Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Ekim 2011 Pazartesi

TEMEL DEMİRER: Nihai Kertede: Vicdan(sızlık) = Şiir(sizlik)


“Summum crede nefas animam praeferre pudori
et propter vitam vivendi perdere causas.”[1]

I) Vicdan, (“düşünen hayvan” diye de nitelenen) insanı insanîleştiren bir erdemdir.
Hani Platon’un, “İyiyi elde etmek gücü”; Hesiodos’un da “Uzaklarda, ta uzaklardadır, ona götüren yol uzundur, diktir, çetindir; kan ter içinde kalmadan çıkılmaz o yokuş,” diye tanımladığı, insan olmaya ve kalmaya mündemiç bir erdemdir vicdan…

İş bu nedenle, insanî olmayan tutumların “vicdansız”/ “kara vicdanlı” olarak tanımlanması da bundandır!
Ya şiir, o da insanı insanîleştiren -hayata mündemiç- bir edimdir; hem de, “İmgelem aracılığıyla hayata tutunursunuz ve bu hayat mutlak sanatın ta kendisidir,” diyen Yves Klein’in altını çizdiği üzere…
Burada bir parantez açıp ekleyelim: Elbette hayat ve maddi gerçekleri dışında “soyut” bir vicdan da, şiir de yoktur ve olmaz da…

* * * * *

II) Hayatın maddi gerçekleri…
Eğer W. Goethe’nin, “Hayatın amacı, hayatın kendisidir,”[2] veya Candan Erçetin’in, “Hayatta cezasını çekmediğim, hesabını veremeyeceğim hiçbir şey yapmadım,” sözlerine önem atfedenlerden biriyseniz; hayatın maddi gerçekleri ve onunla ilişkilenmeyen bir vicdanın da, şiirin de; insan(lık)a mündemiç vicdan ve şiir kavramlarına layık olmadığını görebilirsiniz…

O hâlde vicdanın da, şiirin de taşıdığı insanî değerin beşeri (toplumsal) nitelikleri olduğundan şüphe edemezsiniz…

İnsan olmak ve kalmak, toplumsallaşmakla ve vicdanı yitirmeden hayatın maddi gerçeklerine taraf olabilmekle mümkündür…

Eğer J. J. Rousseau’nun, “İnsan düşünmek, sevmek, inanmak için dünyaya gelmiştir”; Protagoras’ın, “İnsan her şeyin ölçüsüdür”; Novalis’in, “İnsan olmak bir sanattır”; Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, “İnsan tükenmez”; Mevlana’nın, “Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol,/ Şefkat ve merhamette güneş gibi ol,/ Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol,/ Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol,/ Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol,/ Hoşgörüde deniz gibi ol,/ Ya olduğun gibi görün ya görüldüğün gibi ol,” uyarılarına değer veriyorsanız; hayata vicdanı yitirmeyen bir toplumsallıkla taraf oluyorsunuz demektir…

* * * * *

III) İyi de buraya kadar ki saptamaların “Vicdan(sızlık) = Şiir(sizlik)”le ne alâkâsı var mı?
Gayet basit…

Vicdan da, şiir de beşeri nitelikler kazanabildiği kadar var olan yani “Vardım, varım, var olacağım” veya Dostoyevski gibi, “Herkes, her şeyden, herkese karşı sorumludur,” diye haykıran gerçek(ler)dir…
O hâlde Samuel Beckett’in, “Ne dersin Didi, her zaman bize var olduğumuz izlenimini verecek bir şey buluruz, öyle değil mi?” sorusunu asla unutmadan Var olmanın algılanmak, kavramak, çözümlemek ve değiştirmek için taraf olmak olduğunu sürekli vurgulamak…

Veya Jorge Luis Borges’in, “İnsan gözünün hiçbir zaman görmediğini görmek istiyor musun? Ay’a bak. Kulakların hiçbir zaman duymadığını duymak istiyor musun? Kuşun ötüşünü dinle. Ellerin hiçbir zaman dokunmadığına dokunmak istiyor musun? Toprağa dokun,” sözlerindeki üzere hayata bağlanarak, onu savunmaktır…

Ya da “Var olmanın var olmamaktan daha yeğlenir olduğunu kanıtlamanın hiçbir yolu yoktur,” diyen Emile M. Cioran’ın “hiçlik” vurgulu sıradanlığına teslim olmamaktır…

Örneğin aralarında Nilay Özer, Gülseli İnal, Müesser Yeniay’ın da bulunduğu 26 kadın şairin, “Türkiye’de her alanda kendini gösteren adaletsizlik ve dengesizlikten şiir dili ve şairin de nasibini aldığı”na dikkat çektikleri; sanatın sıradanlaşıp, ticarileştirildiği “olağan” denilen “bugün”de, “Şiiri salt bir metin eylemi olarak algılamayıp, onu hayatla birlikte, hayata rağmen ve hayat için bir kaynama olarak da görmek gerek”irken;[3] Yaşar Kemal’in, Gallimard Yayınevi’nin ‘XX. Yüzyılın Romanı’ soruşturması için ‘La Nouvelle Revue Française’de yayımlanan yazısındaki uyarısını durmadan anımsayıp, anımsatmak gerekiyor:

“Sanat, gerçek sanat savaşın, zulmün, şiddetin, tüketici oburluğunun, insanca olmayan her davranışın karşısındadır... Çünkü ne olursa olsun, her biçim sanatın birinci işi başkaldırıdır. Sanat insanları yalana, zulme, bitip tükenmeyen anlamsız savaşlara, bütün kötülüklere karşı uyarır…”

* * * * *

IV) “Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i”nin (“YDD”) vahşet tablosunda başka türlü olabilir mi? Kesinlikle ‘Hayır’!
Dünya adlı gezegenimizde 1 milyarın üstünde insan aç...

Açlık bir “salgın hastalık” gibi yayılmaktadır.

Dünya Doğal Yaşamı Koruma Vakfı’nın ‘Yaşayan Gezegen 2010 Raporu’nda “1 milyar 800 milyon insanın internet erişimi varken, 1 milyar insanın yeterli miktarda içme suyuna erişimden hâlâ yoksun olduğu” vurgulanmaktadır.

Dünyada yaklaşık 1 milyar kişi en az gıda kadar önemli olan temiz bir tuvalet imkânına sahip değil. UNICEF’e göre, yılda 5 yaşın altındaki 1.2 milyon çocuk ishal nedeniyle ölüyor.

Birleşmiş Milletler (BM) Çocuk Fonu (UNICEF), Afrika’daki kuraklık ve açlığın felaket boyutuna ulaştığı ve 500 bin çocuğun acil gıda yardımı almazsa ölebileceği uyarısında bulundu.

UNICEF Direktörü Anthony Lake’e göre bölgedeki kuraklık nedeniyle 2 milyon çocuğa da yardım gönderilmesi gerekiyor. Lake “Bazı çocuklar öyle güçsüz ve zayıflar ki yardım aramaya bile çıkamıyorlar” dedi. Son 60 yılın en sert kuraklığının pençesindeki Kenya, Etiyopya, Somali ve Cibuti’de 10 milyon insan açlıktan ölümün eşiğinde.

BM’nin bir bölgede kıtlık olduğunu resmen ilan etmesi için bazı kriterleri var. Buna göre; bölge halkının günde 2 bin 100 kalorinin altında beslenmesi, çocukların yüzde 30’unda yetersiz beslenme tespit edilmesi, bir günde 10 bin çocuktan dördü, 10 bin yetişkinden ise en az ikisinin yaşamını yitirmesi dikkate alınıyor.

Evet, evet! “YDD” koşullarında her şey “Yoksulları yiyelim!” diyen Jonathan Swift’in 1729’da yazdığı, edebiyatta ironinin, sarkazmın şahikası kabul edilen metindeki üzeredir!

Yazar yoksulluk üzerine yıllarca düşünen ve diğer planlamacıların önerilerini tartan bir ekonomistin ağzından anlattığı yazısında, “Ancak yoksul çocuklarını yersek yoksulluğu çözebiliriz,” der ve ekler: “Londra’da tanıdığım çok bilgili bir Amerikalı, bana bir yaşında sağlıklı, iyi beslenmiş bir çocuğun, buğulama, kızartma, fırınlama veya haşlama olarak çok lezzetli, besleyici, yüksek değerde bir besin olduğunu söyledi… Yahnisinin de aynı lezzette olacağından eminim. (...) Arkadaşlar arası bir eğlence için, bir çocuktan iki tabak et çıkar; ailece yenen yemeklerde de, göğüs ya da buttan dörtte biri yeterli olur, tuzlanıp biberlendikten sonra da dört gün bekletilirse, haşlamasının tadına doyulmaz, özellikle kışın…”[4]

“Yoksulluğu yok etmek için yoksulları yemek” ironisini andıran “YDD” vahşetine ilişkin olarak durup ekliyorum: Onca açlık ve yoksulluk ortasında şiir, “iç bade, sev güzel varsa aklın şuurun” demez/ diyemez…
Çünkü şiirin (ve şairin) vazgeçmesi mümkün olmayan sorumlulukları vardır; Ahmet Telli’nin, “Şiirin dünyanın vicdanı olmaya denk düştüğü anlar yaşanmıştır. Kıyımlar, sürgünler, inanç yüzyılları yaşanmıştır dünyada. Diller yok oluyor. Son Ibıh gitti. Peki o dille söylenen şarkılar, çekilen acılar yok mu şimdi? Şiirin vicdanı evrenseldir. Bağdat’taki, Felluce’deki kıyıma da Alaska’daki fok katliamına da hayır diyebilmeliyiz,” dediği gibi…

Özetle vicdanı yitirmeden hayatın maddi gerçeklerine taraf olmaktan başka açarı olmayan şiir gibi şiir; Byron’un, “Acı, bilgidir”; Victor Hugo’nun, “Öğrendikten, sevdikten sonra daha çok acı çekeceksiniz”; Susana Tamaro’nun, “Yalnızca acı insanı geliştirir”; Şeyh Sadi’nin, “Ey başkalarının acısıyla kaygılanmayan/ Sana insan demek yakışık almaz”; Özdemir İnce’nin, “Mutlak olan bir şey var dünyada/ acı varsa katmerli güller de var”; nihayet Hilmi Yılmaz’ın, “Acılar kaldıysa dünden bugüne/ Elbet sorulacak bir hesap vardır,” saptamalarındaki duyarlılığın vicdanı ve taraf olmanın toplumsallığıyla vardır ki, bu da başkaldırıdır…

* * * * *

V) Şiirin görevi insanı insan olmaya çağıran vicdani isyandır…
Blaise Cendrars’ın, “Şiiri önce yaşamak gerek- yazılması fazlalıktır. Yazarlığım bir meslek değildir; yaşamak bir meslek değildir,”[5] tanımamasındaki üzere şiir gibi şiirde başkaldırı, söyleyiş özelliklerinden çok, bu söyleyişin dile getirdiği evrenin dönüştürülmesinden kaynaklanır.

Hem de Stephane Hessel’in, ‘Öfkelenin!’ başlıklı yapıtında işaret ettiği gibi:
“Bir başkaldırıdır öfkelenmek…
“Yetti artık! Olup bitenlere duyarsız kalmayın; liberal masallara kanmayın. (...) Uluslararası finans pazarı diktatörlüğünün etkisi altında da kalmayın; sizlere empoze edilen bu dünya baskısından tiksindiğinizi, kızdığınızı gösterecek insana has en basit tepkiyi verin! Öfkelenin!...
“Öfkelenmenin hedefi daha fazla adalet, daha fazla özgürlüktür! ...
“İlk aşama kayıtsız kalmamak, ‘öfkelenmek’ ise ‘ikinci’ ve ‘belirleyici aşama’, ‘Eylem’e geçmektir…
“Bu dünyada katlanması mümkün olmayan şeyler vardır. Bunları görmek için iyi bakmak gerekir. (...) En kötü tavır kayıtsızlık, ilgisizliktir. ‘Elimden bir şey gelmez, ben kendi işime bakarım’ demektir. Böyle davranıldığında, insanlığı oluşturan ‘temel değer’lerden birini yitirirsiniz; ‘öfkelenme yeteneği’ni!...
“Belirleyici olan eylemdir!...”[6]

İnsan(lık)a zulmedenler karşısında başkaldırmayan şiir vicdansızdır; şiir olarak anılmaya da değmez…

* * * * *

VI) Evet, evet “Vicdan” dedim; ancak sözünü ettiği sınıflar üstü, hayatın dışında bir şey değil…
Yunus Emre bir şiirinde, “…bir ben var bende benden içeri…” derken vicdanın ne olduğunu da tanımlamış olur…

Bu bağlamda Hacı Bektaşi Veli’nin, “Eline, beline, diline sahip çık,” ve Aristoteles’in, “İradene hâkim ol, fakat vicdanına esir ol,” uyarılarına büyük değer atfedenlerden birisi olarak, “vicdan”ın da, “ahlâk”ın da sınıfsal olduğunu düşünenlerdenim…[7]

Elbette insanî bir kategori olan “vicdan” soyut bir şey değil; F. Nietzsche’nin, “Eylem ve vicdan genellikle uyuşmazlar. Eylem, ağaçtan ham meyveleri toplamak isterken, vicdan onları gereğinden çok olgunlaşmaya bırakır, ta ki yere dökülüp ezilinceye kadar,” uyarısındaki üzere…

Vicdan, birçok dinde, “mistisizm”de önem verilmiş felsefi bir kavram olsa; dini ve “mistik” görüşlere terk edilmeyecek kadar önemlidir…

Arapça’da “bulmak” anlamına gelen “vecede” kökünden gelen “vicdan”; bulunan, insanın içinde bulduğu şey anlamındadır…

Bireysel olması yanında toplumsal dinamiklerce biçimlenen “vicdan”, bir çocuk içtenliğiyle her şeyi bilen, her şeyin farkında olan bir fren ve “Hayır” diyendir…

XVIII. yüzyılda filozoflarından Joseph Butlerdan’ın, “Yüreğin olaylara yönelmiş algısı olarak” tanımladığı “vicdan” insanın görgü ve bilgileriyle yargılama/ taraf olma yetisidir.

“Yürek ve akıldaki bir çift gözdür” vicdan; başkalarının göremediğini gören yargıçtır, şahittir, bilinçtir, empatidir, otokontrol mekanizmasıdır.

Yargılayan, hesap soran, başkaldırandır.

Hatayı ve doğruyu; iyi ve kötüyü gösteren pusuladır; yargıçtır, hâkimdir.

İnsanın yaşam tarzıyla oluşturulandır.

Vicdan bir muhakeme gücüdür.

“Evet” ile “Hayır” arasında hangi tarafta olacağına karar veren terazidir…

Kişiye, insan olmak ve kalmak bağlamlı sınırlarını hatırlatan bir şeydir; bir mahkemedir.

Işıl Özgentürk, “Vicdan duygusu inatçıdır, tıpkı intikam, tıpkı iktidar duygusu gibi nesilden nesile geçebilir…
Vicdan duygusunu yok etmek için ne kadar çok yol bulunursa bulunsun, insanlığın belki de bu en görkemli, en insana yakışır özelliği asla yitmez. Ama yitmemesi yetmez, vicdan duygusu ancak bilgiyle, özenle çoğaltılabilir. Yani dünyanın ve hepimizin işi zor…
Bu vicdan duygusu bela bir şeydir, geldi mi gitmez ve insanı yollara düşürür.”

‘Vicdanlı ve dürüst olmak, “Hesaplı” olmaktan iyidir.
“Hesap” insanı makam sahibi yapar da, “Vicdan”; daha önemli bir işe yarar; yani Friedrich Nietzsche’nin deyişiyle, “İnsanı insan yapar...”

Bu nedenle vicdanı çıkardığınızda, insandan geriye hiçbir şey kalmaz.
Yani insanı insan kılan en güçlü duygudur vicdan. O yoksa hiçbir şey yoktur!
Çünkü vicdan; insan(lık) için adaletten, dürüstlükten, doğruluktan, eşitlikten yana olmaktır…
Nihayet doğaya, tarihe, geçmişe ve geleceğe duyulan sorumluluktur o…

* * * * *

VII) Toplumsal vicdanı besleyen sorumluluk insan olmak adına en genel ve en kesin yükümlenmedir. O bir amacı gerçekleştirme yükümlülüğü olduğu kadar bir olumsuzu giderme yükümlülüğüdür.

Nâzım Hikmet’in, “Ew çend giringî pê bide jiyana xwe ku di/ heftêyem de jî wek mînak çandina darzeytûnê bibe,/ “Öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,/ yetmişinde bile mesela zeytin dikeceksin,” dizeleriyle betimlenmesi mümkün olan toplumsal sorumluluk her şeyden önce bir bilinç sorununu ortaya koyar.
Sorumsuzluk ahlâksızlıktır. İnsan olmanın anlamı sorumlulukla başlar. Saint-Exupéry “İnsan olmak her neyden önce sorumlu olmaktır,” der.

Sorumluluk bir bilinç işi olduğu kadar bir gönül işidir. Her sorumlu, her gerçek sorumlu sorumluluğunu sevinç içinde gerçekleştirir.

Sorumluluk, kişinin kendine ve başkalarına karşı yerine getirilmesi gereken yükümlülüklerini zamanında yerine getirmesi zorunluluğudur.

Sorumlu insan ise, yapılması gereken bir işi zamanında yapabilmek için inisiyatifi ele alıp kendiliğinden harekete geçebilen insandır.

Bu çerçevede toplumsal vicdan, insanî, insan olmak filline mündemiç bir kavramdır.

Ancak kişisel vicdan, toplumsal vicdanı dışlamayıp, “es” geçmediği düzlemde sahici olabilir.

“Bencilleşen” vicdan(sızlık), insanî özelliklerini yitiren bir yabancılaşmadır; toplumsal vicdanın inkârıdır; “vicdan sağırı” olmaktır…

Toplumsal vicdan, evrensel özellikleriyle bizdir, bize aittir, parçamızdır.

Bunun içindir ki , “Vicdanımız yanılmaz bir yargıçtır, biz onu öldürmedikçe,” der Balzac…

* * * * *

VIII) Diyeceklerimizi, daha da fazla uzatmadan toparlarsak.
“Şairler günümüzde ve kuşatılmış bir Türkiye’de nelerle uğraşıyorlar?” sorunun altını çizerek, “Körelmiş vicdanlarının ve kendi iç sıkıntılarının dışa aktarımı birçok metnin günümüzün şiirini temsil edemeyeceğini duyurmak için…” diye  hatırlatır hepimize Özgen Seçkin:

“Asıl, gerçek sevda, insana, insanlık adına yapılan iyileştirme savaşımıdır. Bu uğraşıyı insan, canlılar için yapar; bitkiler, hayvanlar ve insanlar için…
İnsanlar böyle bir savaşımı hangi yollarla verirler? İnsanın tuttuğu sayısız iyileştirme yolları vardır. Bunların başında insan zekâsı gelir. İnsan kendini aydınlattığı oranda insanlığa katkı sağlar. Bu anlamda kestirmeden gidersek, aydınlanma ve aydınlatma için yola çıkmış insanlardan biri de şairdir. Şairin böyle bir görevi yoktur derseniz, bütün bir şiir ve şairlik tarihini, geçmişini inkâr etmiş olursunuz.

Metin Altıok bir yazısında (Şiirin İlk Atlası) şunları söylüyordu: ‘Denebilir ki mutlu şair yoktur. Çünkü o, çağdaş bir Mesih gibi, olanın bitenin kefaretini ödemek isteğiyle herkes adına acı çeker. Şairin çektiği acılar elbette şu ya da bu şekilde şiirine yansıyacaktır.’

Metin Altıok buna, M. Cevdet Anday’ın ‘Telgrafhane’ şiirini örnek gösterir. O şiiri analım: ‘Uyumayacaksın/ Memleketin hâli/ Seni seslerle uyandıracak/ Oturup yazacaksın/ Çünkü sen artık o sen değilsin/ Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin/ Durmadan sesler alacak/ Sesler vereceksin/ Uyuyamayacaksın/ Düzelmeden memleketin hâli/ Düzelmeden dünyanın hâli/ Gözüne uyku giremez ki/ Uyumayacaksın/ Bir sis çanı gibi gecenin içinde/ Ta gün ışıyıncaya kadar/ Vakur, metin/ Sade çalacaksın.’

İşte şair, böyle bir birey olarak tanıtılıyor. Işıyıncaya kadar memleket ve dünya, bir sis çanı gibi gecenin karanlığında hep işleyen; geceyi sesle, kıvılcımla korkulu olmaktan çıkaran bir varlık… Yani şair, antenleri dünyanın her köşesinde evlere, sokaklara, gürültülü ve sessiz işyerlerine, direklerdeki lambalara bağlanmış kişidir.

Siz şaire bir sorumluluk ve şiire işlev yüklenmez diye işinizi bu anlayışla yapmaya kalkışırsanız dünyadan bihaber olduğunuzu belgelemiş olursunuz.

Şairin eylemli hâlde olması, şiirini yazıyor olması anlamına gelir…

Vicdan; bütün mağdurlara ve bütün mağduriyetlere, hiçbir çifte standarda yer vermeden, kendi inançlarımızın, kendi muhayyilemizin ama’lar çemberine kısılıp kalmadan tek ölçütle, ‘o da tıpkı benim gibi insan’ ölçütüyle yaklaşabilmemizi sağlayan hesapsız saf bakıştır.

Vicdan kavramını kendisiyle ilişkilendirecek diğer temel iki kavram ise özgür irade ve sorumluluk kavramlarıdır. Yani etik bir sorunsal olarak vicdanı irdelediğimizde ortak kesişim alanı olan üç daireden - çemberden bahsetmek gerekmektedir.

Burada şunu görürüz; özgür irade ve sorumluluk, birinci dereceden aklın sınırları içerisinde bir olgu iken vicdan, kalbin iç sesi - sezgisi alanında bir olgu olarak karşımıza çıkar. Vicdan, yapımızın, yani tinselliğimizin özgürlük sesi ve beynidir. Tüm insanlar dünyaya, kafa ve yüreklerinde bir iç mahkeme ile gelirler. Bunun adına biz vicdan diyoruz.

O hâlde vicdan; aklın konuştuğu söz, kalbin baktığı gözdür.

Vicdanımızı işimizi yaparken sandığa kilitlememeliyiz. Sonra hayatta bizi en çok huzursuz kılacak bir iş yapmış oluruz.”[8]

Bu açıklamalar ilişkin olarak, “Sorun vicdanla ilgili değil, gerçeklikle ilgili” diyen Kemal Özer’in itirazları[9] buraya kadar işaret ettiklerimiz bağlamında “indirgemeci teorisist” bir yanılgı olmanın ötesine geçmemektedir…

* * * * *

IX) Diyeceklerimizi noktalarsak.
Özdemir Asaf’ın, “Rengan tevde di heman lezê de dihatin lewitandin./ Yekamînî dane rengê spî/ “Bütün renkler aynı hızda kirleniyordu. Birinciliği beyaza verdiler”; Edip Cansever’in, “Onlar ki, hepsi/ bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler” dizeleriyle betimlenen bir geçiş sürecinde, başkaldıran vicdanın şiirine (ve şairlerine) her zamankinden daha da çok muhtacız…

Unutmayın maddi hakikâtlerden soyut olmayan vicdan, Arkadaş Zekai Özger’in, ‘Kan Reçetesi’ndeki “Kalbim!/ elimden tut/ elimden tut/ sensiz bir şey yapamam” haykırışıdır…

Veya Hüseyin Haydar, ‘Zor Günlerin Şiirleri’ndeki “Birazdan,/ Suç işlemeye başlayacağım/ Evet, yırtacağım,/ Gizli anlaşmalarınızı/ Mutabakatlarınızı sizin./
Yırtacağım/ Kâğıtlarınızı ve bütün bağıtlarınızı,/
Şairim,/ asiyim!” diyen meydan okuyuşudur…

Veya William Butler Yeats’ın, “Her şey ayartabilir beni şu şiir uğraşından/ Gün olur bir kadının yüzü, ya da daha kötüsü/ Çektiği çile alıklarca yönetilen yurdumun”[10] içtenliğidir…

Nihayetinde ise, “Vicdan azabı itiraf etmeyi gereksinir. Sanat yapıtı bir itiraftır,” Albert Camus’nun işaret ettiği gibi ve Türkiye’de de…

Yani İstanbul Fatih’te bir otomobilin önüne valiz içinde bırakılan bebeğin aracın hareket etmesiyle ezilerek öldüğü…[11]

Tekirdağ’da beş yaşında çocuğa işkence eden ve Antalya’da 14 yaşındaki çocuğu tacizden yedi kişi daha gözaltına alındığı…[12]

Kayseri’de elektrikçi Aytekin Tekdemir’in (32), babaevine dönen ve boşanmak isteyen eşi Hatice Tekdemir’i (31) boğazını keserek öldürüp, kayınpederi Ziya Üstün’ü de ağır yaraladığı…[13]

Samsun’da 35 yaşındaki K.S’nin, annesiyle gezerken yolda kaybolan 6 yaşındaki Z.E’ye çöp konteynırının arkasında cinsel tacizde bulunduğu…[14]

Yani giderek şiirsizleşerek vicdansızlaşan; vicdansızlaştıkça da şiirsizleşen coğrafyamızda şiir her şeye karşın inatla, Arif Damar’ın, ‘Seslerin Ayak Sesi’ndeki üzere şöyle haykırır:

“Bizlerin ayak sesinden/ Toprağın var suların var ağaçların var/ Günlerin gecelerin/ Sözlerin biçimlerin ayak sesleri/ Ayak sesleri el ele/ Ayak sesleri kıyamet gibi/ Işığın ayak sesi/ Gölgenin ayak sesi/ Seslerin ayak sesi…”

TEMEL DEMİRER

N O T L A R
[1] “En büyük günah sayın hayatı şerefe tercih etmeyi./ Ve yaşamak uğruna, hayatı yaşanmaya değer kılan şeyleri feda etmeyi.” (Juvenalis’in Hicivler kitabından.)
[2] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.316.
[3] Şiir Defteri 2011, Haz: Şeref Bilsel-Cenk Gündoğdu, İkarus Yay., 2011.
[4] Jonathan Swift, ‘İrlanda’daki Yoksulların Çocuklarının, Ailelerine ve Ülkelerine Yük Olmalarını Önlemek ve Onları Topluma Yararlı Kılmak Üzere Mütevazı Bir Öneri’, Kara Mizah Antolojisi, Çev: Dârâ Çolakoğlui 1987.
[5] Blaise Cendrars, Yolculuk Notları, Çev: Sinan Fişek, Can Yay., 2011, s.159.
[6] Stéphane Hessel, Öfkelenin, Çev: İsmail Yerguz, Cumhuriyet Kitapları, 2011.
[7] F. Engels’in, ‘Anti Dühring’indeki “Toplum şimdiye kadar sınıf antagonizmi içinde hareket ettiği için, ahlâk daima bir sınıf ahlâkıdır; ya hâkim sınıfın hâkimiyetini ve çıkarlarını haklı çıkarmıştır ya da ezilen sınıf yeterince güçlenir güçlenmez, bu hâkimiyete karşı isyanın ve ezilenlerin gelecekteki çıkarlarının temsilcisi olmuştur. Ahlâkın genellikle bu süreç içinde ilerlediğinden kuşku duyulamaz… “Ahlâk, ya yönetici sınıfın tahakkümünü ve çıkarlarını meşrulaştırmış ya da ezilen sınıfın belli bir güce ulaşmasından itibaren, onun yönetici sınıfın tahakkümüne karşı öfkesini ve ezilenlerin gelecekteki çıkarlarını temsil etmiştir…”
Çünkü K. Marx’ın, “İşçi sınıfı insanlığı kurtarmadığı sürece kendisini kurtaramaz,” uyarısındaki üzere, her türlü savaşın kaynağı olan özel mülkiyet ilişkilerinden kurtulup bunun yerine toplumsal mülkiyet ilişkilerine dayalı sosyalist toplumsal ilişkileri inşa etmek, Ernst Bloch’un ‘Umut İlkesi’ adlı eserinde işaret ettiği gibi vicdan özgürlüğünün, toplumsal barışın sağlanmasının, ahlâksal değerlerin gerçeklik olmasının ve nihayet ahlâklı toplumun kurulmasının önkoşuludur.
[8] Özgen Seçkin, “Şair, Şiir, Vicdan ve Yıllık Sefaleti”, Kurşunkalem Dergisi, No:6, Temmuz-Ağustos 2010.
[9] Bkz: Kemal Özer, “Yeniden Aynı Soru: Şiir Bir Vicdan Sorunu mu?”, soL Haber, No: 527, 28 Ekim 2007, www.soL.org.tr.
[10] William Butler Yeats, Her Şey Ayartabilir Beni, Çev: Cevat Çapan, Helikopter Yayınevi, 2011.
[11] “Valiz İçinde Terkedilen Bebek Otomobilin Altında Kaldı”, Radikal, 26 Haziran 2011, s.8.
[12] Erdal Özcan, “Korku Tüneli Gibi”, Cumhuriyet, 29 Haziran 2011, s.3.
[13] Recep Bulut, “Kocası Hatice’nin Boğazını Kesmedi, Biz Hayal Gördük!”, Cumhuriyet, 30 Haziran 2011, s.9.
[14] Cemil Ciğerim, “6 Yaşındaki Çocuğa Taciz”, Cumhuriyet, 8 Temmuz 2011, s.3.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder