CAN YÜCEL’E DOĞRU
UZUN İNCE BİR YOL - II
NAZIM HİKMET, H. ALİ YÜCEL, CAN YÜCEL
Nazım Hikmet ellerine kelepçe vurularak 10 ağustos 1938’de evinden alınıp Kadıköy iskelesinden bir motora bindirilip Adalar açığında bekleyen ‘Erkin’adlı gemiye götürülüyor ve bu gemide yargılanıyor. Suçu donanma içerisinde komünist faaliyetler göstermek, komünist propaganda yapmak. Bu ‘Erkin’ adlı gemi eski bir yolcu gemisiydi ve denizaltı filosunun merkezi durumuna getirilmişti. Şimdi geminin yemekhanesi Nazım Hikmet’i yargılamak için mahkeme salonuna dönüştürülmüştü. 10 Ağustos’ta başlayan yargılama 29 Ağustos 1938’de sonuçlanıyor. Karar okunuyor:
“Siyasi fikirleri,mazisi,neşriyatı ve evvelki mahkumiyetleri ile pek aşikar bir suretle bir komünist propagandacısı olduğu anlaşılan ‘bu kişinin’ donanmanın inhilal(dağılma) ve ihtilale maruz kalması”na yol açmak istediği vurgulanarak Toplam 28 yıl 4 ay ağır hapis cezası alıyor. Ayrıca ömür boyu kamu hizmetlerinden men, hapishanede kaldığı süre içerisinde de mal ve gelirlerinden yararlanamama(hacir) yaptırımları karara bağlanıyor. Bu haksız karar avukatlar aracılığı ile TBMM’ine aksettiriliyor. Hukuktan anlayan bazı sağ duyulu avukatlar rahatsızlık duysa da karar değişmiyor.
Bu kararlar verildiğinde, Atatürk, İstanbul Dolmabahçe sarayında, Saravona gemisinde siroz teşhisi ile hastadır.18 Ağustos’ta Nazım Hikmet, Atatürk’e suçsuz olduğuna ilişkin, af edilmesi için bir mektup yazıyor. Mektubun Atatürk’ün eline geçip geçmediği bilinmiyor. Ancak bu mektup olsun, Nazım’ın annesinin yine Nazım’ın affedilmesi ile ilgili Atatürk’e yazdığı mektup arşivde bulunmaktadır.
Başvekil, Celal Bayar’dır. İsmet İnönü ise Malatya Milletvekili olarak meclistedir. 10 Kasım’da Atatürk’ün vefatının ardından İnönü reisicumhur oluyor, kısa bir süre Celal Bayar başbakanlıkta kaldıktan sonra 3 Mayıs 1939’da İnönü tarafından azledilip yerine Dr.Refik Saydam başbakan oluyor.
Sivillerin askeri mahkemelerde yargılanmaları ve hukukçu olmayan askeri kişilerin adalet adına hüküm verebilmeleri aynı zamanda kişileri delilsiz tutsaklayıp haketmedikleri cezalara çarptırılmaları yürekli bir kaç bakan ve milletvekilinin tavır almasına, başbakanı sıkıştırmalarına neden oluyor. Bir açıklama zorunluluğunu duyan Başbakan, ordu içinde yapılmak istenen suikastlerden bahsetmeye çalışıyor.
Bunun üzerine haksızlığa dayanamayan Milli Savunma Bakanı Naci Tınaz istifa ediyor.. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ise sessiz kalmayı tercih ediyor, korkuyor.. Oysa cezanın düğüm noktası piyasada yasal olarak satılan ve serbest olan birkaç kitabın donanma içerisinde bazı subay ve erat tarafından okunmasıdır ki, kitaplar yasak olmayan kitaplardır.
Niyazi Berkes, Hasan Ali Yücel’in “Sessizliğinin”analizini şöyle yapmış:
“Bugünün genç kuşakları, Milli Eğitim Bakanlığı içinde gericilik akımlarının alıp yürüdüğünü MC(Milliyetçi Cephe) döneminin bir özelliği sanırlar. Milli Şef zamanında da öyleydi. Hem bakanlıkta hem fakültede hem enstitülerde ileri sayılan kişilerin, gericilik dalgalarına karşı nasıl yüzmeye çalıştıklarını göreceğiz. Yücel de(a.b.ç) ödünler vererek, şerlerine karşı onları muska gibi kullanmaya çalışacaktır. Kendi partisi içinde ne kadar örümcek kafalı varsa onların gözünde onun bakanlığı solcular yuvasıydı.
Yücel’in(a.b.ç talihsizliği, Milli Şef gibi bir politikacının kanadı altında “yapabileceğini yapmaya” çalışmasıydı. Bir gün gelecek onu lök gibi boşlukta bırakacak; kısa zaman sonraki ölümüne kadar onu ne arayıp ne de soracaktır.”(Niyazi Berkes,Unutulan Yıllar.S156)
Tüm bu olgular Hasan Ali Yücel’in hangi şartlar altında savaşım verdiğinin de bir göstergesi, aynı zamanda düşüncelerine uymayan faşist bir liderin kulu olmanın,verilen emir ve talimatları kölece, korkakça yerine getirmenin onu nasıl da kişiliksizleştirdiğini, küçülttüğünü de göstermesi bakımından ilginçtir.
Yine Niyazi Berkes Yazıyor:
“Vaktiyle üzerinde o kadar emeği geçen kanunu paçavraya çevirmek isteyen Sirer’in karşısında o eski celadettin’in zerresini bile gösteremeyen Yücel, korkusundan meclisin semtine bile uğramıyor, şefin kendisini lök gibi(ortada) bıraktığını anlatmaya başlıyordu.(a.b.ç)
Sirer bakanlığın içine kendi komandocularını yerleştirmiş, Köy Enstitülerini hallaç pamuğuna çevirmiş; yönetmenlerin; öğretmenlerin her biri bir yere atılmış; İsmail Hakkı Tonguç(hatırımda kaldığına göre) ya çıkarılmış yada bir yere elişi öğretmeni olarak sürülmüş.(ay.yap.S.408)
Nazım’ın Şiirine Karşı Şiir :
Nazım Hikmet 1921 yılında ‘Orkestra’şiirini yazıyor. Bu şiir modernliğe, teknolojiye, yeniliklere duyulan bir hayranlığın fütürist yansımasıdır:
ORKESTRA
Bana bak!
Hey!Avanak!
Elinden o zırıltıyı bıraksana!
Sana,
Üç telinde üç sıska bülbül öten
Üç telli saz
Yaramaz!
Bana bak!
Hey!
Avanak!
Üç telinde üç sıska bülbül öten
Üç telli saz
Dağlarda dalgalarla kütleleri
ileri
atlatamaz!
Üç telli saz
yatağını değiştirmek isteyen
nehirlerden:-
köylerden,şehirlerden
aldığı hızla,
milyonlarla ağzı
bir tek
ağızla
güldüremez!
Ağlatamaz!
hey!
hey!
üç telli sazın
üç telinde öten üç sıska bülbül öldü acından.
Onu attım
köşeye!
hey!
hey!
üç telli sazın
ağacından
deli tiryakilere
içi afyon lüleli
bir çubuk yaptılar!
Hey!
Hey!
Dağlarla dalgalarla,dağ gibi dalgalarla dalga gibi
dağ-lar-la
başladı orkestram!
Hey!
Hey!
Ağır sesli çekiçler
sağır
örslerin kulağına
hay-kır-dı!.
Sabanlar güleşiyor tarlalarda,
tarlalarda!
Coştu çalgıcı başı,
esiyor orkestram
dağlarda dalgalarla,dağ gibi dalgalarla,dalga gibi
dağ-lar-la.
Nazım Hikmet,1921
Ancak Hasan Ali Yücel-Kenan Öner davasında, Nazım Hikmet’in düşüncelerini paylaşmadığını vb. ispat edebilmek için bu şiire karşı kendi yazdığı “Üç Telli Saz Şairine Üç Telli Sazdan Cevap” şiiriyle yanıt veriyor. Ama önce bu ”Kenan Öner Davası”nın ne olduğuna bakalım:
Hasan Ali Yücel, Kenan Öner tarafından komünistlik, komünist ve solcuları himaye etmek, Köy Enstitülerini komünist yuvalarına çevirmek vb. suçlanmaktadır. Aslında olayın başlangıç noktası şöyledir.”Davam”dan olduğu gibi aktarıyorum:
“Sayın yargıç!
İddianameme görmekte bulunduğunuz hakaret davasının neden ve nasıl çıktığını anlatmakla başlıyacağım:
Eski İçişleri Bakanı Şükrü Sökmensüer, B.M.Meclisinde 29.1.1947 günü,İstanbul sıkıyönetim Komutanlığınca yapılmış olan araştırma ve kovuşturmalar neticesinde elde edilmiş belgeleri toplıyan ve komünizmin Türkiye’deki safhalarını hülasa eden bir demeçte bulundu. Bunda ismi geçen Mareşal Fevzi Çakmak, B.M.Meclisinde hiç bir tepke göstermiyerek 5.2.1947 tarihinde gazetelere verdiği bir demeçte kendini müdafaa etti. O demeçte, Genel Kurmay Başkanı iken komünizm ile yaptığı mücadeleden bahsederken şöyle diyordu”:
“Ben daha iş başında iken eski bir Milli Eğitim Bakanının bu faaliyeti destekleyen hareketlerinden dolayı Hükümeti resmen ikaz ettim.Kimse kulak asmadı ve sonra da Hamidiye Köy Enstitüsündeki komünist yuvasından bahsettiler...”
Hasan Ali Yücel Mareşal Fevzi Çakmağa açık bir mektup yazarak, ”Bu komünist faaliyetlerini destekleyen Milli Eğitim Bakanının kendisi mi olduğunu, komünistlerin kim, faaliyetlerinin neler olduğunu, hükümete bu hususta kimi ikaz ettiğini bir açık mektupla soruyor. Mareşal susmayı tercih ediyor. Bir hafta bekliyor ve yeniden açık mektup yazıp soruyor ve yeniden suskunluk. Üçüncü kez sorduğunda ise Yeni Sabah gazetesinde Avukat Kenan Öner imzasını taşıyan tam sayfa bir yanıt veriliyor:
“Evet, o Maarif Vekili sizsiniz “(Davam,S.8)
Hasan Ali Yücel savunmasında kendisinin aslında Türk milliyetçisi olduğunu, Atatürk’ün ilkelerine bağlı olduğunu, antikomünist olduğunu beyan etmektedir. Davacı, Kenan Öner’e karşı Hasan Ali Yücel olmasına karşın, sunulan turancı-milliyetçi tanıklar, mahkeme heyetinin de o tip kişilerden oluşması, Hasan Ali Yücel’i neredeyse ‘davalı‘ durumuna düşürüyor. Ancak mahkeme henüz devam ederken Kenan Öner’in ölmesi üzerine dava düşüyor.
Kenan Öner davasında tanıklar, hapishanede olan komünist Nazım Hikmet’in de Hasan Ali Yücel’in himayesinde olduğunu beyan ediyorlar. Bunun üzerine H. Ali Yücel Kendisini Şöyle savunuyor :
“..........Ben Nazım Hikmet ile ne fikir, ne meslek ve ne meşrep arkadaşlığı etmiş değilim. Etseydim bunu ifadeden çekinmezdim. Onun sanatını, şairliğini ilk zamanlardan beri takdir etmişimdir. Duruşma sırasında adı geçen ve onun milli şiire sembol olarak aldığı (Üç Telli Saz) hakkındaki ağır hücumlarını doğru bulmadığım için 1924 de yazdığım ve ilavelerle 1933 de neşredilen (Dönen Ses)isimli şiir mecmuama da aldığım şu manzumeyi Yüksek Mahkemenize bütünüyle arzedeceğim:
ÜÇ TELLİ SAZ ŞAİRİNE
ÜÇ TELLİ SAZ’DAN cevap
Şair;
Tellerimde inleyen
Bülbüle dair
Yazdığın,
Göğsüme bir çelik,
Ortası delik
Kalemle kazdığın
Satırlar;
Gönlümde unulmaz,
Deva bulunmaz
Bir yara oldu.
Niçin,neden
Yabancı ellerin duygularıyle
Kalbimi incittin?
Kaleminde, dedirgin uykulariyle
Nöbetler içinde kıvranan
Ateşlere yanan
Bir hasta hali var.
Ve şimdi karşımda bir deli hayali var.
O, sensin!...
Ey deli şair, dinle:
Her telimde bin kalbin hicranı sızlar.
Onu duy ve inle.
Yoksa yıldızlar
Birer lanet taşı gibi
Beyninde vızlar.
Tellerindeki her ses,
Yıkılan bir aşkın
Taşkın bir feryadıdır.
Bu aşk,
Bir kadının olur;
Yaradanın olur;
Vatanın olur;
En geniş bir görüşle insanın olur.
Göğsümdeki her nefes ,
Vurulan bir ruhun
İstimdadıdır.
Bu vuruluş
Sokakta olur;
Yatakta olur;
Soğukta olur,
Sıcakta olur...
Ey deli şair,
Nereden gelip nereye gidiyorsun?
Kimin için inliyorsun?
Aradığın ne?
Sesine
Koştuğun kim?
Hey oğul
Önce kendini ara,kendini bul.
Kendini bulmadan
Başkasını duymak ne mümkün!..
Bilmiyormusun ki
Gorki,
Evet Gorki’nin babası Gogol?
Sağdan sonra sol,
Ey sağını,solunu şaşıran,
Ey haddini aşıran,
Şair,
Bunu anlamadığın için
Mezarında yatan
Atan
Sana küskün.
Eğer benim tellerimde inleyen bülbül hastaysa
Hastalık nereden geldi?
Hangi cehennemlerin
Yandığı yerden geldi?
Sağdan mı soldan mı?
Kafadan mı,koldan mı?
İçten mi, dıştan mı?
Aaaah oğul,beni söyletme;
Gel etme
İnan bana;
Yazık oluyor sana.
Eğer kalbin bütün insanlığı alacak kadar büyükse
O hasta bülbüle kafes yap;
Ona tap.
Her şeyi sana o söyliyecek;
Sana o ilham verecek.
Yoook, yalnız benim derdim sana yükse
O çırpınışların,
O kızışların
Neye yarar?
Hudutsuz varlıkların enginlerine,
Yahut da Hazer denizine,
Şahlanan bir atın sırtından düşer gibi
Düşüp boğulduğun zaman
Seni kim sorar;
Senin yanına kim varır;
Hey oğul,seni kim kurtarır?
İnan bana;
Severim seni;
Sev beni,
Acırım sana.
Sen ki coşunca
Yad ellerde kalan
Yatağını aşındıran Bir nehir gibi
Yıkmaktasın etrafını.
O zaman
Söylediğini bilmiyorsun.
Mesela
Beni duyanlara
‘Hey avanak!’diyorsun.
Halbuki
‘Hey avanak’dediğin
Başkası değil,kendin.
Çünkü
Sen
Çaldığın,
Eline aldığın
Sazı tanımayacak
Kadar şaşırmışsın.
Ben
Beni duyacak,
Kaygılarımla yüreğini oyacak,
Sevinçlerimle çıldıracak
Bir şair istiyorum;
Onun göğsüdür yerim,diyorum.
Niçin, neden
Beni sen
Canlı,
Heyecanlı
Parmaklarınla
Çalıp inletmiyorsun?
Türk oğluna, gönülden türkü dinletmiyorsun ?
1925 te ilk defa Milli Mecmuada neşredilen bu şiir; Nazım Hikmet’in duygularına gönlümün razı olmadığını, Türk oğluna gönülden türkü dinletmediğini söylemiyor mu? Bu da mı komünistlik?”(Davam,S.58,59,60,61)
} Bu mahkeme yine de H. Ali Yücel’in tanınmayan yönlerini tanımamız açısından da önem taşıyor. Sözgelimi ideolojisini, sözgelimi Nazım Hikmet üzerine düşündüklerini sanat yönünü vb. bizzat Hasan Ali Yücel ‘Davam’ adlı savunmasında kendisi gündeme getiriyor.
Hasan Ali Yücel şöyle yazıyor :
“.... Fert hürriyetini bu tarzda kabul edince sağa giderek faşist,sol uca vararak komünist olmak benim için mümkün değildir.Ben Anayasa’nın altı prensibinden biri olan milliyetçiliği;Halkçılık,Cumhuriyetçilik,Laiklik ve Devrimcilik vasıflarıyla birlikte kabul ederim.” (Davam.S.153) {
EL TUTUŞA TUTUŞA
İlkin, senin elinle tutuşan benimki
Sonra çocuklarınki
Gençlerinki
Tekel işçilerininki
Sonra,ellerin elleri...
Ne kadar çok elimiz oldu baksana,
Tutuşa tutuşa,
Bir orman yangını gibi.
CAN YÜCEL
(Can Feda şiir kitabından 1985)
Can Yücel 21 Ağustos 1926’da İstanbul’da doğdu. 12 Ağustos 1999 gecesi İzmir’de öldü. Eski Datçaya gömüldü.
Ankara ve İngiltere/Cambridge üniversitelerinde Latince ve Yunanca okudu. Çeşitli elçiliklerde çevirmenlik, Londrada BBC radyosunun Türkçe bölümünde çevirmen / spiker olarak çalıştı
1956’da Güler hanım ile evlendi ve bu evlilikten iki kızı( Güzel ve Su ), Hasan adında da bir oğlu oldu.
Askerliğini Kore’de çevirmen olarak yaptı. BBC radyosundan çıkarıldıktan sonra 1958’de Marmaris ve Bodrum’da bir süre turist rehberliği yaptı. Daha sonra bağımsız çevirmenlik ve şair olarak yaşamını İstanbul’da sürdürdü.
1990 yılında Eski Datça’da Rumlardan kalma 150 yıllık eski bir evi satın alarak tamir ettirdi ve ölünceye dek orada yaşadı.
Geçim kaynağı, satılan kitaplarından, Leman ve Öküz dergilerindeki yazılarından kazandığı cüzi miktardaki gelirdi. Emeklisi yoktu.
Yapıtları:
Yazma(1950), Her Boydan(1959,çeviri şiirler), Sevgi Duvarı(1973), Bir Siyasinin Şiirleri(1974), Ölüm ve Oğlum(1975), Şiir Alayı(1981,ilk dört şiir kitabı), Rengahenk(1982), Gökkuşağı(1984), Beşibiyerde(1985,ilk beş şiir kitabı), Canfeda(1985), Çok Bi Çocuk(1988), Kısa Devre(1990), Kuzgunun yavrusu(1990), Gece Vardiyası Albümü(1991), Güle Güle-Seslerin Sessizliği(1993), Gezintiler(1994), Maaile(1995), Seke seke(1997),Alavara(1999),Mekanım Datça Olsun(1999)
Çevirileri:
Hamlet( W.Shakespeare), Bahar Noktası(W.Shakespeare), Muhteşem Gatsby(F. ScottFitzgerald), Yeni Başlayanlar için Marx( M.P.Principantes), Salozun Mavalı(Peter Weiss), ayrıca çevirdiği Che Guevara’nın “İnsan ve Sosyalizm, Mao, Che ve Amerikalı bir generalin yazdığı “Gerilla Harbi” nedeniyle 1971’in 12 Mart karanlığında 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırılır.
} Can Yücel babasının Nazım hikmet’e yazdığı şiiri ‘Babasının vebali’ olarak değerlendirmektedir.‘Yaba’ yayınlarında çıkan Aydın Aydemir tarafından hazırlanan ‘Nazım’adlı araştırma çalışmasının önsözünde Can Yücel şöyle yazmaktadır :
“Babamın da Nazım’a o zamanlar yazılmış ‘Üç Telli Saz Şairine’ diye bir vebali vardır. Yıllar sonra,o manzumesinden söz açtığımda,’bir halt etmişiz ulan,ille de yüzüme mi vurman lazım’ dediydi.”
Can Yücel için Nazım Hikmet her zaman için bir İdol olmuştur ve öyle de kalmıştır. Londra’da BBC’deki spikerlik görevini de Nazım Hikmet’in öldüğü gün kaybetmiştir. Çünkü o öldüğü günün sabahı bir odaya kapanmış ve sabah haberlerini okumak için stüdyoya çıkmamıştır. Ertesi gün eline parası tutuşturulup işTen kovulmuştur. {
ŞİİRDE YENİ BİR SOLUK
Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk dönemi de dahil olmek üzere emekçiler, azınlıklar ve hakları ellerinden alınmış Kürt ulusu üzerinde bir ‘zulüm’ devleti olmuştur. Can Yücel bu zulümkâr devlete karşı bir mualif şairdir. Bir küfür, isyan şairidir. Onun isyanı, günlük yaşamına dek sirayet etmiş ve asla taviz vermeden başı dik, alnı açık bu dünyadan göçüp gitmiştir. Onun kapasitesi düşünüldüğünde, gerçekten ne kadar doruksal bir durumda olduğu anlaşılır.
Türkiye şiirinin içimize ferahlık veren, bizi isyanlarla, sevgilerle ve burjuvaziye karşı bileylenmelerle hep uyanık tutan dolayısiyle giderek değeri daha da çok anlaşılan bir fenomenleşme durumu söz konusudur. Can Yücel’in eylemi işte bu şiirlerindeki naralarda somutlanmakta ve önemle gençliği sarıp-sarmalamaktadır. Bugün Can Yücel’den bir sav, bir deyiş veya bir mısra alıp da baş köşesine koymamış kişi az gibidir. Gençlik için Can Yücel, için için yanan bir sevgi korudur.
Şiirlerinde yepyeni bir biçimle karşımıza çıkar ve kendisini hemen kabul ettirir. Çünkü “Öncelikle kabul edecek” kitleyi hedef olarak seçmiştir. Bu kitle örümcek ağlarından arınmış yenilenmiş, yeniliğe açık, iyiyi, güzeli, sisler arasına gizlenmiş gerçeği seçebilen beyinlerdir. Genç olsun, yaşlı olsun dünyaya donuk ve dogma bakmayan tüm duyumlara seslenebilmekte, onları özlemini duyduğu fantastik bir dünyanın içerisine çekebilmektedir. Can Yücel’in şiirde başardığı işte budur. Şiirleri oldukça sade ve özdür ama darbeli bir beton kırıcı gibidir.
Şiirleri muhalif olmadığı zamanlar, sevgi saçmaktadır. Sevdiği insanlara, emekçilere, hep rağbet ettiği, içlerine karışıp onlardan bir parça olduğu bizim en alttakilere cömertçe dağıtmaktadır bu aşkı, sevgiyi ve gündoğdu çiçeklerini...
Onun muhalifliği kapitalizmedir. Kapitalizmin iktidar odaklarınadır. İktidarların kuklalarına, şakşakçılarınadır. 1999’da ölümle boğuşurken yapılan son röportajında şöyle konuşmaktadır:
} Özgür Yici: Peki söylemediğinizden pişman olduğunuz, şu lafı şurada yapıştırmalıydım dediğiniz durumlar gerçekleşti mi?
Can Yücel: O işi yıllardır öğrendim. Yerini buldum mu lafı yapıştırıyorum. O konuda bir eksikliğim yok ama aslında onun dışında dilimin ucuna gelip de söylemediklerim var. Hatta şimdi bu tükürük bezleri ağzımı kuruttuğundan dolayı iyice sıkıntı çekiyorum. (Can Yücel bademcik kanseriydi.Y.A.) Karşıma yüzüne tükürülmesi gereken herifler çıktığı zaman tüküremiyorum. Böyle eksikliklerim var.
(Röp. Sabah Gazetesi - Özgür Yici) {
Akdeniz Yaraşıyor Sana
Akdeniz yaraşıyor sana
Yıldızlar terler ya sen de terliyorsun
Aynı ıslak pırıltı burun kanatlarında
Hiç dinmiyor motorların gürültüsü
Köpekler havlıyor uzaktan
Demin çocuk ağladı
Fatmanım cumbadan çarşaf silkiyor yine
Ali dumdum anasına sövüyor saatlerdir
Denizi tokmaklıyor balıkçılar
Bu sesler işte sessizliğini büyüten toprak
O sesinin sardunyalar gibi konuşkan sessizliği
Hayatta yattık dün gece
Üstümüzde meltem
Kekik kokuyor ellerim hala
Senle yatmadım sanki
Dağları dolaştım
Ben senden öğrendim deniz yazmayı
Elimden düşmüyor mavi kalem
Bir tirandil çıkar gibi sefere
Okula gidiyor öğretmenim
Ben de ardından açılıyorum
Bir poyraz çizip deftere
Bir ada var sırf ebadil
Dönüyor dönüyor başımda
Senle yaşadığım günler
Gümüş bir çevre oldu ömrüm
Değince güneşine
Neden sonra buldum o kaçakçı mağarasını
Gözlerim kamaşınca senden
Ölüm belki sularından kaçırdığım
O loş suda yıkanmaktır
Durdukça yosundan yeşil
Kulaç attıkça mavi
Ben düzde sanırdım yıkıntım
Örenimalkolik asarım
Mutun doruğundaymış meğer
Senle çıkınca anladım
Eski Yunan atları var hani
Yeleleri bükümlü
Gün inerken de öyle
Ağaçtan izdüşümleriyle
Yürüyor Balan tepeleri
Yürüyor bölük bölük can
Toplu bir güzelliğe doğru
Kadınım yaraşıyorsun sen Akdenize
Günlük yaşamından portreler ve manzaralar çizerken, aşkı ve sevgiyi geniş bir çerçevenin içerisinde tümleştiriyor: Hayatta beraber yattığı sevgilisi, mavi deniz, havlayan köpekler, anasına söven Ali, cumbadan çarşaf silken Fatmanım. Dünyamız öylesine güzel ve yaşamaya değerki.. Can Yücel bu güzellikleri ve yaşamaya değer olduğunu sevgilisinin şahsından yansıyan özelliklerle bütünleştiriyor ve bizi büyüleyen bir atmosfere taşıyor. Rengarenk, aşk, sevgi, beraberlik, barış çağrımlaştıran bir atmosfer.
Can Yücel 1971 12 Mart muhtırasından sonra Mao, Che ve Amerikalı bir generalin yazdığı ‘Gerilla harbi’ çevirilerinden dolayı 15 yıla mahkum olur. Babasının belki de imrenip de muvaffak olamadığı ‘sol, komünist ‘anlamdaki çevirileri çevirme şerefine nail olur. Ancak bu ona üç yıla yakın bir hapishane yaşamına mal olur. Can Yücel siyasi şiirlerinin büyük bir bölümünü işte bu dönemde yazar ve 1974’de “Bir siyasinin şiirleri “ adıyla yayınlanır.
Adana cezaevindedir. 6 Mayıs 1972’de Deniz,Yusuf, Hüseyin, İdam edilirler. Bu Can Yücel’i derinden etkiler. ’Mare nostrum’ Latince ‘Bizim Deniz ‘ anlamını taşıyan enfes bir şiir döşenir.
} Mare nostrum-Bizim Deniz
En uzun koşuysa elbet Türkiyede de devrim
O onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak..
En hızlısıydı hepimizin,
En önde göğüsledi ipi...
Acıyorsam sana anam avradım olsun
Ama aşk olsun sana çocuk AŞK olsun ! {
Şiire Latince bir başlık takması, onların sadece Türkiye’nin değil tüm dünyadaki ezilen halkların da ‘Deniz’i‘ olduğunu çağrımlaştırmak için düşünüldüğü kanaatindeyim.
Her gece sanırım onbirbuçuğa doğru
Bir uçak geçiyor üstümüzden.
Yolcu uçağı anlaşılan..
Beni bir ortaçağ karanlığına mahkum edenler anlamıyorlar ki,
Ben her gece sanırım,on bir buçuğa doğru
Üstümüzden geçen o uçağın bir parçasıyım,
İniş takımıyım, göstergesiyim, motorum, aklıyım...
Ve ben her gece, sanırım, on bir buçuğa doğru
Bir kez daha anlıyorum ki,
HAKLIYIM.
Evet.ona 15 yıl vermişler ve nedamet getirmiyor.. Dışardaki yaşama öylesine bağlı, dışarısı onu kendisine öylesine çekiyor ki! Uçağı dinliyor.. O uçak bir yolcu uçağıdır, içerisinde özgür insanlar vardır. Ortaçağ değildir o dünya! 20. asırdır, medeniyettir, orası.
Gülerdir, çocuklarıdır, arkadaşlarıdır, insanlardır.. Ve nedamet getirmiyor, pişman hiç değildir! Bileniyor, muhalifliği daha da bir muhaliflik oluyor. “15 yıl yatsam da” ben haklıyım” diyor.”
} Benim şiirimde de siyasetimde de hakim iki unsur var. Bu iki unsurun çelişkisi ve sentezi bana yaşama gücü veriyor. Olup bitene ve olup bitenin sorumlularına karşı öfke, olması gerekene, olabildiğince ve onu getirecek olan büyük emekçi ve aydın kitlelerine sevgi..
Öfke ile sevgi arasında çırpınan bir çelişkinin içinde yaşıyorum ben. Şiirlerimle de, siyasamla da, bana enerji, akıl ve yaşama sevinci veren şey, öfkeyle sevincin çelişkisi.
Küfrü ve argoyu halk kullanıyor. Yazdığımız şey de, halkın nabzı ve ağzı olduğuna göre elbette bu küfür de kendiliğinden katılıyor işin içine. Aslında küfür bir özgürlük davasıdır. Türkiye’de kala kala küfretme özgürlüğü kalacak. O özgürlüğü de elden bırakmak istemiyorum.
Can Yücel
(Can Yücel Röportajı 27 şubat 1999,Cumartesi Hürriyet)
Alıntı: http://gokselgoksu.blogspot.com/2010/12/can-yucel-roportaji.html {
Can Yücel ‘en büyük Marksist’ kendisinin olduğunu söylemesine karşın, bu konuda neler düşündüğüne ilişkin yeterli veri yok. Markiszme değişik bir pencereden baktığı muhakkak. Ona göre Marksizm, sadece bir sınıf meselesi değildir, ‘evrenle birlik’ meselesidir. Siyaset, parça, günlük bir mesele değildir. Bir memleketin, dünyanın bütünüyle korunması meselesidir. Onun için Marksist olduğunu söylemektedir. (Bak.Can’dı Yücel’di Şarabiydi S.287)
Uzun yıllar TİP içerisinde çalışıyor. M.Ali Aybar Dönemi’nin TİP’i üzerine şöyle söylüyor:
“İllegal bir parti kuruluşundan, legal bir partiye dönüşümü Türkiye gibi bu işlerde yayan bir ülkede karşılaşabileceği güçlükleri hesaplarsak ve yarın da böyle bir girişimin getireceği büyük engelleri göz önüne alırsak, Aybar’ın 1960 başlarında,başını çektiği TİP başarısının değerini büsbütün anlarız. Vebali bir yana bırakırsak, bugün kendisine sosyalist demekte direnen insanların -ki, çoğunluğu militandır- yüzde sekseni içlerinden sonrasında karşı çıkmış olsalar da, yine söylüyorum çoğunluğu o yuvanın civcivleridir.
Dışa bağımlı bir parti hegemanyasına karşı Türkiye’de demokratik bir sosyalist değişimi, işçi sınıfının öncülüğünde ve samimi olarak yürütme görevini sapına kadar üstlenen tek adam Mehmet Ali Aybar’dı “(ay.yap.S.290)
Can Yücel, M. Ali Aybar başkan olduğu dönemin (1961-1969) TİP’ini ve başkanını “dışa bağımlı bir parti hegomanyasına karşı Türkiye’de demokratik bir sosyalist değişimi, işçi sınıfının öncülüğünde ve samimi olarak yürütme görevini sapına kadar üstlenen tek adam Mehmet Ali Aybar’dı” söyliyerek savunmaktadır. Bunu söylerken reformist bir partiye ‘demokratik sosyalist değişim’i başarabilme özelliği atfederek yanlış bir noktada konaklamakta, bu reformist olduğu kadar da hayalperest konaklamanın ML ile çeliştiğini görememektedir.
Yine yukarda Can Yücel, ‘Dışa bağımlı bir parti hegomanyası’ dediğinde, dönemin gizli TKP’sini gündeme getirmektedir. TKP zamanında Komintern’e üye olarak çalışmış bir partidir. Bu tüm dünya komünist partilerinin birleştiği, üye olduğu ve burada alınan kararların yaşama geçirildiği enternasyonaldir. Ve hiç bir zaman için dışa bağımlılıkla suçlanamaz. Can Yücel bunu söylediği zaman Kruşçev ve sonrası dönemi ile Kruşçev öncesi dönemi de aynılaştırmakta, ayırmamaktadır.
CAN YÜCEL VE ATATÜRK
} Gazi Mustafa Kemal Atatürk
Türk, öğün çalış güveni demiş a,
Şimdilerde çalışan parasız, pulsuz
Çalışıyor paralıya,
Güvenen varsa, parasına güveniyor,
Üstyanı, öğün babam öğün
Dövün babam dövün
Can Yücel
(27 şubat 1999,Cumartesi-Hürriyet röportajı)
(Hürriyet’e özel Can Yücel şiiri) {
Can Yücel’in ‘Atatürk’değerlendirmeleri de, dönemin revizyonist TKP ve reformist TİP değerlendirmeleriyle örtüşmektedir. Maalesef 1970’lerin devrimci gençliği de, işte bu revizyonist ve reformist TKP-TİP-AYDINLIK gibi odakların etkisinde kalarak sadece Atatürk üzerine değil ordu üzerine de tamamen yanlış bir yerde konaklıyorlardı.
Can Yücel 1999’a değin ‘Atatürk’ üzerine konaklanan bu yerden bir adım dahi ileri atamadı. Atatürk’e yönelttiği bir takım eleştiriler ise olguya sınıfsal bir pencereden bakmayan, reformist kalıplarla mengeneye alınmış, temele ilişkin olmayan eleştiriler...
Can Yücel Şöyle yazıyor:
“Kimininki kalpaklı, kimininki fraklı, kimi sert, kimi güler yüzlü... Herkes kendine göre bir Atatürk portresi çiziyor. Peki bunların hangisi gerçek Atatürk?
.....
Ne demek istediğimi anlatmak için Atatürkçüler listesine şöyle bir göz atmak yeterli:
Adnan Hoca da Atatürkçü Doğu Perinçek de..
Popçu Çelik de Atatürkçü, ’ordu göreve’ pankartı açan gençler de...
Erbakan Başbakanken ‘en büyük Atatürkçü biziz’demişti; tabii onu hapseden Kenan Evren de.
Eski GenelKurmay Başkanı Doğan Güreş, partisinin başkanı Tansu Çiller’in yarım yüz fotoğrafını Atatürk’ünkiyle eşleştirecek kadar Atatürkçüydü.
Bu kadar farklı eğilimden insan, aynı liderden “bizim önderimiz”diye söz ediyorsa, bu işte bir yanlışlık olmalı.
O zaman da sormak gerekiyor:
Kaç farklı Atatürk var?
Ve hangisi gerçek Atatürk?
Bir liderden kaç farklı kimlik çıkar?
Devrimci Atatürk
........Daha 1960’larda Deniz Gezmiş, anti-Amerikan gençlik mücadelesine başlarken, babasına şöyle yazıyordu: ”Sana müteşekkirim, çünkü Kemalist düşünceyle yetiştirdin beni.. Küçüklüğümden beri evde Kurtuluş Savaşı anılarıyla büyüdüm. O zamandan beri yabancılardan nefret ettim..”
“Ordu göreve” diyen Türk solu dergisi kalpaklı Mustafa Kemal kapağıyla çıkıyor.
Kemal Paşa’nın 1920’de bir komünist partisinin kurucusu olması, Lenin’e ‘ezilen milletleri emperyalizmin hegemonyasından kurtarmak için’mektup yazması ‘solcu Atatürkçülerin dayanakları.
Onun Anadolu halkına hitaben yayınladığı bir beyanname elden ele geziyor:
“Müslüman kardeşlerim, komünist arkadaşlar ..!
Büyük devletler yeni bir Müslüman kurbanını boğazlıyorlar. Onu yok etmek azmindedirler. Fakat biz, elde silahımız, anavatan topraklarını savunarak ve haklarımızı haykırarak ölmesini bilenlerdeniz. Köylülerimiz topraklarını, yurtlarını ve köylerini istilacıya karşı müdafaa ederken, şehit düşerken emin olabilirler ki, yakın bir zamanda bütün İslamiyet, komünizmle birlik olarak onların intikamını alacaktır.”
Ülkücü Atatürk
Ata’nın sağlığında yazılan tek biyografisinde H.C.Amstrong, ona ‘Bozkurt Atatürk’ ismini takmıştı. Nazım Hikmet’in tabiriyle ‘sarışın bir kurda’ benziyordu.
MHP Kongresinde asılan bir afişte o Atatürk’ü bıyıkları fırça darbeleriyle sarkıtılmış, sert bakışlı bir asker olarak tanımıştık.
Ülkücülerinki, ‘Komünizm gördüğü yerde ezilmelidir” dediği öne sürülen, daha 1933’te Sovyetler’in ilerde dağılabileceğini görüp ‘oralardaki dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimize sahip çıkmalıyız ‘diyen bir ‘başbuğ’...
...
Kürtlerin Atatürk’ü
Mustafa Kemal, Anadolu’ya geçtikten sonra Amasya’dan Kazım (Karabekir) Paşa’ya çektiği çektiği telgrafta şöyle diyordu:
“Ben Kürtleri ve hatta bir özkardeş olarak tekmil milleti bir nokta etrafında birleştirmek Ve bunu cihana göstermek karar ve azmindeyim.”
...Kurtuluş savaşı başlarken Kemal Paşa Kürtlere özerklik verilmesinden bile söz etmiştir.
Kürt sorunu yeniden gündeme geldiğinde, şahinler, Dersim isyanını sertlikle bastıran Atatürk’ü örnek alırken, güvercinler Mustafa Kemal’in 1920’lerdeki sözlerini arşivden çıkardılar.
Dindar Atatürk
Bitmek bilmez bir tartışma da Atatürk ve din meselesidir.
Timur Selçuk, Yaşar Nuri Öztürk gibi Atatürkçü müminler, Kur’anla Nutuk’u bir arada saklar kütüphanelerinde. Başuçlarında Ata’nın Meclis açılışında ellerini kaldırmış dua ettiği fotoğrafı asılıdır. Fotoğrafın altında da Ocak 1923’teki konuşması vardır :
“Bizim dinimiz en makul ve en tabii dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa tetabuk etmesi lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen mutabıktır”
Onlara göre “Atatürk dinin özüne değil,din olarak kabul edilen geleneğe ve eskimiş kurumlara karşı tavır almıştır ve vahiy ile akıl arasında uzlaşmazlık görmemiştir.
Ateistler buna bir başka Atatürk metniyle karşı çıkar.
Onların elindeki metin, 1 Kasım 1937 tarihli Meclis açış konuşmasıdır:
”Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet idaresindeki ana programımız, CHP programıdır. Bunun kapsadığı siyasetler, idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat bu prensipler gökten indirildiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutulmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz”
Demokrat Atatürk:
Ve nihayet liberal-demokrat Atatürk...
Özellikle Cumhuriyet’le yaşıt iktisat Kongresi’nde uygulamaya konan ekonomi politikası ve Celal Bayar’ın Başbakanlığı döneminde hayata geçirilen uygulamalar, Atatürk’ü İş Bankası’nın kuruluşuna imza atmış bir ‘liberal devlet adamı’ yönüyle ele çıkarır.
Hele İsmet Paşa’nın Başbakanlığında iki kez direkten dönen çok partili rejim arayışları onu ‘demokrat‘ sıfatıyla bir arada değerlendirenlerin en inandırıcı kanıtıdır.
Neden bu kargaşa ?
Baştaki soruya dönelim: Hangisi doğru bunların? Her biri gerçek belgelere, tanıklara, konuşmalara dayandırılan bu politik kimliklerin hangisi gerçek Atatürk ?
Bir insan aynı anda hem devrimci, hem ülkücü, hem “Kürtlerin özerkliğinden yana”, hem Türkçü, hem dindar, hem pozitivist, hem otoriter, hem demokrat olamayacağına göre, bu iddia sahiplerinden biri yalan söylüyor olmalı..
Hangisi ?
Sanıyorum bu zor sorunun yanıtını bulabilmek için 1920’lerin koşullarını ve Kurtuluş Savaşı ile Cumhuriyetin hangi şartlar altında gerçekleştirildiğini iyi bilmek gerekir.
Kurtuluş Savaşı verilirken, Anadolu ahalisinin kahir çoğunluğu, nihai amacın saltanat ve hilafeti korumak olduğunu düşünüyordu.
Kürtler’in bazısı özerklik peşindeydi.
Komünistler, Sovyet devrimine özeniyordu.
Bütün bu farklı eğilimlerden, ortak bir mücadele azmi yarabilmenin yolu, hepsine yönelik sıcak mesajlar vermekten geçiyordu.
O yüzdendir ki, Meclisin açılışında eller açıldı, dualar edildi. Kürtler’e özerklik vaad edildi, muvazaalı(danışıklı) bir resmi komünist partisi kurulup Sovyet etkisindeki komünist hareket yok edildi.
Ulus olma sürecinde din yerine tutkal olarak Türklük ruhu gerekiyordu; bozkurtlu bayrak düşünüldü.
Ancak bunlar 1920’lere özgü geçici tedbirlerdi; hiçbiri bugün Atatürkçülük adına savunulmayacak kimliklerdi.
O yüzden zaman zaman birbiriyle çelişen bu sözler, tavırlar, tutumlar kargaşasını, Atatürk’ün olgunluk dönemine ait notlarının, konuşmalarının, eylemlerinin süzgecinden geçirmek şart.
Bu yapılmayıp da 1920’lerin kargaşasından rasgele bir fotoğraf çekince Atatürk, herkesin kullanımına açık “Binbir surat’lı” bir lidere dönüşüyor ve ’bunca yalancı’ içinde kimin doğruyu söylediğini bulmak, hepten güçleşiyor.
Bugün gerçek dindarlar Atatürk’e sevgi besliyor niye?
Türk ulusunu var etti. Esir, onursuz bir ulus olmaktan kurtardı.
Milliyetçiler ona sevgi besliyor niye?
Emperyalizme karşı başarılı ilk Kurtuluş Savaşını verdi..
Aklı başında Kürtler ona sevgi besliyor niye?
Irkçılık yapmadı, Türk ulusu adı altında Türkleri de, Kürtleri de,diğer etnik kökenleri de eşit vatandaş yaptı..
Demokratlar ona sevgi besliyor, niye?
Sanırım yanıt vermeye gerek yok, Cumhuriyet’e bakmanız yeterli..
Atatürk bir siyasi görüşün,bir zümrenin,bir ırkın,tek bir dine mensupların Atatürk’ü değil, hepimizin,Türk ulusu’nun atası.
Şu yaşadıklarımıza bakınca bugün değerini daha iyi anlıyoruz.(a.b.ç.)”
CAN YÜCEL (www,can yucel.org/hangiataturk.html)
.
Karya Restoran’da Can Yücel’in köşesi.
(Sürekli oturduğu masası şarap şişesinin sergilendiği sehpanın önündeki mavi örtülü masadır.)
Can Yücel Atatürk üzerine böyle düşünüyor ve yazıyor. Ve sonunda Atatürk’ün ‘hepimizin atası, Türk Ulusu’nun atası‘ olduğunu söyleyip lafı bitiriyor.
} Bizdeki eksiklik, hata; Can Yücel gibi değerli bir şairin bu düşüncelerine henüz sağlığında çok yönlü tavır koymamış olmamızdır. Şimdi, Can Yücel’i eleştirirken bir eksiklik ve eziklik duyuyorum. {
Aslında bu konuda İbrahim Kaypakkaya daha 1972-1973’lerde oldukça kapsamlı ve özde
doğru bir tavır takınmıştır. O dönemin kendisine devrimci, komünist vb.diyen hareketleri, önder kadroları( Denizler de dahil olmak üzere) Atatürk ve Türk ordusunu ilerici, devrimci vb.değerlendirirken, Diyarbakır zindanlarında işkence ile katledilen TKP-ML’in kurucusu ser verip sır vermeyen İbrahim Kaypakkaya, Türkiye devrimci-komünist hareketinde ilk kez Kemalizmin ML değerlendirmesini yapma başarısını göstermiştir. .
Can Yücel’in bir takım tarihi gerçekleri alt alta sıralıyarak kesin yargılara varması kabul edlir şeyler değildir.
Şimdi 1920’de “Kürtler’e Özerklik” sözü vereceğim, 1933’te nanik yapacağım.
Ehh, 1920 zor bir dönemdi.. yalan söylemeye mecburdu Atatürk..
1920’de, Bizim dinimiz en makul, en doğru dindir diyeceksin 1933’de tam tersini söyliyeceksin.
Ehh,1920 zor bir dönemdi yalan söylemeye mecburdu Atatürk..
1920’de Komünistleri kurtarıcı olarak bağrına basacaksın övgüler dizeceksin, 1933’de komünizmi zehirli bir yılana benzetip ’görüldüğü yerde başı ezilmelidir’ diyeceksin.
Ehh, 1920 zor bir dönemdi yalan söylemeye mecburdu Atatürk..
1920’de anti emperyalist savaş vereceksin, daha savaşın içerisinde gizlice İngiliz, Fransız, Amerika emperyalizmine kur yapacaksın, diğer yandan da devrimi henüz yapmış, kıtlık ve açlık içerisindeki Leninli Sovyetler Birliği’nden külçe külçe altın ve silahı ‘antiemperyalistlik’, sahte komünizm sempatiliği numaraları ile alacacaksın.
Ehh,1920 zor bir dönemdi yalan söylemeye mecburdu Atatürk.
1920’lerde Meclis’i açarken, avuçlarını gökyüzüne açıp zikr edeceksin, Meclis konuşmasında da işçi ve ırgat haklarından dem vuracaksın sonra da bu işçi-ırgat takımını inim inim inleteceksin.
Ehh, 1920 zor bir dönemdi yalan söylemeye mecburdu Atatürk.
} Güler Hanım’ın evi terk ettiği günlerden birinde şarabi çocuklar,Can Yücel’in evinde Toplanır.İçkinin şiire,şiirin içkiye meze yapıldığı saatler başlar. Söz, sosyalizme, komünizme gelir. Can Baba coşmuştur. Ha bire anlatır, geçmiş güzel günlerden söz eder. {
Bir ara nefes almak için dışarı çıkar. Artık gecenin geç bir saatidir. Kuzguncuk’taki evinin arkasındaki ormanlığa “En büyük komünist beniimm!” diye bağırır. Kendisine eşlik eden Cezmi Ersöz’den başka, bu haykırışı duyan olmaz. Oturur içer.
(Can dı,Yücel di,Şarabiydi,S.306)
Olur mu böyle birşey? Can Yücel kendisinin ‘Komünist’ olduğunu söylüyor ama bir Komünistin değil bir küçük burjuvanın ağzı ile konuşuyor. Bir Komünist olan Stalin, Can Yücel’in ‘hepimizin Atası’ dediği Atatürk ve yaptığı devrim için bakınız ne söylüyor:
“Kemalist devrim,bir üst tabaka devrimidir;milli ticaret burjuvazisinin bir devrimidir bu devrim.(....) Aslında köylülere ve işçilere karşı, evet bir tarım devrimi ihtimaline karşı yönelen, milli ticaret burjuvazisinin devrimidir. (Stalin Cilt.9.S.204)
Dolayısiyle Atatürk hepimizin atası değildir, olamaz da. Ondan nemalanan dünün ağalarının bugün ağa-beylerinin ve işleri tıkırında olan burjuvazi takımının atasıdır.
Ama ezilen işçi sınıfının, inleyen köylünün, her türlü haklardan mahrum bırakılmış Türk olmayan diğer azınlıkların ve Kürt ulusunun atası asla değildir.
Can Yücel ve Kitapları:
Yine Orhan Karadağlı anlatıyor:
“Vefatından 2 yıl kadar önceydi. Bademcik kanseri teşhisi bırakılmıştı ya.. Öğlene doğru İstanbul’dan telefon geldi. Can Babaydı telefon açan.
—Ulan muhtar postayla kitap gönderdim yarın git o kitapları postahaneden al, dedi.
— Peki, olur alırım dedim. Ertesi günü elimi kolumu sallıya sallıya postahaneye gittim,
kitapları sordum..
—Gelmiş!
—Öyleyse verin, dedim,
—Araba getirdin mi kardeşim? Deponun önüne çek ki, yükleyelim, dediler.
—Söylenenlerden bir şey anlıyamadım. Kitapları görmek istedim.
Geçmiş gün, 30-35 balya yani bir kamyonet dolusu kitap gelmiş. Yapacak bir şey yok. Hemen bir kamyonet tuttum ve kitapları yükleyip benim restorana götürdüm. Çay falan yaptığımız oda biraz genişceydi, oraya doldurdum. Oda ağzına kadar kitapla doldu. Adım atacak yer yok!
Can Baba ertesi gün yeniden telefon açıp kitapları alıp almadığımı sordu:
—Aldım ama odada adım atacak yer kalmadı, dedim.
—İdare et ulan, ben gelene kadar dedi. 10-15 gün sonra da çıkageldi.
Bu balyaların içerisinden az bir kitap ayırdı, sonra geri kalan kitapların tümünü Datça kütüphanesine hediye etti. Hediye etme olayı da şöyle oldu:
Ben Kaymakamlığa gidip,
—Can Yücel kitaplarını kütüphanenize hediye etmek istiyor, dedim.
Kaymakamı bir telaş aldı ki hiç sorma..
—İyi güzel de, içlerinde yasak kitap olur, komünist kitap olur, başımız belaya gider kardeşim!.. Onun için kabul edemem, dedi.
—Beyefendi! Kitaplara tek tek bakarız, yasak olanı, komünist olanı ayırırız, almazsınız, geri götürürüm, dedim.
—Çok kitap var mı? Diye merakla sordu.
—Var, 35 balya yani binlerce kitap var dedim..
Emin olun ki, kaymakamın soluğu kesildi, biraz ofladı, biraz pufladı, kitapları da merak ettiği, ağzının suları aktığı her halinden belli oluyor! Şöyle bir gıravatını düzeltir gibi yaptı, ciddi pozlara girip,
—Getir, şehir kütüphanesinin arka kapısına indir, dedi.
Götürüp indirdim. Sonra ne oldu bilmem! Komünist yayınları, yasak yayınları ayırdılar mı, ayırmadılar mı?.. Sanıyorum o kitaplar şimdi Datça’nın kütüphanesinde halk tarafından okunmaktadır. Can Yücel’in böyle bir de katkısı olmuştur yani .
Bereketli adammış vesselam. Datça onun sayesinde daha da bilinir bir mekan oldu. Datça’ya sırf Can Baba için gelenler de var. Hem de bayağı var yani. Ev fiatları ikiye katladı. Gariban esnafın da Can Baba sayesinde biraz da olsa yüzü güldü. Bereketli adammış, allah gani gani rahmet eylesin.. Ne deyim ki başka ?
— Sigara içiyor muydu?
—Kanser olduğunu öğrendikten sonra bırakmıştı, içmiyordu.
— Peki ilaç kullanıyormuydu?
—Hiç ilaç kullanırken görmedim. Evlerine de giderdim, orada da görmedim.
—İçki?
—Buraya ilk geldiğinde rakı içerdi. Tabii ben de eşlik ederdim. Sonra rakıyı kaldıramaz oldu. Şaraba başladı. Bak burada teşhir ediyoruz içtiği şarabı, bardakta da hâlâ bir yudum kalmış. ‘Evin’ şarabı içerdi, ucuz diye. Öyle çok bolluk içerisinde bir adam değildi. Eskiden çok sık ziyaretçisi de olmazdı hani... Can Baba şimdi kıymete bindi. Ölünce değeri anlaşıldı.
Can Baba, sonra şarabı da kaldıramaz oldu, biraya dönüş yaptı. Bir yıla yakın da bira içti. Şarabı ara sıra içiyordu artık. Hastalık ilerledikçe zorluk çekiyordu içmede de... Ben gizlice birasına, şarabına su katıyordum ki, etkisi az olsun da biraz daha fazla yaşasın.”
Kameramı alıp kapının önüne çıkıp açıklığa doğru yürüyorum. Biraz aşağıda koca çınar ağacının duldasına, toprağa oturuyorum. Rumlardan kalma restore edilmiş evlerin yanından, yöresinden penceresinden, bahçesinden rengarenk çiçekler ve kaktüsler fışkırıyor.
Ta karşıda Kocadağ yas tutar gibi öyle ağlamaklı halini Akdeniz’e yansıtıyor. Kocadağ’ın tam karşı zirvesinde uyuyan Can Yücel, o görkemli dağa sığınarak denize yansıtıyor güzelliklerini, şiirlerini, acılarını, sevinçlerini.
Denizi dinliyorum, Can Yücel’i dinliyorum:
Parça Parça
“yaşamak istiyorum.
yaşamayı bu soğumuş cehennemde..
ölü bir dost gibi içim titreyerek düşünmek değil sade,..
yaşamayı yaşamak istiyorum.
bu küfür değil,bu küflü razgar,..
bu silsilesini siktiğimin koridorlarında..
demirli dosyalar gibi sıralanmış kapılardan..
ayaklarımın dibine kadar sokularak...
ve sezdirmeden üfleye üfüre..
parmaklarımın uçlarını kemiren ..
bu kılları ağarmış fare..
ne bilir,ne anlar ki çocuklardan haber vere!..
hem verse de ne umurum!..
ben ki müebbet muhabbete mahkumum,..
çocuklardan haber değil,..
çocukları güneş kokan enselerinden koklaya koklaya öpüp
ısırmak istiyorum
bu uzaklardan ürüyen zağarlar ki şehirdir..
üleşemiyorlar zaar gece denen kemiği,..
erken o bed sesli avcı,ezan’ı muhammedi
önüne katıyor önce yeziti..
allah ekberdir,allah eksper’dir!..
lakin inliyor yine uykusunda mahir..
ve hep böyle demeç verircesine sayıklayan şerifoğlu..
o allahlığını bilsin, diyor,ben kulluğumu!..
velhasıl..bu her gece uykusunda bağırıp çağıran,ağlayan,gülen,konuşan,isyan eden,
yalvaran,küfreden,diş gıcırtadan
adem babalar arasında,..
bu damsız damda.,,
bu havva’sız havada..
saf şair olamıyor adam,..
sökmüyor sırf şiirsel yorum..
hani..
ben artık şarkı dinlemek değil,şarkı söylemek istiyorum,diyor ya nazım,..
ben de artık şiir düzmek değil ,şiiri düzmek istiyorum”
Can Yücel
}}} Özlemini, isyanını ve sevgisini değişik bir dil ile, alışılmışın dışındaki imajlara sarmalıyarak bize veriyor. Bu küfürlerde yeraltı edebiyatının içki kokan umutsuz başkaldırısının özellikleri yok. Can Yücel’in şiirini yeraltı şiirinden ayıran özelliklerin başında da bu geliyor.
Bir başka nokta da, şiir anlatım olarak en üst noktaya taşınmıştır. Sade olduğu kadar da bilge ve enteldir. Bir diğer özelliği de şiir toplumcu gerçekcidir ve açık olarak yan tutmaktadır.
Onun şiirlerindeki elini tuttuğu insanlar; ezilenler,sömürünün karşısında duran kişilerdir. {{{
Can Yücel ve ÖDP (Özgürlük ve Dayanışma Partisi)
} Ben Can !
Arkadaşlar, madem bu siyasal gidişten, bu avara -koşmak seçim- parti işinden bıkkınlık getirdiniz, protesto için, öfke için sandığa atmamağa kararlı olduğunuz oyları ÖDP için atın sandığa! Boşa atacağınıza, bize atın ki, protestonuz işe yarasın! Yaramaz oylar biz yaramaz solculara gitsin! Ne dersiniz? C.Y.
(Not: Bu yazıyı Can Yücel’in zor okunan kendi el yazısına bakarak buraya not ettim. Yanlış bir kelime yazdıysam affola. Y.A.) {
Can Yücel seçmenler için bunu yazdığında, vefatına sayılı günler vardır. Aslında o da bunu
bilmekte, duyumsamaktadır. Ama direncini kırmamakta, hep umut ile yaşamakta, tebessüm etmektedir. En son röportajında da bu gerçeği teslim etme gereğini duyar :
“Benim ne kadar yaşıyacağım belli değil. Hani barajı faraza geçtik diyelim. Ben dört sene görev göremeyeceğim bir koltuğu işgal etmem.”der.
Can yücel 1996’da Türk sol hareketindeki çeşitli fraksiyonların bir araya gelerek kurdukları Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin içerisinde aktif rol almış bir devrimci şair. Nisan 1999 seçimlerinde de İzmir’den 1.Bölgeden milletvekili adayı oluyor. Fakat kazanamıyor. Şöyle bir espiri de yapılıyor : “Şayet kazansaydı, B.M.M.nin en yaşlı üyesi olacağı için geçici Meclis başkanı olacaktı. İşte o zaman Merve Kabakçı’ya, Nazlı Ilıcak’a güzel şiirlerinden (!!!) örnekler sunacaktı.”
Can Yücel’i; Neyzen Tevfik, Şair Eşref gibi hiciv ustalarına benzetmektedirler. Bu hiciv ustaları yazdıkları hicviyelerinde genelde dönemin yolsuzluklarını, kişilerin yobazlıklarını vb. konu edinmişlerdir. Can yücel ise hiciv ile yetinmemiş, düzenin muhalifi olmuştur. Ama bu muhalefet sıradan bir muhalefet değildir. Devrimci bir muhalefettir. Düzeni yıkmak ve onun yerine sosyalist bir toplum kurmak düş’ü taşıyan bir muhalefettir. Can Yücel’in bu özelliği onu kalın çizgilerle yukarda anımsadığımız hiciv şairlerinden ayıran en belirleyici özelliktir.
Yazımızı Can Yücel’in bestelenmiş bir şiiriyle noktalıyalım :
İŞÇİ MARŞI
Hava döndü işçiden işçiden esiyor yel
Dumanı dağıtacak yıldız-poyraz başladı
Bahar yakın demek ki mevsim böyle kışladı
Bu fırtına yarınki sütlimanlara bedel
Hava döndü işçiden,işçiden esiyor yel
Tekliyor işte çağın çarkına okuyan çark
Ve durdu muydu bir gün bu kör,avara kasnak
Bir zincir yitirenler bir dünya kazanacak
Sen de o dünyadansın sınıfın bil safa gel
Hava döndü işçiden,işçiden esiyor yel
Köylüler uykusunda döndü dönüyor sola
Güne bakıyor bebek büyüyen yumruğuyla
Başaklar gövderdi bak başkoydular bu yola
Şaltere uzanıyor allaha açılmış el
Hava döndü işçiden,işçiden esiyor yel
Kaynak :
1- Davam,Hasan Ali Yücel,Türkiye İş Bankası Yayınları
2- Can’dı Yüceldi Şarabiydi,S.Akbayır-Cezmi Ersöz,Destek Yay.
3-Zekeriya Sertel,Hatirladıklarım,Gözlem Yay.
4-Niyazi Berkes,Unutulan Yıllar,İletişim Yay.
5-Stalin,cilt 9,İnter yay.
18.06.2013
YAVUZ AKÖZEL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder