Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

14 Haziran 2013 Cuma

SİBEL ÖZBUDUN:Öfkelenince.... Türkiye!”—ADİL OKAY:Bay İstanbul Valisi...




“ÖFKELENİNCE ÇOK GÜZEL
 OLUYORSUN, TÜRKİYE!”







1 Haziran Kızılay direnişinde
polis kurşunuyla vurulan
Ethem Sarısülük için,
saygıyla, sevgiyle, öfkeyle…

“Denemeyi bilene
imkânsız yoktur.”[1]

Hâlâ “üç beş ağaç” deyip efeleniyor…

Gezi parkı yetmedi, AKM’yi de yıkacağını, oraya hem opera binası hem de cami yapacağını söylüyor. “Ben vizemi seçimlerden aldım, seçmenim bana bunun için oy verdi,” diye höykürüyor… Ve ilave ediyor: “Bunların iznini üç-beş çapulcudan almayacağız…”[2]

Bir anda, bir gün içerisinde tüm yurtta yüzbinleri ayağa kaldıranın “üç-beş ağaç” değil, tam da bu “ben yaparım, olur”culuğu olduğunu anlamadı, anlayamadı.

 Ya da anlamak işine gelmiyor…

Tayyip Erdoğan, sadece iktidar konumundan yararlanarak İslâmî referanslarını tüm topluma mal etmeye, insanların yaşamına muhafazakâr-mukaddesatçı değerler doğrultusunda nizam-intizam vermeye çalışan bir politikacı değil.
O, aynı zamanda serbest piyasa ekonomisine, neo-liberal kapitalizme iman etmiş, 776 bin küsur kilometre kare içinde piyasaya entegre olmadık bir karış alan bırakmamaya yeminli bir sermaye adımı.

Haris fikir dünyasında cami ile AVM, cemaat ile finans, ibadet ile kâr iç içe geçmiş durumda.

Bu nedenledir ki elinde cetvel, yaşamlarımızı kutsal saydığı değerler doğrultusunda biçimlendirmeye çalışırken, bir yandan da hayat alanlarımızı sermayenin talanına açıyor.

“Yaratılanı severim, yaratandan ötürü,” derken “yaratılan”ların yoksullaşmasını, güvencesizleşmesini, üç kuruşluk işlerde ölesiye çalıştırılmasını, geleceksizleştirilmesini, patronun keyfine göre kapı dışarı edilmelerini sağlayan insafsız bir taşeron rejimini yürürlüğe sokuyor.

Peygamberinin “ümmetinin çokluğuyla övünme” arzusuna gönderme yapıp “en az üç çocuk doğurun” dediği kadınları ve onların doğuracağı çocukları, hırslı Anadolu sermayesi için ucuz işgücü deposuna dönüştürüyor.

“Yeşil nimettir,” deyip parkları, bahçeleri, ormanları şirketlere peşkeş çekiyor; ardından da ithal ağaçlarla beziyor kentleri.

Memleketin suyunu kendi eliyle palazlandırdığı irili-ufaklı “yandaş” enerji firmalarına haraç mezat satıp borulara tıkıştırıyor.

Muhammed Peygamberin “Allah kulunu helal kazanç yolunda yorgun düşmüş görmeyi sever,” hadisinden esinlenmiş olmalı, İslâmî sermayenin neo-liberal talandan payını arttırmak için var gücüyle uğraşıyor.

Ve tüm bunları yaparken, yoksullaşanların, yağmalananların, yaşam standartları sürekli gerileyenlerin, ağızlarına çaldığı bir parmak bal için kendisine alkış tutmasını, olmadı uyurgezer gözlerle izleyip omuz silkmesini bekliyor.

Bu kez tutmadı…

Bir sabah ezanında tepeden tırnağa çeliğe belenmiş çevik kuvvetlerin Gezi Parkı’nda ağaç nöbeti tutan çocukların üzerine saldırması, polislerin çocukları gaza boğup çadırlarını sökerken kepçelerin de ağaçlara doğru hücuma kalkması mıydı?

Yani açgözlü sermayenin İstanbul pleblerinin son sığınağı, mektep kaçkınlarının mekânı, acemi aşıkların buluşma yeri, emeklilerin iki el tavla attıkları, evsizlerin yaz gecelerini bankları üzerinde sabahladığı, berduşların sotadan ucuz şaraplarını yudumlayıp dalgalarını geçtiği son parkı yutma hevesi miydi onlar ayağa kaldıran?

Kentin yüreğindeki bu son betonsuz toprağın, üzerine ne yapılırsa yapılsın – ister kışla, ister AVM, ister müze… artık kendilerinden sonsuza dek kopartılacağının, son mekânlarından da sürgün edilmekte olduklarının farkındalığı mıydı?

Yoksa bütün suçu gece boyu gitar çalıp şarkı söyleyerek mekânlarına sahip çıkmak olan o gencecik kadınların, sakalları yeni terlemiş delikanlıların tazyikli suyla, gazla, copla ezilmelerindeki hoyratlık mı?

Ya da yaşam alanlarının teker teker uluslar arası sermayeye peşkeş çekilmesi, taşeronlaştırmalar, işsizlik, yaşam tarzlarına yönelik müdahaleler, “Ben yaptım oldu”cu padişah mukallitliği, “ileri demokrasi” riyakârlığı altında uygulanan polis rejimi, yolsuzluklar, insanların sabaha karşı baskınlarla evlerinden alınıp yıllarca yargılanmaksızın cezaevlerinde tutulmasındaki keyfîlik, ülkeyi adım adım Ortadoğu’da bir bataklığa sürüklemedeki pervasızlık… karşısında damla damla biriken öfkenin kolektif ve beklenmedik patlaması mı?

Olasılıkla hepsinin karışımı. Bir Anadolu “Ya Basta!”sı…

Yurttaştan yurttaşa sosyal medya aracılığıyla, cep telefonu mesajlarıyla, ayaküstü konuşmalarla, pencerelerden tencere-tava çalarak iletilerek genelleşen bu tepkinin en önemli özelliği, kendiliğindenliği…

Ve de çok-veçheli, çok-yönlü oluşu. Bu nedenledir ki varoşlardan sökün edip kent merkezlerine akan umutsuz genç kent yoksullarını; taşeronlaştırılma / örgütsüzleştirilmeye mahkûm kılınan, iş cinayetlerinde bir bir kırılan emekçileri; hayatta zevk olarak elinde kala kala köşedeki birahanede içeceği bir bardak ucuz bira bırakılmış olan futbol fanatiklerini; “Her kürtaj bir Roboskî’dir”in ürperticiliğinde bedenleri devlete zimmetlenen kadınları; çevik polisin her vesilede gaza boğup kafasını kolunu kırmayı huy edindiği öğrencileri; yaratıcı etkinlikleri piyasanın ve cemaatçi bürokrasinin nizam-intizam verme gayretkeşliği kıskacında sıkışmış sanatçıları; hayat tarzlarının tehdit altında olduğu kaygısındaki sekülerleri, ateistleri; kentsel ve çevresel talana karşı umarsızca savaşan çevrecileri; her vesileyle ötekileştirilen, inançları aşağılanan ve Türkiye’nin Ortadoğu’ya olası askerî müdahalesi tehdidi altında tedirgin bir varoluşa mahkûm kılınan Alevîleri… Velhasıl hemen her kesimden geniş bir hoşnutsuzlar koalisyonunu apansız harekete geçirebildi.

 Bu kendiliğinden-örgütlenen kalkışmaya bakıp da, bir 27 Mayıs hayali kuranlar varsa, boşa heveslenmesinler. Sokağa dökülenler, üzerine boşaltılan tonlarca gaza rağmen polisle saatlerce, günlerce çatışarak adım adım meydanları zaptedenler, caddeleri barikatlarla kapatanlar, birbirlerinin yaralarını saranlar… ya da onlara destek vermek için pencerelerinden yarı beline kadar sarkıp tava-tencere çalanlar… işyerlerinin kapısını gazdan etkilenenlere, yaralılara açan, eylemcilere sandviç, simit, su, limon dağıtan esnaf… veya seyyar sıhhiye ekipleri kurup gaz bombalarından etkilenenlerin, rahatsızlananların yardımına koşan tıbbiyeliler, emniyet kapılarında göz altıları geri almak için bekleşen avukatlar… hiç kimsenin “askeri” filan değil. Hatta büyük çoğunluğunun belleğinde bizatihî “asker” sözcüğü, yakın, kanlı ve karanlık geçmişimizin irkiltici anılarını kaşıdığı için antipati yaratıyor…

Onlar, hayat alanlarının adım adım büyük sermaye tarafından temellük edilmesine tepki duyan, yaşamlarına ne devlet ne de din, hiçbir kutsallık adına müdahale edilmediği, insan olmanın onuruna yakışır, özgür ve kardeşçe bir yaşama özlem duyan, eşitlik isteyen, sıradan insanlar…

Nereden mi biliyorum? Karıştıkları devasa eylemi şenlikli bir özgürlük sahnesine dönüştürmedeki becerilerinden… yaralanan arkadaşlarını revire dönüştürülmüş kafelere yetiştirmelerindeki heyecanlarından… hiç tanışmadıkları eylem yoldaşlarıyla ayaküstü oluşturuverdikleri teklifsiz kardeşlikten… polise taş fırlatırken ya da gaz bulutunun önünden kaçarken bile çevreye yaydıkları hınzır muziplikten… kırıp yıkarken dahi öfkelerinin seçmeciliğindeki bilinçten (mobese kameraları, Büyükşehir belediyesine ait büfeler, bankomatlar… Ama örneğin kitabevleri, bakkal dükkânları, kafeler, lokantalar değil…) Aralarında genç kadınların çokluğundan ve bir adım geri atmamadaki kararlılıklarından… Hayır, kimsenin askeri filan değiller.

Bu patlayan, sadece insanca yaşamak isteyen o sıradan insanların öfkesi. Tarihî ve kavî… Spontanlığı ve içtenliği hem gücünü, hem de zaafını oluşturuyor. Israrı, gözüpekliği ve kendini dahi şaşırtan süregenliğiyle güçlü… Ama neye karşı olduğunu bilip de ne istediğini formüle edemeyen örgütsüzlüğü nedeniyle zaaflı…

Devrimcilerin, sosyalistlerin önünde, bir düşkırıklığıyla daha sonuçlanmaması için, biçimlenişinde emekleri fazlasıyla gömülü olan bu elle tutulur öfkenin özgürlükçü, eşitlikçi ve kardeşlikten yana potansiyelini açığa çıkartmak gibi bir tarihsel görev duruyor… Bunu, 1 Haziran direnişinde polis kurşunuyla vurulan Ethem Sarısülük’e borçluyuz…

Bir kez daha kendimizi “Bakakalırım giden geminin ardından…” dizelerini terennüm eder bulmamak adına…


SİBEL ÖZBUDUN

2 Haziran 2013 / Ankara.

N O T L A R
[1]Büyük İskender.
[2]http://www.sendika.org/2013/06/tayyip-erdogan-akmyi-yikacagiz-cami-yapacagiz-taksimi-uc-bes-capulcuya-birakmayacagiz/












BAY İSTANBUL VALİSİ, 
BAY İÇİŞLERİ BAKANI VE BAY BAŞBAKAN








Bay İstanbul valisi, bay içişleri bakanı ve bay başbakan, şu anda saat 23.00 günlerden Salı ve gözümün önünde İstanbul yakılıyor. Sizin emir erleriniz tarafından yakılıyor.

Vali canlı yayında tehdit ediyor. İçişleri bakanı tehdit ediyor. Bay başbakan tehdit ediyor. Sadece eylemcileri veya onların tanımıyla aşırıları değil, herkesi tehdit ediyorlar. Sporcuları, taraftarları, sanatçıları tehdit ediyorlar…

Bay İstanbul valisi, bay içişleri bakanı ve bay başbakan, önce iyi polis – kötü polisi oynayıp küçük bir umut verdiniz haklı bir nedenle ayaklanan insanlara… sonra zebani yüzünüz çıktı ortaya. Ben- biz çoktan biliyorduk sizin “demokrat” olmadığınızı. Neo-liberalizmi muhafazakarlıkla karıp vahşice uyguladığınızı.

“Ranzamda / sabaha bir yıl var daha / şimdi köşe başlarında / eller yukarı / şimdi kan kokuyor bu duvarlar/ ölüm kokuyor / makaralara sığmıyor acılarım / sağılmakla bitmiyor (…) Hüznün kızgın ve kanlı memelerinde / Hızla büyüyor tomurcuk / Göçe hazırlanırken sayrı gece / Ateş imbiğinden süzülüyor / Şafağın gülleri / Çünkü birazdan gün doğacak / Kınında duramıyorsa da ölüm / Sıcak / Ve sarışın bir umuttur yaşamak / sevda tutuklanamaz çünkü…” Süleyman Okay

Bay İstanbul valisi, bay içişleri bakanı ve bay başbakan, bu filmi biz daha önce görmüştük. Bu hayasız saldırılarınız görmeyenlere hatta üç maymunları oynayanlara da gerçek yüzünüzü göstermiş oldu. Ne yapsanız boş. Bizi yaralayabilir, tutuklayabilirsiniz. Yeni cinayetler işleyebilirsiniz. Ama yazının başında rahmetli babam (hem 12 martta hem 12 Eylül’de sizin gibi zebaniler tarafından zindana atılan, ama ölene değin baş eğmeyen) şair Süleyman Okay’ın betimlediği gibi, “gelecek güzel günlere olan umudumuzu” yok edemezsiniz.

Dünyada ve ülkemizde en has yazar-şair ve sanatçılar hep zalime karşı mazlumun yanında olmuşlar, sizin gibi elindeki mührü kötülük için kullananlara baş kaldırmışlardır. Pir Sultanlar’dan Nazım Hikmet’lere, Missak Manouchian’dan Feqîyê Teyran’a, Atilla Jozef’ten Bertolt Brecht’te, Heine’den Victor Hara’ya, Sivas’ta zebanilerin yakarak öldürdüğü Metin Altıok’a, şu anda zindanlarınızda tutsak olan, 20 kez kanser ameliyatı olduğu halde hâlâ serbest bırakmadığınız şair Erol Zavar’a kadar bu gelenek sürmektedir. Sizin zulüm geleneğiniz devam ettiği sürece, şairlerin isyan geleneği sürecektir. Elbette sizin postmodern faşist hükümetinize hiciv yerine methiye ‘şiirleri’ yazan, ruhunu şeytana satan bir grup ‘yazar’ vardır. Bu hep böyle olmuştur. Ancak tarih, sizi ve işbirlikçi ‘aydın-yazarlarınızı’ değil, isyan eden, ‘Başka bir dünya mümkün’ diyen şairleri bu güne taşımıştır. Yarına da taşıyacaktır.

Bay vali, içişleri bakanı ve bay başbakan, ne mutlu bize ki yalnız değiliz. Sizi bu ucube açıklamanızdan dolayı kınayan-protesto edenlerin sayısı az değil. Hatta bir zamanlar hükümetinizi ‘demokrat’ sanan, hâlâ sizden umudu olan bazı yazarların dahi öfkesini çektiniz. Zira bu açıklamalarınız- saldırılarınız onları da utandırmaya başladı. Önce sosyalistleri, yurtseverleri, seçilmiş belediye başkanlarını hapse attınız, sonra gazetecileri, avukatları, yazar ve yayıncıları, derken sizin gibi düşünmeyen akademisyenleri düzmece suçlamalarla, komplolarla zindanlara tıktınız. Bu gün de gençleri, çevrecileri, sanatçıları ve tabi her zaman olduğu gibi sosyalistleri işaret ediyorsunuz.

Biz bu filmi 12 Eylül’de de görmüştük baylar. 12 Eylül’de de sizin zihniyetiniz beni ve yoldaşlarımı idamla yargılamıştı. O zaman da baş eğmemiştik, hiç kuşkunuz olmasın bu gün de baş eğmeyeceğiz.

Babamın şiiriyle başladım, benim bir şiirimle bitireyim. Ama elbette şimdilik. Unutmayın tehdit ettiğiniz gruba dahilim. Yazar-şair ve siyasetçi kimliklerimle sizin karşınızdayım. O “çapulcuların” yanındayım… Yalnız değilim. Yalnız değiliz…

“tak tak tak/ hadi kalk / kalk diyor bir ses / saat sabahın ikisi / kapı mı çalıyor ne / tok tok tok / yok yok kimsecikler yok / cinler dans ediyor evin içinde / rüzgar pencereyle sohbette / yağmur karla flört ediyor / korku zifiri mavi… / tık tık tık / saat sabahın dördü / hadi uyan uyan diyor bir fısıltı / kimsecikler yok / ya bu uğultu / cama vuran / taarruz trompeti / teslim ol borazanı / yalnızlığın azraille valsı / başlıyor/ sabah haberleri/ yeni bir emre kadar / bütün lambalar kırmızı/ çocuklar eyvah / çocuklar eyvah…”




ADİL OKAY
11 haziran Salı.
okayadil@hotmail.com



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder