Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Ocak 2013 Perşembe

EMEĞİN SANATI'NDAN 133. MERHABA




Merhaba,

Emeğin Sanatı yeni bir sayıyla karşınızda.

Gündeme bakarsanız gün  dünden daha bulanık...  Tutuklama furyası avukatlara kadar uzandı. Kitap yasaklamaları devam ediyor. Daha da kötüsü, yeni terör yasalarıyla insanlarını haklarını arayamaz duruma getirilmek isteniyor. Anayasa üstüne şantajlar da hakeza...

Bu ortam içinde sorumluluklarımız daha da artmaya başladı. Artık Moğollar grubunun “Bir Şey Yapmalı” şarkısı kulaklarımıza pelesenk olmaya başladı.

Hasan İzzettin Dinamo, “Bir ülkede baskı düzeni yürürlükteyse, o ülkenin edebiyatı dip sularda, köpüklenmeden, sessiz ve sakin akmağa başlar. Sanat simgelerle ve benzetilerle dolup dilin olanaklarını zorlar” diyor. Bugün de iktidarla ters düşmeyen, sessiz, sakin bir edebiyat dayatılmak istenmekte...

Ancak, halktan, temelden, topraktan ve doğanın derinliklerinden gelmeyen, onlardan etkilenmeyen sürüngen bir edebiyat geçicidir, ölümcüldür.  İşte biz devrimci sanatçılar, burada sesimizi yükselterek,  eserlerimiz ve eylemlerimizle alanları dalgalandırarak  bu durgunluğu ve sessizliği bozmalıyız.

Bir edebiyat yazısını edebiyat yazısı kılan şeylerden en önemlisi insan açısından yazılmış bir yazı olmasıdır. “İnsan açısından” söyleminin içeriğine, her türlü toplumsal ve bireysel haksızlığı, adaletsizliği, zulmü sığdırılabilmek mümkündür. Bu konuya açıklık getiriyor Yevgeni Yevtuşenko: “Yazarlar, tıbbın başaramadığını başarmış, insanların yok olup gitme kara yazgısını yenmiş kişilerdir.”

Devrimci sanatçılar, her çağda direnmenin simgesi olduğu gibi gerçeği kavramanın da öncüsü olmaya devam edecektir, etmelidir.  Sanat, her zaman özgürlüğe çıkmak olacaktır bizim için; baskı ile doğabilecek bir dehşetten, bir umutsuzluktan, bir kinden, kurtulmak olacaktır.

Son sözü, muhazakârların dillerinden düşürmedikleri bir şaire vereceğim. Muhafazakâr sanat, edebiyat  ve şiir peşinde olanların ideolojik olarak sahiplendikleri ama sanatsal olarak hiç uyuşamayacakları, “Sözüm odun gibi olsun hakikat olsun tek!”diyen bir şaire:

“Şiir için, edebiyat için “süs”, “çerez” diyenler var. Karnı tok, sırtı pek milletlere göre bu söz belki doğrudur. Lâkin bizim gibi aç, çıplak milletlere süsten çerezden evvel giyecek, yiyecek lâzım. Onun için ne kadar süslü, ne kadar tatlı olursa olsun, libas hizmetini, gıda vazifesini görmeyen edebiyat, bize hiçbir şey söylemez.”  Mehmet Âkif Ersoy

Biz devrimci sanatçılarin sözlerimizin niteliği odun gibi kuru olmayacak elbette. Ama içeriği, egemenlerin tepelerine inen birer odun gibi olacak elbette...



Ali Ziya Çamur


BU SAYININ SAVSÖZÜ

“Yaşam gerçekleri ve uygulamadan doğan sorunlar bu duyguyu sürekli beslemekte ve geliştirmektedir. Bu ise, adaletsizlik duygusunu doğuran nedenleri ortadan kaldırmak ve aksamaları önlemek konusunda adaleti önemli kılmaktadır. Adaletsizlik duygusu genel yasaların ve özel kararların canlı bir yapıcısı ve biçimlendirici unsuru olup, kaba güce karşı hukukun galip gelmesine yardım eder.

Bu açıklamaların ışığında, Türk şiirinde gerçek anlamda adaletin var olduğunu söyleyebilir miyiz? Büyük kent-taşra ayırımının yapıldığı, zaman zaman taşranın acımasızca yerden yere vurulduğu, şairlerinin köylü kurnazlığı ile suçlandığı bir şiir ortamında eşitlikten ve düzenden söz edilebilir mi? Büyük kentte yaşayan şairlerin her türlü şiir etkinliğinde ve ürünlerinin dergilerde yer bulması konusunda taşradaki şairlere göre birkaç adım önde olduğunu söyleyemez miyiz? Taşrada yaşayan bir şair - kentli bir şair olsa da, çünkü bir kavram olarak taşralılığı şiirdeki sığlığın ve hamlığın betimleyicisi olduğunu bilsem (yine de taşra yerden yere vurulmayı hak etmiyor) ve taşrada yaşayan birçok değerli kentli şairin varlığından haberdar olsam da – ağzı ile kuş tutsa büyük kentin eski ve önemli bazı dergilerinde kendine yer bulabilir mi? Bazı dergilerce genç şairlere önem verme adına, şiire sonradan başlamış daha yaşlı fakat yüreği ve şiiri genç şairlerin ürünlerine -ne denli güzel ve çağcıl olsa da- yer verilme-diği/verilmek istenmediği bir gerçek değil midir? Ne yazık ki, bugün bazı yayınevleri genç şairlerin dışında kimsenin kitabını basmamaktadır, ki bunun mantığını anlamak güçtür. Önemli olan fiziksel yaş değil, şiir yaşıdır. Ülkemizde ve dünyada şiire kırkından sonra başlayan ve yeni şiirin izini süren yüreği çok genç şairler vardır. Bir şiirin yalnız tek bir dergiye gönderilebileceği, bir dergide basılan şiirin artık asla başka bir dergiye gönderilmemesi gerektiği, gönderildiği takdirde bunun etik olmadığı, yalnız gönderildiği derginin malı görülmesi gibi burjuva-mülkiyetçi bir anlayışı da şiirdeki adaletsizliklerden saymalıdır. Kanımca bu, son derece benmerkezci, sahiplenmeci ve ipotek altına almacı gerici bir yaklaşımdır, Şairin özgürlük alanını, iyi bir ürününü birkaç yerde yayımlatarak daha çok okurla buluşma, paylaşma isteğini ortadan kaldırmaktadır.

İşte genel anlamda ve özel olarak da şiir bağlamında diyebiliriz ki, artık toplumun her kesiminde adalet duygusu yerini yavaş yavaş adaletsizlik duygusuna bırakmaktadır. Şiirde de, eşitlik ve düzeni etkileyecek olan, büyük kentin eski, köhne, kalıplaşmış, şaire üstten bakan, yanaşılmaz gücüne karşı hukukun galip gelmesine yardımcı olacak olan ve adalet duygusuna adaletsizliğin önüne geçilebilmesi için önlem alma içeriğini kazandıracak olan bu adaletsizlik duygusudur ve bu sürecin işlemesini beklemekten başka yapacak bir şey yoktur.”A.UĞUR OLGAR  www.ugurolgar.net


YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ


ADİL OKAY’DAN YENİ BİR KİTAP:
“BEN ÇIKANA KADAR BÜYÜME E Mİ”

Adil Okay,  cezaevi kapılarında görüş günlerinde büyüyen çocuklardan yola çıkarak yazdığı “Ben Çıkana Kadar Büyüme e mi” kitabı NotaBene Yayınları tarafından yayınlandı

“Ben Çıkana Kadar Büyüme e mi?”, diğer adıyla “Hapishane Kapılarında Büyüyen Çocuklar”, alanının tek kitabı olma iddiası taşıyor. Zira bugüne kadar insan hakları örgütlerinin raporlarında yer alan rakamların, bu kitapla canlanıp ete kemiğe bürünmesi söz konusu. Yazar Adil Okay, üç yıllık bir çalışma sonucu, Türkiye’nin tüm cezaevlerinden 100 kadar politik tutuklu ve hükümlüye ulaşmış, mektuplar aracılığıyla onları anlamaya ve anlatmaya çalıştı. Bununla yetinmedi, kitabında anne veya babaları tutuklu olan, dolayısıyla hapishane kapılarında büyüyen çocukları konuşturdu. Görüş günlerinde yaşanan olayların hem fiziki, hem de psikolojik yıkımını gözler önüne serdi. Dışarıdaki eş ve çocukların yaşadığı travmayı, onların çıplak ama yakıcı sözcükleriyle bize göstermiş.

Okay, “Ben bu kitabı hazırlarken, her gelen mektupla yeniden sarsıldım, aylarca kabus gördüm, okuyucu ise bir kez sarsılacak ve empati yapacaktır.” diyor. Kitapta yer alan isimlerden bazılarının öyküsü inanılmaz ve dünyada eşi benzeri yok: 32 yıldır hapishanede olan Tahir Canan, bebeğiyle birlikte hapishanede kalan Gazal Dülek, kanser hastası olduğu halde tahliye edilmeyen şair Erol Zavar, bir çocuğu kanser, diğeri epilepsi hastası olan Hanım Onur, 20 yıldır çocuklarını göremeyen Mehmet Gök, eşiyle birlikte tutuklanan ve “bir yastıkta değil ama aynı infaz dosyasında kocadık” diyen Baki Yaş, “oğlumun doğumunu bile göremedim” diyen Resul Baltacı, “ben kızımın hep çocuk kalmasını isterdim” diyen Turan Demir, “Çocuğum rüyalarımda hiç büyümüyor” diyen Ebedin Abi, soyadı tutmadığı için 18 yıldır oğluyla görüşemeyen Zeynel Karabulut, altı çocuğu da tutuklu olan bir anne, tutuklu gazeteci Füsun Erdoğan, Mustafa Balbay ve diğerleri. Kitapta ayrıca mahpusların cezaevlerinde çekilmiş fotoğraflarının yanısıra eli işi ürünleri, resim ve karikatürleri de yer alıyor.

Adil Okay’ın kitaba yazdığı  uzun önsözden bir bölüm:

“Onlar, mahpus anne ve babalar ne okul kapısında bekleyebildiler çocuklarını ne de oyun parklarında koşturabildiler birlikte. İçlerinden 10-15-20 ve daha fazla yıldır yatanlar, ne çocuklarının hastalıklarında yanlarında olabildiler, ne doğum günlerinde ne de düğünlerinde. İşte bu gerçekleri bilerek - duyarak yaşayan mahpus anne ve babalar, esaretin ve hapishanelerdeki keyfi cezaların mağduriyeti yanı sıra, çocuklarından ayrı olmanın da acısını yaşıyorlar. Belki de dışa vurmayan, itiraf edilmeyen, satır aralarına, özel söyleşilere gizlenen vicdan sızısı kronikleşiyor. Zaten mahpus olmanın yarattığı acılara, gözle görülmeyen yenileri ekleniyor.

Kitapta kullandığım resim, karikatür ve desenleri “hapishaneden” gelen ürünler arasından seçtim. Tutsakların yaratıcılığını ve tecrit içinde tecrit yaşamalarına rağmen üretmeye devam ettiklerini okuyucuya göstermek istedim. Ayrıca belirtmeliyim ki, bu kitapta bir diğer amaç, ağırlıklı olarak yakın tarihi, 1990’dan günümüze kadar olan hapishane sürecini halen zindanda olan tanıkların aracılığıyla (ve belgelerle) göstermektir.

Kitapta yer alan politik mahpuslar ve çocukları yani birinci dereceden tanıkların ifadeleri, hapishanelerdeki genel uygulamalar ve “mevzuat” hakkında ayrıntılı bilgi sunmaktadır. Bu uygulamalardan bir diğer deyişle “eza”dan tüm tutuklu ve hükümlüler etkilenmektedir. Bu örneklerden yola çıkarak bu gün itibariyle Türkiye cezaevlerinde yatan 140 bin tutuklu ve hükümlünün, (c)eza evlerinde yaşadıkları hakkında bir öngörüye sahip olmak mümkün olacaktır?”


YAVUZ AKÖZEL’İN  KALEME ALDIĞI
KAPİTALİZMİN KALESİ DOSTOYEVSKİ E-KİTABI YAYINDA

Yavuz Aközel Arkadaşın kaleme aldığı ve e-dergimizde yayınlanan “Kapitalizmin Kalesi DOSTOYEVSKİ” yazı dizisi emeğin sanatı e-yayınevi tarafından e-kitaplaştırıldı.

Kafalardaki klasikleştirilmiş, kültleşmiş Dostoyevski anlayışını yıkan, yazarın iç yüzünü, antikomünist dinci tavrını belgelerle ortaya koyan Yavuz Aközel’in bu çalışmasının e-kitabına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:
http://issuu.com/emeginsanati/docs/kapitalizmin_kalesi_dostoyevski-yavuz_ak_zel?mode=window


SANATÇILAR GİRİŞİMİ'NDEN AKÜN VE ŞİNASİ SAHNESİ
AÇIKLAMASI:AKP BABALAR GİBİ SATIYOR...

Ankara’da bulunan Şinasi ve Akün Sahnelerinin satılacak olmasına ilişkin Sanatçılar Girişimi bir basın açıklaması yaptı. Girişim, "AKP babalar gibi satmayı, ülkeyi pazarlamayı sürdürüyor. Tarihsel ve sanatsal değere sahip Akün ve Şinasi sahnelerinin pazarlanmasına engel olalım" dedi.

AKP'nin sanat alanlarına saldırısında son nokta olan Şinasi ve Akün sahnelerinin satılarak yok edilmesi sürecine ilişkin Sanatçılar Girişimi bir açıklama yaparak tepki gösterdi.
Emek Sineması'ndan sonra sıra Ankara'da: Şinasi ve Akün Sahneleri kapanma tehditi altında

Ankara’nın eski tiyatro salonlarından Şinasi Sahnesi ve Akün Sahnesi AKP saldırısından nasibini aldı. Devlet Tiyatroları’na bağlı olan ve halen faaliyette olan bu iki sahnenin içinde bulundukları 13 katlı bina Emek İnşaat tarafından satışa çıkarılıyor.

Konuya ilişkin Sanatçılar Girişimi tarafından yapılan açıklamada şu ifadeler yer aldı:

HER ŞEY SATILIK

“ AKP Başkanı ve BOP eşbaşkanı Erdoğan, bir ara asıl işinin ülkeyi pazarlamak olduğunu açıkça söylemişti.

Bir zamanlarını maliye bakanlı olan kişi(bu görevden neden alındığı hâlâ gizemini koruyor)i ulusal varlıklarımızın pazarlanmasıyla ilgili olarak söylediği “babalar gibi satarım” sözüyle tarihe geçmişti…

AKP babalar gibi satmayı,ülkeyi pazarlamayı sürdürüyor…

Devlet Tiyatrosu yönetimindeki Akün ve Şinasi sahnelerinin satılığa çıkarılması, bu satış işlemlerinden bir tanesidir.

Bu satış olayını da sadece bu sanat mekânlarının satılması, yağmalanması olarak değil, bütün ülkenin pazarlanmasının bir parçası olarak görmek gerekiyor.

Sahneler satıldığında, yeni sahipler onları herhalde kültür mekânları olarak kullanmayacak. Pazarlamacı siyasal iktidara karşı ulusal değerlerimizin dokunulmazlığını savunalım. Sanatın ve kültürün, ulusal değerlerimizin alınıp satılır bir meta olmadığını gösterelim.

Tarihsel ve sanatsal değere sahip Akün ve Şinasi sahnelerinin pazarlanmasına engel olalım.”


2013 TURGUT UYAR ŞİİR ÖDÜLÜ BAŞVURULARI BAŞLADI...

2013 ‘Turgut Uyar Şiir Ödülü’ne başvurular başladı. Yarışmanın sonuçları 20 Mayıs’ta açıklanacak ve dereceye giren şiir dosyaları kitaplaştırılacak.

Turgut Uyar adına verilen ‘Turgut Uyar Şiir Ödülü’ yarışmasının bu sene üçüncüsünü gerçekleştirilecek. Seçici kurulu üyeliğini Gonca Özmen, Gültekin Emre, Hami Çağdaş, Sennur Sezer ve Tarık Günersel’in yaptığı yarışmanın başvuruları başladı.

Yarışmaya, kitap bütünlüğü taşıyan bir şiir dosyası ile yurt içinden ve yurt dışından herkes katılabilecek. Konu ve uzunluğun serbest olacağı şiirler 12 punto ve 1,5 satır aralığı ile yazılacak ve A4 boyutunda, 6 nüsha olarak gönderilecek. Yarışma sonuçları 20 Mayıs 2013 tarihinde ilan edilecek.

Katılımcıların dosyalarını en geç 19 Mart 2013 tarihine kadar Ankara Bencekitap Yayınları ofisine ulaştırması gerekmektedir. (EDEBİYATHABER.NET)


ADNAN SATICI’NIN DİZELERİ
BAM TELLERİMİZİ TİTRETİYOR HÂLÂ...


Yeni Türkü ve Behçet Aysan şiir ödülleri sahibi şair Adnan Satıcı’yı, 13 Şubat 2007 günü,  45 yitirmiştik.

Diyarbakır'da 1962 yılında doğan Satıcı, Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. Edebiyat öğretmenliğinin yanı sıra yazarlık da yapan Satıcı'nın şiirleri, Edebiyat ve Eleştiri, Evrensel Kültür, Papirüs, Sanat Rehberi, Yarın, Yaşam İçin Şiir, Yeni Düşün, Yeni Olgu gibi dergilerde yayınlandı.  1983 Yeni Türkü Şiir Ödülü ve 1995 Behçet Aysan Şiir Ödülü sahibi Satıcı'nın 1985'te Ülkesiz Şarkılar, 1994'te Yerçekimine Uyan Portakal Çiçeği, 1996'da Dokuzuncu Blues, 1999'da ise Hep Unutur Uzaklardaki adlı kitapları yayımlandı.

Yazar Aydın Çubukçu, Adnan  Satıcı’nın  ardından acısını dile getirerek, “En çok isyan kaldı ondan geriye. İsyanı, başeğmemesi, hiçbir aşağılık insanla uyuşmazlığı kaldı. Bol bol toplayalım onları. Sadece kendimize değil diğer insanlara da, emekçilere, yoksullara, çocuklara da dağıtalım. Bir türkü ölürse eğer ancak, ona da ‘öldü’ diyebiliriz” diye konuştu.

Şair Şükrü Erbaş ise Satıcı’nın bugün mazlum halkların, kültürlerin, kimliklerin özgürlüğüne dair bir türkü okuduğunu anlatarak, “Yalancı bir öfkeydi Adnan” diye konuştu. Yazar Hicri İzgören ise ona iyi bakamadığını üzüntüyle ifade ederek, ona sadece Diyarbakır’dan bir avuç toprak getirebildiğini söyledi. Namık Kuyumcu da O’nun çok iyi bir insan, çok iyi bir şair ve devrimci olduğunu dile getirerek, özgür bir dilin özgün şiirlerini yazdığını söyledi.

Adnan Satıcı kendini şu satırlarla anlatıyordu:  “Yazıyorum ya,ha ben ha pişmiş tavuk! Gerçi tüylerin yolunmadan da mutlu bir hayat sürdüğüm söylenemezdi.Belki de aklına her geleni Kılçığını ayıklamadan söyleme cüreti , mutsuz hayatımın aramağınıdır bana.Belki de sırf bu yüzden müthiş bir gevezeyim.Belki de ağaçlarının her biri çatlamış kalın kabuklarla kaplı , güvenliğinin üstüne tir tir titreyen bir mırıltı ormanında yaşamak tad vermiyor bana.Durup durup beklenmedik sesler çıkarışım , ya yanlış anlaşılmam ya da hiç anlaşılmamam bu yüzden."

Tutarlı bir dünya görüşü ve yaşama bakışıyla, lirikliği ve dokunaklılığı kırılma noktalarından yakalayan şiir tarzı, yeni bir soluk olarak 80 li yıllarda başlayan serüveni 2007’de bitiverdi. Satıcı, “...boşluğa asılan Ferhad kandili zamanın fanusunda/balkıyan çığlık ister ki, ölmekle de sönmesin...” dizelerinde dediği gibi, şiirleriyle hiç unutulmayacak, sönmeyecek.

BİN YIL DAHA ÜLKESİZ

Nereye
O uysal saçlarınla nereye, hem sen nereye
Nereye ey gözleri gurbet
Sınadım kendimi bir başka biçimlerle
Her iklimde dondum, her aynada hiç
Yüzünü dön
Yüzünü dön
Can aynam paramparça...

Nereye
O atlarla nereye, hem sen nereye
Nereye hiç dönmeyecekmiş gibi böyle
Ardından kanım akıtır kendini gittiğin yere
Çeviremem önünü kırılmış ellerimle
Yüzünü dön
Yüzünü dön
Düğüm at damarıma...

Gidersen
Bin yıl daha ülkesiz bir çocuk kalır
Yıldızsız, pusulasız, mülteci, kanamalı
Gidersen fırtınada en ince söğüt dalı
O sabah kırılırım toprağıma düşemem
Yüzünü dön
Yüzünü dön
Gülümse baharıma... 

ADNAN SATICI


ŞAİR DİNÇER SEZGİN ÖLÜMÜNÜN 3. YILINDA
ŞİİRLERİYLE HEP ARAMIZDA!..

19 Ocak 2010 günü sonsuzluğa uğurladığımız Dinçer Sezgin’i yitireli üç yıl oldu.

Torbalı'da 1939 yılında doğan Dinçer Sezgin, Çanakkale Öğretmen Okulu ve Eğitim Enstitüsünü bitirdi. Bir süre öğretmenlik yapan Dinçer, TRT sınavlarını kazanarak bu kuruma geçti. TRT'de 28 yıl boyunca bir çok kademede görev alan Sezgin, emekli olduktan sonra Radikal Gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Sezgin'in 30'un üzerinde şiir, roman ve hikaye türlerinde yazılmış kitapları bulunuyor:

Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisinin kendisiyle yaptığı bir söyleşide, şiire bakışını şöyle ortaya koymuştu: “Aşksız bir şiir olabileceğine de inanmıyorum. İster kavga şiiri yazın, ister slogan şiiri içerisinde ya umut vardır ya da umutsuzluk. Yani içerisinde bizi hüzne götüren bir yan mutlaka vardır. O nedenle de benim şiirlerimde bunlar hep ön planda yer tutar. Ne var ki az önce de söyleyecektim unuttum: Benim şiirimde hüzün, acı ve yalnızlığın yanında umut da vardır. Benim şiirim umutsuz bir şiir değildir. Umutsuzlukla biten ve tümüyle karamsarlıktan yana olan, içerisinde barış, sevgi ve umut olmayan şiir yazmamaya çalışıyorum. Sevgi acı verir ama tatlıdır. Ben bu gizli umutlu yanı şiirlerime saklamaya çalışıyorum. Açık açık söylemem belki ama birazcık dizeler ve sözcüklerin derinliğine inildiğinde bunu yakalayabilir insan. Başarabildiysem ne mutlu bana…”
Onu şu dizeleriyle selamlıyoruz:

ÇAĞRI


Artık bu kent seni çağırıyor biliyor musun?
Kuşların dilinden düşmeyen bir şarkısın
bu sevdanın neresinden bakılırsa bakılsın
kentimin talihi
kanatlarında uçuyor.
Ne zaman kalemi elime alsam
bir şiir gibi
sayfalarıma uçar gelirsin
artık
bu kent seni çağırıyor
haydi kalk, gel.

alnının yokuşundan okunuyor
zulme başkaldırmanın güzelliği
sürdüm yanına geldim, anla işte
bir parça daha verdim kanımdan

DİNÇER SEZGİN


KIRK KUŞAĞI ŞAİRLERİNDEN AKINCIOĞLU
ŞİİRLER, HÜZÜN VE UMUT KOKUYOR HÂLÂ...

Şubat 1979 yılında yitirdiğimiz 1940 kuşağının şiirleri hüzün ve umut kokan şairlerinden Niyazı Akıncıoğlu’nu saygıyla anıyoruz.

İlk şiirlerini "Haykırışlar" adlı kitapta toplayan Akıncıoğlu, daha sonra dönemin önemli dergilerinde İnsan, Ses, Yeni Edebiyat ve Yürüyüş gibi dergilerde şiirleri yayımlandı. 1950 yılında Kırklareli'nde "komünistlik" suçlamasıyla yargılandı, iki yıl tutuklu kaldı ve aklandı. Genç yaşına karşın Kırklı yılların en ünlü şairleri arasına giren, adı Nazım Hikmetlerle, Orhan Şaik Gökyaylarla, Attila İlhanlarla, Faruk Nafiz’lerle birlikte anılan, şiire yeni bir tat, yeni bir hava getirdiği kabul edilen Niyazi Akıncıoğlu birden sustu.  Cezaevinden çıktıktan sonra içine kapandı. Münzevi bir yaşama yöneldi. Ölümünden sonra tüm yapıtları  “Umut Şiirleri” adıyla yayınlandı.

Niyazi Akıncıoğlu şiirlerinde divan ve halk şiiri motiflerinden ustaca yararlanmasını bildi. Halk şiirinin söyleyiş özelliklerini ve sesini başarılı bir şekilde kullandı. Asım Bezirci onun için, "Akıncıoğlu -Nâzım Hikmet'ten sonra, ama Enver Gökçe ve Ahmet Arif'ten önce- halk şiirinden yararlanan ilk toplumcu şairdir" demekte. Kuşaktaşı ve arkadaşı Mehmed Kemal, onun için şunları söylüyordu: “Edebiyat alanına çıkarken büyük şairlerin tavrı ile çıkmıştı. Çıkışında yücelik, şairlik vardı. Birkaç dize yazmış, kendini kabul ettirmişti. Onunla aynı büyük şiir yazanlar anılırken, dergilerde yazılar çıkarken; cezaevi sonrası şiirden uzaklaşır gibi olduğunda unuttular ve unutturdular…. Bir şiir dili kurmayı becermişti. Ama  dili geliştirmek, daha çok işlemek direncini gösteremedi, gösterebilme fırsatı vermediler…” Ölümünden sonra tüm yapıtları, Hacan Yayınlarınca “Umut Şiirleri” adıyla yayınlandı.

Akıncıoğlu,  karamsarlığa yer vermeyen, gelecekten umutlu şiirler bırakmıştır gelecek kuşaklara. O, kendi şiirini olgunlaştırmasına, demlenmesine fırsat verilmeyen bir kuşağın şairi olarak şiirleriyle belleğimizde yaşayacaktır hep.


AJANS

Radyoda bir hüzzam şarkı var
dışarda sümbül havası,
"halbuki şimdi uzak ufuklara kar yağıyor."

Daha evvel ajans dinledik,
zincirlerini şakırdatarak geçti esaret
alev raylar üzerinden demir arabalarla.

Toprak gebeydi,
toprak çocuklar: Dostlar,
kiminde orak, kiminde balta
-buğday kokan avuçları kan içinde-
emeklerini yığın yığın, başak başak
harman yerinde bırakarak
döğüştüler en ön safta.

Döğüştüler ve öldüler.

Sonra hürriyet
-yaralı ceylânlar gibi-
ve sulh
-anam sütü kadar helâl-
yüzünde ne bir kin, ne bir infial düştü yollara.

Yollar uzun, menzil ırak
ayakları kanıyor, yalnayak!

Bir şarkıdır bu
sulh ve hürriyet dediğin
ağız dolusu söylenir ufuklara karşı.
Bir şarkıdır bu
kalû belâdan beri söylenir
kurtlar dilinde, kuşlar dilinde.

Ben, onunla büyüdüm
onunla yürüdüm
onun için büyüttüm bu boyu
onun için ölebilirim.

Demir bu şarkıyla dövülür
Bu şarkıyla yürür gemiler
ve bir temmuz öğlesinde
mola verdiği zaman orakçılar
bu şarkıyla ayran içer.
Bu şarkıyla geçer
semasından insanların
boşaltıp rahmetini kümülüs bulutları.

Dostlar,
dostların dostları;
bu bâbda ne söylesek az.

Bir şarkıdır bu
kan ve ölümle yazılmış kalplerimize,
unutulmaz!

NİYAZİ AKINCIOĞLU
Yürüyüş, 9.1.1943  / 


PUŞKİN  YAPITLARIYLA YOL GÖSTERİYOR BİZE...

Rus ve Dünya Edebiyatının en büyük şair-yazarlarından Puşkin’i 10 şubat 1837’de yitirmiştik. 38 yıllık yaşamında verdiği yapıtlarla Dünya Edebiyatında silinmez bir iz bırakan Puşkin, ölümsüz yapıtlar üretmesinin yanında özgürlükçü, korku bilmez ve atılgan kişiliğiyle de şairlere, yazarlara yol göstermeye devam etmektedir

Puşkin, çağdaş Rus  Edebiyatı’nın oluşmasına en çok katkıda bulunan yazın ve düşün adamıdır. Puşkin, klasik Batı edebiyatını ve Rus halk ruhunu sentezleyerek, Rus Edebiyatı’nda gerçekçilik akımını başlatan sanatçıdır. Belinski'nin sözleriyle Puşkin'in şiiri; “fantastik, düşsel, yalancı ve hayali denecek kadar ideal olana yabancıdır. Gerçekliğe bütünüyle nüfuz eder; Puşkin, yaşamı toz pembe göstermez, ancak onu doğal, gerçek güzelliğiyle ortaya koyar.''  Şairin sanatsal gelişimindeki bu yeni yönelimi ve bunun niteliğini ilk farkedenlerden biri Gogol’dur. ''Puşkin Üzerine Birkaç Söz''adlı makalesinde: “Puşkin, olağanüstü bir olaydır” der. Dostoyevski ise, “Bana kalırsa aynı zamanda bize gelecekten bir haberdi Puşkin. Evet, biz Rusların arasına tıpkı bir peygamber gibi geldi. Petro’nun devrimleri üzerinden koca bir yüzyıl geçmişti, kendi gerçek benliğimizi yeni yeni kavramaya başlamıştık. Puşkin’in gelişi önümüzdeki karanlık yola yeni bir ışık saçtı, bize yardımcı oldu. Bu anlamda Puşkin bize gelecekten haberler getiren peygamberimizdir” demişti.

Gerçekçilik, Puşkin'in 1830’lu yılları sanatsal yaratıcılının temel bileşenidir. Şair, yaşamının en zor dönemlerinde bile gerçekliği büyük bir dikkatle izlemekten vazgeçmez. Gerçek dünyadan, toplumsal yaşayıştan, insana özgü özlemlerden ve duygulardan sapan her şeyi kararlı bir biçimde reddeder.' Puşkin, her şeyden önce şairdir. Ona asıl ün kazandıran yapıtları, Rus ve Dünya edebiyatına bıraktığı ölümsüz şiir mirasıdır. Ama öykü ve romanlarıyla da dünya ölçüsünde ünlü ve önemlidir.

Rus Edebiyatının öncü şair ve yazarlarından Puşkin’i, 10 şubat 1837’de yitirdik. 38 yıllık yaşamında verdiği yapıtlarla Dünya Edebiyatında silinmez bir iz bırakan Puşkin, ölümsüz yapıtlar üretmesinin yanında özgürlükçü, korku bilmez ve atılgan kişiliğiyle de şairlere, yazarlara yol göstermeye devam etmektedir.

“Ey şair! Değer verme sevgisine sen halkın
Tez geçer gürültüsü zafer övgülerinin;
Aptalın yargısına, soğuk kalabalığın
Gülüşüne de boş ver, aldırışsız ol, sakin.
Sen çarsın: Yalnız yaşa. Yürü özgür yolunda
Özgür akıl nereye götürüyorsa seni.
Yetiştir emeğinin sevgili meyvesini,
Ödül beklemeksizin soylu çabalarına.
Ödül sendedir, çünkü en yüce yargıç sensin;
Ürününe en titiz değer biçebilensin,
Ey güç beğenir usta, sen ondan hoşnut musun?
Hoşnutsan, kalabalık varsın küfretsin sana,
Tükürsün ateşinin tutuştuğu mihraba,
Şımarık bir inatla rahleni sarsıp dursun.”


BERTOLT BRECHT FAŞİZMİ TEŞHİRE DEVAM EDİYOR HÂLÂ...

Faşizme karşı ürettiği yapıtlarıyla meydan okuyan şair, yazar düşünür Bertolt Brecht’in doğumunun  115. Doğum yıldönümünü kutluyor;  mücadelesini sürdürmeye devam ediyoruz. Büyük insan Brecht, 10 Şubat 1898 yılında doğmuştu.

Brecht, 1. ve 2. paylaşım savaşları, Hitler faşizminin vahşeti ile birlikte yaşadığı dönemde edebiyattan şiire, sinemadan tiyatroya kadar değişik alanlarda birçok eserler verdi. 50’yi aşkın oyun, yüzlerce şiir, film senaryoları, radyo oyunları… “Sanat üretimdir” diyordu. Yaklaşık otuz yıl boyunca kılı kırk yararak, önüne çıkan birçok zorluğu devirerek, yaratıcılığın sınırlarını zorlayarak soluk soluğa geçen bir yaşam. Tiyatroda çığır açan “epik tiyatro”…

Diyalektiği sanatına uygulamak, Brecht’in epik tiyatrosunun çıkış noktasıdır. Sanatı sınıf savaşına hizmet etmeli, onun üreten bir parçası olmalı, düşündürtmeli, kavratmalı, ateşlemeli… seyirci, sınıf savaşımının aynasında kendini görür gibi izlemeleri tiyatroyu, şartlarını görebilmeli. Başka türlü de olabileceğinin kıvılcımları çakmalı beyninde.

Brecht’in sınıf mücadelesine sanatsal cepheden sunduğu katkılar ve eserlerinde burjuvazinin çıbanbaşlarını delmesi, ölümünden sonra bile burjuvazinin ona yönelik saldırılarını sürdürmesine neden oldu.

Şurasını biliyoruz ki, Brecht’te  temel olan, eserlerindeki devrimci öz, devrimci dönüştürücülüktür. Bugünün devrimci sanatçılarının da Brecht’ten alacakları şey, bu olmalıdır:

KOMÜNİZME ÖVGÜ

Akılcıdır o, anlar herkes. Kolaydır.
Sen sömürücü değilsin,
onu anlayabilirsin.
Senin için iyidir o. Sor ve ara onu.
Aptallar aptalca der ona.
Ve pislik içinde yüzerler.
Ona pis derler.
Sömürücüler onun suç
olduğunu söyler.
Fakat biz şunu biliriz,
O sonudur suçun,
O çılgınlık değil
sonudur çılgınlığın
O bilmece değil
Tersine çözümdür
O basittir.
Fakat güçtür gerçekleştirilmesi…

BERTOLT BRECHT



NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati

YAVUZ AKÖZEL: Bir Türkiyeli Göçmenin Notları-2





BİR TÜRKİYELİ GÖÇMENİN NOTLARI 
II






Giessen’den Münih autobahn’ına çıkıp Frankfurt’u sağımıza alarak Aschaffenburg’a ulaşıyoruz. Rhein  nehrinin  bir kolu olan Main’in kıyılarında sevgilimle sabahladığımız geceler aklıma geliyor.

Arabayı tam kıyıya yanaştırmış olurdum. Suyun sesi bir melodi gibi yansıyan ışıklarla birlikte aşkın ve yaşamın gizini gecemize taşırdı. Her mutluluğun içerisinde bir burukluk vardır. En sevinçli anlarımızda dahi içimizde korlaşmaya hazır uyuyan bir acının ateşi içten içe yanmaktadır.

Ayşe, Samsun’dan Almanya’ya geliş serüvenini, ilk evliliğini, çocuklarını ve kocasından çektiklerini anlattığında güzel  gözlerinden akan gözyaşları Main nehrinden yansıyan pırıltılarla adeta dokunaklı bir Karadeniz türküsüne dönüşürdü... Bu nasıl bir türküydü? Hep söylemek isterim... Hep söylemek isterim ama kelimeler yetersiz kalır... Söylenmemiş bir türküdür bu, içimden mırıldanırım.

Ayşe güzel bir kadındır. Samsun gibidir. Uzun, düz, siyah saçları; anlamlı ela gözleri vardır. Gülüşü ve gözyaşları Anadolu’dur. Anadolu gibi sevecen ve vefalıdır. Çocuklarına hep hasret çekmiştir... Çünkü iki kız çocuğunu boşandığı kocası alıp temelli Türkiye’ye dönmüştür. Çocuklarıyla haberleşemez, yıllardır onların hayalleriyle yatıp kalkmakta, onları sevip okşamakta, onlarla konuşmaktadır.

Ayşe işsizdir. Sosyal büro(Hart4)(1)nun verdiği üç-beş kuruşla idaresini yapmaya çalışmaktadır. Parasızlıktan yıllardır Türkiye’ye gitmemiştir. Annesi, babası vefat ettiğinde de cenazelerini kaldırmaya gidememiştir.

Ataman Abi “Bir şeyler anlat, dilinimi yuttun” diye şakayla karışık sitem ediyor. “Aschaffenburg’u dinliyorum” diye yanıt veriyorum usulca dizine sevecen bir şaplak vurarak... Sonra önüme çıkan parka çekiyorum arabayı. Aschaffenburg’u tam karşıma alıyorum. Koskocaman bir kent... Kenarlarına sayısız fabrika ve iş yerleri sıra sıra dizilmiş. Kentin üstünü yoğun bir pus kaplamış. Güneş, ikindi zamanının sancıları içerisinde yoğun pusun aralığından kırılmış ışıklarını zor bela yansıtıyor, daha doğrusu yansıtmaya çalışıyor. Gözlerimle Ayşe’nin evinin olduğu semti bulmaya çalışıyorum. Tünelin karşı kıyısındaydı. İşte şuracıkta... Ve mahallesi... Kilisenin biraz berisindeki şu kesimde olmalı!..

Ayşe? Hâlâ o evde mi oturuyor, aradan bunca yıl geçtikten sonra?

Ataman Abi termostan çay doldurup bana uzatıyor. “Haydi iç” diyor. Ardından da sitem ediyor, arabayı hemencecik parka çektiğim için. Ama o neden çektiğimin farkında değil! Ben bir geçmişi ve geçmişten şimdiki zamana yansıyan birçok hayatı burada beş dakikacıkta olsa yeniden soluklandırıyorum. O hayatlar, gerçi hiç ölmemişlerdi; içten içe yalazlanan sessiz bir volkandılar. Bir ilişki giderek pörsüyebilir hatta anlamsız gibi görünen nedenlerle sürecini doldurmuş olabilir. Dolayısıyla sonunda herhangi bir şekilde yani acı verici olabilir, sevinç verici olabilir ve bir sürü olabilirliklerle birlikte  biter. Ama yaşam devam ettiği sürece insan umudun peşinde koşar durur. Yeni sevinçler, yeni acılar ilişkilerinin metaforu olur. Olur olmasına ama geçmiş unutulur mu? Yadsınır mı iyi de olsa, kötü de olsa yaşanmışlıklar? Kara kalemle üzerine simsiyah ve kalın bir çizgi çekebilmeyi kim başarabildi ki? Ama masallarda oluyor değil mi? Mutluluğa erip muratlarına eriyor masal kahramanları.

Sonra ne olmuştu aramızda ve nasıl bitmişti benim Aschaffenburg öyküm?

İsterseniz bende gizli kalsın! Böyle söylemek zorunda kalıyorum, çünkü anlatmakta güçlük çekiyorum.

Bazen bir şey ne kadar güzel ve kusursuz olsa da kişinin ruhuyla örtüşmeyebiliyor. Belki de kişiye huzur ve esenlik verecek bir gelişme, hem de geleceğini pozitif yönde etkileyebilecek bir gelişme kabul görmeyebiliyor. İnsanlar, tercihlerini acıdan yana, bilinmezliğin zifir karanlığından yana kullanabiliyorlar. Sanırım mutluluğun ne olduğunu tüm bu karmaşıklığın derinliklerinde aramak gerekiyor.

Biraz anlatabildim sanırım.

Yağmur çiseliyor. Kent giderek kararan gökyüzünün altında tek tük yanmaya başlayan ışıklarıyla bana ürpertili bir yalnızlığın acılarını taşıyor.

Ayşe’nin yalnızlığının acılarını.

Onu yağmurlu bir sonbahar akşamında, Frankfurt’un en yoğun caddelerinden birinde arabam kırmızı ışıkta durduğunda tanımıştım.

Gökten boşanırcasına yağmur yağıyorken, ortalığı sel tufan götürüyorken, o kırmızı ışıkta duran arabalara gazete satmaya çalışıyordu. Yağmur öylesine şiddetli yağıyordu ki, teklifimi geri çeviremeyip Türkiyeli  olduğumu anladığında arabama adeta sığındı. Sırılsıklam olmuştu, titriyordu. Evine kadar, Frankfurt’tan taa Aschaffenburg’a kadar götürdüm. Hitler döneminden  kalma üç katlı eski bir binanın iki küçük  odacıktan oluşan zemin katında oturuyordu... Eşyalar oldukca eski olmasına karşın tertemizdi. Koltukların kenarlarına iliştirilmiş yastıklar rengarenk gülleriyle kanaviçe işlemeliydi. Odanın penceresindeki kiremit renkli keramik saksılarda  da yine pırıl pırıl  eflatunili, kırmızılı, mavili, sarılı sardunyalar Türkiye gibi, Ayşe gibi sıcacık gülümsü-yordu. Pencereden dışarıya baktım, yağmur hâlâ tüm şiddetiyle yağmaya devam ediyordu. Sokağın kenarlarına sağlı sollu yüzlerce araba park etmiş, zaten dar olan sokağı iyice daraltmışlardı. Sıra sıra dizilmiş eski binalar birbirlerinin kopyası gibiydiler. Restore edilmiş olmalarına karşın ikinci dünya savaşının, Nazi Almanyası’nın yankılarını hâlâ üzerlerinden atamamış, olduğu gibi yansıtıyorlardı. Ayşeye göz ucuyla baktım ve dönüp kendime baktım! İçime bir acı ve ürküntü gelip saplandı. Sokaktan ellerinde şemsiyeleriyle tek tük insanlar koşar adımlarla gelip geçiyorlardı. Karanlık da iyice çökmüştü. Sokak lambalarından yağmura karışan loş ışıklar içime, durmaksızın, böylesine korkunç, böylesine hain yalnız kalmışlığımızın realitesini kargılıyordu. Sanki kulaklarımda taa Nazi dönemin-den şimdiki zamana yankılanan tiksintili bir ses çınlıyordu: “Auslaender raus“!(2) Bu küçücük, tek dünyalık, sessiz evde, memleketinden binlerce kilometre uzaklarda bir kadın! Acılarını, sevilerini, özlemlerini ve belkide yaşanmış-yaşanmamış aşklarını kanaviçelere işlemiş bir emekçi kadın!
—Çay demledim,  dedi.
—İçmesem?
—Dünyada bırakmam! Bunca zahmet vermişim sana!
—Asıl şimdi ben size zahmet veriyorum! Zaten yeterince yorgunsunuz, üstelik de sırılsıklam ıslanmıştınız!
—Gazeteler ıslanmadı neyse ki!
—Gazete dediniz de! Sürekli bu işle mi uğraşıyorsunuz? Yani gazete mi satıyorsunuz böyle yollarda?
—Hayır sadece hafta sonları. Sosyal büro’dan aldığım para yeterli değil! Üstelik ayrıldığım kocam bir sürü borç yıktı üzerime... Bu yetmiyormuş gibi oğlum da iyi yetişmedi, yetiştiremedik. Şimdi hapis... Hem de Stuttgart’ta... Onu ziyarete gitmek, çep harçlığı vermek, eksiklerini almak.. İşte  Cuma-Cumartesi-Pazar oldu mu gazeteleri sırtlanıp yol kenarlarında, sizin de gördüğünüz gibi koşturup duruyorum... Kırmızı ışıklarda, arabaların yoğun geçtiği müsait yerlerde satıyorum... Bunu da yapmazsam çocuğuma kesinlikle harçlık veremem, ziyaretine gidemem!
Ayşe ile tanışmamız böyle olmuştu.
Ataman Abi bir çay daha doldurdu bana.
—Çayımızı içip gidelim!
—Gidelim!
—Yolcu yolunda gerek, değil mi abiciğim!
—Neyseki bunu kavrayabildin!
—Sitem etme be abi! Burası Aschaffenburg!
—Ne olmuş yani, burası Aschaffenburg’sa?
—Hiç bir şey olmamış! Bak hâlâ yağmur yağıyor olanca kahır ve iniltisi ile! Karanlık çöküyor artık... Geç kaldık birşeylere... Geç kaldık Ataman Abi!
—Filozoflar gibi konuşacağına emniyet kemerini tak ve artık  gaza bas !
Sinyal verip parktan A3 No’lu autobahn’a çıkıyorum ve gaza basıyorum.

Ataman abi usulcacık CD’nin düğmesine basıyor. Yağmur hafiften çiseliyor, Aschaffenburg sağımızda, Autobahn’ın aşağılarında giderek uzaklarda kalıyor, sonra bir sis yumağına dönüşüp gözden yitiyor.

—Boşver be Ataman abi! diyorum fısıltıyla.
—Ben zaten boşvermişim de... ‘Aslında sen boşvermemişsin’ gibilerinden sitemli, vurgulu yanıt veriyor.

Boşvermek gerekiyor belki de herşeye... Çünkü öylesine çarpıklaştı, öylesine acıma-sızlaştı ki yaşam... Bakmamak, görmemek, duymamak gerekiyor. Çünkü bulantı aşı-lamaz boyutlara ulaşmış giderek.

Ama umut hep yeniden bulantıların içerisinden  carpıklıkların, acımasızlıkların arasından başını uzatıp boy veriyor.

Boş veremiyorum.



YAVUZ AKÖZEL
Urla/20.01.2013


(1) Hart 4: İşsizlere Alman devleti tarafından bağlanması öngörülen süresiz işsizlik aidatı mevzuatı.
(2) “Auslaender Raus”: Yabancılar dışarı(defolun )

ADNAN DURMAZ: Bir Kekik Kokusu



BİR KEKİK KOKUSU








bir kekik kokusu geliyor sözcüklerin dalından...
saçlarının boynuna dokunduğu yer gibi
sanki uzak bir sahil akşamında buluştuk
ikimiz de yorgun argın ayrılıklardan
bu yağmur öncesi bekleyiş... yüreğim çın çın...
gözlerinin derininde kanayan keder gibi.
çiy düşmüş sözlerinin gül goncasına
ben seni tanıyorum
kahrolmayası
bin yıldır aradığımsın...

belki de aşk
deli sağnaklarla
iki yıldırımın çarpışmasıdır
ve iki yüreğin görmeden
tanımadan araması...
iki dağ selidir bir koyakta buluşan
“belki de tapınağı taşıyan iki sütun”

ben seni biliyorum
yarasını nasıl bilirse herkes
her sözcüğün yaprağında ürperen heyecandan
karanlıkta yolunu bilmesi gibi yabanıl hayvanların
ve kelebeğin gülü
biliyorum
sen o’sun
dikenli bozkırlarda kan-revan koşan
yüreği linç edilmiş türkülerime,
yüreği vatan...
şimdi haykır
çiçek sağnaklarıyla işgal etsin içimdeki bozkırı
sesine ses arayan sonsuzun
bir insanı tanımak
bir ummanı tanımak gibi
aşksızlığa bahane
ki acı bir yanılsamadır... yıkar ömrünü
çoğunun insanım sandığı...
herkesin bir o’su vardır
görür görmez tanıdığı...
gecelerde menzilsiz bir atlıyken yüreğim
sözcükler
yoluma sağnak inen vahşisarı ayışığı...

belki de ömrümüzün tortusu
sevinç kelebeğinden
parmak uçlarında kalan toz
ve gözyaşındaki tuz
ömrümüz sevgilim
tut ki kuru yapraktır rüzgarlarda savrulan
ve geriye kalan... coşkulardır yalnızca
anların kıvrımında saklanan
gerisi yalan...

ben seni tanıyorum
yitik güzelliklerden kalan
ıssızlığın ortasında
bir hazin şarkısın
eski bir gramofonda çalan...





ADNAN DURMAZ



HASİBE AYTEN: Masal—ÖMER AKŞAHAN: Begonvil




MASAL









Üç ayrı deniz kumsalından
akça taşlar topladım
çakıllar bile kavuştu da
ferhat şirin'ne kavuşamadı

tütmüş sevdanın bacası
ferhat şirin'i görünce
sultan mehmene banu'dan
istetmiş sevdiğini
Koca bir dağı delerse
getirirse suyu şehre
vereceklermiş kızı

gümbür gümbür deliyormuş
tunç kayalı dağı ferhat
erecekken menzile
ulak yetişip şirin'in
söylemiş öldüğünü
dayanır mı yüreği
elindeki külüngü
savurunca havaya
yaşamı kararıvermiş

uğruna öldüğünü
bilince ferhat'ın
atlayıp kayalardan
şirin de kıymış canına
oracığa yatırmışlar
ölümsüz aşıkları
mezarların üstünde
her bahar iki gül bitermiş
tam kavuşacakları sıra
araya karaçalı girermiş

söktük çalıyı kökünden
verdik yeşilırmağa
sarmaşsınlar her bahar
gül giysili masallar




HASİBE AYTEN


 



 



BEGONVİL








ne söylesek boş
yer gök birbiri içre
begonvil direnir

yazlık sinema
aşkın gölgesi
iki boz güvercin
dudak dudağa

(özgürlüğe tutsak
çöz şiir zincirini)

gece treni
makinist değişir
kahrolsun faşizm (yuh sesleri)
beyaz adam/zenci kolkola
“ırkçı değiliz biz”
patlar flaşlar!

gezinir gazozcu
kız oğlana âşık
eyvah ışıklar
eller yukarı!

gönül verse mola
düşer aşka haşiye
begonvil yerde



ÖMER AKŞAHAN
13.12.2012 / Ödemiş

TAN DOĞAN: Bir Kadın




bir kadın








bir sisin ardına sığınmış aşk : ürkek yorgun köz

yüreğini sırlamış bir kadın bir ömür
gözlerinde en eski haritası acının
alnındaki çizgiler dünya
savaşlardan çıkmış bir yaralı can
açlık görmüş yokluk ve ölüm
kucağında sallamış zaman denen çocuğu
emzirmiş göğüsleriyle ruhunu her mevsim
hüznü sırtına çivilenmiş kambur
derdi anlam
dilleri lâl
mezar taşlarında bırakmış son türküsünü
bir şiir biliyormuş -unutmuş
elleriyle gömmüş yedi sülâlesini tarihe -ey gülüm
bakışlarında büyütmüş ‘öfke denizi’ni  -kim anlar
çamura bulamış her yarasını
sevdası bir yitik öyküde sır

düşlemişyıkık duvarlarının altında bir başka şiir
elinden tutmuş bir adam / öpmüş
aralanmış gül dudakları  -ey gelmez ‘söz’
susmuş gülücüğünde ilk ve son dize
dizlerinin bağı çözülmüş  düşmüş
‘sonsuz bir rü’yâ’ya dalmış : soyunmuş :
sevişmiş bir ırmağın kumunda üç gün üç gece
salmış içindeki kirli kanı -ey ‘hûzur’
mavileşmiş çatlak bedeninde ol su yatağı
dirilmiş içindeki ölüler
kuş olmuş kanatlanmış cennetine
sırra kadem basacakken uyanmış


yüreğini sırlamış bir kadın bir ömür
bir sisin ardına sığınmış aşk
köz kalmış



tan doğan

YAŞAR DOĞAN:Hoppa Direnç—VEDAT KOPARAN: Dostlara




HOPPA DİRENÇ








 

Dayanır mıyım bilmem
Sensiz bir gün bile yaşamaya
Yürüdük hep omuz- omuza
Eksik kalınca bir yanım
Apansız gün ağardığında
Şu evrenin balkonunda

Sensiz neyin anlamı kalır
Hangi kaldırım taşır beni
Hangi teselli iksirinde
Işınlanır kehanet ötesi
Ver de senden önce içeyim arseniği

Sana hasret bir yürekteyim şimdi
Tebessümlerin de bitti gitti
Saman sarısı saçların uçuyor
Gece yarısı kelebekleri gibi
Işınlanınca kıskaçta kalanlar

Hayat bir buseyse güne karşı verilecek
İlişkimiz ebedi olacak doruklara askın
Hep ezilenlerin yanında dururken
Hep her talana karşı civelek çiçek
Kanatlarla uçan kelebek oluveririz
Başımızı yaslayacak yer bulunca şu çayırda
Çadırlar altında yaşanan
Yaylalar ne güzel hayattı anımsasana.

Atlar Güvercinler Ayran ve saçlarındaki kurdele kuşlar…
Öp de beni beraber ölelim şu krizantemler altında
AŞKIM BU AKŞAM


 

YAŞAR DOĞAN/ Lolan








DOSTLARA







uzaklara düşer hep yolumuz
uzak yakınlıkların dostlarıyız
uzakları yakın kılmak içindir usumuz

dost örgüsü dost sıcağı yüreğimizin sesinde
dalga kıran nice gecelerdir yaşanan
benliğimizin titreşimlerinde
zaman sorgucudur esen bu rüzgar
bizi bizden alıp savuran

yıldızların şavkı vurur
yoksun gecede bile dost diye
aklımızın uçurumlarında
ay parıltılı gecelerde
unutulmazdır,gözümüzde tüter hep anılar
düşünün izini sürer dizelerde
güce güç katar büyür yücelir dostlar

bilincimizi yıkayan
her yağan yağmur
sevgi damlalarıdır dostların

her gidiş onlarladır
onlarla çoğalış onlarla bulunur anlam

kaygılar yürek atımıdır
dost cana
an gelir
yürünür düşe kalka
çekilmez buruk acılarda
kaygılar asılıdır karanlığa
vurulmuşuz kaç kez
güneşi doğurtmak adına
merhaba can dostum merhaba




VEDAT KOPARAN 



ERCAN CENGİZ: Oradaydım





ORADAYDIM



FOTOKOLAJ:ADNAN DURMAZ




-oradaydım
bir on yıl kadar suya yazdım derdimi
on yıl yastaydı toprak, yastaydı
meyveye durmadı ağaçlar-

viraneydi evleri, oradaydım
kara taşlar tutmuştu çığlığı
ve külü savruluyordu ekinlerin
kaçışan bir çoban köpeğini gördüm
buluncaya sahibini önünde diz çöken
usulca koklardı o cansız bedeni
henüz sıcaktı teni, sıcaktı
ve açıktı gözleri

oradaydım
tek sıra halinde yürütülürken kadınlar
çocuklar tutuşurdu şalvarından
ve her iki adımından birini
çocuklarına atardı kadınlar

oradaydım
üstüme düştüğünde cansız bir beden
altında saklandım o zamansız ölümün
bir ölünün altında diyorum
bir ölünün altında saklanırken doğdum
üstüme damlayan kanından
bir ayağım kaldı o ölümün altında

oradaydım
bulutlar çevirdiğinde güneşi
el koydukları atlarla, elde tüfek geldiler onlar
kucaklaştı toz duman
ve kırbaçlar indi birer birer
‘baldırı çıplakların’ sırtına…
Harput’a varınca o ‘baldırı çıplaklar’
tanıştılar bir kara trenle
sürüldüler uzağa, o bilinmedik yollara
elleri bağlanıp sürüldüler beşer onar
ve yarısını kırdılar yollarda
ağlamak yasaktı, gülmek uzak

oradaydım
acı acı böğürürken o kara tren
bir kulun kulu dahi yoktu yanımda
ve pencerelerinde evlerin
aralanmış perdelerin ardına gizlenmiş
gözler biçerdi boynumu

oradaydım
durak haricinde durduğunda o kara tren
kundaktaki bebeler, yaşlılar birer birer
koynuna atıldığında kuru derenin
uludu çakallar, uludu durdu gece boyu
ve sabah güneşi indiğinde gözüme
ağlamak istedim olmadı, kurumuştu göz pınarı
açtım gözlerimi, açtım
düz gitmek için ana avrat, kız kısrak





ERCAN CENGİZ

(Adsız Fırtınalar Doğuyor)

BÜLENT AYDINEL: Paramparça Doğanların...— MAHMUDİYE DÜZKAYA:Yalnızca Kırıntıydın...




PARAMPARÇA DOĞANLARIN BEŞİĞİNİ ÖZGÜRLÜKTEN YONTUYORUZ







Paramparça doğanların
Beşiğini özgürlükten yontuyoruz

Sese binmiş bir yılkıyız
Gök kuşağına bugünlerde

Evrenin yıldızlarına
Işıklar dikiyoruz

Kana değil aydınlığa dökülüyor ırmaklar
Şiirler güçlüdür zorbalığınızdan
Biliyoruz

Sizi yeneceğiz ey zulüm
Ey aşksız önerme
Ey tarihsiz var oluş

Bebeklerin gülüşleri çay demliyor çağlara
Bu davete feda bizim ömrümüz
Sunmaya geliyoruz


BÜLENT AYDINEL






YALNIZCA KIRINTIYDIN 
VAKİTSİZ DÜŞEN



FOTO KOLAJ:ADNAN DURMAZ


Yalnızca bir kırıntıydın, içime ilk düştüğün
Vakitsiz biranda
Ve alıcı kuşları sildi süpürdü ne varsa
Yalnızca sükûnet kaldı
Oysa! Sana inanmıştım
Masalımın kötü kahramanı oldun en sonunda
Ve düşlerimden uyandım

Sen mavi sakaldın yüreğin yasaklı oda
Kırkıncı odada hüzün karşıladı beni
Bak ellerimde kan lekesi
Kırdığın binlerce yürek izi ellerimde
Oysa! Sana inanmıştım
Masalımın kötü kahramanı oldun en sonunda
Ve düşlerimden uyandım

Yalnızca bir kırıntıydın, içime ilk düştüğünde
Şimdi Hansel Gretel lim masal dünyamda
Yüreğimin kırıntılarını izliyorum
Üvey sevdan sana kalsın ey mavi sakal
Ben kendi masalımı kendim yazdım
O masalda sana yer yok
Yalnızca kırıntıydı vakitsiz düşen



MAHMUDİYE DÜZKAYA