Emeğin Sanatı E-Dergi 169. Sayı Yeni Kanalında

31 Ekim 2011 Pazartesi

EMEĞİN SANATI'NDAN 105. MERHABA


Merhaba,
Yaşadığımız günler, baskılar ve acılarla doludizgin akıyor. Aydınlara, sanatçılara, gençlere ve Kürt halkına yönelik baskı ve tutuklamalar devam ediyor. Bir süredir şu cümleyi daha sıklıkla duymaya başladık: “Bu mantıkla yakında beni de alırlar…”  Bilim insanı Büşra Ersanlı ve gazeteci-yazar Ragıp Zarakolu’nun gözaltına alınmaları, giderek iktidarın Kürt sorunu ve demokratikleşme konusunda kendisinden farklı düşünen herkese ama özellikle aydınlara gönderdiği son tehdit mektubu oldu.
Bu karanlık tabloya Van depremi de tüy dikti. Daha acısı ve karanlığı da, daha gür yeşeren ırkçılığın göstergesi olarak, Van ve çevre halkının başına gelen bu felaket üzerine zafer çığlıkları atılmaya başlandı.

Bu konuda en önemli tepki şair Onur Caymaz’dan geldi:
“Bu deprem hepsini ortaya döktü: Her şeyden biraz bilen, her konu hakkında ortalamanın görüşüne sahip, Sünni, beyaz ve Türk... Tarih bilgisi lisede derse giren albaydan duyduğu kadardır. Hep doğruyu bilir; yanılabileceği vehmine kapılmaz. Gerçek bilginin sürekli şüphe doğuracağından bihaber... Genelleme, ayrımcılık diyeceksiniz. Benimki ayrımcılıksa Müge Anlı’nın söyledikleri neydi? Genelde yalnız yerine ‘yanlız’, herkes yerine ‘herkez’ yazar. On sekiz yaşına gelip on sekiz roman okumadığı için “dünya kötü” tadında klişe alıntılarla günü kurtarır: Arının ağzı tatlıymış ama kıçında iğne varmış; arkandan konuşuyorlarsa öndeymişsin falan.”

Bu berbat gidişin üstüne bir de 12 Mart’tan, 12 Eylül’den iyi hatırladığımız kitap tutuklamaları başladı. Okuyan, düşünen, yazan insanlara yönelik baskınlarda, evlerden çıkan Hikmet Kıvılcımlı kitapları, Mahir Çayan afişleri, Deniz Gezmişli kitap ayraçları, Nazım Hikmet, Rıfat Ilgaz kitapları, G. Politzer’in Felsefenin Temel İlkeleri gibi kitaplar hem suç kanıtı olarak gösterilmeye hem de tutuklanmaya başladı. Anlaşılan 12 Eylülden 31 yıl sonra kitaplar toprağa gömülerek saklanacak yeniden…

Sanat bahsine gelirsek, orada da durum vahim… Birileri, yeniden şiir katilliğine soyundular. Hürriyet yazarı Ahmet Hakan’ın başını çektiği güruh, şiire yeniden “Fatiha” okumaya başladılar. Ama onları "şiir öldü" kanısına götüren, kendi kafalarındaki ve burjuva dergiler sayesinde "şiir budur" sanılan dar ve girift şiirin nefes yetmezliğinden komada oluşudur.

İstanbul’daki şiir çevresi tıknefes olsa da, Anadolu'da şiir, gümbür gümbür bir bahar seli akmaya devam ediyor... İnsanlık var olduğu sürece şiir asla ölmeyecektir. Yahya Kemal’in belirttiği üzere, “Şiir; hazların ve elemlerin ifadesi" olduğu sürece bu duyarlıklar ölmedikçe şiir de ölmeyecektir elbette.

Ahmet Hakan, şiiri İstanbul’un “mutena” semtlerinde bulamadığı için ölüm fermanını imzalıyor. Hâlbuki şiiri, acının kemiğe dayandığı yerlerde aramalıdır. Abdülkadir Budak’ın da vurguladığı gibi “Bir yaşama sevincini –çokluk kırgınlıklara yenik düşer gibi olsa da-  çoğaltmanın öteki adı, basit şeylerden büyük duyarlıklar kotarmanın ikiz kardeşidir" şiir.

Aslında Ahmet Hakan ve onun gibi düşünenlere en iyi cevabı Pablo Neruda veriyor:
“Kim öldürebilir ki şiiri? Şiir kedi gibi yedi canlıdır. İşkence ederler, sokaklarda sürüklerler, üstüne tükürürler, alay ederler, etrafını dört duvarla çevirirler, sürgüne yollarla, ama o bütün bunları yaşar, sonunda tertemiz bir yüzle ve gülümseyerek ortaya çıkar.”

Ali Ziya Çamur

BU SAYININ SAVSÖZÜ

Her şeyden önce sanatı kozmopolitleştiren öğelere karşı, emekçilerin sınıfsal plândaki mücadelelerin üst yapıda yansıması olarak verilecek bir kavganın ürünü olacaktır halkçı-devrimci sanat. Ülkenin toplumsal yapısıyla bağıntılı, ezilen halka umut ve geleceğe güven aşılayan, onların mücadelelerine ışık tutan, dünyanın değiştirilmesine FİİLEN katkıda bulunan bir sanattır bu. Bu sözlerimizden sanatın POLİTİK DALGALANMALARLA uğraşması gerektiğini savunanlara yandaş görüşte olduğumuz çıkarılmasın. Hiç şüphe yok ki, sanat, küçük politikadan çok büyük; özel politikadan çok genel politikayla uğraşmalıdır. Ama bu böyle diye,  sanat eserinden sadece dünyanın değiştirilmesine katkıda bulunmasını bekleyip, kendi ulusunun sorunlarının dışında kalması gerektiğini de kabullenemeyiz. Hareketin özgülden evrensele, oradan yine özgüle doğru uzanan diyalektiğini bir kenara itemeyiz. Bir sanat eser, yaratıcısını sınırlandıran toplumun değiştirilmesine katkıda bulunmuyorsa, onun dünyanın değiştirilmesine bir katkıda bulunabileceğini düşünmek bir çeşit saflık olur kanısındayım.

Bir tepki sanatı olduğu kadar geleceğe açık bir sanattır da halkçı-devrimci sanat. Bir yandan, çağının belirlediği sorunlarla uğraşırken, diğer yandan da geleceğin gerçeğinin oluşmasına FİİLEN katkıda bulunur.MEHMET ERGÜN (Yeni Adımlar Şubat 1972)  


YAŞAM VE SANATTA
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ

OĞLUNDAN SONRA YAZAR RAGIP ZARAKOLU DA GÖZALTINDA!

İstanbul'da 'KCK' adı altında dün başlatılan gözaltı furyası kapsamında, Türkiye Yayıncılar Birliği Yayımlama Özgürlüğü Komitesi Başkanı ve yazar Ragıp Zarakolu da gözaltına alındı.

İstanbul'da 'KCK' adı altında başlatılan gözaltı furyası devam ediyor. İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne bağlı polislerin dün BDP İstanbul Siyaset Akademisi'nin yanı sıra birçok adrese yaptığı baskınların yanı sıra Mersin, Muğla ve Yalova'da toplam 42 kişi gözaltına alınmıştı. Polisin elinde 70 kişilik bir yakala listesi olduğu bilgisi ortalıkta dolaşırken, gözaltılar da devam ediyor. Aynı zamanda Türkiye Yayıncılar Birliği Yayımlama Özgürlüğü Komitesi Başkanı olan yazar ve yayıncı Ragıp Zarakolu da gözaltına alındı.

Oğlu da Tutuklanmıştı
İstanbul'da 4 Ekim'de yapılan baskınlarda gözaltına alındıktan sonra 7 Ekim'de tutuklanan 98 kişi arasında Zarakolu'nun oğlu Deniz Zarakolu da bulunuyor. Zarakolu'nun yanı sıra BDP Bağcılar İlçe Örgütü üyesi ve Kül-Der yöneticilerinden Nizam Özmen isimli yurttaş da Amasya'da gözaltına alındı. Özmen'in, depremzedeler için İstanbul'dan Van'a götürülen yardım kamyonundan indirilerek gözaltına alındığı öğrenildi.

İnsan Hakları Derneği (İHD), gözaltına alınan Türkiye Yayıncılar Birliği Yayımlama Özgürlüğü Komitesi Başkanı Yazar Ragıp Zarakolu’nun derhal serbest bırakılmasını istedi. İHD Merkez Yönetim Kurulu yaptığı açıklamada, “İHD Onur Kurulu Üyesi ve Türkiye Yayıncılar Birliği Yayımlama Özgürlüğü Komitesi Başkanı Yazar Ragıp Zarakolu bugün gözaltına alındı. İstanbul özel yetkili Cumhuriyet Savcılığı talimatıyla gözaltına alınan Zarakolu’nun da diğer insan hakları savunucuları gibi KCK üyesi suçlaması ile karşılaşması muhtemel gibi gözüküyor. Muhtemel diyoruz, çünkü dosyada gizlilik kararı var” dedi.

Açıklamada şu ifadelere yer verildi: “Aslında her şeyin her gün Hükümetin kontrolündeki basın yayın organlarına servis edilerek Kürtlere ve toplumsal muhalefet örgütlerine karşı psikolojik bir harekât yürütüldüğü ortamda bir tek şüphelilerin (!) ne olup bittiğini bilmemeleri gerekiyor! Hükümetin yargı yolu ile baskı politikası dur durak bilmiyor. Toplumsal muhalefet üzerinde bu kadar ağır bir baskı politikası izlenmesi ve bu politikanın bir bütün olarak devlet organları tarafından desteklenmesi bunun bir MGK kararı ile uygulandığını göstermektedir. Şimdi soruyoruz; Yürürlükteki Anayasa ile mi yönetiliyoruz, yoksa MGK’da kabul ettiğiniz Milli Güvenlik Siyaset Belgesi ile mi yönetiliyoruz? Hükümetin bu sorumuza cevap vermesi gerekir. Gözaltına alınma sırası Ragıp Zarakolu’na ve Anayasa Profesörü Büşra Ersanlı’ya geldiğine göre MGSB tam gaz uygulamaya konmuş demektir. Yeni iç düşman Kürtler ve toplumsal muhalefet örgütleri ile bu Hükümeti eleştiren herkes."

Çağdaş Gazeteciler Derneği (ÇGD) Genel Başkanı Ahmet Abakay, gazeteci yazar Ragıp Zarakolu'nun gözaltına alınmasının, basın, düşünce ve ifade özgürlüğünü zedeleyen bir iklime yol açan yeni bir örnek olduğunu söyledi. KCK operasyonu kapsamında gözaltına alınmasıyla ilgili yaptığı yazılı açıklamada şunları ifade etti: "Evrensel Gazetesi yazarı, insan hakları savunucusu, edebiyatçı Ragıp Zarakolu’nun gözaltına alınması, basın, düşünce ve ifade özgürlüğünü zedeleyen bir iklime yol açan yeni bir örnektir. Bizler, cezaevlerindeki gazetecilerin, yazarların serbest bırakılmasını, basın ve ifade özgürlüğünü kısıtlayan uygulamaların ortadan kalkmasını beklerken, tersine bu alanda yeni gözaltılar, tutuklamalar kabul edilemez. Ragıp Zarakolu‘nun en kısa sürede serbest bırakılmasını bekliyor ve talep ediyoruz. Gazetecilerin, aydınların, yazarların cezaevlerine doldurulması, hem dışarıda kalan yazarlar, aydınlar için bir tehdit hem de ciddi bir oto sansür nedenidir. Bu durum ise demokrasilerde yeri olmayan bir olgudur." (EVRENSEL)

DÜŞÜNCEYE ÖZGÜRLÜK GİRİŞİMİ’NDEN ÇAĞRI!

Ankara’da Düşünceye Özgürlük Girişimi adı altında bir grup aydın ve sanatçı, gazeteci yazar Yüksel Caddesi, İnsan Hakları Anıtı Önünde saat:17.30’da Ragıp Zarakolu ve bilim insanı Büşra Ersanlı’nın gözaltına alınması üzerine bir basın açıklaması yaparak aşağıdaki bildiriyi okudular:

YETTİ ARTIK!
“Adına “KCK Operasyonu” denilen garabet zirvesinde, oğlu Cihan Deniz’den 24 gün sonra Ragıp’ı da gözaltına aldılar.
Ayşe’yi gözaltına alamadılar. Çünkü Ayşe’yi çoktan yitirdik. Ama öyle gözüküyor ki, mümkün olsa, onu da tutuklayacaklardı!
Çünkü bu ülkenin sosyalistlerini sindirmeye yönelen “Devrimci Karargâh”, Kürtleri ve onların özgürlük talepleriyle dayanışma içerisinde olanları sindirmeye yönelen “KCK” harekâtları gösteriyor ki iktidar, bu ülkede haksızlıklara “Hayır” diyen herkesi er ya da geç demir parmaklıkların gerisine tıkarak ve mümkün olduğu kadar çok orada tutarak susturmaya, sindirmeye kararlı.  
Ragıp Zarakolu… Yayıncı, yazar, insan hakları savunucusu, arkadaşımız, yoldaşımızdır… Ve O, “terör” kavramı ve çağrıştırdıklarıyla ilintilendirilebilecek son kişidir… Ragıp Zarakolu’nu gözaltına aldılar… Büşra Ersanlı Hoca’nın hemen ardından…
Recep Tayyip Erdoğan’ın cebinde 1400 kişilik bir “tutuklanacaklar” listenin bulunduğundan söz ediyor. Her bir şehit cenazesinin ardından, gerekçe dahi gösterilmeksizin gözaltına alınacak, tutuklanacak, uzatmalı bir yargılama süreci boyunca hücrelerde tutulacak 1400 kişi. İktidarın elinde 1400 rehin.
Boynumuzun borcu olsun: İlan ediyoruz ki, sizler en sonuncumuzu tutuklayana dek bu meydanlarda baskılara, haksızlıklara, hak ihlallerine karşı tepkimizi haykırmaya devam edeceğiz…
En sonuncumuzu aldıktan sonra susturabileceksiniz bu sesi ancak. O zaman alın “İleri demokrasi”nizi, yakanıza iliştirin.
Bütün muhalif seslerin susturulduğu bir “ileri demokrasi”, olsa olsa bakanlarınızın, bürokratlarınızın, müteahhitlerinizin, ideologlarınızın, “yaka süsü” olur ancak…
İşte bu kararlılıkla ve Cemal Süreya’nın dizeleriyle avazımız çıktığınca haykırıyoruz:
“Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
anamız  çay demliyor ya güzel günlere
sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
bu, böyle gidecek demek değil bu işler
biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz
ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
işte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.”
TUTUKLAMA TERÖRÜNE SON!
YA İNSAN AVINNA SON VERİN YA DA HEPİMİZİ TUTUKLAYIN!”

3. ŞAİR İBRAHİM YILDIZ ŞİİR ÖDÜLÜ
ALİ ZİYA ÇAMUR’A VERİLDİ…

Karabük Kültür ve Sanat Derneği ve şairin doğduğu ilçe Eflani Belediye Başkanlığınca bu yıl üçüncüsü düzenlenen Şair İbrahim Yıldız Şiir Ödülü ne 95 şair 238 şiiri ile katıldı.
"İsmail Arslan, Tahsin Şentürk, Hüseyin Özmen, Gülderen Canyurt ve Hüseyin Lütfi Ersoy'dan" oluşan Seçici Kurul, yaptığı çalışma sonucunda; Birinciliği, Ali Ziya Çamur'un "Kalk" şiirine, Mansiyonlar Keramettin Çetin'in "Kâğıt Toplama Günleri" şiirine Ve Duran Aydın'ın "Şubat Mavisi" şiirine Verildi.
Ödül töreni 21 Ekim 2011 Cuma günü Eflani Belediye Düğün Salonunda gerçekleştirildi. Ali Ziya Çamur'un ödül alan şiirinin son kıtası:
"Dost!
Kulaklarımızda bir balkan havası essin gürlesin
Sen Lorke'ye duranda ağırdan hızlı,
Bizim düşlerimize hangi horon yetişsin?
Sesin sesime el versin hele, dele dele karanlığı,
Çıkrığımızda çıkmayacak ay mı var kuyularda?
Kan uykularda dımdızlak bağlanmışsak,
Nasıl uyur, sevgi mimarı şair.
Kalk,
Sesinle söksün şafak!

GÜNCEL SANAT DERGİSİ 2. KISA ÖYKÜ
VE KAYGUSUZ ABDAL ŞİİR YARIŞMASI DÜZENLİYOR…

Şiir Yarışması Şartları:
1- Yarışmada konu ve tür serbesttir. Daha önce ödül almamış, hiçbir yerde (internet siteleri dâhil) yayımlanmamış en fazla iki şiir ile katılabilinir. (Serbest ve hece ayrımı yoktur.)
2- Şiirler, 12 punto Times New Roman ile bilgisayarda ya da daktiloda yazılacak ve altı nüsha çoğaltılıp aşağıda verilen adrese posta ile, alanyaguncel@gmail.com adresine de e-posta ile gönderilecektir.
3- Şairler gerçek isimleri ile yarışmaya katılacaklardır.(Mahlas kullananlar ayrıca belirtebilirler)
4- Katılım süreci 5 Temmuz 2011 tahininde başlayıp, 24 Ocak 2012 tarihinde sona erecektir.
5- Eserler, posta ile PK: 66 Alanya / Antalya adresine gönderilecektir. Gecikme ve kayıplardan dergimiz sorumlu değildir.
6-Yarışmacılar, özgeçmişlerini bir adet vesikalık fotoğraf, yazışma adresi, telefon ve varsa faks gibi iletişim bilgilerini ayrı bir zarfa koyarak, eserleriyle birlikte göndereceklerdir.
7- Ödüller; Kaygusuz Abdal Özel Ödülü, Birincilik, İkincilik, Üçüncülük, Güncel Sanat ve Seçici Kurul Özendirme ödülleri olarak belirlenmiştir.
8-Kazananlar seçici kurul değerlendirmesinden sonraki bir tarihte ilan edilecektir.
Seçici kurul: Prof Dr Tuğrul İnal, Yar. Doç Dr. Mehmet Yardımcı, Yahya Akengin, Mehmet Genç, Hasan Uğur Taşçı, Metin Turan, Savaşkan İlmak
Kısa Öykü Yarışması Şartları:
1- Yarışmada konu ve tür serbesttir. Daha önce ödül almamış, hiçbir yerde (internet siteleri dâhil) yayımlanmamış en fazla bir öykü ile katılabilinir.
2- Öykü, 12 punto Times New Roman ile bilgisayarda ya da daktiloda yazılacak ve altı nüsha çoğaltılıp aşağıda verilen adrese posta ile, alanyaguncel@gmail.com adresine de e-posta ile gönderilecektir.
3-Yazarlar gerçek isimleri ile yarışmaya katılabileceklerdir.
4-Katılım süreci 5 Temmuz 2011 tahihinde başlayıp, 24 Ocak 2012 tarihinde sona erecektir.
5-Eserler, posta ile PK: 66 Alanya/ Antalya adresine gönderilecektir. Gecikme ve kayıplardan dergimiz sorumlu değildir.
6- Yarışmacılar, özgeçmişlerini bir adet vesikalık fotoğraf, yazışma adresi, telefon ve varsa faks gibi iletişim bilgilerini ayrı bir zarfa koyarak, eserleriyle birlikte göndereceklerdir.
7-Ödüller; Akdeniz Öykü Ödülü, Birincilik, İkincilik, Üçüncülük, Güncel Sanat ve Seçici Kurul Özendirme ödülleri olarak belirlenmiştir.
8- Kazananlar seçici kurul değerlendirmesinden sonraki bir tarihte ilan edilecektir.
Seçici kurul: Muzaffer İzgü / Öner Yağcı / Münevver Oğan/ Bilge Öngöre/ Ulviye Alpay/ İlhan Soytürk/ Arslan Bayır... Her iki yarışma ödülleri: Kitap setleri, kazandı belgesi ve plakettir. Her iki yarışma hakkında daha detaylı bilgi için, alanyaguncel@gmail.com e-posta adresinden iletişim kurulabilir.

YAZAR-ÇEVİRMEN GÜRHAN UÇKAN ADINA
2011 KISA ÖYKÜ YARIŞMASI…

6 Aralık 2006’da yitirdiğimiz, 2011 Nobel Edebiyat Ödülün kazanan İsveçli şair Tomas Tranströmer’in de şiirlerini Türkçe’ye çeviren yazar, şair, çevirmen Gürhan Uçkan’ın kişiliğini, düşüncelerini ve yapıtlarını gelecek kuşaklara aktarmak ve genç kuşakların dil duyarlılığını artırmak, yazınsal becerilerini değerlendirmek üzere, Dil Derneği ile İsveç Atatürkçü Düşünce Derneği tarafından, üniversite gençliği arasında, “Dil Derneği Gürhan Uçkan Kısa Öykü Yarışması” düzenlendi.

Ödüle, yalnızca üniversite öğrencileri “tek” bir öykü ile katılabilecek. Adaylar konu seçiminde özgür olacak. Ödül, yalnızca “tek” bir öyküye verilecek, bölüştürülmeyecek. Yarışmaya gönderilecek öykü, daha önce başka bir yarışmaya katılmamış ve yayımlanmamış olmalı. Öykünün bilgisayarla yazılması; iki sayfa olması (6 bin vuruşu geçmemesi); CD’sinin gönderilmesi zorunludur.

Ödül, 750 TL’dir. Ödüle başvuru, 29 Şubat 2012’de sona erecektir. Yarışmacı; öyküsünü 6 kopya çoğaltarak, bir sayfaya adını, soyadını, özgeçmişini, açık adresini, telefonunu, e-postasını yazarak, 29 Şubat 2012 gününe dek Dil Derneği’ne (Konur Sok. 34/4 Kızılay-Ankara) gönderecektir.  Ödül töreni Mayıs 2012'de Ankara’da yapılacak, ödüle değer görülen öykünün yazarına bir belge ve anmalık sunulacaktır. Seçici Kurul; Günay Güner, Işık Kansu, Cemil Kavukçu, Nermin Küçükceylan ve Münevver Oğan’dan oluşmaktadır.

12 EYLÜL FAŞİZMİNİN KATLETTİĞİ
İLHAN ERDOST, UMUDUMUZDA YAŞIYOR!

12 Faşizminin aramızdan aldığı değerlerden, yayıncı, yazar İlhan Erdost, aradan geçen 31 yıla karşın unutulmadı hiç. Hep onurla, sevgiyle, hasretle, özlemle anıldı. İlhan ve ağabeyi Muzaffer Erdost’un adını, Türkiye’de az çok devrimci, demokrat, sol literatürle tanışan herkes biliyor. Sol aydınlanmanın oluşumunda, sosyalist klasiklerin yayınlanıp geniş okur kitlesine ulaştırılmasında büyük emeği geçen İlhan Erdost’u, ölümünün 31. yıldönümünde saygıyla anıyoruz

Düşünceye vurulan kelepçeyle, ortaokul yıllarında, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’ne konulan ağabeyi Muzaffer İlhan Erdost’un başına gelenler ile tanıştı. Lise eğitiminin ardından Ankara Üniversitesi Hukuk Bölümü’ne girdi. Muzaffer Erdost’un kurduğu Sol Yayınları’nın başına geçen İlhan Erdost, fakültedeki tek dersini yayneviyle yakından ilgilenmekten dolayı veremedi. Ağabeyi Muzaffer İlhan Erdost 12 Mart 1971 askeri darbesinin hemen ardından tutuklanıp hüküm giyince, Sol ve Onur yayınlarının yönetimini üstlendi. 12 Eylül 1980 sonrası yasak yayın bulundurmak iddiasıyla gözaltına alınan İlhan Erdost, Ankara Mamak Askeri Cezaevi’nde 7 Kasım 1980’de faşist cuntanın işkencecileri tarafından dövülerek katledildi.

Ağabeyi M. İ. Erdost’un ona yazdığı şiirden:
"İlhan'ı gördüm yaralı
Gözleri kandan hareli
Yüzü güllere çevrili

İlhan'ın paltosu kanlı
Alazlanmış tüter canı
Düşmüş omuzdan kolları

İlhan İlhan, İlhan İlhan
Sular çavlan kuşlar pervan
Gittin mi can gittin mi can"

AYDIN HATİPOĞLU: KAVGANIN VE BİLİNCİN SOSYALİST ŞAİRİ…

Yaşamı boyunca devrimci şiirin izini süren sosyalist şair Aydın Hatipoğlu, geçen yıl 11 Kasım 2010 günü aramızdan ayrıldı.
Behçet Necatigil’in “Kavganın ve bilincin etkili şiiri” sözleriyle tanımladığı Aydın Hatipoğlu, 1960 Kuşağı şairlerinin ilk habercilerindendir ve şiirleri en erken yayımlananlarındandır.

Şükran Kurdakul’un yönettiği Yelken dergisinde 1958’de şiirleri yayımlanmaya başladığında henüz 18 yaşında bir lise öğrencisiydi. Ülkenin toplumsal ve siyasal sorunlarından haberli olan bir kuşağın içinden geliyordu. Bu yüzden sosyalist gerçekçi dünya görüşünü benimsedi. Şiirinin ilk döneminde ya da başlangıç döneminde İkinci Yeni izleri görülmekle birlikte Tevfik Fikret’in, 1940 Toplumcu Gerçekçi kuşağının yolunu izlemiştir. Şiirini değerlendirirken “halk duyarlığı, toplumsal çelişkiler, beklenmedik yerlerde beliren duygusal ağırlık, şiirinin en belirgin yanlarıdır” der yazar Eray Canberk ve devam eder:

“Şiirde ustalık döneminin ürünü olan “Yalnız Karanfil Sokağı” (Evrensel Basım Yayın, 2003) adlı kitabına bakıyorum: Hatipoğlu’nun şiirlerinde başlangıçta olduğu gibi yine gerçekçilik, toplumsalcılık ve siyasal olaylar var ama bütün bunlar sanki bir şiir süzgecinden geçirilmiş gibi. Şiirleştirmek kolaylığı yerini şiir kılma ustalığına bırakmış. Kitaplarından birinin adı olan “Beynim Yüreğim” onun şiirde gözettiği düşünce ile duygu dengesinin en kısa ve en çarpıcı anlatımıdır bence.”

1960 Kuşağı içinde, sosyalist şiirdeki gücü üçüncü kitabıyla belirginleşti. İmge örgüsündeki sıkı doku, inançlı bir kararlılık, beklenmedik yerlerde beliren duygusal ağırlık, neyi nasıl, ne ölçüde söyleyeceğini bilişi, tüketmek bilmez yarın umudu, yöresel özellikleri çağdaşlık potasında eritme, anlamı ve sesi şiirin bütününe yayma özellikleri şiirinin en belirgin yanları oldu.

Kuşaktaşı Sennur Sezer’de onu şu sözlerle anlatıyor: “Aydın Hatipoğlu ise bizim 1960 kuşağı toplumcu şairleri arasında imge örgüsündeki sıkı doku, inançlı bir kararlılık, tükenmek bilmez yarın umudu kadar anlamı ve sesi şiirin bütününe yayma özellikleriyle öne çıkan şiirler yazmayı sürdürdü.”

SOSYALİST EDEBİYATIMIZIN ADSIZ ÖNCÜLERİNDEN
FAHRİ ERDİNÇ’İ UNUTMAYACAĞIZ…

1940 sosyalist yazarlar kuşağının adı çok öne çıkarılmamış şair ve öykücülerindendir Fahri Erdinç. İnönü faşizminin baskıları karşısında, iki arkadaşıyla birlikte Bulgaristan’a kaçtı. “Kardeş Evi” dediği Bulgaristan’dan yazmayı sürdürdü. 11 Kasım 1986'da Sofya'da öldü.

Erdinç, 1938-39 ders yılında baba mesleğini bırakarak, sınavını kazandığı Ankara Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü'nde öğrenci oldu. Bu bölümde öğretim üyesi olan Sabahattin Ali ile tanıştı. Aynı yıl yazmaya başladığı ilk öykülerinde, onun öğütlerinden çok yararlandı. Orhan Kemal’in 1. olduğu yarışmada 2. oldu.  Erdinç, Konservatuardaki katı yönetime ve bazı ayrıcalıklara itirazları yüzünden, biraz da geçim sıkıntılarının zorlamasıyla, öğrenimini bırakmak zorunda kaldı. Yeniden mesleğine döndü. Ama arada yedek subaylığını yaptıktan sonra, 1943'te mesleğinden tamamen ayrıldı. Bir süre yapı yerlerinde (taşeron kâtibi ve puantör olarak) çalıştı.  Böylece, daha ilk yazı denemelerinde toplumun tabanındaki insanların yazgısını konu edinen Erdinç, onları köyde, kışlada ve kentte, iş yaşamında yakından tanımış oluyor, gözlem ve izlenimlerini arttırıyordu.

1946'da Ankara'da bir yapı yerinden, sınavını kazandığı devlet radyosuna geçti. Temsil kolunda üç yıl çalıştı. Bu arada Şen Olasın Halep Şehri (İstanbul-1945) adlı şiir kitabından sonra Ankara'da "Seçilmiş Hikâyeler Dergisi" (1948, sayı 8) onun öyküleriyle özel sayı çıkardı.  Başkentte ilerici sanatçıların çevresinde görünmesiyle, bazı dergilerde yayınladığı öyküleriyle zamanın faşist çevrelerinin dikkatini çeken Erdinç, 1947'de kendisini devlet başkanına dille hakaret etmiş durumuna düşüren bir çatışma yüzünden tutuklandı ve aklanmayla sonuçlanan yargılaması boyunca cezaevinde kaldı. Ankara cezaevinde yazgılarını konu edindiği insanların kimilerini daha yakından tanıma fırsatını buldu. Bazı komünistlerle de ilk önce burada ilişki kurdu. Cezaevinden çıktıktan sonra da Erdinç dirlik bulamadı. 1948'de çok sevdiği Sabahattin Ali'nin Bulgaristan sınırında öldürülmesi Erdinç'i büyük acılara boğdu. Bu acı olay bir yandan da onu esinledi. Kısa bir süre sonra, 1949 Eylül'ünde, Erdinç, iki arkadaşıyla (Ziya Yamaç ve Tuğrul Deliorman) birlikte, gizlice Bulgaristan'a geçti.  Bulgaristan'da Erdinç ve arkadaşlarına politik göçmen olarak sığınma hakkı verildi (1949 Ekim). Böylece, onun, yurt dışında ölümüne kadar sürecek olan göçmenlik dönemi başladı.

Erdinç, yazınsal çalışmasına yetecek ölçüde Bulgarca, pratik olarak da Almanca ve Rusça öğrendi. 1965'te Bulgaristan vatandaşı, 1973'te Bulgaristan Yazarlar Birliği üyesi oldu.  Yurt dışına çıkışından 1969'a kadar, yapıtları kendi ülkesinde okura ulaşamadı. 1970'li yıllarda Türkiye'deki dergilerin şiir ve öykülerine yer vermesiyle yeniden okur önüne çıktı. Bu yıllardan ölümüne değin kimi yapıtları kitap olarak da yayınlanma fırsatı buldu. Ama bu girişimler süreklilik göstermediği gibi, son yirmi yılda yine kesintiye uğradı.

Kemal Özer,  “Sökmüş ve sökecek bütün şafakların habercisi” olarak nitelendirdiği Fahri Erdinç’in sanat anlayışını şöyle belirtiyor:
“Sanatsal ve siyasal yönleriyle bir yazgı adamının kimliği var karşımızda. Onu tanımak,  aynı zamanda, o kimliği oluşturan ve direniş diye niteleyebileceğimiz temel öğeyi tanımak anlamına geliyor. Kökleri 1940’lara giden, kendisine odak aldığı Sabahattin Ali ve Nâzım Hikmet’in sanat anlayışlarıyla yoğrulmuş bir toplumcu geleneğin halkası. Kendi yaşamındaki zorluklara yenik düşmeden üretimini sürdüren ödünsüz bir yazar ve ozan. Yapıtları, hem yazıldığı döneme göre, işlenişiyle, ele aldığı sorunlarla bir ileri aşamayı gündeme getiriyor, hem de kendinden sonrasına dil ve anlatım bakımından bir düzey hazırlıyor. Kitaplarını, 1980 sonrası koşullarının edebiyata getirdiği genel görünüm açısından bakıldığında, yaşamdan beslenen bir edebiyatın geçmişine ilişkin örnekler olarak okuyabileceğimiz gibi, onlarda yaşanan koşulların aşılması doğrultusunda önemli ipuçları da görebiliriz.”   

SOSYALİST ÖYKÜ VE ROMANCILIĞIN
ÖNCÜSÜ: SADRİ ERTEM...

12 Kasım 1943'te yitirdiğimiz Sadri Ertem, sosyalist edebiyatımızın çok bilinmeyen ama Sabahattin Ali, Orhan Kemal gibi sosyalist öykücü ve romancıların yolunu açan önemli bir yazardır.

Konularını toplumsal sorunlardan alan; işçilerin yaşamlarını, sömürülmelerini, kapitalizmin rekabetçi döneminin üretim ilişkilerini, bunun sonucunda küçük üreticinin zor duruma düşmesini anlattığı "Bacayı İndir Bacayı Kaldır" adlı kitabı yazarın edebiyata bakışının da yansımasıdır aynı zamanda. Sosyalist gerçekçilik akımının önde gelen yazarları arasında yerini alan Sadri Ertem, yazılarında edebiyatın çeşitli sorunlarını maddeci felsefenin etkisinde ve sosyalist gerçekçi bir sanat anlayışı doğrultusunda kuramsallaştırmaya yöneldi.

1940 kuşağı şair ve yazarlarından Ömer Faruk Toprak, Ertem'in “Çıkrıklar Durunca” kitabını 'Cumhuriyet'in en önemli 10 romanından biri' olarak değerlendirmişti. Toprak, Sadri Ertem’in romanı hakkında şu değerlendirmede bulunuyor: “Fabrika malı satanlarla, dokumacılar arasındaki mücadeleyi belirten bu kitabı, 'sosyal roman' nev'ine ait ilk tecrübe olarak görüyoruz. Eser, bu mücadelede kadına ve paraya duyulan hırs ile, o sıralarda isyanların açtığı yaraları, bir bir anlatan canlı sayfalarla doludur. Memleketimizi iktisaden sarsan fabrika asrının, ne gibi reaksiyonlar uyandırdığı; ve anadolu'da dal budak salan eski inanışların ne müşkül şartlarda terk edileceği 'Çıkrıklar Durunca'nın başlıca hüvviyetini teşkil eder...”

Atilla İlhan da Ertem'i Cumhuriyet Dönemi'nin, sosyalist ve gerçekçi, ilk yazarları arasında kabul ediyor. Asıl mesleği gazetecilik olduğu için gözlemlerini keskin, öykülemelerini ise çarpıcı olarak niteliyor. Yazı tarzını ise biraz 'röportaj'a benzetiyor. Feridun Andaç ise Ertem'i Nabizade Nazım ile başlayan gerçekçilik akımının Ömer Seyfettin ile Sabahattin Ali arasında yer alan boşluktaki temsilcisi olarak görüyor.

Ertem’in bu sayımızda yayımladığımız “Bacayı İndir Bacayı Kaldır” öyküsü, ölümünden 68 yıl sonra bugün Dil Ovası çevre kirliliğine, Nükleer ve Termik Santrallere direnen Anadolu halkının başına gelenleri büyük bir öngörüyle anlatıyor.

İNCE DUYARLIKLARIN TOPLUMCU GERÇEKÇİ ŞAİRİ
NEVZAT ÜSTÜN UNUTKANLIĞA DİRENİYOR
...

Edebiyatımızın gözden uzakta bırakılmış şair ve yazarı Nevzat Üstün’ü 32. ölüm yıldönümünde sevgiyle selamlıyoruz.

Geleneksel Türk ve çağdaş Batı şiirlerinin özelliklerinden yararlanarak özgün bir anlatım geliştirdi. Öykülerinde gözleme, yalın bir anlatıma önem verdi, çoğunlukla Kayseri yöresi ve Güneydoğu Anadolu insanının kaygılar ve yoksulluklar içindeki yaşamını anlattı. Kent ile köy arasında sıkışıp kalmış olan çıkmaz hayatların içine giriverir. Büyük kentlerin gölgesinde kalmış köylerin ve kasabaların hayatlarına tanıklık ettiğinde kaldığı ikilemler aslında bir bakıma onun şairliğini beslemekte olan en önemli destek oldu.

Toplum sorunlarıyla hep ilgilenen, sanatını siyasal düşüncelerini savunmak, yaymak için kullanan toplumsalcı bir şairdi. Ama serbest nazım akımında değil de, daha yeni bir şiir olduğuna inandığı Garip akımından yola çıktı. Seçtiği tarzın etkisiyle önceleri pek belirginleşemeyen toplumsalcı eğilimleri, giderek şiirinin temel ereği oldu.

Köylerde ve taşrada yaşayan insanların ahlaki çatışmalarını,  kaygılarını ve yoksulluklar içindeki yaşamlarını gözlemleyip kaleme alarak toplumcu şairler arasında anılan Nevzat Üstün, Türk Dili dergisinde yazan Salâh Birsel’e yazdığı mektupta toplumcu gerçekçilikle ilgili şunları yazar: “Dört beş kez okudum Haydar Haydar‘ı. Güzel yazmışsın doğrusu. Eline sağlık. Belki seni yadırgatacak ama Haydar Haydar bana kargaşa günlerinin Fransa’sını getirdi. Villon gibi, acı bir mizah dolu. Senin şiirlerinde var olan aklın duyguya üstünlüğü iyice belirginleşiyor bu kitapta. Değinme yoluyla güç kazanan gerçek daha etkili oluyor. Bana sorsalar Salâh Birsel toplumcu ozan derim kızarlar biliyorum olmadık sözler ederler ama nedir toplumcu olmak? Gereksinimleri bağırma yolu ile söylemek mi? Bu kısa cümleleri bir yazıya dönüştürmek istiyorum.”

Salâh Birsel ise bu mektuba yanıt olarak şu satırları kaleme alır: “… Ben elbet toplumcu, yergici bir ozanım. Bunu eski kitaplarım da koyar ortaya. Ama artık şiir kitaplarının okunduğunu, şiirin sevildiğini sanmıyorum ben. Şiir yazanlarda şiir yazmak için kendilerini sıkıya sokmuyorlar. Bir iki uyduruk sözü yan yana getirdiler mi işi oldu bitti sanıyorlar. Nedir, kendilerini ‘toplumcu ozan’ diye ilan etmeyi yeterli buluyorlar. Okurlarda buna eyvallah diyor. Çünkü onlarında şiir okumaya vakti yok. Şiire bakıp bir ozanın toplumcu mu değil mi olduğunu araştırmadan ‘ben toplumcu ozanım’ diyen sahtecilerin ardından gidiyorlar. Güzeldir toplumcu ozan olmak, şiirini toplumun sesine göre ayarlamak ama her şeyden önce şiir yazmak gerekir. Diyeceğim bir ozanın ‘toplumcu ozan’ adına ulaşabilmesi için ilkin ‘ozan’ adına ulaşması gerekir. Yoksa Bekçi Memo, Makasçı Rafet, Sucu Metin, Kahveci Tekin, Lostromocu Hasan da toplumcudur. Bunların ozan diye anılması için ‘ozan’ olması gerekir.”

KERİM KORCAN: CESARETİN VE BAŞKALDIRININ ÖYKÜCÜSÜ... 

Devrimci edebiyatımızın cesur yüreklerinden Kerim Korcan, öykü ve romanlarında sınıfsal bilinci öne çıkardı hep. Tüm engellemelere rağmen, içinden çıktığı sınıfın sesi oldu. Yaşamında da örgütlü devrimci savaşım içinde oldu.

Döneminin birçok edebiyatçısı gibi zor günler geçiren Kerim Korcan cezaevlerinde ağır koşullarda 12 yıl geçirdi. İçinde bulunduğu koşulları estetize eden Kerim Korcan yaşadıklarını birer sanat yapıtına dönüştürür. Eserlerinin çoğunda cezaevi gerçeğini anlattığından ezilenler, başkaldıranlar, idamlıklar kitaplarının kahramanı olmuştur.  Kerim Korcan’ın yazın tarzında “Halk Hikâyeciliği” niteliklerine sıkça rastlanır, eserlerinin genelinde kahramanlarının şivesiyle sade anlatımlarla okuru sıkmaz, kolay okunan bir tarza sahiptir.

Kerim Korcan'ın okurları, çelişkilerin siyah beyaz çizgileri kalınlaştırılmış bir dünyada bulurlar kendilerini. Yaşadıkları dünyanın, yazarın aynasından böyle yansıyabileceğini sezseler de neden böyle bir dünyada yaşandığının, yaşanmak zorunda olduğunun sorusunu edinirler okuduklarıyla. Kısacası Kerim Korcan'ın anlatıları, Şükran Kurdakul'un da vurguladığı gibi, çağdaş bir bakış açısından destek alır “Yayımladığı roman ve öykülerinde diri, canlı, doğal bir anlatım içinde, yer yer kişilerin iç hesaplaşmalarını yansıtarak sosyalist gerçekçi akımın başarılı örneklerini verdi."

Kerim Korcan, kendi yazarlığını şöyle anlatır:
“Ben üniversite kürsülerinde vatandaşların hak ve hukuk eşitliği için ağlayan ama içeride insanların anasını ağlatan adaleti, tekmil ters uygulamalarıyla mahpushanede cürmü meşut ettim, suçüstü yakaladım. Madem ki adalet mülkün temelidir, ben de toplum sorunlarına, başlangıç olarak oradan yaklaşmayı uygun buldum. Başkaları ne düşünür bilmem. İyi bir giriş yaptığım inancındayım ve devam etmek isterim. Tatar Ramazan’ın benim ilk eserim Linç’ten evvel kaleme alındığını açıklayabilirim. Dil konusunda tartışmaya girmek istemem. Hem birazda bineceğim dalı kesmek gibi olur bu. Dilde arınmaya gitmeye çalışıyorum ve bu gayreti sürdürenlerle esasta mutabıkım. Ancak zorlamaya kaçmaktan da sakınırım”

BÜYÜK EKİM DEVRİMİ YOLUMUZU AYDINLATIYOR!

İnsanlık tarihinin akışını değiştiren Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’nin 94. yılını kutlamak; anmak, anlamak geleceğe ışık tutmasına karınca kararınca katkı koymaktır.

Büyük Sosyalist Ekim Devrimi, emperyalist burjuvazinin korkulu rüyası olan devrim düşüncesinin gerçekleşmesinin adıdır.

Ekim Devrimi Lenin’in deyimiyle "buzu kıran, yolu açan ve gösteren" devrimdir. Büyük Sosyalist Ekim Devrimi ile emperyalist zincir en büyük kapitalist, emperyalist ülkelerden birinde, proletaryanın iktidarı ele geçirmesi ile ilk kez parçalandı; emperyalizm çağının ilk proleter devrimi olarak, yeni bir çağı, ‘emperyalizm ve proleter devrimleri çağı’nı başlattı.  

Sınıflı toplumların ortaya çıkışı kadar eskidir, sınıflar mücadelesi. Tarih bu mücadelenin dinamikleri üzerinde yükselir. Karanlık ve ışığın mücadelesidir bu. Baskının, zulmün, sömürünün sahipleriyle buna hayır diyen isyancıların mücadelesidir. Ve sınıflar tarihi kadar eskidir sömürüsüz, eşit özgür bir dünya düşü. Bu düşle başkaldırır “tarihin ilk gerillası” ilk isyancısı Spartaküs. Bu düşle uzatırlar başlarını korkusuzca Bedrettin ve Börklüce. Bu düş türkü olur dillerde pir sultanca. Sınıflı toplumların son durağıdır kapitalizm ve sömürücü sınıfların son temsilcisidir burjuvazi. Sömürülenlerin tarihindeki son sözü söyleyecek, düşü gerçeğe dönüştürüp burjuvaziyi mezara koyacak olandır proletarya. Lyon’da dokuma işçilerinin barikat savaşlarıyla daha manifaktür özellikler taşıyan el işçileri olarak. İngiltere’de nispetten gelişmiş sanayinin örgütlü Cartistleri olarak.

Almanya’da “kulübelere barış, saraylara savaş” diye haykırarak çıkar mücadele alanlarına. Geçici zaferlere ağır yenilgiler eşlik eder. Her ileri sıçrayışının ardından ağır yenilgilerle yeniden geri düşer. Ama her yenilgiden öğrenir ve inatla haykırır özgürlük diye. Ve tarih 1871’ i gösterirken Paris ellerindeydi proletaryanın. Bu tarihsel düşün, gerçekliğin somutuna ilk iz düşümünün adıydı, bu Marks’ın işte proletarya diktatörlüğü dediği Paris komünü idi.74 gün. Sosyalizmin, proletarya diktatörlüğünün, sosyalist demokrasinin ilk ön sözlerinin yazıldığı onlarca yıla bedel 74 gün. Onlar da yenildiler, çünkü nesnel şartlar daha kapitalizmin ortadan kaldırılmasına denk düşmüyordu. Yenildiler çünkü hiçbir toplumsal sistem gelişebileceği en üst seviyeye ulaşmadan tarih sahnesindeki yerini terk etmiyordu.

Tarih 20 yüzyılın başlarını gösterirken, “Emperyalizm kapitalizmin en yüksek aşamasıdır dedi Lenin… Devam etti; “Emperyalizm çan çekişen kapitalizmdir” Ve son noktayı koydu: “ Emperyalizm proleter devrimler çağıdır”

Yenilgilerle dolu tarihi içinde en son büyük zaferini ve yenilgisini yaşadığı Paris komününden sonra proletarya tarihsel rolünü yerine getirmek için harekete geçerken artık koşullar ondan yanaydı. Sözün bittiği yerdi artık. Milyonlarca topraksız köylünün, yarı proleter emekçilerin proletaryanın öncülüğündeki eylemiyle yıkmak, parçalamak ve yeniden kurma zamanıydı. Tarihin ebesi zor işbaşındaydı, durmak cinayetti, durmak ihanetti. Durmadılar. “Onlar ki bir kez yorgun dizlerinin üstünde doğrularak ayağa kalkmışlardı” Durmadılar ve tarih 24 Ekim 1917'yi (Bugünkü takvimle 07 Kasım 1917) gösterirken devrim ve sosyalizm bir düş değildi artık.
Ekim Devrimi ezilenlerle ezenlerin arasındaki tarihsel mücadelede gerçekleşen ilk toplumsal devrim olarak tarihsel bir dönüm noktasıdır.21. yüzyılın sosyalizminden söz ederken başka limanlara kulaç atanların unutmak ama en çokta unutturmak istedikleri bir gerçektir.

Ekim devrimi; insanlığı sömürüye ve kapitalizmin yarattığı karanlığa mahkûm etmeye çalışanların en büyük korkusudur. Çünkü Ekim Devriminin 20. yüzyıldan 21. yüzyıla yansıyan ışığı kapitalizmin yıkılabileceğini, yeni ve sömürüsüz bir dünyanın yani sosyalizmin gerçekleşebileceğini gösterir.

Ekim Devrimi; “elveda proletarya” ve “tarihin sonu” sahtekârlıklarının suratına vurulan bir tokat gibidir.

Sınıflar mücadelesini proletarya diktatörlüğüne kadar götürme gerçeğini inkâr edenlere karşı her gün kendini yeniden ortaya koyan bir gerçektir ve gerçekler inatçıdır… Sivil toplumculuk projelerine, “kitle partisi” karikatürlerine karşı proletaryanın öncü savaşçı partisinin hayati önemini yaşadığımız dönemin özellikleri bakımından bu günde yakıcı bir yanıt ortaya koyar. Bu gün Ekim Devrimini böyle bir perspektifle sahiplenmek, Paris Komününden Ekim Devrimine oradan da günümüze uzanan komünizm mücadelesinin ve Komünist olmanın temel ölçütlerinden biridir.

Ekim Devriminden çıkarmamız gereken bir diğer derste iktidarı ele geçirmenin devrimin başlangıcı olduğunu ve sınıfsız topluma giden yolda yapılacak hataların geri dönüşü de beraberinde getirebileceğini göstermiş olmasıdır. Bu anlamıyla Ekim Devrimi başarıları kadar başarısızlıklarıyla da elimizdeki zengin bir deney birikimidir.

Ekim devrimi, sınıflı toplumlarına hâkim olan düşünsel normların yıkılarak; komünal emek/dayanışma fikirlerinin yeşerten “Yeni/Özgür İnsana” ulaşma çabasıdır.

NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder