi bugün de görev budur!

El pueblo unido jamas sera vencido! Birleşmiş halk asla yenilmeyecek!


31. YILINDA 12 EYLÜL’LE
HESAPLAŞMAMIZ SÜRÜYOR!..


12 Eylül faşist darbesinin üzerinde 31 yıl geçti. Ama bu dönemin suçluları hâlâ ellerini kollarını sallayarak ortalıkta dolaşmakta ve büyük itibar görmektedirler. 12 Eylül’ün karşısında olduğunu iddia edenler de 12 eylül türevi uygulamalara devam etmektedirler. Hatta bu yüzsüzler, 12 Eylül faşizminin katlettiklerini ambalajlarında kullanma yüzsüzlüğünden de geri durmamaktadırlar. Günümüzde de karakollarda infazlar, kaybolmalar sürerken, yazarlar, gazeteciler tutuklanırken, kim inanır düzenin egemenlerinin 12 Eylül karşıtlığına.

12 Eylül darbecileri ve onların sürekleri sanık sandalyesine çıkartılmalıdır. Ama bu kendiliğinden olmaz. Bunu sağlayacak olan proletarya ve emekçilerin mücadelesinin dayatmasıdır. Yakın dönemin Yunanistan, Arjantin, Şili, Peru vb. deneyleri de bunu gösteriyor. Oralarda halkların mücadelesinin dayatması sonucunda cuntacılar ve suç ortakları sanık sandalyesine oturtuldu ve oturtuluyorlar. Türkiye’de de en başta yapılması gereken şeylerden biriside cuntacıların halka karşı yapmış olduklarından dolayı sanık sandalyesine oturtularak yargılanmalarının sağlanmasıdır.

30. yıl dönümünde 12 Eylül faşist darbesini protesto ederken ve yaptıklarının hesabının mutlaka sorulması gerektiği bilinciyle demokrasi ve özgürlükler kavgasını örerek, bu mücadele de yaşamını yitiren devrim ve sosyalizm şehitlerini anıyor, devrimci onurlarını 12 Eylülcülere çiğnetmeyerek direnen devrimci ve komünistlerin kavgasını kavgamızda yaşatıyoruz, yaşatacağız.

12 Eylül faşist darbesini unutmadık, unutturmayacağız!





NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler. Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati

İRFAN SARİ:Mavi boncuklu Zerdali



Yaşlı dünyanın bir kıtasında Zagros dağlarının kuzeyinde sımsıcak gecenin uyku saatlerinde gökyüzüne dönüp yıldızların arasında bulmaya benzer seni düşünmek…


Kulağınızı kabartırsınız gözleriniz boşluğun içinde kaybolmuşken kavak ağacına çarpan rüzgâr yaprakların hışırtısını taşır kulağınıza… Ama gözleriniz o boşlukta ceylan telaşında bir bakış arar hala. Yürek öykünür Zerdali’nin hayaline.


Zerdali zamanın ateşle gösterildiği coğrafyada bir annenin sancılarından çıkagelmişti. Kundak bezinin bağcıklarıyla sımsıkı bağlanırken endamı narin olsun diye düşünüldü. Kaç zaman sonra kundağın bağlarının altından kurtardığı minnacık ellerini özgürlüğe armağan ediyordu.


Korkuyla ecelin öpüşmeyi haram kıldığı ancak yorgan yatak çoğalma arzusunun çoğalttığı Zerdali ellerini esaretten kurtarınca geceye karışan kelebekler gibi o cam elleri ve parmakları düşürüyordu boşluklara bir ileri bir geri…


Özgürlük güzel eder doğayı, insanı her bişeyi…


Zerdali’nin annesi Ermeni komşuları Arevhat’ın kendi annesine armağan ettiği mavi renkli boncuğu kundağına iliştirdi. Onun için çok değerli olan bu hediyeyi yine çok değerli olan kızından başkasına veremezdi. Belki büyüyüp anlar yaşa geldiğinde Zerdaliye bu hediyenin anlamını anlatabilirdi.


Kaç kuşak bu coğrafyada iklim böyle bir temmuz sıcağına rast gelmemişti.


Sıcaklar güneşe yakın bu kara parçasında rüzgârın namusudur yoksa eritir dağları taşları yakar cümle bitkileri.


İşte bu ahval içinde bir yandan bedenime düşen ter damlalarını kovarken bir yandan da zerdalinin öyküsünü çağırıyorum içimde mırıldadığım “Vay dilberé” kürdisiyle.


Çocukluğu yukarı çağlayanın sol yamacındaki Kevzan ağaçlarının arasındaki evlerinde geçti. Büyürken kadına biçilen gömleği giyerek büyüdü. Namus zulmünü kadına yakıştıran softanın abdest suyunu taşıttığı kadın olarak büyütülecekti.


İlkin ellerini zulümden kurtaran o minnacık beden göğerince ayla ışıyan bir yüze kavuştu. Orman yangınlarına çeken alev saçları oldu. Gözleri Zümrüt ile mor bir çarpışmadan doğmuş gibi kaşlarının altına yuvalanmıştı. Dudakları deryaya yarım batmış güneş tavında tamamlıyordu suretini.


Dedim ya güneş suyu çimdikliyordu…


Zerdali o yaşlarda elifbayı bitirmiş cüzileri ezberliyordu. Okul olsa belki okula da giderdi. Hatta geçen yaz dişinin ağrısı için gittiği şehirde okulu görmüş orada unutmuştu kendisini bir gün mutlaka okuyacağını aklına koymuştu.


hiç bilmediğin
bir adı var seni görmenin
sonra akarsuya bırakırsın kendini
eğer bir ses bitimindeysen
dinsiz bir delilikte seviyorsan
dilsiz de tarif etmektir benimkisi
kuşlarla birlikte
Süleyman’ın alfabesinden


Ama zaman koşar adım gidiyordu ve oda durmadan büyüyor, boy veriyordu. Köyün kızları bir araya gelip erkeklerin oynadığı oyunları uzaktan seyrederken o durmadan düşünüyordu kadın olmanın neden bu kadar arka sıralarda olduğunu. Tanrı tuzunu mu az koymuştu, hamuruna su mu bandırmamıştı kadının acaba.


Ellerinin arasına aldığı kafası çatlarcasına ağrıyana kadar düşünürdü. Bir yorgunluk gelip bulunca da göz kapakları kapanır yorganın altına gömülür uyurdu…


Her sabah her sabah uyandığında biraz daha irilendi göğüs sepetinin üstü. Gömleğine sığmayan göğüsleri gibi kafasına sığmadı kadın yaratılmanın eksikliği… Babasına ibrik ibrik su taşıyan, koyun sağan, peynir kuran, kaba kacağa yetişen annesi gibi olmak istemiyordu.


İçine saplandığı bu karanlığı aşkla dağıtma yaşına geldiğinde kaçınılmaz son kapılarını çalmaya başladı. Biri biri ardına gelenleri “istemiyorum” asiliği ile gönderebildi bir zaman kapıdan. Gençliğinin en asi zamanında babasına kadınlık yapan annesi de üzerine gelince uykuları kaçtı. Böyle böyle gençliğinin farkında olmadan ona giydirilmek istenilen kadınlık gömleğine sığdırılmaya çalışılıyordu.


İşte böylesi zamanlarda Küçük aynasını alır konuşmaya başlardı… “Nevniqamin! Nevniqamin! Ka beje ez çi bikem”


Onun akranı birkaç kız çoktan evlenmiş gitmişlerdi koca evine hatta ondan yaşça küçük Nevrin’de evlendiğinin üçüncü ayında çenesinin altına bıraktığı av tüfeği ile hayatı sonlandırmıştı. Çok severdi Nevrini…




O yıl kış uzamıştı. Newrozda dahi kar hâlâ erimemişti. Zerdali, evlerinin arkasındaki ahırın önünde koyun ve kuzulara verdikleri otların kuruyan artıklarını bir yere toplayıp ateşe verdi. Bütün köyün gençleri ve çocukları da uzayan kışın bunaltısıyla karlar üzerinde yakılan bu ateşin onlara bahar getirmesini ve dağlarına arasına kapanan özgürlüklerinin gelmesini dileyerek oraya toplanıp halaylar çekmeye başladılar.


Ay gecede parıl parıl parıldarken ateşleri hala yanıyor ve halayları hala devam ediyordu. Martın bu karlı gününün bitiminde herkes evlerine çekilirken neredeyse şafak açacaktı.


İşte o newroz ateşi ona gönlünü kaptıracağı Cemili getirmişti. Bahar açar açmaz cemil gelip isteyecekti sözlenmişlerdi kendilerince. Gönül evine koyduğu bu delikanlı köyün şehirde okuyan birkaç kişisinden biriydi.


Mayıs ayı geldiğinde topraktan başını kaldıran otlar ve dallara patlayan tomurcuklar gibi onlarda aşklarını yaşamaya başladılar.


O gün sevdiğinin şansına ava gidecekti Cemil, çünkü dün gece sevdiğinden çok güzel bir armağan almıştı. Avdan döner dönmezde Zerdaliyi istemeye gidecekti ailesi. Ama Cemil kimsenin hiçbir zaman öğrenemediği bir şekilde dağların içlerinde sırtından aldığı bir yarayla ölmüştü o avda… Haber diğer gün dönmeyen Cemili arayanlarca geldi köye.


Zerdali, bitmişti… O renkli gözlerine bir bilmezden gelen karabulutlar çökmüştü. Birkaç gün yalnız başına gitti çağlayanın altına ikisi birden çağladılar. Kadın bu dağlarda sevdiğinin armağanını namus belası yapamazdı…


Çok geçmeden baharda deliye dönen köy deresinin başına geldi annesinin ona verdiği mavi boncuğu tahta köprüye astı, kendini buz gibi soğuk ve derin suyun akışına bıraktı…


Mavi boncuğun sahibi yıllar önce bu köyden ayrılıp gitmişti en son sahibi de terk edip gidince mavi boncuk Zerdalinin annesine kaldı yine… Ne Arevhat ne de Zerdaliyi gören oldu bir daha mavi boncuğun çocukları ayrı ayrı yaşam dilimlerinde ama aynı öyküde buluştular…




İRFAN SARİ




ADNAN DURMAZ:On İki Eylül Öncesinden Gelen Çocuk





gecedir
tekinsiz ışıklar düşer sulara
bir sonbahar ağacına benzer eşkalin
gülüşünün kıyısında hep o kırık bir karanfil
bir yanık uzun hava çalmasın ötelerden
kaçaklığın tutar yokuşlara vurursun
düşersin yüreğinin yaralı yarlarına
hiçbir şey silememiş dalgın bakışlarından
yaban yalnızlığını kurşunlanmış şakinin


bu kaypak devranlara alışamadın işte
nere gitsen dikiş tutmaz içinin yırtıkları
boz bulanık havalara bukalemun yüzlere
çakal iklimlerde eyleşen sırıtışlara
bu yalancı aynasına gözlerin
sırttan hançerleyen hos dostluklara
bu sırtlan sabahlara bu hain akşamlara
alacası içinde saklı sözlere
alışamadın işte


kim bilir belki
kederin sahilini döven dalgalar
bir yaralı yürek vurur diye avuçlarına
ve asılmış bir serüvencinin gözünden donan yıldız
işkilli karanlığı kaldırmaz diye
ve her yenilgiden sonra
vazgeçemedin işte insanlara güvenmekten
çoğu zaman
düşeceğini bile bile
tırmandın ya aşkların düz duvarlarına


yakılmış ormanlardan tek ağaç kalmak
kolay değil
bombalanmış mitinglerden
yağmalanmış türkülerden
zincirlerden zindanlardan artakalmak
zalım zemheride dağ başı kadar ıssız
kararlı bir inatla yaşamak bildiğince
kolay değil
yüreğinde ateşe kesmiş hüzün
tırnakları ele batan bir yumruk gibi
o kınsız ve kalbine saplanan öfke
aşkları yerle bir eden bir tuhaf rüzgar
kolay değil
yaşamak yiten dostların
boşluğunu taşıyan deli karanlıklarda
ve kahpe pusuları-kan uykuları
unutmamaya olan deli inadı
kutsal bir emanet gibi taşımak
boynunda muska gibi taşımak yaranı
kolay değil


ansız inen boran mıydı
kıyamet mi kıran mıydı
neydi gerçek-neydi maal
bulanık kurt iklimi karanlıklarda
bir sen kaldın koskoca gökyüzünde
bir asi kartal
kanadı kırılmış yaralı


çünkü hiçbir şeyine alışamaz bir çocuk
kendi düşlerine uymayan dünyaların
namus dedin her nerede olursan
dışlandın bir lokmaya it olunan dünyadan
yenemedi insanlığın
küçük burjuva hayallerini sevdiğin kadınların
aşkın ve dostluğun
hesabıyla kitabıyla başedemedin
ve her seferinde
kalbinden tekmelendin


umuda ve kitaplara
çiçeklere - çocuklara sığınan
oniki eylül öncesinden gelen çocuk


her yerde yalnız olmaya
ona alıştın işte
bir de kırlara
bulutlara
kollarınla rüzgarları sarmaya
yüzünü yağmurlara yaslamaya alıştın


ölümden de yaşlı yaşlı bir çocuksun sen
gökkuşağına astığın parkanı giy
üşürsün havalar soğuk
nazımın şiirinden aldığın
kırmızı boyun atkısını sar boğazına
senin şarkın
dudağının kıyısında bir kırık karanfildir
boz bulanık havalarda açmayı iyi bilir
yalnızlığının duldasında uyumayı
bulutlara basarak yürümeyi bilirsin
çok oldu
susarak ağlamayı
kanarken gülümsemeyi kaç kez hatmettin
ve sulardan yıldızlar toplayıp geceleri
gündüzleri dağıtmayı yoksul çocuklara
görev edindin


çağ bu
zamana yüzyıllarla bakmalı
sıkışınca darda kalmış sular gibi akmalı
elbette ezilenlerin düşü
binveren bir çiçek sağanağıdır
meydanlarda yakılmış bir türkünün küllerinden
yaratılır yeniden Ankalar gibi


oniki eylül öncesinden gelen
ölümden bin yaşlı çocuk
yağmurlara bürün yürü
geceleri giyin yürü
gece kara yollar çetin
umutlara sarın yürü
silahın yüreğinde sakladığın hüzün olsun
karanlıklar yalnızlıklar ihanetler dövende
bulutların arasında ay yüzün olsun
arada bir görün yürü
neresinde yaşıyorsan dünyanın
sana ta yürekten bin selam olsun



ADNAN DURMAZ


YAŞAR DOĞAN:Kitap Gowendi}{AHMET TAHSİN:Anlayış Hatalar Bahçesinde



KİTAP GOWENDİ





Aslında dilimin ucunda bilim
Dilimi çözsem çivi yazısı
Sökülecek her şey çorap söküğü
Ama bu dil başka bir dil


En iğrenç polemiğin
En kahpe vaatlerin
En ücra kapanın şap-şıkır şıkır dilidir
Ki / ölüleri de ayağa kaldırır
Cennet cehennem ayrıt etmeden /


Kırık aynalarda lanetler diyalogu…


Kendi yarattığımız vampirleri de
Kendimiz yok edebiliriz
Önemli olan her şeyi başa sarmak
Ve yanan kütüphaneleri
Ateşten kurtarmak!


Ve okumak şu kitabi
Ana dilimimiz gibi
Öz ana dilimizde
İnsanlığın ilk gününde…


Durun lütfen!
Kaldırmayın beni rüyamdan
Ki ütopya düş ürünü olsa da
Yolu realizmden geçer
Gerçekse hayal edebilmek!


Ne karamsarlık ne karanlık finalitedir
Bir yerlerde Işık oldukça.


YAŞAR DOĞAN (LOLAN)






ANLAYIŞ HATALAR BAHÇESİNDE





Anlayış hatalar bahçesinde
Yeşerir yumuşak dikenleriyle huyun
Kandil gerekince gece tükenir
Dilinde sevgi eksilince duygunun


Yazar seyyahlar dağarcığında hata bulunmaz
Dünya döngüsünde yenilmez asra
Eksikli sevgilerde şair olunmaz


Yüreğinde yoksa bir gram isyan
Yirmi dokuz harfin sonsuz şiirini unutursun
Isınmıyorsa başkalarının ateşinde insan
Gelir oturur başköşeye aceleci öfke
Son bulur direngen çırpınışları usun


Yazmak da yaşamak içinde bir zaman dilimi
Çaydan geçerken un yüklü eşek
İnadıyla şaşırtır Nasrettin’imi.



AHMET TAHSİN


ALİ ZİYA ÇAMUR: Kalk!




Ey dost!
Sürüklediğin rüzgârın alnımızda çiçekleşen tozu,
Nakşeylesin zakkum kokusuna gül sevdamızı.
Susturulduğumuz ıslıklardan tornistan
Yazıver yeni baştan, yeniçağın kantosunu.
Dökülsün karşımıza kara aynanın sırları,
Yıkılsın teker teker de olsa
Küresel rezaletin duvarları…


Senden bana esen rüzgâr
Açıyor dilimin barlanmış bağını.
Ötelerin ürpertisinde saklı uçuk söylenceler
Sönmüş yanardağlarından akıyorlar beynime.
Kuşkuş kanatlı illegal dizelerin;
İnce bir günaydına açılan penceremden
Apansız düşüyor sokaklara boydan boya…


Dost, atomları bırak âlimler parçalasın,
Sen başla özden önce kırmaya
Önyargının altın tasını…
Yadırgı sarkıntılar paslanadursun
Çöz de palamarını kara gecenin
Demliğimizde tutsak ederken uykuyu
İnce belli bardaklarda
Yudum yudum içelim yıldızları.


Varsın yakamıza yapışan eli olsun hayatın
Ter yaşamanın sırmalı izi,
Simini hangi nehir yıkayabilir?
Ensesiz bir akşama düşürürüz inadı,
Sarmalarız sabaha düştaban ağrıları,
Ökçesiz meydanlarda…


Simdi göremediğimiz düşülkemizde
Seller ve bentler şaşkın uyumda
Yokuş ve inişler ayni tezgâhta
Atkılar ve çözgüler yıldızlara paralel
Dostlar ırmak, kardeş göl
Pişmiş aşka su katılmış sevdalarda
Sevenlerin karasevdası yıldızlara tutsak çöl
Artık burada cezri istenmeyen bir meddir dünya


Dost!
Kulaklarımızda bir balkan havası essin gürlesin
Sen Lorke'ye duranda ağırdan hızlı,
Bizim düşlerimize hangi horon yetişsin?
Sesin sesime el versin hele, dele dele karanlığı,
Çıkrığımızda çıkmayacak ay mı var kuyulardan?
Kan uykularda dımdızlak bağlanmışsa halk,
Nasıl uyur, evrenin mimarı şair.
Kalk,
Seninle söksün şafak!



ALİ ZİYA ÇAMUR

MEHMET RAYMAN: Kömüşlük}{OSMAN COŞKUN:Sır



KÖMÜŞLÜK




bozkırın dumanı
karışır birbirine
eylemişim yoksulluğumu
bakarım
hep geçmiş günlere


bir sevi pınarına
uğradık dün gece
çakmak taşı topladık
şimşeklerin çaktığı yerde
kömüşlüğün ötesine
kıvrılmış bir sürü meşe.




MEHMET RAYMAN




SIR





küfrüm mübarek bir duadır anlayana
öfkem kaf dağına aşina
eşrefi malukatım hakikattır sırrım
bir ayağım zahiren yürür
bir ayağım bâtında miraçtadır.
...
bir sırrım vardır kimselere diyemem
ölmüşlüğüm vardır çok şükür
mezarım kayıptır körlere
perdelerim vardır iki arada
sakın aralama ne olur
perdenin arkasında bir ben vardır
ağır gelir varlığına.


o "ben" ben de perdelidir
o sen olmuştur belki
bu öyle bir bilmecedir ki
sen çözemezsin o muhakkak
bense tam çözüyorum
cevap değişiyor,
yine düşüyorum yollara.


hazır olduğum da
sana öyle bir sır vereceğim ki
kıyametlerin kopacak


kovmuştun ya beni bir vakit
oysa ki aradığın hep benim
zamanı var diyordun ya
işte beklenen zaman benim.


anlatsaydım
anlamazdın.


aramadan bulmuştun oysa
artık arasan da bulamazsın.



OSMAN COŞKUN


ADİL OKAY:Saatleri Bir Ömür İleriye Aldılar



78’lilere

birden silahlar sustu
kim yendi yenilen kim
ya o nur yüzlü delikanlılar
genç kızlar ve erkekler
nereye gittiler
bir ikindi vakti nasıl
akşam oldular


II
birden şarkılar sustu
nergis kokularını şehre getiren
kır çocuklarının düşleri
panzerler altında ezildi
ne gazi unvanı verildi onlara ne şehit
körpe bedenlerde nişan yara izleri


III
birden radyolar sustu
saatleri bir ömür ileriye aldılar
siren seslerinin
postal seslerine karıştığı
karartmalı bir eylül akşamı
o çılgın delikanlılar sır oldular
hüzne boyandı şehir
sokaklar öksüz kaldı
bakışlar soldu pencerelerde


IV
o pencereler ki
hep bizi bekler
bizi severdi
gözlerimiz güneş
sözlerimiz tılsımdı
şifa dağıtır
pembeye boyardık duvarları
tanrı misafiriydik açık kollarla beklenen


V
sonra birden
saatleri bir ömür ileriye aldılar
tanklar ayak izlerimizi sildi
yıkıldı barikatlar
dağlar düz oldu
nehirler kan kızıl
stadyumlar hapishane avlusu
notalar milli marş


birden çocuklar sustu
saatleri bir ömür ileriye aldılar



ADİL OKAY


ŞERİF TEMURTAŞ: İsyan Edin}{VEYSEL TAŞ:İyi Dinle Abuzer



İSYAN EDİN




Nihat Behram için


susanda suçlu konuşanda
tarih hırçın
düşman kalleş
korkakların yurdu yok
türküler suskun
kirlendi asi duyguları insanlığın
açlığın çığırtkan sesleri
karardı aydınlığın geleceği
dil suskun
bilekler kelepçeli


cesaretin sezgisi bitkin
kavgalar namert şimdi


söz bitti... asi tutsak
kirli eller sırıtkan


ey kirli tarih
sen sus
dağ karanfilleri konuşsun



ŞERİF TEMURTAŞ





İYİ DİNLE ABUZER





iyi dinle abuzer
ne sen zersin nede ben gümüş
gezersin gezdiğin kadar
ezdiğin kadar kelimeleri
ezmedin kaldırımları
...kaldırımla yürümekle aşınmaz
taşınmaz dünya malı toprağa
unutmuyorsun
biliyorsun
değil mi
bu gün var
yarın yokuz belki
akıllı ol
bari bir yaralı parmağa işe
bir çocuğa yardım et
birlikte boyayın gökyüzünü maviye
onun eseri olsun
fırça atma
sen fırçayı taşı yeter


VEYSEL TAŞ


ABDULLAH KARABAĞ: Bir İnsan Bir Yaşam İki Dil İki Şiir



ABDULLAH KARABAĞ İLE SÖYLEŞİ





— Kendinizi tanıtır mısınız?


— Abdullah Karabağ, 1955, Araban/Gaziantep. Düziçi Öğretmen Okulu ve Lisesi, 1968-1975. Öğretmenlik, 1975-1979. 12 Eylül Dönemi’nde gözaltına alındım, tutuklandım, gün giydim. Serbest bırakıldıktan sonra da defalarca soruşturmalara maruz kaldım, yargılandım, bilebildiğim kadarıyla bu davalar takipsizlik ve beratla sonuçlandı. 1990’da yurt dışına çıktım, hâlâ İsviçre’de yaşıyorum. İlginçtir, geçen zaman içinde, bu ülkede de siyasî nedenli birkaç olaydan sorgulandım, yargı takipsizlikle sonuçlandı.


Siyasetle bağlantım öğrencilik yıllarında başladı. Sosyalizm’le burada tanıştım, TSİP’in iyi bir sempatizanıydım. TÖB-DER’li bir öğretmen olarak da siyasetle ilgim farklı alanlarda gelişti. Yurtseverliğim, Mardin’deki öğretmenlik sırasında şekillendi. O günün koşullarında ulusal kurtuluş mücadelesi veren bazı yapılara yakın durarak, ülkeye ilişkin devrimsel bilincim güçlendi.


Şiirle ilgim ise Köy Enstitüsü’nden Öğretmen Okulu’na sonra yedi yıllık Öğretmen Okulu ve Lisesi’ne dönüştürülen kurumdan kaynaklandığını sanıyorum. Okulca düzenlenen şiir yarışmalarında üçüncülükten birinciliğe kadar ödüller aldım. İlk şiirlerim ve bitirilmemiş bir roman denemesi askerî cunta döneminde yakıldı. Yurt dışına çıktıktan sonra tekrar edebî çalışmalara yöneldim. Kimi örnekleri, başta Güney Dergisi olmak üzere bazı dergilerde yayımlandı. Ayrıca birçok sitede de görebilirsiniz. Açık ismimden başka; “A. Karabağ, A. Karabag, A. Karabax” imzalarını kullandım. Yarışmalara yurt dışından da katıldım. Siyasi konumdan dolayı ya inceleme ya da ödül aşamalarında düşürüldüm.



— Şiir nedir, size özgü şiir tanımız var mı?


— Edebî türlerin içerisinde en eski olanı şiirdir. Birçok tanımı yapılmıştır ama hiçbirisi tam anlamıyla şiir kavramı’nın içini dolduramamıştır. Genel tanımlaması şöyle: Bir dildeki sözcüklerin anlam, ses ve ritim ölçülerinden yararlanarak bir duygu, düşünce, olayı derinlikli anlatma sanatıdır. Şiir denilince ölçü ve uyak akla gelir fakat her şiirde bunlar aranmaz.


Bana göre ise şiir; canlı ve cansız, somut ve soyut yaşamsal renklerin, yürek ve dil işçiliğinin özgün yoğunlaşmasıyla bellek atelyesinde işlenip sözlü ve yazılı dize kalıplarına dökülmesidir.


— Şiir anlayışınızı ve şirinizi kısaca açıklayabilir misiniz?


Şiirim ülke eksenlidir yerel köklerden evrensele, evrenselden kaynağına gider gelir. Ülkenin kurtuluşuna ilişkin şiir ve sanat sorununda bağımsızlıkçıyım. Bana göre bu, kitlesel yürüyüşe kalkan bir ülkede, aydın olmanın vazgeçilmez temel noktasıdır. Elbette ülkenin özgürlüğü için mücadele eden politik yapıların teorik belirlemeleri, örgütsel yöntemleri farklı olacaktır. Bağımsızlıkçı, birleşik ülke aydının pratik duruşu, mücadele eden, ağır bedel ödeyenlere sorun çıkarmaz, çelişmenin yenileştirici yanını olumluyarak onlarla bütünleşir, bütünleşmek zorundadır. Kuşkusuz, yurtsever aydınlanmanın edebiyatımızdaki ana dili Kürtçe’dir. Eğer ülke kökenli birileri, bir başka azınlığa mensupsa onun ana dilidir.


Tarihsel akışı kendi lehine çeviren böylesi bir kadim coğrafyada, inkâr ve imha statüsü hüküm sürdüğü sürece bir şairin iki dünyası olamaz, onun dünyası aşkıdır ve diğer aşkları büyük aşkına hizmet eder. İnceleyiniz, bu kadim coğrafyaya bağlılıklarını tartışmasız kanıtlayan öğelerin başında folklor, destan, türkü, şiiriler ve sonra yüce dağlarımız gelir. Ancak dünyasına sadık olan, şair yaşamını tadar, bedelini öder, ölümsüzleşir. Şair taraflıdır ve şiir, bağımsızlıkta dağ başları gibi bağımsızdır!


Kişisel kurtuluş, toplumsal değişim ve dönüşüm adına; bireyin, toplumun, küresel gelişmenin, uygar-ortak belleğin her gün grileştirildiği bir çağda şiirin, biteviye aslan yeleli salınması beklenemez. Ruhumuz hâlâ egemen sistemlerin silahlarından arınamıyor, kimi açık taşır, kimi gizli. Bu nedenledir ki ana ekseni ‘bize yakışır bir ülke, ‘insana yakışır bir dünya’ olan şiirim, isim isim akışında: Bazılarına felsefe gibi ‘lâbirentli,’ matematik gibi ‘denklemli’ gelebilir. Ama kendi renginde yığınla farklı renge zemin sunar. Eğer önyargılı yaklaşılmazsa kendini sevdirmesinde inatçıdır, yeter ki okuyucu kafa yorup yeniden doğuş inceliğinin sabrını gösterebilsin. Okunurken düşündürür, dudak büktürür, yerindirir, kızdırır, hüzünlendirir, kahkahayla güldürür... İçsel yolculuğa, köksel oluşa, varoluşa, direnişe, sevgiye, doğaya, barışa davet eder. Yüreği doğru atanla yürek birliği içindedir. Benliği, kimliği, erki, inancı, zihniyeti, bilinci... çok yönlü sorgular ve varılması gereken ‘kendi dünya’sına yeşil ışık tutar.



—Yazarken en çok neye dikkat edersiniz?


— Hemen hemen her inançsal büyük varoluşun, halkın, ulusun tarihinde ağır veya hafif toplumsal felaketler vardır. Böyle süreçlerde onların birçok folklorik öğesi, türküsü, şarkısı, resmi, heykeli... kısacası, sanat ve edebiyatları yaralanır. Şiir kulvarında olduğumuza göre; sorumlu bir şair, olaylara ne duyarsız kalabilir ne de konuları işlerken şiirini, kin ve nefret duygularıyla zehirleyebilir. Bu konularda yazarken “bilinçli ben”imle, insanlığın toplumsal geçmişiyle, daha uygar geleceğiyle hesaplaşma; damlayan sözcüklerle, sıralanan dizelerle çekişme halinde olurum.



— Yazdıklarınızacezaevi sürecinin bir katkısı oldu mu?

— O dönemin özgül koşullarında sanat ve edebiyatla uğraşmak, bizim için lüks sayılır. Biri askerî, ikisi sivil, üç cezaevinde kaldım. Sadece Mersin E Tipi Ceza ve Tutukevi’nde sınırlı kitap okuma olanağına sahiptik. Kaldığım yerlerde yazılı her şeye el konuluyordu. Kaldı ki o dönemlerde edebiyat çalışmaları pek önemsenmezdi, daha çok örgütsel sorunlara ağırlık vermek zorundaydık. Başka türlü onurlu yaşanmıyordu.


Cezaevi sürecinin mutlaka etkisi olmuştur. Ondan sonraki yaşamın büyük bir kısmı da soruşturma, gözaltı, imzasız gözetimlerle geçmiştir. Fakat bende cezaevi edebiyatı yoktur!


— Kürtçe şiirlerinizin çok güçlü olduğuna inanıyorum. Kürtçe şiir yazmaya devam edecek misiniz?


— Yarım kalan Türkçe bir şiir dosyasını tamamlamak üzereyim. Bitirince tekrar Kürtçe’ye döneceğim. Kürtçe yazı dilini 1997’den itibaren öğrendim.



— Kitapvebasılmamış dosyalarınızdan bahseder misiniz?


— Türkçe, Kürtçe basılmış ve baskıya hazır dosyaların yanı sıra bir de bir kitap olacak kadar Fransızca yazılmış şiirler var. Ayrıca bir roman, geniş hacimli Kürtçe Dilbilgisi ve Araban yöresine ait Kürtçe sözcük derlemesi.


Bunları toplu olarak verelim: Şarkım Karanfilde Kalsın-şiir, Halkalı Seher-şiir, Lacivert Oyalar-şiir, Yıldız Dalı Yasaklı Gönül-şiir, Tartıya Kalan Düşler-şiir, Güldestan Gibi(5dosya)-toplu şiirler, Bir Yürek Çeşnisidir Yaşamak-nehir şiir(baskıda, 2011), Karanfil Ek Göğsüme/Tîlîlî-roman/nesirsel şiir, İkonalar Yüzleşebilir-şiir, Sewta Berbangê-helbest, Berlin, îlon 2010, Tavên Stêrîn-helbest/çem, Berlin-mijdar 2010, Qursên Kurdî-ders/rêziman ders, Bêjeyên Berhevkirî-ziman, Boucles de Canicule-poésie.


— Son olarak okuyucularımıza neler söylemek istersiniz?


— Edebiyat, özellikle şiir iki türlü yazılır: bir, yaşamıyla; iki, kalemiyle; yaşamı kalem, kalemi yaşam gibi yaşayanlara aşkolsun!


Söyleşi/Mehmet Söğüt

04 Ağustos 2011, Lozan



ŞAİRİN ÖZGEÇMİŞİ:


Abdullah Karabağ, 1955, Araban/Gaziantep. Düziçi Öğretmen Okulu ve Lisesi, 1968-1975. Öğretmenlik, 1975-1979. 12 Eylül Dönemi’nde göz altına alındı, tutuklandı. Serbest bırakıldıktan sonra da defalarca soruşturmalara maruz kaldı, göz altında tutuldu. 1990’da yurt dışına çıktı. İsviçre’de yaşıyor. Şiirlerinde açık isminden başka; “A. Karabağ, A. Karabag, A. Karabax” imzalarını da kullandı.


Dosya/kitapları :
Türkçe :
Şarkım Karanfilde Kalsın -şiir-
Halkalı Seher -şiir-
Lacivert Oyalar -şiir-
ıldız Dalı Yasaklı Gönül -şiir-
Tartıya Kalan Düşler -şiir-
Güldestan Gibi(5 dosya) -toplu şiirler-
Bir Yürek Çeşnisidir Yaşamak -nehir şiir-
Karanfil Ek Göğsüme/Tîlîlî -roman/nesirsel şiir-
İkonalar Yüzleşebilir -şiir-


Kürtçe :
Sewta Berbangê -helbest-
Tavên Stêrîn –helbest/çem-
Qursên Kurdî -dersler-
Bêjeyên Berhevkirî

Fransızca :
Boucles de Canicule -poésie-




TAVÊN STÊRÎN


...............


XIII.


Serê çiyan bi mij û moran in; naxêr, agir û dûman in
De bêjin, em in dîjle û ferat, li ber heyameke din in!


Ew, ne bes bi daxwaz û nedaxwazên benî adem bûn,
Ji berê de bi geremol e ev dinya bi her hebûnên xwe
Hîn alema candaran tune bû jî bi îsyan bû li her livê.
Ew çiyayan in ku xwediyê serhildêrên herî qedîm in
Û bi xwe ne yên ku serhildayî li dijî asîmanên ewrîn
Û rêberên me ne, em jê hîn dibin azadî û serbestiyan
Wê bidomin koşîn da ku wek wan dibin bin û binyat.


Li ku bûn, nivîsevan û nivîsgehên gerdûnî û dinyayî!


Heger hebûya pelek nivîskî yê dîrokî wek çemên me
Ji destpêka bûyîna hemû heyberan de, heya roja niha
Û bihatana tomarkirin her tişt û bûyer, bi dem û nam
Kîjan roj û saet dibe bila bibe, dema ku bên xwendin
Wê bihatana dîtin ku bona mafên jiyanî û biwarbûnê,
Têkoşînên herî çetin li derdorên av û çeman bihurîne
Ji wê tê ku dêndarê lêborînê ye bo tavên me, xwedê!


Ne xeyalî ne, her yek wek destan in, bi şûn û war in!


Em in berxwedêr, dilawer û mafgerên dîjle û feradî;
Ne xwarin û xelatan, ne qisûr û kêmasiyan dikin tehn
Helbet bi ser bendên me nakevin qeydên wan deman
Qebehet ne ya me ye, ticarî û bajarî ne herf û hejmar!
Him jî ne diviyabûn, can û çav ji hevûdu re kefîl bûn
Û me girt, rê li ber me bûn ji rîsê ziravtir, ji şûr tûjtir,
Bi dewlet û şaristan in tîp û jimar, sûc ne yên me ne!


Ew der bênavnas in, bi rastî bihuşt û dojeh bi xwe ne
Perde vedibin, perde tên girtin ku li herikînên me ne!


Zîldan, raperîn in bo rewşên jiyanî û mafdar ên tovîn
Teneyên tên tewlisê, ji qalçikan dixermişin, zîl didin
Ku ew çima tawan, bên nirxandin li sirûşta heyberan
Ca bila bi cih be, bi danehevên dil û zên bên sehiyan
Û ximeximên çemên me, kel û dûkelên ku li ser wan
Pesend dikin rewşên me bi dîmenên xwe, bênivîs in!


Ne ji nezanî ye, me ji xwe re nekiriye mesele, nivîsîn
Ksenefon nivîskarekî jîr e, çê dizane şerê çiyayiyan!


Ji deman serdemek, li serdeman hêzek, wek neteweyî
Kî ye cemşîdê li ser textekî rûdine, key û keyanî çi ne
Azadî bi rê dikeve ji çiyayê demawendê de, tê babîlê
Him serhildan in, him serkeftin û mîhrîcan in bi tavan
Û me wê rojê, bi av û çemên xwe, roj aniye ba gelan!
Qral kî ne, em in ên ku bi heftan direngînin ekbatanê
Bextên wan deran in: ne dehaq, ne jî kawa kêm bûne
Pelên salnameyan jî diqedin di bin karên wisan zor de
Soz, bi qewlên gotinan in, siwarên eşîrî ne yên ku tên,
Êl bi êl, qebîle bi qebîle; war bi war, dever û herêm in
Xilaf tê nînin; em li ku hene, li wir serhildan çêdibin!


Kîjan xwenezan dibêjin ku li berî me, tu tişt tune bûn
Lêbelê pirsên pêr û duh ên rêxistinan, îro jî bi sêyr in,
Sehne vedibin, sehne tên girtin ku li herikînên me ne!


Belê, em in dîjle û ferat, ew tarîx xistin koçên salan!


Dibêjin, mêrxas û gernas in, wek şêran radibin hevdû
Deng didin li qadan, şeqeşeq û şingeşingên bi hespan
Şervan û siwarî ne: bi şûr in, bi mertal in, bi tiving in!
Tof û tofan in: dem bûn, ew ketin; dem bûn, em ketin
Ew parastinên me yên rewa vala derdixe: bê yekîtî ye
Û ezbûn, tubûn, ewbûn in; ku bibin embûn bi tavan
Perde tên girtin û vekirin: li şûnên wan, pelşîrîn hene!


De nebêjin, lehiyên xwînê ne yên li wan deran dirijin
Zû an dereng dê bên ew rojên ku gel li benda wan in!


Em in ên ku dijle û feradî, ked û kerban dikin kulîlk!


Tu kes ne wek erdnîgara me, serbixwe û berhingar e,
Yên ku serî hildidin, bes ne serbazên xwezaya wê ne

Û yên ku bi tavên berê sergewaz dibûn, li pêş me ne!


Careke din, em xwe didin rê û rêçên xaka çarparçeyî
Gulberfîn çandin çend caran li qontarên çiyayê agirî
Em in ên ku bi gulan, pêşwazî dikin xwediyê kedan!
Em dîsa xwe berdin ji bakur de herêma gola urmiyê
Û gul danîn li qadan hetanî sînorên êrdîmên deryayê.


Em in kulîlkvanên li pêlên dengvedanên çaxên wan!


Gulevînan, gulhêviyan û çavlêmayinan ber hev dikin
Heger bawer nekin, em ê bêjin şûnwarnas û hekîm in
Şûnwarderdan, kulîlkjanan, kulîlkêşan derman dikin!
Eger qîma xwe hîn pê neanîn, em ê bêjin ku şivan in,
Li şivantiyê digerin mînanî cembelî diçe qerecdaxê!


Şîn û loma lê negerandin, me dan ber dilên evdalane!


Dibêjin ku şûr, kawdanên xwe nabirin, lê bi kul dikin
Kulên berxwedan û têkçûnên wan êlan, bi çend alî ne
Gelo wek hev dibin emr û encamên eşqên warên me!


Pê daketin, dilgiran bûn; silavên me man li şervanan!


Çi kulîlk in lepzerîn, babanî, bingazî, cizrî, sincarî
Û rewandizî, botanî, nehrî, berzanî, koçgirî, zîlanî
Û pîranî, hezroyî, sasonî, mûnzirî, dihê û sîlemanî,
Amedî, duhokî, efrînî, laçînî û hê li war û şûnwaran
Û sirgûnê cihanî ne ji welatekî, em dê tevde bizivirin
Hey çi gul û kulîlk hene, bi her halî kulîlkvan in, em!


Çav di geravên ronahiyên xwe de girav in, pê dinêrin
Rûyên tavîn li ber in lê durûtî li ku ne, di geravan de!


...............



Abdullah Karabax

(Tavên Stêrîn, helbest/çem)




BİR YÜREK ÇEŞNİSİDİR YAŞAMAK


...........


11.


Düşündüm, nesin: doğmak mı, beslenmek mi,
Büyümek mi, giyinmek mi, soyunmak mı..?
Özgür gözlü yüreğim ben, nazlı bir umuda
Yürümüş kanım
Bazı bazı kanar, bazı bazı yanar.
Sorarım nesini: uyumak mı, uyutulmak mı,
Uyanmak mı, uyandırılmak mı, çalışmak mı,
Çalıştırılmak mı, sevmek mi, sevilmek mi;
Uçmak mı, ölmek mi, öldürülmek mi..?
Aradım seni: düşündüğüm, hayal ettiğim gibi
Yaşamak istediğim gibi... sahiden, öyle misin?


Bir yıldız kopardım dalgın yaz seherinden
Serpiştirdim belleğimin eğrelti dereciklerine,
Yeşillendirdim kıyıcıklarını ağaçsı bitkilerin
İlk ataları bilge sakallı eğreltiotu ormanlarıyla.
Kulak verdim dereciklerin çağlayışına,
Seslerini dinlemek, tanımak ve zapt etmek.
Seçtim geçitleri geçirmeden önce çıplaklığımı,
İşaretler koydum yanlarına göz kararıyla.
Ve geçtim yol vermez gibi görünen dereciklerin
Yıldız telâşlı sularını yapyalın ayaklarımla.
Başlamadan önce bir başkaydı,
Başardıktan sonra daha da başkalaştı belleğim
Bu sınamalarla.


Seni yakalayan, sana dokunabilen ya da
Sevgililer gibi, birbirine sarılıp kalabilen,
Ya da ilk istemin ince yumuşaklığıyla ya da
İçli duygusuyla ya da ten zevkiyle konuşabilen
Var mı seninle;
Özgür gözlü yüreğimi yakan ateşine,
İsim koyamadığım, ey sevgili özgürlük!


Kaynar özlemin bilenenden yarınlara,
Yaralı yankıların zamana kazılmış
İzlerinden anlarım.
Kazıyıp derledim paramparça dalgaların
İzdüşümlerini
Pusatlı dilimlerden bir antikacı gibi:
Çizdim resmini bir altın yağmurcunun,
Kalıcı yurt edinmişler kıyıları, kumlukları
Bu kuşlar levhalı öykülerine göre.
Koşup koşup dururlar kurulu oyuncak misali,
Kız kurusu bedenleriyle, ipincecik gagalarıyla;
Gümüş yağmurcun, akgerdan, göl yağmurcun,
Dağ yağmurcun...
Ve paniktir halleri bunların
Ama yurt edinebilmişler upuzun kıyıları.
Koşuşturmak da serbest
Yavrulanmak da, uçuşmak da...
Okudum levhacıklarda resimli öykülerini
Ve hevesim, geçilmez pusatlı sisler kıyısında.


Yağmurcun kuşlarının sakındıkları
Kumsal tümsekliğe bakıyorum,
Epeyce uzaktır kıyı kalesine;
Kızan kaplumbağaların tırmanıp tırmanıp,
Kıçın kıçın kaydıkları bir yarış pistidir sanki.
Tepede olmak, bir kaplumbağa zaferiyse,
O halde; ölümüne bir çabayla elde edilir
Başarmak.
Levhanın paslısında işaretledim
Tutsak kızkuşunun,
Kıyı kalesinin ana burcundan uçuruluşunu
Ve kalenin burçlarında
Sütbeyaz tüller içinde yağmurcun defilesini.


Kuşlarda da özgürlüktür dolu yaşamın harcı!


Altın gibi değerli notlarından okudum
Telek kalemden metal kaleme devredilen
Düşünsel elyazmalarının.
Özgür gözlü yüreğim ben, sorgusundayım:
Bu dil nasıl insanlaştı,
Bu yürek nasıl özgürleşti?
Kendini tanımak, kendince olabilmektir.
Varlık olmak, böyleyse
Kendini serbestçe yaşayabilmektir.
Neresindesin kendinin, sordun mi hiç?
Dünden bugüne: bir tek dokusan dokuz
Sıfatta mısın, sıfatların gönül zulası?


Bakıp anlayabilmek için değildir
Gözlerin görevi!
Ancak onlarla; dış karanlığı delice delen,
Sonsuz akıl lâbirentlerinde ilerledikçe
Yol gösteren ışıltılı kenar dikmelerini
Seçebilirsin.
Öyleyse sarkıt bilginin merdivenini içine
Öğrenmek için:
Çıkar dışarı onları, kökleştir bilincini!


Ve her şeyden önce iç yolculuğun amacı:
Kendi özgürlüğünü tanıyarak özgürleşmektir.


Neden bu kadar gerek duyuyorsun
Ellerime, dedim, beynim,
Ayaklarım da onlar gibi yumuşak başlı,
Kulaklarım, gözlerim, ağzım ve dilim...
Ve tüm organlarım sanadır.
Seninle uyumlu olmayanı göremedim.
Özel silahlı birliklerin, ordun, polisin,
Hafiyelerin, vurucu gizli güçlerin...
Ve hapishanelerin, toplama kampların mı var?
Yok, dedi, beynim.
Ne şaşırdım, ne de sözü uzatmayı düşündüm.
Hayran kaldım zor kullanılmadan işleyen
Eşitlikçi düzenlerine.
Bunda, dönen bir şey olmalı, dedim.
Var, dediler, bir şey ki dengededir özü:
Hakların eşitliğine saygıdan gelir gıdası
Düzenimizin.


Özgürlüktür yüreğin sanat tanrıçası,
Güzelliğine sınır konulur ama aşkına zincir
Vurulamaz!


Beyindir, zorlanınca düşünür, dardadır:
Ayağın ele öykünmesini, dilin dile iğnesini,
Gözün ısırganlığını...
Ve çözdüm organsal bağlılıklarını:
Yaşamsal işbirliği, demişler medenice bir arada
Oluşlarına.


Ağırlanırsın kızıl kınalı, gelen ne ola:
Sancıdır,
Büyüyen bebendir, ateş, yanardağıdır hırsındaki.
Kayıtlar ebenin zor saati dalga dalga haykıran
Yerin yüreğindeki ateşin kızgın köpürmelerini.
Ve ben, uyurken aldattım seni;
Gülden güle giysilendim,
Daldım derinliğine içine, çaldım canlı ruhunu,
Emzirdim memenle, yatırdım yüreğimle.
O günden beridir ki sensin içimi ateşleyen...
Ana kalışına kanadım senin,
Şafakla doğan özgürlüksün güne,
Sormadım bedelini, alabilende,
Alıp koruyabilendesin.


Ne dev bir yapıtta; ne tunçtan, ne bakırdan,
Ne mermerden bir anıttasın.


Döndüm tabuyu sorgulamak için
Masal gibi bilinen geçmiş zaman
Arka bahçelerine.
Yasakların tutsağı ve günahların cezalısı
Benim
Yaratan da, tapan da, boyun eğen de...
Ve onlardan bir ben var: suçsuz, günahsız,
Tertemiz bir ben;
Bu ben’dir ki beni, ben edendir.
Ben’imi istiyorum, uydurup kendimi
Hapsettiğim tabulardan,
Yarattığım putların cümlesinden.
Nasıl ki anadan doğma gelişimle
Kimse tarafından ayıpsanmayan bir bensem,
O’nu istiyorum!


De ki gel; zafer şarkıları eşliğinde, gür sesinle,
Rüzgârla güreşen, ileriye fırlayan göğsünle gel!
De ki duy; söz bilen dilin, bakan gözün,
Çalışan elin,
Açılan ayağın, düşünen beynin varsa, gel!
De ki gör beni, bir bebek gibi el çırparak,
Bir yavru kuş gibi
Annesinin kanadına sığınarak, gel!
De ki vay, bana, uzak ve yakın tutuklu zamanların
Sayımından, hücresinden, infaz sehpasından gel!
Özlemlerim;
Dalgası belâlı göllere bağlandı, kanar kaldı içimde,
Hallerimi kervan ettim, bindirdim yollara
Yükledim dileklerimi nehirlere, saldım yadellere
Bir bilenim, bir dert koşanım olmaz mı ola?
De ki tarih; kaldır elini, koy vicdanına,
Başınla bir selâm ver de gel,
İki kara kaşın kubrasında,
Bir çift şahin gözün tanıklığında geçirdim
Bunca ömrü peşinde.
Ve sürüldüğüm, kaçaklara fişlendiğim
Ve uğruna dağlara dayandığım, sevdasına
Pusulara kapandığım,
Yollara düştüğüm ve sınırları aştığım,
Horlandığım...
Ve sonrası: deniz uzağı bir memleketten
Baş kuşanmaksız, kuşak üzerine
Meşin palaska bağlamaksız,
Bir tabut yalnızlığında döndüğüm
Sesimize sağır bir dünya içre,
Öylece de defnedildiğim.
Ve şimdi kendi toprağımda,
Sakin bir köy mezarlığında, bir köy ki
Berzan’dır ismi, göklerden ateşin yağışını
Oyuncak bilir.
Ve her yanım ferman yangınıdır hâlâ!


De ki doğ; unutulmuşluğun tunç sarısı
Sabahında,
Bir daha batmamak üzere, doğ umutlarıma!
Umutlarım ki havada yağmur bulutları gibi
Sabırsız
Ve yerde susuz tohum gibi suya muhtaç.
Ve onlar ki yaratıcı titizliğiyle düşlenir
Ve yürek içimlerine sunulur daha güzel
Günlerin müjdelenmesi için.
Bunun içindir ki özgür gözlü yüreğim ben:
Yaratandım, ezilendim, sevilendim, barışandım
Bir âleme ben, dedim, benlik sevdasındaysam
Namerdim!


Ancak özgür ben’lerledir yücelmenin yüce’liği.


Hal bu üzre; herkes ve her şey için
Atan yüreklerin vazgeçilmez çeşnisidir
Özgürce yaşamak.
Hal bu üzre hal; doğa ve toplum yasalarına,
Egemen olmaktır
Özgür insanlar tutkusunda buluşmak.
Hal bu üzre haldır ki
Yüreğim, sanat gözlü yürektir
Hem eseridir, hem ustasıdır anlayabilene.
Ve evrensel gülümser; oynar kendi sahnesinde,
Süzülür akar yüreğinize kendi penceresinden.


...........


Abdullah Karabağ
(Bir Yürek Çeşnisidir Yaşamak, nehir şiir)

MUHAMMET GÜZEL: Abdülkadir Bulut Saklı mı Yasaklı mı?



Bu konuşmayı hazırlarken; Bülent Güldal'ın Andız dergisine, 2006 da yazdığı bir yazıyı da okudum. Orada bir bölüme takıldım. Önce, o bölümü sizlere okumak istiyorum: (*)


"Bataklık suyunu kevser olarak benimseyenlerin arasında yaşıyoruz. Arabeskliğin, sığlığın, alkolikliğin vb. olumsuzlukların en uç halkasına öteyaşam düşçüleri eklendi bugün. Tanrısıyla sarmaş dolaş, dünyasından vazgeçmiş, hakkını, hukukunu mizan köprüsünde (!) alacağına inanan ve inandıkça da, sömürülenlerin yazıp söylediklerini okuyoruz dergilerde;


su başını tutan üç beş usta(!) nın pompalamasıyla mehdiliğe soyunacak neredeyse genç şair.


Şiirin Çin'inden söz ediliyor dostlar. Cini,şeytanı, meleği dillendirenlerin iki bin yıl öncenin şairinden hiç farkı yok demek ki. İki bin yıl önce de, her kapıya, her eşiğe bir cin yakıştırıyordu insan.”


Plehanov'dan da bir alıntı yapmak istiyorum. "Her sanat eseri bir şey anlatır. Çünkü daima bir şey ifade eder. Tabii her şiir anlattığını kendine has bir tarzda anlatır."(...) dedikten sonra: "Kabiliyetli bir sanatçı, yanlış bir fikirden ilham aldığı takdirde, kendi öz eserini bozar. Çağdaş bir sanatçı, eğer cemiyetin muhafazakar tabakasına, mücadelesinde destek olmak hevesinde ise, doğru fikirden ilhamlanamaz.”


Kimi yeni dünya düzeni kılıfı altında özledikleri, yeni tür gibi gösterilmeye çalışılan, ama eskiden tanıdığımız bir kölecilik düzeni özlemiyle... kimi, türedi sınıfların ortaya attığı, kendileri için demokrasi söylemleriyle... kimi dili bozarak... kimi dine oynayarak, emekçilerin soluğunu kesmeye çalışan cinler, en cin fikirli kiralık askerleriyle halkın birikimlerine saldırıyorlar. Emekçileri, mevcut dayanaklarından bile aşağı düşürebilmek için, onların, kazanımlarını ellerinden alabilmek için, onları güçsüz bırakmanın her yolunu olabilirlik içinde değerlendirip, yalanlar iftiralar kusarak saldırıyorlar. Bugün, çağdaş, laik, sosyal, hukuksal kazanım ya da edinim neyimiz varsa; saldırı altındadır. Bir zamanlar yetersiz bulduğumuz haklar bugün fazla görülmekte.


Bizler birey olarak, başımızı dik tuttuğumuzu düşünerek ortalıkta dolaşırken, o cinler, toplumsal olarak ne kadar kendi başına ve savrulmakta olduğumuzu görüp, yarın neremizden tutup çarpabileceklerinin hesaplarını yapıyorlar...


İnanmazsanız bir düşünün. o delikanlı duruşunuzu bozmadan...


Hepimizin, dişleri dökülmek üzere.
Dün yumruğunu sıkarak yürüyen bizler, bugün
dişlerimizi sıkarak yürümekteyiz.
Eskiden iki düşün bir konuş diyen bizler, şimdi
kırk düşünüyoruz ama tam söyleyecekken, laf daha
ağzımızdan çıkmadan dişlerimizin arasında ezip
yutuyoruz.


Daha emekten, haktan yana, daha özgür, daha aydınlık bir demokrasi için, dünkü düzeni beğenmeyip, değiştirmek için ölümlere yürüyen bizler, bugün, dünkü o beğenmediğimiz düzeni savunmak zorunluluğuyla karşı karşıya bırakılmışız... Dün okuyan bizler, bugün seyrediyoruz. Dün dilimizden düşmeyen, beynimizin ışığına fer veren şairler, yazarlar vardı. Ölenler bu halimizi görmedi diye şükreden bir utangaçlık içindeyiz. Belki bir utangaçlık duygusu da bunlara karşı yüklenmeyelim diye, yaşayan sanatçılarımızın, edebiyatçılarımızın yazdıklarını, anlattıklarını gönlümüzden uzak tutuyoruz.


Bugün de sanatçılarımızın çoğu güzel şeyler üretiyorlar. Nihat Behram gibi "İsyan edin" Diye haykıran da var, Bülent Güldal gibi, "Dağlara dönme zamanımdır şimdi / rüzgârımı geri ver, odalar senin olsun" diye tavır beyan edenler de var. Elbet çok örnek verilebilir. Bir de bunlar ve benzeri şairleri bile hayran bırakacak güzellikte mısralar döktürenler var. "Yıldızlardan ufo biçip, kıçına kibrit çöpüyle zemzem damlatanlar" bile var. ‘Öyle bir dönemeçteyiz ki;' (alışılmış lafından sonra diyeceğim ki;) Güzel ve doğru olan acıtıyor, güzel ve boş görünen avutuyor. Avuntu beğeniye yoruluyor. Doğrudaki güzellik, gözden ıraklaştırılıyor. Ama, bir adam var, tarihten izleri kolay silinmeyeceklerden... bu adam, sonradan adını fotoğrafçılık tarihine de yazdıran, hatta ilk İstanbul fotoğraflarını çeken, Maxime Du Camp adlı adam, bizi peşin peşin uyarmış:


"Güzellik şeklindeymiş, amenna, kabul ettik! Fakat bunun özünde fikir olmalı fikir! Güzel bir kafa amma, içinde beyin eksik Böyle bir güzelliğin sizce değeri nedir.”


Abdülkadir Bulut, sanki bu dört dizeyi, kendi hayat ve sanat anlayışını açıklarken, açıyor, Aslında bas bayaa bugünü tanımlıyor. Bugünün edebiyatçısına bir mektup yazmış sanki...


"Bütün değerleri yıkılmış, bütün değer ölçüleri yok olmuş bir dünyada şiire varmak, onun sıcak elini yakalamak zor bir iş aslında.


Hele hele üretim araçlarının insanı tutsak ettiği, insanı kendi öz yaşamından saptırarak yozlaştırdığı bir düzen de varsa ortada...


Öte yandan türedi sınıfların egemenliği tüm boyutlarıyla ağırlığını koyuyorsa, en kötüsü ekmek bir kurdun ağzında geriliyse, işte böylesine karanlık, böylesine çelişkili bir ortamda kalemlerimle, sözcüklerimle, kavgalarımla, kendi şiirsel bakış açımın doğrultusunda adımlıyorum hayatı.


Biliyorum ki, demire örs, toprağa kazma bile kolaylıkla varmıyor. Bütün bu çabalar, çağdaş bir uğraş, çağdaş bir yöntem istiyor. Dahası diri ve büyük bir tutarlılık istiyor.


Çünkü her toplumun kendine özgü bir var olma, bir gelişme görüntüsü vardır.


Kanımca ozan, toplumların var olma erdemleriyle varoluş süresi içinde, onların kavgalarına, devrimci bir öz, devrimci bir öfke ve akla yakın bir tavır vermekle yükümlüdür. Kaçamaz ozan bu sorumluluktan. Elini kolunu sıvayarak yapacak bu işi. Çünkü yapı ustası bile, harcı içten bir duyarlılıkla atıyor duvara. Ozan, toplumsal olguları, toplumsal direnmeleri soyut yanlışlar içinde yansıtmamalı. Tersine, özümlediği şiirsel özü somut doğrular içinde sergilemeli.”


Yukarıdaki sözlerinden de anlaşılabileceği gibi "Sözlerimin konusu olan kişi bir sosyalisttir."


Şiirinin kaynakları üstüne yazanlar, Yine bir devrimci şair Enver Gökçe ile kıyaslamalar yaparlar. Enver Gökçe’nin toplum birikim ve yargılarını alıp o birikimlerdeki devrimci özü şiirinde işlemesini Abdülkadir Bulut daha ileri taşıyarak, kendi insanlarının birikim, yaşam ve tutumlarındaki edilgen görünüm altındaki ilerici öze devrimci maya katarak devrimci devingen bir duygu yaratmayı başarmıştır. Bu bir sosyalistin kopyacı, benzemeci tavırları yıkıp, kendi insanına özgü bir devrimci duruş inşa etmesidir. Bölgeselden, ulusala, oradan evrensele tekerlemesini zorlaştırmış, önce, insandan bölgeye varılacağını, ötekilerin sonra geleceğini kanıtlamıştır. Kendi deyimiyle “özümlediği şiirsel özü somut doğrular içinde sergilemiştir.” Hem bireyde hem toplumda…


Ve bu yaklaşım, sistemin cinleri için tehlikelidir.


Ama biz onun sosyalist dünya görüşünün ışığında ürettiği onca şiirini, aklımızdan anılarımızdan silip yerine onun hazin ölüm öyküsünü yerlemişiz. Onu unutturmak isteyen düzenin cinlerinin çanaklarına yağ taşıdığımızın farkına bile varamıyoruz.


Abdülkadir Bulut’un ölümü, öylesine öne çıkartılarak anlatılmaktadır ki, yazdıklarını perdelemek için, ona karşı bir acıma duygusu yayılmaya çalışılmaktadır. Kendisini hayatı ya da şiirleriyle tanıyıp sevenlerin de sevgileri, yoldaşlığa onun deyimiyle 'adaşlığa' dönüşecek yerde acıma duygusuyla önü kesilerek etkisizleştirilmektedir.


Burası Türkiye. Şair Orhan Veli gibi belediye çukuruna düşüp ölmek, Ali Rıza Ertan gibi konserveden zehirlenerek ölmek kadar minibüsten düşerek ölmek de doğal. İki yıl önce, İnternette Google arama motorunda bakıp, minibüsten düşüp ölmeleri aradım. Abdulkadir sözcüğü çıkarılınca, aralarında bir dana ile ilgili haberlerinde bulunduğu 428 kayıt var. Abdülkadir sözcüğü aramaya katılınca sayı 658'e çıkıyor.


Geçenlerde yine baktım. Daha bu yıl benzer kaza yaşayanlar var. 14 Şubatta, 16 Şubatta, 21 Nisanda, 29 Temmuzda yaralanmalı ve ölümlü minibüsten düşme kazaları yaşanmış.


Bugün; “Minibüsten düştü öldü” Yazıp google’a sorulduğunda 6970 kayıt veriyor. Abdülkadir Bulut’u adını düşersen kayıt sayısı 3990… Abdülkadir Bulut’un ölümü acı…


Abdulkadir Bulut’un bu ülke için, bu ülke insanının özgürlük mücadelesi için ürettiği ürünleri yani emeklerini gözden ıraklaştırabilmek için onun acı ölümünün, o acıklı kazanın, şairin inançlarının önünde gösterilmesi beni rahatsız ediyor.


Bu söylediklerimi yok sayıp kimse, Abdulkadir Bulut’un ölümü önemsizdi demek istediğimi sanmasın...


Önemliydi.

Acıydı.

Acıklıydı.

Abdulkadir Bulut, minibüsle yolculuk ediyordu bu ülke adına acıydı.

Bir büyük şair, minibüsten düşüp ölüyordu, bu daha da acıydı.


Peki; yumrukları havada eylemden eyleme koşan,


"Senin koynunda mutlaka bir şey var yurdum
Baksana elin bir gelip bir gidiyor ceketinin altına
Belki gümüş işlemeli bir ata yadigarı vardır
Belki de benim de göremeyeceğim bir fırtına"


diyen bir devrimciyi, bir sosyalist şairi, inancıyla ürünleriyle anmak yerine, ölme biçimine ağlayarak anmak daha acı değil mi?


İçinde yetiştiği insanların, yakımlarında seslerine karışıp;


"Susardı kurt, susardı kuş
Hollu çalarken Asardağı'nda
Titrerdi başparmağın sevdayla
Nazlı gerdanının altında


Katlanamadığım bir acısın
Sümbül ile nergis arasında
Ben dizlerimi döverim her gün
Eller koyun kuzu tasasında


Emlik bir kuzu mu oldun
Sümbül ile nergis arasında"


Diyerek yüreklerin, sesi olmuş bir şairin ölümünden gayrı konuşulacak özelliği yok mu?


Gözyaşları da çiçek açar şiirinde:


"Ellerimi dokunduğum her yerde
Çığlık çığlığa kıvranıyor hayat.
Ve ölen arkadaşların giysilerini
Bir kere daha dürüp koyuyor analar
Çamaşır sandıklarına.
Gözyaşları da çiçek açar


Bugün yurtyeri olsa da acılara
Kayaların en sarp yerlerindeki
Kırlangıç yuvalarını andıran alnın,
Bir gün terli bir gelecek uçuracak
Sabahlardan akşamlara kadar.
Gözyaşları da çiçek açar


Ansızın oyuna başlayan çocukların
Sesleri kadar canlı ve huylu
Sevinçleri kadar taze ve acemi
Bir duruş kuşatacak işte seni.
Gözyaşları da çiçek açar


Başını dayadığın ağaç dalı
Bak hafifçe eğildi toprağa doğru.
Uyuyan bir çocuğun soluk alışını
Dinler gibi kendini vererek
Yaklaş, yüzünü örse de acılar
Boynundan ter boşalan herkese.
Gözyaşları da çiçek açar


Yaklaş, yüzünü örse de acılar.
Ve nasıl yakalarsa toprağı kök,
Suları renk, dalları kiraz,
Sen de öyle yakala hayatı.
Yürü kol kola canıma değsin...
Gözyaşları da çiçek açar"


Diyerek, acılara, umutsuzluğa karşı umudu, Dogmaya karşı düşleyip, yaratmayı örgütleyen bir sosyalistin... böylesine, yurdunun insanından umutlu bir şairin şiirleri... neden dik yürüyebilen onurlu insanların alınlarının altında nakışlı değil...


Neden, sadece bir ölüm haberinin altında boğuluyor tüm aydınlığı...


Bizler, insancıl, devrimci, ille de yufka yüreklerimizle o ölüm biçimini ve acıyı hazmedemediğimiz için mi, ölüm olayında takılıp kaldık.


Yoksa, dönen çarkın bir dişlisine takılıp, kendi düşlerimizden izimizi silmek mi daha kolay gelmiş…


Olaya bu açıdan bakmak da, aklımıza gelse bile aklımızın değil, günü kurtarabilmenin peşine mi düştük,


Şair bize küsmüştür diye mi düşünmektesiniz şimdi de?


Yol şiirinde:


"Beni görünce yol değiştirmene rağmen,
Görmezden gelmene rağmen kalabalık yerlerde,
Kızmadım terk etmedim seni gene de
Kavlağını taş aralarında bırakan
Yılanlar gibi
Her şeye rağmen bırakmadım seni.
Çaput içinde ve emziği yakasında takılı
Bir sabah annesinin cami avlusuna terk ettiği
Bir bebek gibi."


Diyen şair, halkına hele de 'adaşlarına' küser mi?


Geçiyordum uğradım diyenler, ya da ben tanımıyorum kimmiş bu adam diyenler için:


Şair Abdülkadir Bulut, (D. 21.04.1943, Anamur Akine Köyü- Ö. 9 Ağustos 1985, Mersin


“Öğretmendi.


Çağdaş, aydınlanmacı, devrimciydi. Şiirlerinde bu niteliği de öne çıkıyordu. Dosttu, devrimci arkadaşlarına "Sen tek başına değilsin" diyor, "Boynu yağlıklı" köylülerini unutmadığını iletiyord

Mersin Çarşı Karakolu'nda gözaltındayken, kendisine ve birlikte olduğu arkadaşlarına yemek taşıyan Terzi Adil'i hiç aklından çıkarmıyordu. Çocuğu Morca'dan (çıban) ölen, köylüsü Haceli'nin acısı o'nun da yüreğini dağlıyordu.


(Çalışmanın önemini anlattığı bir gün;) Öğrencilerine, olmasını istedikleri bir dilekleri olduğu zaman ne yapmaları gerektiğini sorar, öğrenciler "Dua ederiz" yanıtını verir; "Peki çocuklar, hadi şimdi dua edin de şu duvardaki saati durdurun" der, çocuklar dua ile saati duramaz. Konu köyde duyulunca damgayı yer. "Bu öğretmen komünist!"

Bu damga yetiyordu kasabalı gericiler için. 10 Kasım 1966 günü Ferizler köyünde düzenlenen Atatürk'ü Anma Gecesinde yaptığı konuşma üzerine, Kaymakam ve Adalet Partisi ilçe başkanı, savcılığa şikayet ediyorlar. Milli Eğitim Bakanlığı da idari soruşturma başlatıp müfettiş gönderiyor. Uzun süren idari soruşturma ve savcılık soruşturmasında bir sonuç alınamıyor ve o cin görünümlü müfettiş suç aletini buluyor.

Kereste kamyonlarının, yolda çiğnediği kurbağa kurusu.

Abdülkadir bu kurbağa kurusunu almış, okuldaki odasının duvarına asmış, kendisi farkında değil ama cin yapılı müfettiş (!) yakalamış. Kurbağanın sağ kolu kırık, sol kolu ileriyi gösteriyor. Bundan daha iyi suç aleti olur mu? (şimdilerde şiirlere sirayet eden cin, o zamanlar nerelerde dolaşıyormuş.)


Ve Abdülkadir Bulut müfettişin raporu üzerine tamı tamına 777 gün açıkta kalıyor, çevresi daralıyor, en yakınları bile uzaklaşıyor. Gerçekten Abdülkadir için, o 777 gün, çok zor günler.”(Güngör Türkeli)


Bir namuslu devrimci gibi yaşadı. Sosyalist gerçekçi şairdi.


{Sen Tek Başına Değilsin 1- (1976) 2- (1984) Acılar Yurdumdur (1981) Kahveci Güzeli (1981, çocuk şiirleri) Yakımlar (1982) Gözyaşları da Çiçek Açar (1983) Yurdumun Şiir Defteri (1985) Direniş günleri 1987 Üveyikler Göçerken (çocuk romanı, 1981) Ülkemin Şiir Atlası (1986, bütün şiirleri)}


Dokuz şiir kitabı ve bir çocuk romanı dolusu, düş ve umut ekip ülkemizin göğüne, şiirlerine karıştı, Aptal bir kazada uçtu gitti.


Şimdi konunun öteki tarafına bakalım.


(Yurduma dair)


"... Yaktığı şiirlerin külleri
Askılardan rastgele yere düşmüş
Siyah okul önlükleri gibi
Duruyor yurdumun üstünde


Küncülü simit satılan yerlerde
Okul önlerindeki duvarlarda şimdi
Elleri havada aranan gençler
Ama çıkmıyor üstlerinden
İnançtan başka hiçbir şey

Dinlenirken hainin toprağa çizdiği
Şekillerin bozulan yerlerinde
Harfleri kırılmış bir yiğidin adı
Bir yol ama pek belli değil
Ve bir ev harçlı duvarına
Yurt edinmiş bir incir ağacı
Susuz penceresindeki karanfil


Çiçek de açmaz oldu geceleri
Kaysıların sarkık dalları
Diren ey benim sevgili yurdum
Sana ancak direnmek yakışır
Kuşlar öterken eskisi gibi
Titretmese de göğüslerini"


Dizelerinin şairi, Abdülkadir Bulut'un; Bugün piyasada hiçbir kitabı yok. Nedeni ortada. Saklı da değil, şükür, henüz yasaklı da değil. Biz okumadığımız için yok. Evimizde çoluk çocuğumuzun yanında okulda öğrencilerinizin yanında, adını kazara ağzımızdan kaçırıp, bir küçücük ilgi kıvılcımı doğduğunu görürsek, oracıkta boğuveriyoruz. "Çok iyi şairdi, dolmuştan düştü öldü." Diyoruz ya da internetten bakıp bir şiirini bulmasını istiyoruz.


Ölmese çocuklarımıza öğrencilerimize okutacak mıydık? Bunu kendimize soralım.


Şiirleri tek ciltte toplanıp basıldı 1986'da...


Bitti. Yayıncı yeni baskı yapmadı. Çünkü kitapçılardan yeni baskıyı gerektirecek talep gelmedi.


(E yayınlarında, az sayıda basılan, Ali F.Bilir’in hazırladığı bir araştırma kitabı da bugünlerde bitmiş olmalı. O da az basıldığı için bitti.)


Çünkü biz, devrimci diye bildiğimiz dostlarımıza, yakınlarımıza misafirliğe, buluşmaya giderken, Abdülkadir Bulut'un hazin ölümünün öyküsünü götürüp, yazgısına ilenme kolaylığı varken, yazdıklarını götürüp bilenmeyi aklımıza getiremedik. Şairin; giderek unutulmaya mı, unutturulmaya mı çalışıldığını sorgulamaya kalkışırsanız bunu da bir kenara koyun.


Yaşarken unutmaya başlamış diğer devrimcilerin kitapları için de aynı şeyler söz konusu.


Bütün devrimci sosyalist şairler yazarlar gibi, cin fikirli cinler; devrimciliğine dokunurlarsa yanacaklarını bildikleri için başka yerlerinden tutup çarpmaya çalıştıklarından biri de Abdülkadir Bulut'tur.


Biz gelelim bu cinleri şiirin - sanatın içinden, nasıl çıkarıp atacağımıza: (hâlâ var ise eğer) Dünya görüşümüz, beğenilerimizin de belirleyicisi olduğuna göre. Bizlerin, dünyaya bakışımızdaki yoşuma, yavşamaya doğru gitmeden bir ruh çağırmamız gerek.


Evet buyurun ayine:


Öyle geldiyse üç kere tıkılayan ruhlardan söz etmiyorum.


Şu son birkaç yılda dikişleri dökülmeye başlamış devrimci özümüzün ruhunu geri çağıralım. Kendi devrimci, yurtsever, demokrasiye inanan, halkımız için özgür ve hakça bir dünya kurabilme özlemi taşıyan ruhlarımızı kendi özümüze geri çağıralım.


Özeleştiri Şiirinde


"Ne göbeği burnundan ileride
Birinin önünde eğildim
Ne de göbeği burnundan geride
Bir başkasının"

Diyen yağız delikanlının onurlu tavrı, bu ayinimizde rehberimiz olsun.


Eldeki son şiiri


Senin Feriştahın da Gelse’de


"Eğer benim aklımda tuttuğum
Aklın bir su kıyısından koparılarak
Dünyanın göğsüne bırakılmış bir gülse
Ve bana benziyorsa toprağı
Vermem sana feriştahın da gelse


Eğer benim aklımdan geçen
Rüzgar uğultularından yapılmış
Süsü onur olan bir alınsa
Elini sürdürmem ben senin
Feriştahın da gelse"


Diyen sesi, iman tahtamızın orta yerinden haykırsın ki, küstürdüğümüz, devrimci ruhlarımız bizleri bağışlayıp geri gelsinler de hayatımızı kuşatan cinleri hep birlikte ürkütelim….



MUHAMMET GÜZEL



(*)Bu yazı, Muhammet Güzel’in, Manavgat Köprülü Kanyon´da düzenlenen “Abdülkadir Bulut” konulu “Dolunay´da Şiir Akşamı”nda yaptığı konuşmanın metnidir.